30 Aralık 2014 Salı

Amin Kelimesi Amon Putundan mı Geliyor ?

Yazımızın başlığı, konuya aşina olmayanlar tarafından biraz garip karşılanarak "öyle şey olur mu? Bu ne biçim başlık?" şeklinde yadırganacaktır. Ancak Kur'an merkezli söylem etrafında konuşulan ve bizce gereksiz olduğunu düşündüğümüz konulardan birisi de maalesef bu konudur. Dualarımızın sonunda söylediğimiz "amin" kelimesinin kökünün Mısırlılar'ın putu olan "Amon" adlı puttan geldiği iddiası dile getirilmekte, bu sözün söylenmesinin kişiyi şirke götüreceği iddia edilmektedir.

Müslümanların gündemlerini meşgul eden konuların bu tür konular yerine, daha ciddi konular olması gerekirken, bize bir şey kazandırmayacağını düşündüğümüz konular ile gündem doldurulması ve bu tür gereksiz konuların tartışılması; bizlerin Kur'an'ın ne kadar ciddi meseleler içerdiğinin daha farkında bile olmadığımızı göstermektedir.

Bu kelimenin Kur'an'da olmadığı, dolayısı ile duaların sonunda kullanılmasının şirke kapı açtığı gibi düşüncelerin ortalıklarda gezmesi, bu konu ile ilgili olarak düşüncelerimizi yazma gereğini hissettirdi.

"E-M-N" kelimesi; "birisini tasdik etmek, onaylamak, kabullenmek, itimat etmek, güvenmek, güvenilmek" anlamlarına gelmektedir. "Amin" kelimesi de bu kökten gelmektedir. Bu kelimenin ne anlama geldiğini görmek için AHKAF 17 ayetine gitmek gerekmektedir ki dualarımızın sonunda söylediğimiz bu kelimenin ne anlama geldiği doğru olarak anlaşılsın.

Vellezî kâle li vâlideyhi uffın lekumâ e teidâninî en uhrece ve kad haletil kurûnu min kablî ve humâ yestegîsânillâhe veyleke AMİN, inne va’dallâhi hakk(hakkun), fe yekûlu mâ hâzâ illâ esâtîrul evvelîn(evvelîne)

[046.017] Fakat o kimse ki anasına babasına: «Öf size, benden önce nice nesiller gelip geçmiş iken benim öldükten sonra dirilip çıkarılacağımı mı bana va'dediyorsunuz?» dedi. Onlarsa Allah'a sığınarak «Yazık sana, etme, gel inan; Allah'ın sözü gerçektir» derken O; «Bu, eskilerin masallarından başka birşey değildir» der.

AHKAF 17 ayetinde; mü'min bir ebeveynin çocuklarına olan çağrısı ve çocuğun bu çağrıyı red etmesi anlatılmaktadır. Mü'min ebeveynin çocuklarına "AMİN" şeklinde bir hitapta bulunduğunu görmekteyiz.

Ebeveynin çocuklarına bu şekildeki bir hitabı; ona söylemiş oldukları sözlerin doğru olduğu, güvenilmesi gerektiği, asla yanlış olmadığı, onun bu sözleri kabul etmesini yani iman etmesini istemeleri, sözlerine güvenmelerini istemeleri anlamındadır.

Peki duaların sonunda söylenen "amin" kelimesi ile biz ne demek istiyoruz? Kul; Rabbi'ne ettiği duasında bütün samimiyeti ile O'na karşı acziyetini ifade eder ve O'ndan isteklerini sıralar. Duasının sonundaki "amin" kelimesi ise; kulun Rabbi'ne karşı söylediği sözlerinde son derece samimi ve dürüst olduğunu ve bu samimiyet ve dürüstlüğünün bir ifadesi olarak bunu söylediğini gösterir. Kul Rabbi'ne "Sana karşı bütün samimiyetimle bunları söylüyorum, buna inan" sözünü "amin" kelimesi ile ifade eder.

Hal böyle iken bu sözün Mısırlıların putu olan "Amon"dan geldiği, dolayısı ile bu kelimeyi söylemenin şirk içerdiği iddiası havada alan bir iddiadır.

Bu tür suni gündemlerle muvahhidlik iddiasında bulunan bir kısım Kur'an merkezli düşünce sahibi olan kişilere tavsiyemiz şudur; bazı sözlerin, fiillerin, eylemlerin, düşüncelerin şirk olduğu konusunda gösterilen titizliği takdir etmekle birlikte, neyin şirk olup olmadığının adresi Kur'an olmalıdır. Elçilerin kıssaları ile onların nasıl bir şirk düşüncesine karşı kıyama kalktığı çok dikkatli okunarak asıl bunlar gündem edilmelidir.

Elçi kıssalarında öne çıkan tevhidî eylem; o kavmin sahte ilahları olup, gelen elçiler tek İlah olarak Allah(c.c)'nin tanınmasını ve O'nun kulları için çizdiği hayat sistemini kabul etmeleri için yaptıkları mücadeledir. Bizlerin bu tür mücadeleleri ıskalayıp basit gündemler ihdas ederek muvahhidcilik oynamaya kalkışmasının, kendimizi oyalamaktan başka bir işe yaramayacağını hatırlatalım.

Kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak niteleyen birçok kişinin, geleneksel İslam anlayışına sahip olanlar ile ortak yönleri; araştırmadan kabul etmek gibi bir yanlış içinde olmalarıdır. Bu tür iddiaları okuyup da, sadece bu iddiaları paylaşanların kendilerini "Kur'an Müslümanı" olarak lanse etmeleri; bizleri onların her dediği doğrudur mantığına götürmemelidir. "Bu konu hakkında Kur'an acaba ne diyor?" şeklinde sorgulama yapan birisi, AHKAF 17 ayetini dikkatli bir okuyuşla kelimenin dışardan ithal değil, öz be öz Kur'an malı olduğunu görecektir.
  
Sonuç olarak; "amin" kelimesi Mısırlıların putu olan "Amon"dan gelme bir kelime değil, Kur'an içinde açık ve net olarak bulunan ve öz be öz Kur'an'a ait olan bir kelimedir. Duaların sonunda bu kelimenin kullanılması tabi ki farz değildir, isteyen kullanır istemeyen kullanmaz. Bu konu da muhayyerdir ancak Kur'an'a bakmadan ortaya atılan bu tür sözler, ortaya atanın cehaletini ortaya koyduğu gibi araştırmadan hemen kabullenenleri de cehalete ortak olmaya iter. Bizlere düşen muvahhid olmanın anlamını bu tür gereksiz gündemlerle doldurmaya çalışmak yerine, Kur'an'ın bize gösterdiği çizgiyi takip etmek olmalıdır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

28 Aralık 2014 Pazar

Bakara s.234 ve 240. Ayetlerini Hevalarına Göre Çeviren Şerefliler !!!!

Yazımızın başlığı diğer yazılarımızın başlıklarına göre değişik bir başlık olduğunu baştan kabul ediyor ve böyle bir tabiri yazı başlığı yaptığımız için öncelikle özür diliyoruz. Ancak konu edeceğimiz yazı başlığını görüldüğü zaman böyle bir başlığı neden attığımız anlaşılacaktır. 

Bilindiği üzere Şeytan olgusu Kur'anın en fazla üzerinde durduğu konulardan birisi olup , bu tehlikeye karşı iman edenleri bir çok ayette uyarmaktadır. Şeytan dediğimiz olgu karikatürüze edilmiş hali ile elinde çatallı bir mızrak ve kafasında boynuz olan korkunç bir tip değil aksine insan kılığında olarak bizlere yaklaşan tiplerdir. 

Araf s. 17. ayetinde, Şeytanın insana SAĞDAN yaklaşmasından bahsedilerek bu tür yaklaşma özellikle Din boyutu ile gerçekleşmektedir. Şimdi örneğini vereceğimiz yazı, bu çeşit bir yaklaşmanın bir örneği olup Kur'an ayetlerinin nasıl  tahrif edilebileceğinin örneğidir.

Bu tür tahrifi yapan düşünce sahipleri, geçmişte "Batınilik" dediğimiz akımın bir nevi devamı sayılıp , kendilerinin sistemleştirdikleri ve adına "Yazılım" dedikleri  , Kur'anın bazı surelerinin başında bulunan "Hurufu Mukattaa" (Kesik Harfler) denilen harfler ile adlandırdıkları sisteme göre ayetleri te'vil etmektedirler. Bu yazılım sistemine göre Kur'anın yazılı metninin aslında bir değeri olmadığı, o ayetlerin "Dubur Anlam" denilen esas anlamlarının!! dikkate alınması gerektiği iddiasındadırlar. Öncelikle elde olan bütün meallerin yanlış olduğunu iddia ederek onların yerine kendi meallerini koyarak Kur'an bu dur dediklerine şahit olmaktayız. 

Örneğini vereceğimiz yazı onların ortaya koydukları Kur'an anlayışlarının nasıl ve hangi metodla yapıldığının görülmesi açısında ibretli bir belge niteliğindedir. Konu ettiğimiz yazıda Bakara s. 234. ve 240. ayetleri ile ilgili olarak yapılan mealler için söylenilenleri alıntıladığımız örnek yazı şu dur. 

                        BAKARA 234 -240 AYETLERİNE YAPILAN ŞEREFSİZLİK


 ""2/234-240 misil yazılım muteşabihleri ;
 Bu muteşabihimiz ''velleziyne yuteveffevne minküm ve yezerune ezvacen'' dir..Bu cümlenin LİSANİ manası ''sizden vefat ederek eşler bırakanlar'' şeklindedir..Lisani olarak bakıldığında bu DOĞRU ÇEVİRİ 2/240`da yerine oturmaktadır..
Yine lisani olarak 2/240 okunmaya devam edilirse , ayetin devamı yine LİSANİ olarak bu manayı tamamlar şeklinde olmaktadır..TABİKİ bu lisani manada yanlıştır , doğrusunu aktaracağız ancak burada bir adet ŞEREFSİZLİĞİ ispat etmek istiyoruz..! ;
Bu cümlenin manası olan ''sizden vefat ederek eşler bırakanlar'' deyimine , maalesef arapça orjinal yazılımı aynı olmasına rağmen 2/234`te mana olarak TAKLA ATTTIRILMIŞ ve 2/240`daki doğru lisani mana 2/234`teki yerini KAYBETMİŞTİR..!
Bu ayette verilen mana ''sizlerden vefat edenlerin bıraktığı eşler'' şekline dönüştürülmüştür..
Yani ; 2/240 ; sizlerden vefat ederek eşler bırakanlar , şeklinde olurken
2/234 ; sizlerden vefat edenlerin bıraktığı eşler , şeklinde olmuştur..! LÜTFEN BÜTÜN MEALLERİ VE TEFSİRLERİ İNCELEYİNİZ , benim ulaşabildiklerimin hepsinde bu çarpıklık mevcuttur..!
2/234`te manaya yapılan bu operasyon ŞEREFSİZLİKTİR ama muteşabih sistem bilinmezse , bu ayette böyle bir ŞEREFSİZLİK yapılmak zorundadır..! Aksi taktirde doğru lisani mana olan ''sizden vefat ederek eşler bırakanlar'' cümlesi 2/234`te bu cümleyi takip eden ayetin devamı ile ÇELİŞECEKTİ..
Bakın ayetin devamını LİSANİ olarak okuyalım ; sizden vefat edip eşler bırakanlar kendi nefisleriyle 4 ay on gün beklerler..!
Şimdi soruyu SORUYORUZ ; Vefat eden adamın cesedini 4 ay on gün niye bekletiyorsun ? Ama bu sorudan kaçmak için ne yapmışlar ? Manayı şu şekilde değiştirmişler ; sizden vefat edenlerin bıraktığı eşler..
Bu DEĞİŞTİRİLMİŞ MANA böylece 2/234`te ayetin devamı ile BARIŞIK hale getirilmiş ama bu seferde 2/240`a UYMAYACAK yani bu ayetin devamı ile çelişecek okuyalım ; Sizden vefat edenlerin bıraktığı eşler ........vasiyet etsinler..! Yani burayada şu soru sorulur ; Vasiyeti ölecek adammı eder yoksa geride kalanlarmı eder ?
Burasıda olmadı değil mi ? O zaman çözüm ne ? ..! Aynı cümleye 2/234`te farklı bir anlam vermek..! Manaya TAKLA ATTIRMAK yani ÖZNEYİ değiştirmek.. 2/240`ta verilen DOĞRU LİSANİ MANAdaki özne “VEFAT EDENLERE” gider ama 2/234`te TAKLA ATTIRILAN manadaki özne ise “BIRAKILAN EŞLERE” gider…! Maksat ayetin devamı ile mana olarak uygun hale gelsin ama ayet İLHAD (anlam saptırması) yoluyla KEFERE yapıldı..! Bunun kıyamette hesabı nasıl verilecek ? Bunu düşünen var mı ? Ayrıca diyelimki biz yanılıyoruz ama bu ayetlerin bizi muhatab alması için evli olmamız şart..Aksi taktirde bekar olduğumuz müddetçe bu ayetler bizi muhatab almayacaktır..Böylece bu zihniyetin kuranı nasıl hayat kitabı olmaktan çıkarttığını görebiliriz..""

Başlığını verdiğimiz yazı örneği bu  kadar değildir , ancak alıntı yapmadığımız kısmı sözkonusu ayetler ile ilgili olarak kendilerinin yapmış oldukları te'vil çalışmasıdır. Biz Kur'an hakkında söz söyleyen insanların yanlışlarını sadece biz gibi düşünmedikleri için değil, yapmış oldukları çalışmalarda esas aldıkları mantığın ayetleri tahrif esasına dayandığı için eleştiriye tabi tuttuğumuzu hatırlatmak isteriz. Kur'an hakkında söz söylemeye herkesin yetkisi olduğunu kabul ediyoruz ancak bu yapılan çalışmalar sonucunda varılan neticenin "Tek Doğru" netice olduğunu iddia etmenin yanlış olduğunu belirtmek istiyoruz. Bu tür çalışmaları yapanların bu tür ayet tahrifleri neticesinde vardıkları neticenin "Tek Doğru" olduğunu iddia etmelerinin takdirini yazıyı okuyanlara bırakıyoruz ve yazı ile ilgili eleştirilerimize geçiyoruz.

 Yazının başlığındaki "ŞEREFSİZLİK" olarak niteledikleri şey Bakara s. 234. ve 240. ayetlerinin ilk cümlesindeki ortak lafzın yanlış tercüme edilmesi vu bu yanlış!! tercümeyi yapanların "şerefsiz" olarak nitelendirildiğini görüyoruz.

Yazı sahibi Bakara s. 234.  ayetindeki ibare olan "''velleziyne yuteveffevne minküm ve yezerune ezvacen yeterabbesne bienfüsihinne erbaete eşhurin" cümlesinin kendisinin doğru çeviri olarak ifade ettiği LİSANİ anlamını " sizden vefat edip eşler bırakanlar kendi nefisleriyle 4 ay on gün beklerler..!" şeklinde vermekte ve şunları demektedir. 

"Şimdi soruyu SORUYORUZ ; Vefat eden adamın cesedini 4 ay on gün niye bekletiyorsun ? Ama bu sorudan kaçmak için ne yapmışlar ? Manayı şu şekilde değiştirmişler ; sizden vefat edenlerin bıraktığı eşler.."

Yazı sahibi " Şimdi soruyu SORUYORUZ" diye başladığı cümlesinde, ayetin doğru anlamının ÖLEN ERKEĞİN CESEDİNİN A AY 10 GÜN BEKLEMESİ  gerektini ifade ettiğini iddia ederek manayı değiştirdiklerini!! iddia etmektedir.

Bakara s. 234. ayetinin "Ölen erkeğin cesedinin 4 ay 10 gün beklemesi" gerektiği şeklinde bir ifade olması için ayet içindeki "YETERABBESNE" (beklerler) filiinin , "YETERABBESUNE" şeklinde olması gerekirdi. Çünkü "Yeterabbbesne " fiili , müennes (dişil) sigasında ifade edilmektedir . Yazı sahibinin iddiasının doğru olması için bu kelimenin müzekker (eril) sigasındaki eşkli ile "Yeterabbesune" şeklinde ifade olması gerekirdi . Bakara s.234. ayeti ilk cümlesi , ölen bir ERKEĞİN eşinin 4. ay 10 gün beklemesi gerektiğini ifade etmekte olup yazı sahibinin yanlış olarak ifade ettiği bütün meallerdeki çevirisi DOĞRUdur , Gelelim 240. ayete; 

 Yazı sahibi Bakara s. 240. ayetin ilk cümlesi olan "velleziyne yuteveffevne minküm ve yezerune ezvacen vasiyyeten liezvacihim" cümlesinin doğru olarak olması gereken çevirinin " Sizden vefat edenlerin bıraktığı eşler ........vasiyet etsinler..!" şeklinde olması gerektiğini!!! iddia ederek "Vasiyeti ölecek adammı eder yoksa geride kalanlarmı eder ?" şeklinde dahice!!! bir soru sormaktadır.

Yazı sahibi ,ayet içindeki kelimelerin müennes (dişil) olmayıp , müzekker (eril) sigası içinde gelmiş olduğunu bilseydi böyle traji komik bir duruma düşmezdi . 240. ayet , Ölen ERKEĞİN geride bıraktığı KARISI için onların geçimini sağlamaları için vasiyette bulunmaları gerektiğini ifade etmekte olup elimizde olan bütün meallerdeki çevirileri doğrudur.

Arapça dil kuralları yüzyıllar içinde şekillenmiş ve Kur'an o dil kurallarının ifade ettiği anlamlar üzerinden nazil olmuş bir Kitaptır. Şimdi biri kalkıp bu dil kurallarını kendi kafasına göre yeniden düzenleyerek Kur'an ayetlerinin çevirilerinin yanlış olduğu ve doğru çevirinin kendisinin yapmış olduğu gibi olması gerektiğini iddia edecek olursa, yukardaki örnekte görüldüğü gibi ayetleri tahrif etmek amaçlı bir çalışma peşinde olmasından başka bir amaç içinde olduğunu söylemek mümkün değildir. 

Başka meal yapıcılarının yaptığı DOĞRU meale ŞEREFSİZLİK  şeklinde edebe ve ahlaka aykırı bir ifade kullanarak, kendi yaptığı YANLIŞ mealin ŞEREFLİLİK !! olduğunu iddia etmesi yazı sahibinin ne kadar ilim ve ahlak sahibi !! olduğunu göstermektedir. Eğer ortada bir ŞEREFSİZLİK varsa Kitabın ayetlerinin hiç bir kural gözetmeden kendi hevası doğrultusunda çevirmeye cüret edenlerde olduğu ayan beyan ortadadır. 

Şunu ifade edelim ki ; yazının devamında sözü geçen ayetler ile ilgili te'vil çalışmalarını bunları yapanların kişisel çıkarımlarıdır diyerek eleştiriye tabi tutmadık , eleştirdiğimiz kısım arapların yüzlerce yıldır kabul ettikleri gramer kurallarının alt üst edilerek herkesin kabul ettiği doğruları red ederek kendileri yeni doğrular icad etme peşinde olmalarıdır. Yazıdan alıntıladığımız kısmı biraz olsun arapça bilenler okudukları zaman ne kadar korkunç bir cürüme imza atıldığını zaten göreceklerdir.

Sonuç olarak ; sağdan yanaşan Şeytanlara örnek olarak verebileceğimiz çağdaş batıniler olarak ortada gezen bir takım insanların , kendi hevalarından çıkardığı yazılım sistemlerine göre Kur'an metninin hiç bir şey ifade etmediği , kendi yazılımlarına göre yapılan te'villerin nihai doğrular!! olarak görülmesi şeklindeki düşüncelerinin nasıl pratiğe geçirildiğine örnek olarak görülmesini sağlamaya çalıştığımız yazımızda ,Bakara s. 234. ve 240. ayetlerinin DOĞRU meallerini ŞEREFSİZLİK olarak ahlaksızca bir iftira ile dile getirenlerin kendi yaptıkları tahrifli mealleri göstererek ayetleri hevalarına göre nasıl te'vil etmeye çalıtıklarını ortaya koymaya çalıştık. Yazımızın başında özür dilediğimiz gibi sonunda da özür dileyerek yazıda geçen bazı hoş olmayan kelimeleri kullanma sebebimizin sözü geçen ayet ile ilgili mealleri yapanlara yönelik olarak söylenmiş olmasına rağmen illaki bu kelime kullanılacaksa bu tür tahrifleri doğru olarak sunan insanlar için kullanılmaları gerekmektedir.   

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


24 Aralık 2014 Çarşamba

İnnehu Lekavlu Resulin Kerimin (Muhakkak O Kerim Bir Elçinin Sözüdür)

Yazımıza başlık olarak aldığımız ayet; HAKKA 40 ve TEKVİR 19 ayetlerinde geçmekte olup mealen "muhakkak o; kerim bir elçinin sözüdür" buyurulmaktadır. Her iki surede geçen "kerim elçi" olarak kastedilen kişiler aynı kişiler değildir. Hal böyle iken, aklımıza "Bu Kur'an Allah(c.c)'nin sözü iken neden başkalarının sözü deniliyor?" şeklinde bir soru gelmesi muhtemeldir. Bu sorunun cevabının verilebilmesi için, iki suredeki ayetleri bağlamları içinde okuyarak, kastedilen "kerim elçi"lerin kim oldukları, daha sonra ayetten ne kast edildiği üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışalım.

HAKKA Suresi;  

[069.038] Görebildiğinize yemin ederim ki;
[069.039] Ve görmediklerinize ki,
[069.040] Muhakkak o; kerim bir elçinin sözüdür.
[069.041] Ve o, bir şair sözü değildir. Ne de az iman ediyorsunuz!
[069.042] bir kâhin sözü de değildir, siz pek az düşünüyorsunuz.
[069.043] O, alemlerin Rabbi tarafından indirilmedir.
[069.044] O bize isnaden ba'zı lâflar uydurmağa kalkışsaydı
[069.045] Muhakkak onun sağ elini (bütün güç ve kudretini) çekip-alıverirdik.
[069.046] Sonra onun can damarını koparırdık (onu yaşatmazdık).
[069.047] O zaman sizden hiç biriniz de buna engel olamazdınız.
[069.048] Çünkü o (Kur'an) muttakiler için bir öğüttür.
[069.049] İçinizde yalanlayanlar bulunduğunu şüphesiz bilmekteyiz.
[069.050] Ve muhakkak ki o; kafirler için bir üzüntüdür.
[069.051] Gerçekten o, şüphe götürmez bir bilgidir.

Muhammed(a.s) için Mekkelilerin kahin, mecnun ve şair suçlamalarında bulunduğu yine Kur'an'ın müteaddit ayetlerinde zikredilmektedir.

[021.005] «Hayır,» Dediler, «Karışık rüyâlardır, Hayır, onu iftira etmiştir, o belki bir şairdir. Bize evvelkilerin gönderilmiş oldukları gibi bir âyet getirsin.»

[052.029-30] Artık sen öğüt vermeğe devam et. Çünkü sen Rabbin nîmeti hakkı için ne bir kâhînsin ve ne de bir mecnûn. Yoksa diyorlar mı ki, «O bir şairdir, onun hakkında zamanın ızdırap veren felaketini bekliyoruz?»

Bu ve benzeri ayetler, Muhammed(a.s) için bu tür yakıştırmaları red ederek, o tür sözlerin yalan ve iftira olduğunu beyan etmektedir. HAKKA Suresi ayetleri de bu gerçeğe dikkat çekmekte, onun ne şair ne de kahin olmadığını, aksine kerim bir elçi olduğunu vurgulamaktadır. HAKKA Suresi ayetlerinde bahsedilen "kerim elçi"nin Muhammed (a.s) olduğu açıkça görülmektedir. Aynı ayetin geçtiği TEKVİR Suresi ayetlerinin meali de şöyledir. 

[081.015] Şimdi yemin ederim o sinenlere (gündüzleri gözden kaybolan yıldızlara),
[081.016] O akıp akıp yuvasına girenlere
[081.017] Kararmaya başlayan geceye and olsun;
[081.018] nefeslendiği zaman o sabaha ki,
[081.019] muhakkak o kerîm bir elçinin sözüdür. 
[081.020] Arş'ın sahibi katında değerlidir ve güçlüdür.
[081.021] Kendisine uyulandır, emindir.
[081.022] Arkadaşınız (Muhammed) de mecnun değildir.
[081.023] Andolsun ki; onu, apaçık ufukta görmüştür.
[081.024] O, gayb hakkında cimri de değildir.
[081.025] O, kovulmuş şeytanın sözü değildir.
[081.026] Hal böyle iken nereye gidiyorsunuz?
[081.027] O alemlere öğütten başka birşey değildir.
[081.028] Sizden doğru olmak isteyenler için.

Bu ayetlerdeki "kerim elçi"; 23. ayette Muhammed(a.s)'ın apaçık gördüğü, 20. ayette "arşın Sahibi" katında değerli olan vahyi beşer elçiye getiren "melek elçi"dir. 

Sonuç olarak; HAKKA 40 ayetindeki "kerim elçi" MUHAMMED(a.s), TEKVİR 19 ayetindeki "kerim elçi" ise CİBRİL'dir. 

Şimdi şöyle bir soru akla gelecektir; Kur'an Allah(c.c)'nin kelâmı olduğu halde neden "kerim bir elçinin sözüdür" buyrularak, bir ayette Muhammed(a.s)'ın, bir diğer ayette de Cibril'in sözü olduğu bildiriliyor?

Meselenin doğru anlaşılması için "elçi" kelimesi anahtar bir kelime durumundadır.

Allah (c.c) aşkın bir varlık olması nedeniyle duyu organlarımız ile onu algılamak mümkün değildir. O kendisini bize; algılama kabiliyetimiz çerçevesindeki bilgilerimiz ile benzetme yolu ile tanıtır. Bu benzetmeyi "hükümdar" tasvirini kullanarak yapar. Her şeyin mülkünü elinde tutması, arşının ve kürsisinin olması, ordularının olması, hazinelerinin olması, elçiler göndermesi vb. konuları, bu "hükümdar" benzetmesi ışığında okunduğunda anlamak kolaylaşacaktır.

Bir hükümdarın yaptığı işlerden biri; emirlerini başkalarına aktarmak için elçiler göndermesidir. Bir hükümdarın gönderdiği elçinin şahsiyeti, görüntüsü, kıyafeti o elçiyi gönderen hükümdarın azameti ile orantılı olup o hükümdarın büyüklüğünü yansıtır. Elçiyi gören insanlar, o elçinin elçiliğini yaptığı hükümdarın azametini, karşısındakilere yansıtması açısından elçinin önemli bir rolu vardır.

Alemlerin Rabbi olan Allah(c.c) da, göklerin ve yerin mülkünü elinde tutan bir "hükümdar" olarak mülkü içinde yaşayanlara bir takım hayat düzenlemeleri (din) vaaz eder. Bu düzenlemelerin bildirimini, kulları içinden seçtiği elçileri ile yapar. Bu elçiler, elçiliğini yaptıkları "hükümdar"ın azameti ile orantılı olup, üstün ahlaklı olan ve kirli bir geçmişi olmayan insanlardır. Kur'an kıssalarını okuduğumuz zaman o elçileri red eden müşriklerin dahi elçilerin şahsiyeti ve geçmişi ile ilgili olarak hiç bir şekilde suçlamaya gidemediklerini görürüz.

"Kerim" kelimesi bu anlamda önemli bir kelimedir. Bu kelime; cahiliye Arap'ının lügatında "sınırsız bir eliaçıklık" anlamında kullanılır. Bu payeyi almak için "falan kişi çok kerimdir" denilmek için varını yoğunu dağıtarak ele güne muhtaç olanların dahi olduğu söylenmektedir.

Bu kelimenin cahiliye Arap'ının zihin dünyasındaki yerini bilen Rabbimiz, gönderdiği elçileri için "kerim" kelimesini kullanarak, onların ne kadar değerli olduklarını da o günün Arap'ının zihin dünyasına hitap ederek anlatıyordu.

"Elçi" kelimesinin anlam alanı içinde, bir hükümdar tarafından yazılmış olan fermanı, olduğu gibi muhataplara aktarmak veya okumak vardır. Elçi okuduğu fermanı hükümdar adına okur ve şahsi olarak bu fermana herhangi bir ilavesi veya çıkarımı olamaz. Böyle bir şey yaptığı takdirde onun cezası ölüm olur. HAKKA 44-48 arası ayetler de bu duruma işaret etmektedir.

Bu izahlardan sonra, Kur'an'ın "kerim elçi"nin sözü olması ile ilgili olarak önce TEKVİR Suresi içinde geçen ayetlerdeki "kerim elçi" olan Cibril in elçiliğinin ne anlama geldiği konusunda şunları söyleyebiliriz.

[022.075] Allah; meleklerden elçiler seçer. İnsanlardan da. Doğrusu Allah; Semi' dir, Basir'dir.

[042.051] Bununla beraber hiçbir insan için Allah'ın şu üç suret dışında doğrudan doğruya ona söz söylemesi mümkün değildir; ancak, ya vahiy ile, ya perde arkasından ya da bir elçi gönderir, izniyle ona dilediğini vahyeder. Çünkü O, çok yüksek ve çok hikmet sahibidir.

[016.002] Allah kullarından dilediğine buyruğunu bildirmek için meleklerini vahiyle indirerek şöyle der: «İnsanları uyarın ki, Benden başka tanrı yoktur. Benden sakının.»

Yukarda verdiğimiz ayet meallerine göre Allah (c.c) insanlarla elçi göndererek konuşur. Bu elçileri insanlardan ve meleklerden seçer. Meleklerden seçtiği elçiler vasıtası ile beşer elçilere vahiy indirir. Bu olayın Muhammed(a.s)'ın şahsında gerçekleşmesi diğer ayetlerde şöyle anlatılmaktadır.

[002.097] De ki: «Cibril'e kim düşman ise, (bilsin ki) gerçekten o Kitabı, Allah'ın izniyle kendinden öncekileri doğrulayıcı ve mü'minler için hidayet ve müjde verici olarak senin kalbine indiren O'dur.

[016.102] De ki: Onu Ruh-el Kudüs, mü'minlerin imanını pekiştirmek, müslümanlara hidayet ve müjde olmak üzere Rabbın katından hak ile indirmiştir.

[026.192-194] Muhakkak ki o (Kur'an) âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu Ruh el-Emin indirmiştir. Uyarıcı-korkutuculardan olman için, senin kalbinin üzerine 

Allah(c.c)'nin vahyini, beşer elçi olan Muhammed(a.s)'a indiren "kerim elçi" Cibril, elçi olmanın gereği olan Hükümdarın sözünü aynen beşer elçi olan Muhammed(a.s)'a aktarmış ve elçiliğini yerine getirmiştir.

"Melek elçi"den vahyi alan diğer "kerim elçi" olan Muhammed(a.s) da elçi olmanın gereğini harfi harfine uygulayarak, kendisine gelen mesaja herhangi bir ilave veya eksiltme yapmayarak muhataplarına bildirmiştir.

Dolayısı ile her iki elçinin aktardığı vahiy Allah(c.c)'nin sözü olup, elçiler bu noktada sadece vasıtadır. Muhammed(a.s)'ın Allah(c.c)'den gelen vahiy ile kendisinin de muhatap olması ve bu muhatabiyetin yansımaları onun örnekliği olarak bizleri de ilgilendirmektedir.

Sonuç olarak; HAKKA 40 ve TEKVİR 19 ayetlerinde geçen "kerim elçi"ler Allah(c.c)'nin sözünü insanlara aktarmak ile görevli "melek elçi" olan Cibril ve "beşer elçi" olan Muhammed(a.s)'dır. Kur'an'ın onların sözü olarak beyan edilmesinin ne anlama geldiği, elçi olmanın ne anlam geldiği bilindiği zaman doğru olarak anlaşılacaktır. Sözü ilk olarak vahyedenin Hükümdar olan Allah(c.c) olduğu ve bu vahyi önce Cibril'e vererek o vahyi Muhammed(a.s)'a ulaştırmasını emretmiş, Cibril de Muhammed(a.s)'a bu vahyi ulaştırmıştır. Cibril'in Muhammed(a.s)'a okudukları, Muhammed(a.s)'ın muhataplarına okudukları sözler kendilerinin sözleri değil, elçisi oldukları Hükümdar olan Alemlerin Rabbi olan Allah(c.c)'nin sözleridir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

22 Aralık 2014 Pazartesi

Bakara s. Bağlamında Adem ve İblis Kıssası

Adem ve İblis kıssası, Kur'anın 7 ayrı suresinde bizlere anlatılmakta olup bu anlatımlardaki maksadın  anlaşıldığını söylemek maalesef zordur. Tefsir kitaplarına baktığımız zaman olayın , kıssaların anlatımındaki genel maksat olan hisse alımı açısından değil , sadece yaşanmış olduğu zaman içinde anlaşılmaya çalışıldığını görmekteyiz. 

Kur'an kıssaları ile yazmaya çalıştığımız yazıların genel çerçevesi, kıssaların anlatım amacının muhataplara mesaj vermek şeklindeki anlayış üzerine kurulu olduğu için , bu kıssayı da bu çerçeve içinde okumaya çalışacağız. 

Kıssa içinde adı geçen, ilk yaratılan insan olan Ademin başından geçen olay sadece ona mahsus bir hal değil, bütün Adem oğullarının başından geçecek olan ve Şeytan ile olan muhatabiyetin sonucu başımıza gelecek olanın anlatılması olarak bakılması gerektiğini en baştan hatırlatarak ilgili ayetleri teker teker okumaya başlayalım.

[002.030]  Hatırla o zamanı ki, Rabbin meleklere «Ben yeryüzünde muhakkak bir halife kılacağım» diye buyurmuştu. Melekler de, «Yeryüzünde fesad çıkaracak, kanlar dökecek kimseyi mi yaratacaksın? Bizler ise Sana hamd ile tesbih eder, Seni takdîs ederiz» demişlerdi. «Şüphe yok ki sizin bilmeyeceğiniz şeyleri Ben bilirim,» diye buyurmuştu.

Öncelikle kıssanın gaybi bir kıssa olduğu hatırdan çıkarılmayarak, geçen konuşmaların nasıllığından ziyade karşılık konuşma uslubu şeklinde yapılan anlatımdaki mesaja odaklanmak gerektiğini düşünmekteyiz. Aksi takdirde Meleklerin Allah (c.c) nin sözlerine karşı itirazvari sözleri üzerinde takılıp kalabilir ve ana mesajı ıskayabiliriz. 

Ayetin odak noktasının "İnsanın halife kılınması" meselesi olduğunu düşündüğümüz için , bunun ne anlama geldiği konusunda düşüncelerimizi paylaşmak istiyoruz. 
 
 "Halife" kelimesi ; birisi tarafından atanmış kendi mülkü olmayan bir şey üzerinde geçici tasarruf hakkı bulunan kişi anlamında kullanılır.

Bu anlam üzerinden giderek Adem (a.s) ın şahsında bizlerin makam itibarı ile konumumuz anlatılmaktadır. Bizler kalıcı olmayan , bize verilen her ne ise kendi mülkümüz olmayan , bize verilenler üzerindeki tasarruf hakkımızı onu bize verenin direktifleri doğrultusunda kullanmak zorunda olan varlıklarız. Ayet içindeki ana vurgu , İnsanın halife olmasının hatırlatılması üzerine kurulu olup , halife kılınacak olan İnsanın bu görevini bırakarak , kan dökücü ve fesad çıkarıcı bir varlık olduğu Meleklerin lisanı üzerinden yine ortaya konulmaktadır. 

Meleklerin , "«Yeryüzünde fesad çıkaracak, kanlar dökecek kimseyi mi yaratacaksın?" sözleri, onların bu bilgiye nasıl sahip oldukları sorusunu getrmiş ve bu soruya cevap olarak tefsirlerde farklı yorumlar getirilmiştir. Kıssanın gaybi bir kıssa olduğunu tekrar hatırlayacak olursak bu tür sözlerin neden ve niçinliğinden çok, söylenen sözün mesajının okunması gereklidir. Yaptığı hiç bir işten sorulmayan Rabbimizin , Melekler tarafından sorgulanmasının cevabının verilmesi zordur. Bu tür sorular üzerinde aranan cevaplar başka soruları beraberinde getirerek kıssanın anlaşılmasında engel teşkil edeceğini düşünüyoruz.

 [002.031]  Ve Adem'e bütün isimleri öğretti, sonra eşyayı meleklere gösterdi. «Eğer sözünüzde samimi iseniz bunların isimlerini bana söyleyin» dedi.
 [002.032]  Melekler ise: Sana tesbih ederiz, bize öğrettiğinden başka bilgimiz yok. Alim, Hakim Sensin Sen, demişlerdi.
 
[002.033]  (Allah): «Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver.» dedi. Bu emir üzerine Âdem onlara isimleriyle onları haber verince, (Allah): «Ben size, ben göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde gizlediğinizi de bilirim» dememiş miydim?» dedi.

Allah (c.c) nin Ademi yaratmasının ardından ona bütün isimleri öğretmesi , ve bu isimleri Meleklerin bilmemesi İnsan ile Melek arasındaki bilginin çeşitliliği açısından farklılıklar olduğunu göstermektedir. İnsan kendi varlık alanı dahilinde olan bilgiler ile , Melekler ise kendi varlık alanlarına dahil olan bilgiler ile teçhiz edilmiştir. İnsan kendi varlık alanına dahil bilgileri işitme , görme , akletme duyuları ile anlar ve bu duyu organlarını vahyin emrine vererek çalıştırdığı takdirde Allah (c.c) nin istediği bir kul olur. 

 [002.034]  Hani biz meleklere : Âdem'e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.

34. ayet, Meleklerin Ademe secde ile emredilmesi ve İblis in bu secde emrine karşı gelerek kafirlerden olduğunu beyan etmektedir. İblis in Melek mi yoksa Cin mi olduğu tartışmaları yine bu ayet ile ilgili yapılan tefsirlerde çokça tartışılmış olup, İblisin ontolojik mahiyetinden çok, onun Ademin şahsında İnsana nasıl kötülükler yapacağının ip uçlarının verilmesinin anlaşılması şeklinde yapılan okumaların , kıssanın daha doğru anlaşılmasını sağlayacağını düşünmekteyiz. İblisin secde etmeme gerekçesi olarak öne sürdüğü mazeretler bu kıssanın geçtiği diğer surelerde anlatılmaktadır. 

 [002.035]  Dedik ki: «Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.»

35. ayette , Adem yaratıldıktan sonra ona bir de eş var edildiği , ve ikisine bir takım emirler verildiğini görmekteyiz. Tefsirlerde Adem ile eşinin iskan edildiği  Cennetin nerede olduğu yine tefsirlerde tartışılan konulardandır. Bu tür tartışmaların gerekli olduğunu düşünmediğimizi ve esas olan şeyin verilmek istenen mesaj olduğunu hatırlatalım ve mesaj olarak verilmek istenenin ne olduğu üzerindeki düşüncelerimizi paylaşalım. 

Ademin prototip bir insan olduğu ve onun üzerinden anlatılan kıssanın gelmiş ve gelecek olan bütün insanların kıssası olduğunu yazımızın başında belirtmiştik. 35. ayeti ,yaratılmış olan insanın Allah (c.c) tarafından bir takım yükümlülükler ile sorumlu kılınmış olduğunun Adem ve eşi üzerinden tasviri olarak okuduğumuz zaman, kıssayı sadece belirli bir zaman , mekan ve şahıslarla sınırlı olmaktan çıkarıp hisse amacı güden bir anlatım olduğunu anlayabiliriz.

[002.036]  Bunun üzerine şeytan onları oradan kaydırdı, ikisini de bulundukları o bolluk içindeki yerden çıkardı. Biz de: «Haydi kiminiz kiminize düşman olarak inin ve yerde bir zamana kadar kalıp nasibinizi alacaksınız.» dedik.

36. ayet , diğer surelerinde anlatılan, Şeytanın Adem ile eşini nasıl kaydırdığı bu surede anlatılmadan direk sonucu bizlere anlatmaktadır. Bu ayetten hisse olarak çıkarılması gereken nokta ; Şeytanın bizlere süsleyerek güzel gösterdiği şeylere kanarak ona uymamız neticesinde başımıza gelecek olan akıbetin Cennetten kaymak , Cehenneme yuvarlanmak olacağının anlatılmış olduğunun okunmasıdır. Rabbimiz bizlere , Şeytanın iğvalarına kapılamadan sürdüğümüz hayatın sonunda ahirette ebedi olarak Cennet ile mükafatlanacağımız bunun tersi yapıldığında Cehennem ile mükafatlanacağımızı bu kıssa üzerinden canlı bir tasvir ile anlatmaktadır. Rabbimizin Adem ile eşine yasakladığı ağaç, bizlere Elçileri vasıtası ile gönderdiği Kitaplardaki nehiyleri olup, bu nehiyler kıssada ağaç benzetmesi ile bizlere sunulmuştur.

[002.037]  Derken Âdem Rabb'ından birtakım kelimeler aldı,  tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.

Adem ile eşinin yasak ağaca yaklaşması sonucu, bu surede anlatılmayan fakat diğer surelerdeki kıssada anlatılan bir durum başlarına gelmiş ve onların üzerlerinde olan elbiseleri çıkmış ve ikiside çırılçıplak kalmışlardır. Bu çıplak kalma durumunun mesajı üzerinde kıssanın diğer surelerde geçtiği ayetleri ele aldığımızda durmaya çalışacağız. Burada Adem ile eşinin hata yaptıklarını anlamaları ve bu hatadan dönmeleri üzerinde durmak gerekmektedir.

Bilindiği üzere İblis Ademe secde etmeyerek Şeytan vasfını almış bu yaptığında ayak diretmiştir, fakat Adem yaptığından pişman olmuş ve tevbe ederek yanlışından dönmüş ve af edilmiştir. Ayetin son cümlesi olan " Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir." buyurulması Adem üzerinden yapılan bir anlatımda onun tarafından işlenen bir günahın tevbe edilmesi sonucunda af edileceğinin açık bir beyanıdır.

[002.038]  Dedik ki: Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.
[002.039]  Kâfir olup ayetlerimizi yalanlayanlar ise orada ebedi olarak kalıcı olmak üzere Cehennem'liktirler.

38. ayetin arapça metnindeki " İhbituu minhe cemian"(hepiniz oradan inin) cümlesinin cemi sigası ile kullanılmış olmasa sanki Adem ile eşinden başkaları da var gibi bir durum arz etmektedir . Ancak kıssayı Kur'an genelinde ele aldığımızda Taha s. 123 . ayetinde "İhbita minhe cemian" (ikiniz oradan inin) şeklindeki kullanımı ve Kur'anda cemi sigasının tesniye yani ikili siga yerine kullanımlarını göz önüne alarak muhatapları Adem ile eşi olduğu sonucuna varmak mümkündür. 38. ayette cemi sigası şeklindeki kullanımın Şeytanı da içine aldığı şeklindeki düşüncenin, ayetin devamındaki " Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler." cümlesi içindeki muhataplar için olduğu Şeytanın böyle bir muhataplığı olmadığı düşünülecek olduğunda Adem ve eşi için kullanılmış olması kuvvetli bir ihtimaldir. 

Allah (c.c) Adem adı ile yarattığı insanı Semi (işitme) - Basar (görme) -Fuad ( gönül) donatarak ona bir takım emirler vermiştir . Adem ile eşi bu donatıları Allah (c.c) nin emri doğrultusunda kullanmış ve ayakları kaymıştır. Ancak hatalarını anlayıp geri dönmüşler ve bu dönüşleri Rableri katında kabul edilmiştir. 

Adem kıssası bütün insanların kıssası olup bu kıssa her an yaşanmakta ve kıyamete kadar yaşanmaya devam edecektir. Allah (c.c) nin kendisine verdiği duyu organlarını vahyin doğrultusunda kullanmasını istemeyen Şeytan, Adem oğullarına her an vesvese vererek onların ayağını kaydırmaya çalışmaktadır , duyu organlarını vahyin doğrultusunda kullanarak Şeytanın iğvasına kapılmayan ihlas sahibi kullar olduğu gibi "Kör -Sağır-Dilsiz" olarak vasıflanan ve duyu organlarını vahye kapatan insanlarda mevcuttur. Adem ve İblis kıssası bu donatıları yanlış kullanmanın sonucunu yaşanmış bir örnekle anlatan kıssa olması bakımından Kur'an içinde önemli bir yere sahiptir.

Sonuç olarak ; Kur'anın 7 ayrı suresinde geçen Adem ve İblis kıssasının Bakara s. içindeki ayetlerini ele almaya çalıştığımız yazımızda , Kur'an kıssalarını mesaj içerikli okuma metodu dahilinde bu kıssadan alınabilecek hisseleri paylaşmaya çalıştık. Gaybi bir kıssa olan bu kıssa da geçen konuşmaların nasıl ve niçinliğinden ziyade yapılan konuşmalardaki mesajın anlaşılmasına çalışılması tefsirlerde bu kıssa ile ilgili yapılan cevabı net olarak verilememiş olan bir çok sorununda cevabının çok gerekli olmadığını ortaya koyacaktır. Rabbimiz görsel bir tasvir içinde bütün insanların düşebileği Şeytan tuzağına karşı tevbe ederek geri dönülebileceği yeniden beyaz bir sayfa açılmasının mümkün olduğunu bizlere Bakara s. içindeki ayetler ile beyan etmektedir. 

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

17 Aralık 2014 Çarşamba

Küfür Nedir ? Kafir Kimdir ?

"Küfür" ve "Kafir" kelimeleri, İslam literatürü içinde önemli yer tutan kelimeler olup , bu kelimelerin herkesin elinde bir silah olarak kullanılarak, karşısındaki düşünceyi ve o düşünce sahibini damgalama aracı haline geldiğini görmekteyiz . Bu bağlamda , kelimelerin içerdiği anlam ve kimler için kullanılacağı konusu önem kazanmış olup , birisine "Kafir" demek için belirlenmiş standartların olması gerekmektedir. Geleneksel fıkıhta belirlenmiş olan bu standartların Kur'an kaynaklı olduğunu söylemek maalesef zordur. 

"Küfür" kelimesi sözlükte ; "Bir şeyi örtmek , gizlemek" anlamındadır. Tohumu yerin içinde gizlemesinden dolayı çiftçiye "Kafir" denilmiştir. Istılahta ise , "İman esaslarını inkar etmek ve o inkar üzerine bir hayat sürmek" olarak tarif edebiliriz. 

Bir kişinin küfre düşerek "Kafir" vasfını almasına sebeb olan söz ve fiillerin baz alınacağı kaynağın ne olduğu konusu bu noktada önem arz etmektedir. Bir kişinin kafir olmasını gerektiren söz ve fiillerin hangi kaynak baz alınarak değerlendirileceğinin  tek bir kaynak üzerinde  olmaması , farklı düşüncede olan herkesin birbirini tekfir edebilme olanağını doğurmuştur. Herkes kendi yanındaki kaynağı baz alarak karşı düşünceyi değerlendirmekte ve o kaynağa aykırı olan her düşünceyi mahkum etmektedir.

Peki kaynak konusunda nasıl bir yol izlemek gerekir ki, bir kişinin "Kafir" olarak vasıflandırılması fırka ve hiziplerin ellerinde olanların sevindikleri kitapların inhisarında olmasın ?.  

Müminun suresi 53. ayeti içinde bulunduğumuz durumu bildiren bir ayet olarak karşımızda durmaktadır.  

[023.053]  Ancak onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar halinde parçalayıp-bölündüler; her bir grup, kendi ellerindeki olanla yetinip-sevinmektedir.

Herkesin elinde Kur'an + ........ olarak kabul ettiği bir kitabının olduğu, herhangi bir meselede Kur'anın değil bu ilave kitapların hüküm sahibi olduğunu düşünürsek aramızdaki ihtilaf ve düşmanlığın sebebi anlaşılacaktır.

Olması gereken tabi ki bu değildir , herkes bundan şikayetçi olduğunu dile getirmiş olsa dahi birleşme adresi olarak kendi yanını göstermesi fırkacılığı önleyememektedir.

[022.003]  İnsanlardan kimileri de Allah hakkında bilgisizce tartışır da her kaypak şeytanın ardına düşer
[022.008]  İnsanlardan kimi de vardır ki ne bir bilgiye, ne bir delile(HÜDEN), ne de aydınlatıcı(MÜNİRİN) bir kitaba dayanmaksızın Allah hakkında tartışır.

Hacc s. 3. ve 8. ayetlerinde Allah hakkında tartışıldığı zaman , tartışmada kaynak olarak kullanılması gereken kitabın "HÜDEN ve MÜNİR" vasıflarına sahip olması gerektiği vurgulanmaktadır. Bu vasıflara sahip bir tek kitap vardır ki o da KUR'AN dır ve insanlar herhangi bir konuda bu Kitabın rehberliğine ve aydınlatıcılığına muhtaçtır. İnsanların birbirlerine karşı hüccet gösterecekleri kitapta bu vasıflar olması gerektiğini beyan eden Rabbimizin bu beyanı hilafına "Hüden veMünir" olarak başka kitaplar ortaya konulduğunu görmekteyiz.

Herhangi bir mesele üzerinde tartışan tarafların ihtilafları halinde birbirlerine "Kafir" demelerini gerektiren sözün kaynağı sadece Kur'an olmalıdır ki kişiye, fırkaya göre Kafirlik durumu hasıl olmasın.

"Bilgi" dediğimiz olguyu, 1-Kat i , 2- Zanni şeklinde ayırmak mümkündür. Kat i bilgi olarak vasıflanacak olan kaynağın adı sadece Kur'an olup onun dışında herhangi bir bilgi kaynağını bu kategoriye sokmak mümkün değildir. 2. kategoriye giren zanni bilgi ye, Kur'an dışı bilgi kaynaklarını dahil edebiliriz. 

Ancak geleneksel din algısı , zanni bilgi kategorisine dahil olan bilgi kaynakları özellikle "Hadis" leri , "Gayri Metluv Vahiy" inancı dahilinde Kur'an ile aynı dereceye koyarak "Kat i" bilgi haline getirmiştir. Böyle bir ameliyeye maruz kalan hadisler neticesinde bir çok konu iman esası haline gelmiş , bunları red edenler "Kafir" damgası yemeye hak kazanmışlardır ! . Üstüne üstlük "Mahalle Baskısı" kabilinden yapılan dayatmalarla bu tür zanni bilgilerin sorgulama düşüncesinin dahi kişinin Küfre düşmesi için yeterli görülerek, sorgulama kapıları sıkı sıkıya kapatılmıştır

Geleneksel din inancı içinde yer alan bir çok konunun zan içeren bilgi kaynağı olan hadisler yolu ile girmiş olması Kur'anın, din konusunda belirleyiciliğini arkaya atmıştır. Belirleyecilik başka kitaplara verilince o kitaplar Kur'an ile aynı seviyede görülüp "Sorgulanamaz" hale getirilmiş ve muhteviyetı içindeki bilgilerin Kur'an ile uyuşup uyuşmadığı önemini yitirmiştir. 

Böyle bir arka plan dahilinde Dini meseleleri konuşan bizler "Küfür" ve "Kafir" kelimelerinin içini Kur'anın belirleyiciliğinde değil , başka belirleyeciler ışığında doldurulmuştur.

Belirleyiciliği rivayetlere verip, onları Kat i bilgi seviyesine çıkarttığımız zaman , Kabir azabı iman konusu haline gelip red etmek küfür , red eden kafir , Allahın dışında şefaatçiler olduğunu red etmek küfür , red eden kafir , İsa (a.s) ın yeniden geleceğini red etmek küfür , red eden kafir , zina eden evlinin cezasının recm olmadığını iddia etmek küfür , iddia eden kafir, hadislerin gayri metluv vahiy olduğunu red etmek küfür , red eden kafir olarak damgalanmaya hak kazanmıştır. 

Eğer belirleyicilik Kur'ana verilseydi yukarıda örneklerini verdiğimiz rivayetler kanalı ile iman konusu haline getirilmiş Kur'an ile uyuşmayan bilgileri red etmenin değil aksine kabul etmenin Küfür , red edenin değil kabul edenin Kafir sayılması gündeme gelecektir.

Konuyu tek bir misal üzerinden örneklemek gerekirse; Bilindiği üzere Kur'an zina fiilini işleyenler hakkında evli-bekar ayrımı yapmadan aynı cezayı ön görmüş olmasına rağmen , geleneksel fıkıh  bu fiili işleyen evlilerin cezasının recm edilerek öldürülmelerini ön görmektedir. Recm cezasını red edenlerin KAFİR damgası yediklerini düşüncek olursak , bu damgayı yemeye layık olanların, Kur'ana rağmen böyle bir cezayı savunanlar olduğu görülecektir.

Tavsiyemiz şudur ki; Özellikle geleneksel din algısındaki düşünceleri benimseyenler öncelikle bu düşüncelerinin doğruluğunu Kur'anın belirleyeciliğinde yeniden gözden geçirmelidirler. Rivayetler belirleyeciliğinde ortaya konmuş düşüncelerinin hiç birinin iman konusu olamayacağını asla akıllarından çıkarmamalıdırlar. Geleneksel algı doğrultusundaki inançlarına aykırı olarak dile getirilen itirazlara karşı "Küfür" ve Kafir" damgasını hemen yapıştırmaya kalkmadan önce bu damgaya kendilerinin daha layık olduğunu bilmelidirler.

Sonuç olarak; "Küfür" ve "Kafir" kelimelerinin içinin Din konusunda tek belirleyici Kitap olan Kur'an ışığında doldurulmaması sonucunda , rivayetler ile iman konusu haline getirilmiş bir çok konu gündeme gelmiş ve bunları kabul edenlerin değil red edenlerin "Küfür" ve"Kafir" damgası yedikleri traji komik bir durum meydana gelmiştir. Bu kelimelerin anlamı Kur'anın belirleyiciliğinde ortaya konulduğu zaman , Kat i bilgi içeren Kur'an ayetleri ile sabit olan bir bilgiyi red etmenin KÜFÜR , ve red edenin KAFİR olduğu meydana çıkacaktır. Bu merkezde geleneksel din algısı içinde olan bir çok konunun Kur'an ile uyuşmaması ve bu uyuşmayan zanni bilgilerin kat i bilgi haline getirilmesi nedeniyle Küfür ve Kafir kelimelerinin muhataplarının bu zanni bilgileri kat i bilgi yerine koyarak iman konusu haline getirenlerin olduğu görülecektir.

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

13 Aralık 2014 Cumartesi

Tevbe s. 107-110. Ayetleri ve Yeniden Oluşturulan Dırar Mescidleri

"Dırar Mescidi (zarar mescidi)” deyimi TEVBE 107 ayeti içinde; münafıkların Medine’de oluşturmuş oldukları ayrı bir mescid ile ilgili olarak kullanılmış olup, Allah(c.c)'nin onların oluşturmuş olduğu bu mescide değil, diğer mescide dahil olunmasını emrettiğini görmekteyiz. İlgili ayetlerin meali şöyledir.

[009.107] Bir de müslümanlara zarar vermek, kâfirlik etmek ve müslümanların arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resulü'ne karşı savaş açmış olanı beklemek için mescid yapanlar var. «İyilikten başka bir maksadımız yoktu.» diye yemin de edecekler. Fakat bunların kesinlikle yalancı olduklarına Allah şahittir.

[009.108] Orada asla durma. İlk gününden takva üzerine kurulmuş olan mescid, içinde durmana daha uygundur. Orada temizlenmek isteyen adamlar vardır. Allah, temizlenmek isteyenleri sever.

[009.109] Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa yapısını yıkılacak bir yarın kenarına kurup, onunla beraber kendisi de çöküp cehennem ateşine giden kimse mi? Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.

[009.110] Yaptıkları bina, kalblerinde şüphe ve ızdırap kaynağı olmakta kalbleri paralanana kadar devam edecektir. Allah bilendir, hakimdir.

Ayetlerin tarihsel bağlamı Medine’de münafıklar tarafından inşa edilmiş olan mescid ile alakalı olup, o mescidin yapılış sebebinin beyan edilmesi ve Muhammed(a.s)'ın oraya asla girmemesinin emredilmesi üzerinedir. Siyer kaynaklarına göre o mescid sonradan yıkılmıştır.

"Bu ayetlerin günümüze dönük herhangi bir mesajı var mıdır?" dersek şu mesajları çıkarmak mümkündür;

Müslümanların bugün birçok fırka ve hizbe bölünmüş olduğu ve bu bölünmüşlüğün birbirimize karşı bir düşmanlığı da beraberinde getirmiş olduğu, her hizbin kendisinin onunla ifade ettiği bir kitabı, şeyhi ve mekanı olduğu bir gerçektir.

Şunu evvela hatırlatalım ki; bütün bu hizipleri “münâfık" ilan edip kendi fırkamızı hak ilan etmek gibi bir düşünce içinde değiliz. 73 fırka hadîsinin herkesi cehennemlik, sadece kendisini "kurtulmuş fırka" ilan edenlerin elinde bir silah olduğunu hatırdan çıkarıp, bütün oluşumları "Zarar Mescidi" olarak görüp kendi oluşumumuzu "Takvâ Mescidi" ilan etmek gibi bir amaç ile bu yazı kaleme alınmamıştır. Bizi takip edenler hiçbir fırka içinde olmadığımızı, çağrımızın sadece Kur’an’ın rehber edinilmesi üzerine kurulmuş bir düşünce merkezinden ayrılmamak üzerine olduğunu iyi bilirler.

Bugün Müslümanların birçoğunun, sahip olduğu kimliğin hakkını vermekten uzak olan inançlara ve "şucu bucu" şeklinde kimliklere sahip olarak kendilerini ifade ettikleri bilinen bir olgudur. Müslüman isminin yanına ilave isimler koyarak, o isimler ile kimliklerini ifade etmektedirler. Bu kimliğin oluşmasında Kur’an’dan çok; kişi, kitap, mezhep, meşrep, tarikat vb. kurumlar öne çıkmaktadır.

Allah(c.c)'nin bize verdiği bu isim, sadece O’nu İlah ve Rab edinmek üzerine kurulu bir inanç sistemidir. Ayrıca çeşitli fırkalara ayrılmış olan Müslümanların, kendi yanlarında olanlar ile yetinerek, başlarında olan şahsı veya Kur’an harici okuduklarını rehber edindikleri malumdur.

Bu oluşumlar içinde olanların Allah(c.c)'yi tek Rab ve İlah olarak tanımaları maalesef sözde kalmaktadır. Özde ise; tâbi oldukları kişileri veya onların kitaplarını Rab edindikleri gözlemlenmektedir. Herhangi bir meselede hakem olarak Allah’ın Kitap’ı yerine, o kişilerin yazmış olduklarının ortaya konulmuş olması; bu fırkaların birleştikleri bir noktadır.

Bu bağlamda, Kur’an’ı arkaya atarak meydana getirilmiş bütün fırka ve oluşumların toplanmış olduğu çatının adını "Dırar Mescidi (zarar mescidi)" olarak isimlendirmek, Medine’de tesis edilen o mescidin yapılmasındaki gaye ile örtüşmesi hasebiyle yanlış olmayacaktır.

O mescid çatısı altında toplananlar, ZARAR-KÜFR-TEFRİKA merkezli bir amaç doğrultusunda birleşerek Mü'minlere zarar vermeyi amaçlamışlardı. Bugün fırkacılık şeklinde meydana gelen oluşumların Mü'minlere hiçbir faydasının olmadığı, aksine zarar-küfr-tefrikadan başka bir şey doğurmadığı ayan beyan ortadadır. Herkesin, içinde bulunulan bu durumdan şikayetçi olması ancak birleşmenin kendi mescidlerinin çatısı altında olması gerektiğini düşünmesi ise ayrıca traji-komik bir durumdur.

Burada fırka isimleri altında toplanmış olan kimseleri “münâfık" olarak damgalamak gibi bir niyet içinde olmadığımızı tekrar hatırlatmak yerinde olacaktır. Ancak bu oluşumların neye hizmet ettiği konusu bizim için önemlidir. Kişilerin samimi bir niyet içinde bu oluşumlar içinde bulunmuş olmaları, bu yanlışları hoş görmeyi gerektirmez. Bizler niyet okuyuculuğu gibi bir vazife ile vazifelendirilmiş değiliz. Ancak ortada olan durumun kimin işine yaradığına, kimin ekmeğine yağ sürdüğüne bakarak karar verebiliriz.

Fırkacılık şeklindeki oluşumlar; Müslümanların birlik ve beraberliklerine vurulmuş en büyük darbelerden biri olmaları nedeniyle bugünkü zelil halimizin baş müsebbipleri olup, bu durumdan faydalanan müstekbirlerin ve zalimlerin ekmeklerine yağ sürdüğü muhakkaktır.

Bir fırkayı kötüleyip diğer bir fırkaya dahil olmayı tavsiye etmediğimizi yeniden hatırlatarak "Dırar Mescidi" adına layık olan fırkaların yerine "Takva Mescidi" olarak nitelenen bir oluşumun adresinin neresi olduğunun cevabını vermek gerekmektedir.

"Takva Mescidi" olarak nitelenebilecek oluşumun düşünce temellerini şöyle özetlemek mümkündür;

"Takva Mescidi"nde “salat"a duranlar onlardır ki; Kur’an’ı kendilerine hayat rehberi edinmişlerdir. Bu Kur’an, onlara içinde adı geçen Elçilerin örneklikleri üzerinden tarih boyunca şirke karşı nasıl mücadele edileceğinin örneklerini vererek, bugün o örnekler üzerinden tağutlara ve şirke karşı nasıl bir tavır takınınacaklarını öğretir.

"Takva Mescidi"nde “salat"a duranlar onlardır ki; vahyi ve onu göndereni öteleyip, onu getiren Elçiyi ikinci bir yarı-ilah mesabesinde görmeyip, onu dinde ayrı bir şâri değil, Allah’ın dininin uygulayacısı olarak görürler. Onun adına söylendiği iddia eden sözleri Kur’an ölçeğinde değerlendirerek doğruluğu veya yanlışlığı hakkında düşünce belirtirler.

"Takva Mescidi"nde “salat"a duranlar onlardır ki; mensup oldukları fırkanın önde gelenlerinin her sözüne “vardır bir hikmeti" diyerek boyun eğmez, yanlışını gördüğü an onu uyarırlar.

"Takva Mescidi"nde “salat"a duranlar onlardır ki; mensup oldukları fırkanın kitabını Kur’an ile aynı mesafede görerek ona kutsiyet atfetmez, ne okurlarsa okusunlar, okuduklarını Kur’an ile değerlendirir ve yanlışsa kimin yazdığına bakmadan yanlışlığını haykırırlar.

"Takva Mescidi"nde “salat"a duranlar onlardır ki; Kur’an’ı tevhid merkezli bir okuma ile hayata geçirir ve “parmak ayı gösterirken, aya değil parmağa bakmak" şeklinde okumalara itibar etmezler. Bu tür yapılan okumaların sonuçları aynı şekilde fırkacılık olup, diğer fırkayı zemmedip kendi fırkasını öne çıkarmaktan başka bir işe yaramadığı görülmektedir.

Sonuç olarak; TEVBE 107-110 ayetleri arasında gördüğümüz; farklı mescidler altında olan yapılanmalar, bugüne fırkacılık olarak yansımış, ayet içinde belirtilen amaçlara hizmet eden bir duruma sebebiyet verilmiştir. Tâbi olunması gereken mescidin yapılanma amaçlarının içinde TAKVA ve TEMİZLENME amacı olması gerektiği 108. ayet içinde beyan edilmektedir. Müslümanlar içinde oldukları fırkaların nasıl bir amaca hizmet ettiğini ve nasıl olması gerektiğini sorgulayarak şeyh, üstad, fırka, kitap tasallutundan kurtularak, Kur’an yönelmeleri ve bu Kitap altında oluşturulan "TAKVA MESCİDİ"nde “salat"a durmaları gerekmektedir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

10 Aralık 2014 Çarşamba

Kadının Şahitliği Meselesi

Kur'anın içinde olan bazı hükümler hakkında , bir takım insanların itirazları olduğu malumdur  ve bu itirazların başında kadının şahitliği meselesi de gelmektedir. Bakara s. 282. ayet içinde bildirilen şahit olma durumunda , bir erkeğin yerine, iki kadının şahit olabileceği beyan edilmiş olması Kur'anın kadınları aşağıladığı ikinci sınıf bir varlık gördüğü gibi itirazları da beraberinde getirmiştir.

Yazımızın amacı , Kur'anın kadın haklarına ne kadar değer verdiği , Kur'anın aslında çağdaş bir kitap olduğu v.s gibi sözlerle eziklik psikolojisi altında kalarak savunma amaçlı değil, bu meselenin nasıl anlaşılması gerektiğine dair düşüncelerimizi paylaşmak şeklinde olacaktır. Konu ile ilgili ayetin meali şu şekildedir. 

 [002.282]  Ey iman edenler, birbirinizden belirli bir vade ile borç aldığınızda, onu yazın; aranızda doğrulukla tanınmış bir yazı bilen kişi, onu yazsın. Yazı bilen de kendisine Allah'ın öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın. Bir de borçlu adam söyleyip yazdırsın, her biri Allah'tan korksun ve haktan birşey eksiltmesin. EĞER BORÇLU , AKLI ERMEYEN BİRİ YAHUT KÜÇÜK VEYA KENDİSİ SÖYLEYİP YAZDIRAMAYACAK İSE, VELİSİ DOSDOĞRU SÖYLEYİP YAZDIRSIN. ERKEKLERİNİZDEN İKİ ŞAHİT GÖSTERİN.EĞER İKİSİ DE ERKEK OLAMIYORSA O ZAMAN DOĞRULUĞUNA GÜVENDİĞİNİZ BİR ERKEKLE İKİ ŞAHİT OLSUN Kİ BİRİ UNUTUNCA DİĞERİ HATIRLATSIN.  Şahitler de çağrıldıklarında kaçınmasınlar. Siz yazanlar da az olsun çok olsun onu vadesine kadar yazmaktan üşenmeyin. Bu Allah yanında adalete en uygun olduğu gibi şahitlik için daha sağlam ve şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir. Ancak aranızda peşin devrettiğiniz bir ticaretse, o zaman bunu yazmamanızda size bir sakınca yoktur. Alışveriş yaptığınızda da şahit tutun, bir de ne yazana ne de şahitlik edene zarar verilmesin. Eğer zarar verirseniz bu mutlaka kendinize dokunacak bir günah olur. Allah'tan korkun! Allah size ilim öğretiyor ve Allah her şeyi bilir.

Ayet meali içinde büyük harflerle yazılı cümlelere dikkat edecek şahitlik gerektiren durum anlatılmaktadır. 

Öncelikle şu tesbiti yapmak durumundayız ;Kur'anı doğru anlamak için indiği zaman ve mekan şartlarının göz önüne alınması ve ilk önce ayetin ilk muhatapların yaşadığı şartların göz önünde bulundurulması gerektiğini hatırlatarak, bir erkeğin yerine iki kadının çağrılması gerekçesinin ne için gerekli olduğunun düşünülmesi gerekmektedir.

Ticaret hayatının bu gün dahi çoğunlukla erkeklerin iştigal sahasını olduğunu hatırlayarak , bu işle daha az meşgul olan kadınların ticaret hukuku ile ilgili uygulamalarda erkeğe göre daha acemi olduğunu gerçeğini unutmamak zorundayız. 

Bu sözlerimiz , kadınların erkeklere göre daha az akıl sahibi olduğunu iddia etmek anlamında değildir. Kadın veya erkek olsun her kişi iştigal ettiği alanda ihtisas sahibi olur ve o alan üzerinde diğer cinse göre daha tecrübeli olabilirler. Ev hanımı olan bir kadın erkeğe göre daha tecrübeli olduğu ve ev işlerini erkeklerden daha iyi bildiği malumdur. Bu durum , erkeğin kadına göre daha az akıllı olduğuna anlamına gelmez. 

Kadın olsun erkek olsun her kişi beceri edindiği alanda uzmanlık sahibidir, bu anlamda kadın veya erkeğin fıtratlarından kaynaklanan ayrı özellikleri vardır. Bu özellikler bir cinsin üstünlüğü diğer cinsin aşağılığı anlamında ele alınmamalıdır. 
  
İki kadının şahitliğinin, bir erkeğe denk gelmesi bütün şahitliklerde olması gerektiği yönündeki görüşlere katılmadığımızı beyan ederek , Kur'anın şahit getirilmesini istediği diğer ayetlerde böyle bir ayrım görülmemektedir , bu noktanın göz önünde bulundurulmasının gereğine dikkat çekmek istiyoruz.

Olaya günümüzde yapılan kadın hakları tartışmaları türünden bir gözle değil , Mü'min gözü ile baktığımızda bizleri yaratan Allah (c.c) nin fıtratımızı daha iyi bildiği ve konuda koymuş olduğu hükmün en doğru olduğu kanaati hasıl olması gerekirken ,bazı kimselerin bu tür konuları istismar etmesi haklı olarak Müslümanları da düşündürmektedir.

Olaya ayet bazlı baktığımızda Mü'min olarak söylenmesi gereken söz "İşittik ve itaat ettik" olmalıdır , ancak ayetin kastı , maksadı , hikmeti gibi konular üzerinde anlaşılma gayreti olabilir ve olması gerekir. Allah (c.c) bizler için indirmiş olduğu Kitabının içindeki bütün hükümler , Mülk s. 14. ayetinde beyan edildiği gibi "Yaratan bilmez olur mu? O, Latif'tir, haberdardır." ön bilgisi dahilinde okunmalı , şayet bir yanlışlık görüyorsak onu Kur'anda değil bizim düşüncemizde arayıp Kur'an doğrultusunda onu düzeltmemiz gerekmektedir.

Bu gün bile ticaret hayatı içindeki kadın-erkek oranına baktığımızda erkek yüzdesi kadınlara oranla daha fazladır.Ayetin 1400 küsur yıl önce indiğini , bu günkü gibi modern hesaplama sistemlerinin olmadığını hesaba katacak olursak böyle bir ayrıntıyı kadın hakları açısından ele almak değil , Allah (c.c) nin insan haklarına ne kadar değer verilmesi gerektiğini bizlere öğretmesi açısından ele almanın daha doğru olduğu görülecektir. 

Bu ayetin bu gün nasıl uygulanabileceği veye uygulanabilirliği meselesine gelince; 

Ticaret hayatının bu gün daha modern sistemler ile tutulmuş olması bu tür şahitliklerin bu gün için hayat içinde yer bulup bulamayacağı konusunun gündem edilmesini gerektirdiğini düşünüyoruz. Bunu derken Kur'ana tarihselci bir açıdan bakıp , " bu ayetler sadece o gün geçerlidir bu gün için geçerli değildir " şeklinde bir iddiamız olmadığını hatırlatalım.

Ayeti doğru anlamak için , önce nazil olduğu zaman şartlarının göz önüne alınmasının önemli olduğunu tekrar hatırlattıktan sonra , esas maksadı göz önünde tutmanın gerektiği ortaya çıkmaktadır. Ayette özürlü  veya engelli diyebileceğimiz duruma sahip olan ve kendi hakkını korumaktan aciz olan birisinin hakkının korunmasına yönelik bir hüküm ortaya konmuştur. O gün için geçerli olan hukuki durum böyle bir titizliği gerektirmekteydi demek sanırım yanlış olmayacaktır. 

Bu şekil bir durum bu gün karşımıza çıktığımızda yapılması gereken , o durumda olan kişinin hakkının zerre kadar yenilmemesi üzerine bir amaç dahilinde zaman içinde geçerli olan şartlar dahilinde uygulanacak işlemler olmalıdır. Ayet o zamanki şartları göz önüne alarak bir hüküm üretmiştir , bu gün bu tür bir şahitliğe gerek duyulmasını gerektiren ortam yoktur , bunu derken ayetin hükmü nesh olmuştur geçerli değildir demiyoruz , ancak nuzül zamanı şartları eğer yeniden canlanacak olursa bu şekil bir uygulamayı hayata aktarabiliriz , bu gün içinde olduğumuz şartlar böyle bir şahitlik durumunu gerektirdiğini düşünmüyoruz. 

 Kur'anın içinde olduğumuz şartlar göz önüne alınarak bu şartlar dahilinde çareler sunma mantığının dikkate alınmasının şart olduğunu düşünmekteyiz, bunun tersi bir durum bizi 1400 yıl öncesi bir hayat sürmemizi şart koşar ki bu şekil bir hayat kimse tarafından kabul görmez. 

Kur'anın hüküm içeren ayetlerinin ana maksadı belirleme açısından okunmasının gerektiğini düşünmekteyiz şöyle ki ; Hırsızlık cezası ile ilgili olarak hırsıza el kesme cezası öneren Kur'an , bu cezanın ibret olması gerektiğini belirtir .Bu gün şayet Kur'anın hüküm alanında uygulanması söz konusu olursa , hangi tür hırsızlığa nasıl ceza verilmesi gerektiği gündeme gelecektir , çünkü bütün hırsızlık türlerinde el kesme cezasnın uygulanması adil olmayacaktır , insan faktörü burada devreye girerek hukukçular tarafından bunların belirlenmesi gerekir. 

Ticaret hukuku da aynı şekilde düzenleme gerektirmektedir , asıl olanın hak yenilmemesi ve adaletli uygulama olması bazında gerekli olan evrensel ilkeler baz alınarak alt düzenlemeler yine hukukçular tarafından düzenlenecektir. Allah (c.c) kullarına karşı asla zulümkar olmadığı hatırdan çıkarılmayarak bazı durumlarda iki kadının şahitliğinin bir erkek yerine olmasının zulüm değil yaratanın bilmesi açısından okunmalıdır.

Sonuç olarak ; Bakara s. 282. ayetinde iki kadının bir erkek şahitliğine eş tutulması bütün şahitlerde değil ticaret ile ilgili olan uygulamada olduğu , Kur'anın şahitlik ile ilgili diğer ayetlerinde böyle bir uygulama emredilmemiş olmasından anlaşılmaktadır. Yaratanın yarattığını en iyi bildiği bilgisinden yola çıkarak, Kur'anın bu tür ayetlerinin kadın-erkek eşitsizliği açısından değil ,aksine hakka ve hukuka dayalı bir sistemin oluşması açısından bakılması gerektiğini düşünmekteyiz. Eziklik psikolojisi altında kimseye şirin görünmek gibi bir mecburiyetimiz olmadığını hatırlatarak , Kur'an içinde olan emirlere olması gereken Mü'min tavrının "İşittik ve itaat ettik" şeklinde olması gerektiğini bilenlerden olmamız gerekmektedir. 

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

8 Aralık 2014 Pazartesi

Salat (Namaz) Vakitlerini Elçinin Örnekliği Üzerinden Okumak

Kur'an'ın gündem edilmeye başlanması ile hararetlenen tartışma ortamında, tartışılması gerekli veya gereksiz bazı konuların da ortaya çıktığını söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. "Salat" kelimesi etrafında gündem edilen bazı konuları da gerekli veya gereksiz olarak ikiye ayırmak mümkündür. Salat kelimesinin içeriği, içinin nasıl doldurulması gerektiği, geleneksel anlamdaki yanlışlıklar gibi konuların tartışılmasının gerekli olduğunu düşünüyoruz.

Bunları tartışırken Kur'an'ı sanki bugün inmiş bir Kitap gibi görüp, dağ başına inmiş kabul edip, Elçi örnekliğinden yoksun, kendi içinde bütünlük olgusunu hiçe sayarak, sadece meali baz alıp Arapça metnini öteleyerek yapılan tartışmaların fayda yerine zarar getireceği bilinmelidir.

Kullandığımız dilde adına "namaz" dediğimiz vakitli ve ritüel "salat"ın vakitleri konusunda böyle bir tartışmanın olduğu bilinmektedir. Yazımız, böyle bir ritüelin olmadığı konusunda görüş belirtenlerden çok, "evet Kur'an'da namaz vardır" deyip vakitleri konusunda bir takım düşünceler ileri sürenlerin görüşleri çerçevesinde ele alınmaya çalışılacaktır.

"Salat" kelimesini Kur'an'da genel anlamı itibarı ile "destek ve yönelim" olarak anlamak mümkündür. Bu anlamda sadece belirli vakitlerde değil 24 saat bu destek ve yönelimin devamı esas olmalıdır. Namaz ritüeli günün belirli vakitlerinde ve günün toplam bir saatini kapsamaktadır. Geri kalan 23 saatinde Allah'a olan destek ve yönelimin devam etmesi gerekmektedir. 

Namazın vakitleri ile ilgili tartışmaların yukarda belirttiğimiz gibi gereksiz tartışmalar olduğunu en baştan söyleyerek, gereksizliğinin gerekçelerini paylaşmaya çalışalım. Yazımızın amacı namazın kaç vakit olduğundan çok, bu düşüncelerin metod yanlışlığından kaynaklandığını ifade etmeye çalışmak üzerinde olacaktır.

"Sadece Kur'an" demek; salt bir metin okuması demek değildir. Böyle okunan bir kitabın, inmeden önce birtakım ön bilgi ve uygulamaların varlığını kabul ettiği ve bu ön bilgi ve uygulamaların yanlışlığını red ettiği veya doğruluğunu onayladığı gerçeği ötelenmiş olacaktır. Bu söylemin içini Elçinin örnekliğini red ederek doldurmaya çalışmak, yapılabilecek en büyük yöntem hatası olacaktır. Örneklikleri hesaba katmanın; hadîse tâbi olmak anlamına değil, Kur'an'ı bütüncül okumak anlamına geldiğini hatırlatalım.

Bu söylemin için doldurmak adına yapılan en büyük hata; Elçi örnekliğini hiçe sayarak, geçmişin yaptığı hataların üzerine kurulmuş bir düşünce oluşturmaktır. Geçmiştekilerin yaptığı Elçi anlayışındaki hatalar, bizleri Elçi'nin fonksiyonunu görmezlikten gelmeye götürmemelidir. Kur'an'ı ön kabulsuz yapılan bir okumada, Elçi'nin örnekliği için hadis kitaplarına gitmeye gerek olmadığını hatırlatarak, bu örnekliklerin Kur'an içinde bolca görülebildiğini söyleyebiliriz.

"Tarihi arka plan" şeklinde niteleyebileceğimiz nuzül öncesi Arap inancının, örfünün ve kültürünün bilinmesinin, anlamaya önemli katkılar sağlayacağı açıktır. Bunu söylerken Kur'an dışı bazı bilgi kaynaklarına yöneltmek istediğimiz gibi bir düşünce içinde olmadığımızı hatırlatarak, bu tür ön bilgilerin yine Kur'an içinde mevcut olduğunu hatırlatmak yerinde olacaktır.

İnsanların birbirleri ile olan iletişimleri ilk insandan beri devam etmiş ve ilk insandan başlayan bilgi edinme ve edinilmiş bilgilerin sonrakilere aktarılması yolu ile gelişimin devamı sağlanmıştır. Bu bilgiler her dalda olduğu gibi dini alanda da geçerlidir. Fizik, kimya, biyoloji vb. bilim dalları ile ilgili bilgiler, binlerce yıldır insanların bilgi birikimi neticesinde bu noktaya ulaşmış ve gelecekte de bu güne kadar erişilmiş olan bu bilgilerin üzerine yeni bilgiler konulması ile daha üst seviyelere çıkılacaktır. Hiçbir bilimadamı kalkıp "bu bilgilerin hepsini red ediyorum" şeklinde bir itirazda bulunarak sıfırdan yeni bilgiler üretmesi imkan dahilinde değildir. Bilginin devamlılığını bir tür bayrak yarışına benzetecek olursak, bayrak yere düşmeden elden ele nesiller boyu sürekli olarak el değiştirip yola devam edecektir.

Din adına gelen bilgiler de aynı şekilde nesiller boyu aktarılarak sonrakilere ulaşmıştır. Kur'an nâzil olmaya başladığı zaman nuzül dönemi muhataplarının ilk defa duydukları her hangi bir bilgi getirmemiş olup, bilgi sahibi olunan konulardaki bir takım yanlışları düzeltmiştir. Çünkü o insanların bilgi sahibi oldukları konular, binlerce yıldır süren insanlık serüveninin kadim bilgileri idi.

Namaz dediğimiz ibadet şekli nuzül öncesinde bilinen ve uygulanan bir şekil olup, o dönemde uygulanan ibadet Allah'a değil putlara idi. Kur'an bu ibadeti aslî hüviyetine geri döndürerek Allah'a has kıldı. Muhammed(a.s)'ın bu tür bir ibadeti daha önce hiç bilmediği ve ona Cibril'in öğretti iddiası rivayetlerde olup doğru bir bilgi değildir.

Elçiler, insanlığın öğretmenleri olup, o zamana kadar yanlış olan veya bilinmeyen bazı şeyleri muhataplarına öğretmek için Allah (c.c) tarafından görevlendirilmişlerdir. Beraberinde getirdikleri Kitap'ın içeriğini sadece okumak gibi bir görevleri olsaydı, Elçiler sadece "vitrin mankeni" mesabesinde kalmış olacaklardı. Halbuki Elçilerin insanlara "bilmediklerini öğretmek" gibi bir vazifeleri vardır.

Bir öğretmen talebesine iyi bir insan olmayı, önce kendisi bunu hayatında uygulayarak yapar ki örnek olsun. Sadece söz ile yapılan bir öğüt bu noktada yeterli gelmeyecek ve nasıl iyi insan olunabileceği ve olunabilirliği talebelere uygulamalı eğitim ile öğretilecektir.

Elçilerin de yaptıkları iş bir nevî "Uygulamalı Eğitim"dir ve bunun Kur'an ıstılahında adı "ÜSVETÜN HASENETÜN (en güzel örnek)" şeklindedir. Bizlerin bu örnekliği red etmek gibi bir seçeneği asla yoktur.

Kur'an'da namaz vakitleri ile ilgili olduğunu düşündüğümüz ayetlere baktığımızda, bu ayetlerde "size günde şu kadar namaz farz kılınmıştır" şeklinde açık seçik bir beyan yoktur. HÛD, İSRÂ ve TAHA Sureleri'nde başta olmak üzere Kur'an'ın değişik ayetlerinde "şu vakitlerde salatı ikame edin" veya "şu vakitlerde tesbih edin" şeklinde bazı zaman birimlerinin zikredildiğini görmekteyiz.

Bu ayetler ile ilgili zaman birimlerinin hangi birimler olduğu yönündeki tefsirlere baktığımız zaman farklı görüşler olduğu malumdur. Bahsedilen zaman birimi ile ilgili olarak bir tefsirci o zamanın "öğle" olduğunu söylerken, diğer tefsirciler "sabah, ikindi veya akşam" demektedirler.

Bu farklı görüşlerin, Arap dilinde o kelimeye verilen anlamlar üzerinden ve Arapça metin üzerinden yapıldığını ve tefsircilerin Arapça bildiklerini düşünecek olursak, bugün herhangi bir Kur'an mealini eline alarak yapılan namaz vakitleri çıkarım çalışmalarının ne derece sağlıklı sonuçlar verebileceği tartışılır.

Bu çıkarım çalışmaları mealden olduğu gibi bir de bağlamdan kopuk bir anlamayı, sadece bugün inmiş bir kitap şeklinde yapılan okumayı da hesaba katacak olursak, yapılan çıkarım çalışmasının baştan yöntem hatası yapılarak başlanan bir çalışma olduğu ortadadır. 

Öncelikle şunu ifade edelim ki; Kur'an'da bazı vakit aralığı ile ilgili anlatımlar, o vakti değil bütün günü kapsamaktadır. Bunu birkaç örnek ayet ile görelim;

[019.011] Zekeriya bunun üzerine mabedden çıkıp milletine: «Sabah akşam Allah'ı tesbih edin» diye işarette bulundu.

[019.062] Orada boş sözler değil sadece esenlik veren sözler işitirler. Orada rızıklarını sabah akşam hazır bulurlar. 

[030.018] Hamd O'nundur; göklerde de, yerde de, günün sonunda da ve öğleye erdiğiniz vakit de.

[040.046] Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün, «Firavun'un adamlarını azabın en ağırına sokun» denir.

[025.005] «Kuran öncekilerin masallarıdır; başkalarına yazdırıp sabah akşam kendisine okunmaktadır» dediler.

[048.009] Tâ siz Allah'a ve O'nun Peygamberine imân edesiniz ve O'na yardımda ve tebcilde bulunasınız, ve O'nu sabah ve akşam tesbîh edesiniz.

[033.042] O'nu sabah akşam tesbih edin.

[076.025] Rabbinin adını sabah akşam an.

Yukarıda örnek olarak verdiğimiz ayet meallerindeki "sabah - akşam" şeklindeki zaman, ayrı zaman aralıkları değil süreklilik ve kesintisizlik anlamı olan ifadelerdir.

Zekeriya(a.s) kavmine sabah ve akşam vakitlerinde değil, devamlı Allahı tesbih edin demektedir. Cennet ehli rızıklarını sabah kahvaltısı ve akşam yemeği olarak değil, sürekli olarak hazır bulmaktadırlar. Hamd ve zikir belirli zamanlarda değil, günün tamamındadır.

Bu tür ayetlerden yapılan zaman çıkarma çalışmaları; hem yanıltıcı hem de diğer zamanları kapsamama gibi bir düşünce içine girilebilmesi ihtimalini doğuracaktır. 

Bu bağlamda namaz vakitleri konusunda ortaya konulan HÛD, İSRÂ ve TAHA Sureleri'ndeki ayetleri de ele aldığımızda şunları görebiliriz.

[011.114] Gündüzün iki tarafında ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namazı kıl. Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlara bir öğüttür.

HÛD 114 ayetindeki "gündüzün iki tarafı" şeklindeki ifade; iki ayeri vakti değil gündüzün başından sonuna kadar şeklinde bir anlamı belirmiş olup, gündüzün tamamında salatın ikamesini içerir. "Gecenin yakın saatleri" ifadesi; gecenin dinlenme ve uyku vakti olduğunu düşünecek olursak, bu vakitlerin geri kalan kısmını ifade eder ki 24 saatlik bir gün diliminin tamamına tekabül etmektedir.

[017.078] Güneşin kaymasından, gecenin kararmasına kadar namazı güzel kıl; bir de kıraatıyle seçkin olan sabah namazını; çünkü sabah Kur'an'ı gerçekten şahitlidir.

İSRÂ 78 ayetinde de; güneşin batışa geçmesinden, tâ fecre kadar bir zaman aralığından bahsetmektedir. Bu ayetlerde de şu vakit veya bu vakitten ziyade, kesintisiz bir zamanı ifade ettiği görülmektedir.

[020.130] O halde onların dediklerine sabret, güneşin doğmasından önce ve batmasından önce Rabbini hamd ile tesbih et. Gece saatlerinde de gündüzün uçlarında da tesbih et ki, hoşnutluğa eresin.

TAHA 130 ayeti bütün günü kapsayan bir zaman aralığı içinde tesbih edilmesini emretmektedir.

Kur'an'da bu tür vakitler belirtilerek salat ve tesbih edilmesi emirlerini, şayet Kur'an bu gün Elçi olmadan dağ başına inmiş bir kitap olsa ve kişisel yorumlar ile bu vakitlerin hangi vakitler olduğu belirlenmeye çalışılsaydı, önceki tefsirciler gibi farklı düşünceler çıkarak herkesin kabul ettiği belli vakitlerin çıkarılması mümkün olmazdı. 

Şayet Kur'an'ın bize namaz kılma emri olduğunu bilip, bu vakitlerin hangi vakitler olduğu bize bırakılsaydı, hiçbirimiz ne iki vakit, ne üç vakit, ne de beş vakit namaz emri olduğunu Kur'an'dan net olarak delillendiremezdik. Bu sözlerimizi Arapça bildiğimiz varsayımı üzerinden yaptığımızı hatırlatarak, elimizdeki meallerdeki farklı çevirileri hesaba katarak bu çalışmayı yaptığımızı düşünecek olursak, olayın ne kadar zor olduğu ortaya çıkacaktır.

Kur'an'ın "kolaylaştırılmış bir Kitap" olduğu ile ilgili ayetleri unutup Kur'an'ın anlaşılması zor ve kapalı bir Kitap olduğunu söylemek istemiyoruz. Ancak onun kolay ve açık olması, onu okumanın belli bir şartı olmamasını gerektirmez. Belirli kuralların göz ardı edilmesi ile yapılan okumalardan çıkarılan akıllara zarar düşüncelerin var olduğunu hesaba katacak olursak, doğru bir metod üzerinden yola çıkmanın ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Kur'an 1400 küsur yıl önce bir Elçiye inmiş ve bu Elçinin de örnek olma vazifesi dahilinde Kitap'tan çıkarmış olduğu bazı hükümlerin "uygulamalı eğitim" olarak bizlere kadar gelmiş olmasından hareketle, namaz vakitleri konusunda onun örnekliğini baz almanın daha doğru olduğunu söyleyebiliriz.

Burada tevâtüren gelen bu uygulamanın ne kadar doğru olabileceği sorusu da akla gelecektir. Düşüncemiz odur ki; yüzlerce yıldır birbirleri ile bir çok konuda ihtilaf etmiş olanların, konu namaza gelince vakit ve rekatları ile ilgili olarak hiç bir ihtilafının olmaması, uygulama ile gelen bu bilginin doğru olması düşüncesinin, Elçiyi (hâşâ) adam yerine koymayı zül kabul edenlerin, meal üzerinden yaptıkları çıkarımlar düşünüldüğünde mukayese dahi edilmeyecek kadar tercihe şayan olduğu ortadadır.

Muhammed(a.s)'ın bu konudaki örnekliği Müslümanlar üzerinde "Ortak Akıl" oluşmasına sebebiyet vermiş olması nedeni ile bu konuda yapılabilecek çıkarım çalışmalarının kişinin yorumu olduğu ve bu yorumların isabetli olup olmadığı tartışmaya açıktır.

Muhammed(a.s)'a gelen beş vakit namazın Kur'an göre yanlış olup olmadığına dair yapılabilecek çalışmalar bu konuda tartışma götürmeyecek kadar net "muhkem" ayetler olmasını gerektirir ki "bu konuda şimdiye kadar yapılan uygulama Kur'an'ın şu ayetine göre yanlıştır" diyebilelim.

Örnek verecek olursak; recm konusu ile ilgili olarak, Muhammed(a.s)'ın böyle bir sünneti olduğuna dair olan düşünceleri gönül rahatlığı ile red edip "recm uygulaması Allah'a ve Elçisi'ne iftiradır" diyebiliyoruz. Böyle bir söz söyleme gerekçemiz; Kur'an'ın zina fiili cezası konusunda evli-bekar şeklinde bir ayırım yapmayarak, herkese aynı cezayı emretmiş olmasıdır.

Konu namaz vakitlerine gelince; "Kur'an aslında 2-3-4-6-7 vakit emretmiş ama rivayetler bize 5 vakit olarak gelmiş" şeklinde bir söz söyleyemiyoruz. Ya da, "Kur'an 2-3 vakit emretmiş ama Muhammed (a.s) bunlara ilave etmiş" şeklinde bir itirazda bulunabileceğimiz açık ve net bir ayet elimizde yoktur.

Sonuç olarak; namaz vakitleri ile ilgili olarak "sadece Kur'an"a bağlı kalarak yapılmaya çalışılan çıkarım çalışmaları, usul yönünden hatalı olması nedeniyle ortada olan sonuçları da düşünecek olursak "ağzı olanın konuştuğu" bir alan haline gelmiştir. Elçilerin örnekliğinin bu konuda devreye girerek, uygulanarak gelen bilgilerin doğru kabul edilmesi ve o örnekliğin üzerinde fikir birliği sağlanması gerektiğini düşünmekteyiz. Kur'an'ın kolay ve açık olmuş olması onu anlaşılabilir kılmaktadır. Ancak usul ve yöntem yine kendi içinden okunarak çıkarılmalı ve kişiye mahsus görüşler olarak ortaya çıkan düşüncelere itibar edilmemelidir. Geleneğin ilmihal bilgileri dahilinde olan bu tür tartışmaların yerine namazın tevhidî olarak insanları nereye ve kime kul olduklarının bir göstergesi olduğu şuuruna vâkıf olarak yapılan tartışmaların faydalı olduğunu ifade ederek, sadece entellektüel bir düşünce faaliyeti olarak ortaya çıkan bu tür tartışmaların gereksiz hatta fayda yerine zarar getiren tartışmalar olduğunu düşünüyoruz.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

5 Aralık 2014 Cuma

Kur'an'da Namazların Kaç Rekat Kılınacağı Var Mı?

Yazımıza başlık olarak aldığımız sorunun cevabı üzerinde, kendilerine "Kur'an Müslümanı" adı veren bir takım insanların tartışmalarına şahid olmaktayız. Bu tartışmaların temelinde rivayetlere ve yaşanarak gelen bazı bilgilere karşı olan alerjinin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

"Kur'an Müslümanı" şeklinde bir terkibi kullanmanın, diğer terkiplerle kendilerini ifade eden insanlara karşı bir tepki sonucu türediğinin altını çizerek, bize Kur'an'da verilen ismin önüne arkasına veya yanına artı bir ismin gereksiz olduğunu kısaca ifade etmek istiyoruz.

Kur'an'ı öncelleme adına, geleneksel inanç içinde olan bazı yerleşik düşüncelerin sorgulanmaya başlandığı herkesin bilgisi dahilindedir. Geleneksel anlayışa hakim olan rivayet merkezli din anlayışının, Kur'an'ın önüne geçirilmiş olduğu da malum bir konudur. Kur'an'ı okumaya ve anlamaya başlayan insanlar, haklı olarak gelenekteki bu tür anlayışlara karşı çıkmakta ve Kur'anın bu konudaki beyanlarının esas alınmasını dile getirmektedirler.

Bu sorgulama; Kur'an'ın bazı kavramlarının içinin boşaltılması neticesinde, sadece ayinsel ve şekilsel bir duruma dönüşmüş olan "salat" kavramı içinde yer alan ve günlük dilimizde "namaz" olarak bilinen ritüel ibadete de yansımıştır. Bu ritüelin gelenekteki ilmihal bilgileri ile şişirilmiş halinin aynen devam etmesi asla müdafaa edilemez. Özellikle vakitleri ve rekatları konusu üzerinde "sadece Kur'an" denilerek buradan çıkarımlar yapılmaya çalışılması neticesinde, ortaya kaos çıktığını da gözlemlemekteyiz. Bu yazımızda namaz rekatları konusu ile ilgili nasıl bir tutum içinde olmamız gerektiği hakkındaki düşüncemizi paylaşmaya çalışacağız.

"Salat" konusu ile ilgili yazmaya çalıştığımız bazı yazılarda özellikle vurgulamaya dikkat ettiğimiz bir noktayı yine vurgulamak istiyoruz. Vakit ve rekat konusundaki bir takım tartışmalar tevhidî bir gösteri olarak niteleyebileceğimiz bu ibadetin asıl ruhuna gölge düşürmektedir.

Bir kısım insanların, namazın rekatları ile ile ilgili olarak "istediğim kadar kılarım, beni kimse bağlamaz" şeklinde bir düşünce içinde olduğunu görmekteyiz. Şunu ifade etmek isteriz ki; geleneksel ilmihal kitaplarında belirtilen "Farz veya Sünnet Namaz" şeklinde bir ayrımın doğru olmadığının altını çizelim. Öğle dört, ikindi dört, akşam üç, yatsı dört ve sabah iki rekat FARZ olarak kitaplarda geçen bilgilerin, farz şeklinde bir delil ile ortaya konulması da doğru değildir.

Geleneksel fıkıhta bir meselenin "farz" hükmünü alması için "delaleti ve subuti kat'i" şeklinde bir hüküm gereklidir. Böyle bir kat'i olma durumuna, Kur'an'dan başka hiç bir bilgi kaynağı sahip olamaz. Dolayısı ile rekatların "farz" hükmünü alması, onun yukarıda yazmış olduğumuz şekli ile Kur'an'da hiç bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde olmasına bağlıdır.

Ancak "şu namazı şu kadar rekat kılacaksınız şeklinde bir emir; Kur'an'ın hiç bir yerinde yoktur" derken, "herkes kendi istediği kadar rekat kılabilir" şeklinde bir düşünce içinde bunları söylemediğimizi de hatırlatalım.

Burası, tâbir-i caizse, zurnanın zırt dediği yer olup, namaz rekatları konusunda nasıl bir tutum içinde olmak gerektiği sorusunun cevabı önem kazanmaktadır.

Kur'an'a baktığımız zaman; gönderilmiş olan Elçilerin gönderilme sebebleri, bizlere bu konuda nasıl bir tutum içinde olmamız gerektiğine dair bilgi verecektir. Elçilerin bizler için "en güzel örnek" (Usvetün Hasenetün) olduğunu beyan eden ayetleri hepimiz okumaktayız. Bu örnekliğin namaz ritüeli boyutunda nasıl olabileceği hakkında düşüncemiz şudur;

Öncelikle hadis kitaplarını referans göstererek, namazın oradan öğrenilmesi gerektiği düşüncesine katılmadığımızı hatırlatalım. Namaz adı ile bildiğimiz, içinde kıyam, rükû ve secde olan ritüeller, insanlığın kadim bir kültürü olup Muhammed(a.s)'dan önce de bilinen uygulamalar idi. Elçi olduğu zaman kendisine bunları Cebrail'in öğrettiğine dair olan rivayetlerin doğru olmadığını hatırlatmak isteriz.

İnsanlığın bilgi birikimi binlerce yıldır süren ve kıyamete kadar devam edecek bir süreçtir. Bu süreç içinde ilk insanın bilgisini, kendisinden sonra gelen insanlara aktarması şeklinde devam eden süreç, sadece din alanında değil her alanda kendisini göstermiştir. Bugün insanlığın bilgisi olan fizik, kimya, biyoloji, tıp gibi bilim dalları ile ilgili eriştiğimiz sonuçlar, binlerce senedir süregelen bir bilgi alışverişinin ürünüdür. Bu bilgi alışverişi din alanında da bu şekilde yürümüş ve din adına gelen bilgiler, insanların sonraki nesillere aktarması ile süregelmiştir.

Bu süreklilik ibadet alanında da süregelen bir bilgi birikimidir. Secde, rükû, kıyam gibi ritüeller ortak bir bilgi ürünü olup, insanların kulluk ettikleri varlıklara olan ta'zimini gösterir. Bu bağlamda bir müşrik; ilah olarak tanıdığı putunun önünde bunları yaparken, bir başka insan ilah olarak tanıdığı Allah'ın önünde bunları yapar. Adına "namaz" dediğimiz bu ritüeller herkesin kendi ilahına yaptığı bir ta'zim gösterisi olup, binlerce senedir gelen bilgi birikiminin ürünüdür.

Muhammed(a.s)'ın Elçi olarak gönderilmiş olması, bu gösterinin sadece ve sadece Allah'a karşı olması gerektiğini hatırlatmak amacı iledir. Vakit ve rekat konusu, namazın ikinci derecede öneme haiz konuları olup, ilk derecede öneme haiz olan konusu onun TEVHİDİ bir yönelim olması meselesidir. Bu yönün bir tarafa bırakılıp, tali meseleler üzerinde durulması, özellikle Kur'an'ı öncellediğini iddia eden insanlar tarafından yapılmaması gereken ameliyeler olduğunu düşünüyoruz.

Namazın birlik beraberlik içinde yapılan bir tevhid gösterisi olduğunu tekrar hatırlatarak, sosyolojik anlamda insanların birlik ve beraberlik içinde olmalarının ifade ettiği anlam insanlık için önemli bir değerdir.

Namazı bu bağlamda değerlendirecek olursak; özellikle rekatlar konusunda farklı yaklaşımlar sergilemek, "kafama göre takılırım" şeklinde bir düşünce ile olaya yaklaşmak, bu ibadetin asıl ruhuna gölge düşürecektir. Farz anlamında rekat sayılarının Kur'an'da olmayışı bizleri başıboşluğa düşürmek için yeterli bir gerekçe olamaz. 

Elçiler tarih boyunca insanlığın öğretmenleri olmuşlar ve onlara "bilmediklerini" öğretmişlerdir. Bu bağlamda namaz rekatları konusunda Muhammed(a.s)'dan beri süregelen bilgi birikiminin, bizler için yeterli bir delil olarak uygulanmasından bir sakınca görülmemesi gerekmektedir.

Namaz, hadis kitapları tedvin edilmeden önce de var olan ve uygulanan bir ritüel olup, rekatları konusu hadis kitaplarından öte uygulanarak gelmiş bir birikimin sonucu bize kadar ulaşmıştır. Kur'an'da bu rekat konusu ile ilgili ayetleri NİSÂ 101-103 ayetleri arasında okumaktayız.

[004.101] Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman kâfirlerin size kötülük etmelerinden endişe ederseniz, salattan kısaltmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler, sizin apaçık düşmanınızdır.

[004.102] Sen içlerinde olup da onlara salatı ikame ettirdiğinde, içlerinden bir kısmı seninle beraber salatı ikame etsin, silahlarını da yanlarına alsınlar, bunlar secdeye vardıklarında diğer kısım arkanızda beklesinler, sonra henüz salatı ikame etmemiş olan diğer kısım gelsin seninle beraber kılsınlar ve ihtiyatlı bulunup silahlarını da yanlarına alsınlar. Kafirler silahlarınızdan ve eşyanızdan gafil bulunsanız da size ani bir baskında bulunsunlar diye arzu ederler. Eğer yağan yağmurdan bir güçlüğe uğrarsanız veya hasta olursanız, silahları bırakmanızda bir mahzur yoktur. Bununla beraber ihtiyatı elden bırakmayın. Çünkü Allah kafirler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.

[004.103] Salatı ikame ettikten sonra, Allah'ı ayakta iken, otururken, yan yatarken de anın. Emniyete kavuştuğunuzda, salatı gereğince kılın. Salat şüphesiz, inananlara belirli vakitlerde farz kılınmıştır.

Yukarıdaki ayetler savaş durumunda secdeli salat olan namazın nasıl kısaltılacağı beyanı olup, ayetlerin öncelikli mesajının her durumda namazın terk edilmemesi gerektiğini okumak mümkündür.

Namaz rekatları konusunda fikir yürütenler; 102. ayetteki "savaş durumunda tek rekat" olan bir namazın, normal durumlarda iki rekat olması gerektiğini çıkarmışlardır. Öncelikle bu çıkarım mantığının doğru olmadığın söyleyelim. Savaş durumunda tek ise normal durumda ikidir düşüncesi ancak kişilerin şahsi düşünceleridir.

Namaz rekatları konusunda NİSÂ 102 ayetini delil sayarak, Muhammed(a.s)'ın örnekliğini red edenlerin unuttukları önemli bir nokta vardır; NİSÂ Suresi Medine'de nâzil olmuş bir suredir. Bu sebeple 102. ayeti de orada nâzil olmuştur. O ana kadar namaz kılınıyor ise, ki kılınıyordu, rekat ayarlaması neye göre yapıldı? Bu ayet nâzil olana dek Muhammed(a.s), kendi tarafından belirlenen rekat sayısında namazı i'fâ ediyordu ve bu ayet nâzil olana kadar Müslümanlar Elçi'ye uyarak bu eylemi yerine getiriyorlardı. Bize ne oluyor ki, Elçinin örnekliğini red ederek, zorlama te'villerle Kur'an'dan rekat sayılarını çıkarmaya çalışıyoruz?

Düşüncemiz odur ki; Muhammed(a.s) kendi içtihadı dahilinde rekatlar konusunda tasarrufta bulunmuş ve vahiy buna bir yanlışlık itirazında bulunmamıştır. Bu sebeple, bu rekatların bugüne kadar gelen adedi ile namazların ikame edilmesi gerekmektedir. Bu şekil bir tasarruf, vahyin öğretisine rağmen kendi düşüncesini öne çıkaran bir düşünce asla değildir. Elçi olması nedeniyle böyle bir işe kalkıştığında, HÂKKA Suresi ayetleri dahilinde başına geleceği çok iyi bilen birisi, nasıl vahiy öğretisine aykırı bir amelde bulunabilir? Namaz rekatları konusunda vahiy Muhammed(a.s)'a kesin bir talimat vermemiş, inisiyatifi ona bırakmış, o da bunu uygulamıştır.

Burada Muhammed(a.s)'dan beri gelen bilgilerin ne kadar sağlıklı olduğu konusunda haklı olarak tereddütler olacaktır. Bu tereddütlere karşı şunları söyleyebiliriz; namazın rekatları ile ilgili bilgiler hadis kitapları ile değil "uygulamalı tevâtür" dediğimiz bilgi sistemi ile bizlere ulaşmıştır. Din dışı bilgilerin bizlere bu şekilde ulaştığını yeniden hatırladıktan sonra, Müslümanların birçok konuda ihtilaf etmeleri gerçeğinden yola çıkarak, namaz rekatları konusunda ihtilafa düşmemiş olmaları, bu konudaki gelen bilginin doğruluğuna dair bir göstergedir. Tarih boyunca bir çok fıkhî ve itikadî mezheplere bölünen Müslümanların, ortak paydaları olan namaz vakit ve rekatları konusunda ihtilafa düşmemiş olmaları dikkate değer bir noktadır.

Burada da Muhammed(a.s)'ın bu uygulamasının bağlayıcılığı konusu gündeme gelecektir. Muhammed(a.s)'ın namaz rekatları ile ilgili tasarrufu, Kur'an'da açık olarak beyan edilmeyen bir konu hakkında olup, onun Elçi olması nedeniyle yapmış olduğu örneklik dahilinde olan bir uygulamadır. "O yapmış olabilir, beni bağlamaz" şeklinde bir itiraz; kişinin kendi düşüncesini din edinmesi anlamına gelir ki, bu şekil bir itiraz özellikle kendisine Kur'an'a nisbet eden bir Müslümana yakışmaz.

Namazın, Müslümanların birlik ve beraberlikleri ilan ettikleri ortak bir tevhid gösterisi şuuru içinde olanların kendi indi görüşlerini öne çıkararak, ümmetin ortak aklını red etmeleri doğru bir davranış olmayıp, bu tür davranışlar malum çevrelerin ekmeğine yağ sürmekten başka bir işe yaramayacaktır.

Herkesin kendi kafası doğrusunda bir rekat sayısı belirleyip ona göre salatı ikame ettiklerini şöyle bir düşünelim. Birlik ve beraberlik unsurlarından birisi olan bu ibadetin, böyle tali meseleler etrafındaki tartışmalar sebebi ile asıl amacından saptırılması ve sahte ilah ve rablere karşı olan tevhidî mücadelenin bir unsuru olmaktan çıkarılması, özellikle geleneğin ilmihal bilgileri ile doldurulmuş olan yanlışlarına Kur'an adına karşı çıkan insanların aynı yanlışlara düşmesine sebep olacaktır. Bu nokta göz önüne alınarak rekat konusu hakkında Müslümanların herhangi bir itirazları olmamalı. Ana mesele; namazın aslî unsuru olan tevhidî boyutunun öne çıkarılmaya gayret edilmesidir.

Sonuç olarak; Kur'an'ı geleneksel yanlışlara karşı çıkarak öncelleyenlerin, gelenekteki bir takım yanlışlar olan ilmihal kavgalarına düşerek namaz rekatları konusunda tartışmaları bizleri doğru bir alana yöneltmeyecektir. Muhammed(a.s)'ın örnekliğini red ederek kendi örnekliğini veya başkalarının örnekliğini öne çıkararak yapılan rekat sayısı tartışmaları, geleneğin ilmihal kavgalarının modern boyuta taşınmasından başka bir şey değildir. Bu tartışmaların temelini atanların halis bir niyet içinde olmadıklarını düşündüğümüzü hatırlatarak, bu temelleri yükseltmeye çalışan halis niyetle Kur'an'a yaklaşan kardeşlerimize ana meselenin bu değil, tevhid ve onun etrafında bir okuma, anlama ve hayata yansıtma olması gerektiğini tekrar hatırlatmak isteriz.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

4 Aralık 2014 Perşembe

Davud (a.s) a Gelen Davacılar ve İnsanın Halife Kılınması

Kur'an kıssaları mesaj içerikli anlatımlar olması bakımından okunması ve hayata geçirilmesi gereken, bizden öncekilerin yaşanmışlıklarıdır. Bu yaşanmışlıklardan ibret alarak okumak yerine "İsrailiyyat" denilen bilgi kirliliği doğrultusunda okunan kıssaların "Eskilerin Masalları" na dönüştürülmesi kaçınılmazdır. 

Sad s. içinde geçen Davud (a.s) a gelen gelen davacılar ile ilgili kıssa böyle bir kirlilik içinde kalarak okunmuş ve iftiralara varan anlatımlar eski tefsirleri doldurmuştur. Yazımızda bu tür bilgi kirliliklerinden ziyade Kur'an kıssalarını okuma yöntemimizi dahilinde, yapılan anlatımdan bize dönük nasıl bir mesaj çıkabilir sorusuna cevap aramaya çalışacağız. 

Sad s. içindeki Davud (a.s) kıssası surenin 17-26. ayetleri arasında olur yazımıza konu olan davacıların haberi 21. ayetten itibaren başlamaktadır. 

20. ayette mealen " Ve O'nun mülkünü kuvvetlendirmiştik ve O'na hikmet ve fasl-ı hitap vermiş idik." buyurulduktan sonra haberin verilmeye başlanması ayet içinde geçen "Fasl elhitab" konuşmayı ayırabilme kabiliyeti ile birlikte Hikmet in zikredilmesi anlatımdaki mesajı anlamamızı kolaylaştıracak giriş ayeti olduğunu söyleyebiliriz.

Hikmet kelimesi ; "Islah etmek ,düzeltmek maksadı ile engellemek" anlamına gelen "Hakeme" kelimesinden türemiş olup , kelimenin anlamı dahilinde yapılan eylemlerin bütününü içine almaktadır. İnsan da olan bu Hikmet in nereye bağlı olduğu konusu asıl önemli nokta olup, bu kıssada hüküm verme konusu üzerinden Hikmetin nasıl kullanılması gerektiği bizlere öğretilmektedir. 

Kıssa Davud (a.s) örneğinde "Fasl el hitab" ın (sözün doğrusunu yanlıştan ayırmanın)  Hikmet ile olması gerektiğini bize anlatılması bakımından okunması gerektiğini düşündüğümüz kıssanın ayet mealleri şu şekildedir.

[038.021]  Bir de davacıların kıssası geldi mi sana? Hani surdan aşarak mihraba ulaşmışlardı.
[038.022] Davud (un yanın) 'a girdiklerinde, o, onlardan ürkmüştü; onlar dediler ki: «Korkma, iki davacıyız, birimiz diğerimize haksızlıkta bulundu. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet, kararında zulme sapma ve bizi doğru yolun ortasına yöneltip-ilet.»
[038.023]  (Onlardan biri şöyle dedi:) Bu, kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Böyle iken «Onu da bana ver» dedi ve tartışmada beni yendi.
[038.024]  Davud: Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına tecâvüz ederler. Yalnız iman edip de iyi işler yapanlar müstesna. Bunlar da ne kadar az! dedi. Davud, kendisini denediğimizi anladı ve Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapandı, tevbe edip Allah'a yöneldi.
[038.025]  Biz de ondan bunu affettik. Muhakkak ki onun Bize yakınlığı ve güzel bir âkıbeti vardır.[038.026] Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Hevâ ve hevese uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.

21. ayette , davacıların duvarı aşıp Davud (a.s) ulaşmış olmaları , onların kimlikleri üzerinde yorumlara sebeb olmuştur. Davacıların Melek veya İnsan olmaları ikinci derecede öneme haiz bir konu olup , önceliğimiz onların üzerinden verilmek istenen mesaja yönelmek olmalıdır. Klasik tefsirlerde bu tür gereksiz ayrıntılara girilmiş olması kıssalardan hasıl olması gereken amaca gölge düşürmüştür.  

22. ayette , gelenler Davud (a.s) dan aralarındaki problemi "zulme sapmadan" halletmesini talep etmektedirler. Bu talep , insanlar arasında hüküm verme yetkisine sahip olan hakimlerin nasıl bir yol izlemeleri gerektiği mesajını vermektedir.

23. ayette , hasımların ilki derdini Davud (a.s) a anlatmaktadır. Anlaşmazlığın koyun ile ilgili olması bu kıssayı mesaj içerikli bir okumaya tabi tuttuğumuzda , koyunların yerine her türlü anlaşmazlık konularını koymak mümkündür. Asıl olan anlaşmazlık konusu ne olursa olsun davacılar arasında adil hüküm vermektir.

24. ayette , Davud (a.s) diğer hasmı dinlemeden karar vermektedir. Kıssanın ana konusu, diğer davacınında dinlenerek , davanın değerlendirilmesi gerekirken ilk davacının zulme uğradığı düşüncesi üzerinden diğerini mahkum etmek olup bu tür bir yöntemin hatalı olduğu mesajı verilmektedir. 

Olayı şu şekilde bir değerlendirmeye tabi tutmak mümkündür ; Kendisinin 1 koyunu , diğerinin 99 koyunu olduğunu iddia eden kişinin gerçekte hiç koyunu olmamış olabilir , diğer davacının ise 100 koyunu olmuş olabilir. Hiç koyunu olmayan kişi ,100 koyunu olan kişiden, kendisinin 1 tane  olduğu iddiasında bulunduğu koyunu  çalmış olabilir , bu surette tek koyunu olan zalim , 99 koyunu olan mazlum olmuş olabilir. Diğer kişi dinlenmiş olsaydı o tek koyunu neden istediği anlaşılabilir ve doğru bir hüküm verilebilirdi , Davud (a.s) duygusal davranarak tek koyunu olan kişinin lehinde hüküm vermiş ve bu verdiği hüküm adil bir karar olmadığını anlamıştır.

Kıssada davanın sonucunun nasıl olduğu, kimin haklı kimin haksız olduğunun zikredilmemiş olması , yapılan anlatımın olay merkezli bir anlatım değil, mesaj merkezli bir anlatım olmasındandır.

24. ayet içinde geçen "Zanne" kelimesi üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Bu kelime , "Bir emareden hareketle ulaşılan bilgini adı" anlamında olup , bu emarenin zayıf veya güçlü olmasına göre kelimenin anlamı değişkenlik arz eder. Davud (a.s) ın denendiğini zan etmesi , bizim günlük dilimizde kullandığımız, zayıf emareden hareketle ulaşılan bilgi anlamında değil , güçlü emareden hareketle ulaşılan bilgi anlamındadır. Meallerde "Zan" kelimesinin çevirisini "Anladı" şeklinde yapanlar daha doğru bir anlamı yakalamış olup bu kelime ile ifade edilmek istenen anlamı yansıtmaktadır.

25. ayette , Davud (a.s) ın bağışlandığı beyan edilmekte olup , bu bağışlanma yapılan bir hatanın karşılığıdır , bu hata ise kendisine  aralarında doğru karar vermek için gelen davacılardan sadece tek tarafı dinlemiş olması diğer tarafı dinlemeden kararını vermiş olmasıdır. Kıssanın mesajı bu bağlamda olup hüküm konusunda nasıl bir yol takip edilmesi gerektiği Davud (a.s) örnekliğinde öğretilmektedir.

26. ayette , kıssadan alınması gereken mesaj anlatılmakta olup , Davud (a.s) ın "HALİFE" kılındığı hatırlatılmaktadır. Bu halife kılınma Adem (a.s) kıssasında da karşımıza çıkmaktadır. 

"İnsanın arz üzerinde halife kılınmış olması" ne anlama gelmektedir ? sorusu burada önem kazanmaktadır. 

"Halife" kelimesi ; birisi tarafından atanmış kendi mülkü olmayan bir şey üzerinde geçici tasarruf hakkı bulunan kişi anlamında kullanılır , bu halifelik asıl mülk sahibinin kişiye verdiği bazı imkanları , mülk sahibinin direktifleri doğrultusunda kullanmayı gerektirir. 

Davud (a.s) örnekliği üzerinden verilen insanın arz üzerinde halife kılınması , insanı hilafet görevine atayan kişinin emirlerini arz üzerinde yerine getirmek esasına dayalı bir sistemi öngörür. Davud (a.s) kıssasını Kur'an genelinde okuduğumuzda , onun mülk sahibi olarak yaptığı icraatlar , sonraki gelen mülk sahiplerine örneklik teşkil etmesi gerekmektedir. 

Mülk sahibi olarak "astığı astık kestiği kestik" bir yönetim sergilemeyen Davud (a.s) , kime karşı sorumlu olduğunu hiç bir zaman unutmamış ve Halife olduğunun şuuruna vakıf bir yönetim sergilemiştir. Mülk sahibi olup ta kendisinin Halife değil Asil olduğunu zanneden bir kısım yönetim sahiplerinin akıbeti (Firavun , Karun v.s) anlatılarak , diğerlerin ibret alması amaçlanmıştır. 

Sonuç olarak ; Davud (a.s) üzerinden örneklenerek , yanlış sözün doğru sözden ayırabilme kabiliyeti (Fasl elhitab), ona verilen Hikmet ile birleştirilerek nasıl olmaması gerektiği üzerinden verilerek , nasıl olması gerektiği anlatılmaktadır. Hatadan dönme erdemini göstermenin güzelliği de burada görülmekte olup , bu da ayrı bir örneklik olarak bizlere sunulmaktadır. Hakim pozisyonunda olan kişilerin hüküm verirken uyması gerekenler onların halife olmuş olmaları hatırlatılarak yapılmakta ve herkesin yaptıklarından ve kararlarından ötürü sorumlu olduğu en üst mercii olarak Allah (c.c) olduğunun unutulmaması istenmektedir.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.