30 Mayıs 2016 Pazartesi

TEKFİRCİLİK : Müslümanlarda Arız Olan Bir Hastalık

İnsanlar arasında aynı konuda farklı düşünceye sahip olmak , olağan , doğal , hatta gerekli bir durumdur. Farklı düşünceler, insanları daha geniş düşünmeye sevk ederek, tek düzelikten kurtarır. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta , bu farklılıkların düşmanlık ve tefrikaya dönüşmemesinin gerektiğidir. Bu durumu, biz Müslümanların arasında olan bazı farklı fikirler açısından düşündüğümüzde , farklı düşüncelerin bırakın doğal karşılanması , kan dökmeyi gerektirecek bir durum olarak görülmesi neticesinde , kafirler ile yapılan savaşlardaki insan zayiatından daha fazla , kendi aralarında yaptıkları savaşlarda zayiat vermişler , hala vermektedirler. 

İslami argümanları kullanarak karşısındakini sadece kendisi gibi düşünmediği için "Kafir" olduğunu söylemek ,  yani tekfir etmek , bir kısım Müslümanda neredeyse imanın şartı haline gelmiş bir vaziyettedir. 

Bu duruma yol açan sebepler nedir ? 

Bu konuda tek bir sebepten bahsetmek zor olacaktır , ancak önemli sebep olarak gördüğümüz , kendi düşüncesini merkeze alarak , diğer düşünceyi mahkum etmeye yönelik, düşünce ve söylemlere dikkat çekerek , bu durumun meydana getirdiği düşmanlıklara temas etmeye çalışacağız .

"Tekfir" ; "Bir kimseye, düşüncesi ve söyleminden ötürü , küfre düştüğünü söyleyerek onu "Kafir" ilan etmek" anlamına gelmektedir. 

Kendisi gibi düşünmediği için diğer bir kimseyi kafir ilan etmek , biz Müslümanlar arasında yaygın olan, ve neredeyse hastalık haline gelmiş bir durumdur. 

Peki bir kimseye "Sen kafirsin" diyebilmek için, şart olan kriterler ne olmalıdır?.

Bu sorunun cevabından önce , bir kimseye "Sen kafirsin" diyenlerin, büyük çoğunluğunun dayandığı kriterleri ortaya koymanın gerektiğini düşünmekteyiz.

Bir kimseye düşünce ve söyleminden ötürü "Sen kafirsin" diyen bir kimsenin dayandığı kriter , kendi sahip olduğu düşüncesi olup , karşısındaki kimsenin kafir sayılma gerekçesi , sadece kendisi gibi düşünmemesidir. 

Kişi, sahip olduğu düşünceyi merkeze alarak , bu düşünceyi "Mutlak doğru" olarak kabul etmekte , ve karşısındaki düşünce ve söylemleri, kendi doğrularına göre değerlendirerek , karşısındaki düşüncenin doğru veya yanlışlığına buna göre karar vermektedir. Bunun neticesinde ise , karşısındaki kişinin düşüncesinin doğru , kendi düşüncesinin yanlış olabileceği ihtimalini göz ardı eden kişiler , karşılarındaki kişileri rahatlıkla tekfir edebilmektedirler.

Müslüman dünyasına baktığımızda , eline tekfir kılıcını alarak, önüne gelene sallayanların oluşturduğu kaos ortamına baktığımızda, kötü bir tablo önümüze çıkmakta , "bu kaosun önüne nasıl geçilebilir ?" sorusu, cevabını aramaktadır. 

Bu durumun önüne geçilebilmesi için , öncelikle insan olmanın gerektirdiği karşılıklı saygı ve birbirini dinleme , medeni bir kişilik sahibi olmak , karşıt görüşlere tahammül edebilme olgunluğu, gibi erdemler , kişilerde bulunmalıdır. Bu gibi insanı insan yapan erdemlere sahip olmayanların din adına yapacakları söylem ve eylemler , her şeyden önce İslama zarar verecektir.

Her şeyden önce , karşısındaki kişinin kendisi gibi bir insan olduğu , o kişinin de bir şahsiyet ve kişilik sahibi olduğu , ona saygı duyulması gerektiğine dair bir düşünce içinde bulunmayan kişi , bencillik duygularının ağır basması neticesinde , kendisini dinin merkezinde görerek , diğerlerini hiçe saymak , dışlamak , hor ve hakir görmek gibi hasletlere sahip olacaktır.

Kendi düşüncesini merkeze almak sureti ile, kendisini tek ve yegane doğru olarak gören kişiler ile tartışmak, fayda yerine zarar getirecektir. Hiç bir Müslüman , sahip olduğu düşünceyi merkeze almak , kendisini tek ve yegane doğru görmek hakkına sahip değildir.

Çünkü, istisnasız olarak bütün Müslümanların sahip oldukları düşünceleri , okudukları Kur'an , hadis , tefsir , fıkıh v.s gibi kitaplardan elde edilmiş olan yorumlardır. Bu kitaplardan elde edilmiş olan yorumlar , insan ürünü olması nedeniyle, eksik ve hata barındırma ihtimali mutlaka olabileceği hesap edilerek , sahip olunan düşüncenin dinin merkezine konulması gibi bir bencillik içine girilmemesi Müslümanların en başta gelen vazifesi olmalıdır.

Okuduğu veya dinlediklerinden yaptığı çıkarımlar ile, kendisini en doğru , karşısındaki en yanlış olarak görenler , kişilerdeki cehaletin zirve yapmış halini temsil etmektedirler. Okuduklarından elde ettiği bilgi ile, ilim sahibi olan bir kişinin öncelikle , sahip olduğu bilginin eksiklik veya hatadan münezzeh olamayacağı bilincine sahip olması gerekmektedir. Böyle bir olgunluğa sahip olmayan kişilerin sahip oldukları bilgiler , karşısındaki insanları aşağılamak , hakaret etmek , küçük düşürmek için kullandıkları bir silah haline gelecektir.

İnsan olmanın en büyük tezahürü , karşısındaki insana karşı gösterdiği sevgi  , saygı , hoş görü v.s gibi hasletler de ortaya çıkmaktadır. Müslüman olarak bu hasletleri taşımayan insanların konuştukları her söz , yaptıkları her fiil , başta kendilerine olmak üzere , mensup olduklarını iddia ettikleri dine zarar verecektir.

Tekfirciliğin , insani ilişkileri zayıf , kaba , saygısız , karşıt düşüncelere tahammülü olmayan , karşıt düşünceye karşı bir delil getiremeyen cahil insanların bir hastalığı olduğunu , birbirini tekfir eden insanların düşünce ve insani yapılarına baktığımızda görülecektir.


Bu noktada "Peki bir kimse eğer kafir ise ona kafir denilmeyecek mi?" sorusu da sorulacaktır. 

Bu sorunun cevabı için bu sefer de , bir kimsenin "Kafir" olarak damgalanmayı hak edecek eylem ve söyleminin neye göre tesbit edileceği meselesi gündeme gelecektir. 

Bir kimseye kafir olduğunu söylemek, onu tahkir ve hakaret amaçlı olarak kullanılmamalıdır. 

Biz Müslümanların en büyük hatası, maalesef bu noktada ortaya çıkmaktadır. Kafir olmak , kişinin içine düştüğü bir hal olup , onun kafir olduğunu söylemek , onu tahkir ve hakaret amacı taşımaması , içine düştüğü yanlıştan çıkması için ikaz mahiyetinde olmalıdır. 

Tabi ki bir kişinin "Kafir" olması için herkesin kendi oluşturduğu kriterler değil , ortak kitabımız olan Kur'andaki "Delaleti ve subuti KAT'İ" olarak ifade edilen hükümleri red etmesi gerekmektedir. 

Aksi takdirde,bazı kişilerin Kur'an içinden çıkardıkları " Delaleti ve subuti ZANNİ" olarak ifade edilen hükümlere dayanarak kişilerin kafir ilan edilmesi yolu yanlış bir yöntemdir. 
Kur'an farklı olarak yorumlanmaya müsait bir kitap olup , bu yorumları kesin doğrular kabul etmek sureti ile bazı kimselerin tekfir edilmesi yolu yanlış bir yöntemdir. 

Herkes okuduğu Kur'andan, ilmi , fikri , beslendiği hizip , meşrep doğrultusunda çıkarımlar yapmakta ve bu çıkarımlar kişilerin indi görüşleri olmaktadır. Bilgi ve düşünce alt yapılarının kendilerine gösterdiği yol ile okunan Kur'andan yaptığı çıkarımları , "Kargadan başka kuş tanımam" misali nihai doğrular olarak görerek , başka yorumları mahkum etmek , tekfircilik hastalığının en başta gelen sebebidir. 

Bu hastalıktan kurtulmanın çaresi ise , öncelikle kendisini dinin merkezinde görmek şeklinde ortaya çıkan kibirden kurtulmakla olacaktır. Ortaya koyduğu bir düşüncenin eksik ve hata barındırabileceği ihtimalini asla kabul etmeyen bir kişi , tıbbi desteğe muhtaç bir kişi konumuna gelmiş , bu hastalıktan ancak psikiyatristlerin vereceği reçete ile kurtulması mümkün olacaktır. 

Müslümanların birbirleri arasında olan tartışmalar genellikle vurdulu kırdılı bir boks maçı havasında gerçekleşmektedir. Halbuki bu tartışmalar , birbirine karşı galip gelmeyi amaç edinmeyerek , doğru bildiklerini birbirlerine aktarmak şeklinde bir hava içinde yapılmış olsaydı , sonrasında kırıcı davranışlar sergilenmesine gerek bile kalmayarak , sadece bilgi aktarımı havasında gerçekleşen güzel bir ortam sergilenebilirdi.

Müslümanlar arasında sonu birbirini tekfir etmek şeklinde neticelenen tartışmalar , mahalle çocuklarının kavgada birbirlerine karşı güç yetirememeleri neticesinde, küfür ve hakaret ile karşı mahalle çocuklarına karşı üstünlük sağlama gayretlerine benzemektedir.

Olgun ve insani ilişkileri daha medeni olan Müslümanlar , kendi düşüncelerini zorla kabul etmek gayreti içinde asla olmadan , doğru bildikleri söylemek zorundadırlar. Hiç bir kimse kendi doğru bildiğini karşısındaki kişinin kabul etmesi için zorlayamaz. 

MEDENİ bir Müslüman sadece doğru bildiğini söyler ve kenara çekilir , kimseyi kendisi gibi düşünmeye zorlamaz. 

BEDEVİ bir Müslüman ise , doğru bildiğini söyler , fakat karşısındakini bu doğruya tabi olması için zorlar , başaramaz ise onu tekfir ederek amacına ulaşmaya çalışır.

Sonuç olarak ; Müslümanlar arasında bitmek tükenmek bilmeyen ihtilaflar , netice olarak tarafların birbirlerini tekfir etmesi sonuçlanmaktadır. Tekfircilik, Müslümanlar arasında öyle bir hal almıştır ki , neredeyse patolojik bir durum arz etmektedir. 

Bu durumun önünün alınabilmesi , öncelikle kişilerin sahip oldukları düşünceleri tek ve yegane doğru olarak merkeze almamaları ile mümkün olacaktır. Kendi düşüncesi tek ve yegane doğru olarak görmeyen bir kişi , karşısındaki düşünceyi dinleme olgunluğunu gösterecek ve katılmasa dahi , kendi doğrularını ortaya koyarak medeni bir tartışma ortamı meydana getirecektir. 

Müslümanların bir kısmında arız olan tekfircilik , medeni bir tarz da değil , bedevi bir tarz da karşısındakine yaklaşmanın sonucudur. Karşısındaki insanın en az kendisi kadar şahsiyet sahibi , saygın olmayı hak eden birisi olduğunu düşüncesine sahip olmadan yapılan tartışmalar sonucunda ortaya çıkan sonuç birbirini tekfir etmek ile sonuçlanacaktır. 

Karşılıklı olarak , insani değerlere ve ilim ahlakına sahip olan kimselerin yapacakları tartışmalar , birbirini tekfir etmekle değil , saygı ve hoş görü sınırları aşılmamış medeni bir ortamda yapılmış bilgi alış verişi içinde gerçekleşerek sonuçlanacaktır.

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

25 Mayıs 2016 Çarşamba

Yusuf'un Gömleğinin Babasını Basir Hale Getirmesi İle Kur'anın İnsanları Basir Hale Getirmesi Arasında Analojik Bir Bağ

Kur'anın "Ahsen Elkasas" (Kıssaların en güzeli) olarak beyan ettiği Yusuf kıssası içinde geçen anlatımlarda, Yusuf'un gömleğinin önemli bir yeri olduğunu görmekteyiz. Yakub (a.s) ın yüzüne bırakılması için, oğlu Yusuf tarafından elçi vasıtası ile gönderilen gömleği , Kur'anın teşbihi anlatım üslubu çerçevesinde  okumaya çalıştığımızda , sadece Yusuf'un sırtındaki bir gömlek olmaktan çıkarak , vahyin insanlar üzerinde nasıl bir etki yaptığını anlatan bir mesaja dönüşmektedir.

Bu yazımızda , gömleğin Yakub (a.s) a gidişi ve onun gözlerini açması ile ilgili ayetlerde geçen bazı kelimelerin , Kur'anın diğer ayetlerinde geçen bazı kelimeler ile alakasını kurmaya çalışacak , olayın sadece Yusuf'un bir mucizesi şeklinde okunması neticesinde, tarihsel bir boyutta bırakılmasının hatalı bir okuma olduğu düşüncesinden yola çıkarak , bu olayın evrensel bir mesajı olduğu düşüncesi ile , ilgili ayetler üzerinde tefekkürde bulunmaya gayret edeceğiz.

Bilindiği üzere Yusuf, kardeşleri tarafından kuyuya atıldıktan yıllar sonra kardeşleri ile yeniden yüz yüze gelmiştir. En küçük kardeşini yanında alıkoyan Yusuf'un diğer kardeşleri babalarına giderek durumu anlatmışlar ve babaları bu habere karşı şunları söyler.

[012.083] (Babaları) dedi ki: «Hayır, nefisleriniz sizi (böyle) bir işe sürükledi. (Bana düşen) artık, güzel bir sabırdır. Umulur ki, Allah onların hepsini bana getirir. Çünkü O çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.»

Yakub (a.s) bir elçidir ancak aynı zamanda bir babadır , onun Yusuf'a olan hasreti onu yıpratmış ve büyük bir üzüntüye sevk etmiştir. Onun bu durumu şu şekilde anlatılmaktadır;

[012.084] Ve onlardan yüz çevirdi ve: «Ey Yusuf'a karşı (artan dayanılmaz) kahrım» dedi ve gözleri üzüntüsünden  ağardı. Ki yutkundukça yutkunuyordu.

Yakub (a.s) oğullarını Yusuf ve kardeşini bulmaları için geri gönderirken söylediği sözlerin içindeki "Ravh" kelimesi , Kur'anın odak kavramlarından birisidir. Ruh kelimesi ile aynı kökten türeyen bu kelime, konumuzu yakından ilgilendirmektedir.

[012.087]  «Ey oğullarım, gidin, Yusuf'u ve kardeşini araştırın. Allah'ın rahmetinden (ravhillehi)ümit kesmeyin; zira kâfir kavimden başkası Allah'ın rahmetinden (ravhillehi)ümit kesmez.»

"Ravh" kelimesi , Kur'anda rüzgara isim olmuş bir kelimedir. Rüzgar ise, beraberinde yağmuru getiren bir esinti olup , bu yağmurun ölü beldeyi canlandırdığını beyan eden ayetleri sadece literalliği dahilinde değil , daha geniş anlamda vahyin ölüleri canlandırmasını ifade etmesi dahilinde de okunması gerektiğini düşünmekteyiz. 

[007.057]  Rahmetinin önünde, müjdeci olarak rüzgarları gönderen Allah'tır. Rüzgarlar, yağmur yüklü bulutları taşıdığında, onu ölü bir memlekete gönderir, su indirir ve onunla her türlü ürünü yetiştiririz; ölüleri de bunun gibi diriltip, çıkarırız; belki bundan ibret alırsınız.

[035.009]  Rüzgarları gönderip de bulutları yürüten Allah'tır. Biz bulutları ölü bir yere sürüp, onunla toprağı ölümünden sonra diriltiriz. İnsanları diriltmek de böyledir.

Kardeşleri Yusuf'un yanına geldikten sonra arada geçen konuşmalardan sonra , Yusuf kardeşlerine şunları söyler ; 

İzhebû bikamîsî hâzâ fe elquhu alâ vechi ebî ye’ti basira basîran), ve’tûnî bi ehlikum ecma’în(ecma’îne).

[012.093] Siz benim şu gömleğimi! götürün de babamın yüzüne bırakın, gözü açılır. Ve bütün ailenizle toplanıp bana gelin!»

Yusuf (a.s) gömleğinin babasının yüzüne bırakılması ile onun görür, yani "Basir" hale gelmesinin ,  mesaj içerikli okunması gereken ifadeler olduğunu düşünmekteyiz. Mesaj içerikli olarak okunmadığında bu ifadeler, sadece Yusuf'un bir mucizesi olarak kalacak ve bize dair söylediği bir şey olabileceği noktasında tefekkür imkanı olmayacaktır. İlgili ayetleri okumaya devam ederek , konu bittiğinde bu kelimelerin diğer ayetlerde geçişleri ile bağ kurarak mesajı okumaya çalışacağız.

Ve lemmâ fasalatil’îru kâle ebûhum innî le ecidu riha yûsufe lev lâ en tufennidûn(tufennidûni).

[012.094]  Kafile ayrılınca babaları dedi ki: Bana bunak demezseniz; Yusuf'un kokusunu buluyorum.

Yakub (a.s) ın söylediği "le ecidu riha yusufe" (Yusuf'un kokusunu buluyorum) sözünü , surenin 87. ayetinde geçen "Allah'ın ravh'ından ümit kesmeyiniz" sözü ile birlikte okuduğumuzda, Allah (c.c) den ümit kesmemenin karşılığını almış olmak açısından, daha kolay anlaşılacaktır.

Fe lemmâ en cael beşiru elkahe ale vechihi fertedde basira, kâle e lem ekul lekum innî a’lemu minallâhi mâ lâ ta’lemûn(ta’lemûne).

[012.096]  Müjdeci gelip, gömleği Yakub'un yüzüne bırakınca, hemen gözleri açıldı. Bunun üzerine Yakub «Ben size, Allah katından sizin bilmediğinizi biliyorum dememiş miydim?» dedi.

Ayet içinde geçen ELBEŞİR  , BASİRAN kelimeleri, konumuzun anahtar kelimeleridir. Anahtar kelime olarak, daha önceki ayetlerde geçen RAVHUN kelimesini de ilave ettiğimizde, bu kelimelerin Kur'an bütünlüğünde ortak yönünü bulmaya çalışarak Yakub (a.s) ın gözünün açılmasının bize dair mesajını okumak kolaylaşacaktır.

Yusuf suresini okuduğumuz zaman , bu sure içinde Kur'an tarafından teknik veya ıstılahi anlam yüklenmiş (Rab , Resul , Dalal , Aziz , Basir, Beşir , Melik v.s gibi) bazı kelimelerin, sözlük anlamlarında kullanıldıklarını görmekteyiz. Bu kullanımlar bize o kelimelerin ıstılahi anlamlarını anlamakta kolaylık sağlamaktadırlar. 

[034.028]  Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci (beşiran) ve uyarıcı olarak göndermişizdir; fakat insanların çoğu bilmez.

Kur'ana baktığımızda "Beşir" (müjdeci) kelimesinin , Allah (c.c) nin insanlar içinde seçtiği ve onun mesajını iletmekle yükümlü olan kimselere verilen isimlerden birisi olduğunu görmekteyiz.

[035.019]  Kör ile gören (Basiru) eşit olmaz.
[040.058]  Kör ile gören (Basiru), inanıp yararlı iş işleyenlerle kötülük yapan bir değildir. Ne kadar az düşünüyorsunuz?

Kur'anda bir çok ayet, kör (ama) ile gören (basir) in eşit olmadığını beyan etmektedir. "Ama" ve "Basir" olma halinin , kafalardaki gözlerin görüp görmemesinden daha ziyade, mecazi anlamda kullanılarak , vahye karşı olan inkarcı tavrın bir sonucu olarak, insanlardaki oluşan bir durumu tasvir anlamında kullanıldığını görmekteyiz.

Ayrıca aynı sure içinde "Basiret" kelimesinin kullanılmış olması dikkat çekicidir. 

[012.108]  De ki: «İşte benim yolum budur; basiret üzere Allah'a davet ederim, ben ve bana uyanlar; Allah'ı tenzih ederim ve ben ortak koşanlardan değilim.»

"Ravh" (rüzgar) kelimesinden türemiş olan "Ruh" kelimesinin , "İnsanlara hayat veren bir esinti" anlamında kullandığımızda , Allah (c.c) nin BEŞİRLERİ aracılığı ile, AMA (kör) olan insanları , BASİR (görür) hale getirmek için indirdiği vahiy olduğunu anlayabiliriz.

[042.052] İşte böylece Biz; sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Sen kitab nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz; onu, kullarımızdan dilediğimizi hidayete eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen, dosdoğru bir yolu göstermektesin.

Ayetleri toparlayacak olursak ; Yusuf, seçtiği elçi (El beşir) ile , gözlerine ak düşmüş olan babasına gömleğini göndererek , o gömleğin babasının yüzüne bırakılmasının sonucunda babasının, görür (Basiran) hale geleceğini söylemektedir. 

Yusuf'un gömleği, bu noktada sadece bezden yapılmış bir giysi olmaktan çıkmış , metaforik bir anlama bürünerek , VAHYin insan üzerindeki etkisini anlatmaktadır. 

Yakub (a.s) ın gözlerine ak düşmüş olmasını , gözlerinin açılmaya muhtaç hale gelinmiş olması şeklinde düşündüğümüzde , Yakub (a.s) ın düştüğü durum daha geniş bir anlama bürünerek , bizlere dair mesajı olan bir anlatım haline dönüşecektir. 

Herhangi bir insan, hayatının herhangi bir kesitinde , başına gelen sıkıntılı bir işten dolayı vahyin aydınlatıcılığına ihtiyaç duyabilir. Yakub (a.s) ın durumunu okuduğumuzda bunu anlayabiliriz. Yakub (a.s) elçi bir kuldur fakat , onun gözlerine ak düşmesi , beşer yönünün ağır basarak oğluna olan hasretinin yani sıkıntılı bir duruma düşmesinin sonucudur. 

Yakub'un oğluna olan hasretinin neticesinde gözlerine ak düşmüş olmasının , gömleğin yüzüne bırakılması sonucunda yok olmuş olmasını genelleştirerek , "Bazı insanların içinde bulunduğu sıkıntılı durumun, vahyin ona getireceği çözüm ile son bulacağı" şeklinde okuduğumuzda , Yusuf'un gömleği yani VAHY, nasıl  Yakub'un yüzüne ilka edildiğinde onun gözünü nasıl BASİR hale getirdi ise bizler, içinde bulunduğumuz bir takım sıkıntılara karşı çözümü , VAHYin bizim üzerimize bırakıldığında bulacağımız , yani vahye müracaat ettiğimizde beyan edilmiş olmasını, konumuz ile ilgili ayetleri mesaj içerikli okuduğumuzda anlayabiliriz. 

Bütün bunlardan sonra "Basiret" kelimesinin , Kur'an ve vahy ile ilişkilendirildiği ayetler, anlamını daha kolay bulacaktır.

[012.108]  De ki: işte benim meslekim bu, basıret üzere Allaha da' davet ederim ben ve banan tabi' olanlar, ve Allahı tesbih ile tenzih eylerim ve ben müşriklerden değilim.
[016.108]  İşte Allah'ın kalblerini, kulaklarını ve gözlerini(ebsarihim) mühürlediği kimseler bunlardır. Gafiller de işte bunlardır.
[024.044]  Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirir. Doğrusu, görebilenler için (li ulilebsari) bunda ibretler vardır.
[032.009] Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler (vel ebsare), kalpler yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!
[038.045]  Güç ve basiret sahibi olan kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u da hatırla.
[045.023]   Heva ve hevesini tanrı edinen Allah'ın bir bilgiye dayalı olarak şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü (basarihi) perdelediği kimseyi gördün mü? Onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hal& anlamıyor musunuz?

[006.104] Hakıkat Rabbınızdan size bir çok basıretler geldi artık kim gözünü açar görürse kendi lehine, kim de körlük ederse kendi aleyhinedir ve o halde ben size karşı muhafız değilim
[007.203]  Ve sen onlara bir âyet getirmediği zaman derib toplasa idin' a dediler, de ki: ben, ancak rabbımdan bana ne vahiy olunuyorsa ona ittiba' ederim bütün bu Kur'an rabbınızdan gelen basıretlerdir ve iyman edecek bir kavm için bir hidayet ve rahmettir
[017.102] [E0] Alimallah dedi: pek âlâ bilirsin ki bunları o Göklerin Yerin rabbı, sırf birer basîret olmak üzere indirdi, her halde ben de seni ya Fir'avn! Helâk olmuş zannediyorum
[028.043] [E0] Celâlim hakkı için biz Mûsâya o kitabı kurûnı ûlâyı ihlâk ettiğimizden sonra nâsın vicdanlarını tenvir edecek basîretler, ve bir hidayet-ü rahmet olmak üzere verdik, gerek ki tezekkür ederler

[045.020]  Bu , insanlar için basiretlerdir, kesin bilgiyle inanan bir kavim için de bir hidayet ve bir rahmettir.

Sonuç olarak ; Yusuf'un gömleğinin babasının üzerine atıldığında onun gözlerinin açılmış olmasını , sadece yaşanmışlığında bırakarak okumak yerine , bizlere dönük mesajlar olabileceği şeklinde bir düşünce çerçevesinde okumaya çalıştığımızda , karşımıza Kur'anın benzetme ,alegori veya metafor dediğimiz anlatım üslubu çıkmaktadır. 

Gömlek , bu noktada sadece bezden yapılmış bir giysi değil , vahyin insanı görür hale getirmiş olmasının gerçek olduğunu bizlere anlatmaktadır. Yani hayatımızın herhangi bir kesitinde karşımza çıkan ve vahyin çözüm getirdiği bir soruna , elimizde olan vahiy ile çözüm bulmaya çalıştığımızda gözlerimiz BASİR hale gelerek , yolumuz aydınlanacaktır. 

Bu çalışmadaki maksadımız , Kur'andaki bazı kavramların insan zihninde kalıcılık ve anlama kolaylığı sağlaması bakımından, kıssalarda geçen kelimeler ile ilişkisini kurmaya çalışmaktır. Kur'anı doğru anlamanın yollarından birisinin kelimelerin Kur'an bütünlüğü dahilinde ilişkisini kurarak okumak olduğunu göstermeye çalışmaktır.

"Basir" , "Beşir" , "Ruh" , "İlka" kelimeleri ve türevlerinin geçtiği ayetleri okuyarak , Yakub (a.s) ın "Basir" hale gelmesini anlamaya çalıştığımızda söylemek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır.

                                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


22 Mayıs 2016 Pazar

Al-i İmran s. 144. Ayeti : Karizmatik Liderler Üzerinden Yürütülen Hareketlerin Akıbeti

Lider , Komutan , Hoca , Önder v.s gibi vasıflar ile anılan insanlar, fikir , düşünce ve askeri hareketlerin başında olan, kitleleri harekete geçirme, yönetme yetki ve kabiliyetine mensup insanlardır. Bu gibi kimselerin , kitlesel halk hareketlerini yönlendirme hususunda, önemli katkıları olduğu bir gerçektir.  Ancak bu kimselerin üzerinde , "ondan vazgeçilemez" , "o giderse biz batarız" , "bu dava onunla ayaktadır" şeklinde, karizmatik bir yapı oluşturulmaya başlandığı vakit , büyük bir sorun ile karşı karşıya kalınması kaçınılmaz olacaktır.

Kur'an bir çok konuda olduğu gibi , bu konuda da bizlere yol göstericilik yaparak , mensup olunan bir hareket içindeki lider kişiye karşı olan bakışımızın nasıl olması gerektiği yönünde bizlere bilgi vermektedir. Al-i İmran s. 144. ayetini okuduğumuzda , verilen mesajlardan birisinin, karizmatik kişilikler üzerinden yürütülmeye çalışan davaların yanlışlığı,  davaların kişiler ile değil, ilkeler ve düşünceler ile ayakta kalacağının haber verilmesi olduğunu söyleyebiliriz

[003.144]  Muhammed, yalnızca bir resuldür. Ondan önce nice resuller gelip-geçmiştir. Şimdi o ölürse ya da öldürülürse, siz topuklarınız üzerinde gerisin geriye mi döneceksiniz? İki topuğu üzerinde gerisin geri dönen kimse, Allah'a kesinlikle zarar veremez. Allah, şükredenleri pek yakında ödüllendirecektir.

Ayet , Uhud savaşı ile ilgili bir bağlama sahip olmasına karşın , konumuz ile alakasını kurduğumuzda , evrensellik arz eden bir mesaja sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Muhammed (a.s) ın ancak bir RESUL olduğu vurgusunun yapılmış olması, bize önemli mesajlar içermektedir. Onun, önceki resullerden bir resul olduğunun hatırlatılması , kendisinden önceki resullerin ölmüş olması ile nasıl bu dava bitmedi ise , kendisinin ölmesi ile de bu davanın bitmeyeceği , bayrağın elden ele dolaşarak asla yere düşmeyeceği , düşmemesi gerektiği hatırlatılmaktadır.

Konuyu "Bayrak Yarışı" üzerinden görselleştirerek anlatacak olursak , bilindiği üzere bu ismin verildiği yarışta asıl amaç, yarışçıların elindeki bayrağın hedefe ulaşmasıdır. Yarışçılar belirli mesafelerde bu bayrağı taşıyarak , bir sonraki yarışçıya teslim eder , ve diğer yarışçı bayrağı diğer yarışçıya teslim edene kadar elinde tutar.

Atletizm sporunda bir yarışma dalı olan bayrak yarışı , salt bir yarış olmaktan ziyade, hayata dair mesaj veren bir yarıştır. Kimsenin elindeki bayrağı sahiplenmemesi gerektiği , bencillik , kıskançlık , hasetlik yapmadan, belirli süre içinde elinde tuttuktan sonra, bu bayrağı bir başkasının taşıması gerektiğini, insanlara hatırlatan bir yarışma türüdür. 

                                                "Mahkeme kadıya mülk değildir"

Konuyu biz Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde , bizdeki en büyük hastalıklardan bir tanesi, herhangi bir oluşumun başına geçirilmiş olan kişiye, aşırı bir karizma yüklenmesi, ve bunun sonucunda o kişinin ulaşılmaz ve vazgeçilmez bir kişi haline  getirilmesidir. 

İnsanlar üzerinde aşırı bir karizmatik yapı oluşturularak yürütülmeye çalışılan fikir ve düşünce hareketleri, zaman içinde sönmeye mahkum olacaklardır. İlkeler üzerine kurulan fikir ve düşünce hareketleri ise , o hareketlerin başında olan kimselerin yerine başkaları geçse bile, akamete uğramadan devam edecektir.

Al-i İmran s. 144. ayetinin Muhammed (a.s) ın kalıcı olmadığını hatırlatmasından hareketle , kalıcı olanın Allah (c.c) nin dini olduğu , bu dinin ayakta kalmasının belirli şahıslara bağlı olmadığının hatırlatılmış olması , bizler için yol göstericiliğini koruyarak hayatımızda yer etmesi gerekmektedir. 

Mensup olduğumuz fikir ve düşünce hareketleri içindeki lider pozisyonunda olan kişilere yüklediğimiz görev ve yetki , o kişileri ulaşılmaz ve yeri doldurulamaz bir kişi haline getirmemelidir. 

Hareket içindeki lider pozisyonunda olan kişilere verilen aşırı değer , bir takım sorunları beraberinde getirecektir. 

Lider pozisyonundaki kişilerin ulaşılmaz ve vazgeçilmez hale getirilmesi , hareket içinde yeni lider çıkma imkanını ortadan kaldıracaktır. Çünkü mevcut lider üzerinde oluşturulmuş olan karizmatik yapı, hareket mensupları üzerinde , o gittiğinde her şeyin biteceği düşüncesini oluşturarak, arkadan gelecek olanların önünü kapatan bir etki meydana getirecektir. 

Ayrıcı bu gibi liderlerin yapmış oldukları bazı kişisel hatalar davanın kendisine yüklenilerek , o kişilerin şahsi hataları yüzünden mevcut hareket yaralanmaya çalışılacaktır.

Fikir ve düşünce hareketleri eğer ilkeler üzerinden yürütülmeye çalışılırsa , "vazgeçilemez" , "ulaşılamaz" , "yeri doldurulamaz" gibi kelimeler, o hareket içinde telaffuz edilme imkanı bulamayacak , mevcut olan hareket , kişiler ile yürüyen bir hareket olmaktan çıkarak , bayrak yarışı misali elden olan değişen ve hedefe varmak için kişilerin değil, ilkelerin önemli olduğuna inanılan bir hareket haline gelecektir.

Bir hareket içindeki unsurları, 1- Lider , 2- onun etrafındakiler, şeklinde olmak üzere 2 ye ayırabiliriz. 

Lider konumunda olan kişi, etrafında olan kişiler üzerinde kendisinin vazgeçilemez , bu hareketin temel direği olduğu gibi bir düşünce oluşturduğu takdirde, bu kişi artık liderden çok İlahlık koltuğuna oturmuş bir kimse haline gelecektir. 

Liderin etrafında olan kişiler ise , eğer o lidere vazgeçilemez , bu hareketin temel direği gözü ile baktıkları zaman bu kişiler de o lidere kul olmaya çalışan insanlar konumuna gelecektir. 

Bir hareket içinde ne lider konumunda olan kişi ne de o liderin etrafında olanlar bu tür yanlışlara asla düşmemelidirler. Lider , etrafında olan kimselerin hepsinin kendi yerini tutabilecek kabiliyete sahip olduğunu düşünmeli , ve etrafındakileri böyle bir kabiliyete sahip olmaları gerektiği yönünde yetiştirmelidir. 

Liderin etrafında olan kişiler de , kendilerinin hareket içindeki konumlarının sadece lidere tabi olmak veya liderin şakşakçılığını yapmak olmadığını bilmelidirler. Liderin etrafında olan kişiler de kendilerini potansiyel lider adayı olarak yetiştirerek , mevcut liderden boşalacak olan yeri doldurabilecek yeteneğe sahip olmalıdır. 

Fikir ve düşünce hareketleri içindeki liderlerin, kendilerini o davanın sade bir neferi , o hareket içindeki kişilerin ise kendilerini potansiyel lider adayı gördükleri müddetçe , mevcut hareketler akamete uğramadan devamlılık gösterecek ve belirlenen hedefe ulaşmada önemli mesafeler kaydedeceklerdir.

Kişiler değil ilkeler üzerinden yürütülmeye çalışılan davalar , Müslümanlar olarak en büyük sıkıntımız olan "Fırkacılık" hastalığının büyük ölçüde azalmasına sebep olacağını söyleyebiliriz. 

Müslümanların fırkalara bölünmesinin sebeplerinden birisi de , etrafında toplanılmış kişilere yüklenen aşırı karizmatik yapılardır. Böyle bir yapı yüklenen kişiler haliyle etrafında toplandıkları kişiyi yücelterek , başkalarına karşı üstünlük unsuru olarak görmeye başlayacak ve ayrışım başlayacaktır.

Karizmatik kişilik oluşturulmuş bir liderin etrafında toplanmış olanların birbirlerine karşı koz olarak kullandığı en büyük silah "Hocaları yarıştırmak" şeklinde cereyan etmektedir. Müslümanların bugün yaptıkları en büyük cihad !!! , "Benim hocam senin hocanı döver" şeklinde cereyan eden "Din savaşları" olmaktadır. 

Hocasını , şeyhini , liderini aşmayı düşünmeyi dahi kendisine "Zül" kabul eden Müslümanların oluşturduğu toplulukların, tarikatlardaki "Şeyh-Mürit" ilişkisinden bir farkı kalmayacaktır. 

Belirli hocaların etrafında toplanmış olmayı kendisi için büyük bir şeref olarak kimseler,  ister istemez kendilerini bir tarikat yapılanması içinde bulacaklardır. Ancak kişileri değil, fikirleri öne çıkaran düşünce hareketlerinde, şahıslar ikinci planda kalarak , "Hoca savaşları" diyebileceğimiz cihad !!! türü ortadan kalkacaktır.  

Bu Müslüman toplulukları biraz daha daraltarak , kendisinin hayatında Kur'anın belirleyici bir kitap olduğu iddiasında olanların bir kısmının, yine bu tarikat yapılanmasından kurtulamayarak , kendi hocalarının etrafında kümelendiklerini , ve onların dedikleri üzerinden söylemler üreterek onları devamlı gündemde tutmak adına tartışmalar yaptığını görmekteyiz. 

                                   "Bana hocanı söyle kim olduğunu söyleyeyim" 

Hocalar üzerinden kimlik sahibi olmaya çalışmak , Müslümanların fikir ve düşünce bakımından ilerlemesine değil , geri kalmasına sebep olmaktadır. Hocalar sevilebilir  düşüncelerine değer verilebilir , ancak bu sevme ve değer verme işi , o hocaları daha ileri götürme adına , eleştiriye engel oluyorsa işte bu noktada problem başlamış demektir. 

Eğer belirli hocaların etrafında kümelenmiş kişiler , o hocaların dedikleri ile yetiniyor , daha ileri gitmek adına o hocaları arkadan itmiyor ise "Alan memnun satan memnun" bir hal oluşarak, yerinde sayan bir hoca ve cemaati oluşacaktır. 

Eğer bir fikir ve düşünce hareketi kendisini tekamül ettiremiyor , kendisine hocası tarafından verilen ile yetiniyor ise , bu hareket zaman içinde sönmeye mahkum olacaktır. 

                                          "Boynuz kulağı geçsin mi geçmesin mi?"

Müslümanların oluşturduğu oluşumların en büyük açmazı , hocasına olan saygı ve sevgi adına "Kulağı geçmemek" şeklinde cereyan etmektedir. Halbuki kulağı geçmeye çalışan boynuzlar olmaz ise  , fikirlerin tekamül etmesi güçleşecek , mevcut hareketin adı "HOCASINI AŞAMAYAN TALEBELER" olarak silinip gidecektir. Alttan hocaları devamlı yenilenmeye iten bir güç , yani "Talep eden" olmadıkça , "Arz eden" de olmayacaktır.

Sonuç olarak ; Düşünce ve fikir hareketlerinin en önemli sorunu , başta bulunan kişi üzerinde karizmatik bir yapının oluşturulmuş olmasıdır. Kur'an , Muhammed (a.s) üzerinde bile, böyle bir yapı oluşturmasına izin vermeyerek, onun "RESUL" olduğunu bir çok ayette beyan edilmiş , mevcut hareketin hayatiyetinin onun yaşamı ile sınırlı değil kıyamete kadar olduğu hatırlatılarak , kişiler üzerinden değil , ilkeler üzerinden yürütülen mücadelenin kalıcılığı vurgulanmıştır. 

Tavandaki kimselerin , "vazgeçilemez" , "yeri doldurulamaz" olarak düşünülmesi yerine , herkesin aynı seviyede olmasına yönelik yapılmaya çalışılan bir eğitim faaliyeti , fikir ve düşünce hareketlerini daha ileriye taşıyacaktır.

"Kolaycılık" olarak tabir edebileceğimiz bir hastalık olan , bizim yerimize başkalarının düşünmesi , bizim ise "üretmek değil , üretilmişler ile yetinmek" şeklinde cereyan eden tembelliğimiz neticesinde "alan memnun satan memnun" bir durum oluşarak , mevcut İslami hareketler , hocalar üzerinden yapılan din savaşları haline gelmiştir. 

Taban eğer kendisini Kur'an merkezli bir eğitime tabi tutarak , tavanı da bu şekilde olmaya zorlayarak, "sorgulama" , "eleştirme" , "yenilenme" , kelimelerden rahatsız olmayan bir yapı içinde olduğunda ,Müslümanlar için ileride daha umutlu günler gelecektir. 

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


20 Mayıs 2016 Cuma

Firavun'un İzzetinin Asa Tarafından Yok Edilmesi ve Bunun Güncel Mesajı

Musa (a.s) kıssasının baş karakterlerinden biri olan Firavun , Allah (c.c) den rol çalmaya kalkarak ilahlığa soyunanların, dünya ve ahiretteki hazin sonunu gösteren örnek bir karakterdir. Allah (c.c) nin esmasından olan "El aziz" ismini , sadece onun hakkı olan ilahlık ve rabliğe soyunmak adına kullanmaya kalkanların , bu cüretlerinin neye mal olacağı , Firavun sihirbazlarının yenilgisinde gösterilmektedir. Sihirbazlar gerçeği görüp iman ederken , Firavun gerçeği görmezden gelmeye devam ederek, helak olmayı hak etmiştir. 

Bu konunun anlaşılabilmesi için , Kur'an içinde geçen Aziz kelimesinden türeyen "İzzet" kelimesinin geçtiği ayetleri okumanın gerektiğini söyleyebiliriz. 

"El izzü" ; İnsanda bulunan alt edilemezlik ve yenilmezlik halini ifade eden bir kelimedir.
Arapların sert arazi için kullandıkları "Ardun azezün" kelimesi buradan gelmektedir. 

Esma ül hüsnadan olan "El aziz" ; "Kendisi daima galip , üstün gelen , asla mağlup olmayan , kendisine üstün gelinemeyen" demektir. Bu ismin gerçek boyutuna dönüşmüş hallerinden birisi de Musa (a.s) kıssası içinde , sihirbazlar tarafından yapılan sihirlerin asa tarafından yok edilmesi sonucunda kimin gerçek "El aziz" olduğu bizlere gösterilmektedir.

[019.081] Kendilerine güç (izzet) sağlasınlar diye, Allah'tan başka ilahlar edindiler.
[004.139]  Onlar, mü'minleri bırakıp kâfirleri veliler edinirler. 'Kuvvet ve onuru (izzeti) ' onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz, 'bütün kuvvet ve onur (izzet),' Allah'ındır.
[003.026]  Deki: ey mülkün sahibi Allahım! Dilediğine mülk verirsin, dilediğinden de mülkü çeker alırsın, ve dilediğini azîz edersin, dilediğini zelil edersin, hayır yalnız senin elindedir, muhakkak ki sen her şey'e kadirsin

Yukarıda verdiğimiz ayet meallerinin, gerçek hayat içinde yansıma bulmasını, Musa (a.s) kıssasının, sihirbazlarla olan karşılaşmasının anlatıldığı ayetlerde görmekteyiz. 

[026.044]  İplerini ve asalarını yere attılar ve: «Firavun’un izzetine yemin ederiz ki galip gelen biz olacağız» dediler.

Sihirbazlar , Firavundan aldıkları dünyalık makam , mevki ve servet sözü karşılığında Musa (a.s) ile müsabakaya girişmişler , ip ve asalarını atarken kullandıkları " Firavunun izzetine" sözü , sihirbazların Firavunu karşılaşma öncesine kadar, ilah ve rab olarak kabul ettiklerini göstermektedir. 

Ortada "İlahların savaşı" diyebileceğimiz bir durum vaki olup , bu savaşın sonunda oluşacak olan galibiyet , gerçek ilahın kim olduğunu ortaya çıkaracaktır.

[026.045]  Sonra Musa asâsını attı; bir de ne görsünler, onların uydurduklarını yutuveriyor!
[026.046]  Sihirbazlar derhal secdeye kapandılar.
[026.047]  «İman ettik, dediler, Âlemlerin Rabbine»
[026.048]  «Musa ve Harun'un Rabbine!»

Musa (a.s) ın elindeki ASA ile , sihirbazların elindeki ASA nın çarpışması sonucunda , galip gelen taraf Musa (a.s) ın elindeki asa olup , bu asa sihirbazların asa ve iplerini yok etmiştir. Sihirbazlar bu olayın sonunda gerçeği görerek , sahte ilah olan firavunu terk ederek , gerçek ilah olan Allah (c.c) ye canlarını hiçe sayarak secde etmişlerdir.

Asa sadece Musa (a.s) ın elinde değil , sihirbazların elinde de bulunmaktadır. Dikkat edilirse, ASA lar üzerinden yapılan güç savaşında, galip gelen taraf Musa (a.s) ın asası olmuştur. İşte anlatımın mesaj boyutu, bu noktada ortaya çıkmaktadır.

Bu olayı tarihsel boyutundan çıkararak evrensel bir mesaj olarak okumaya çalıştığımızda şunları söyleyebiliriz ;

Kıssa içinde geçen taraflar, sadece belirli bir zaman ve mekana has taraflar değildir. Olayın bir tarafında tarih boyunca bütün insanların sadece Allah'a kul olması gerektiğini savunan elçiler ve onlarla beraber olanlar , diğer tarafında ise bu kulluğa karşı çıkarak , Allah (c.c) dışında ilah ve rablere kul olmayı savunanlar yer almaktadır.  Geçmişte Mısır ülkesinde yaşanan, Firavun ve Musa (a.s) arasında cereyan eden bu olay , kıyamete dek sürecek olan bu savaşın sonraki gelenlere ibret ve dersler çıkarılarak okunmasına matuftur.

Kur'an bilindiği üzere , kıssa yollu anlatımlar ile geçmiş yaşantılardan örnekler vererek , gelecek yaşantıların buna göre şekillenmesini veya şekillenMEmesini isteyen anlatımlar sunmaktadır. Bu düşünceden yola çıkarak okunan kıssalar , masal olmaktan çıkarak , bize dönük mesajları olan anlatımlar haline dönüşecektir. 

Musa (a.s) kıssası içinde geçen ve sihirbazların elinde olan ASA yı , geniş bir anlamda düşündüğümüzde , sahte ilahların insanlar üzerindeki hegemonyasını sürdürebilmeleri için , yanlarında besledikleri sihirbazlar eli ile yapılan, ve iktidarlarının devamını sağlamaya yönelik olan her türlü yöntem ve güç olduğunu söyleyebiliriz.

Çağdaş sihirbazların elinde olan bu asalar öyle bir hale gelmiştir ki , insanların gözlerini korkutarak , sahte ilah ve rablerin tahtlarının asla yıkılamayacağını ve sadece onlara kul olunması gerektiğini onlara vehmettirmektedir. 

[007.116] Musa, 'Önce siz atın' dedi. Büyücüler hünerlerini ortaya atınca, insanların gözlerini büyülediler, onları ürküttüler ve müthiş bir büyü gösterisi gerçekleştirdiler.

Araf s. 116. ayetinde anlatılan durum , sihirbazların yapmış oldukları sihirler ile insanların gözlerini korkuttukları , firavunların asla yenilmez güç sahibi olduklarını vehmettiklerini göstermektedir. Aynı korkuyu bir insan olarak Musa (a.s) dahi hissetmiştir. 

[020.066]  O da: Hayır siz atın, dedi. Bir de ne görsün; onların ipleri ve asaları, büyüleri yüzünden kendisine gerçekten yürüyorlarmış gibi geldi.
[020.067]  Bu yüzden Musa içinde bir korku hissetti.
[020.068] «Korkma» dedik. «Şüphesiz sen, üstün gelecek olan sensin.»
[020.069]  Sağ elindekini bırakıver; o, onların yaptıklarını yalar yutar. Çünkü onların yaptıkları yalnızca bir sihirbaz hilesidir. Sihirbaz ise her nerede olsa felah bulmaz!»

Asanın Musa (a.s) ın sağ elinde olduğunun ifade edilmesinin, dikkate alınması gerektiğini düşünmekteyiz. Asa Musa (a.s) ın sağ elinde ise , sihirbazların elindeki asanın de sol elde tutulduğunu söyleyebiliriz.

Sihirbazların SOL elindeki ASA ile , Musa (a.s) ın SAĞ elindeki ASA yı bugün okumaya çalıştığımızda sihirbazların sol elinde olan asaların hile hurda ürünü olan, ve SAĞ ELDE TUTULAN ASA ile hepsinin yok edilebileceği mesajı verilmektedir.

"Sağ el" ifadesi bizlere önemli bir mesaj vermektedir. Kur'an dilinin edebi ve sembolik anlatımını dikkate aldığımızda Vahyi temsil eden "Sağ elde tutulan asa" yani gerçek ilah ve rab olan Allah (c.c) tarafından desteklenen güç , sahte ve ilah ve rab olanlar tarafından desteklenen "Sol elde tutulan asa" ları her zaman yok edecek olmasının gerçekteki yaşanmışlığını bu kıssa üzerinden okuyabilirz.

Bu durum Allah (c.c) nin değişmez bir vaadi olup , bu değişmezliği Musa (a.s) üzerinden bizlere göstermektedir. Eğer bizler, elimizde asanın bu günkü karşılığı olan Kur'anı sahte ilah ve rablerin sihirlerinin yok edilerek , onların izzetlerinin beş paralık olması yolunda kullanmayı bildiğimiz sürece , bu vaad yerine gelecektir.

Allah (c.c) nin Musa (a.s) a vahyettiği söz olan "Şüphesiz sen, üstün gelecek olan sensin." ifadesini Al-i İmran suresi 139. ayetinde yine görmekteyiz. 

[003.139] Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.

Bu ayet , bizlere moral ve motivasyon sağlayan ayetlerden bir tanesidir. Karşımızdaki sahte ilah ve rabler tarafından desteklenen sihirbazların sihirleri, ne kadar etkili ve korkutucu olursa olsun , elimizde olan vahyi doğru kullandığımız sürece , sahtekarların yaptıkları dün Musa (a.s) ın asası karşısında nasıl bir duruma düştü ise , bu günde aynı duruma düşecektir. 

[010.065] Onların sözleri seni üzmesin. Şüphesiz 'izzet ve gücün' tümü Allah'ındır. O, işitendir, bilendir.
[035.010] Her kim izzet istiyorsa bilsin ki izzet tamamıyla Allah'ındır. O'na hoş kelimeler yükselir, onu da salih amel yükseltir. Kötülükler kuranlara gelince, onlara şiddetli bir azab vardır. Onların tuzakları hep darmadağın olur.
[037.180] Senin izzet sahibi Rabbin, onların isnat etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir.
[063.008] Diyorlarki: eğer Medîneye dönersek herhalde eazz olan oradan zelil olanı çıkaracaktır, halbuki izzet, Allahın ve Resulünün ve mü'minlerindir ve lâkin Münafıklar bilmezler.

Bu gün bir çok Müslümanın, iman ettiği kitap içinde bulunan kıssaların, bizlere dönük güncel mesajı olan anlatımlar olarak okunmaması sonucunda , iman iddiasında bulunmanın bir gereği olan şirk ile mücadele konusunda , bir takım hatalı davranışlar içine düşülmektedir. 

Bu hatalardan bir tanesi de , karşı tarafın daha güçlü kuvvetli, ve elindeki imkanların daha fazla olmasından dolayı bizleri yok edebileceği korkusudur. Bu korku bizleri atalet , hatta "uydum kalabalıklara" şeklinde bir yola iterek , dün savunduğumuz şeylerin , bu gün artık savunulamaz ve gereksiz şeyler olduğu düşüncesi içine sokarak, seküler bir hayat tarzına döndürmektedir. 

Kur'an kıssaları bizlere var oluş amacımızı hatırlatan ve bu yolda bıkmadan, usanmadan, korkmadan yürümek gerektiğini öğretmektedir. İman eden bir kimse için "Mağlubiyet" diye bir şey olmadığına göre , vahyin önerdiği yolda yürüdüğümüz müddetçe galip olan bizlerin olacağımız hatırdan çıkarılmamalıdır. 

Tek başına bir hükümdarın karşısına çıkarak ölüm pahasına hakkı haykırmak , işte böyle bir imanın sonucudur. Elçiler işte böyle bir yiğitlik sembolü insanlar olup , bu yiğitliği firavundan yedi sülalelerine yetecek kadar serveti ellerini tersi ile geri iten sihirbazlar da göstermişlerdir. 

Sonuç olarak ; Tarih boyunca kendisinin izzet sahibi olduğunu iddia edenler , ve izzeti Allah (c.c) den başkalarının yanında arayanlar , geçmişte  helak olmuş gelecekte de helak olacaklardır. Firavun , kendisinin izzet sahibi olduğunu iddia etmesi sonucunda helak olurken , ordusu ise izzeti Allah (c.c) den başkalarının yanında aramaları sonucunda helak olmuşlardır. 

Sihirbazlar ise , "İzzet sahibi" olarak gördükleri firavunun , böyle bir gücü olmadığını gördüklerinde anında yaptıkları hatadan dönerek , büyük bir erdemlilik göstermişlerdir. Kıyamete kadar gelecek her kim olursa olsun , izzet sahibi olduğunu iddia ettiğinde veya izzeti başka adreste aradığı takdirde , sonları firavun ve ordusundan farklı olmayacaktır. 

Ancak firavunların sonunu getirecek olan şey , onların sihirbazları tarafından SOL ELDE tutulan asaların yok edilmesini sağlayacak olan , SAĞ ELDE tutulan asa, yani VAHYin nebevi metoda uygun olarak hayata geçirilmesi olacaktır. 

                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


17 Mayıs 2016 Salı

Şuara s. 55. Ayetinin İki Farklı Meali Üzerine Bir Mütalaa

Kur'an meali okuyan bir kimsenin karşılaştığı sorunlardan bir tanesi, aynı ayetin farklı anlama gelen çevirileridir. Kur'an meallerini karşılaştırmalı olarak okuyan bir kimse bazı ayetlerin, elinde olan mealdeki bir ayetin çevirisi ile , aynı ayetin başka  bir mealdeki çevirisinin farklı olduğunu görebilecektir. 

Aynı ayetin birbirinden farklı olarak çevrilmiş ve aynı anlama gelmeyen mealleri karşısında, meal okuyucusu bir kimse , "Acaba hangisi doğru?" şeklinde bir şüpheye düşerek, doğru çevirinin hangisi olabileceği yönünde bir cevap aramaya koyulacaktır. 

Aynı ayetin anlam bakımından farklılık doğacak şekilde çevrilmesine sebep olan durumları sıralayacak olursak, ayetin gramer yapısı , çeviri yapan kimsenin ön yargısı , mezhebi , meşrebi , ilmi seviyesi Kur'ana olan hakimiyeti v.s gibi sebepleri sayabiliriz. 

Bu yazımızda, karşılaştırmalı olarak okunduğu takdirde , aralarındaki anlam farkı görülebilecek bir ayet olan, Şuara s. 55. ayeti üzerinde durarak , doğru çevirinin hangisi olabileceği yönündeki düşüncemizi paylaşmaya çalışacağız. 

Konumuz olan ayetin bağlamı , firavun sihirbazlarının yenilgisinin ardından gelişen olaylar neticesinde, İsrailoğullarının Mısır'ı terk etmesi emri ve Firavun'un onları takip etmek için şehirlere adam salması ile ilgilidir.

وَإِنَّهُمْ لَنَا لَغَائِظُونَ

ve inne-hum : ve muhakkak onlar
lena : bize 
le : gerçekten 
ğaizune: öfke duyanlar

Bu ayetin Kur'an meallerinde birbirinden farklı anlama gelen iki çevirisi bulunmaktadır , bu çeviriler şöyledir ; 

Adem Uğur :
(Böyle iken) kesinkes bizi öfkelendirmişlerdir.

Ahmed Hulusi :
"Ne var ki bizi öfkelendiriyorlar!

Ahmet Varol :
Ve onlar bizi kızdırmaktadırlar.

Ali Fikri Yavuz :
Fakat onlar bizi kızdırıyorlar.

Ömer Nasuhi Bilmen :
«Ve muhakkak ki, onlar bizi elbette çok öfkelendirmekte bulunan kimselerdir.»

Ayetin farklı bir bir meali de şu şekildedir ; 

Ali Bulaç :
"Ve elbette bize karşı da büyük bir öfke beslemektedirler.

Celal Yıldırım :
Ve elbette bunlar bize karşı iyice kızgın olup (diş bilemektedirler).

Diyanet İşleri :
“Şüphesiz onlar bize öfke duyuyorlar.”

Elmalılı Hamdi Yazır :
Fakat hakkımızda çok gayz besliyorlar

Gültekin Onan :
"Ve elbette bize karşı da büyük bir öfke beslemektedirler."

Muhammed Esed :
fakat kalpleri bize karşı kin ve nefretle dolu;

Yaşar Nuri Öztürk :
"Fakat bize gerçekten öfke püskürüyolar."

Dikkat edilirse Şuara s. 55. ayeti , 1- Firavunun, İsrailoğullarının kendilerini kızdırdığını , öfkelendirdiğini söylemesi şeklinde , 2- Firavunun , İsrailoğullarının kendilerine karşı öfke ve , kin , nefret , ğayz içinde bulunduğunu söylemesi şeklinde çevrilmiştir. 

Bu çevirilerden birisini "Kesin doğru" , diğerini ise "Kesin yanlış" olduğunu söylemek gibi bir düşüncemiz olmadığını söylemek istiyoruz. Ancak , 2. sıradaki yapılan meallerin, daha doğru olduğunu söyleyebiliriz. 

Bu düşüncemize dayanak olarak ise , kıssanın diğer surelerde geçen ve firavun sihirbazlarının yenilgisi sonucunda , firavunun söylediği sözleri gösterebiliriz. 

[007.123]  Firavun dedi ki: «Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Bu, hiç şüphesiz şehirde, halkını oradan çıkarmak için kurduğunuz bir tuzaktır. Ama yakında (başınıza gelecekleri) göreceksiniz!

Dikkat edilirse, firavun kendi yenilgisini örtmek için, halkın bu işten zarar göreceğini söyleyerek , halkı kendi etrafına toplayarak ve İsrailoğulları aleyhine kışkırtmak istemektedir. Bu noktayı göz önüne aldığımızda , konumuz olan ayetin iki farklı çevirisinden hangisinin daha doğru olabileceğini anlayabilmek , biraz daha kolaylaşacaktır.

Firavun  , halkına İsrailoğullarının azınlık bir gurup olmasına karşın , kendilerine karşı kin ve nefret içinde olduklarını söyleyerek , halkını İsrailoğullarına karşı kışkırtmaktadır. Halbuki Musa (a.s) kıssasını okuduğumuzda , firavunun İsrailoğullarına karşı bir soykırım başlattığını görmekteyiz. 

Musa (a.s) ın karşısına çıkartmış olduğu sihirbazların mağlup olması demek , kendisinin mağlup olması demek olan firavun , bu mağlubiyetini ikinci bir soykırım başlatmak sureti ile perdelemek istemektedir. 

 Yıllar süren mücadele sonunda , Allah (c.c) Musa (a.s) a İsrailoğullarını artık Mısırdan çıkarmak için harekete geçmesi emrini vermiş , bu emri yerine getirmek için harekete geçen İsrailoğullarına karşı firavun ordu toplayıp onların peşine düşecektir.  

[026.052]  Musa'ya: Kullarımı geceleyin yola çıkar; çünkü takip edileceksiniz, diye vahyettik.
[026.053]  Bunun üzerine Firavun şehirlere toplayıcılar gönderdi.
[026.054]  (Dedi ki) Bunlar, şüphe yok ki küçük ve önemsiz bir toplulukturlar;
[026.055]  VE MUHAKKAK Kİ ONLAR BİZE KARŞI ÖFKELİDİRLER
[026.056]  «Biz ise, elbette uyanık (ve tekvücut) bir cemaatız.» 

Sonuç olarak ; Firavun'un , İsrailoğullarının kendilerini kızdırdığını ve öfkelendirdiğini söyleyen çevirileri "Kesin yanlış" olduğu iddiasında olmamakla birlikte , yukarıda verdiğimiz anlam olan , firavun'un İsrailoğullarının kendilerine karşı öfke içinde bulunduğunu söylemesi şeklinde yapılan çevirilerin daha tutarlı olduğunu söyleyebiliriz. 

                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


15 Mayıs 2016 Pazar

Furkan s. 59. Ayetinin İki Farklı Meali Üzerinde Bir Mütalaa

Elimizdeki Kur'an meallerinde karşımıza çıkan sıkıntılardan birisi , bazı ayetlerin bağlam gözetilmeden çevrilmesi sonucunda oluşan anlam bozukluklarıdır. Bu yazımızda, böyle bir durumun söz konusu olduğu, Furkan s. 59. ayetini ele almaya çalışarak, bu ayetin elimizdeki meallerde bulunan çevirilerinden hangisinin daha doğru olduğu üzerindeki düşüncemizi paylaşmaya çalışacağız.

الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ الرَّحْمَنُ فَاسْأَلْ بِهِ خَبِيرًا

Bu ayetin bazı meallerde yapılan çevirisi şöyledir ;

Adem Uğur :
Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan, sonra Arş'a istivâ eden (ona hükmeden) Rahmân'dır. Bunu bir bilene sor.

Ahmet Varol :
Gökleri, yeri ve bu ikisinin arasındakileri altı günde yaratan sonra Arş'a hükümran olan O'dur. O Rahman'dır. Bunu (bundan) haberdar olan birine sor.

Bayraktar Bayraklı :
Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı devirde/evrede yaratan, sonra hükümranlığı yetkisine alan Rahmân’dır. Bunu bir bilene sor!

Bekir Sadak :
Gokleri, yeri ve ikisinin arasindakileri alti gunde yaratan sonra da arsa hukmeden Rahman'dir. Bunu bir bilene sor.

Diyanet Vakfi :
Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan, sonra Arş'a istivâ eden (ona hükmeden) Rahmân'dır. Bunu bir bilene sor.

Edip Yüksel :
O ki gökleri, yeri ve aralarındakileri altı günde yarattı ve sonra tüm otoritesini kurdu. Rahman'dır; O'nu iyi bilenlere sor.

Hasan Basri Çantay :
O, gökleri ve yeri aralarında olan şeyleri altı günde yaratan, sonra (emri) arş üzerinde hükümrân olandır. Rahmandır (rahmeti umumîdir). Bunu (Onun sıfatlarından) haberdâr olana sor.

Süleyman Ateş :
O, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattı, sonra Arş'a kuruldu (böylece mülkünü yönetmektedir. O) Rahmân'dır. Bunu bir bilene sor.

Furkan s. 59. ayeti ile ilgili yapılmış olan bu meallerdeki ortak çeviri , sorulması istenilenin Allah (c.c) dışında biri olduğu yönündedir. 

Allah (c.c) , gökleri , yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yarattığını , sonra arş'a istiva ettiğini beyan etmekte , ve "Bunu habir olana sor" buyurmaktadır. Yukarıdaki çeviriler, "Habir" olarak ifade edilen kelimeden kast edilenin ilk bakışta başkaları olduğu yönündedir. Bu çevirileri yapanlar belki böyle bir düşünce içinde olmayabilirler , ancak yapılan çeviriyi okuyanlar , böyle bir anlam dahilinde ilgili ayetin çevirisini okuyacaklardır. 

Bu ayetin başka şekilde yapılmış çevirileri de mevcuttur, bu çeviriler şu şekildedir ; 

Ali Fikri Yavuz :
O Allah’dır ki, göklerle yeri ve aralarında olanları altı günde yarattı; sonra Arş’ın üzerinde hükümran oldu. O Rahman’dır. Artık bu yaratma işlerini, her şeyi bilenden (Habîr’den) sor.

Elmalılı Hamdi Yazır :
O hayyi lâ yemut ki Gökleri ve Yeri ve aralarındakileri altı günde yarattı ve sonra Arşın üzerine istivâ buyurdu o rahmân, haydi ne diliyeceksen o habîrden dile

Hayrat Neşriyat :
O ki, gökleri ve yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattı. Sonra Arşa hükmetti. (O) Rahmândır; artık bunu (bu âlemin yaratılışını), hakkıyla haberdâr olan birine(Rabbine) sor!

Muhammed Esed :
Gökleri, yeri ve bu ikisi arasında var olan her şeyi altı evrede yaratan ve kudret ve hükümranlık tahtına kurulan O'dur, O: Rahman / sınırsız Bağış (Kayra) Sahibi! O'nu (Kendisinden), O her şeyden Haberdar Olan'dan sor.

Ömer Nasuhi Bilmen :
O ki, gökleri ve yeri ve bunların arasında olanları altı günde yarattı, sonra, Arş üzerine hükümran oldu. O, Rahmân'dır, O'nu haberdar olandan sor.

Furkan s. 59. ayetinin yukarıdaki yapılmış çevirilerinde ise , "Bunu habir olana sor" ifadesi ile kast edilenin "Habir" ismine sahip olan Allah (c.c) nin olduğu dikkate alınarak yapılmış çevirilerdir.

Yukarıda örneklerini verdiğimiz çevirilerdeki fark , "Bunu habir olana sor" ifadesinin Allah (c.c) veya , onun dışında bilen biri olduğu yönündedir. Bu noktada "Bu iki farklı çeviriden hangisi doğrudur ?" sorusunun cevabının verilmesi gerekmektedir. 

وَتَوَكَّلْ عَلَى الْحَيِّ الَّذِي لَا يَمُوتُ وَسَبِّحْ بِحَمْدِهِ وَكَفَى بِهِ بِذُنُوبِ عِبَادِهِ خَبِيرًا

[025.058] Ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan. O'nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarını O'nun HABİR olması yeter.

59. ayetten bir önceki  58. ayete baktığımızda, ayet içinde geçen "Habir" kelimesinin Allah (c.c) ile ilgili kullanılmakta olup bu kullanım, 59. ayet içindeki "Habiran" kelimesinin kimin için kullanıldığında daha uygun olacağını göstermektedir.

58. ayetteki bağlamı dikkate alarak , 59. ayetteki "Bunu Habir olana sor" ifadesini, "Bunu habir olan Allah'a sor" olarak anlamanın daha doğru, ve bu şekilde yapılmış olan çevirilerin daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

13 Mayıs 2016 Cuma

Yusuf (a.s) a Verilen Hüküm ve İlmin Onun Hayatındaki Yansıması

Kur'an içinde zikri geçen elçilerin kıssalarının anlatılmasının amaçlarından bir tanesi, onların "Rol Model" olarak okunması , ve bizlerin hayatlarında onların yaşantılardan sunulan kesitlerin, örneklik oluşturmasına matuftur. 

"Ahsenel kasas" (Kıssaların en güzeli) olarak beyan edilen Yusuf suresinin 22. ayetinde Yusuf (a.s) için , "Erginlik çağına erince ona hikmet ve ilim verdik. İyi davrananları böyle mükafatlandırırız" buyurulmuş olmasının , onun hayatında nasıl yer bulduğunu, ilerleyen ayetlerde görmekteyiz. Onun hayatındaki hüküm ve ilmin yaşantıya yansıması, bizler içinde örneklik teşkil  etmesi gereği üzerinden hareketle, ilgili ayetler üzerinde bir okuma yapmaya çalışacağız.

Yusuf s. 22. ayeti içinde geçen "Hükmen" kelimesi , "Islah etmek ve düzeltmek maksadı ile ,men etmek , engellemek" anlamına gelen ha-ke-me kelimesinden türemiştir. 

"İlim" kelimesi ; "Bir şeyi hakikatı ile idrak etmek" anlamındadır.

"Hüküm" ve "İlim" kelimelerinin , insan üzerinde nasıl anlamını bulduğu , Kur'anın diğer ayetlerinde geçen bazı elçiler üzerinden anlatılmaktadır. Hüküm ve ilim verilmesi sadece elçilere has bir özellik olmayıp , bütün insanlara özel bir durumdur. Elçiler insana verilen bu hassaların nasıl kullanılacağını öğreten insanlardır.

Elçiler dahil bütün insanlar, doğuştan gelen bir takım fıtri özelliklere sahiptirler. Allah (c.c) bu fıtratı elçiler kanalı indirdiği vahiy ile destekleyerek, yanlışa düşülmesine engel olmak , düşülen yanlışları doğruya çekmeyi amaçlamaktadır. Elçiler "Rol model" insanlar olarak , aldıkları bu vahyi kendi hayatlarında örnekleyerek , gelecek nesillere önderlik yapmışlardır.

Yusuf (a.s) kendisinde bulunan ilim ve hikmeti gereği gibi kullanarak , kendisini kötü iş yapmaktan engellemiştir. Onun bu engellemesi , hüküm kelimesinin anlamı ile uygunluk arz etmektedir.

[012.023] Onun evinde kalmakta olduğu kadın, ondan murad almak istedi ve kapıları sımsıkı kapatarak: « gelsene» dedi. Dedi ki: «Allah'a sığınırım. (innehu rabbi ) o benim efendimdir, (ahsene mesvaye) yerimi güzel tutmuştur. Gerçek şu ki, zalimler kurtuluşa ermez.»

Kendisini insan tacirlerinden satın alarak , büyüten ve eğiten Mısır azizinin karısı , Yusuf (a.s) ın cinsel gücünden faydalanmak amacı ile, onunla bir odada yalnız kalmış ve bu isteğini alenen ona söylemiştir. 

Yusuf'un kadına verdiği cevap ise , ona verilen hüküm ve ilmin hayat içinde pratik bulmuş halini göstermektedir. Ayet içindeki "İnnehu rabbi" ( o benim efendimdir) ifadesinin kimin için kullanıldığı konusunda iki farklı görüşün ortaya çıktığını görmekteyiz. 

Bir kısım yorumcu, bu kelimenin Yusuf'u besleyip büyüten Mısırı azizi için kullanıldığını söylerken , diğer bir kısım yorumcu ise, Allah (c.c) için kullanıldığını söylemektedir. Mısır azizi için kullanıldığını söyleyenlerin delili , aynı surenin 21. ayetinde onu satın alan azizin karsına söylediği "ekrimi mesvahu" (onun yerini güzel tut) sözüne dayanmaktadır. Her iki yorumun da dayanağı olmasına dikkat ederek , bir yorumun kesin doğru , diğer yorumun kesin yanlış olduğunu söylemek pek mümkün görünmemektedir.

Yusuf'un kendisine yapılan bu teklifi geri çevirme gerekçesi üzerinde durduğumuzda, onun nefsi ve vicdanı arasında yaptığı tercihi görmekteyiz. İşte onun bu tercihi, bizlerin de nefsimiz ve vicdanımız arasında tercih yapmak arasında kaldığımızda, hangi tarafı seçmemiz gerektiği konusunda örneklik teşkil etmektedir.

[003.014] Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.

İnsan, "Dünya metaı" olarak beyan edilen şeylere karşı, sevgi besleme itiyadında yaratılmıştır , anca bu metaı elde etme yolunun, helal dairesinde olması gerekmektedir. İnsanın, karşısına çıkan bir harama karşı nasıl bir tavır takınması gerektiğini , yaşanmış örnek olarak öğreneceği kişilerden birisi Yusuf (a.s) dır. 

  [002.219] Sana içki ve kumarı sorarlar, de ki: «İkisinde hem büyük günah ve hem insanlara bazı faydalar vardır. Günahları faydasından daha büyüktür». Ne sarfedeceklerini sana sorarlar, de ki: «Artanı». Böylece Allah, dünya ve ahiret hususunda düşünesiniz diye size ayetleri açıklar.

Bakara s. 219. ayeti bizlere, karşımıza çıkan ve bizi helal - haramdan bir tanesini tercih noktasında yol ayrımında bırakan bir duruma karşı, nasıl bir tavır sergilememiz gerektiğini öğreten bir ayettir. "İçki ve Kumar" olarak beyan edilen şeyleri daha genelleştirerek, "Bütün haramlar" olarak değerlendirmeye tabi tuttuğumuzda , haram olan bir şeyin hem faydası ve bizi celbeden bir yanı mutlaka vardır.

Akıllı insan, kar-zarar hesabını doğru yapan insandır. 

"Haram" olarak beyan edilmiş olan şeyler dei insanın nefsine hoş gelen fayda tarafı mutlaka vardır. Ancak zarar tarafının daha ağır bastığının beyan edilmesine dikkat edilerek, haramlara yaklaşılmaması gerekmektedir. Haram işlendiğinde 1 birimlik fayda edilmiş olsa bile , o haramın bize getireceği zararı rakam ile ifade etmek mümkün değildir. 

Bundan dolayı , akıllı insan seçim yapmak zorunda kaldığında "Kar" olan tarafı seçen kişi olması gerektiği için , zararı terk etmesi onun menfaati icabıdır. Yusuf (a.s) işte böyle bir ikilem içinde kalarak karını zararını hesap etmiş ve "Kar" olan tarı seçerek kadının isteğini ret etmiştir.

[012.024]  Ve hakikaten kadın O'na kasdetmişti. O da eğer Rabbinin bürhanını görmemiş olsa idi kadına kasdetmekte bulunacaktı. İşte O'ndan fena bir kasdi ve fuhşa atılmayı defedelim diye öyle (bürhanımız gösterilmiş) oldu. Muhakkak ki o, Bizim ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandır.

Yusuf (a.s) , insan olmasının ona getirdiği geçici dünya metaına olan heves nedeniyle , bir an için kadının isteğini kabul etmek gibi bir niyet içine girmesine karşın "Rabbinden gördüğü burhan" onu bu isteğinden geri çevirerek yanlışa düşmemesini sağlamıştır. 

Peki Yusuf'un Rabbinden gördüğü burhan ne idi ki onu bu isteğinden geri çevirdi ?. 

Bu konuda tefsirler de bazı yorumlar olmasına karşın , yapılan yorumların yaşanan hayatlara dair mesajlar vermekten uzak olduğunu söyleyebiliriz. "Rabbinden" ifadesinin Mısır azizini veya Allah (c.c) yi mi kast ettiğini bir kenara bırakarak , her ikisini de kast etmiş olmasını muhtemel olarak düşündüğümüzde , Yusuf (a.s) kendisine içinde olduğu nimetleri veren Aziz'i veya Allah (c.c) den hangisini kast etmiş olursa olsun , vicdanının sesini dinleyerek , kendisine verilen bu nimete karşı nankörlük yapmaması gerektiğini düşünerek doğruyu bulmuştur. 

Allah (c.c) nin Yusuf (a.s) ı zinaya düşmekten mucizevi bir şekilde koruduğunu iddia etmek , başkalarının bu konuda "Bizi neden korumuyor?" itirazlarını beraberinde getirecektir. Halbuki Allah (c.c) nin hiç bir kuluna torpilci bir yaklaşım sergilemediğini düşündüğümüzde , Yusuf (a.s) ın gördüğü burhanı herkes görmektedir. 

Yusuf (a.s) vicdanının sesinin dinleyerek , eğer zinaya saptığı takdirde yanlış bir iş yapmış olacağını bilmiş , bir anlık zevkin vereceği kar'ın , onu daha büyük zarara sevk edeceği bilgisiyle bu kötülüğü terk etmiştir.

Yusuf (a.s) kar- zarar hesabını yapan akıllı bir insan olarak , bu hesabın nasıl yapılması gerektiğini bizlere öğretmektedir. Kadının isteğini kabul etmekle belki bir anlık kar edebilecek iken , bir anlık faydanın ona büyük bir zarara mal olacağını bilerek , bir anlık faydayı elinin tersi ile itmiştir. 

[012.033] (Yusuf:) Rabbim! Bana zindan , bunların benden istediklerinden daha iyidir! Eğer onların hilelerini benden çevirmezsen, onlara meyleder ve cahillerden olurum! dedi.

Onun bu hareketi , bizler için yaşanmış bir örnek oluşturmaktadır. Kadının isteğine boyun eğmemekle , yıllarca hapishane hayatı yaşayan Yusuf (a.s) , dünyada geçici zindana razı olarak , ebedi zindan dan kurtulmayı seçmiştir. 

Sonuç olarak ; Hepimizin yaşadığı zaman içinde karşımıza yol ayrımında kalabileceğimiz ve iki yoldan birisini seçmemizi gerektiren olaylar çıkabilir. Böyle bir tercih yapma durumunda kaldığımız zaman , bu tercihin sonucunda elimize geçecek olan kar - zarar hesabını, bize verilmiş olan "Hüküm ve ilim" ile yaparak yanlışa düşmemeye çalışmak , kul olarak yapmamız gerekendir.      

Yusuf (a.s) , "Rol model" bir elçi olarak , böyle bir yol ayrımında kalmış , ve yapacağı tercihin sonucunda eline geçecek olan kar veya zararı doğru bir şekilde hesap ederek , yapılması gerekeni yapmıştır. Onun başına gelen bu olaydan bize düşen hisse ise , karşı karşıya kalabileceğimiz bu gibi durumlarda bizim yapmamız gereken şey onun yaptığı olmalıdır. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


11 Mayıs 2016 Çarşamba

ENBİYA S. 95. Ayeti : Bağlam ve Bütünlük Gözetilmeden Çevrilen Bir Ayet

Kur'anın doğru anlaşılmasında, ayetlerin bağlamının ve Kur'an bütünlüğünün gözetilerek okunması ve yorumlanması önemli bir husustur. Bağlam ve bütünlük gözetilmeden okunan ayetlerin doğru anlaşılmasında, bir takım problemlerin doğacağı muhakkaktır. Bu yazımıza konu edeceğimiz Enbiya s. 95. ayetinin , bağlam ve bütünlük gözetilmeden okunarak çevrilen ve yorumlanan bir ayet olduğunu düşündüğümüzü söyleyerek , doğru çeviri ve yorumun nasıl olabileceği yönündeki görüşlerimizi paylaşmaya çalışacağız. 

                                          وَحَرَامٌ عَلَى قَرْيَةٍ أَهْلَكْنَاهَا أَنَّهُمْ لَا يَرْجِعُونَ

Ayetin, ulaşabildiğimiz meallerde ağırlıklı olarak yapılan çevirileri şu şekildedir ; 

[021.095]  Yok ettiğimiz kasaba halkının ahirette ceza görmek üzere Bize dönmemesi imkansızdır.

[021.095] Yıkıma uğrattığımız bir ülkeye (tekrar dünya hayatı) imkânsız (haram) dır; hiç şüphesiz onlar, (dünyaya) bir daha geri dönmeyecekler.

Bu ayetin çevirisinin,  1- helaka uğrayan belde halklarının mutlaka hesaba çekileceği , 2- helaka uğrayan belde halklarının artık bir daha dünyaya geri dönmelerinin imkansız olduğu, ana fikrine dayalı olarak yapılmış çeviriler olduğunu gördük. 

 Ancak  bu çeviriler, ve bu çevirileri merkeze alarak yapılmış olan yorumların , bu ayetin bağlam ve bütünlük gözetilmemesi sonucu yapıldığını düşünmekteyiz. 

Şurasını ifade etmek isteriz ki, bu ayet tek başına okunarak anlaşılabilecek ve çevirisi yapılabilecek bir ayet değildir. Bu ayet, sure ve Kur'an bütünlüğü dikkate alınarak çevirisi yapılabilecek ve anlaşılabilecek bir ayettir. Birbirinden farklı olarak yapılmış olan çeviriler, bu ayetin sadece kendisinin okunarak çeviri ve yorumunun yapılabileceği bir ayet olmadığını göstermektedir.

Maalesef , ulaşma imkanı bulduğumuz tefsirler ve mealler , kendilerinden önce yapılan meal ve tefsirleri taklit eden, kopyacı bir anlayış ile bu ayetin meal ve yorumunu yapmışlardır.

Ve harâmun : ve haramdır, yasaktır, imkânsızdır
Alâ karyetin : şehre, şehir halkına
Ehleknâ-hâ  : biz onu helâk ettik
Enne-hum    : muhakkak onlar
Lâ yerciûne  : dönmezler

Bu ayet ile ilgili olarak sorulması ve cevabının aranması gereken soru , helak edilen karye halkının dönmeleri haram olan şeyin ne olduğudur. Bu sorunun cevabının bulunması, ayetin doğru bir çevirisinin yapılmasını da sağlayacaktır.

Bu sorunun cevabı için öncelikle 95. ayet sonrası ayetleri okumak gerektiğini düşünmekteyiz.

[021.096] Ta ki Ye'cuc ve Me'cuc açılıp da her tepeden ve dereden akın ettiklerinde.
[021.097]  ve hak va'd yaklaştığı vakıt, o zaman işte o küfredenlerin derhal gözleri belerecek «eyvah bizlere biz bundan gaflet ettik, hayır kendimize zulmetmiş olduk» diyecekler

Bu iki ayet , kıyamet ile ilgili bir sahneyi anlatmaktadır. 95. ayeti bu iki ayet ile birlikte okumaya çalıştığımızda şunları söyleyebiliriz ; 

95. ayet , helak edilmeyi hak etmiş bir karye halkının, helak anında dönmelerinin haram olduğu bir şeyin olduğunu söylemektedir . Bir karye halkının helak edilmesine sebebin, onların ŞİRK ve İNKARları olduğunu düşündüğümüzde , neye dönmelerinin haram olduğu ortaya çıkmaya başlayacaktır.

96. ve 97. ayetler ise , helakın belirli bir zamana has olmadığını , kıyamete kadar hak ediş yasalarına bağlı olarak devam edecek bir süreç olduğunu düşündüğümüzde , kıyamete kadar gelecek olan ve helakı hak etmiş olan karye halklarının tamamının , helak anında pişmanlıklarını dışa vurduklarını ve helak anına kadar iman etmemiş olmalarından dolayı ah vah ettiklerini görmekteyiz. 

95-96 ve 97. ayetleri, bağlam gözeterek okumaya çalıştığımızda ise şu sonuca varabiliriz;

Yaşamları boyunca ŞİRK ve İNKAR merkezli bir hayat yaşayarak , helak edilmeyi hak eden hangi belde halkı olursa olsun , helak anı geldiği zaman , yaşadıkları ŞİRK ve İNKARA geri dönmezler , hangi karye halkı olursa olsun, helak anında iman etmek ister ama bu iman artık onlara hiç bir fayda getirmez. 

Helak olma anına kadar şirk içinde yüzmüş olan karye halklarının , helak anında o ana kadar yapmış oldukları şirk ve isyandan pişman olarak imana dönmek istedikleri, fakat bu imanlarının onlara fayda getirmediğini beyan eden diğer ayetleri okuduğumuzda , Enbiya s. 95. ayetinin anlamı biraz daha açılacaktır.

Aynı surenin 11-15. ayetleri , helak anına gelen bir karye halkının düştüğü durumu ifade etmektedir. 

[021.011]  Halbuki biz zulmetmekte olan nice karye kırdık geçirdik, ve arkasından diğerlerini başka bir kavm olarak neşet ettirdik
[021.012] Onlar azabımızın şiddetini hissettikleri zaman oradan kaçmaya koyuluyorlardı.
[021.013] Kaçmayınız, sizi baştan çıkaran nimetlere ve evlerinize dönünüz ki, sorguya çekileceksiniz!
[021.014] «Yazıklar bize» dediler. «Gerçekten biz, zalimmişiz.»
[021.015]  Biz onları biçilmiş ot ve bir yığın kül haline getirinceye kadar haykırmaları devam etti.

Konumuz olan ayetin çevirisi ve yorumlanmasında bağlam ve sure bütünlüğü gözetilmiş olsaydı , yukarıdaki ayet mealleri göz önüne alınarak ,yapılan 95. ayet çeviri ve yorumlarının daha isabetli olabileceğini söyleyebiliriz. 

[040.082]  Yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden daha çok, daha kuvvetli, yeryüzünde bıraktıkları eserler daha sağlam olan öncekilerin sonuçlarının nasıl olduğunu görmezler mi? Kazandıkları onlara bir fayda vermemiştir.
[040.083] Resulleri onlara açık açık delilleri getirdikçe, bunlar kendilerinde bulunan bilgi ile şımarıp böbürlendiler (Peygamberlerin getirdiği hidâyetle alay ettiler). Sonunda alaya almalarının cezası, kendilerini her taraftan kuşatıverdi.
[040.084] Onlar bizim dayanılmaz-azabımızı gördükleri zaman, dediler ki: «Bir olan Allah'a iman ettik ve O'na şirk koşmakta olduğumuz şeyleri de inkâr ettik.»
[040.085]  Ama baskınımızı görüp de öylece inanmaları kendilerine fayda vermedi. Bu; Allah'ın kulları hakkında öteden beri cari olan sünnetidir. Ve işte kafirler burada hüsrana uğramışlardır.

[032.029]  De ki: «Fetih günü, kâfirlere imanları fayda vermez, onlara mühlet de verilmez.»

[010.088]  Mûsa da dedi ki: «Ey Rabbimiz! Şüphe yok ki, sen Fir'avun'a ve onun cemaatine dünya hayatında ziynet ve mallar verdin. Ey Rabbimiz! Senin yolundan sapıtsınlar diye. Ey Rabbimiz! onların mallarını mahvet ve gönülleri üzerini şiddetle mühürle. Tâ ki onlar acıklı azabı görünceye kadar imân etmesinler.»

[010.090]  İsrailoğulları'nı denizden geçirdik. Firavun ve askerleri saldırı ve düşmanlık amacı ile peşlerine düştüler. Sonunda Firavun boğulmanın eğişine geldiğinde, «İsrailoğulları'nın inandıkları ilahtan başka ilah olmadığına inandım, ben de O'na teslim olanlardan (müslümanlardan) biriyim» dedi.
[010.091]  Şimdi mi? Oysa bundan önce hep isyan etmiştin ve fesatçılardan idin.

Yaşamları boyunca ŞİRK ve İNKAR merkezli bir hayat sürerek , bu inkarlarının bedellerini ödemek üzere helak edilen bütün karye halklarının değişmez sünnetlerinin , helak anında iman etmek olduğunu gördükten sonra , Enbiya s. 95. ayetine bu anlam etrafında bir çeviri ve yorum yapmanın daha uygun olduğunu söyleyebiliriz. 

Bütün bunlardan sonra Enbiya s. 95. ayetinin mealini şu şekilde olması gerektiğini söyleyebiliriz ; 

HELAK ETTİĞİMİZ KARYE(halkı)NİN (küfür ve şirke) GERİ DÖNMELERİ HARAMDIR.

"Haramdır" ifadesi , Allah (c.c) tarafından haram kılınmış anlamında değil , helakı hak etmiş olan karye halkının değişmeyen adetleri olan, küfrü terk ederek imana dönmelerini ifade etmektedir. Yani helak anına gelmiş bir karye halkı , içinde bulundukları küfür ve şirk halinden çıkarak , iman haline dönmelerini ifade etmektedir. Karye halkarı , helakı gördükleri anda küfür ve şirki artık kendilerine haram kılarak , imana dönmektedirler , fakat artık bu imanları onlara fayda getirmeyecektir.

Tetkik etme imkanı bulduğumuz mealler arasında , sure ve Kur'an bütünlüğüne uygun olan tek meali, merhum Elmalılı Hamdi Yazır'ın yaptığını gördük. Merhum'un Enbiya s. 95. ayetine verdiği meal şöyledir ;

[021.095]  İhlâk ettiğimiz karyeye dahi haramdır ki rücu' etmiyecek olsunlar

Merhum , bu ayetin tefsiri ile ilgili olarak orjinal (sadeleştirmeye uğramamış) tefsirinde şunları söylemektedir ; 

"ihlâk etmiş olduğumuz her hangi bir karyeye de rücu' etmemeleri  haramdır. -Ya'ni Sûrenin başında geçtiği üzere helâke mahkûm ettiğimiz bir memleket ahalisine de dönün bakalım denildiği zaman inkarlarından dönecekler, dönmemeleri mümkin değildir. Eyvah, bizler zalim idik!... diye itiraf ederek feryad ede ede biçilip söneceklerdir"  

Merhum Elmalılı , görüldüğü gibi ayetin sure bütünlüğüne dikkat ederek , 11-15. ayetleri ile bağını kurarak doğru bir anlam vermiştir. Ancak kendisinin verdiği bu anlam , onun tefsirini sadeleştirmek adına ele alanlar tarafından maalesef anlaşılamamış , diğer mealler gibi meallendirilerek ilmi ve ahlaki açıdan büyük bir cinayet örneği verilmiştir. 

Elmalılı mealinin sadeleştirilmesi adına yapılan mealleri şöyledir; 

Elmalılı (sadeleştirilmiş) :
Helak ettiğimiz bir belde (halkı) nın Bize dönmemesi imkansızdır.

Elmalılı (sadeleştirilmiş - 2) :
Yok ettiğimiz bir memleket (ahalisinin ahiretteki cezasını da çekmek üzere) bize dönmemesi gerçekten imkansızdır.

Bu sadeleştirmeyi yapanlar her kim ise , büyük  ihtimal ilahiyat eğitimi almış olan kimselerdir , bu kimselerin ilmi ahlaktan zerre kadar nasipleri olmadıkları gibi , ilmi kariyerlerinin de çukur olduğunu söylemek istiyoruz. 

Elmalılı tefsirinin örnek olarak gösterilebilecek ve başka meal yapıcılarının gösteremediği sure ve Kur'an bütünlüğüne uygun böyle bir çeviriyi anlayacak ilmi kapasiteleri olmayanların eline düşen bu tefsir, maalesef oyuncağa çevrilerek , başka meallerden alıntılanmış yanlış meali Elmalılıya atfederek ilmi ahlaksızlığın zirvesine çıkılmıştır.

İnternet ortamında bulunan ve kim tarafından sadeleştirildiğini bilmediğimiz Elmalılı tefsirinin sadeleştirilmişinde, konumuz olan ayet ile ilgili olarak şunlar yazmaktadır;

95- Yok ettiğimiz bir memleket (ahalisinin ahiretteki cezasını da çekmek üzere) bize dönmemesi gerçekten imkansızdır.

95- Yok ettiğimiz bir memleket halkının da bize dönmemesi gerçekten imkansızdır. Yani sûrenin baş taraflarında geçtiği üzere, yok olmaya mahkum ettiğimiz bir memleket halkına da "dönün bakalım" denildiği zaman, inkârlarından dönecekler, dönmemeleri mümkün değildir. "Eyvah bizler zalim idik!..." diye itiraf ederek feryat ede ede biçilip söneceklerdir.

Görülmektedir ki , Elmalılı tefsirinin orjinalindeki ibarelerin aynen alıntılanmış olmasına karşın , tefsirde ki anlatımı anlamaktan aciz olan sadeleştiriciler , ayetin tefsirini Elmalılının kendisinden , mealini ise başka meallerden alıntılayarak , "Altı kaval üstü şişhane" misali bir işe imza atarak , "ilmi liyakatsizlik" dalında oskar ödülünü hak etmişlerdir.

Sonuç olarak ; Enbiya s. 95. ayeti , bağlam ve sure bütünlüğü dikkate alınarak anlamlandırılması gereken ayetlerden birisidir. Bu ayetin , Kur'anın zor ayetlerinden birisi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. "Zor" olarak ifade etmemize sebep ise , bu ayetle ilgili olarak iki farklı meal yapılması ve yapılan bu iki mealin ikisinin de doğru bir meal olmamasıdır.

Bu ayetin meal ve yorumunda dikkate alınması gereken en önemli nokta , ayetin siyak sibak ve sure bütünlüğü olmalıdır. Bunlar dikkate alınmadan yapılan çeviri ve yorumların isabetsiz olduğunu düşünmekteyiz. Siyak sibak , sure ve Kur'an bütünlüğünün gözetilmesi bütün ayetlerin doğru anlaşılmasında gerekli bir unsur olup , Enbiya s. 95. ayet gibi bazı ayetlerin anlaşılmasında biraz daha önemli rol oynamaktadır.

Ayetin , "Müşrik sünneti" olarak ifade edebileceğimiz bir duruma işaret ettiğini söyleyebiliriz. Bu ayet , müşriklerin helak anında o ana kadar içinde bulundukları şirk ve küfrü terk ederek pişmanlıklarını ortaya dökmelerinin ve iman dönmek istemelerinin , onların değişmeyen bir adetleri olduğunu beyan etmektedir. 

Bu ayet ile ilgili ulaşabildiğimiz mealler de sadece merhum Elmalılının , bu ayete bağlam ve bütünlük gözeterek anlam verdiğini tesbit etmekle beraber , ne acıdır ki ilmi liyakattan yoksun kişilerin eline düşen tefsirindeki bu ayete verdiği anlam anlaşılmayarak , başka meallerden kopya edilen ve onun tefsirindeki yorumu ile alakası olmayan bir anlamı taşıyan meal , onun meali gibi gösterilmeye çalışmıştır. 

Enbiya suresi 95. ayeti ile ilgili olarak "Yanlış" olarak değerlendirdiğimiz mealleri mahkum etmemekle birlikte , iddiamız o meallerin bütünlük gözetilmeden yapılmış olduğu noktasındadır. Bu çalışmayı yapma amacımız, ayetin yanlış olarak değerlendirdiğimiz meallerini mahkum etmeye yönelik değil , bütünlük gözetilmeden yapılan bir çeviri çalışmasının doğruyu bulmada isabet kaydetmesinin güç olduğunu göstermeye çalışmaktır. 

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

8 Mayıs 2016 Pazar

Yunus (a.s) ın Zulümat İçinde Kalması ve Allah (c.c) nin Kullarını Zulümattan Kurtarması

Kur'an kıssaları , Allah (c.c) nin kullarına yapmış olduğu yardım, ve tevbelerinin kabul edilmesi gibi vaadlerinin, gerçek olarak yerine getirilmiş olduğunu haber veren anlatımlardır. Yunus (a.s) kıssası , böyle bir vaadin sadece sözde kalmadığını , gerçek olarak yerine getirilmiş olduğunu haber veren bir kıssalardan bir tanesidir.

Bilindiği üzere Yunus (a.s), kendisine verilen elçilik görevinin zorluklarına katlanamayarak kavmini terk etmiş bir gemiye binerek görev alanını  terk etmiştir. Binmiş olduğu o gemiden denize atılarak, bir balık tarafından yutulduktan sonra, balığın karnında iken etmiş olduğu tevbe neticesinde, balık tarafından karaya atılarak kurtulmuştur. 

Yunus (a.s) kıssasının anlatıldığı tefsirlerde , kıssanın mesajı maalesef buharlaştırılarak masala dönüştürülmüş , modernist okumalarda ise Yunus (a.s) ın balığın karnına düşmesi mecazi olarak okunmaya çalışılmış , balık mı Yunus (a.s) ı yuttu , yoksa Yunus (a.s) balığı mı yuttu tartışmaları ile, buharlaştırmanın bir başka versiyonu gerçekleştirilmiştir.

Kur'an kıssalarının bizlere dönük mesajlar olduğu yönündeki okuma yöntemimizi bu kıssada da devam ettirerek, Yunus (a.s) ın kurtuluşunun bize nasıl bir mesaj verebileceği yönünde okumaya çalışıp , bu konudaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

[037.143]  Eğer çok tesbih edenlerden olmasa idi
[037.144]  Tekrar diriltilecekleri güne kadar onun karnında kalacaktı.

[021.087] Zennunu da; hani öfkelenerek gitmişti de biz kendisini aslâ sıkıştırmayız zannetmişti, derken zulumat içinde «la ilahe illa ente subhaneke inni kuntu minezzalimîn» diye nidâ etti
[021.088] Bunun üzerine onun duasını kabul ettik ve onu kederden kurtardık. İşte biz müminleri böyle kurtarırız.

Yunus (a.s) ın kıssasının ana fikri , Enbiya s. 88. ayetindeki "İşte biz müminleri böyle kurtarırız" cümlesidir. Kur'anın bir çok yerinde özellikle kıssa yollu anlatımlar ile , Allah (c.c) nin vaadi olan elçi ve inananları kurtarmasının ,Yunus (a.s) ın örneğinde gerçekleşmesinin anlatımı bize dönük olarak neler söylemektedir?. 

Enbiya s. 87. ayetine baktığımızda , Yunus (a.s) ın balığın karnındaki halinin "Zulümat" (Karanlıklar) olarak ifade edilmesinin ne anlama geldiğini , bu kelimenin geçtiği diğer ayetleri okuyarak anlamak mümkündür.

[002.257]  Allah iman edenlerin velisidir onları zulümattan nura çıkarır, küfredenlerin ise velileri Taguttur onları nurdan zulümata çıkarırlar, onlar işte eshabı nar, hep orada kalacaklardır
[005.016]  Allah Teâlâ, rızasına tâbi olanları onunla selâmet yollarına götürür ve onları izniyle zulmetlerden nûra çıkarır ve onları dosdoğru yola hidâyet eder.
[006.039]  Ve o kimseler ki, Bizim âyetlerimizi yalanladılar. Zulmetler içinde kalmış birtakım sağır ve dilsizlerdir. Allah Teâlâ kimi dilerse şaşırtır, kimi de dilerse doğru bir yol üzerinde kılar.
[006.122]  Hem bir adam ölü iken biz onu diriltmişiz ve kendisine bir nur vermişiz, insanlar içinde onunla yürüyor, hiç o bittemsil zulmetler içinde kalmış ve ondan bir türlü çıkamıyacak bir halde bulunan kimse gibi olurmu? Fakat kâfirlere amellere öyle yaldızlı gösterilmektedir
[014.001]  Elif, Lam, Ra. bir kitab ki sana indirdik insanları Rablarının iznile zulmetlerden nûra çıkarasın diye: doğru o azîz hamîdin yoluna ki bütün izzet-ü hamd onun
[057.009]  Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna, apaçık ayetler indiren O'dur. Doğrusu Allah size karşı şefkatlidir, merhametlidir.
[035.019-20]  Ve kör ile gören müsavî olmaz. Ve zulmetler ile nûr da (müsavî değildir).

Yukarıdaki ayetlerde , Allah (c.c) nin zulümat (karanlıklar) içinde kalmış olanları nura (aydınlığa) çıkarmasından bahsedilmektedir. Bu kelime, vahye karşı duyarsız kalmış olanların içinde olduğu durumu anlatmaktadır. 

Yunus (a.s) ın balığın karnında olmasının "Zulümat" kelimesi ile ifade edilmesini , yukarıdaki ayetleri dikkate aldığımızda daha kolay anlayabiliriz. Rabbimizin zulumat içinde kalanları, aydınlığa nasıl çıkardığı ise yine yukarıdaki ayetlerde anlatılmaktadır. 

Yunus (a.s) ın zulümattan kurtulmak için yaptığı, "la ilahe illa ente subhaneke inni kuntu minezzalimîn" şeklindeki duası , onun vahye yeniden yapıştığını , yaptığı hatadan döndüğünü ve pişman olduğunu göstermektedir.

Hepimiz insan olmamız nedeniyle yaşamımızın herhangi bir zamanında hata işleyebiliriz. Asıl olan, hatada ısrar etmeyerek yanlıştan dönmek olmalıdır. Allah (c.c) , Kur'anın bir çok yerinde hataları af edeceğini bizlere beyan etmektedir. Yaptığı hatanın arkasından tevbe eden bir kul "Acaba ettiğim tevbe  kabul edildi mi?" sorusunun cevabını, Yunus (a.s) kıssasında bulmaktadır. 

Allah (c.c) nin bizlere, "Evet tevben kabul edilmiştir" şeklinde vahyetmesinin imkansız olduğuna göre , tevbe eden kul (gerçek bir tevbe etti ise) ettiği tevbenin kabul edilmiş olduğunu , kendisinden önce hata yapan ve bu hatasından dönerek tevbe eden ve tevbesi kabul edilen bir kul örneği olan Yunus (a.s) ı okuyarak öğrenebilir.

Yunus (a.s) ın Saffat s. içindeki kıssasının 144. ayetindeki "Tekrar diriltilecekleri güne kadar onun karnında kalacaktı" cümlesi üzerinde de durmak gerekmektedir. Ayeti, sadece lafzı üzerinden okumaya kalktığımızda , balığın karnında kıyamete kadar nasıl kalabileceği sorusu akla gelebilir. 

Ancak kıssayı mesaj içerikli okuduğumuzda , balığın karnında kalmayı GÜNAH İŞLEYİPTE GÜNAHINDAN TEVBE ETMEME HALİ olarak okumak mümkündür. 

Yani Yunus (a.s) , eğer yaptığı hatadan tevbe etmemiş olsaydı , kıyamet gününde yapmış olduğu bu hatanın bedelini ödemek üzere hesap verecek , ve bunun hesabını ebedi cehennem olarak ödeyecekti . Balığın karnında (zulumat içinde) kıyamete kadar kalarak , bu günahı ile hesap verecek ve bu günahının cezasının karşılığını görecekti.

Ayrıca Yunus (a.s) ın balığın karnından kurtulmasını , Allah (c.c) nin elçi ve kullarına yardım sözünün sadece vaad olarak değil , Kur'anın diğer ayetlerinde görüldüğü gibi , yerine getirilmiş bir söz olarak okumak ta mümkündür.

Yunus (a.s) ın balığın karnında olma durumunu , bir insanın başının dara düşerek bütün çıkış yollarının kapanması olarak okuyabiliriz. 

İşte böyle bir durumda kalan insana sadece kimin yardım edebileceği haber verilmektedir. Yunus (a.s) balığın karnında kalmış olsa netice ölüm olacak , eğer balığın karnından çıkmış olsa denize düşerek sonu yine ölüm olacaktı. 

Böyle bir durumda kalan insana acaba hangi güç, yardım ederek onu düştüğü bu durumdan kurtarabilir di ?. 

Bu sorunun cevabını Yunus (a.s) ın balığın karnından kurtarılması ile almaktayız. Allah (c.c) dışında hiç bir gücün, Yunus (a.s) ın düştüğü sıkıntılı durumdan bir insanı kurtarmaya gücünün yetmeyeceğini öğrenmekteyiz.

Tasavvuf meşrebine mensup olanların , başı darda kalanın kabir ehlinden, veya adı haşa Allah (c.c) eşitlenmiş bazı isimleri, yardıma çağırmalarının kişiyi nasıl bir duruma düşürdüğünü buradan anlayabiliriz. 


Yunus (a.s) , Allah (c.c) dışında birilerinden Yetiş yaaa ........ diyerek yardım talebinde bulunmamış , sadece Allah (c.c) den yardım isteyerek , bu noktada yardım talebinde bulunulması gereken tek mercinin adresini bizlere vermiştir. Yunus (a.s) böyle bir merciden yardım talebinde bulunarak, darda kalana sadece ve sadece kimin yardım edebileceğini , Allah (c.c) ise, darda kalanın sadece ve sadece kimden yardım istemesi gerektiğini bizlere öğretmektedir.

Yunus (a.s) ın balığın karnına düşme hadisesini mecaz olarak okumanın bir takım sakıncaları beraberinde getireceğini düşünmekteyiz şöyle ki ;


Allah (c.c) bizlere Yunus (a.s) ı balığın karnında iken yapmış olduğu tevbeyi kabul ederek , onu sahile attığını bildirmektedir. Bu anlatımın amacı , Allah (c.c) nin tevbeleri kabul ederek , başı dara düşen bir kuluna, bütün ümitlerinin bittiği bir anda sadece onun yardıma koşabileceğini göstermektir.

Biz bu kıssayı okuyarak , böyle bir olayın gerçekleştiğini öğreniyor , ve Allah (c.c) nin vermiş olduğu sözün havada kalmadığını görüyor , ve aynı duruma bizlerin de düştüğü takdirde yapmamız gerekeni öğreniyoruz. 


Eğer bu olayı mecazi olarak okuduğumuz takdirde , başı dara düşen bir kimsenin bütün ümitleri bittiği bir anda ona sadece Allah (c.c) nin yardım edebileceğinin gerçek olarak gösterilmemiş olduğu sonucuna varılacak, ve anlatımdan hasıl olması gereken amaç buharlaşacaktır. 

Kur'anın bu tür anlatımlarını aklileştirmek sureti ile okumaya kalkmak , kişileri yanlış sonuca götürecektir. Çünkü bu olayları okumak için ortaya konulan akıl , vahyin rehberliğinde çalışan bir akıl değil , vahiy dışı kaynaklardan beslenen akılların ortaya koyduğu ideolojilerden beslenen akıllardır. Devşirme kaynaklardan alınan okuma yöntemlerinin Kur'ana uyarlanmaya çalışılması sonucunda düşülen yanlışlara , özellikle kıssalar ile ilgili yazılarımızda değinmeye çalışmaktayız.

Sonuç olarak ; Kur'an kıssaları , önceki nesillerin yaşanmış olaylarından verdiği örnekler ile , sonraki nesillerin yaşayacakları olaylara karşı nasıl davranış sergilemesi gerektiğini öğreten anlatımlardır. Yunus (a.s) ın balığın karnına düşmesi ve ondan kurtarılmasının anlatılmasının ise bize dair olan mesajı ise , Allah (c.c) nin tevbeleri kabul etmesi , ve kulun bütün ümitlerinin kesildiği bir anda bu yardımı kendisinden başkasının yapamayacağının bizlere gösterilerek , ona denkler tutmak sureti ile başkalarından yardım talebinde bulunmamamız gerektiğini öğretmesidir. 


                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

6 Mayıs 2016 Cuma

Hud s. 53. Ayeti : Hud (a.s) Kavmine Beyyine İle Gelmedi mi ?

"Müşkilül Kur'an" , tefsir usulü ile ilgili kitaplarda yer alan , ayetler arasında çelişki olduğu gibi bir durum oluşmasına sebep veren bazı durumlarda , bu durumun nasıl çözülebileceğine dair bilgileri kapsayan bir bölümdür. Kur'an ayetleri arasında bir çelişki olmadığına göre (4.82) , çelişki gibi görünen ayetlerin arasındaki işkal'in nasıl giderilebileceği , bu bölüm altında verilen bilgiler ile anlatılmaktadır. 

 Bu yazımızda böyle bir işkal olduğunu düşündüğümüz Hud s. 53. ayetini ele alarak ,  ayette ki işkal'in nasıl giderilebileceği üzerine düşüncemizi paylaşacağız. 


[011.053] «Ey Hûd» dediler. «Sen bize bir beyyine ile gelmiş değilsin ve biz de senin sözünle ilahlarımızı terketmeyiz. Sana iman edecek de değiliz.»

Kavmi Hud (a.s) a bu ayette beyyine getirmediği için , ilahlarını terke etmeyecekleri söylemektedirler. Oysa başka ayetlerde Ad kavmine beyyine gelmiş olduğunu haber vermektedir. 

[009.070] Onlara, kendilerinden öncekilerin Nuh, AD, Semud kavminin, İbrahim kavminin, Medyen ahalisinin ve yerle bir olan şehirlerin haberi gelmedi mi? ONLARA RESULLERİ BEYYİNELER İLE GELMİŞLERDİ. Demek ki Allah, onlara zulmediyor değildi, ama onlar kendi nefislerine zulmetmektelerdi.

[014.009] Sizden öncekilerin, Nuh kavminin, AD ve Semud ile onlardan sonra gelenlerin haberi size gelmedi mi? Ki onları, Allah'tan başkası bilmez. RESULLERİ ONLARA BEYYİNELER İLE GELMİŞLERDİ de, ellerini ağızlarına götürüp (öfkelerinden ısırdılar) ve dediler ki: «Tartışmasız, biz sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyleri inkâr ettik ve bizi kendisine çağırmakta olduğunuz şeyden de gerçekten kuşku verici bir tereddüt içindeyiz.» 

Hud s. 53. ayetinde Ad kavminin Hud (a.s) a "Bize beyyine ile gelmedin" demelerine karşılık , Tevbe s. 70. ve İbrahim s. 9. ayetlerinde Ad kavmine de beyyine geldiği haber verilmektedir. Dikkatli bir okuyucunun, bu ayetlerde ortaya çıkan durumu nasıl okumak gerektiğine dair kafa karışıklığı yaşaması muhtemeldir

Tefsir usulünde "İşkal" olarak isimlenerek ortaya çıkan durum , bir ayette beyyinenin gelmediği , diğer ayette ise beyyinenin geldiğinin verilmiş olması ile ortaya çıkan çelişkili durumdur. 

Kur'andan çelişki asla olmayacağına göre Hud s. 53. ayetindeki işkal  nasıl çözülebilir ?.

Kur'an okumalarında en önemli husus olan , bir konu ile ilgili  ayetlerin Kur'an bütünlüğü dikkat edilerek okunması, burada önem kazanmaktadır.

Hud s. 53. ayetini , Enfal ve İbrahim surelerindeki Ad kavmine beyyinenin gelmiş olduğunu dikkate alarak okumak gerekmektedir. 

Hud s. 53. ayeti , konu ile alakalı olan diğer iki ayet dikkate alınarak nasıl okunabilir ?. 

Enfal ve İbrahim surelerinde kendilerine beyyine gelmiş olduğunu öğrendiğimiz Ad kavmi , elçileri olan Hud (a.s) a söyledikleri "Sen bize bir beyyine ile gelmiş değilsin" sözünü , aslında Ad  kavmine  beyyinenin gelmiş olduğu , fakat Ad kavminin kendilerine gelmiş olan bu beyyineyi "Yok" hükmünde sayarak kabul etmediklerini ifade etmek için kullandıkları şeklinde okumak gerekmektedir.  

Yani Hud (a.s) Ad kavmine beyyine ile gelmiş , fakat Ad kavmi kendilerine gelen bu beyyineyi onun elçiliğinin bir kanıtı olarak kabul etmedikleri için kabul etmemişler , Hud (a.s) ile kendilerine gelmiş olan beyyineyi kabul etmediklerini ifade etmek için "Sen bize bir beyyine ile gelmiş değilsin" demektedirler. 

Sonuç olarak ; Kur'an okumalarında önemli bir usul olan Kur'an bütünlüğünü gözeterek okumak prensibi uygulandığında , iki ayet arasında çelişki gibi bir görünün durumun nasıl çözülebileceğine örnek olması için Hud s. 53. ayetini ele almaya çalıştık. Şurası unutulmamalıdır ki , ayetler arasında çelişki gibi görünebilen bir durumda , çelişkiyi çözmek için Kur'anın bütününe hakim olan bir okuma yapmak gereklidir. Bütünlük gözetilmeden yapılan okumalarda, bazı işkallerin ortaya çıkması muhtemel olup , bu işkaller konu ve Kur'an bütünlüğü ile kolayca çözülebilir.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.