27 Şubat 2015 Cuma

Adem ve İblis Kıssasının Araf Suresi Bölümü İle İlgili Bir Değerlendirme

Adem ve İblis kıssası, Kur'anın 7 ayrı suresinde geçmekte olup , Mushaf dizilişine göre 2. olarak Araf s. içindeki Ayetlerde geçmektedir. Bu sure içinde geçen kısmı diğer surelerden farklı olarak, kıssa anlatıldıktan sonra devam eden Ayetlerde ki "Ey Adem oğulları" hitabı ile başlayan Ayetlerin , bu kıssanın sadece belli bir zaman ve mekan içinde değerlendirilmekten çok yaşayan bütün insanların kıssası olduğunu göstermesi açısından önemli mesajlar içermektedir.

Bu kıssa ile ilgili yorumlara bakıldığında, bir çok konuda müşkilat olduğu ve bu müşkilatların , Kur'an bağlamında değil zan ve İsrailiyyat bağlamında çözüme kavuşturulmaya çalışıldığını görmekteyiz. Kur'an geneline yayılmış olan bu kıssayı okurken dikkat edilmesi gereken hususları , "Adem ve İblis Kıssasını Okuma Klavuzu" başlıklı bir yazımızda değinmeye çalışmıştık.

İnsanların nasıl çoğaldığı sorusu herkes tarafından merak edilen bir soru olup , bu sorunun cevabının , bu kıssada verildiği düşüncesi ile bir takım yorumlar getirilmiştir. Meşhur olan yorum , ilk yaratılanın Adem ve eşi olması nedeniyle bunlardan olan çocukların çapraz vari evlilik yaparak çoğaldığı yorumudur. Bu yorum tabi ki problemli bir yorum olup , kardeş evliliğinin haram olması nedeniyle bunun mümkün olmadığı iddiası dile getirilmektedir.

Kardeş evliliği yorumuna karşı getirilen , bir başka yorum bu surenin 11. Ayetinde ," Andolsun ki, sizi yarattık, sonra size suret verdik. Sonra da, «Âdem'e secde ediniz,» diye meleklere emrettik, derhal secde ettiler. Ancak iblis, o secde edenlerden olmadı." şeklinde buyurulmasından hareketle Adem den önce yaratılmış olan İnsanlar var olduğu , çoğalmanın bu yolla gerçekleştiği yönünde iddiaların ortaya atıldığını görmekteyiz.

Ancak bu veya başka surelerde "Ey Adem oğulları" şeklinde başlayan hitaplar bizlere , Adem den önce insanlar var olduğu iddiasının da doğru bir iddia olmadığını göstermektedir. Şayet Adem den önce İnsan nesli var olmuş olsaydı bu iddiayı ortaya atanlara , "Neden Ey Adem oğulları şeklinde hitapta bulunulduğu" sorusunun sorularak cevabının verilmesi istenmesi gerekirdi. 

Bu sorunun cevabı maalesef verilemezdi , çünkü "Ey Adem oğulları" şeklinde başlayan hitaplar, bizlerin atasının Adem olduğu yönündeki düşüncelerin daha doğru olduğunu göstermektedir. Bunu söylerken İnsan neslinin kardeş evliliği ile çoğaldığı iddialarının doğru olduğunu söylemek istemiyoruz.

Söylemek istediğimiz şu dur ; İnsan neslinin nasıl çoğaldığına dair Kur'anın net bir beyanı yoktur. Bu konu hakkında bize bilgi verilmemiş olup hakkında bilgi verilmeyen bir şeyin peşine düşülmektedir (17. 36). Ne kardeş evliliği ile ne de daha önce yaratılmış olan insanlar ile çoğaldığımıza dair Kur'an bize net bir bilgi vermemektedir , bu iddialar zanna dayanmakta olup , "Şu doğrudur" diyebileceğimiz iddialar değildir. 

Araf. s. 11. Ayetinde verilmek istenen mesaj , bu kıssanın bütün İnsanların kıssası olduğu mesajı olup, bu sure içinde Adem ile bizi özdeşleştirerek , başkası yaşamış gibi okumayın kendiniz için okuyun mesajıdır. 

Kur'anda anlatılan Adem ve İblis kıssalarında en önemli aktör , Adem den çok İblis adı ile müşahhaslaştırılarak anlatılan Şeytan olgusudur. Şeytan kelimesi Kur'an da Adem den daha fazla yer alan bir kelime olması bu kelime etrafında anlatılanların önemini göstermektedir.  

Araf s. 17. Ayetinde , Şeytan ismini alan İblis İnsanları nasıl aldatacağını söyleyerek bu sözünün pratiğini ilerleyen Ayetlerde Adem ve Eşini kandırmaya çalışarak gösterecektir. 

[007.017]  «Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!» dedi.

Kıssanın , Araf s. 20.21.22. Ayetlerinde , Şeytanın 17. Ayette gördüğümüz kandırma taktiğini devreye ne şekilde soktuğunu görmekteyiz.

[007.020]  Derken şeytan, kendilerine örtülmüş olan ayıp yerlerini açmak için ikisine de vesvese verdi ve: «Rabbiniz size bu ağacı yalnızca birer melek olmamanız yahut ölümsüzlüğe kavuşmamanız için yasak etti.» dedi.
[007.021]  Ve: «Ben gerçekten sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim.» diye ikisine de yemin etti.
[007.022]  Bu şekilde onları kandırıp sarktırdı. Bunun üzerine o ağacın meyvesini tattıklarında, ikisine de ayıp yerleri açılıverdi ve üzerlerini üst üste cennet yapraklarıyla yamamaya başladılar. Rableri onlara: «Ben size bu ağacı yasaklamadım mı, haberiniz olsun bu şeytan size açık bir düşmandır, demedim mi?» diye seslendi.

Burada şu hususun hatırlanmasında fayda vardır ; Şeytan Adem ile Eşinin karşısına 3. bir şahıs olarak çıkmamıştır. Onlara vesvese vererek yani fısıldayarak bu yalanı söylemiştir. Bu şekil yoldan çıkarma bütün İnsanlar için geçerli olup , nefsimize hoş gelen bir günahı işlemeden önce bunun güzel gösterilmiş olması Şeytan iğvası dediğimiz yanaşma yolları ile olmaktadır. Bir çok Ayette "Şeytan onlara işlediklerini güzel göstermiştir" buyurularak , başka Ayetlerde de " bu günahı işlemeye vesile olduktan sonra " Ben sizden uzağım Ben Allah tan korkarım" şeklinde ifadelerle Şeytanın İnsanı nasıl enayi ve aptal yerine koyarak bu duruma düşmeyin mesajı verilmektedir.

Adem ile Eşinin yasağı çiğnedikten sonra ki halini anlatan 22. Ayette , onların çırılçıplak kaldığı ve bu çıplaklığı örtmek için , yapraklarla örtünmeye çalıştıklarını görmekteyiz. Tefsirlerde bu yaprakların hangi ağacın yaprağı olduğu tartışmaları kıssanın bu gün doğru anlaşılamamasının temelini atan düşünceler olarak birer ibret vesikası halinde tefsirlerde bulunmaktadır. Olayı sadece yaşanmışlığı içinde düşünerek yapılan bu yorumları bir tarafa bırakarak , verilmek istenen mesajın bize dönük mesajını okumaya çalışalım.

Araf s. 26.27. Ayetleri yukarıdaki Ayetleri anlamakta müfesser bir Ayettir.

[007.026]  Ey ademoğulları, size ayıp yerlerinizi örtecek ve süslenmenizi sağlayacak elbiseler gönderdik. Takva elbisesi bunlardan daha hayırlıdır. Bu Allah'ın ayetlerinden biridir. Ola ki, düşünüp ders alırlar.
[007.027] Ey ademoğulları, şeytan ana- babanızı elbiselerinden soyundurup ayıp yerlerini meydana çıkararak cennetten çıkardığı gibi sizleri de ayartıp tuzağa düşürmesin. Sizin şeytanı ve adamlarını göremeyeceğiniz yerlerden onlar sizi görürler. Biz şeytanları inanmayanlara dost yaptık.

İki Ayet içinde geçen "Libas" kelimesi , "İnsanı çirkinlikten koruyacak örtü" anlamında bir kelimedir. Öncelikle bu olaydan , İnsanın fıtri yapısının örtünmek gibi bir koruyucuya ihtiyaç duyduğunu okuyabiliriz. Adem ile Eşinin emri çiğnediği anda çıplak kalmış olmaları , Allah (c.c) nin onlara emrettiği koruyucuyu (Şu Ağaca yaklaşmayın emrini) Şeytanın onlara verdiği vesvese ile çiğneyerek koruyucusuz kalmaları ve fıtri olarak ihtiyaç duydukları koruyucuyu başka kaynakta arama çabalarını göstermektedir.

Allah (c.c) bizlere , hepimizin üzerinde olan "Libas" kelimesini onun bizlere indirmiş olduğu "Vahiy" ile benzeştirerek , Kur'ana tabi olmanın yani Kur'an elbisesini giymenin kişiyi tehlikeden koruduğunu , Bu elbiseden soyunan insanın her türlü tehlikeye maruz kaldığını 26.27. Ayetlerde anlatmaktadır. Kendini Vahiyden sıyırarak çıplak kalan insan , artık her tür tehlikeye açık olmakta , korunmak için Vahiy harici  koruyuculara kıssa da"Cennet Yaprağı" olarak teşbih edilen başka koruyucular arama peşine düşecektir. 

İnsan fıtri yapısı gereği kendini hem maddi , hem manevi olarak koruyacak koruyuculara ihtiyaç duymaktadır. Allah (c.c) kullarına korunmaları için hem maddi , hem de manevi koruyucular indirerek onların korunmasını sağlamıştır. "Takva Elbisesisi" olarak yapılan teşbihte insana gerekli olan manevi korunmanın yine kendisi tarafından indirilmiş olduğu ve bunun en hayırlı yani diğer koruyucuların yanında daha değerli olduğu vurgusu yapılmaktadır.

[007.031]  Ey Ademoğulları! Her mescidde zinetlerinize yapışın; yiyin için fakat israf etmeyin, çünkü Allah müsrifleri sevmez.

Araf s. 31. Ayetinin  meali br çok mealde , " Camiye giderken güzel elbiseler giyin" gibi komik bir anlama büründürülerek yapılmıştır. Bu şekil mealler Kur'an mantığını ve bütünlüğünü hiçe sayarak yapılan mealler olup bağlamdan kopuk anlam vermenin bir örneğidir.

"Mescid" kelimesi , "Secde edilecek mekan" anlamında bir kelime olması nedeni ile , secde etmeyi sadece ritüel anlamda görenler , olayı sadece camide güzel elbise giymek anlamında anlama kabiliyetini!! göstermişlerdir. Secde kelimesi anlam itibarı ile hayatının her anında Allah (c.c) emri doğrultusunda hareket etmek demek olup , bu anlamda her yer bir nevi mescid sayılır. 

"Zinet" kelimesi ; İnsanı Dünya ve Ahirette çirkinleştirmeyen , rezil etmeyen" şeye verilen bir isim olarak , yapışılması emredilen Zinetin burada mecaz bir kullanım olduğu , bu kelime ile kast edilen şeyin "Vahiy" olduğu anlaşılmaktadır. Allah (c.c) hayatın her anında bizlere vahye yapışmamızı emretmektedir.

"Zinet" kelimesi ; "Değerli Eşya" anlamını da içinde barındırdığı için , İnsanın Dünya hayatı içinde sahip olduğu bu tür eşyaya verdiği ve onu koruma hususunda nasıl titizlik gösterdiği üzerinden , Kur'anında böyle bir titizlik içinde korunması ve değer verilmesi emredilmiş ve hayatın her safhasında pratize edilmesi istenmiştir. 

Bu koruma maalesef , içeriğinin hayata pratizesi olarak değil , Mushafın en güzel süslenmiş kaplara konularak hiç dokunulmayacak bir yerde saklanması olarak algılandığı için , evlerin en mutena yerinde kimsenin erişemeyeği bir yerde asılı durması olarak anlaşılmış ve hala bir çok evde bu halde muamele görmektedir.

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

26 Şubat 2015 Perşembe

Türkiye Müslümanlarının Savrulma Seyri

Allah (c.c) yeryüzünde yaratmış olduğu insanlara sadece kendisini İlah ve Rab olarak tanımalarını , başka İlah ve Rablere kulluk etmemelerini hatırlatan Elçiler ve Kitaplar göndermiştir. Allah (c.c) nin tek İlah ve Rab olması demek , yarattıkları üzerinde hüküm koyma hakkının kendisinde olması anlamına gelmesi demek olup , bu hakkı sadece kendisinde gören insanlar ile bu hakkın Allah (c.c) nin olduğunu iddia edenler arasındaki savaş ilk İnsan dan beri var olmuş , son insana dek sürecektir. 

Kur'an da anlatılan Elçi kıssaları tarih boyunca yaşanan bu mücadelenin canlı örnekleri olup , özellikle Elçiler ve onlarla birlikte olanlarda ki örneklerin bizler için de dikkate alınması gerekmektedir. Elçiler ve onlarla birlikte olanların bizlere anlatılması , onların ne kadar Kahraman ve Mü'min olduklarının entellektüel sohbetlerde anlatılarak, masal tadında dinlenmesi için değildir. 

Elçiler ve onlarla birlikte olanlar , Müşrik kavimleri ile aralarında keskin bir çizgi oluşturarak onların dinleri ile alakalarını kesmişler sadece Allahın Dinini yaşamak için gayret etmişlerdir. Bu süreç, ta ki Muhammed (a.s) ın Elçiliğinde de böyle gerçekleşmiştir. Kur'an , bütün Elçilere olduğu gibi Muhammed (a.s) a da  DİN YALNIZ ALLAHIN OLANA , FİTNE YERYÜZÜNDEN KALKANA KADAR CİHADA DEVAM hedefi göstererek bu yolda nasıl yürümesi gerektiğini ona ve onunla birlikte olanlara göstermiştir. Muhammed (a.s) dan önceki Elçilerin kıssaları işte burada devreye girerek bu yolda yürüyen öncekilerin mücadeleleri ve çektikleri çileler, o ve onunla birlikte olanların yolunu aydınlatmıştır. 

Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanlara tavsiye edilen en önemli nokta kimseyle "MÜDAHENE" de, yani  tavizkar bir tutum içinde bulunmaması idi. "Başarıya giden yolda her yol meşrudur" deyip vahyin onayından geçmeyen bir yol izlememesi emri en önemli noktaydı.  

Şurası asla unutulmamalıdır ki , Allah (c.c) Elçilerine ve onlarla birlikte olanlara , İLLAKİ veya NE OLURSA OLSUN veya NEYE MAL OLURSA OLSUN şeklindeki ifadeler le iktidar olmalarının şart olduğunu beyan etmemiştir. Onlara sadece TAVİZSİZ  bir mücadele örneği sergilemelerini ve bu yolda can ve mal ile gayret etmelerini beyan etmiştir.

Türkiye de 1970 li yıllardan sonra yaygınlaşan İslami hareket, özellikle şehid Seyyid Kutub başta olmak üzere nebevi bir metod öneren Alimlerin kitaplarının çevrilmesi ile atağa kalkmıştır. O benzeri Alimlerin çizgisini izleyen bir çok Türkiye li Alim ve yazar bu çizginin devam etmesinde önemli bir rol oynamıştır , hala oynamaktadır Allah (c.c) onlardan razı olsun. 

İlerleyen yıllarda özellikle A.K.P nin iktidar olması bu hareket seyri üzerinde olumsuz etkiler yaparak büyük bir savrulmaya yol açtığı görülmektedir. A.K.P iktidarı öncesi , Anavatan partisi ve Refah partisinin iktidarlarında Dünya hayatının geçici menfaati olan mal , servet , güç ve ihtişam ile tanışmaya başlayan Müslümanlarının, A.K.P iktidarı döneminde bu tanışıklığının zirve yaptığına şahid olmaktayız.  

İktidarın getirdiği geçici menfaatlere sahip olmanın hem devam etmesi , hem de genişlemesi için bu iktidarın devam etmesi gereği artık İslami söylemler etrafında dile gelmeye başlamış olması , savrulmanın en büyük göstergesidir.

İslami söylem etrafında toplanan Müslümanların iktidar karşıtı söylemleri , iktidar yanlılarınca , "Biz gelmezsek C.H.P gelir" merkezli söylemler ile savunulmakta olduğu görülmektedir. İktidarın önde gelenlerin bir çoğunun, Dini tahsil veren okullardan mezun olmaları ve Namaz , Hacc , Oruç v.s ibadetleri yerine getiriyor olmaları bu insanların iktidarda kalmasını gerekçelerinden bir haline getirilmiştir.

Bizim bakış açımız maalesef , iktidardakilerin bu gibi ibadetleri yerine getirmiş olmaları, ülke yönetimi konusundaki tabi oldukları sistemin İslami bir sistem olduğu konusunda bir düşünceye sevk etmiştir. Bu düşünceye sevk edenlerin , dün sistemi eleştiren ve yıkılması gerektiğini ifade edenler  olması bizi daha derinden yaralamaktadır.

Zaman içinde Gazete , Dergi , Tv , Vakıf , Dernek v.s gibi kuruluşlar ile cemaat haline gelen insanların ilk kuruluşlarındaki söylemlere baktığımızda İslami düşünceyi geliştirmek merkezli olduğunu görmekteyiz ve bu kuruluşların amaçları doğrultusunda ki çalışmalar herkes tarafından destek görmüştür. İlerleyen zaman içinde değişen şartlar , bu kuruluşların bir çoğunun amacından saparak iktidar sayesinde birşey elde etmek kavgasına dönüşmüştür. 

Son zamanlarda Türkiye gündemini bir hayli meşgul eden malum cemaat etrafında dönen olaylara baktığımızda , A.K.P iktidarı ile daha da güçlendikten sonra artık Devleti tehdit etmeye başlamış olması , onları bu hale getirenler tarafından bile rahatsızlık konusu olmuş ve önlerinin kesilmesi gerektiğinden hareketle çeşitli önlemler alınmıştır. Dün birbirleri ile sarmaş dolaş olanların , bu gün nasıl bir düşmanlık içinde olduklarını gördüğümüz zaman , özellikle kendilerini Müslüman kimliği ile ifade edenlerin Dünya malı için ne kadar çirkefleştiğine şahid olmaktayız.

Menfaat pastasından pay kapmak için girilen bu kavgaya İslami bir kılıf giydirmek, bu kuruluşların başında bulunan dünün keskin İslamcı ve Tevhidi söylem sahibi Alimlerine düşmüş ve onlar iktidar tarafından beslenebilmek için, önce bu iktidarın oy verilerek beslenmesinin şart olduğuna dair fetvalar üretmişlerdir. Bu fetvaları üretenlerin yıllar önce yazmış oldukları kitaplarda , yaptıkları konferanslarda sistemin TAĞUTİ bir sistem olduğu ve yıkılması gerektiği yönünde söylemler olduğu konu ile yakından ilgilenenlerin malumudur. 

Dün TAĞUTİ bir sistem bu gün nasıl İSLAMİ  bir sisteme dönüştü de Türkiye Müslümanlarının bu sisteme sahip çıkması gerektiği dillerden düşmez oldu?. 

Bir sistemin TAĞUTİ olmaktan çıkması o sistemi yürütenlerin Namazlı abdestli olmuş olmalarımı dır?. 

Namaz kılan Abdest alan insanların , TAĞUTİ  bir sistemi yürütmüş olmaları bu sistemin meşru bir sistem olduğunun kanıtımı dır ?. 

İktidar yanlılığı öyle bir çığırından çıkmıştır ki artık en baştakinin  neredeyse Mehdi ilan edilmesine ramak kalmıştır , hatta bazı mezcuplar tarafından dile getirilmeye dahi başlanmıştır. Yaklaşan Millet Vekili şeçimlerinde aday adayı olan bir takım insanların olayı siyasi bir yarış olmaktan çıkarıp "Kutsal Dava" konumuna yükseltmiş olmaları , luna parklardaki tarihi karakterlerin resimlerine kafalarını koyarak fotoğraf çektirenlere benzer fotolar ile reklamını yapan aday adaylarını gördükçe bu işin iyice cılkının çıkarılarak bir komedi haline ve yağcılık yarışına dönüştüğünü göstermektedir. 

Nebevi hareket metodu rafa kalkmamıştır kalkamaz . Bu iktidarın muhafazakar bir söylem içinde olması mevcut sistemi asla meşru göstermez. Bizler "Elçiler ve onlarla birlikte olanlar" olarak, kim nereye savrulursa savrulsun , kimseye MÜDAHANE (yağcılık -taviz) etmeden diğer Elçilerin yolunu izlemeye devam etmemiz gerekmektedir.

İnandığımız , yaşamaya çalıştığımız , öncellediğimiz bu Kitap bize bu yolu önermektedir. Dünyevi kaygılar , veya korkular bizleri bu yoldan savulup uçuruma düşmemizi gerektirmemelidir. Bakış açımız günlük siyasetin getirileri ve götürüleri açısından değil , Dünya hayatındaki bu bakış açımızın , yarın hesap günü bizi nasıl bir yere sevk edeceğini düşünerek olmalıdır.

1980 sonrası İslami söylem sahibi olarak T.B.M.M ye giren kaç kişi bu söylemlerini orada dillendirme imkanı buldular?. 

T.B.M.M ye İlk adım attıkları gün ettikleri yemin, Tağuti sisteme bağlı kalacaklarına dair dair namus ve şeref sözü değilmi ?. 

Kendilerini Müslüman olarak niteleyerek buraya girenlerin kaç tanesi bu kimliklerini sadece meclis mescidi haricinde dile getirebildi ?. 

Daha dün iktidara gelerek her şeyi düzelteceklerine dair söz verenlerin bir çoğu , iktidar öncesi sahip olamadıkları maddi yönlerini düzeltmekten başka bir iş yapmadıkları herkesin şahid olduğu bir durum değilmi?.

Televizyonlar da akrabayı kayırmanın Kur'anın emri olduğunu utanmadan iddia edenlerin cemaziyel evvellerine bakıldığında, cebi parasız ama dilinde "Kafir devlet yıkılacak elbet" sloganları düşmezdi. Cepler para ile dolduğunda artık başkalarının da ceplerini doldurmanın Kur'an emri olduğu dillerde gezer olmanın savrulmanın boyutlarını göstermesi bakımından ibretli bir örnektir.

Sonuç olarak ; İnsanların bir kısmının , Dünya hayatı ve onun geçici menfaatine dair olan sevgileri, onların Dini düşüncelerinin zaman içinde değişim göstermesine sebeb olmaktadır. Bunun bariz örneklerini, 1980 sonrasında iktidara gelen siyasi partiler içindeki geçmişi İslamcı olan kişilerin nasıl bir değişim aşamaları gösterdiklerine bakılarak görülebilir. Yaklaşan genel seçimler dolayısı ile aday olma yarışına girenlerin bazılarının kendilerini soktukları durum " üç kuruş için değer mi?" dedirtecek cinsten olması , Müslümana yakışmayacak soytarılık örneklerindendir.

Dün, Elçiler ve onlarla birlikte olanlar nasıl bir yol izledi ise , bu günde Türkiye Müslümanlarının aynı yolu izleme mecburiyeti vardır. Bir takım kimselerin , "Saray Alimi" adayı tiplerin arkasından giderek onların yollarını izlemeleri yarın kendilerini kurtarmaya yetmeyecektir. Bizler ne olursa olsun ülke yönetiminde söz sahibi olmak değil , meşru yollarla ülke yönetiminde söz sahibi olmak zorundayız. Meşru yol ise mevcut sistem içindeki siyasi partilerden birisinin muhafazakar bir söylem içinde olmasından hareketle onun iktidar yapılması değildir. Meşru yolu bize Allah (c.c) ve onun Elçileri göstererek bu uğurda canlarını ve mallarını sarf ederek çaba göstermişlerdir. Bu gün mallarını sarf ederek vekil olma yarışına girenlerin , sarf ettiklerinin yerine yenileri koymak amaçlı bir çaba içinde oldukları acı bir gerçektir. İktidar çevresinde kümelenmiş olan İslami kuruluşların bağlılarının iktidara gelince nasıl bir değişiklik içine girdiğinin örnekleri ile göz önünde olması , kimsenin "Ben vekil olursam değişmem" şeklinde vereceği bir sözün ne kadar inandırıcı olabileceğini düşündürmektedir.

Rabbimiz bizleri İbrahimin ateşine su taşıyan karınca misali safını belli edenlerden kılsın.

24 Şubat 2015 Salı

Recm Cezasını Red Etmek Değil, Kabul Etmek Küfürdür

Müslümanların , kendi aralarında olan farklı düşüncelerin hangisinin doğru olduğu kararını, Kur'anın değil rivayetlerin belirleyiciliği ışığında yapmak gibi bir usullerinin var olduğu herkesin malumudur. Farklı düşüncede olan insanların birbirlerini tekfir etmelerine kadar varan sonuçlara sebeb olan , belirleyici bir Kitap üzerinden yapılmayan bu tartışmalara verebileceğimiz bir örnek konu , "Recm" cezası konusudur. 

Bu cezanın var olduğunu kabul edenler , bu cezanın olmadığını iddia edenleri "Kafir - Hadis ve Sünnet inkarcısı" gibi suçlamalarla tekfir etmektedirler. Bu yazımızda illaki birilerini tekfir etmek gerekiyorsa, bu cezayı red edenlerin değil , kabul edenlerin tekfir edilmesi gerektiğini iddia ederek, bu iddiamızın Kur'an temelli olarak delillendirmeye çalışacağız.

 Klasik İslam hukukunda , evli Kadın veya Erkeğin zina yapması halinde ona uygulanacak olan
ceza, onların  taşlanarak öldürülmesi yani "Recm" edilmesi olarak belirlenmiştir. Bu belirlenme, Kur'anın bu konudaki emri göz ardı edilerek yapılmış ve bu cezanın yerleşmesi için akıllara zarar düşünceler ortaya atılarak , Ehli Sünnet akaidi nin amentüsü haline getirilmiştir, bu düşünceler kısaca şöyledir. 

Evli Kadın veya Erkek zina ettikleri zaman ,onların recm edilerek öldürülmeleri gerektiğine dair  bir Ayetin aslında indiği , ancak bu Ayetin Muhammed (a.s) ın vefatı sırasında Aişe validemizin odasına giren bir keçi tarafından yenildiği !!! , ve bu yenilen Ayetin Mushafa alınmamış olması onun hükmünün geçerli olmaMAsı gerektiği düşüncesini geliştirmiş ve ayrı bir garibet olan "Nasih Mensuh" teorisi altında , "Hükmü baki metni mensuh" şeklinde alt kategori ihdas edilerek İslam düşüncesine sokulmuştur. 

Bu iftiranın güçlendirilmesi için gerekli uydurma rivayetler , Vahiy olduğu iddia edilen Hadis Kitaplarına sokularak red edilmesi güç bir duruma büründürülmüştür. Bu konu "Mahalle Baskısı" diyebileceğimiz bir hale getirilmiş karşı çıkan birisi ne " Sen Buhari veya Müslim Hadisini mi red ediyorsun?" şeklinde bir itiraz getirilerek , bu kitaplarda yazanların kesin doğru hükümler olduğu zannı oturtulmuştur.

"Mütevatir Sünnet Kur'an Ayetini nesh eder" şeklinde ayrı bir düşünce geliştirilerek ,Kur'anın belirleyici olmaması sağlanmış , belirleyicilik rivayetlere verilmiş ve recm rivayetleri, Kur'anın önüne geçerek Dinin olmazsa olmaz düşünceleri arasına girmiştir. Yazımızda Kur'anın , zina eden evli Kadın ve Erkeğin cezasını belirlediği iddiasını delillendirmeye , Allaha ve Elçisine nasıl bir iftira atılarak nasıl KÜFRE düşüldüğünü ortaya koymaya çalışacağız.

Ez zâniyetu vez zânî feclidû kulle vâhıdin min humâ miete celdetin ve lâ te’huzkum bi himâ ra’fetun fî dînillâhi in kuntum tu’minûne billâhi vel yevmil âhır(âhırı), vel yeşhed AZABEHUMA tâifetun minel mu’minîn(mu’minîne).

[024.002]  Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüzer değnek vurun. Allah a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dini hususunda bir acıma tutmasın. Mü'minlerden bir grup da bunların AZABINA şahid olsun.

Nur s. 2. Ayeti, zina eden Erkek ve Kadının her birine 100 değnek cezası vurulmasını emretmektedir. Geleneksel İslam düşüncesinde , bu cezanın bekarlar için olduğu , evliler için Kur'an herhangi bir ceza belirlemediği , evlilere uygulanacak olan cezanın Sünnetle sabit olduğu ve bu cezanın "Recm" olduğu iddiası herkesin malumudur. 

Bu iddianın ne kadar yanlış olduğu , yanlış olduğu kadar Allaha ve Elçisine İFTİRA olduğunu aynı surenin 6-9. Ayetler arasında beyan edilen, şahidi olmayan zina iddiası ile ilgili hükümler içinde  açık ve net bir biçimde görmekteyiz.

Okuyucularımızın , Nur s. 2. Ayetinde büyük harfle vurguladığımız "AZAB" kelimesini hatırında iyice tutmasının gerektiğinin altını çizmek istiyoruz. Bu kelime, konumuzun anahtar kelimesi olup , zina eden Kadın ve Erkeğe vurulan 100 değnek cezasını "AZAB" olarak ifade etmektedir.

Vellezîne yermûne ezvâcehum ve lem yekun lehum şuhedâu illâ enfusuhum fe şehâdetu ehadihim erbeû şehâdâtin billâhi innehû le mines sâdıkîn(sâdıkîne).
 [024.006] Eşlerine zina isnad edip de kendilerinden başka şahidleri olmayanların şahidliği; kendisinin doğru sözlülerden olduğuna dair Allah'ı dört defa şahid tutmasıdır.

Vel hâmisetu enne la’netallâhi aleyhi in kâne minel kâzibîn(kâzibîne).
[024.007] Beşinci defa da, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah'ın lanetinin kendi üzerine olmasını dilemesidir.

Ve yedraû anhel AZABE en teşhede erbea şehâdâtin billâhi innehu le minel kâzibîn(kâzibîne).
[024.008]  Kocasının yalancılardan olduğuna dair dört defa Allah'ı şahid tutması kadından AZABI savar.

Vel hâmisete enne gadaballâhi aleyhâ in kâne mines sâdikîn(sâdikîne).
[024.009]  Beşincisinde ise, eğer o (kocası) doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını ister.

Yukarıda verdiğimiz Ayetlerde , Karısının zina ettiğini iddia eden fakat bu iddiasını şahitlendirecek 4 kişi bulamayan Erkeğin nasıl bir yol izleyeceği , kendisine zina yaptığı iddia edilen Kadının zina yapmadığını iddia etmesi halinde, onun nasıl bir yol izleyeceği yani "Lanetleşme" nin nasıl olacağı anlatılmaktadır.

Bu Ayetler içinde, evli Kadının zina cezasını bulmaktayız şöyle ki ; Kocasının , kendisinin zina yaptığı iddiası ile şikayet edilen Kadının , bu fiili işlemediğini yemin ile ifade etmiş olması , 8. Ayet te beyan edildiği üzere AZABI ondan savmaktadır . Kadın eğer zina fiilini izlediğini kabul etmiş olsaydı bu sefer AZAB, o Kadın dan savılmayacak ve uygulanacaktı. 

Şimdi biraz düşünelim , bu AZAB nasıl bir AZAB tır ?. 

Bunun cevabı daha önce işaret ettiğimiz üzere Nur s. 2. Ayetinde dir. Nur s. 2. Ayetin de zina eden Kadın ve Erkeğin herbirine vurulan 100 değnek cezası "AZAB" olarak ifade edilmektedir. Kocası tarafından zina fiilini işlediği iddiası şikayet edilen Kadının bu fiili işlemediğini yemin ile ifade etmesi ondan savılacak olan AZABIN  100 değnek olmasından hareketle , şayet Kadın bu fiili işlediğini kabul etseydi ona uygulanacak olan ceza 100 değnek olması gerekmez mi ?.

ŞİMDİ SORUYORUZ ; HANİ KUR'ANDA EVLİLERİN CEZASI YOKTU ? . HANİ EVLİLERİN CEZASINI SÜNNET BELİRLİYORDU ?. BU AYETLER ZİNA EDEN EVLİ KADINA UYGULANACAK OLAN HAD CEZASININ 100 DEĞNEK OLDUĞUNU İFADE ETMİYOR MU ?.

Bu olayın tersini düşünerek , Karısı tarafından zina ettiği gerekçesi ile şikayet edilen , fakat şahitlendirilmeyen durumlarda , Kadının Kocası da zina iddiasını red ederse 100 değnek cezasından kurtulmakta , şayet kabul ederse ona da 100 değnek cezası uygulanacaktır.

Bu açık ve net Ayetlere rağmen hala bu cezayı Muhammed (a.s) ın Sünneti olarak uygulanması gerekir şeklinde bir iddia da bulunanlara sözümüz şu dur; Bir çok Ayette kendisinin sadece kendisine vahy edilen uymakla görevli olduğunu , vahye aykırı bir hareketinde onun cezalandırılacağını beyan eden Ayetlerin tersine böyle bir icraatta bulunduğunu iddia etmek Allaha ve Elçisine İFTİRA atmak değil de nedir ?.

Ayrıca Nisa s. 25. Ayetinde "Meleket Eymanukum" olarak ifade edilen ve bildiğimiz anlamı ile "Cariye" statüsünde olan Kadınların, evlendikten sonra zina ettikleri takdirde onlara verilecek olan  cezanın, "Muhsanat" statüsünde olan kadınlara uygulanacak olan cezanın yarısı olduğu beyan edilmektedir.

Şimdi soruyoruz ; Eğer evli Kadının cezası recm edilerek öldürülme olsaydı , Cariyenin cezası olan yarı uygulamanın şekli nasıl olacaktı ?. Buradan da recm edilerek öldürülme şeklinde bir cezanın asla olmadığı çıkmaktadır. 

Bu konuda yapılan yanlış bir iddiayı da burada dile getirmekte fayda görmekteyiz. Recm cezasının Kur'an da olmadığı , ancak bu cezanın Tevrat ta olduğu , Muhammed (a.s) ın uyguladığı rivayet bu cezayı Tevrat ın bir hükmü olarak uyguladığı düşüncesi mevcuttur. Bu düşüncenin doğru bir düşünce olmadığını , Nisa s. 26. Ayetinde , "Allah size açıklamak ve sizden öncekilerin yollarını göstermek ve tevbenizi kabul etmek ister. Allah Bilen'dir, Hakim'dir." şeklinde buyurulması, önceki Ayetler olan 22-23-24-25 . Ayetlerdeki hükümlerin öncekiler içinde geçerli olduğu vurugulanmaktadır.

Nisa s. 25. Ayeti içinde ki  cümle de  , "Eğer evli iken zina islerler ise kendilerine özgür kadınlara verilecek cezanın yarısını uygulayınız." buyurulmuş olması bu cezanın öncekiler için "Recm" olması düşüncesinin yanlış olduğunu göstermektedir.

"Recm" cezası, bazı kafalarda öyle kemikleşmiş bir cezadır ki karşı cevap olarak hemen " Sen filanca alimden daha mı iyi biliyorsun şimdiye kadar bunu kimse red etmedi de sen mi ediyorsun?" şeklinde gayet ilmi!!! cevapların gelebileceğini bilmekteyiz. Bu cevaplara karnımızın tok olduğunu belirtmek isteriz.

"İbni Kuteybe" adı ile bildiğimiz hadis alimi bundan yaklaşık 1200 sene önce yaşamış birisi olup onun türkçeye ,"Hadis Müdafaası" adı ile çevrilmiş bir eseri vardır. Bu eser içinde dikkati çeken "Recm cezasını red edenler" başlıklı bir bölüm vardır ki, bu bölüm altında bu cezayı red edenlere karşı çıkarak "Muhsanat" kelimesini evirip çevirerek recm cezasını savunmaktadır. 

İbni Kuteybe nin bu müdafaası, bize şunu göstermektedir ; Recm cezasının yanlış olduğu düşüncesi, daha dün ortaya atılan bir düşünce olmayıp bundan 1200 yıl önce yaşayan birinin Kitabına konu başlığı oluyorsa, demek ki 1200 yıl önce bile recm cezasının yanlış olduğunu savunan alimler bulunmaktaymış , Allah (c.c) onlara rahmet etsin ve onlara selam olsun.

Sonuç olarak ; Recm cezası örneği ,Kur'anın Din de belirleyici bir Kitap olmaktan çıkarılmasına çok acı bir örnek olarak önümüzde durmaktadır. Bu cezanın var olduğunu savunanlar , bu cezanın yanlış olduğunu savunanlara KAFİR damgası vurarak tekfir etmekte ve onları suçlamaktadırlar. Kur'an bizim için Dinde ortak bir belirleyici Kitap ise esas KAFİR , bu cezayı Muhammed (a.s) ın uyguladığı , Bu ceza ile ilgili Ayetin olduğunu fakat keçinin yediği , Sünnetin Kur'anı nesh edebileceği iddiası ile recm cezasının Kur'anda olmasa dahi Sünnet ile sabit olduğu gibi iftiraları atanların ta kendileridir. 

KAFİR  damgasını vurmayı gerektirecek bir tayfa var ise bu tür iddiaları red edenler değil , bu iddiaları kabul ederek Dinin bir kuralı haline getirenlerdir. Bu cezayı kabul edenlerin koca koca alimler olmuş olması bizim onları kabul etmemiz gerektiği gibi bir mecburiyet içinde asla bırakmaz. Kur'anın "Atalar Dini" olarak red ettiği yolun takipçilerinin bu günkü devam ettiricleri olan KUR'AN İNKARCILARI , başkalarını Hadis İnkarcılığı ile suçlayıp, Allah (c.c) ye Muhammed (a.s) a attıkları bu iftiraların hesabını verecektir. Bu konuda savunma durumunda kalarak onların hakaretleri altında ezilmekten çok , bizim onları işledikleri cürümün ağırlığını anlatarak , illaki kafir aranacaksa , kafirliği başkalarında değel önce kendilerinde aramaları gerektiğini hatırlatmaktır. 

                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


21 Şubat 2015 Cumartesi

Bakara s. 78-82 Ayetleri: Elleri ile "El Kitabe" Yazanlar

Kur'an okumalarında yapılan yanlışlar dan birisi , ilgili Ayeti sadece hitap çerçevesi ile sınırlamak ve bize dönük herhangi bir mesajının olup olmadığı konusunda herhangi bir düşünce yürütmemektir. Bu tür yapılan okumalarda ilgili Ayetler ,sadece tarihsel olduğu veya belli bir kesime hitap ettiği düşüncesi ile okunduğu için bizleri ilgilendirmediği düşüncesi hakim olmaktadır. Bu tür okumalara örnek vereceğimiz Ayetlerden birisi de Bakara s. 78-82. Ayetleri arasındaki bölümdür.

 [002.078] [TK] Onlardan bir bölümü de ümmidir. Kitabı bilmezler; (bildikleri) bir sürü asılsız şeylerden başka değil; bunlar yalnızca zannederler.

Ayetlerin özel hitap çerçevesine baktığımızda , İsrailoğulları ile ilgili olup onlardan El Kitabe yi bilmeyenlerin, ilerleyen Ayette göreceğimiz gibi başkalarının uydurdukları sözleri "El Kitabe" zannetmeleridir. Bu Ayetleri belirli bir hitap çerçevesinden çıkararak , bize dönük mesajlar olarak okuduğumuz zaman şunları görebiliriz.

[002.079]  Vay, Kitabı elleriyle yazıp, sonra da onu az bir değere satmak için, «Bu Allah katındandır» diyenlere! Vay ellerinin yazdıklarına! Vay kazandıklarına!

Bu Ayet, bağlam itibarı ile İsrailoğullarına hitap etmektedir. Tefsirlere bakıldığında , onların Allah (c.c) nin indirdiği Kitaba karşı olan muameleleri etrafında yorumlar yapıldığını görürüz. Bu yorumları yanlış olarak tavsif etmiyoruz , ancak eksik olarak tavsif edebiliriz. Okunan herhangi Ayeti sadece hitap çevresi ile sınırlı kılarak yapılan okumalara örnek olarak, İsrailoğulları ile ilgili Ayetleri verebiliriz. "Ey İsrailoğulları" şeklindeki hitapların ,sadece onlarla ilgili okunduğu zaman ilgili Ayetlerden bize dönük bir mesajın çıkma düşüncesi geri planda kalmaktadır.

"Elleri ile El Kitabe yazmak" denilmesinin ne demek olduğundan önce, "El Kitabe" kelimesi ile kast edilmek şeyin ne olduğunun anlaşılması gerekmektedir. Allah (c.c) bir çok Ayetinde Elçilerine "El Kitabe" indirdiğini beyan etmektedir. 

Burada "El Kitabe" ile kast edilmek istenen ,Allah (c.c) nin kullarının yaşamlarında tabi olacakları hükümlerin bildirilmesi olup , bu konuda tek yetkili olarak kendisini ilan eden Allah (c.c) ,kendisinin uhdesinde olan bu yetki gasp girişimlerini "Şirk" olarak beyan etmiştir. Kul olarak bize düşen görev, inen "El Kitabe" ye tabi olmak iken, inen Kitap üzerinde oynamalar yaparak ,veya yeni "El Kitabe" ler ihdas ederek İlahlığa soyunmaya kalkanlara tabi olunduğu görülmektedir. 

Yapılan bu işlemin İsrailoğulları ile ilgili Ayetler kapsamında inmiş olması , yapılanların sadece onlarla sınırlı olduğu anlamına gelmez. İsrailoğulları öncelikle "İnsan" olmaları nedeniyle bu işlemi gerçekleştirmiş olup , İsrailoğulları ile ortak yanımız olan "İnsan" olmaklığımız, "Müslüman" kimliği altında aynı ameli işleyip işlemediğimiz konusunda bizleri de düşündürmelidir. 

İsrailoğulları ile ilgili anlatımlar , onların prototip bir kavim olarak , Allah (c.c) indirdiklerine ve gönderdiklerine karşı işledikleri, olumlu ve olumsuz amellerin anlatılarak , biz sonrakilere örnek olmasının amaçlandığı  ve o örneklerin okunarak hayata pratize edilmesini gerektirir. 

Allah (c.c) nin her şeyin yaratıcısı olması nedeni ile , yarattıklarının üzerinde yegane hakimdir. İnsan üzerindeki bu hakimiyeti , yaşadıkları Dünya hayatı içindeonlar için gerekli olan düzenlemeleri yapma hakkını vermektedir. Allah (c.c) bu hakkını , Adem (a.s) dan Muhammed (a.s) a kadar, sayısını kendisinin bildiği Elçiler ve onlara indirdiği "El Kitap" lar ile bildirmiştir. Ancak İnsanlar Allah (c.c) nin kendileri için vaz ettiği bu düzenlemeleri red ederek kendi yanlarından çıkardıkları ile hayatlarını devam ettirmeye kalkmışlardır. 

Bakara s. 79. Ayeti ile verilmek istenen mesajın ana tema sı , İnsanların Allah (c.c) nin indirdiği Kitaba karşı iki çeşit karşılık vermeleri olarak ifade edilebilir.

1- İnen Kitapları tahrif ederek kendi hevalarına göre Ayetleri yorumlamak. 
2- İnen Kitapları toptan red ederek kendileri Kitap yazmaya kalkmak.

Bu 2 karşılığın, başta İsrailoğulları olmak üzere hayat içinde nasıl pratize edildiği bizlere Kur'an Ayetleri ile anlatılarak, "Sizde aynı duruma düşerek Kitaba karşı bunları yapmayın" denilmektedir. Ancak bizler "Yapmayın" emrini , "Yapın" şeklinde anlayıp bu emri!! uygulamak için İsrailoğullarını yarışta geçmeye soyunmuş olduğumuz bir gerçektir. Bu gerçeklik bizlerin hayatından nasıl yer bulmaktadır ? . 

1- İnen Kitapları tahrif ederek kendi hevalarına göre Ayetleri yorumlamak.

Bu gün Müslümanlar arasında ihtilaf konusu olan bazı meseleler de belirleyici olan Kur'an değildir. Belirleyicilik görevi rivayetlere yüklenmiş olup , rivayetlerin belirleyiciliğinin ışığında Kur'an Ayetleri yorumlanmaktadır. Rivayetlerin belirleyici konuma yükselmesi ile bu beliryecilik çerçevesi içinde görüş beyan edenler söyledikleri sözleri "Bu Allah katındandır" diyerek Allaha mal etmeye kalkmakta , kendilerini bu tür insanlara teslim etmiş olanlar da " Sen onlardan daha iyimi biliyorsun?" sözleri ile bu düşüncelerin yanlışlığını ifade edenlere karşı çıkmaktadırlar. 

İsrailoğullarının , yanlarındaki Kitaba karşı yapmış olduğu muamelerin nasıl gerçekleştiği bir çok Ayet içinde beyan edilmiştir. Tevrat ın nasıl tahrif edildiği meselesi bu yazının konusu olmayıp , ellerinde Tevrat olarak bildikleri Kitabın içinde Allah (c.c) tarafından indirilmiş olması imkansız görülen bölümler olduğu , Kur'an ile yapılacak bir sağlama neticesinde görülecektir. 

Kur'anın tahrif edilip edilmediği konusu , Tevrat veya İncil in tahrifi konusu ile gündeme gelmiş olup bu Kitaplarda ki tahrifatın Kur'an Ayetleri içindeki beyanından ötürü bilinmektedir. Kur'an ın metin olarak tahrif edilip edilmediğinin tesbiti şu an elimizde orjinal metin olarak bilinen bir nüsha olmaması ve olması ihtimalini hesaba katacak olursak olursak , bunu haber veren yeni bir Elçi ve Kitabın gelmeyecek olmasından hareketle eldeki Mushaf ın metin olarak tahrife uğrayıp uğramadığı tartışmaları gaybe taş atmak , veya bulanık su da balık avlamak misali sonuçsuz kalacak düşüncelerdir. 

Kur'an , metin olarak tahrif edildi denilmemekle birlikte , anlam tahrifi şeklinde yapılan tahrifatın neticesinde oluşturulmuş düşünceler karşımızda durmaktadır. Allah (c.c) den inen metnin üzerinde çeşitli yollarla yapılan anlam tahrifleri Kur'anın demek istemediği bir şey ona dedirtilerek bu yolla Kur'anın anlamı tahrif edilmeye çalışılmaktadır. Tahrif konusunda İsrailoğullarından bir farkımız maalesef olmamakla birlikte , Kur'an daki bu konu ile ilgili Ayetleri sadece İsrailoğullarının bağlamında okuduğumuz için bizlere her hangi bir mesajı olmadığını düşünmekteyiz. 

2- İnen Kitapları toptan red ederek kendileri Kitap yazmaya kalkmak.

Bakara s. 79. Ayeti nin kapsama alanına giren durumlardan bir tanesi de 2. şık ta verdiğimiz durum olup bu durum nasıl tezahür etmektedir?.

Allah (c.c) her şeyin üzerinde tek hakim olması nedeniyle yaratmış olduğu İnsanın hayatı ile ilgili düzenlemeleri yapmak yetkisine sahip olan tek kişidir. Bu düzenlemelerin genel adını "El Kitab" olarak bizlere bildirmektedir. İnsanlardan hiç kimse böyle bir düzenleme yapmak hakkına sahip olmayıp , görev olarak sadece Allahın indirmiş olduğu Kitaba uymaktır. Maaleseftir ki bir çok insan Kitaba uymak yerine , kendileri kitap yazıp insanları bu kitaba uymaları gerektiği yolunda çağrılar yapmaktadır.

[006.093]  Allah'a karşı yalan uydurandan veya kendisine bir şey vahyedilmemişken «Bana vahyolundu, Allah'ın indirdiği gibi ben de indireceğim» diyenden daha zalim kim olabilir? Bu zalimleri can çekişirlerken melekler ellerini uzatmış, «Canlarınızı verin, bugün Allah'a karşı haksız yere söylediklerinizden, O'nun ayetlerine büyüklük taslamanızdan ötürü alçaltıcı azabla cezalandırılacaksınız» derken bir görsen!

Enam s. 93. Ayetinde , Sahte elçilik ve sahte ilahlığa soyunanların durumu ele alınarak 94. Ayette onların hesab gününde ki halleri anlatılmaktadır. Ayet içinde sahte ilahlığa soyunmayı Bakara s. 79. Ayeti paralelin de düşünecek olursak ; " Allah'ın indirdiği gibi ben de indireceğim" şeklinde ki sözün kavlen söylenip söylenmediğinden çok fiiliyat olarak nasıllığı ortaya konulmalıdır. Eğer bir insan , "Ben insanlar üzerinde hakim olma hakkını Allah ta değil bende görüyorum" diyerek kendisini İlah pozisyonunda görmeye başlar ise " Allah'ın indirdiği gibi ben de indireceğim" sözünü söylemiş olmaktadır. 

Bu sözü fiiliyata dökerek Allahın hakkı olan "El Kitap" yazmayı kendi uhdesine almış sayılır ve eli ile yazdıklarına "Bu Allah tandır" demese dahi, sadece Allahın yetkisinde olan bir yetkiyi gaspederek kendisinin asla böyle bir yetkisi olmadığı halde yazdıklarını Allaha nisbet etmiş sayılır. 

Devam eden Ayetler de , El Kitabın insanlar tarafından nasıl yazıldığına örnek verilmektedir.

[002.080] (İsrailoğulları:) Sayılı birkaç gün müstesna, bize ateş dokunmayacaktır, dediler. De ki (onlara): Siz Allah katından bir söz mü aldınız -ki Allah sözünden caymaz-, yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?
[002.081]  Hayır öyle değil; kötülük işleyip suçu kendisini kuşatmış olan kimseler; cehennemlikler işte onlardır. Onlar orada temellidirler.
[002.082]  İnanıp yararlı işler yapan kimseler cennetlik olanlardır, onlar da orada temellidirler.

Bakara s. 80-82. Ayetleri arasında , İsrailoğulları örneğinde insanlara tarafından "El Kitabe" nin nasıl yazılabileceği örneği verilmektedir. Bu örnekte kendilerini seçilmişler olarak vasıflayan İsrailoğulları ateşe sayılı günler gireceklerini , sonra çıkacaklarını iddia ederek elleri ile bu iddiaları ile elleri ile Kitap yazmış oldukları bu şekil Kitap yazanların iddiaları, Allah (c.c) indirdiği El kitap ta yalanlanarak gerçek bilgi verilmektedir.

İsrailoğulları tarafından ortaya atılan bu iddianın aynısı, İslam düşüncesi içinde de yerini bularak "Günahkar Müslümanların belli bir süreden sonra Cehennemden çıkarılacakları" iddiası vardır. Allah (c.c) nasıl İsrailoğullarının seçilmiş kullar olarak ilan etmediyse , Müslümanları da seçilmiş kullar olarak ilan etmemiştir. Cennete gitmenin yolu nasıl sadece İsrailoğullarından olmak değilse, aynı şekilde sadece "Ben Müslümanım" demekte değildir. İman ve Salih Amel ile süslenmen bir iddia boş ve geçersizdir.

Sonuç olarak ; İsrailoğulları bağlamında anlatılan Ayetleri sadece o kavme has bir özellik olarak okuduğumuzda , verilmek istenen mesajın anlaşılamaması tehlikesi mevcuttur. Bu tür anlatımları onların canlı örnekler sergileyerek yaşamış olduğunu ve aynısını tekrarlamak durumunda kaldığımızda, başımıza gelenlerin onların başına gelenler ve gelecekler olduğunun hatırlatması olduğu unutulmamalıdır. Bakara s. 78-82. Ayetleri arası bu durumun nasıl tezahür ettiği anlatılarak , bizlerin de aynı tür işlemleri yapmamamız hatırlatılmaktadır. Ancak aynı tür hatalardan ibret almak yerine onları örnek alarak onların izleri üzerinde yürümekte devam ettğimiz üzücü bir gerçektir. Kitabı yazmak gibi bir hakkımız olmadığını beyan eden Rabbimiz , İnsan olarak görevimizin onun indirdiği Kitaba uymak olduğunu defaatle hatırlatmasına rağmen , bir şekilde Kitaplar üretilmekte ve bunlar Allah mal edilerek onun adına iftiralar düzülmekte , ve bununla geçici Dünya menfaatleri elde edilmeye çalışılmaktadır. 

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

18 Şubat 2015 Çarşamba

Allahın Dilemesi Dilediğini Saptırması ve Hidayete Erdirmesi Ayetlerini Okuma Klavuzu

Kader konulu tartışmalar, Müslümanlar arasında en fazla görüş ayrılıklarına sebeb olması açısından gündemdeki yerine her zaman korumaktadır. Bu tartışmaların ne zaman başladığının tesbitinin yapılması, konuyu anlamakta önemli rol oynayacaktır. Temelinde yatan düşünceyi bilmeden kader konusunda doğru bir anlayış ortaya koymak mümkün değildir. 

Bu tartışmaların temelinde , öncesi çok eskiye dayanan "Ümeyye oğulları" ve "Haşim oğulları" kavgası yatmaktadır. Osman ve Ali (r.a) ların hilafetleri döneminde bu iki aile arasında iyice su yüzüne çıkan iktidar kavgası, Muaviye nin mensup olduğu "Ümeyye oğulları"nın iktidar olması ile farklı bir boyut kazanmıştır.

Muaviye nin iktidara meşru yollardan gelmemiş olması , onun  meşru olmayan iktidarını, meşrulaştırma gibi bir çabanın içine girmesini mecbur bırakmıştır. "Kader" kavramı arkasına sığınılarak , Muaviye iktidarını Allah (c.c) nin ezelde yazdığı bir yazgı olduğu ve bu yazgıya karşı çıkmanın Allaha karşı çıkmak olduğu etrafında düşünceler geliştirilmiştir. Geliştirilen bu düşüncenin temel düşüncesi , kul olarak bizlerin ezelde yazılmış bir senaryo gereği başımıza gelenlere sabretmek ve kabullenmek yatmaktadır. 

Bu düşüncenin hadis yolu ile destek sağlanma çabası içine girilmiş olması , henüz hadis tedvin çalışmalarının başlamamış olmasının verdiği avantaj Emevilerin ekmeğine yağ sürmüştür. Hadis tenkidi metodunun "Sened tenkidi" metodu ile yapılmasının en büyük sebebi, bu tür hadislerin metin yönünden tenkide tabi tutulmaması yönünde olan düşünceden kaynaklanmaktadır. Şayet hadisler "Metin tenkidi" metodu ile sağlamaya tabi tutulsaydı iktidara karşı çıkılmaması yönündeki hadislerin tümünün uydurma olduğu meydana çıkardı. 

Hadisin kendisi ile değil de, nakleden ile uğraşarak hadislerin sahihlenmesi yoluna gidilmesi ve nakledenlerin "Cerh ve Tadil" metodu ile sağlamlıklarının araştırılması, kişisel düşüncelerin ön planda olmasını gerektirdiği için hadis tedvincilerinin bir hadisin sahih olması için kendi düşüncelerine uygun ravi olması şartı aramaları onları düşüncelerine uygun sened zincirleri bile uydurmaktan geri bırakmamıştır. Hadisin Kur'an karşısında belirleyici bir role büründürülmesi, Emevilerin iktidarının Hadisler yolu ile Muhammed (a.s) tarafından meşru!!! hale getirilmesini sağlamıştır. 

Bu arka plan dahilinde, Hadislerin Kur'an ile olan uyuşmazlığının giderilmesi için, Kur'an Ayetleri nin rivayetlere uygun hale getirilmesi süreci başlamıştır. Bu sürecin başarılması için , Hadisin belirleyiciliğinin alt yapısının, Kur'an Ayetlerine onaylatma ameliyesi gerekmektey di ve gerekli Ayetler bulunarak!! Hadislerin vahiy olduğu teorik ismi ile "Gayri Metluv Vahiy" düşüncesi İmanın şartı ! gibi İslam düşüncesinin baş köşesine oturtulmuştur. 

Emevi saltanatını destekleyen kader konusu etrafındaki hadisler, artık karizmatik bir yapıya büründürülmüş ve dokunulmazlık gibi bir zırha büründürülmüş olan hadis külliyatı içinde yerini bulmuş , bırakın eleştirmeyi kimsenin gıkını bile çıkarmasına müsade edilmemiştir. Bu süreç yüzyıllardır bu şekilde sürmekte ve hala "Buhari veya Müslim Hadisi" denildiğinde akan sular durmakta ve Kur'anın bu Hadisler karşısında sesinin çıkmasına müsade edilmektedir. 

Bu süreç içinde, kader konulu Ayetlerin Hadisler ile uyum sağlama çalışmalarına girilerek "Dilemek" kelimesi etrafında oluşturulan düşünceler de kulun sanki bir kukla olduğu düşüncesi zannı oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu güne kadar gelen zaman içinde Kur'an Ayetleri içinde geçen "Allahın dilemesi" veya "Allahın dilediğini hidayete erdirmesi ve saptırması" ile ilgili Ayetler bu konuda kulun herhangi bir dahli olmadığı düşüncesi çerçevesinde anlaşılarak bazı kimselerin kafalarında maalesef yanlış bilgilerin oluşması sağlanmıştır. Bu uzun girişten sonra ilgili Ayetlerin, nasıl okumaya bir tabi tutularak doğru anlaşılabileceği konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya geçebiliriz. 

Kur'an da bir çok Ayet içinde, "Allah dilediğini rahmetine sokar" , "Allah dilediğini bağışlar ,dilediğine azap eder" , "Allah dilediğini saptırır dilediğini hidayete erdidir" " Allah dilerse hepinizi tek ümmet yapardı" gibi ifadeleri okumaktayız.

Öncelikle bu Ayetlerin anlamlarının "Dilediğine" şeklinde olmayıp " Dileyene" şeklinde olması yönünde görüş beyan edenlerin "Kaş yapayım derken göz çıkarmak" deyimine uygun bir düşünce içinde olduklarını belirtmek isteriz. Kelimelerin anlamları cümle içinde anlamını bulup , sadece bir kelime üzerinde anlam vermeye kalktığımızda belki bir Ayete oturan kelimenin diğer Ayette oturmadığı görülecektir . 

"Allah dileYEni saptırır veya dileYEni hidayete erdidir" düşüncesi yanlış bir düşünce değildir. Yanlış olan taraf, Ayet meallerinin bu yönde çevrilmesidir. Çünkü Ayetler bu şekil bir çeviriye müsaade etmemektedir. Kur'an bütünlüğü içersinde bu Ayetlerin anlaşılması gerekli olup metin üzerinde yapılan anlam oynatmaları daha farklı sonuçlar doğuracaktır. 

Bilinmesi gereken önemli bir nokta şu dur ; Hiç bir kimsenin doğuştan Cennet veya Cehennem ehli olacağı belirlenmemiştir. Şayet böyle bir belirleme yapılmış olsa idi Cehennem ehlinin , "Ey Rabbim beni neden Cennet ehli yazmadın?" diyerek, yapılan haşa bu adaletsizliği sorgulama hakkı doğardı. Allah (c.c) pek çok Ayetinde kullarına zulmedici olmadığını beyan etmiş olması bizim düşüncemizde bir yanlış olduğunu göstermektedir.

Allah (c.c) pek çok Ayetinde , kullarına iki yol gösterdiğini (91.8/76.3/87.3) haber vererek , hangi yolu seçmeleri konusunda onları serbest bırakmıştır. Şayet serbest bırakmayıp onların iradelerine ipotek koymak sureti ile onları yönlendirmiş olsaydı , Cennet veya Cehennemin yaratılmasının gereği olmaz, ve buraya konulanlar haksız yere konulmuş olurdu. Kur'anın bir çok Ayetin de ,  Cennet ve Cehennemi hak etme yolunun "Kendi elleri ile işledikleri" ile olduğu ve bir çok Ayette "Hiç bir şekilde haksızlık yapılmayacağı" beyan edilerek yanlış anlamalara fırsat verilmemiştir. 

Bu konu çerçevesinde, Allah (c.c) nin kullarının ne yapacaklarını önceden bilip bilmediği tartışmaları gündeme gelmiş ve bir kısım insanlar yanlış kader inancının önüne geçmek için "Allah kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını bilmez" şeklinde bir düşünce etrafında toplanmışlardır. Bu düşüncenin "Kaş yapayım derken göz çıkarmak" deyimine uygun bir düşünce olduğunu baştan söyleyerek gerekçemizi belirtelim. 

Bu düşünce, Allah (c.c) ye eksiklik izafe etmek yanlışını beraberinde getirmekte ve Allah (c.c) nin bilmesi ile yazması birbirine karıştırılarak yanlış kader inancının önüne geçilmek istenmekte fakat bu söylem başka bir yanlışı beraberinde getirmektedir. Allah (c.c) bilgisinin sınırı olmaması bizim kul olarak, onun bizim her şeyimiz hakkında bilgi sahibi olmasını sorgulamak hakkını vermez. Biz kul olarak sadece bize verilen bilgiler dahilinde bu konular hakkında fikir yürütme hakkına sahip olabiliriz. Kur'an bu konuda bizlere gerekli bilgiyi vermekte ve Allah (c.c) nin bilMEmek gibi bir eksikliğe sahip olmadığını  beyan etmektedir.

"Allahın dilemesi" demek haşa onun keyfi bir davranış sergileyebileciği gibi bir düşünceye sahip olunmasını asla gerektirmez. Kullarına emrettiği "Adalet" ilkesini önce kendisi üzerine zorunlu kılan Rabbimiz bu konuda en ufak bir adaletsizlik yapmayacağını bildirmektedir. Onun dilemesi , öncelikle kulun serbest iradesi ile yaptıklarının karşılığını vermek demek olup , kul eğer sapmak şeklinde bir irade beyanında bulunur ise  ona sapma yolunu , kul eğer doğru yolda gitmek şeklinde bir irade beyanında bulunur ise ona da doğru yolu kolaylaştırır. Yani Allahın dilemesi , kulun gösterdiği irade doğrultusunda onun yolunu açmak şeklinde kendisini gösterir. 

Allah (c.c) bu konuda kendisi için bir yasa tayin etmiş olup bu yasa Rad s. 11. Ayetinde şöyle beyan edilmektedir. Değişim isteğinin kulları tarafından gelmedikçe kendisinin böyle bir değiştirme yapmayacağı bu Ayet içinde beyan edilmektedir. 

 [013.011] Her insan için önünden ve arkasından takip edenler vardır. Allah'ın emrinden dolayı onu gözetirler. ALLAH BİR KAVME VERDİĞİNİ O KAVİM KENDİSİNİ BOZUP DEĞİŞTİRMEDİKÇE DEĞİŞTİRMEZ. Allah bir kavme de kötülük murad etti mi, artık onun geri çevrilmesine de imkan yoktur. Onlar için Allah'dan başka bir veli de bulunmaz.

"Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı" gibi Ayetler de kullarına verilen irade hürriyeti açık bir şekilde görülmekte , ve bu tür Ayetlerde Allah (c.c) nin hiç bir kulunun iradesine ipotek koyarak doğru yola getirmek bir zorlama içinde olmayacağı haberi verilmektedir.Bu tür Ayetlerin , hiç bir şekilde keyfi hareket etmek gibi bir anlam taşımadığını ifade etmek isteriz. Bu Ayetlerden anlaşılması gereken şeyin Allah (c.c) nin böyle bir işleme gücü yettiği halde yapmayacağının bu tür beyan edilmesidir.

"Kader" kavramı Kur'anın hiç bir yerinde Emevilerin gayreti ile oluşturulan anlamda kullanılmamıştır. Bu kavram Kur'an da "Allah (c.c) nin yaratmış olduklarının üzerine koymuş olduğu ölçü" anlamında olup , dilimizde kullandığımız "Kadar" kelimesi ölçü ve miktar anlamı taşıması açısından bu kavramı anlatmaktadır. 

Yaratılan hiç bir şeyin başı boş bırakılmadığını , bir yasa ya bağlı olduğunu ifade eden bu kavramı İnsan açısından değerlendirdiğimizde , hayat içinde yaptığı her şeyin belli bir sonucu ve yasası olduğunu, yaptığı fiilerin sonucunun bir yasa gereği bir sonucu olduğunu bu kavram ile anlamaktayız. 

"Ketebe" fiili ile ifade bu yasaların yazılmış olması , Emevilerin elinde "Alın yazısı" na dönüşmüş ve kelime yerinden oynatılarak İsrailoğulların Kitaba uyguladıkları muameleye eşdeğer bir işleme tabi tutulmuştur. Allah (c.c) nın yazması demek , alın yazısı şeklinde bir yazma demek olmayıp , her şeyin bir kural dahilinde meydana geldiğinin bilgisi olarak bilinmesi Kur'an mantığına daha uygundur.  

Sonuç olarak; Ümeyye ve Haşim oğulları sülalesinin yüz yıllardır devam eden kavgaları , Muhammed (a.s) sonrası iktidar kavgası olarak devam etmiş , Ümeyye oğullarından olan Muaviye nin, iktidarı Ali (r.a) dan gaspederek meşru olmayan bir yol ile başa geçmesi sürecinde bu meşruiyeti dini bir temele oturtma çalışmaları başlamıştır. Kader kavramı bu meşruiyet arama çabaları dahilinde ters çevrilmiş bir kavram olarak karşımızda durmaktadır. Allahın dilemesi ile ilgili Ayetler bu yanlış inanç neticesinde yanlış anlaşılmış , haşa Allah (c.c) nin keyfi bir uygulama yaptığı düşüncesi bazı kimseler tarafından düşünülmeye başlanmıştır. Bu yanlış düşünceler bir kısım insanı tamamen isyan sürüklemiş ve Allah hakkında yanlış zanlar oluşmasına sebeb olmuştur. "Kader" kavramı her şeyin bir yasaya tabi olarak meydana geldiğini ifade eden bir kavram olarak Kur'an da yerini almışken Allah (c.c) nin kullarının fiilleri ile vereceği karşılığın keyfilik arz edeceği nasıl düşünülebilir?. Kur'an okurken "Allahın dilemesi" ile hangi Ayet gelirse geldin haşa keyfilik arz etmesi açısından değil , kulların serbest iradeleri ile yaptıklarının adil bir bir biçimde verileceğinin bilgisi olarak okunmalıdır.

                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

16 Şubat 2015 Pazartesi

Toplum Düzeninin Cezai Müeyyideler İle Sağlanması ve Kur'anın Bu Konudaki Yaklaşımı

İnsan , yaratılışı itibarı ile birlikte yaşamaya muhtaç bir varlıktır. Bu ihtiyacını Aile , Köy , Kasaba , Şehir ve Devlet bazında yaşam tarzı geliştirerek karşılamaya çalışır. En küçük topluluk olan Aile ve en büyük topluluk olan Devlet içinde yaşamanın bir takım kuralları vardır ki herkesin bu kurallara uyması zorunluludur. Bu kurallara uymayarak haddi aşanlara bir takım had cezaları getirilmiştir ki bu tür cezalar bütün hukuk sistemlerinde vardır. 

Cezaların asıl mantığında dürüst insanları korumak , ve dürüst insanlara karşı suç işleyenleri onlara karşı bu suçu işlememelerini sağlamaya yönelik caydırıcı cezalar olmalıdır. Aksi bir uygulama suçluları ödüllendirmek olur ki  böyle bir toplumda yaşamak neredeyse imkansızlaşır.

Allah (c.c) yaratıcı ve tek İlah olması nedeniyle kullarının yaşadığı topluma bir takım düzenlemeler getirmiştir ve bu düzenleme içinde kurallara uymayanlara Dünyevi cezalar ön görülmüş ve tevbe edilmediği takdirde Ahirette daha çetin bir azabın olduğu hatırlatması yapılmıştır. Bir toplumda cezadan önce, o cezayı hak edecek sebeblerin ortadan kaldırılması gerektiği öncelikli olup, gerekli sosyal düzenlemelerin yapılmadan ,tek taraflı olarak sadece ceza sisteminin işlediği bir toplumda dengenin bozulacağı muhakkaktır. 

Kur'an , İnsanların yaşadıkları toplum içinde birbirlerinin hak ve hukukuna riayet etmeleri gerektiği konusunda kişileri ebedi bir azap ile korkutmuş , ve işlenen suçlar karşılığında Ahiret öncesi , bir takım cezalar belirlemiştir. Bu cezalar konusunda bir takım düşünceler ortaya atılarak suçu işleyeni koruma gayesi üzerine kurulmuş ve eziklik psikolojisinin eseri olduğunu düşündüğümüz bir takım yorumlar getirildiğine şahid olmaktayız.

Cezalarda asıl olan, caydırıcı olması ve aynı suçun bir başkası tarafından işlenilmeye kalkıldığı zaman , ondan önce aynı suçu işleyenin gördüğü cezayı göz önüne alarak, suçun işlenilmesine engel olunmasıdır. Kur'an , Cinayet , Harp , Fesad , Zina , Hırsızlık , Yalancı Şahidlik gibi suçlara had cezaları getirmiş ve bu cezaların maksadı "Caydırcılık" olma esasına dayanmaktadır. Bunun dışındaki suçlara verilecek cezalar "Caydırıcılık" mantığına dayalı olarak hukukçular tarafından belirlenebilir.

Kur'an en küçük toplum olan Aile içindeki sorunlar da , Erkeği "Kavvam" olarak niteleyerek onu bir nevi "Hakim" konumuna oturtmuş ve sorun çözmedeki insiyatifi ona yüklemiştir. Öncelikle şunu söylemek gerekir ki Kur'anın Erkeği söz sahibi kılmış olması onun zulmetmesine izin vererek sorunları çözmesine imkan tanıMAmıştır. Hakim pozisyonunda olan birinin vereceği hükmü "Adil" olarak verme mecburiyetini yükleyen Kur'an, yanlış karar vermenin sorumluluğunu hatırlatarak, bu konumdaki insanları uyarmıştır. Eğer bir Erkek elindeki bu yetkiyi haksız yere kullandığında, onu cezalandıracak İlahi bir merci olduğunu bilerek ona göre karar verecektir. 

Nisa s. 34 , Aile içi sorunlarda nasıl bir prosedür takip edilmesi gerektiğini beyan etmesi bakımından ve özellikle "Fadribuhünne" (Onlara vurun) kelimesi üzerinde bir takım yorumların yapıldığı bir Ayettir. Bu kelimenin klasik meallerde "Onları dövün" olarak çevrilmesi bir takım sıkıntılı durumların doğmasına sebeb olmuştur. Buna karşı olarak yapılan yorumların "Alem ne der" mantığı içinde olduğunu da söylemek istiyoruz. Dayağı savunmak gibi bir niyetimiz olmadığını baştan söyleyerek bu Ayet hakkında daha geniş bir yorumu bir başka yazıya bırakarak şunları söyleyebiliriz. 

[004.034] Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) onlara vurun. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.

"Darabe" , "Bir şeyi başka bir şeyin üzerine koymak" şeklinde anlama sahip bir kelimedir. Bu anlam geçmişte "Erkeğin elinin Kadının üzerine konulması" yani "Dayak" şeklinde gerçekleşmiş ve bazı kişiler tarafından hala gerçekleştirilmektedir. Bu şekil bir muameleyi şayet Erkek , "Bu bana Kur'anın verdiği bir haktır" iddiası ile yapıyorsa önce Kadının neden böyle bir baş kaldırma içine girdiğini düşünmesi sonra yaptığının hak , hukuk , adalet kuralları dahilinde doğruluğunu vicdanına sorgulatmalıdır. Kur'anı hayat nizamı yapmış bir kişinin böyle bir muamele yapmasının pek mümkün olmadığı, evlilik hayatı içinde eşleri ile bu tür bir muamele yapmak gereğini duymayan Muhammed (a.s) örnekliğinin okunması ile anlaşılabilir.   
Ayet içinde geçen "Fadribuhünne"kelimesinin illaki "Dayak" anlamında anlaşılması gerekmez. Kelimenin bir çok yan anlamı olması ,Ayet içindeki bu kelimenin kesin olarak "Dövün" anlamına geldiğinin iddia edilmesini zorlaştırmaktadır. Ayeti ,Aile için sorunlara çözüm önerisi olduğu düşüncesini ön plana koyduğumuzda, kocasından dayak yiyen bir kadının kocasına karşı olan duyguları mutlaka değişecektir. Bu kelimeyi Erkeğin , Kadın üzerine hakim posizyonunda olması nedeniyle baskı uygulaması olarak anladığımızda sorunun çözümü için söz veya başka bir şekilde kadının üzerinde olmak anlamı çıkarmak mümkündür. Eğer Erkek , Karısına karşı vazifesinin bilincinde bir kişi ise bu vazifeyi dayak ile değil "Kavvam" olması görevinin kendisine yüklediği üstünlüğü kullanarak yapabilir.


Aile içi sorunların çözümü bu şekil Ayetler ışığında okunduktan sonra , toplumu rahatsız eden suçların başında gelen "Hırsızlık" suçu ile ilgili Kur'anın en dediğine bakmak istiyoruz.

[005.038] Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak, ellerini kesin. Allah Güçlü'dür, Hakim'dir.

Maide s. 38. Ayetinde , hırsızlığın cezasının, "El kesmek" olarak belirlendiğini görmekteyiz. Bu cezanın hanigi tür hırsızlık için uygulanacağı beyan edilmemiş bu bu belirlenme hukukçulara bırakılmıştır. Ancak bu cezanın uygulanması öncelikle , hırsızlık suçunu işlemeye mecbur kalmayan bir toplum tesis edildikten uygulama sahasına geçmesi zorunluluğu vardır. Eğer insanı çalmak zorunda bırakacak kadar darlıkta bırakırsanız onun yaptığı suça karşılık ona ceza vermeniz "Zulüm" olacaktır.

Kur'anın böyle bir cezayı öngörmüş olması , bütün hırsızlık suçlarına aynı cezanın uygulanması gibi bir mecburiyeti getirmez. Hırsızlık suçu için belirlenen bu cezanın uygulanmasını gerektirmeyecek kadar hafif sayılabilecek hırsızlık suçu yapılmış olabilir , veya bu cezanın bile hafif gelebileceği kadar ağır bir hırsızlık suçu işlenmiş olabilir. Burada bizim için önemli olan nokta bu cezanın "Caydırıcı" olması mantığı açısından yaklaşarak , toplum içinde meydana gelebilecek farklı hırsızlıklara farklı cezalar tayin edilmesidir. Bu cezaların ortak noktası, aynı suçun başkaları tarafından  işlenebilme imkanını ortadan kaldırmak olmalıdır. 

Bu cezanın hakiki anlamda bir ceza olmadığı , mecaz anlamda el kesme olduğu yani hırsızlık yapacak yolları kesmek olduğu şeklinde bir takım düşüncelerin olduğu konu ile ilgilenenlerin malumu dur. Hırsızlığa giden yolların KESİLMESİ  zaten Sosyal Devlet olgusunun bir gereğidir ,bunu kimse red edemez , zaten kişiyi hırsızlık yapmaya mecbur bırakan bir düzenin, böyle bir ceza uygulaması  adalet değil zulüm olacaktır. 

Ayet içindeki "Nekalen" kelimesi , caydırıcılık olması açısından değerlendirilmesi gereken bir kelime olup ,eğer bu Ayettteki el kesme yi hırsızlığa giden yolları kesin şeklinde anladığımız zaman "Nekalen" kelimesinin işlevi ortadan kalkacaktır. Bu kelime, suça verilen cezanın ibret olması açısından kullanılan bir kelime olup , Ayete getirilen bu tür modernist yorumların, "Alem ne der" mantığı ile yapılan bir okuma sonucu olduğunu söyleyebiliriz. 

Ayet içindeki "Eydiyehuma" (Kadın ve erkek hırsızın elleri) anlamındaki kelimenin , "Hırsızların kaç tane eli var ki keselim?" gibi bir takım kafa karıştırıcı sözler edilerek, bu ceza konusunda mecaz olduğunu düşünenlerin dillerine dolandığını görmekteyiz. Bu tür bir kalıbın kullanılması, Arap dilinin bir özelliği olduğu ve insan azaları için bu tür kalıbın kullanılmış olduğunu bu konu ile alakalı olan bir yazımızda örnekleri ile  ele almıştık.

El kesme cezasına karşı getirilen argümanlardan bir tanesi de "Hümanist" düşünceler içinde hırsızı düşünen yaklaşımlardır. İddia olarak , hırsızın elinin kesildiği takdirde geri kalan hayatında nasıl rızkını temin edebileceği , çoluk çocuğunun nafakasını nasıl çıkaracağı gibi yaklaşımlar serd edilerek çalanı değil cezayı vereni suçlu göstermeye kalkan yaklaşımların sergilendiğini görmekteyiz.  Yaptığı suçun cezasını düşünmek suçlunun görevi olup , cezayı verenin sorunu değildir. Cezalardaki asıl amaç olan caydırıcılık prensibine aykırı olan bu tür düşünceler , mazlumu değil zalimi esas alan bir hukuk sisteminin düşünce yapısında olabilir.

Hırsızlık suçunu işleyerek elinin kesilmesini göze alan bir insanın geleceğini düşünerek böyle bir cezanın olmaMAsı gerektiğini düşünenlerin , Nur s. 2. Ayetindeki zina işleyenlere uygulanacak ceza ile ilgili olarak " eğer Allah'a ve ahiret gönüne gerçekten inanıyorsanız, Allah'ın dinini uygulamada bunlara bir acıyacağınız tutmasın" şeklinde buyurulması bizlerin had cezaları konusunda nasıl bir tercihte bulunmamız konusunda gereken bilgiyi vermektedir. "Bu durum sadece zina cezası için olabilir" şeklinde bir düşünce içinde olana ancak "Hırsızdan fazla hırsızcı" diyebiliriz. 

Eğer ihtiyacı olmadığı halde çalan ve cezayı hak eden birine acıyarak gerekli olan cezayı vermemek toplumdaki suç oranının artmasına ve huzursuzluğun artmasına sebeb olacaktır. Şayet işlediği bir suçun ağır bir cezası olduğunu bilen birisi o suçu işlemek için bir kaç defa düşünecektir. Rızkını nasıl temin edeceği veya çoluk çocuğunu düşünerek bunu yapmaması onun menfaati icabı olup , "Benim çoluk çocuğumu düşünürler nasılsa" diyerek cezadan kurtulacağını düşünen biri yarın bu hırsızları düşünen birisinden bir şeyler çaldığı zaman aynı kişi o hırsız için hümanist duyguları besleyebilecekmi dir ?. 

Bu yazının yazılmasından bir kaç gün önce Mersin de tüyleri ürperten bir cinayet işlenerek masum bir genç kızımız öldürülmüştür. Türkiye de cinayet suçunun kısas olmaması nedeni ile cinayetin faili bir kaç sene hapis yatarak serbest kalacaktır. T.C kanunlarına göre katil suçunun cezasını çekmiş olacaktır fakat bu suça verilecek olan ceza toplum vicdanını rahatlatmayacak  ve bu suçu başkalarının işlememesi için gerekli olan caydırıcı cezanın olmaması nedeni ile maalesef tir ki bu tür suçlar işlenmeye devam edecektir. Şayet bu tür suçlara en ağır ceza verilmiş ve cinayeti işleyen kişi kısas edilmek sureti ile öldürülmüş olsaydı bu ve buna benzer suçları işlemeye meyyal olanlar artık suç işlemek için biraz daha fazla düşünmek zorunda kalacaklardır. 

Hırsızlık suçunun cezasının ağır olduğu , şayet bu ceza uygulandığında rızkını nasıl temin edeceği gibi düşünceler içinde olanlar dahi Mersin de işlenen bu cinayetin cezasının daha ağırlaştırılarak, ölüm olmasını istemektedirler. Şimdi onlara , "Siz bu katilin öldürülmesini istemekle vahşet istiyorsunuz , bu katilin çoluğu çocuğu ne yapar onları neden düşünmüyorsunuz, hırsız için verilecek ceza için yaptığınız hümanistliği neden bu katil için yapmıyorsunuz?" dediğimiz zaman acaba verilecek ne gibi bir cevapları olur?. 

Buradan anlaşılmaktadır ki işlenen suça verilecek cezanın oranı, işlenen suç ile orantılı olmalı ve caydırıcılık teşkil etmelidir. Toplum vicadanını rahatlatmayan ve suçluları suç işlemekten caydırmayan bir ceza sistemi , o suçun işlenmesini önlemek yerine o suçu teşvik etmekten başka bir işe yaramaz. "Babalar gibi yatar çıkarım" sözü suçluların suçu işlemeden önceki söyledikleri meşhur sözlerden olup eğer işlemek niyetinde oldukları suçun ağır bir cezası olsaydı acaba bu tür sözleri sarf edebilirlermiydi?. 

Sonuç olarak; İnsanların birlikte yaşamaları gereği , bir takım hak ve hukuk ihlalleri olması ihtimaline karşı bu yolların kapatıldıktan sonra , bu tür ihlallerin yapılmasının, cezai müeyyideler ile caydırılmaya çalışılması hukuksal bir gereksinimdir. Bu cezaların mantığında eğer acımak veya suçluyu düşünmek gibi bir takım hümanist duygular yattığı takdirde, yaşanılan toplum "Suçlular Cenneti" olacaktır. 

Dürüst insanlardan hiç kimse böyle bir Cennette!! yaşamak arzu etmeyeceği için, düzenlemelerin suçluların menfaatine değil dürüst insanların menfaatleri doğrultusunda yapılması gereklidir. Dürüst ve erdemli insanların suç işlemek gibi bir durumları olmayacağı için suça verilecek cezaların suçluların gözünü korkutacak kadar ağır olması gerekmektedir. Cezaların ağır olmasından şikayet edenler dürüst insanlar değil ancak suça yatkın insanlar olabilir. 

Suçluların gelecekleri düşünmek bizlerin değil asıl suç işleme itiyadında olanların sorunu olmalıdır ki suça olan eğilimleri azalmalıdır. Kur'anın insanları en doğruya götüren bir Kitap olması demenin ,toplum düzenini sağlam temeller üzerine kurması demek olup , bu temellerden olan bir takım had cezalarını "Alem ne der" düşüncesi içinde değerlendirmek yerine "Allah ne der" düşüncesi içinde değerlendirmenin daha doğru bir yaklaşım olduğunu düşünmekteyiz.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.  

13 Şubat 2015 Cuma

Kur'anın Tarihselliği veya Evrenselliği Üzerine

Kur'an 1500 yıl kadar önce, Mekke'de yaşayan Araplara yine onların içinden bir kişi olan Muhammed (a.s) a inmiş bir kitaptır. Bu kitabın inmesi, Şura s. 51. Ayetinde gördüğümüz Allah (c.c) nin Elçi göndererek kulları ile olan konuşması dahilinde olup, türünün en son örneğidir. 

Allah (c.c) , Hacc s. 75. Ayetinde görüldüğü üzere , Meleklerden ve İnsanlardan Elçi seçmekte ve seçtiği İnsan Elçilere, Melek Elçi ile vahyetmektedir (Nahl s. 2.) . Tarih boyunca gönderdiği Elçiler , Bayrak yarışçısı gibi elindeki bayrağı diğer elçiye vererek taşımışlardır. Elçilerin ellerindeki bayrağın ortak muhteviyatı , Allah (c.c) nin tek İlah ve Rab olmasının gereği yeryüzünde yaşayan kullarının üzerinde tek hakim olduğu , kıyamet ve sonrasındaki hesap gününün neticesinde , Dünya hayatındaki yapılanların karşılığı olarak ebedi Cennet veya Cehennem şeklindeki karşılığın bildirilmesidir. 

Elçilerin çağrısının "Evrensel Çağrı" olarak niteleyebileceğimiz iki ana konusu vardır ki bunlarda "TEVHİD" ve "ADALET" tir. Son kitap olan Kur'an , türünün son örneği olarak bu ilkeler doğrultusunda nasıl bir hayat idame ettirilmesi gerektiğini ihtiva eden Ayetler , ve bu tür bir hayatı ret ederek "ŞİRK" ve "ZULUM" e dayalı bir hayatı kabul edenlerin,  Dünya hayatlarının nasıl sona bulduğunu "Kıssa yollu" anlatım ile örneklerini sergilemiştir.

Elçiler ile bildirilen bilgiler ,"Vahyetme" olarak bildiğimiz bir usul dairesinde olup, bunun keyfiyeti sadece, "Allah-Melek Elçi - Beşer Elçi" ile sınırlı olup, diğer insanlar için bunun keyfiyetini anlamak gibi bir bilgi, sınırlı olarak Kur'an Ayetleri içinde beyan edilmiştir. Olayın bize düşen tarafı, bu kitabın Allah (c.c) tarafından indirilmiş ve ona tabi olmak gerekliliği hususunda olup, bilgi verilmeyen konuların peşinde koşulmaması emredilmiştir(İsra s. 36 -85). 

Kur'anın Mekke ve Medine de yaşayan İnsanları muhatap alarak inmiş olması , Kitabın içindeki bir takım hüküm taşıyan (ceza , şahitlik v.s) ayetlerin kıyamete kadar uygulanabilirliği konusunda bir takım tartışmaları beraberinde getirmiştir. "Tarihselcilik" olarak özetleyebileceğimiz bu düşüncenin ana söylemini , "Kur'anın hüküm ayetlerinin o günkü şartlar dahilinde geçerli olduğu , bu gün bu hükümler yerine daha farklı hükümler konulabileceği" şeklinde özetlemek mümkündür.  

"Tarihselcilik" olarak nitelenen yaklaşım tarzının , Nuzül ortamını göz önüne alarak inen ayetlerin , indiği zaman ve mekan şartları dahilindeki hitabını anlamak , sonra bu hitabın bize dönük mesajını okumak şeklindeki düşüncesini yanlış görmediğimizi , bu düşüncenin yanlış olduğunu düşündüğümüz versiyonu , Kur'an hükümlerinin sadece indiği zaman ve mekana hapsedilmesi şeklindeki düşüncedir.


Kur'anın nazil olması sürecinde, Muhammed (a.s) hayatta ve o günkü problemler,  ona vahyedilen ayetler veya onun Ayetlerden hayata pratik hükümler çıkarması neticesinde çözülmekte idi. Sahabe, her hangi bir problemi olduğunda gelip soruyor ve bir şekilde cevabını alıyordu. Sahabenin sorduğu sorular ve aldığı cevaplar, yaşanan zamanın ve mekanın şartları ve sorunları dahilindeydi. Muhammed (a.s) kendisinden sonra gelecek zamanlarda ki bir takım sorunların ne olabileceği konusundai yani gayb konusunda bilgi sahibi olmadığı için, ileriye dönük yaşantı için bazı belirlemeler yapmamıştır.

 Muhammed (a.s) ın vefatı ile kesilen vahiy ve daha ileri dönemlerde yaşanan hayat içinde karşılaşılan sorunlar, bir takım düzenlemeleri beraberinde getirmiştir. Bu düzenlemelere genel olarak "İçtihad" bu düzenlemeleri yapanlara "Müçtehid"  bir konuda farklı görüşü taşıyan Müçtehidlerin bu farklılığına "Mezheb" denilmiştir. "İçtihad-Müçtehid-Mezheb" üçlüsü etrafında, pratik hayat içindeki sorunlar Kur'an ayetleri veya Muhammed (a.s) ın bu konudaki sözleri veya Sahabenin bu konu ile alakalı yaklaşımları göz önüne alınarak sorunlar çözülmeye çalışılmış ve ortaya büyük bir fıkhi müktesebat çıkmıştır. 

Bu gün "Dört Mezheb" olarak bildiğimiz mezheplerin dışında bir çok mezhep ortaya çıkmış ve bu güne hepsi gelmemiştir. Olayı bu şekil özetledikten sonra bu gün için esas sorun, bu mezheplerin din haline gelmiş olması ve sanki bunlardan sonra mezhep olması gerekmez her şey bu mezhepler tarafından çözülmüş gibi bir düşünce içine girilmiş olmasıdır. Halbuki bu mezheplerin içtihatları yaşadıkları zaman ile ilgili bir takım sorunlar ile ilgili olup, hatalı içtihad yapma olasılığı her zaman mevcuttur. Zaman içinde bu mezheplerin bağlıları mezheplerini din haline getirerek Kur'anın önüne geçirmek hatasına düşmüşlerdir.

Bu mezheplerin bir takım içtihadlarının yanlış olmaları veya bağlılarının mezheplerini aşırı bir şekilde yüceltmeleri nedeni ile "İçtihad-Müçtehid-Mezheb" olgusunu kökten süpürmek isteyen bir takım düşüncelerin var olduğunu da hatırlatarak , bu düşünce içinde olanların pratik hayat içinde karşımıza çıkan sorulara cevap verebilmek gibi bir kaygı taşımamaları sebebiyle bu tür yaklaşım içinde olduklarını belirtmek isteriz. Yapılan yanlışlar, bu gereksinimin kökten süpürülüp atılmasını değil, bu yanlış örneklerin yerine doğru olanın konulmasını gerektirir. 

Bu noktada Dinin sabiteleri ve değişkenleri olduğunu hatırlatmaktan geçmek istemiyoruz. Dinin sabiteleri dediğimiz şey , Allah (c.c) nin biz kulları için koymuş olduğu evrensel ahlak kuralları ile birlikte onun Helal veya Haram olarak beyan ettiği şeylerdir. Örneğin ; Namaz ,Hacc ,Oruç , Domuz etinin haramlığı v.s gibi konular hiç bir zaman değişkenlik göstermeyecek olup kıyamete değin aynı kalacaktır. Değişkenleri olarak söyleyebileceğimiz şeyler hayat içinde şartların değişmesi ile gelişen mesela , "Düşmana karşı besili atlar hazırlanması" gibi ayetler kıyamete kadar düşmana at ile karşı koyulmasını değil,  günün şartları dahilinde en mükemmel tedbirleri almak açısından okunması gereken hükümlerdir. 

Kölelik ve Cariyelik kurumu bu gün maalesef yanlış anlaşılan konuların başında gelip , bu kurumu sanki Kur'anın emretmiş olduğu zannı üzerinden gidilerek bu kurumun bu gün özellikle "Işıd" düşüncesine sahip selefiler tarafından hayata geçirilmeye çalışıldığını görmekteyiz. Bu kurum Kur'an nazil olmadan önce, hayat içinde yaşanan ve yaşatılan bir kurum olup, Kur'anın o gün bu kuruma düzenlemeler getirmiş olması, bugün bu kurumun yeniden canlandırılarak devam etmesi gerektiği bilgisini vermez.

Bu gün önümüzde duran mesele , yüzlerce sene önce yapılmış içtihadların bu gün uygulanabilirliğinin kalmamış olması ve dinin değişkenleri diyebileceğimiz yani zaman içinde yeni hükümler gerektiren meselelere güncel içtihadların yapılamamış olmasıdır. Eğer dini hayata hakim kılmak ve pratize etmek gibi bir düşünce içinde isek, pratik hayat içinde ortaya çıkan sorunlara din adına çözümler üretmek zorundayız. 

Bu merhale de önümüzde duran bir başka mesele , Kur'an tarafından beyan edilen bir takım had cezaları ve hükümlerin uygulanabilirliği meselesidir. Tarihselci yaklaşıma göre Kur'anın beyan ettiği bir takım cezalar ve hükümler o günkü şartlara uygun olup bu gün için uygulanabilirliği kalmamıştır ve yeni cezalar ve hükümler ihdas edilmesi gerekmektedir.

Öncelikle altını çizmek gerektiğini düşündüğümüz bir mesele vardır ; Kur'an içindeki ayetlerde bu gün yaşadığımız hayat içinde ortaya çıkan cezai hüküm gerektiren meselelerin tamamına net hükümler bulmamız imkansızdır. 

Örneğin ; Kur'anın hırsızlık suçu için tayin etmiş olduğu had cezası "El kesmek" tir ( Bazı kesimlerin bunu mecaz olarak anlaması konumuz haricindedir). Bu gün veya yarın, adını "Hırsızlık" olarak koyabileceğimiz bir çok suç vardır ki bütün suçlara bu cezayı uygulamak mümkün değildir. Yapılan bir hırsızlık suçuna el kesmek sureti ile verilecek olan ceza "ağır" veya başka bir hırsızlık suçuna "hafif" gelebilir. Öyleyse "Hırsızlık suçunun cezası" üst başlığı altına, suç olarak görülecek suçlara göre cezalar belirlenmesi gerekecektir, bu ceza neye göre belirlenecektir?. Veya Maide s. 33. Ayeti içindeki cezai hükümleri hangi suçlar için uygulayabiliriz? , bu cezaların uygulama alanı genel olarak çizilmiş olup bu suç kapsamına hangi fiilerin gireceği hukukçuların tesbiti ile yapılması gerekmektedir.

Hukukçular yani "Müçtehid" ler bu konuda devreye girerek görüşlerini yani "İçtihad"larını ortaya koyacaklar , Müçtehidlerin yapmış oldukları içtihadların farklı olabileceğini de unutmayalım ve bu farklılığın adına "Mezheb" denilmektedir. Görülen o dur ki , dini pratik bir hayat içinde yaşamak için Müçtehid-İçtihad-Mezheb olgusu kaçınılmaz hatta bir gereksinimdir. Önemli olan nokta bu görüşlerin temelinde "TEVHİD ve ADALET"  ilkelerinden sapmamak şartı olacaktır. 

Bu noktada "Tarihselci" düşüncenin Kur'an içindeki bazı had cezalarının neshedilmesi görüşlerini ele almak istiyoruz. Tarihselci düşünce sahiplerinin , Kur'anın tarihsel bazda bazı hükümlerinin olduğu gibi evrensel bazda hükümlerinin olduğunu unutmamaları gerekmektedir.  Allah (c.c) eğer bu kitabı bizlere kıyamete kadar bir "Hidayet Rehberi" olarak gönderdi ise, kitap içindeki ayetleri bu gözle değerlendirip, ona göre yolumuzu tayin etmek durumundayız. 

El kesme , 100 celde , kısas , gibi hükümlerin bu gün için geçerli olmadığı iddiası ,Kur'anın rehberliğinin kalmadığı iddiasını birlikte getirmesi bakımından yanlış sonuçlar doğuracaktır. Bu iddia ,  Allah (c.c) nin bu günlerin geleceğini hesaba katmadan bir kitap indirmiş demek olduğu iddiasıdır ki, bu düşüncenin sonu kitabın belirleyiciliğini ortadan kaldırarak tamamen insan merkezli bir din ihdası anlamına gelir. Bu gün konuşulması gereken konu , bu hükümlerin kalkıp kalkmaması değil Kur'anın pratik hayata dair söyleyecek olduğu şeylerin kitlelere anlatılmasıdır.

Bununla birlikte , maksadı beyan etme açısından okunabilecek bazı ayetlerin olduğunun da göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Mesela Nisa s. 15-16. Ayetlerinde sapkın cinsel eğilimleri olanlara evlerde tutulması veya eziyet edilmesi emri vardır. Bu emirlerden maksadın kişilerin bu sapkınlıklarını topluma bulaştırmalarının engel olunması olup bu engel olma durumu bu gün için tedavi usullerini de içine alacak şekilde genişletilebilir.

Bu meyanda , "Kur'anın bütün Ayetleri kıyamete kadar geçerlidir" şeklindeki düşüncenin duygusallıktan öte gidemeyen bir düşünce olduğunu hatırlatalım . Kur'ana bakış açımızdaki sakatlığın ürünü olan bu düşüncenin yeniden gözden geçirilmesi gerekir. Ahzab suresi içindeki Elçi ve eşlerine has olan evlenme hükümlerin bu gün için bizlere dair herhangi bir mesajı olduğunu iddia etmek mümkün değildir. 

"Tarihselcilik" veya "Evrenselcilik" düşüncelerinin temeli Kur'an içinden çıkan bir düşünce olmayıp, Batı kaynaklı düşüncelerdendir. Bizler en büyük yanlışı Kur'ana ithal malı gözlükler ile bakmakla yapmakta olduğumuzu unutmadan Kur'anın ne veya nasıl bir kitap olduğunu yine Kendi içinden okunarak anlaşılması gerekmektedir. 

Elçi ve Kitapların ana amaçlarından olan "Tevhid" , bu Kitabın yol göstericiliğinde gerçekleştirilmektedir. Bazı sebebler ileri sürerek kitabın belirleyeciliği yerine kişilerin belirleyiciliğini esas olarak koyduğumuzda, ortaya "Şirk" dediğimiz olgu çıkacaktır. Kişilerin, hakkında hüküm bulunmayan meselelerde ortaya koydukları hükmün kaynağı bu kitaptan aldıkları bilgiler dahilinde olması şart olup, bu kitabın terki halinde, bütün belirleyicilik kişilere kalır ki bu da günümüz beşeri sistemlerinin kaynağını teşkil etmektedir. 

Sonuç olarak ; Kur'an "Hidayet Rehberleri" zincirinin son halkası olan bir Kitap olarak elimizde olup, hayat içinde pratize edilecek hükümleri ihtiva etmektedir. Bu hükümler nazil olduğu zaman şartları dahilinde olmuş olmasından yola çıkılarak, bu gün için uygulama sahası kalmadığının iddia edilmesi, ideolojik ismi ile "Tarihselcilik" düşüncesi etrafındaki yaklaşımlar ithal malı olması bakımından doğru bir yaklaşım tarzı değildir. 

Kitabın belli bir bölge ve belli bir zaman içinde yaşayan insanlara hitap ettiği iddiasından yola çıkılarak ortaya atılan görüşlerin sonu "Deist" düşüncenin farklı bir versiyonu olan, kitaba inanmak fakat onun geçerliliğine inanmamaya götürür, bu  da adı var fakat kendi yok hükmünde bir Kur'an anlamına gelir. Allah (c.c) yarattığı kullarını hiç bir zaman kendi yol göstericiliğinden şaşmaması gereğince elçi ve kitaplar göndermiş olması gerçeğini hesaba katarak düşünecek olursak , eğer Kur'anın hükümleri geçersiz kaldı ise yeni bir elçi ve yeni kitabın gelmesi gerekmektedir. Böyle bir durum artık mümkün olmadığına göre bizler Kur'anın yol göstericiliğinde yola devam etmek zorundayız. 

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


11 Şubat 2015 Çarşamba

Hadisin Kur'ana Arzı Sorunu: Keler Öldürme Hadisi Örneği

Hadis denildiği zaman akla ilk olarak , "Muhammed (a.s) ın söylediği rivayet edilen sözler" şeklindeki tarif gelir. Bu tarif üzerinden gittiğimiz zaman bu gün elimizdeki bir takım rivayet kitaplarında ona ait olduğu iddia edilen sözler bulunmaktadır. Bu kitaplardaki sözlerin ona aidiyeti , o rivayeti nakleden kişilerin yani  ravilerin  "Cerh ve Ta'dil" denilen yöntem dahilinde yapılan kişilik tahlili neticesinde belirlenmiştir. Bu yöntemin sağlıklı bir yöntem olmadığını ve daha sağlıklı olanın hadisin Kur'ana arz yöntemi olduğunu düşündüğümüzü bu konular ile ilgili yazılarımızda belirtmeye çalışmıştık. 

Hadisin Kur'ana arz yönteminin de belirli şartları olması gerektiği, son zamanlarda herkesin bu yöntemi uygulamaya kalkması neticesinde ortaya çıkan bazı yanlış neticelerden dolayı kaçınılmaz olmuştur. Hadisleri bir uçtaki insanların "Vahiy" görüp , diğer uçtaki insanların "HaBis" şeklinde görmeleri bunun orta bir yolu olması şartını kaçınılmaz kılmıştır. 

Hadisler, cüppeleri ve sakalları akıllarından daha uzun olan "Ehli Tarik" veya "Ehli Hadis" fırkalarının elinde kaldığı müddetçe diğer tarafın onu HaBis olarak görme yanlışı ortadan kalkmayacaktır. Bu yazımızda Kur'an ehli olduğunu iddia edenler tarafından uydurma olarak damgalanan bir Hadisi ele alarak önerdiğimiz yöntemi pratize etmeye çalışacağız.  

Ele alacağımız Hadis Keler öldürmenin sevabı üzerine rivayet edilen bir Hadistir. 

"Kim keleri ilk darbede öldürürse ona yüz sevap yazılır. İkinci vuruşta öldürürse daha az kazanır. Üçüncü vuruşta ise bundan da az sevap kazanır"
 Ebu Hureyre den rivayet edilen bu hadis , Müslim , Tırmizi , Ebu Davud da mevcuttur. 
 İlk bakışta, hayvanlara karşı şiddet uygulaması içermesi ve Muhammed (a.s) ın böyle bir uygulamayı tavsiye etmesinin imkansız olduğu düşüncesi ile hadisin Kur'ana uygun olmadığı gerekçesi ile "Uydurma" damgası anında vurulmuştur. 
 Baştan şunu belirtmek isteriz ki ; Yazımızın amacı bu hadisin sahih bir hadis olduğunu ispatlamaya çalışmak değildir. Amacımız, bir hadisi Kur'ana arz ederken öncelikle bu sözün tarihi bir arka planı olup olmadığının araştırılma gereğidir. Rivayetin dini anlamda her hangi bir hüküm içermemesi açısından bakıldığında , bu rivayetin "Sahih" veya "Uydurma" olarak kategorize edilmesi gibi bir mecburiyetin olmadığını ifade etmek istiyoruz. Amacımız bu tür tarihi arka planı olabilecek rivayetler konusunda takip edilecek yolun nasıl olması gerektiği üzerinedir.
 Hadis taraftarlarının yaptıkları en büyük yanlış ,rivayetlerin tümünün evrensel mesajlar içermiş olduğu iddiasıdır. Bu iddia kesinlikle kabul edilebilir değildir. Hadisleri toptan red edenlerin kalkan olarak kullandığı argümanlardan bir tanesi de, Hadis taraftarlarının yapmış oldukları bu yanlıştır. Bizler başkalarının yaptıkları yanlışları kalkan edinmek yerine ilmi usul ve eleştiri ahlakına sadık kalarak elimizdeki bir Hadis metni konusunda fikir yürütmek zorundayız. 
Hadis şeklinde gelen rivayetleri , öncelikle söylendiği zaman ve mekan şartları içinde değerlendirmek gerekmektedir , o Hadisin bu güne dair her hangi bir mesaj taşımaması durumunda "Uydurma" damgasını vurmak doğru bir düşünce olmayıp "5 N 1 K" olarak bildiğimiz , "Ne, Nerede, Niçin , Nasıl ,Nerede , Kime" sorularının sorularak cevabının bulunması neticesinde bir değerlendirmeye tabi tutulması gerekir. 
 Rivayette bahsedilen "Keler" adlı hayvanın nasıl bir hayvan olduğunu bilmeden, bizim bu gün bildiğimiz hayvanlar cinsinden olduğunu düşünerek " Bunları öldürmenin ne gibi sevabı olabilir?" sorusu haklı olarak kafaları karıştıracaktır.  
Hadislerin mana olarak bizlere geldiğini ,ve bu rivayetin" Terhib ve Terğib" (Sakındırma ve Özendirme)  bir rivayet türü olduğunu unutmadan şunları söylemek mümkündür; Muhammed (a.s) ın yaşadığı dönem içinde "Keler" adı verilen hayvanın haddinden fazla çoğalması ve yaşayan insanları tehdit etmesi gibi sorun olması ihtimal dahilindedir. Bu hayvanın zehirli bir tür olması aynı şekilde ihtimal dahilinde olup tehlikesinin görüldüğü anda öldürülmesi gerektiği yönünde bir bilgi taşıması düşünülebilir. 
Keler adı verilen hayvanın yer yüzünde bir çok türünün olması realitesini unutmadan, bu hayvanın bizim ülkemizde olan kertenkele cinsinden daha büyük olması , etinin yenilip yenilmemesi gibi sorunların tartışılmasından anlaşılmaktadır. Bu gün herhangi bir ülkede vahşi bir hayvanın aşırı şekilde çoğalması sonucu insanları tehdit unsuru haline gelmesi onların çoğalmasının önüne geçilerek dengenin sağlanmasını gerektirir. 1500 yıl öncesi imkanlarının bu günkü gibi olmaması , kısırlaştırma gibi imkanlardan yoksun olunması, onları öldürerek çoğalmalarının önüne geçmek şeklinde bir çareye mecbur bırakabilir.
Bu rivayetin söyleniş sebebi bu tür tarihsel arka plan dahilinde olması muhtemel olup , bu arka planı düşünmeden böyle bir sevab kazanmak içi elinde taş dağ bayır Kertenkele öldürmeye koşanların yaptığı işin adı kısaca "Aptallık" tır. 

Hadis külliyatı içinde bu tür tarihsel arka planı olan ve sadece o günün şartları dahilinde söylenmiş ve bizim yaşadığımız güne herhangi bir mesajı olmayan hatta bu gün artık onların yapılmasına gerek olmayan bir çok rivayet mevcuttur. "Unutulan Sünnetler" adlı bahislerde o günkü yaşam şartları dahilinde yapılmış olan bazı fiilleri dinsel açıdan herhangi bir mecburiyeti olmayan şeyleri "Sünnet" adı altında dinleştirerek bizlere sunanların yaptıkları bu tür uygulamalar cehaletten başka bir şey değildir. 

Bizlere "Hadis" adı altında gelen müktesabatı, birilerinin aşırılığa kaçarak dinin olmazsa olmazı sayması bizi diğer bir uca götürmemelidir. Bırakın sahih olabilecek hadisleri , uydurma olduğu kesin olan rivayetler dahi o günkü düşünce arka planını öğrenme açısından bizlere arka plan bilgisi vermesi açısından önemlidir. Bunları söylerken uydurmaları alıp başımıza taç yapalım demek istemediğimizi hatırlatalım. 

"Kur'an Merkezli Düşünce" söylemi etrafında toplanan İnsanların bir kısmında arız olan düşünce sorunlarından bir tanesi, Kur'anın nazil olduğu zaman ve mekan şartlarını hesaba katmadan sadece bu gün inmiş bir Kitap olarak bakılmasıdır. Bu bakış sonucunda kendisine Kur'an inen Elçinin yaşadığı zaman içinde bazı sözler söylemiş olabileceği bile hesaba katılmamaktadır. 

Kur'anı bu gün inmiş gibi okuyanların , rivayetleri de bu gün söylenmiş gibi görmeleri neticesinde günümüz şartları dahilinde artık her hangi bir bilgi değeri olmayan rivayetlere karşı böyle toptancı bir tutum sergilemeleri normaldir. Halbuki bu tür rivayetleri o günün şartları dahilinde söylenmiş olabileceği ihtimalini göz ardı etmeyerek okusalardı , bize bir mesajı olmayan bu tür rivayetlerin uydurma olduğu gibi bir düşünce içinde olmazlardı.

Sonuç olarak; Keler öldürmenin sevabı olsun veya buna benzer konular ile ilgili olarak rivayet kitaplarında olan bilgilerin evrensel anlamda bir hüküm taşıdığını iddia edenlere karşı olarak bunlara direk uydurma etiketi takmadan önce ilim usulunun gerektirdiği çalışmaların yapılması zorunluluğu vardır. Keler öldürmenin her zaman sevab olacağı inancı aptalca bir düşünce olup ,bu aptallıklara karşı olarak bu sözlerin arka planı olabileceği düşüncesi taşımadan ortaya atılan karşı düşünceler de doğru bir yaklaşım değildir. Öldürülmesi gereken hayvanın zehirli , şehir halkını tehdit edecek kadar çoğalması gibi sorunlarm karşısında böyle bir çareye başvurulmuş olabileceği ihtimali göz önüne alınarak bu sözün söylenme sebebi anlaşılabilir. Rivayete bakacağımız taraf dini anlamda herhangi bir hüküm olarak değil o günün muhtemel bir sorununa karşı söylenmiş bir söz olmalıdır. Yazının amacı bu hadisin sahih olduğu veya sahih olmadığı gibi bir düşünce beyanından öte bu tür rivayetlere bakış açısının nasıl olması yönünde getirilmiş bir okuma teklifidir. 

                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

10 Şubat 2015 Salı

Duanın Adabı ve Sünnetullah

Dua kelimesi; kulun Allah(c.c)'den olan isteklerini, O'na sesli olarak bildirmesi anlamında kullanılmaktadır. Kur'an'da bu yönde bize bir takım usul ve adaplar öğretilmiştir. Ancak klasik din kitaplarına baktığımızda "dua adabı" başlığı altında, akıllara zarar şartların konulduğuna da şahit olmaktayız. Adap adına edepsizliğe kadar varan adaplara(!); aslında duanın kabulu için değil, duanın kabul olmaması için gerekli şartlar demek daha doğru olacaktır.

Dua etmeyi, Mehmet Akif'in deyimiyle "Allah(c.c)'yi (haşa) bir yanaşma ve ırgat haline getirmek" şeklindeki anlayışın tipik örneklerini sergileyen Müslümanlar, bunun sonucunda duaların kabul olmadığını görünce Allah(c.c)'yi suçlamakta ve O'na karşı isyankar bir tutum almaktadır. Allah(c.c), "Sünnetullah" adını verdiğimiz bir takım yasalar koymuş ve kendisine yapılan duanın, bu yasalara uyularak yapıldığında gerçekleşeceğini yaşanmış canlı örneklerle sunarak bizlerin de aynı yolu izlemesini istemiştir.

Örnek verecek olursak; Bedir ve Uhud savaşlarında Müslümanlar galip gelmek için Allah(c.c)'ye mutlaka dua etmişlerdir. Ancak Bedir'de galibiyet, Uhud'da ise yenilgi ile sonuçlanan bu savaşlarda, duanın Uhud'da neden kabul edilmediği, Uhud savaşının kritiğinin yapıldığı ÂL-İ İMRAN Suresi ayetlerinde açık seçik okunmaktadır.

Klasik din kitaplarında "dua adabı" başlığı altında yazılanlara baktığımızda; gördüğümüz şartlar üzerinde durarak nasıl bir yanlış içinde olduğumuzu görelim.

Dua ile pratik hayatı birbirinden ayıran bu tür şartlar kişiyi miskin bir hale sokarak çalışmasını engellemektedir.

Adap yapılan adapsızlıkların başında duaya "Peygamberimiz'e salavat" ile başlanması gerektiği yönündeki şart gelmektedir. Salavat getirmek meselesi ayrı bir konu olup bunu "AHZAB Suresi 56 Ayeti ve Salavat Kültürü" başlıklı bir yazımızda ele almaya çalışmıştık.

Klasik din kitaplarındaki düşünceleri tasvip edenler için bu düşüncemizin Peygamberimiz'e çok ağır bir hakaret içerdiği akla gelecektir. Ancak Muhammed(a.s)'ın O'nun kulu ve elçisi olduğu düşüncesini sadece dilde değil pratikte de uygulayanlar için bu düşüncemiz ters gelmeyecektir. Allah(c.c), kendisine dua ederken kim olursa olsun araya katılmamasını, aracıya gerek olmadığını defaatle beyan etmesine rağmen yapılan duaların veya salavatların önce Peygamberimiz'e arz edildiği yalanına inananlar, maalesef O'na salavat getirmedikçe veya O'nun yüzü suyu hürmetine istenilmedikçe duaların kabul olunmayacağı yalanlarına inandırılarak, bunun tersi bir işlemin Peygamber düşmanlığı olduğuna inandırılmışlardır.

[002.186] Kullarım sana Beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara yakınım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip Bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar.

BAKARA 186 ayetinin beyanına göre; kullarına YAKIN olduğunu haber veren Rabbimiz, bunu haber vermekle uzak olmadığını, uzak olduğunu sananların bu uzaklığı kaldırmak için araya aracılar koymasına gerek olmadığını, bu aracı Peygamber dahi olsa doğru olmadığını, bu tür bir işlemin adının ŞİRK olduğunu bildirmektedir.

[039.003] İyi bil ki, halis din ancak Allah'ındır. O'ndan başka birtakım dostlar tutanlar da şöyle demektedirler: «Biz onlara sadece bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.» Şüphe yok ki Allah, onların aralarında ihtilaf edip durdukları şeyde hükmünü verecektir. Herhalde yalancı ve nankör olan kimseyi Allah doğru yola çıkarmaz.

ZÜMER 3 ayetini okurken; "Bu ayet müşrikler için inmiş" diyerek kendimize herhangi bir pay çıkarmadığımız için "Allah'a daha çok yaklaştırsınlar" diye başta Peygamber(a.s) ve veliliği kendilerinden veya müritlerinden menkul zatları araya koymakta herhangi bir besi görmediğimiz gibi, duanın kabul şartı olarak görmek ŞİRK'in en katmerlisidir.

DEMEK OLUYOR Kİ DUANIN NE BAŞTA GELEN ŞARTI; ARAYA BİRİNİ KOYMAK DEĞİL, ARAYA KİMSEYİ KOYMAMAKTIR.

Bu bağlamda "yüzü suyu hürmetine" şeklinde çokça kullanılan ifadenin; araya birini koymak olarak bilinmesi gerektiğinde fayda vardır. Birçok Müslüman'ın, sanki birilerinin yüzü suyu hürmetine istenmedikçe Allah(c.c)'nin duaları kabul etmeyeceğine dair olan yanılgısı, dua etme konusunda yapılan büyük hatalardandır.

Böyle bir istememe şeklinin, sanki Peygamber'e hakaret anlamı taşıdığı gibi bir düşünce doğru olmayıp, asıl hakaret ve yanlış bu tür bir isteme şeklindedir. Peygamber'i sevmek demek, onu Allah(c.c) ile aramıza koymak değil, onu bu şekil bir düşünce içinde anmaktan uzak tutmak olmalıdır.

Dua adabı olarak öğretilen şartların içinde, dua yapılacak yerin kutsal bir mekanda yapılmasının kabul oranını yükselttiği(!!!) vardır. Bu adab(sızlığ)a uymak için, özellikle çocuklarının imtihan günü öncesi "bilmem ne baba türbeleri" önünde birbirini çiğneyenlerin yaptıkları dua değil; maalesef bir şirk ayininden öteye geçmemektedir.

Duanın belirli gün ve gecelerde yapılmasının kabul oranını yükselteceği iddiası da yapılan yanlışlardandır. Kandil geceleri adında ihdas edilen ve Hıristiyanlık özentisinin bir ürünü olan bu geceler, dua etmeyi sadece belli zamana hapseden ve olayı sadece bir ritüele dönüştüren adapsızlıklardandır.

Duanın adaplarından bir diğeri de "Esma-ul Husna" yani Allah(c.c)'nin güzel isimleri ile O'na dua etmektir. Bu adap yanlış anlaşılmakta ve sadece o isimleri tekrarlayarak duanın kabul olacağı zannını oluşturulmaktadır. Halbuki Allah(c.c) kuluna yardım etmeye söz vermiştir ancak bu sözün yerine gelmesi, o kulun bir takım şartları yerine getirmesi ile karşılık bulacaktır.

Hasta olan bir kul elini açıp sadece "Yâ şafi" (Ey şifa veren) şeklinde dua ederek, tedavi olmak şeklindeki yapılması gerekenleri yapmadıkça şifa bulamaz. Elini açıp bu şekilde dua etmesi, Allah(c.c)'ın şifa veren olmasının gereğinin yerine getirilmesinden sonra olabilir.

Hasta olduğunda şu sure, şu dua veya şu salavat şeklindeki paket duaların tümü Sünnetullah'a aykırı dualar olup, yerine getirilmediğinde kulun Allah'a olan isyanının artmasına sebep olmaktadır.

Duada yapılan adapsızlıklardan bir tanesi de "Ya Rabbi bizleri ...... ile imtihan eyleme" şeklindeki hitaplardır.

[002.155-156] Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele. Onlara bir musibet isabet ettiğinde derler ki; «Biz Allah'a ait (kullar)ız ve şüphesiz O'na dönücüleriz.»

BAKARA 155-156 ayetlerinde bu şekilde buyuran Rabbimiz'in bu beyanına karşı "biz bunları istemiyoruz" anlamına gelen bu şekil hitaplardır. Allah(c.c); kulun istediği imtihanı değil, kuluna istediği imtihanı göndermek hakkına sahiptir. Kula düşense; bu imtihan gereğini yerine getirmek olmalıdır. Rabbimiz'in bu tür siparişlere tabi olmak gibi bir durumu olmadığını asla unutmayalım.

Müslümanlar olarak yaptığımız en büyük yanlış; Allah(c.c)'nin ayetlerini sadece Mushaf içinde aramak ve içindeki ayetleri bazı dertlere deva olan ayetler bellememizdir. Halbuki Allah'ın ayetleri sadece Mushaf içindekiler değil, yarattığı herşeydir. Bu bağlamda hastalığa şifa için kullanılması gereken tedavi usulleri de onun ayetlerinden olup, tedavi için önce bunları okumak yani uygulamak gerekmektedir.

Hasta olan bir kişi bunları okumayıp sadece "Ya Şafi" diye dua ettiğinde, binlerce kere söylese dahi hastalığı iyileşmeyecek ve sonunda ölüp gidecektir. Sünnetullah'tan haberi olmayan bir kişi de "bu kişi Allah'a bu kadar dua etti ama Allah onun duasını kabul etmedi" diyerek suçu Allah'a yükleyecektir. Halbuki suç; duanın adabını yanlış bilerek sebeplere sarılmayan kuldadır.

İşleri kötüye giden veya rızık darlığı çeken kişi, aynı şekilde Sünnetullah yasalarına uymadan "Ya Rezzak" (Ey rızık veren) diye akşamlara kadar dua edip rızkını temin için çalışmaz ise, istediği rızık gökten başına asla düşmeyecektir.

Bundan birkaç sene önce, dini yayın yaptığını zannettiğimiz bazı televizyon kanallarında "Sır Kapısı" adı altında bir takım dizileri hepimiz hatırlarız. Bu dizilerde Sünnetullah'a aykırı olarak bazı kimselere yapılan iyilikler, gerçek hayatta aynı durumda olan diğer insanların "bana da neden yapılmıyor? Allah'ın torpilli kulları mı var?" şeklinde itirazlara sebep olmuştur. Bu programları yapanlar sebep oldukları yanlış düşüncelerin farkında bile olmadan, sadece reyting kaygısı içide bunları yapmışlar ancak bir sürü insanı isyana ve küfre sürüklemişlerdir.

Dua adabını Kur'an'dan öğrenecek olursak şunları söylemek mümkündür;
  1. Dua ederken, araya Peygamber(a.s) dahi olsa kimseyi koymamak,
  2. Özel mekan ve özel gece şeklinde bir düşünce içinde olmamak,
  3. Sünnetullah olgusuna, yani Allah(c.c)'nin duanın kabulu için koyduğu evrensel yasalara uymak. Bu yasalara örnek verecek olursak; hasta olduğumuzda tedavi imkanlarına tabi olmak, rızkımız daraldığında genişlemesi için gerekli olan çalışmaları yapmak, düşman işgaline uğradığımızda düşmana beddua seansları yerine düşmanın silahı ile silahlanıp ona misli ile karşı koymak.
Bunlara "fiili dua" demek mümkündür. "Kavli Dua" şeklindeki yakarışlarımız "fiili dua"nın ardından gelmelidir ki dualarımızın kabul oranı yükselsin. Aksi takdirde yaptığımız dualar suyu akmayan bir çeşmeye avucumuzu uzatıp, suyun akmasını beklemekten başka bir işe yaramayacaktır.

Gelenekçi kesimde bu tür hatalar mevcut olup, kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak tanımlayan bir kısım insanlar tarafından duanın sonunda "amin" demenin, eski Mısır'ın "Amon" adlı tanrısından geldiği şeklinde iddialar ortaya atılarak suni gündemler peşinde koşulmaktadır. Bu konuyu "Amin demek şirk midir?" başlıklı bir yazı ele almaya çalıştığımız için kısa kesiyor, bu tür tartışmaları adapsızlığın diğer uçtaki yansımaları olarak gördüğümüzü ifade etmek istiyoruz.

Sonuç olarak; kulun Rabbi'ne karşı olan acziyetinin ve ihtiyacının bir ifadesi olan dua, maalesef bir takım Kur'an dışı şartlara bağlanarak adap yerine edepsizlik haline getirilmiştir. Tevhid merkezli bir inancın, maalesef şirk merkezli bir inanç haline dönüşmesine sebep olan gelenekteki dua adaplarının içindeki bazı şirk unsurlarının acilen temizlenmesi gerekmektedir. Dua etmeyi hiçbir şey yapmadan Allah'ın verme mecburiyeti haline getirdiğimizden dolayı, yerine gelmediği zaman Allah'a karşı isyan içine girenler maalesef Allah'ın bizim yanaşma veya ırgatımız olmadığını unutmaktadırlar. Kur'an'ı hayat ile bağını kopararak okumanın tezahürlerinden olan dua adapsızlıkları şeklinde sıralanan şartlar, maalesef günümüz Müslümanlarında yaygın olarak mevcuttur. Sünnetullah olarak bildiğimiz yasalara uymadan yapılacak dualar, maalesef karşılığını bulmayacak, öncelikle "sebeplere tevessül" olarak bildiğimiz şartları yerine getirmek duanın ilk kabul şartı olarak bilinmeden yapılacak dualar kuru kuruya söylenen sözler olarak kalacaktır. Rabbimiz bizleri Sünnetullah'ın doğrultusunda dua eden kullarından kılsın.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.