30 Aralık 2015 Çarşamba

"Bana Kur'andan Namazı Göster" Diyenler

Yazımıza başlık olarak aldığımız söz , din konusunda tartışma yapan 2 guruba mensup olan insanların söylemi olarak  dillerde dolanmaktadır. 1. gurup "Bana Kur'andan namazı göster" diyenler , "Ehli hadis" düşüncesinin etrafında buluşanlar olup , "Yalnız Kur'an" diyerek rivayetler konusunda daha dikkatli ve bu rivayetlerin Kur'an ile sağlaması yapılması gerektiğini savunanlara karşı geliştirilmiş bir söylem olarak onların dilindedir. 

2. gurup "Bana Kur'andan namazı göster" diyenler ise, "Yalnız Kur'an" söylemine sahip bir kısım insan olup (Yalnız kur'an diyenlerin hepsini genellemediğimizi hatırlatmak isteriz), bu gurupta olanlar ise, Kur'anı daha önceki bilindikleri veya yaşanan hayatı dikkate almadan , bu gün inen bir kitap olarak okuyarak , bazı kelimelere yeniden anlam bindirmeye çalışarak , özellikle bu kelimelerden bir tanesi "Salat" kelimesi olup ,bu kelimenin bildiğimiz namazı kapsamadığı , Kur'anın namaz kılmayı emretmediğine dair söylemlerle yaptıkları tartışmalarda bu tür sözleri ortaya atmaktadırlar. 

Bu yazımızın konusu , birbirine zıt 2 gurubun, ortak olan bu söylemini değerlendirmeye çalışmak üzerine olacaktır. 

1. gurup "Bana Kur'andan namazı göster" diyenler ; 

Bu guruptaki insanlar, dinlerini rivayetlerin belirleyiciliğinde anlamaya çalıştıkları için , Kur'anı öne çıkarmaya çalışan insanlarla olan tartışmalarında , "Namaz" olarak bilinen ibadetin Kur'anda olmadığı , bu ibadetin esaslarının hadislerde olduğu , dolayısı ile hadisler olmadan namaz kılınamayacağını iddia ederek, bu söylemi dillerine dolamışlardır. 

Hadisler olmadan namaz kılınamaz mı ?. 

Kur'anın geçmişi silmeden inen bir kitap olduğu bilgisinden yoksun olmak , her 2 guruba mensup olanların ortak noktası olarak göze çarpmaktadır. 1. gurup insanların zihninde , namaz ibadetinin Muhammed (a.s) ile başladığı , hatta Cibril'in Kabe de Muhammed (a.s) a namazı öğrettiği rivayetleri doğrultusundaki düşünceler yaygın bir şekilde mevcuttur. 

Bu guruptaki insanların en büyük hatası , Kur'an içinde geçen "Salat" kelimesinin anlamını sadece namaza bağlamış olmalarıdır. Rivayet kitaplarında namaz ile ilgili bilgilere baktığımızda, hayatın sadece namaz kılmak ile geçirmek gibi bir şarta bağlı olduğu gibi bir düşünce ile dini bir söylem geliştirmeye çalışıldığını görebiliriz. Allah (c.c) ve elçisine atılmış bir iftira olan miraç hadisinde 50 vakit olarak farz kılınan namazın , pazarlıkları sonucu 5. vakite indirilmiş olması bu düşüncenin nasıl bir boyuta vardığının göstergesidir. 

1. gurup insanlar , "Yalnız Kur'an" diyen insanlar ile tartışırlarken , sadece hadisleri savunmak amacı ile , Kur'anda namazın olmadığını iddia etmeleri ,bu gurupta olanların da Kur'anın arka plan tarihi gibi bilgilerinden ne kadar yoksun bir halde olduğunu göstermektedir. 

Namaz dediğimiz ibadetin ana rükünleri olan "Kıyam-Rüku-Secde" , insanlığın kadim ibadet şekilleri olarak Mekke müşrikleri tarafından da ifa edilmekteydi. Çünkü onlar da diğer insanlar gibi, yüce olarak bildikleri putlar önünde , o putlara olan saygılarını, insanlığın ortak ritüelleri ile ifade etmekteydiler. Onların bu ibadeti ifa ediş şekilleri aynı olmasına karşın, bu ibadeti yaptıkları Allah (c.c) değil , ona yaklaştırdıklarını umdukları putlar olup , olayı yanlış bir hale sokan durum yapılan bu ritüellerin adresinin yanlış olmasından kaynaklanmakta idi. 

Olayı bu boyutun üzerinden düşündüğümüz zaman , namaz ibadeti ilk defa emredilen ve bilinmeyen bir ibadet değil , şirk bulaşmış bir ibadet olarak icra edilmekte idi , Kur'an bu ibadeti şirk olmaktan çıkararak tevhidi bir boyutu getirmiştir.

Hadis taraftarlarının , hadisleri savunmak için kullandıkları "Bana Kur'andan namazı göster" sözü , Kur'anın gerçekleri ile örtüşmeyen bir iddia olup, hadisi öne çıkarmak için ortaya atılmış bir söylemdir , Kur'anın böyle bir ibadeti emretmediği iddiasını beraberinde getirerek , bu ibadeti Muhammed (a.s) ihdas ettiği gibi bir iddiayı beraberinde getirebilme tehlikesi açısından, böyle bir söylem hatalar barındırmaktadır. 

Namazın nasıl kılındığı Kur'anda değil hadislerde mevcuttur , hadisler olmazsa nasıl namaz kılardık ?. 

Bu söylem yine namaz denilen ibadetin Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içinde bilinmediğini ve bu ibadeti ilk olarak Muhammed (a.s) ın ta'lim ettirdiği gibi bir düşüncenin ürünüdür. Halbuki Muhammed (a.s) Mekke şehrinde yaşayan bir insan olarak, elçi olduğu zamana kadar elde ettiği bir takım bilgiler  mevcuttur. Namaz bu bilgilerin içinde olan bir ibadet şekli olup , elçi olmadan önce bildiği namazın aynısını , elçi olduktan sonra devam ettirmiştir.

Muhammed (a.s) ın namaz olarak ibadeti bilmesi ile bunu uygulayıp uygulamadığı konusunu , Kabe nin putlarla dolu olması ve Mekkelilerin bu putlara olan ta'zimini dikkate alarak değerlendirecek olursak , onun bu ibadeti icra etme konusunda müşrikler ile aynı duruma düşme korkusu ile geri durmuş olabileceğini söyleyebiliriz.

Burada yapılan hatalardan birisi , namazı bu günkü ilmihal bilgileri içinde değerlendirerek, aynı formda olduğu gibi bir düşünce içinde olunmasıdır. Bu gün Muhammed (a.s) gelerek yaşadığı zamanda nasıl namaz kıldığını gösterse belki bir çoğumuz ona "Böyle namaz mı olur" şeklinde bir itirazda bulunmamız mümkündür. Muhammed (a.s) namaz kılarken , elinin ayağının , geometrik olarak nasıl olacağından çok , bu namazın tevhidi bir duruş olduğunu öne çıkararak eda etmekte olduğu bu gün bir çoğumuzun aklına bile gelen bir husus değildir. 

Namaz konusunda yapılan tartışmalar işin sadece fıkhi boyutu üzerinden yapılarak, elin hizası , nereden bağlanması gerektiği , işaret parmağının ne söylerken kalkacağı v.s gibi tapınaklarda icra edilen bir ritüel haline getirilmiş ve , insanları kötülükten uzaklaştıramamış olması ,bir kısım insanın tefriti düşünceler içine girmesine sebep olmuştur.

Bugün hangi kişiye "Namazı nereden öğrendiniz" diye sorsanız cevabı ,"Falan hadis kitabına bakarak öğrendim" asla olmayacaktır. Namaz kılan herkes bu namazı binlerce yıldır insanların "Ameli tevatür" olarak ifade edebileceğimiz, ortak bilgi birikimlerinin birbirlerine aktarılması yolu ile öğrenmiştir.

2. gurup insanlara gelince ; Bu insanlar Kur'anda "Namaz" adı ile bilinen ibadet olmadığını , "Salat" kelimesinin böyle bir anlamı karşılamadığını , hatta bu ibadetin icra edilmesinin "Şirk" olduğunu iddia ederek tartıştıkları insanlara "Bana Kurandan namazı göster" diyerek itirazlarda bulunmaktadırlar.

Bu guruptaki insanların en büyük hatası , Kur'anın indiği zaman ve mekan dahilinde yaşayan insanların sahip olduğu bir takım bilgilerin yanlışlığını hatırlatmak üzere inmiş olan bir kitap olduğunu hesaba katmamış olmalarıdır. 

Örneğin ; Hacc adı ile bilinen ibadet , İbrahim (a.s) dan beri bilinen ve icra edilen bir ibadet olarak Mekkeli müşrikler tarafından icra edilmekteydi. Bu ibadet esnasından kesilen kurbanlar tevhidi bir boyuttan uzaklaşmış bir biçimde , Allah (c.c) nin isminin dışında isimler anılarak ifa edilmekteydi. Kur'an şekilsel ibadet boyutunda , Muhammed (a.s) ile başlayan yeni bir tarz asla vaz etmemiş , daha önceki vaz edilen ibadetlerin şirk haline dönüşmüş olmasını eleştirerek , onları doğru bir yöne kanalize etmeye çalışmıştır.

"Kur'anda namaz yoktur" şeklinde bir söylem , kendi düşüncesini mutlaklaştıran bir söylem olması açısından bir takım hatalar içermektedir. Kur'anı eline alarak okuyan ve okudukları ile ilgili olarak yorum yapan herkesin yapmış olduğu yorum , kendi bilgisi dahilinde Kur'andan anladıklarıdır. "Kur'an kesin böyle diyor" şeklinde bir ifade hiç bir insana verilmemiş bir yetki olup , böyle bir söylem Allah (c.c) adına konuşmak anlamına gelmektedir. Bu tür konuşma yetkisi Muhammed (a.s) ile son bulmuş bir konuşma olup , biz gibi insanların söylemeleri gereken "Benim bu konudaki fikrim bu dur" şeklinde olmalıdır. 

İşlerine gelmeyen bir konu olduğu zaman Emevilere yüklenen bu insanlar (Emevileri savunduğumuz zannedilmesin), "Emeviler" diye bir iktidarı tarihi bilgilerden öğrenmelerini nasıl izah edebilirler. Eğer tek kaynak Kur'an ise neden tarihi kaynaklara müracaat etmektedirler?. 

Binlerce sene önce arkeolojik kalıntılarda bulunan bazı heykel ve resimlerin, namaz içindeki şekilleri ihtiva etmesi, bu düşünce sahiplerini mal bulmuş mağribi misali sevindirerek , "İşte bak namaz müşrik ibadeti imiş" şeklinde iddialarını daha yüksek sesle getirmelerine sebep olmuştur.Arkeolojik kalıntılardaki namaz kılan şekiller , aslında bu ibadetin kadim bir ibadet olduğunu göstermesi açısından önemli bir bulgu olup , bu düşünce sahiplerinin yanlışlarını ortaya çıkarmaktadır. 

"Abdest ayeti" olarak bildiğimiz , Nisa s. 43 ve Maide s. 6. ayetlerinin , Medine de nazil olmuş olması , namaz ibadetinin olmadığını savunanlar için joker olarak kullanılmaktadır. "Eğer namaz diye bir ibadet var ise , bu ayet inene kadar abdestsiz namaz mı kılındı ?" şeklinde bir soru ile zihinler bulandırılmaya çalışılmaktadır. 

İnsanların yaşamları içinde kuralları , yapmaları ve yapmamaları gerekenleri koyan Allah (c.c) eğer namazdan önce yapılması gereken bir kural koymamış ise bu kuraldan insanlar mes'ul değillerdir. İlgili ayetler inene kadar kılınmış olan abdestsiz namaz , abdest emri olmadığı için herhangi bir problem teşkil etmez. Maide s. 93. te içkinin yasaklamasından önceki içilenlerin herhangi bir vebal teşkil etmediği , yine Nisa s. 23 yasaktan önce yapılanlar konusunda herhangi bir vebal olmadığı beyanlarını dikkate aldığımızda , kişinin sorumluluğu, emri duyduğu anda başlamakta ve duymadan önce yaptıkları herhangi bir cezayı gerektirmemektedir. 

"Namaz" kelimesinin farsçadan gelmiş olması , bu kişilerce yine namazın ret edilmesini gerektiren bir delil olarak sunulmaktadır. "Namaste" kelimesinin , sanskritçe de "Saygı ile eğilmek" anlamına gelen bir kelime olması, yine bu ibadetin kadim bir geçmiş olduğunun açık bir delilidir. İllaki geçmesi gerekir diye bir ifade kullananlara , Nisa s. 43 ve Maide s. 6. ayetlerinde salat öncesi su ile yapılan işlemin adını sorsak "Abdest" olarak cevap verecek ve bu verdikleri cevap ise yine farsça dan gelen bir kelimedir.

Bir kavme mensup olan insanların , diğer bir kavme mensup olan insanlarla olan ilişkileri neticesinde dil alışverişi olduğu bir gerçektir. Bu gün türkçe dilini konuşurken kullandığımız bir çok kelime , Arapça , Farsça , Fransızca , İngilizce den dilimize geçen kelimeler olup, kimse bundan herhangi bir rahatsızlık duymamaktadır.

Belirli vakitlerde , abdest alınarak icra edilen ibadetin adının farsçadan veya herhangi bir yabancı dilden alınmış olmasında herhangi bir beis yoktur , bu ibadetin adı bizim dilimizde namaz değil de başka bir isim olsaydı, biz bu ibadeti o isimle anarak konuşacaktık . 

"Dil" kelimesini; "Bir toplumu oluşturan kişilerin düşünce ve duygularının , o toplumda ses ve anlam bakımından geçerli ortak ögeler ve kurallardan yararlanılarak başkalarına aktarılmasını sağlayan bir araç" olarak tarif edebiliriz.

Örneğin ; Türkçe dilinde "Ağaç" kelimesi ile ifade edilen, topraktan biten yeşil yaprakları ve dalları ve gövdesi olan bitkinin adı ağaç değil de, "Cam" olarak bilinseydi biz buna "hayır bu cam değil ağaç" diyemez o objeyi cam adı ile bilirdik , dalları , gövdesi , yeşil yaprakları olan bir şeye konulan isim eğer "Cam" olsaydı mesela biz ,"Camların yaprakları döküldü" diyecek ve bununla ne denilmek istendiğini o dili konuşanlar anlayacaktı. 

"Namaz" kelimesinin Farsça veya başka bir dilden olmasının önemi olmayıp , bizim o kelime ile ne anladığımız önemlidir. 

"Bana Kur'andan namazı göster" diyenlerin 2. guruba dahil olanları , Kur'anın detaylı olmasını içinde namazın ilmihal bilgilerine kadar varan bir detay içinde olması gerektiği şeklinde anlatarak , "Detay yoksa demek ki namaz da yoktur" diyerek işin içinden çıkmaktadırlar. 

Kur'an bize ayakkabımızı nasıl bağlamamız gerektiğini öğreten bir kitap değildir.

Kur'an yaşanmış hayatları anlatarak , yaşanan bir hayata hitap eden bir kitaptır. Hitap ettiği kitle , Kur'andaki hiç bir kelime veya hiç bir ayet ile ilgili olarak "Burada ne denilmek isteniyor?" şeklinde bir soru sormadan söylenilen sözü anında anlamıştır. Bizlerin hala "Salat" kelimesinin namazı kapsayıp kapsamadığı konusunda tartışmalar yapıyor olmamız , Kur'an ile olan bağımızın ne derece zayıf olduğunun işaretidir. 

Örneğin ; Maide s. 4. ayetinde "Allah ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanlar" ibaresi , bizlere insanlığın bilgi birikiminin Kur'anda nasıl kullanıldığının bir göstergesidir. Hiç kimse kalkıp "Köpek eğitimi ile ilgili ayeti bana göster" şeklinde bir ifade kullanamaz , çünkü bu eğitim usulü , insanlığın binlerce yıl önce geliştirdiği bir usül olup , Kur'an bu sistemi bilen ve kullanan insanlara hitap ederek bu eğitimin ayrıntılarını vermeye gerek duymaz. 

Sonuç olarak ; "Bana Kur'andan namazı göster" şeklinde söz kullanan 2 gurup , birbirleri ile her ne kadar zıt bir görünüş arz etmiş olsalar dahi ,  Kur'anın tarihi temellerini ret etmeleri veya bilmemeleri açısından aynı noktada birleşmektedirler. Kur'an bilinen ve yaşanan bilgiler üzerine bina edilmiş bir kitap olup , daha önce kimsenin bilmediği herhangi bir ibadet tarzı önermemiş , aksine bilinen ve uygulanan ibadet tarzlarını aslına döndürmeyi amaçlamıştır. 

Bizler Kur'anı daha dün inmiş bir kitap olarak okumaya çalıştığımız müddetçe bu tür sorunlardan kurtularak , onun önerdiği bir yaşam sürmemiz mümkün olmayacaktır.

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

29 Aralık 2015 Salı

Haşr s. 7. Ayeti : Resul'un Verdiğini Almak Nehyettiğinden Sakınmak

Kur'an okumalarında yapılan en önemli hatalardan birisinin , ihdas edilmiş olan bir takım fikir ve düşüncelere bu kitap içinden delil bulmak maksadı ile yapılan okumalar olduğunu, bundan önceki bir çok yazımızda belirtmeye çalışarak bu yanlışları ortaya koymaya çalışmıştık. Bu yazımızda aynı yanlışa kurban gittiğini düşündüğümüz Haşr. 7. ayetinin üzerinde durmaya gayret edeceğiz. 

Muhammed (a.s) ın elçilik görevinin nasıl bir zemin üzerine oturtulması gerektiği konusu, yüz yıllardır biz Müslümanlar arasında ihtilaf edilen konulardan birisi olarak hala yerini korumaktadır. Ehli hadis düşüncesinin hakim olduğu Müslümanlar arasında yaygın olan kanaat , Muhammed (a.s) ın aynı Allah (c.c) gibi din konusunda hükümler vaaz edebilme yetkisine sahip olduğu , onun yasaklarının ve emirlerinin tıpkı Allah (c.c) nin emir ve yasağı gibi kabul edilmesi gerektiğidir. 

Bu düşüncenin oturtulması için gerekli zemin, bazı Kur'an ayetlerinin bu düşüncenin delili olarak sayılması şeklinde okunarak hazırlanmaya çalışılmış , bu çerçevede Haşr s. 7. ayeti içinden sadece bir cümle alınarak , "İşte bak delil" diye sunulduğu , konu ile ilgili olanların malumudur.

[059.007]  Kasabalar halkından, Allah'ın Rasulüne fey' olarak verdiği; Allah, peygamber, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalanlar içindir. Ta ki içinizden zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın. Resul, size ne verirse onu alın, neden de nehyederse ondan sakının. Ve Allah'tan korkun. Muhakkak ki Allah; azabı şiddetli olandır.

Muhammed (a.s) ın haram-helal koyma yetkisinin olduğunu iddia edenlerin dayandığı ayet bu olup sadece ayet içindeki "Resul, size ne verirse onu alın, neden de nehyederse ondan sakının." cümlesi alınarak konu ile alakalı bir delil olarak sunulmaya çalışılmaktadır. 

Haşr s. 7. ayetinin , aynı surenin 2. ayetinden başlanarak 10. ayetine kadar giden bir bağlam dahilinde okunarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz. Bağlam gözetilmeden sadece tek bir ayet içindeki cümle alınarak , delil olarak sunulması ilgili konuda yapılan ön yargılı bir okumanın örneğinden başka bir şey olamaz. 

Surenin 2. ayetinden başlayarak okuduğumuzda konu kendiliğinden aydınlanacaktır. 

[059.002]  Kitap ehlinden inkarcı olanları ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur. Oysa ey inananlar! Çıkacaklarını sanmamıştınız, onlar da, kalelerinin kendilerini Allah'tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah'ın azabı onlara beklemedikleri yerden geldi, kalblerine korku saldı; evlerini kendi elleriyle ve inananların elleriyle yıkıyorlardı. Ey akıl sahipleri! Ders alın.
[059.003]  Allah onlara sürülmeyi yazmamış olsaydı, dünyada başka şekilde azap verecekti. Ahirette onlara ateş azabı vardır.
[059.004]  Bu; onların Allah'a ve Rasulüne karşı gelmelerinden ötürüdür. Her kim Allah'a karşı gelirse; muhakkak ki Allah, azabı şiddetli olandır.
[059.005]  Hurma ağaçlarından her hangi bir şey kesmeniz veya kökleri üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyle ve O'nun, yoldan çıkanları cezalandırması içindir.
[059.006] Onlardan Allah'ın resulune verdiği «fey'e» gelince, ki siz buna karşı (bunu elde etmek için) ne at, ne deve sürdünüz. Ancak Allah, kendi elçilerini dilediklerinin üstüne musallat kılar. Allah, her şeye güç yetirendir.
[059.007]  Kasabalar halkından, Allah'ın Rasulüne fey' olarak verdiği; Allah, peygamber, akrabalar, yetimler, yoksullar ve yolda kalanlar içindir. Ta ki içinizden zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın. Resul, size ne verirse onu alın, neden de nehyederse ondan sakının. Ve Allah'tan korkun. Muhakkak ki Allah; azabı şiddetli olandır.
[059.008]  Yurtlarından ve mallarından çıkarılmış olan, Allah'tan bir lutuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve peygamberine yardım eden fakir muhacirler içindir. İşte bunlar, sadıkların kendileridir.
[059.009]  Onlardan önce o diyarı yurt edinmiş ve göğüslerine imanı yerleştirmiş olanlar; kendilerine hicret edip gelenleri severler. Ve onlara verilenlerden ötürü içlerinde bir çekememezlik duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları, kendilerine tercih ederler. Her kim nefsinin tamahkarlığından korunabilmişse; işte onlar, felaha erenlerin kendileridir.
[059.010]  Onlardan sonra gelenler: «Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi bağışla; kalbimizde müminlere karşı kin bırakma; Rabbimiz! Şüphesiz Sen şefkatlisin, merhametlisin» derler.

Ayetleri bu bağlam içinde okuduğumuzda , Müslümanların , Ehli kitaba mensup bir gurubu yurtlarından çıkararak , onlardan ele geçen ganimet mallarının kimlere dağıtılacağı konusundaki , Allah (c.c) nin dağıtım emrini görmekteyiz.

Ganimet paylaşımında, Mekke den sadece Allah (c.c) nin rızasını isteyerek, Medine ye hicret etmiş olanlara öncelik tanınması gerektiği, 7. ayet sonrasındaki ayetlerde göze çarpmakta olup , bu paylaşım konusunda Medineli Müslümanların örnek bir özveride bulunduklarını görmekteyiz. 

Mekke den her şeylerini geride bırakarak hicret ederek, ihtiyaç sahibi durumuna düşen muhacirler , bu galibiyet sonrası alınan ganimetlerden kendilerine öncelik tanınarak , Medineli Müslümanlardan biraz daha fazla pay almak sureti ile ekonomik olarak nefes alır duruma gelmişlerdir. 

[003.014]  Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.

İnsanın mala olan düşkünlüğünün fıtri bir durum olduğu herkesin malumudur. Müslüman bile olsa , hak ettiğini düşündüğü bir malın başka birine verilmesi , kişiyi rahatsız edebilir. İşte bu durumu dikkate alarak 7. ayeti okumaya çalıştığımızda , Resulun yapacağı bu dağıtıma kimsenin itiraz etmemesi , ve onun yaptığı ganimet dağıtımının Allah (c.c) nin rızası dahilinde olduğu hatırlatılmaktadır. 

Mekkeli muhacirlere öncelik tanıyan ganimet dağılımı, her zaman olması gereken bir durum değil , gerektiğinde baş vurulması gereken bir yöntem olarak evrensel bir mesaj taşımaktadır. Bizler ayetleri sadece rivayetleri kotarmak , veya Muhammed (a.s) a Allah (c.c) nin verdiği görev ve yetkiden fazlasını vermek için okumaya çalışırsak , Kur'an rahmet ve hidayet olmaktan çıkarak sadece noter haline gelmiş bir kitaba dönüşecektir.

Bizler ilgili ayetleri sadece içinden bir cümleyi almadan  ön yargısız , ve bize dönük nasıl bir mesaj taşımakta olduğu düşüncesi ile okuduğumuz zaman ayetlerden şu mesajı çıkarabiliriz ;

Ayetler içinden tek bir kelime alınarak okunması gerekirse o kelime 9. ayet içinde geçen "İsar" kelimesinden başka bir kelime olamaz. Çünkü bu kelime ilgili ayetlerin bel kemiğini oluşturmaktadır. Anlam olarak , "Kendisinin ihtiyacı olduğu halde , kardeşini önceleyerek özveri de bulunmak" anlamına gelen "İsar" kelimesi , bu özverinin Medineli ensar ile , Mekkeli muhacir arasında nasıl hayata yansıtıldığının örnekliğidir. 

Bu ayetler ile ,herhangi bir zaman ve mekanda ilgili ayetlerdeki durum karşımıza çıktığı takdirde , nasıl davranılması gerektiği bizlere öğretilmektedir. Dün Medineli ve Mekkeli ler arasında oluşan bu kardeşlik duygusunun , gereğinin hayata geçirilmesi , bu gün yine gerekli bir durum iken, maalesef kavmiyet asabiyeti ortaya çıkarak bu yardımlaşma ve özveri gereği gibi yapılamamaktadır.

Dün Medine de hem elçi hem devlet başkanı olarak hayatta olan Muhammed (a.s) ın bu gün hayatta olmayışı, onun şimdi nasıl bir konumda olması gerektiği konusunda bir takım farklı anlayışları ortaya çıkarmıştır. Dün Medine de ganimet dağılımı konusunda ilk ağızdan ve herhangi bir rivayet zinciri olmadan verdiği talimatların uygulanması, onun ağzından çıkan sözlerin emir olarak telakki edilmesini gerektirmesine karşın , durum bugün farklılık arz etmektedir. 

Medine de Allah (c.c) adına konuşan bir elçi var iken , bu gün böyle bir elçinin yerine, onun söylediği rivayet edilen sözler bulunmakta olup , hayatta iken söylediği sözler ile , vefatından sonra onun söylediği rivayet edilen sözleri aynı kefeye koymak doğru bir yaklaşım değildir.

[004.059]  Ey iman edenler; Allah'a itaat edin. Rasule ve sizden olan emir sahiblerine itaat edin. Eğer bir şeyde çekişirseniz; Allah'a ve ahiret gününe inanmışsanız onun hallini Allah'a ve Rasulüne bırakın. Bu; hem hayırlı hem de netice itibariyle daha güzeldir.

Her toplulukta olduğu gibi , İslam toplumunda da kurallar üzerine yaşama şartı , yöneten ve yönetilen şeklinde bir tabakanın olmasını gerektirmektedir. Bir toplumdaki bütün insanlar ne sadece yönetici ne de sadece yönetilen olabilir, bir kısmı yönetici olan insanların , diğer bir kısmı yönetilen olarak, yöneticilerin koyduğu kurallara yönetenler de dahil olmak üzere tabi olmak zorundadır, bu zorunluluk toplumun selameti için gerekli bir durumdur.

Nisa s. 59. ayetinin bu durum dikkate alınarak okunması gerektiğini düşünmekteyiz."Ulul emr" olarak ayette geçen sıfata sahip kişiler, toplumu Allah (c.c) nin emirleri ve yasakları doğrultusunda yönetmek , yönetilenlerin ise bu yönetime uymak zorunluluğu vardır. 

Muhammed (a.s) elçilik görevine ilaveten, emir sahibi olarak yaptığı göreve karşı , sahabenin tutumu bizler için örnek bir tutum olmalıdır. Muhammed (a.s) elçi olarak , Rabbi tarafından kendisine verilen görevi ifa etmesinin yanısıra , yaşadığı zaman içinde o toplumun başında bir emir sahibi olarak görev yapmakta idi. Onun Kur'an harici koymuş olduğu iddia edilen bir takım yasaklamalar , işte bu emir sahibi olmasından kaynaklanan tasarrufların neticesindedir. 

Mekkeli muhacirlerin ihtiyaçları dikkate alınarak , Medineli ensardan daha fazla ganimetten pay almaları emir sahibi olan elçinin emri ile gerçekleşmiş ve bu paylaşıma kimse itiraz edememiştir. Bu gün aynı durum hasıl olduğunda, böyle bir taksimatın yapılması gene gerekecek ve , "Ulul emr" sıfatına sahip bir yönetici tarafından yapılan taksimata asla itiraz edilmemesi gerekecektir. 

Muhammed (a.s) ın hayatta iken yapmış olduğu tasarrufların nasıl değerlendirilmesi gerektiği bu noktada önem arz etmektedir. Örneğin ; Hayber kuşatmasında ehli eşeklerin etinin yenmesini yasaklamış olduğuna dair getirilen rivayetlerin temelinde , ehli eşeklerin askeri nakliye amacıyla kullanılması ve bunların kesilerek yenmesi neticesinde, nakliye sorunları ile karşı karşıya kalınacağı tehlikesine binaen, böyle bir yasaklama getirilmiş olmasına rağmen , bu rivayette ki yasaklama, sanki Kur'anın yasağı imiş gibi algılanarak, ehli eşeklerin yenmesinin, kıyamete kadar sürecek bir haram olduğu zannı ortaya atılmıştır. 

Muhammed (a.s) Kur'an haricinde ve kıyamete kadar Kur'an gibi bağlayıcılığı olan hiç bir hüküm koymamıştır  koymaz da, koymuş olduğunu iddia edenler , Ya Muhammed (a.s) ı ilah seviyesine , ya Allah (c.c) yi kul düzeyine indirmiştir , bunun 3. bir şıkkı yoktur.

"Resul" olmanın , Allah (c.c) ye denk bir konum olmadığı biz Müslümanlar anlaşılmadığı müddetçe , yüzyıllardır süren bu kavgaların arkası kesilmeyecek , daha da şiddetlenerek devam edecektir. Resul olmak demek,yeryüzünde Allah (c.c) adına konuşan insan anlamında olup , bu insanlar kendi adlarına herhangi bir söz söyleme yetkisine sahip değillerdir.

Sonuç olarak ; Haşr s. 7. ayeti parçacı bir okumaya kurban edilerek , Muhammed (a.s) ın aynen Kur'an gibi haram-helal koyma yetkisinin olduğu yönünde oluşturulan bir algıya dayanak olarak sunulmuştur. Halbuki bağlam gözetilerek yapılan ön yargısız bir okumada , ganimet dağılımı konusunda Mekkeli muhacirlere tanınan önceliğin, Medineli ensar tarafından nasıl karşılandığı anlatılarak, evrensel bir örneklik olarak bizlere sunulmuş olması maalesef örtülerek farklı bir anlayış çıkarılmıştır. 

Kur'an kimilerinin, ön yargılarını kabul ettirmek için okumaya çalıştığı , ayetlerinin istenildiği yerden kesilerek okunduğu bir kitap olarak kaldığı müddetçe , onun mesajının anlaşılması ve hayata yansıtılması gibi bir durumun hasıl olması asla mümkün olmayacaktır. 

                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

28 Aralık 2015 Pazartesi

Çocuk Sünnetinin Haram Olduğu İddiasının Nisa s.119. Ayetine Dayandırılması Hakkında Bir Mülahaza

Son yıllarda Kur'anın öne çıkması ile ortaya çıkan ve geleneksel düşünce içinde tabu olarak bilinen bazı konuların sorgulanmaya başlanmasının , olumlu ve olumsuzlukları beraberinde getirdiğini söyleyebiliriz. Geleneksel düşüncenin tabularından olan, Kur'anın herkes tarafından anlaşılamayacağı , onun anlaşılmasının eski tefsirciler , veya markalaşmış isme sahip olan bir takım zevatın tekelinde yani "Havas" denilen kişilerde olduğu , "Avam" denilen biz halk tabakasına düşen görevin , bu kimselerin Kur'an hakkındaki söylediklerine tabi olmaktan başka yol olmadığı iddiaları yaygın bir düşüncedir. 

Kur'anın "Havas" denilen gurubun tekelinden alınarak , "Avam" denilen bizlerin eline geçmesi ile birlikte, bir takım olumsuzluklar ortaya çıkmıştır. Özellikle bir şeyin helal veya haram olmasının nasıl bir gerekçeye dayanması gerektiği konusunda bir takım kişilerin yaptığı bazı çıkarımlar "Bu kadar da olmaz" dedirtecek cinstendir. 

Çocukların sünnet edilmesi , bizler için çok önemli bir mesele olup , sünnet işleminin görkemli törenler yapılarak gerçekleştirildiği yine malum olan bir konudur. Kur'anın öne çıkması ile birlikte , çocuklara uygulanan bu işlemin, "Haram" ve "Şirk" işlemek olduğu gibi düşüncelerin ortaya atıldığını müşahede etmekteyiz. Bu yazımızda, bu konu ve delil olarak getirilen ayet üzerinde durmaya çalışarak , bu işlemin nasıl konuma sahip olabileceği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız. 

Çocuk sünnetinin haram olduğuna dair delil getirilen Nisa s. 119. ayetinin meali şöyledir; 

[004.119]  Onları mutlaka saptıracağım, olmayacak kuruntulara boğacağım. Onlara emredeceğim; davarların kulaklarını yaracaklar, emredeceğim; Allah'ın yaratışını değiştirecekler. Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinen kimse; şüphesiz açıktan açığa kayba uğramıştır.

Çocuk sünnetinin "Haram" , çocuklarını sünnet ettirenlerin "Şirk" işlediğine dair getirilen delil  bu ayet olup, bu delilin sağlıklı bir delil olmadığını düşünmekteyiz şöyle ki ;

Bir şeye "Haram" hükmünü koymak için , o konuda Kur'an içinde bulunan bilgilerin "Subutu ve delaleti kat'i" olması gerekmektedir. Örneğin ; Domuz etinin haramlığı konusunda kimsenin itiraz olmaması gibi , çünkü bu konuda "Subutu ve delaleti kat'i" olan bir nas mevcuttur. Çocuk sünnetinin haram olduğuna dair getirilen bu ayet , o konuda "Haram" hükmü vermek için gerekli olan şartları sağlaMAmaktadır.

Ancak bu konuda yapılan önemli bir hata ve çelişkiye dikkat çekmek istiyoruz. 

Bir konuda "Haram" şeklinde bir hüküm koymak yetkisi sadece ve sadece Allah (c.c) ye ait olup , Muhammed (a.s) dahil kimsenin din konusunda böyle bir hüküm koyma yetkisi yoktur. Açık ve net bir nas olmadan bu konu için "Haram" hükmü getirilmesi Allah (c.c) adına konuşmak anlamına gelip , bir kul olarak kimseye verilmeyen yetkiyi gasp etmek anlamına gelmektedir.

Bu konuda Nisa s. 119. ayetinin üzerinden yapılan delil çıkarma çalışması , "Kıyas" yapmak şeklinde bir çalışmanın ürünü olup , bu çalışma yöntemi, özellikle kendisini Kur'ana nispet ederek "Tek kaynak Kur'an" diyenler için "Ehli sünnet" kaynaklarının üzerinden yapılan bir çıkarım çalışmasıdır. Ehli sünnet akidesine göre din de kaynak "Kitap-Sünnet-İcma-KIYAS" şeklinde sıralanmış olup 4. sıradaki kaynak , kendisini "Ehli kur'an" olarak niteleyenlerin çocuk sünnetinin haramlığı konusunda başvurduğu bir kaynak olarak, çelişkili bir durum arz etmektedir.

Kendisini Kur'ana nispet eden bir kısım insanın , namaz konusunda "Kur'anda açık ve net bilgi bulamıyoruz" diyerek namazı red etmesi  , çocuk sünneti konusunda bu kadar açık ve net bilgiyi nasıl bularak buna "Haram" fetvası verdikleri, kendilerinin bu konulardaki yanlı ve çarpık bakışın bir göstergesi olarak karşımızdadır.

[016.116]  Dillerinizin yalan vasfetmesi ile: «Şu helaldir, şu haramdır» demeyin; aksi halde Allah'a iftira etmiş olursunuz. Şüphesiz Allah'a yalan uyduranlar asla kurtulamazlar.

Eşyada asıl olan helallik tir , aksine bir hüküm olmadıkça hiç bir şey için"Bu haramdır" denilemez. 

"Kur'an ehli" olduklarını iddia eden bir kısım kişilerin, özellikle kendisini "Hadis ehli" olarak tanıtan kişilerle olan tartışmalarında kullandıkları bir ayet olan, Nahl s. 116. ayetinin kendileri için bir mesaj taşıyıp taşımadığını "Çocuk sünneti haramdır" şeklinde bir söylemi dile getirirken dikkate almaları gerekmektedir. Çünkü böyle bir hüküm vermekle kendileri ,"Allah adına konuşmak" gibi bir görevi yüklenmiş hale gelmektedirler , böyle bir yetkiyi sadece elçiler yüklenmiş olup , onlar dışında hiç bir beşerin böyle bir yetkisi yoktur.

Ayrıca ortaya şöyle bir trajikomik durum ortaya çıkmaktadır; "Mezhep" ve "içtihat" kelimeleri konuşulduğu zaman , elektirik çarpmışa dönün bir kısım insan , "Çocukları sünnet ettirmek haram ve şirktir" şeklinde bir hükümde bulunduğu zaman , bu söylemin içtihadi bir çalışmanın ürünü ve mezhebi bir yorum olduğunun farkında bile değildir. Her fırsatta "Mezhepler şirktir" şeklinde bir iddiayı dile getirenler kendileri bu şirkin !!! içine düşmektedirler. 

Yaptıkları iş, geçmişteki mezhep sahiplerinin , hükmü bulunmayan bir konuda hüküm çıkarma çalışmasının literatürdeki adı olan "İçtihat" olup ,ve bu çalışma ile varılan sonucun adının "Mezhep" olmasından başka bir şey değildir. Çünkü böyle bir çıkarımın mutlaklaştırılıp, nihai ve kesin sonuç olarak sunulması gibi bir durum asla söz konusu olamayacağı için , yapılan çalışmada hata payı olma ihtimali ve başkalarını bu görüşe karşı bir görüş sunma hakları vardır.

 Çocuk sünneti çok eski zamanlardan beri uygulanan bir yöntem olup , bu yöntem Yahudiler tarafından da uygulanan ve İbrahim (a.s) a dayandırılan bir işlemdir. Tarihte sünnet olma adetini ilk defa İbrahim (a.s) ın uyguladığını iddia etmek bile bizi yanıltabilir. Eğer böyle bir işlemi İbrahim (a.s) uyguladı ise, bu uygulamanın bilinen bir uygulama olduğu için yaptığını söyleyebiliriz. 

Kur'anın nazil olduğu zaman içinde, Nisa s. 119. ayetinde gördüğümüz , "Hayvanların kulaklarını yarmak" şeklinde yapılan bir işlemin , Allah (c.c) adına uydurulmuş bir iftira ve yalan olduğu , Maide s. 103. ayetinde beyan edilmektedir. 

 [005.103]  Allah bahîra, sâibe, vasîle ve hâm diye bir şey (meşru) kılmamıştır. Fakat kâfirler, yalan yere Allah'a iftira etmektedirler ve onların çoğunu da akletmezler.

Ayet içinde "Bahira" olarak ifade edilen şey, Arap müşriklerinin dişi bir devenin belirlilik işareti olarak kulağını yarıp , sütünü  haram ederek putların hizmetine vermeleri olup ,böyle bir işlemin Allah (c.c) tarafından vaaz edilmediği beyan edilmektedir. 

Maide s. 103. ayetinin Nisa s. 119. ayeti ile ilişiğini kurarak okuduğumuzda , Arap müşriklerinin hayvanlar üzerinden yapmış olduğu kulak yarma işleminin onlara, "Şeytan" tarafından tavsiye edilen bir işlem olduğu hatırlatması yapılmaktadır. Çocuk sünneti bu kitabın indiği zaman çerçevesinde yaşayan insanlar arasında yapılan bir uygulama olduğuna göre, eğer bu işlem "Haram" veya "Şirk" içeren bir işlem ise, inen kitapta bu konuda yerme ve yasaklama hükmü bulunurdu. Kitapta açık ve net bir şekilde böyle bir hüküm olmadığına göre, bu işlem için ortaya konulan "Haramdır" hükmü , Nahl s. 116. ayetinin muhatabı olmaktır. 

Bu meyanda şu anda bile bazı bölgelerde uygulanan kız çocuklarının sünneti ile ilgili olarak şunları söyleyebiliriz; Erkek çocuklarının sünneti ile ilgili olarak nasıl "Bu haramdır" diyemiyorsak , kız çocuklarının sünneti içinde aynı şeyi söyleyerek "Bu haramdır" diyemeyiz. Ancak bir işin haram olmaması demek , yapılması gerekli yani farz olması anlamına gelmez.

Çocuk sünneti eğer Nisa s. 119. ayetinde beyan edilen "Yaratılışı değiştirmek" hükmüne dahil edilecek olursa , tırnak kesmenin , veya  insanların bazı bölgelerinde çıkan tüylerin temizlenmesinin hükmünün de sorgulanması gerekmektedir. Çünkü bu işlemler de, yaratılıştan gelen tırnak ve tüy gibi şeyleri keserek yaratılışa aykırı bir durum teşkil !! etmektedir.

Çocuk sünneti "Haram" değil ise hükmü nedir veya bu işlemi din de nereye koymak gerekir?.

Çocuk sünneti dini açıdan "Haram" olmamakla birlikte , yapılması "Farz" bir işlem olmayıp, yapılıp yapılmaması dini açıdan herhangi bir hükme dahil değildir. Ancak ülkemizde bu konuda yaygın olan inanç bu işlemin dini bir vecibe olduğu yönündedir. Ülkemizde bu konuda büyük bir mahalle baskısı hakim olup , çocuğunu sünnet ettirmek istemeyen bir kişi çok büyük sıkıntılara katlanmak durumuna düşecektir. 

Bir kişinin çocuğunu sünnet ettirip ettirmemesi , o kişinin isteğine bağlı olup , bu işlem sadece örfi bir durum olarak düşünülmelidir. Böyle bir düşüncenin toplum içinde gerçekleşmesi şimdilik mümkün görülmemekle birlikte , ilerleyen zamanlarda değişen algılar , bu işlemin dini bir vecibe olduğu kanısını azaltarak , tercihi bir mesele olduğunu yaygınlaştıracaktır. 

Çocuk sünnetinin "Şirk" olduğu düşüncesine sahip olan bir kısım "Ehli Kur'an" söylemine sahip olan kişilerin, sünnet edilmeye karşı çıktıkları kadar , diğer şirklere bu kadar tepki gösterdiklerini maalesef görememekteyiz. Ulusal bayram günlerinde ve sistemin temellerini atan kişinin ölüm yıl dönümünde sanal ortamlardaki profillerine Atatürk resimleri koyarak yas tutan bu kişilerin şirk konusunda ne kadar hassas oldukları !!! takdire şayandır.

Sonuç olarak ; ifrata karşı tefrit olarak ortaya çıkan bazı görüşlerin Kur'ani bir temeli olmadan , Kur'andan mış gibi sunulması , kendilerini Kur'ana nispet eden ve dinlerini Kur'anın belirlediğini iddia eden kişiler için hatalı bir yöntemdir. "Haram" hükmünün açık ve net bir delili olması ve bu hükmün sadece Allah (c.c) tarafından konulması gerektiğini çok iyi bilen bu kardeşlerimizin bir kısmı , iş çocuk sünnetine gelince , net bir hüküm olmamasına rağmen kendileri "Kıyas" denilen yöntemi kullanarak "Haram" hükmünü koymaktadırlar. 

Bu metodu izleyerek , geçmişte fıkhi mezheplerin tuttukları aynı yolu izlemiş olan bu kimseler , red ettikleri mezheplere karşı olmak adına kendileri mezhepçi olarak ortaya çıkmaktadırlar. Hakkında kesin olarak "Haram" hükmü bulunmayan bir konuda ," Bu haramdır" hüküm vermek , Allah (c.c) adına konuşmak demek olup , böyle bir yetkiye elçiler hariç kimsenin hakkı yoktur. Söylenmesi gereken "Bu konuda benim düşüncem bu dur" şeklinde bir ifade olması gerekirken , müçtehitlik yapmaya kalkmak , red ettikleri mezheplerin yeni bir versiyonu olmaktan öteye geçmeyecektir. 

Kur'anı eline alarak hüküm vermeye kalkan bir kimsenin , en azından helal ve haram koymada hak sahibinin kim olduğunu bilmesi ve ona göre bir söylem üretmesi zaruri bir durumdur. "Ben yaptım oldu" şeklinde bir söz yerine , "Ben böyle düşünüyorum" sözü hata payı bırakılması ve kişiyi daha tevazu sahibi yapması açısından usul ve adaba daha uygun bir söylemdir.

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

27 Aralık 2015 Pazar

En'am s. 42-45 ve Araf s. 94-101. Ayetleri: Kıtlık ve Bolluk,Toplumlara Uygulanan Değişmez Yasa

Kur'anın bizden öncekiler ile ilgili anlatımları sadece yaşandığı zaman ve mekana has bir okuma yapılarak anlaşılmaya çalışıldığı takdirde , bu anlatımlar sadece "Eskilerin masalları" gibi okunan hikayeler olarak okunmuş olacaktır. "Sünnetullah" adı verilen toplumsal yasalar , kıyamete kadar geçerli olup , Kur'an bizden öncekilerin başlarından geçen bir takım olayları anlatmakla , "Sünnetullah" denilen toplumsal yasaların, bizlerden öncekilerin üzerinde nasıl işlediğini göstererek , bizlerin bu işleyişten ibret çıkarmasını amaçlamaktadır. 

En'am s. 42-45 ve Araf s. 94-101. ayetlerinde ,elçi gönderilmiş olan kavimlerin başlarına gelenlerin anlatılma sebebinin , "Sünnetullah" yasalarının bizden öncekiler üzerinde nasıl cari olduğunun okunarak, bu yasalardan ibretler çıkarılması amacına dönük bir okuma yapılması gerektiğini düşünmekteyiz. 

Konumuz ile ilgili olan En'am s. 42-45. ayetlerinin meali şöyledir.

[006.042] Andolsun, senden önceki ümmetlere (elçiler) gönderdik de onları dayanılmaz zorluk  ve sıkıntılarla çeviriverdik. Umulur ki yalvarırlar diye.
[006.043] Onlara, zorluğumuz geldiği zaman yalvarmaları gerekmez miydi? Ama onların kalpleri katılaştı ve şeytan onlara yapmakta olduklarını çekici  gösterdi.
[006.044]  Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını açtık; kendilerine verilene sevinince ansızın onları yakaladık da umutsuz kalıverdiler.
[006.045]  Böylece zulmeden topluluğun kökü kurutuldu. Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah'adır.

Araf s. 94-101. ayetlerinin meali şöyledir.

[007.094] Biz hiçbir ülkeye bir nebi göndermedik ki (karşı çıkmaktan vazgeçip) yalvarıp yakarsınlar diye ora halkını yoksulluk ve sıkıntıya uğratmış olmayalım.
[007.095]  Sonra kötülüğü değiştirip yerine iyilik (bolluk) getirdik, nihayet çoğaldılar ve: «Atalarımıza da böyle darlık ve sevinç dokunmuştu.» dediler ve hemen onları, hiç farkında olmadıkları bir sırada ansızın yakaladık.
[007.096]  Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup-sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem de yerden (sayısız) bolluklar (bereketler) açardık; ancak onlar yalanladılar, biz de onları kazanageldikleri nedeniyle yakalayıverdik.
[007.097]  O ülkeler halkı, geceleri uyurken, onlara zorlu azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler?
[007.098]  Ya da o ülkeler halkı, kuşluk vakti eğlenceye dalmışken, onlara zorlu-azabımızın gelmeyeceğinden güvende miydiler?
[007.099] Artık onlar; Allah'ın düzeninden emin mi oldular? Hüsrana uğrayanlar topluluğundan başkası Allah'ın düzeninden emin olmaz.
[007.100] Önceki sahiplerinden sonra yeryüzüne vâris olanlara hâla şu gerçek belli olmadı mı ki: Eğer biz dileseydik onları da günahlarından dolayı musibetlere uğratırdık! Biz onların kalplerini mühürleriz de onlar (gerçekleri) işitmezler.
[007.101]  İşte bu ülkeler, sana onların 'haberlerinden aktarmalar yapıyoruz.' Gerçekten, onlara peygamberleri apaçık belgelerle gelmişlerdi. Ama daha önceden yalanlamaları nedeniyle iman eder olmadılar. İşte Allah, küfre sapanların kalplerini böyle damgalar.

Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlerde , elçi gönderilmiş kavimlerin başlarından geçen bazı olayların o kavmi imana sevk etmesi gerekirken tersi bir duruma yol açtığı ve bu durumun onların helakine sebep olduğu anlatılmaktadır. 

İlk okunuşta ayetlerin geçmiş zamanda yaşamış , ve sadece içlerinden elçi çıkmış kavimler ile ilgili olduğu zannı hasıl olabilir .Halbuki o kavimlerin başlarından geçenler, toplumsal yasaların bir gereği olarak başlarına gelmiş olup , bu yasalar dün nasıl gerçekleşti ise , bu gün , yarın , ve kıyamete kadar, gerekli şartlar oluştuğu takdirde aynı yasalar yine gerçekleşecektir. 

Bu kavimleri feci bir akıbete götüren sebepler ne idi ?.

Allah (c.c) nin bir kavme elçi gönderme sebebi , o kavmin Allah (c.c) ye kulluk için gerekli olan amelleri , onun dışındakilere yapmaya başlayarak şirk'e düşmeleri sonucu , kime kulluk edilmesi gerektiğini yeniden hatırlatmalarıdır. 

İlgili ayetlerde anlatılan elçi gelmiş olan bir kavmin , ekonomik ve sosyal yönden devam eden bir yaşantısı vardır , elçiler böyle bir yaşam süreci devam eden kavim içinden seçilmiş olan bireylerdir. Bu kavim içinde en önemli aktörler , o kavmin "Mele" , "Müstekbir" , "Mütref" gibi kelimeler ile ifade edilen, ekonomik , sosyal , siyasal yönlerden o kavim içinde öne çıkmış "Kanaat önderleri" de diyebileceğimiz insanları olup , gelen elçiye ilk önce karşı çıkan bu aktörlerdir.

[017.016]  Bir ülkeyi helâk etmek istediğimizde, o ülkenin zenginlik sebebiyle şımarmış elebaşılarına (iyilikleri) emrederiz; buna rağmen onlar orada kötülük işlerler. Böylece o ülke, helâke müstahak olur; biz de orayı darmadağın ederiz.

Enam s. 42. ayetinde beyan edilen elçi gelmesi ile o kavmin zorluk ve sıkıntılara düşürülmesi , o kavmin kendi elleri ile işledikleri amellerin neticesindedir. Örneğin ; o kavmin ekonomik olarak zorluk ve sıkıntılara düşürülmesi demek , o kavmin yaşamış olduğu ekonomik ve iktisadi hayatın sonucu olarak işleyiş gösteren , ilgili yasaların neticesinde olup ,bu yasalar sadece geçmiştekilere  , veya belirli bir topluluğa has yasalar değil , evrensel mahiyet arz eden her zaman mekanda yaşayan insanlara has yasalardır. 

Ekonomik ve iktisadi yasalar , tek kişi için de , kişilerin oluşturduğu topluluklar olan devletler için de aynı şekilde işlerlik gösterir. En basit tarif ile , "Kazandığından fazlasını harcamak" şeklinde ortaya çıkan iktisadi dengesizlik , kişide ve devletlerde de aynı sonucu gösterir. Kazandığından fazlasını harcayan her kim olursa, hangi devlet olursa olsun , belirli bir zaman sonra evrensel yasalar gereği mutlaka iflasa yani helaka uğrayacaktır.

Kişi ve toplumlar üzerinde meydana gelen ekonomik ve iktisadi sıkıntıların iki boyutu vardır. 1. boyut bu sıkıntıya uğrama sebepleri ile ilgilidir , kişilerin kendi elleri ile işlediklerinin sonucu  meydana gelen bu sıkıntıların baş müsebbibi o sıkıntıya düşenler olup , Allah (c.c) nin bu konuda herhangi bir mes'uliyeti yoktur. Sebep -sonuç ilişkisi dahilinde gerçekleşen bu 1. boyutun 2. boyutu ise , sıkıntıya düşüldükten sonra ortaya çıkar. 

[002.155-157] Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.Onlar ki, kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman, «Biz Allah içiniz ve biz nihâyet ona döneceğiz,» derler.Rablerinden (olan bir salat) bağışlanma ve rahmet bunların üzerinedir ve hidayete erenler de bunlardır.

Bakara s. 155-157. ayetleri arasını okuduğumuzda , insanın başına gelen korku ,açlık , eksliltme gibi durumlar tamamen sebep -sonuç ilişkisi dahilinde meydana gelen durumlar olup , ortaya çıkan bu durumu Allah (c.c) "Deneme" olarak nitelendirmektedir. Bu olaylar bir şekilde başına gelen kişi ve toplumların , ikinci aşamada yapacakları şey , isyan etmemek ve başlarına gelen olaylara sebep olan durumu değerlendirerek , yeniden bir çıkış arama yoluna gitme gereğini anlatmaktadır. 

"Bu nereden başımıza geldi" gibi sözlerle onu bunu suçlayarak , meydana gelen kötü durumun düzelmesi mümkün değildir. Bu sonucu getiren sebepler ele alınarak , "Böyle bir sonuca neden geldik?" sorusunun cevabı aranmalı ve kötü durumdan ders alınarak bir daha aynı duruma düşülmemesinin çaresine bakılmalıdır. 

"Sabretmek" olarak nitelenen bu durum, bir çoğumuz tarafından yanlış anlaşılarak , içinde bulunulan kötü durumdan kendilerini Allah (c.c) nin çıkaracağı sanılmaktadır. Allah (c.c) insanları içinde bulundukları kötü durumdan çıkarır  çıkarmasına, ama bu durum insanın kendi eli ile işleyeceği müspet amellerin karşılığı olacaktır , aksi takdirde Allah (c.c) kimseyi yattığı yerden, "Ben sabrediyorum" diyerek çalışma karşılığı olmadan içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtarmaz. 

Bakara s. 155-157. ayetlerini konumuz olan ayetlerle bağını kurarak okuduğumuzda , kendilerine gelen elçilerin tavsiyelerine uymayan toplum , bir takım sıkıntılar içine girmiş ve bu sıkıntıları aşma yolunu yine kendi elçilerinin tavsiyesi üzerine değil kendi kafalarına uygun yani şeytanın onlara tavsiye ettiği şekilde aşmaya çalışmışlardır. 

[027.047]  Dediler ki: Senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık: O da: Uğursuzluğunuz Allah katındandır. Belki siz, imtihana çekilen bir kavimsiniz, dedi.
[036.018] «Doğrusu sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık; vazgeçmezseniz and olsun ki sizi taşlayacağız ve bizden size can yakıcı bir azap dokunacaktır» dediler. Elçiler dediler ki; «uğursuzluk kendinizdendir. Bu uğursuzluk size öğüt verildiği için mi oldu? Hayır, siz aşırı giden bir kavimsiniz.»

Neml ve Yasin suresindeki ayetlerde , elçiler gönderilmiş olan müşrik kavimlere , konumuz olan ayetler dahilinde, bir takım sıkıntılar arız olmuş , ancak bu kavimler başlarına gelen sıkıntıların kaynağını kendilerinde değil , gelen elçilerde yani Allah (c.c) de arayarak isyana düşmüşlerdir. 

Allah (c.c) nin bizden istediği şey , koymuş olduğu yasalar dahilinde bizim başımıza gelen herhangi bir olay karşısında isyana düşerek , bunun sorumluluğunu Allah'a yüklemek değil , bu sıkıntıdan kurtulmanın yollarını aramaktır. Bu yol arayışının , "Fiili dua" dediğimiz çalışma, "Kavli dua" dediğimiz yalvarıp yakarma ile birlikte yürümesi gerekmektedir. 

Toplumların ve kişilerin başlarına gelen sıkıntılar bir şekilde telafi olur eski refah zamanlarına kavuşulur ise , yapılması gereken eskiyi unutup yine aynı hataları tekrarlamak olmamalıdır. Enam s. 44. ayetine baktığımızda , bu sıkıntıdan kurtularak eski refah dönemlerine dönen insanların , eski düşmüş oldukları sıkıntıları unutan bir yaşam sürmeye devam ettikleri takdirde , aynı yasalar yine işleyerek kişi ve toplumların yeniden iflas ve yıkıma sürüklendiğini görmekteyiz.

Aynı anlatımı Araf s. 95. ayeti içinde de görmekteyiz , kıtlıktan sonra bolluğa kavuşan insanlar , bu sürecin daha önceden de aynı şekilde olduğunu ve bu süreçten ibret alınmadan bir hayatın sürülmeye başlandığını , geçmiş sıkıntılardan ibret alınmadan yaşanan bir hayatın sonunun , tarihin tekerrür etmesi ile aynı sıkıntıların yeniden yaşanacağını anlatmaktadır. 

Araf suresindeki ilerleyen ayetler , kimsenin yaşamış olduğu sıkıntıları unutmamasını , aynı sıkıntıların yeniden yaşanmayacağına dair kimsenin garanti almadığını , bu tür sıkıntıların her an için yaşanacağı şeklinde bir düşünce ile hayatın sürülmesi gerektiğini hatırlatmaktadır. 

"Tarih tekerrürden ibarettir diyorlar.Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi ?" (M.Akif Ersoy)

Rahmetli şair , Sünnetullah yasalarının insan ve toplum üzerindeki işleyişinden ibret alınmadan sürülen bir hayatın neye mal olduğunu dizelere dökülmüş bir bir şekilde anlatmaktadır. Kur'an içindeki ayetler , insan ve toplum üzerindeki yasaların öncekiler üzerinde nasıl işlediğini göstererek, "Böyle yaparsanız sonunuz aynı olur" mesajı vermesine rağmen, bir çoğumuz bu uyarılara kulak asmadan bir hayat sürerek tarihin tekerrür etmesine sebep olmaktayız.  

[012.047-49]  Dedi ki: «Siz yedi yıl, önceleri (ektiğiniz) gibi ekin ekin, yediğinizin az bir kısmı dışında (kalanını) biçtiklerinizi başağında bırakın.»«Sonra onun ardından yedi şiddetli (sene) gelir ki: onlar için önceden biriktirmiş olduklarınızı yerler. Ancak tohumluk için saklayacağınızdan birazı müstesna.»«Sonra, halkın yağmur göreceği bir yıl gelir, o zaman sıkıp sağarlar» dedi.


Yusuf (a.s) kıssası içinde okuduğumuz bu ayetler , toplumlar için geçerli olan evrensel bir durumu anlatmaktadır. Toplumların yaşadıkları yıllar içindeki ekonomik ve iktisadi hayatları , aynı şekilde tek düze bir seyir arz etmez . "Bolluk ve kıtlık" şeklinde izah edebileceğimiz bu dalgalı seyir, doğru bir şekilde yönetildiği takdirde , kıtlık zamanları en az zarar ile atlatılarak , yeniden bolluk zamanına dönülebilir. 

Bollukta har vurup harman savurmadan, gelebilecek kıtlık yılları için gerekli olan hazırlıklar yapılmasının örneğini gördüğümüz Yusuf (a.s) ın kıtlık yönetimi politikası, bizlere evrensel bir mesaj vermektedir. Eğer hiç kıtlık olmayacakmış gibi harcama yaparak , gelebilecek yıllara karşı birikimde bulunmaz isek , kıtlık zamanında ağustos böceği misali, karıncanın kapısına dayanmak zorunda kalırız. 

Enam s. 45. ayetinde " Hamd, alemlerin Rabbi olan Allah'adır." cümlesi , o kavmin başına gelen olayın tamamen kendi elleri ile işlediklerinin karşılığı olup , Allah'ın onlara zulmetmesi gibi bir durumun asla söz konusu olmadığını göstermektedir. Allah (c.c) nin yapmış olduğu bütün işler "Hamd" etmeyi yani onu övmeyi gerektiren işler olup onu yermeyi gerektirecek herhangi bir iş asla işlemez.

Araf s. 96 da "Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup-sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem de yerden (sayısız) bolluklar (bereketler) açardık; ancak onlar yalanladılar, biz de onları kazana geldikleri nedeniyle yakalayıverdik." buyurulması , "Takva" (sakınmak) temeline dayanan bir hayatın insan ve toplumların dünya hayatları ile ilgili yaptıklarına yansıyarak onların yanlış işler yapmasına mani olacağı , bu yanlış işlerin insan ve toplumların hayatında olumsuzluğa yol açmayacağı için , toplumsal yasalar onlar üzerinde bu sefer takva temelli bir hayatın karşılığı olarak işleyiş göstererek , ekonomik ve iktisadi yönden bolluk ve bereket içinde yaşanan bir hayatın kapılarını açacaktır.

Sonuç olarak ; Allah (c.c), arz üzerine koymuş olduğu yasaların bizden öncekiler üzerinde nasıl işlediğini anlatarak , aynı işleyişin bizler içinde geçerli olacağı mesajını vermiş , yapacağımız amellerin işleyiş yasalarına göre şekilleneceğini bildirmiştir. Özellikle ekonomik ve iktisadi hayat bu işleyiş yasalarına tabi bir şekilde gerçekleşmekte ve yaşanan hayat nasıl bir karşılığı gerektiriyor ise ona göre karşılık verilmektedir. 

Bu yasaların işleyişi mü'min kafir ayrımı yapılmadan işleyiş göstermekte olup , hiç kimse ve hiç bir toplum , işleyiş yasalarının karşılığını alma konusunda herhangi bir önceliğe veya torpile sahip değildir. İktisat kelimesi , kişi ve toplumların hayatında dengeyi ve adaleti gözeten bir yaşamın hedef alınması anlamına gelmekte olup , bu dengenin ve adaletin gözetilmediği toplumlar dün nasıl yıkıldıysa , bu gün , yarın ve kıyamete kadar aynı yıkım gerçekleşecektir. 

Bizler bu konudaki Kur'an ayetlerini , gereği gibi okuyarak geçmişlerden ders çıkaran okumalar yapıp , bu okumaları hayatımıza pratize ederek, "Takva" temelli bir bir hayat sürerek yıkımdan kurtulmamız mümkün olacaktır. 

                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 


24 Aralık 2015 Perşembe

Maide s. 78-81. Ayetleri : İsrailoğullarının Lanetlenme Sebebleri

Kur'anın İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarının , arz üzerinde cari olan ve adına "Sünnetullah" adı verilen yasaların nasıl işlediğinin bu kavim üzerinde gösterilerek , onların işlemiş olduğu bazı hataların, nelere mal olduğunun görülmesi ve bu hataların biz Müslümanlar tarafından tekrarlanarak aynı akıbete düşülmemesinin hatırlatılması olarak okunması gerektiğini, daha önceki onlara hitap eden ayetler ile yapmaya çalıştığımız okumalarda özellikle vurguladığımız bir konudur. 

Bu yazımızda da aynı okuma metodunu uygulamaya dönük olarak , Maide s. 78.ve 81.  ayetlerinden bize dönük nasıl bir mesaj çıkabileceği yönünde bir okuma yapmaya çalışacağız.

[005.078]  İsrailoğullarından küfredenler; Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle la'netlenmişlerdi. Bu; isyan etmeleri ve aşırı gitmelerindendi.
[005.079]  Birbirlerinin yaptıkları münkere engel olmuyorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü idi.
[005.080]  Onlardan çoğunun kâfirleri velî edindiklerini görürsün. Bu iş -ki onu bizzat kendileri yapmış ve üzerlerine Allah’ın hışmını çekmişlerdir- ne kötü bir davranıştır! Onlar cehennem azabında devamlı kalacaklardır.
[005.081]  Eğer Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilene imanları olsaydı, kâfirleri velî edinmezlerdi. Fakat onların çoğu fasık kimselerdir.

"Lanet" ; "Cezalandırmayı gerektirecek kadar şiddetli bir cürüm işleyeni , öfke ile kovma uzaklaştırma" anlamında bir kelimedir.

Bu gün bir çoğumuzun dilinde gezen "Lanetli kavim" deyimi , sadece İsrailoğullarına has bir deyim olmayıp , Allah (c.c) nin arz üzerine koymuş olduğu yasalar gereğince kazanılan bir unvandır. İsrailoğullarının bu unvanı hak etmek için yapmış olduğu amellerin anlatılma sebebi , bu lanetlenmeye sebep olan amellerin biz Müslümanlar tarafından tekrar edilerek aynı unvanı hak etmememiz içindir, yani bu deyim bir kavme özel bir unvan değil aksine her zaman diliminde yaşayan insanların yapmış oldukları hatalar nedeniyle kazanabileceği bir unvandır. 

Adı geçen elçilerin dili ile lanetlenmeleri , bütün elçilerin Allah (c.c) adına konuşan kişiler olduğunu düşündüğümüz zaman , İsrailoğullarının Allah (c.c) tarafından lanete uğradıklarını göstermektedir.

78. ayette , İsrailoğullarından küfredenler" ibaresi , bu kavimden olup ta küfretmeyenler olduğunu göstermektedir. İsrailoğullarının Meryem oğlu İsa (a.s) ı öldürmek için kurdukları hilelerin işe yaramadığı Kur'an tarafından beyan edilmiş olmasına karşın , güç sahibi bir hükümdar olan Davud (a.s) tarafından dahi lanete uğradıklarını görmekteyiz. Davud (a.s) ın mülk ve güç sahibi bir elçi ve hükümdar olması bile onların lanetlenmek için olan gayretlerine gem vuramamış olması bu kavme mensup olan insanların lanetlenme konusunda ne kadar gayretli !! olduklarını göstermektedir.

İsrailoğullarının  lanetlenme sebeplerini şöyle sıralayabiliriz; 

1- İsyan etmeleri , 2- aşırı gitmeleri , 3- münkere engel olmamaları , 4- kafirleri veli edinmeleri .
İsyan ve aşırı gitmek şeklindeki ameller , Firavundan kurtularak denizin karşı tarafına geçtikleri zaman bile kendisini göstererek Musa (a.s) a karşı gelmişler ve bu karşı gelişleri onlara zillet ve meskenet damgası vurulmasın sebep olmuştur.

[002.061]  «Ey Musa! Bir çeşit yemeğe dayanamayacağız, bizim için Rabbine yalvar, bize, yerin bitirdiği sebze, hıyar, sarımsak, mercimek ve soğan yetiştirsin» demiştiniz de, «Hayırlı olanı daha düşük şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? mısıra inin, şüphesiz orada istediğiniz vardır» demişti. Onlara yoksulluk ve düşkünlük damgası vuruldu, Allah'ın gazabına uğradılar. Bu, Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmelerinden di; bu, karşı gelmeleri ve taşkınlık yapmalarından dı.

Musa (a.s) ile birlikte , Firavun zulmünden kurtularak denizin karşı kıyısında başlayan bu hatalar , İsa (a.s) ın onlara elçi olarak gelmesi ile devam etmiş , ona karşı yapmış oldukları isyan ve onu öldürme girişimleri Kur'anda anlatılarak , bu girişimlerinin hüsran ile sonuçlandığı bildirilmektedir.

Münkere engel olmamak , bir toplumun bozulmasında en önemli amil olup, bir toplumun yıkılışını hazırlayan unsurlardan birisi , toplum içinde yapılan kötülüğe engel olmayarak , o toplum içinde münkerin yaygınlaşmasıdır. 

Araf s. 163-168. ayetler arasında anlatılan , deniz kıyısında yaşayan ve İsrailoğullarına mensup olan bir topluluğun , cumartesi çalışmama yasağını delmeleri anlatılmaktadır. O toplulukta 3 ayrı gurup insan görmekteyiz. 1- yasağı delenler , 2- yasağı delmeyen fakat , yasağı delenleri engellemeye çalışmayanlar , 3- yasağı delenleri engellemeye çalışanlar. Bu 3 topluluktan 1. 2. gurupta olanlar helak olurken , 3. gurupta olanların kurtulmuş olması, kötülüğü işlemek ile işleyeni engellememenin veya desteklemenin aynı gurup içinde olmayı hak ettirdiğini bize göstermektedir. 

Kur'an marufu emir münkerden nehiy konusuna çok önem vererek bizleri bir çok ayette bu konuda uyarılarda bulunmaktadır.

[003.104]  Ve sizden hayra davet eden, ma'ruf ile, münkerden nehy eden bir cemaat bulunsun, işte felâh bulucular onlardır.
[003.110] Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslâm'a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah'a iman edersiniz. Kitap Ehli de inanmış olsaydı, elbette kendileri için hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler vardır, fakat çoğunluğu fıska sapanlardır.
[007.157]  O kimseler ki, Resûle, Nebiyy-i Ümmî olana tâbi olurlar. O nebi ki, O'na yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de yazılmış bulurlar. Onlara mâruf ile emreder ve onları münkerden nehy eyler ve onlara temiz olan şeyleri helâl kılar, onların üzerine habis şeyleri de haram kılar. Ve onlardan ağır yüklerini ve üzerlerinde bulunan bağları kaldırır, artık o kimseler ki O'na imân ederler ve O'na tazîmde ve yardımda bulunurlar ve onunla beraber indirilmiş olan Nûr'a tâbi oluverirler, işte felâh bulanlar onlar- dan ibarettir.
[009.071] Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar; birbirlerinin velileridirler. Ma'rufu emreder, münkerden nehyederler. salatı ikame ederler, zekat verirler, Allah'a ve Rasulüne itaat ederler. İşte Allah, bunlara rahmet edecektir. Muhakkak ki Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.
[009.112] Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, seyahat edenler, rüku' edenler, secde edenler, ma'rufu emredenler, münkeri nehyedenler, Allah'ın hududunu koruyanlardır. Mü'minleri müjdele.
[022.041] Onlar ki, yer yüzünde kendilerini yerleştirir iktidar sahibi kılarsak, salatı ikame ederler, zekatı verirler, ma'rufu emrederler, münkerden sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah'a aittir.
[031.017]  «Ey oğlum, dosdoğru salatı ikame et, ma'ruf olanı emret, münker olandan sakındır ve sana isabet eden (musibetler) e karşı sabret. Çünkü bunlar, azmedilmesi gereken işlerdendir.

İman edenlerin en önemli vasfı olarak karşımıza bu amelin tersi , münafıkların ameli olarak beyan edilmektedir.

[009.067]  Münafık erkeklerle, münafık kadınlar birbirlerindendirler. Münkeri emreder ve ma'rufu nehyederler. Ellerini sımsıkı tutarlar. Onlar Allah'ı unuttular; O da onları unuttu. Muhakkak ki münafıklar; fasıkların kendileridir.

Marufu emir , münkerden nehiy temeline oturmuş bir yaşam tarzı, bir toplumu dünya ve  ahirette mutululuğa kavuşmalarına sebep olmaktadır. Bir toplum içinde yaşanan yanlışlıklar eğer , bu toplum içindeki bir takım insanlar tarafından engellenmez ise , ilerleyen zaman bu münkerin, toplumun yaşam tarzı haline gelerek içselleştirilmesini ve fesadı beraberinde getirecektir. 

Yaşadığımız ülke içinden olayı misallendirecek olursak , yıllar önce yaşı biraz ileri olan herkesin bildiği, "Dallas" adı ile T.R.T kanalında gösterilen Amerikan dizisinde öne çıkan tema , aile içi çarpık ilişkiler olup, bu çarpık ilişkileri  bunlara karşı çıkan mutaassıp aileler bile izlemişlerdir. Öyle ki , insanlar işlerini güçlerini bu dizinin olduğu vakit terk ederek bu diziyi izlemek için vakitlerini özellikle ayırmışlardır

Geçen yıllar içinde çarpık ilişkileri konu alan T.V dizileri öyle bir yaygın hale gelmiştir ki , hemen hemen her T.V kanalında , nikahsız ilişkiler ve bu ilişkilerden doğan çocuklar dizinin ana teması haline gelmiş olaylar bunlar üzerinde gelişerek, izleyicinin önüne konulmaktadır. Bunları izleyenlerin büyük bir kısmı böyle ilişkileri artık içselleştirerek , kendi aile çevresinde bile olsa artık normal karşılar hale gelmiştir. 

Toplum artık öyle bir hale gelmiştir ki sevgilisi olmayan kız veya erkek bireyler sanki uzaylı yaratıklar gibi görülmeye başlanmış ve nikahsız beraberlikler özellikle sanatçı geçinenler tarafından topluma empoze edilmeye çalışılarak fuhşun ve zinanın adı "Seviyeli birliktelik" olarak hoş gösterilmeye çalışılmıştır. Bahsettiğimiz bu münker çeşidi toplumda mevcut olan bir çok münkerden sadece bir tanesi olup, bu gibi çeşitli münkerler toplum içinde maalesef fazla bir engel görmediği için yaygınlaşmaktadır.

Kafirleri veli edinmelerinin , İsrailoğullarının lanete uğrama sebebi olarak beyan edilmiş olması ve Kur'anın bir çok ayetinde biz iman edenlere hitaben , kafirlerin veli edinilmemesinin emredilmiş olması, bu konunun hayati bir önem taşıdığını göstermektedir.

"Veli" ; " Bir işi üzerine almak , idare etmek" anlamında bir kelimedir. 

[004.144]  Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kâfirleri veliler edinmeyin; (bunu yaparak) Allah'a, aleyhinizde apaçık bir delil mi vermek istiyorsunuz?
[005.051]  Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları veliler olarak benimsemeyin, onlar birbirlerinin velileleridir. Sizden kim onları veli olarak benimserse o da onlardandır. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.
[007.003]  Rabbinizden size indirilen Kitap'a uyun, O'ndan başka veliler edinerek onlara uymayın. Pek az öğüt dinliyorsunuz.
[008.073] Dini inkâr edenler de birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız, dünyada bir fitne kopar, müthiş bir bozukluk, bir fesat ortaya çıkar.
[005.055] Sizin dostunuz , ancak Allah, O'nun Resulü, rükû' ediciler olarak salatı ayakta tutan ve zekâtı veren mü'minlerdir.

İman edenleri bırakarak ,kafirleri veli edinmek şeklinde ortaya çıkan durumun tezahürü , ölçüsünü vahiy dışındaki kaynaklardan alarak, buna göre hayatını düzenlemek anlamında olup , bu tür bir yaşamın getirisi, arz üzerinde fesadın yaygınlaşmasından başka bir şey olamaz.

İsrailoğullarının, kafirleri veli edinmiş olmalarının , "Onlar da kafir olarak Kur'anda anılmıyor mu " şeklinde bir soru sorulabileceğini düşünerek bu soruya şöyle cevap verilebilir ; 

İsrailoğulları içinde kendilerine gelen elçi ve kitaba gerçekten iman eden insanlar olduğu gibi , etmeyenlerde vardı , elçi ve kitaba iman edenler zaman içinde , elçi ve kitaba iman etmeyenleri veliler edinmeye başlayarak yani kendilerini vahyin önermiş olduğu hayattan soyutlayarak , vahye iman etmeyenlerin önerdiği sisteme uyarak lanete uğramışlardır. 

Bizler İsrailoğulları ile ilgili ayetleri , çoğunlukla sadece onlara has hitaplar ve bilgiler olarak okuduğumuz için , onların lanete uğramalarını sadece onlara has kılarak ,bu lanetlenmenin "Sünnetullah" gereği olduğunu,  bu lanetlenmenin bir yasa gereği İsrailoğullarının üzerinde işlediğini , sadece onlara has olmadığını dikkate almadan okuduğumuz için , kendimizi "Sütten çıkmış ak kaşık" misali görerek , böyle bir lanete uğrama ihtimalini aklımıza dahi getirmeyen bir hayat sürmekteyiz. 

Allah (c.c) nin lanetine uğramak demek , ondan gelecek olan dünya ve ahiret yardımından mahrum olmak anlamına geldiğini düşünecek olursak , bu gün biz Müslümanların dünya hayatındaki zelil durumumuzun sebebi sanırım daha kolay anlaşılacaktır. 

"Lanetli kavim" deyimini, sadece belirli bir kavme has bir deyim olduğunu zannettiğimiz müddetçe bu zelil durumdan kurtulmak ta mümkün olmayacaktır. 

Kafirleri veli edinmenin Müslüman hayatında nasıl yön bulduğu anlaşılmadan bizler içinde geçerli olan bu lanetlenmeden kurtulmak mümkün olmayacaktır. 

Kur'an çevirilerinde genellikle "Dost" olarak çevrilen "Veli" kavramı , dost kelimesinin ifade ettiği anlamdan daha farklı bir anlama sahiptir. Dost kelimesi, içinde insani ilişkileri de kapsayan bir kelime olup kafirler ile insani ilişkiler , Maide s. 5. ayetinde ehli kitabın yemeğinin helal olduğunun beyan edilmesinden hareketle serbesttir. "Veli edinmek" ile "Dost edinmek" deyimleri birbirlerinden farklı deyimlerdir.

"Veli edinmek" demek , işini o kişiye havale ederek , kendisinin yerine o işi takip etmesi anlamında olduğuna göre , Müslümanlar kendi işleri ile ilgili meseleleri nereye ve kime havale edeceklerini , ve kimden işleri ile ilgili meselelerde yardım alacaklarını , iman ettiklerini iddia ettikleri kitap içindeki beyandan öğreneceklerdir. 

"Kafir" olarak bahsedilen insanların bu etiketi alma sebepleri , hayat içinde gerekli olan kuralları vahiyden değil hevalarından almış olmaları ve hevalarına göre bir "Din" üreterek kendilerini ve başkalarını bu "Din"lere tabi olmaları için çağrı yapmalarıdır.

Kurallarını vahiy dışından alan tüm sistemler, Kur'an ifadesi ile "Batıl" olup, bu kelime "Hak" kelimesinin zıddıdır. Batıl dinlere tabi olarak yaşanan bir hayatın getirisi, dünyayı fesada boğmak olduğunu, yaşadığımız dünyadaki olaylar bize acı biçimde göstermektedir. 

"Allah-Elçi-Müminler" olarak çerçevelenen veli edinilmesi gerekenler , Allah (c.c) nin kulları için belirlediği yaşam kurallarını haber veren Elçilere tabi olan Mü'minlerin bu imanlarının gereği olarak ,yaşam içinde tabi oldukları kuralları Allah (c.c) nin elçisi ile indirdiği kitap çerçevesinde belirleyerek, fesadı önleyecek olmalarından dolayı böyle bir velayet çerçevesi çizilmiştir. 

Gel gelelim bir çok Müslüman, tabi olduğunu iddia ettiği din ve kitabın böyle bir işlevi olduğundan habersiz bir hayat sürerek , velilik işlemlerini kafirlere deruhte ederek kitabı rafa kaldırmış bir hayat sürmektedirler. Hal böyle olunca meydan , Allah (c.c) nin "Kafir" olarak nitelediği insanlara kalmakta ve onların kuralları ile yönetilen bir dünya cehenneme dönmektedir.

Konumuz olan 81. ayette , kimlerin veli edinildiği takdirde kimlerin edinilemeyeceği , kimlerin veli edinilmediği takdirde kimin veli edinileceği görülmektedir.

"Allah -Elçi-Kitap" şeklindeki ifadenin içerdiklerine iman eden bir hayat sürenlerin , "Kafir" olarak bahsedilenlerin önerdikleri yaşam sistemlerine "La" diyerek karşılık verme gereği vardır. Hem Müslüman kalıp , hem de onların önerdikleri yaşam sistemlerini hayata geçirmek iddiası geçersiz bir iddiadır. "Müslüman" etiketi taşımak , "Kafir" etiketi taşıyanların önerilerini elinin tersi ile iterek imanlı bir hayat sürmekle gerçekleşir. Kafirlerin veli edinildiği, yani onların hevalarından ürettiklerine tabi olunan bir hayat sürenler, "Müslüman" etiketini takmayı maalesef  hak etmemektedirler. 

Sonuç olarak ; "Sünnetullah" adı bildiğimiz yasaların toplumlar üzerinde nasıl işlediğinin göstergesi olarak okunması gerektiğini düşündüğümüz İsrailoğulları ile ayetlerin, Maide s. 78-81. ayetlerinde, onların lanetlendiklerinden bahsedilmektedir. Bu lanetlenme ,maalesef sadece onlara has olduğu zannı ile okunarak , onların başına gelen bu durumun , onların işledikleri aynı amellerin işlendiği takdirde , kıyamete kadar yaşayacak olan toplumların başına gelebileceği hiç düşünülmemiştir. 

Elçileri olan Davud ve İsa (a.s) dili ile , Allah (c.c) nin lanetine uğramış olan İsrailoğullarının bu lanetlenme sebebi , sadece onlara has olduğu zannı ile okunduğunda verilmek istenen mesaj doğru anlaşılamamış olacaktır. Kötülükten sakındırmamak ve kafirleri veli edinmek şeklinde ortaya çıkan hayat tarzı kişileri ve o kişilerin oluşturduğu toplumların dünya hayatında fesada uğramasına sebep olarak ahiret hayatlarının da tehlikeye atacaktır. 

Çare olarak sunulan, Allah -Elçi-Kitap dahilinde yaşanan bir hayat kötülüklerin önlemesini ve kafir olanlarla velayet ilişkisi içinde olmayan bir yaşamı beraberinde getirmesi açısından , kişileri ve o kişilerin oluşturduğu toplumların, dünya hayatında "Salah" üzere bir yaşam sürmelerini beraberinde getirerek dünya ve ahiret hayatları cennete dönüşecektir. 

Müslüman toplumlar olarak yaşadığımız bir takım sorunların kaynağının münkere karşı olan duyarsızlığımız ve toplum içinde bu münkerin işlenmemesine yönelik olan amellerimizin eksikliği , ve kafirleri veli edinerek onların hevalarından uydurduklarına sarılan bir yaşam tarzı sürüyor olmamız olduğunu düşünürsek, İsrailoğullarının başına gelen lanetlenmenin bizim içinde geçerli olduğu ortaya çıkacaktır , bu lanetten kurtulmak için tek çaremiz ,Allah (c.c) tarafından önerilen yolu takip etmektir. 

İsrailoğullarına "Lanetli kavim" diyerek, kendimizi "Övülmüş kavim" gibi görmek , İsrailoğulları ile ilgili ayetlerin okunmasında yapılacak en büyük yanlıştır.

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

19 Aralık 2015 Cumartesi

Nebi Resullük : Allah (c.c) Adına Konuşma Makamı

Allah (c.c) biz yaşadığımız dünya hayatında uymamız gereken kuralları bizler içinden seçmiş olduğu insanlar ile göndermiştir, Kur'an dilinde bu insanlara "Nebi Resul" denilmektedir. Muhammed (a.s) bu zincirin son halkası olup , ondan sonra bu sıfat kimseye verilmeyecektir. Ancak bazı Kur'an ayetlerinin farklı yorumlanması sonucunda , "Nebilik bitmiştir ancak resulluk bitmeyecek kıyamete kadar devam edecektir" şeklinde söylemlere rastlamaktayız. 

İddiamız , nebiliğin bittiği resulluğun de bittiği ve bundan sonra kimsenin böyle bir iddia ile ortaya çıkmayacağı , "Ben resulum" diyen bir kimseye verilecek karşılık, onun sadece bir  yalancı ve  iftiracı olduğudur. 

Bu konuda yapılan önemli yanlış , "Nebi" ve "Resul" kavramlarının aynı insan üzerinde toplanmamış olduğu , Allah (c.c) tarafından seçilen insanların bir kısmının "Nebi" bir kısmının ise "Resul" olduğunun zannedilmesidir. Bu yanlışlığı geleneksel anlayış içinde görmekle birlikte , Kur'an merkezli düşünce etrafında buluşan insanların bir kısmında da görmekteyiz. 

[022.075]  Allah meleklerden de resuller seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah işitendir, görendir.

Bu konu ile ilgili anahtar ayetimiz, Hacc s. 75. ayeti olup , Allah (c.c) bu ayette "Resul" sıfatını "Melek" ve "İnsan" lara verdiğini bildirmektedir. 

"Resul" kelimesi kısaca , alınan bir haberi aktarmak görevli olan bir kimseye denilmektedir.

Allah (c.c) "Melek" resul seçerek, "Al bu mesajımı falan resulüme ilet" demekte, Melek resulden mesajı alan beşer resul ise, insanlara bu mesajı iletmektedir. Allah (c.c) resul olarak seçtiği insanlara "Nebi resul" şeklinde bir paye vermektedir. 

"Nebi" ; Bir haberi iletmek ile görevli kimse için kullanılan kelimedir. Bu anlamda resul ve nebi kelimeleri birbiri ile eş anlamlı sayılabilir , bu noktada kafalara "Neden aynı anlamda olan iki kelimenin birlikte kullanıldığı" sorusu takılacaktır. 

Hacc s. 75. ayetine geri dönecek olursak , bu ayette melek ve insanlardan resuller seçildiği beyan edilmektedir. İnsan cinsinden olan resulun, melek resulden ayrılması için "Nebi resul" şeklinde bir ifade kullanılmış olabileceğini düşünmekteyiz. Yani "Nebi Resul" sıfatı beşerden seçilmişler için kullanılarak , meleklerden seçilen elçi için böyle bir sıfat kullanılmamaktadır.

Bu anlamda Adem ve Muhammed (a.s) lar arasında gelen bütün beşer elçiler "Nebi Resul" olarak adlandırılmışlardır. Geleneksel düşüncede ki , "Nebi, kendisine kitap verilmeyen peygambere , Resul ise kendisine kitap verilen peygambere denir" şeklindeki tarif , Kur'anın tarifi uyum arz etmemektedir.

"Kitap" kelimesi ; "İki şeyi birbirine eklemek" anlamında olup ağızdan çıkan harflerin birbiri ardı sıra eklenerek dizeler haline gelmesine de "Kitap" denilmektedir. Allah (c.c) nin göndermiş olduğu bütün Nebi Resullerin ağzından çıkan kelimeler ile aktardıkları mesaj, almış oldukları vahyin sonucu olup bu anlamda , kitap verilmemişlik gibi bir durum asla söz konusu değildir.

Kitap verilmemişlik gibi bir iddia, beraberinde bu iddia sahiplerini ,  "Ben size Allah'ın gönderdiği elçiyim" diyen birinin, bu elçiliğinin delili olan vahyi almadığını iddia ederek, Allah (c.c) nin gönderdiği bir kısım elçiyi yalancı konumuna düşürmek durumuna getirecektir. 

Allah (c.c) nin göndermiş olduğu hiç bir "Nebi Resul" bu görevin kendisine verilmiş olduğu haberini almadan " Ben Resulum" diye ortaya asla çıkamaz. Adem ve Muhammed (a.s) lar arasında gelen ve sayısının sadece Allah (c.c) nin bildiği bütün seçilmiş insanlar, bu seçilmişliklerini Allah (c.c) den aldıkları vahiy ile belgelemişlerdir. 

Allah (c.c) den böyle bir belge ile görev alan bu seçilmişler kavimlerine giderek , almış oldukları vahyi ağızları ile iletmeleri onların "Kitap" almış olduklarını gösterir. Çünkü o Resullerin ağızlarından dökülen kelimelerin bir araya getirdiği cümleler, almış oldukları vahyin aktarılmasından başka bir şey değildir. Bu anlamda "Kendisine kitap verilmeyen elçi" diye bir şey asla olamaz. 

Bütün bunlardan sonra, "Nebi Resul" payesini alan insanlar , yeryüzünde Allah (c.c) nin mesajını insanlara iletmekle görevli olan kişiler olup , onların üstlendikleri bu görev, YER YÜZÜNDE ALLAH (C.C) ADINA KONUŞMAKTIR. Muhammed (a.s) a inen ilk ayetler olan Alak suresindeki "Oku seni yaratan rabbinin adı ile" emri, ona Allah (c.c) adına konuşma görevinin verildiğini beyan etmektedir.


Muhammed (a.s) "Nebi resul" zincirinin son halkası olup, ondan sonra hiç kimse Allah (c.c) adına okuma yetkisine sahip olMAyacaktır. Ahzab suresinin 40. ayetinde "Onun Allah'ın resulu ve nebilerin sonuncusu" olduğunun beyan edilmesi , Nebi ve Resul kelimelerini birbirinden ayıranlar için , nebiliğin bittiği fakat resullüğün devam ettiği gibi bir zanna götürmüştür. Bu düşünce sahipleri, Nebi ve Resullüğün et ile tırnak gibi birbirinden ayrılmasının mümkün olmadığını bilselerdi böyle bir hataya düşmelerine gerek kalmazdı. 

Nebi ve Resullüğün birbirinden ayrılarak , resullüğün devam ettiğini iddia edenlerin bir kısmı, bu resullüğü kendilerine layık görerek, "Ben de resulüm" diyerek ortalıklarda dolaştıklarını , hatta bu kimselere inanan bir kısım insanın da olduğuna şahit olmaktayız.

Herkesin malumudur ki, bir göreve atanmak isteyenlerin için gerekli belgeleri getirilme zorunluluğu vardır. Bir kimse eğer "Ben resulum" diye bir iddia sahibi ise, bu resullüğünün tasdiki ve ilanı için, elinde kim tarafından resul olarak gönderildi ise, ondan bir belge getirmesi zorunluluğu vardır. 

"Ben Kur'anın resulüyüm" şeklinde bir iddia ile ortaya çıkanlara ise , Kur'anın Muhammed (a.s) ın resullüğünün belgesi olduğunu, eski resulün belgesinin , yeni resul !! için geçerli olamayacağını söyleriz. Çünkü gelen her resul , kendisinin resul olduğuna dair bir belge ile gelip, önceki resulun belgesi ile kavimlerinin karşısına çıkMAmıştır. 

"Kur'an resulü" sadece Muhammed (a.s) için geçerli bir deyimdir, neden mi? 

Bizler Kur'an ayetleri ile ilgili bir yorumda bulunduğumuz zaman bu yorumun doğru veya yanlış olma  ihtimali mevcuttur. Eğer Muhammed (a.s) aldığı vahy ile ilgili bir yanlışta bulunduğu takdirde , vahy bu yanlışı düzeltir , bizlerin böyle vahy almak durumu olmadığı için , bizim yaptığımız yorumlar sadece kendi ilim ve bilgi düzeyimizin sınırları dahilindedir. 

Muhammed (a.s) bu konuda bizlerden ayrıcalıklı bir konuma sahip olarak Allah (c.c) iletişim halinde olduğu için yaptığı yanlışın düzeltilmesi söz konusudur. Muhammed (a.s) dan başka bir kimsenin Allah (c.c) adına konuşma yetkisi bulunmadığı için hiç kimsenin "Ben Kur'anın resulüyüm" diyerek çakma resullük iddiasında bulunmaya hakkı yoktur.

Nebi Resul görevini almış kişiler, yeryüzünde Allah (c.c) adına konuşma yetkisine sahip kimseler olduğu için bu gün böyle bir iddia ile ortaya çıkan kimselere söyleyeceğimiz iki kelime vardır ki o da YALANCI ve İFTİRACI olduklarıdır. Çünkü artık bir beşerin çıkıp Allah (c.c) adına konuşma yetkisi yoktur .

Bu gün artık "Nebi Resul" olmak görevini yüklenen bir kimsenin olmasının veya gelmesinin imkansız olduğunundan sonra , "Nebi Resul" denilen kimselerin yeryüzünde Allah (c.c) adına konuşma yetkileri olduğundan yola çıkarak, son nebi resul olan Muhammed (a.s) a itaatı emreden ayetleri bu gün nasıl okumak gerektiği sorusu cevabını beklemektedir.

Bu konuda herhangi bir cevap verilmediğini söylemek istemediğimizi hatırlatmak isteriz, söylemek istediğimiz ,bu konuda verilen cevapların bazı problemleri beraberinde getirmesi açısından sıkıntılar doğurduğudur şöyle ki;

Kur'an içinde bir çok ayette, "Allah'a ve resulüne itaat edin" şeklinde emir vardır. Bu ayetlerin hayata pratize edilmesi konusunda, Muhammed (a.s) hayatta iken herhangi bir sıkıntı mevcut değildi. 

[004.080] Kim resule itaat ederse, gerçekte Allah'a itaat etmiştir. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onların üzerine koruyucu göndermedik.

Nisa s. 80. ayeti, resule itaat etmek demeyi Allah'a itaat etmek ile birleştirmiştir. Resul hayatta olduğu için Allah (c.c) adına konuşan bir kişi olması hasebiyle onun yaşamı dahilinde resulluk görevi ile ilgili vahiy haricindeki sözleri bile itaat edilmesi gereken sözler olarak değerlendirilmekteydi. 

Muhammed (a.s) ın elçilik görevi ile ilgili olan vahiy harici sözlerinde ve fiillerinde herhangi bir hata olduğu takdirde bu hata, devam eden vahiy süreci dahilinde inen ayetler ile düzeltilmekteydi. Tevbe , Enfal ve Abese surelerinde, bu hatalı uygulamaları konusunda elçiyi uyaran ayetler buna örnektir. 


Bu noktada klasik söylem olan "Hadise itaatın farz" olması konusunun Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman ile sınırlı bir söylem ve durum olduğunu onun vefatı sonrasında , onun söylediği rivayet edilen sözlere itaatın böyle bir farziyet taşıması asla söz konusu olamaz.

Problem şimdi resule itaatı emreden ayetlerin nasıl hayata geçeceği konusunda olup, "Ehli Hadis" geleneği , elçiye olması gereken itaatın artık rivayet kitaplarında bulunan ve ona ait olduğu söylenen sözlere olması gerektiğini iddia etmektedir. Ancak burada da şöyle bir sıkıntı ortaya çıkmaktadır;

Rivayet kitaplarındaki "Hadis" denilen sözler eğer bu gün "Resule itaat edin" emrini karşılıyor diyecek olursak , hadis adı verilen sözlerin sahih olup olmadıkları konusunda bir çok ihtilaf olduğu herkesin malumudur. X hadisçisi herhangi bir hadis için sahihtir derken , Y hadisçisi aynı hadis için sahih değildir diyebilmektedir. 

Aynı hadisin, bir hadisçinin gözünde sahih , bir başka hadisçinin gözünde gayri sahih olması , o hadisi sahih kabul edenler tarafından, sahih kabul etmeyenlere karşı, resule itaat etmediği gibi suçlamaları beraberinde getirecektir.

Bu gün elimizde olan hiç bir hadis kitabında Muhammed (a.s) ın söylediği rivayet edilen sözler , onun ağzından çıktığı gibi aynı şekilde mevcut değildir. Bu iddia bizim şahsi düşüncemiz olmayıp , hadis alimlerinin üzerinde ittifak ettikleri bir konudur. Hadis olarak rivayet edilen sözler , rivayet edenin aklında kaldığı kadarı veya anladığının başka bir kişiye aktarılmasından ibarettir. Bu aktarımda eksik , hata , yalan olması muhtemel olup , hadis usulu dairesinde bu ihtimaller bir şekilde çözülmeye çalışılmıştır. 

Hal böyle iken, elimizde bulunan kitaplardaki hadis olarak bilinen sözlere ,Allah (c.c) nin itaatı emrettiğini iddia etmek, Allah ve elçisine yalan ve iftira etmekten başka bir anlam taşımayacak ve Allah (c.c) adına konuşan bir elçinin sözleri , kişisel içtihatların insafına bırakılarak , elçi yerine bu kişiler Allah (c.c) adına konuşturulmuş olacaktır.

Bu iddiamız , resule itaatı emreden ayetlerin ortadan kaldırılması yani neshedilmesi gibi bir düşünceyi ortaya atıyor gibi bir izlenim oluşturabilir , ancak kimsenin ayetleri neshetme gibi bir yetkisi olmadığı için bu ayetler kıyamete kadar okunacak ve hayata pratize edilmeye çalışılacaktır. 

Bu ayetlerin Hayata pratize edilmesi nasıl olacaktır?. 

"Nisa s. 80. ayeti , Allah (c.c) ve elçisine itaati emreden ayetleri anlama klavuzudur" demek yanlış bir ifade olmayacaktır. Çünkü itaat konusu elçi üzerinden Allah (c.c) ye bağlanmıştır. Bu gün elimizde Muhammed (a.s) ağzından çıktığı kesin ve üzerinde herhangi bir ihtilaf olmayan tek bir yazılı metin vardır o da Kur'an metnidir. Elçinin getirdiği bu kitaba itaat, elçiye itaat etmiş sayılmakla birlikte Allah (c.c) ye itaat etmiş olmayı beraberinde getirir.

Geriye, şimdi elimizdeki "Hadis" adı verilen müktesebata, nasıl bir konum yükleyebileceğimiz meselesi kalmaktadır. 

[004.059] Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.

Nisa . 59 ve benzeri ayetlerde , herhangi bir husustaki ihtilafın Allah ve elçisine götürülmesi emredilmektedir. Elçinin sözleri konusundaki ihtilafın , elçinin olmaması nedeniyle (olsa zaten ihtilaf olmazdı) Allah' a götürülmesi gerekmektedir. 

Bu gün elimizde olan hadis müktesebatı içindeki hadis adındaki sözler , eğer Kur'an ayetleri ile bir çelişki arz etmiyorsa , "Bu sözlerin Muhammed (a.s) a ait olma ihtimali yüksektir" diyebiliriz. Kur'an ile uyum arz etse bile "Bu sözü kesin olarak o söylemiştir" şeklinde bir kesin ifade kullanmak doğru değildir.

Sonuç olarak ; Allah (c.c) adına konuşmak için seçilmiş olan tek yetkili şahıslar olan "Nebi Resul" payesini alan insanlar , Muhammed (a.s) ile son bulmuş ve ondan sonra gelen ve kendisine resullük payesi vermeye kalkan kim olursa olsun , resullüğü kendisinden veya müritlerinden menkul bir sahtekar ,yalancı veya psikiyatrik tedaviye muhtaç bir kimse olarak görülmesi gerekmektedir. 

Son elçinin Allah (c.c) adına konuşan birisi olması nedeniyle yaşarken onun ağzından çıkan sözler sahabe arasında herhangi bir ihtilaf teşkil etmezken , onun vefatından sonra toplanan ve ona ait olduğu iddia edilen sözlerin "Resule itaat" emrinin karşılığı asla olamaz. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

17 Aralık 2015 Perşembe

Tevbe s. 34-35. Ayetleri : İnsanların Mallarını Haksızlıkla Yiyen Ahbar Ruhban ve Hocalar

İnsanların dini inançlarını sömürerek, onları dünyalık geçici hevesleri için kullanmak, insanlığın kadim sorunlarından birisi olarak hala ayakta durmaktadır. Tevbe s. 34. ve 35. ayetleri bu soruna değinerek , insanların dini inançlarını sömürerek onları paraya çevirmeye heveslenenlerin sonlarını ve dünyada kazandıklarının onlara ahirette nasıl geri dönüşü olacağını beyan etmektedir.

[009.034]  Ey iman edenler; doğrusu ahbar ve rahiblerin çoğu insanların malını haksızlıkla yerler. Ve Allah yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlara; işte onlara pek acıklı bir azabı müjdele.
[009.035]  O gün cehennem ateşinde bunların üzeri kızdırılır ve bunlarla onların alınları, böğürleri ve sırtları dağlanır. İşte bu, kendiniz için biriktirdiğiniz, tadın biriktirmiş olduğunuzu, (denir).

Tevbe suresinin bu ayetlerinde, Hıristiyan ve Yahudi din bilginlerinin insanlara yapmış oldukları haksızlıklar okunarak , bu haksızlıkların sonu ile bilgi verilmektedir. Kur'an okumalarında düştüğümüz önemli yanlışlardan birisi , Yahudi ,Hıristiyanlar gibi guruplara hitap eden ayetlerin ,biz Müslümanlara herhangi bir mesaj verip vermediğine dair bir tefekkürde bulunmamak olup , ilgili ayetin hitap ettiği guruplar ile sınırlı bir alanı olduğu zannı hakimdir.

Maalesef bu haksızlıkların Müslüman dünyasındaki uzantıları, bugün Müslüman din adamları marifetiyle yürütülmeye çalışılmaktadır. Şayet bugün yeni bir elçi ile yeni bir kitap gelecek olsa , Tevbe s. 34. ayeti "Hocalar" ilavesi ile aynı şekilde inerek , İslam dünyasında "Hoca" adını almış kişilerin insanların dini duygularını sömürerek yapmış oldukları cürümler ele alınarak bunların karşılıkları haber verilirdi. 

İslam dünyasındaki bu sömürgeciliğin Türkiye ayağına baktığımızda, işin nasıl korkunç boyutlara geldiği görülmektedir. Son yıllarda gelişen kitle iletişim araçlarının imkanları kullanılarak satılmaya çalışılan muhteviyata baktığımız zaman tamamen dini açıdan kişiye faydası olmayan, aslı hurafe olan bilgiler ile bezenmiş , yalanlar ile süslenerek kişilerin bunları alması sağlanmaktadır. 

Bir çok tv kanalının , yüklü meblağlar karşılığında din adına konuşturduğu zevatın anlattıklarına baktığımız , ve bunları izleyen insanların sayılarını hesap ettiğimiz zaman ,doğru din algısının bu insanlara anlatılabilmesi konusunda umutlar zayıflamaktadır. Ciddiyetten uzak abuk subuk soruları cevaplamak ve hurafeleri anlatmak için alınan paralar, hesap günü kuruş kuruş bu kimselerden hesabı sorulacaktır.    

Tasavvuf kesimine mensup insanların her konuda olduğu gibi bu konularda da aldatılması gayet kolay olup , mensup oldukları tarikatın, büyük olarak bilinen kişisinin bu konudaki tavsiyesi, onlar için sanki Allah emri olarak algılanarak, bunların alınması için gayret sarf edilmektedir.

Özellikle son yıllarda dini cemaatlerin akıl almaz maddi güçler elde etmiş olması , din üzerinde yapılan sömürünün nasıl bir boyuta ulaştığının göstergesidir. Her dini cemaat kendisini maddi yönden güçlendirme gayretine girerek , birbirleri ile yarışır hale gelmişlerdir. Bu gayretin en büyük maddi kaynağı , o tarikatın veya cemaatin müritleri olup , maddi desteklerinin karşılığı olarak ahirette büyük vaadler ile onları kandırarak Tevbe s. 34. ve 35. ayetlerin muhatapları olmaya hak kazanmaktadırlar. 

Dün Hıristiyan dünyasının "Endülüjans" denilen, cennette arsa satma şarlatanlıklarının yerini , bu gün aynı şarlatanlığın başka versiyonu alarak , bilmemne tarikatının , veya bilmemne cemaatinin liderinin tavsiye ettiği ürünleri alarak onun şefaatine hak kazanıp cennette ki yerini sağlamlaştırdıklarını !! düşünen zavallı Müslümanlar, yemeyip içmeyip o ürünü alabilmek için çaba harcamaktadırlar.

Bu insanlar Allah -Peygamber-Kitap gibi kutsalları sadece ranta dönüştürmek için kullanarak bunları istismar etmekten çekinmemekte , buraya yazılmayacak kadar çok olan hurafe kaynaklı dini meseleleri paraya çevirmek için her türlü ahlaksızlığı yapmaktadırlar. 

Dua kavramını istismar ederek , peygamberler adına uydurdukları dua kitaplarını, aynı hacimde başka bir kitaptan daha pahalıya satarak , insanların umutlarını sömürmeye çalışan bu kişiler , sağlık konularında aynı şekilde peygamber ismini kullanarak , piyasada daha ucuz olan bir ürünü daha pahalıya satmaktadırlar.

Hal böyle iken, bu sömürünün ortadan kalkması için ne yapılmalıdır ? sorusu kafalarda yerini korumaktadır. 

Bu sömürülerin ortadan kalkması için sağmal inek olarak görülen bu insanların uyarılması gerekmektedir. Bu uyarının öncelikle "Din" kavramının insan hayatında nasıl bir zemine oturması, ve hangi kaynaktan beslenmesi gerektiğini anlatmakla mümkün olacaktır. 

Kur'an merkezli düşünce , dini duyguları ticaret metaı haline getirenler için büyük bir tehlike arz etmektedir. Tasavvuf kaynaklı hurafelere dayanan din algısını ellerinde tutarak bu sömürülerini devam ettirmek isteyenlerin yayınlarına bakıldığında , insanları sömürmek üzerine kurdukları tezgahların devamı için bu düşünceyi mahkum etmeye yönelik her türlü ayak oyunları görülebilir. 

Bu insanlar , mensup oldukları tarikat veya cemaatin liderlerini insan üstü bir konuma koyarak, Allah (c.c) ile denk tuttukları bilinen bir gerçektir. Bu gerçeği ayakta tutabilmek için önce Muhammed (a.s) ı ilah seviyesine çıkararak , onun varisleri olduğu yalanları ile bu zatları sahneye koymaktadırlar.

Kur'an şirk hastalığına şifa olan bir kitap olarak bu hastalığın tek çaresidir. Bu hastalığa ilaç olarak sunulan kitaba karşı , tarikat veya cemaat liderlerinin hop oturup hop kalkması boşa değildir. Kur'an eğer dinde belirleyici bir kitap olduğu takdirde , bu kişilerin karizmaları yerle bir olarak din adına ortaya yalanlar ortaya çıkacak ve etraflarında kimse kalmayacaktır.

Tarikat veya cemaat liderlerinin dünyalıklarını oluşturmak için kullandıkları en büyük silahları "Şefaat" silahıdır. Bu guruplara bağlı olanlar, liderlerinden ahirette kendileri için şefaatçı olacakları beklentisinde oldukları için , bu tarikatların kapılarından ayrılamamaktadırlar. 

Şayet şefaat'in değil bu kişilere, Muhammed (a.s) a bile verilmediği, sadece Allah (c.c) nin elinde olduğu düşüncesi yerleştirildiği takdirde , bu cemaatlerin kapılarında bekleşenlerin bir bir ayrıldığı görülecektir. Bu korkudan dolayıdır ki , bu cemaat veya tarikatlar şefaat inancını ayakta tutmak için her türlü dalaverayı çevirmektedirler. 

Allah (c.c) nin kimsenin yaptığı haksızlığı yanına kar bırakmayacağına olan imanımız bir tarafa , bu insanların din üzerinden haksızlıklar yaparak , hem zavallı Müslümanları kandırmaları , hem de dine karşı olan bir kısım insana din hakkında yanlış bir intiba bırakarak İslam'ın bu adamların yaptıkları ve yaşadıkları din olduğunu zannederek "Din buysa ben gavur kalayım" dediklerine şahid olmaktayız.

Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin ticareti helal kılmış olması , bu yol üzerinden her şeyin satılabileceği anlamına gelmemelidir. İnsanların umutlarını sömürerek onların dini duyguları üzerinden onları istismar edenlerin akıbeti, Tevbe s. 34. 35. ayetlerde beyan edilmesine rağmen , "Onlar Yahudi ve Hıristiyanmış bizi ilgilendirmez" mantığı içinde okunan ayetler , aynı zulmü yapan Müslüman dünyası içinde yerli papaz ve hahamlara balyoz gibi bir ihtar olması gerekirken , gözlerini kör eden tarikat ve cemaatçılık hastalığına kurban edilmeye çalışılmaktadır. 

Rabbimiz tüm Müslümanları Tevbe s. 34.35. ayetlerinin muhatabı olan insanların şerrinden muhafaza buyursun.

16 Aralık 2015 Çarşamba

Allah (c.c) Beşer Elçilere Neden Melek Elçi İle Vahyeder?

Allah (c.c) yaratmış olduğu biz kulları üzerinde yegane otorite sahibinin sadece kendisi olduğunu beyan ederek , bu beyanını biz insanlar içinden seçmiş olduğu elçiler ile bildirmiştir. İnsanlar içinden seçmiş olduğu elçilere bu beyanı bildirme şeklini ise, meleklerden seçmiş olduğu elçiler vasıtası ile vahyederek olduğunu, son elçiye inen kitap içinde bildirmiştir. 

Son zamanlarda , Kuran okumalarında ortaya çıkan bazı düşünceler beşer elçiye gelen vahiy konusunda farklı mülahazalar ortaya atarak , böyle bir vahyetme şeklinin olmadığını , olamayacağını iddia ederek , "Allah (c.c) nin direk olarak vahyetmeye gücü yetmiyor da böyle bir yolumu seçiyor" şeklinde itirazları görmekteyiz. 

Bu itirazlar dile getirilirken sürülen gerekçelerin , konu ile ilgili ayetler ile çelişki arz  etmesi üzerine , ilgili ayetlerin anlamı ters çevrilerek tahrifata girişmekten çekinilmediğine şahid olmaktayız. Bu tür itirazları ve ilgili ayetlerin nasıl tahrif edildiklerini daha önceki yazılarımızda ele almaya çalıştığımız için bu yazımızda, bu konudaki itirazlardan çok "Neden melek elçi ?" sorusunun cevabını aramaya çalışacağız. "Neden" sorusunun cevabından önce konuyu aydınlatmak için vahyin gelişi ile ilgili ayetleri okumak istiyoruz.

Bu konu ile ilgili anahtar ayetimiz , Allah (c.c) nin insanlarla konuşma yollarını beyan ettiği Şura s. 51. ayetidir. 

Ve mâ kâne li beşerin en yukellimehullâhu illâ vahyen ev min verâi hıcâbin ev yursile resûlen fe yûhıye bi iznihî mâ yeşâu, innehu aliyyun hakîm(hakîmun).

[042.051] Kendisiyle Allah'ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir; ancak bir vahy ile ya da perde arkasından veya bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, yüce olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.

Şura s. 51. ayetinin beyanına göre Allah (c.c) kulları ile 3 şekilde konuşmaktadır. 

1- Vahy ile.
2- Perde arkasından.
3- Elçi göndererek vahyetmek sureti ile. 

Allah (c.c) nin kulları ile olan konuşmasının , 1. şıkkı bütün insanlar ile ilgili olup , 2. şıkkı Musa (a.s) ile olan konuşma ile ilgilidir. 3. şıktaki konuşma şekli olan elçi göndererek vahyetmek sureti ile olan konuşma şeklinin en son örneği , Muhammed (a.s) a indirilen kitabın ona geliş şeklini ifade etmektedir. 

Bu 3 konuşma şeklinin 1. şıkta olanı, bütün insanlar için geçerli olduğuna göre bu konuşma şeklini "GENEL VAHİY" , 2. ve 3. şıktaki konuşma şeklini ise "ÖZEL VAHİY" olarak isimlendirebiliriz.

Muhammed (a.s) a indirilen kitabın ona geliş keyfiyetini anlatan ayetleri gördükten sonra "Neden böyle bir yol ?" sorusunun cevabını arayabiliriz.

[022.075] Allah meleklerden de elçiler seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah işitendir, görendir.

Hacc. 75. ayeti , Allah (c.c) nin İNSAN ve MELEKler den olmak üzere elçiler seçtiğini bildirmektedir. "Melek" olarak bahsedilen elçilerin ontolojik olarak nasıllığı konusunda herhangi bir bilgi verilmediği için , bizlerin de bu konuda bilgimiz olmadığını hatırlatalım.

[016.002] Kullarından dilediklerine, melekleri emrinden olan ruh ile indirir: Benden başka ilah yoktur, şu halde benden korkup-sakının, diye uyarıp-korkutun.»

Nahl s. 2. ayetinde beşer içinden seçmiş olduğu elçilere indirdiği ve "Ruh" olarak beyan ettiği vahyi , "Melek" ile indirdiğini beyan etmektedir.

[002.097-98]  De ki: «Her kim Cibrîl'e düşman olmuş ise» o Kur'an'ı önündeki kitapları musaddık ve mü'minler için bir hidâyet ve bir beşaret olmak üzere Allah ın izniyle senin kalbin üzerine indiren, şüphe yok ki O'dur.Kim Allah’a, meleklerine, resullerine, Cibrile, Mikâil’e düşman ise, iyi bilsin ki Allah da kâfirlerin düşmanıdır.

Bakara s. 97-98 de , Kitabı Muhammed (a.s) a "Melek elçi" olan "Cibril" in indirdiği beyan edilmektedir.

[016.101-2]  Bir ayeti bir ayetin yerine bedel yaptığımız zaman Allah indirdiğini  en iyi bilirken onlar : «Sen yalnızca bir iftiracısın!» dediler. Hayır, onların çoğu bilmezler.De ki: «Onu Rabbinden hak olarak Rûhu'l Kudüs indirmiştir ki, imân edenleri sabit kılsın ve müslümanlar için bir hidâyet ve beşaret olsun.»

Nahl s. 101-102 de , Muhammed (a.s) a  Kitabın , "Ruhul kudüs" adı ile bildirilen melek elçi tarafından indirildiği beyan edilmektedir.

[026.192-5] Muhakkak ki o (Kur'an) âlemlerin Rabbinin indirmesidir.Onu Ruh el-Emin indirmiştir. Senin kalbine ki uyarıcılardan olasın.Apaçık arab diliyle.

Şuara suresindeki bu ayetlerde Melek elçi , "Ruhul emin" olarak isimlendirilmektedir.

[053.001-18] İnmekte olan necme yemin ederim ki, arkadaşınız şaşırmadı, azıtmadı da!O hevadan konuşmuyor.O başka değil, ancak bir vahiydir, vahyolunuverir. Onu kuvvetleri pek şiddetli olan öğretmiştir.Bir kuvvet sahibi ki, hemen dosdoğru göründü. Ve o, en yüksek bir sema kıyısında idi. Araları iki yay aralığı kadar veya daha da yakın oldu. Hemen kuluna vahyettiğini vahyetti.Onun gördüğünü kalb(i) yalanlamadı. Gördüğü hakkında şimdi siz, onunla tartışıyor musunuz? Andolsun onu bir kez daha görmüştü.Sidretu'l-Munteha'nın yanında. Orada Me'va cenneti vardır.Sidre'yi bürüyen bürüyordu. Andolsun ki o, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü.

Necm suresindeki bu ayetlerde , Muhammed (a.s) a "Melek elçi" ile vahyedilmesi ve onu göz ile gördüğü anlatılmaktadır.

[081.019-25] Şüphesiz o kerim bir elçinin sözüdür.Arş'ın sahibi katında değerlidir ve güçlüdür.Kendisine uyulandır, emindir.Arkadaşınız (Muhammed) de mecnun değildir.Andolsun ki; onu, apaçık ufukta görmüştür. O, gayb hakkında cimri de değildir. Bu, kovulmuş şeytanın sözü değildir.

Tekvir suresindeki bu ayetlerde ise Muhammed (a.s) a vahyi getiren elçiden "Kerim" olarak bahsedilmektedir.

Buraya kadar verdiğimiz ayetlerin ortak noktası , Allah (c.c) nin beşer içinden seçmiş olduğu elçilere "Melek elçi" vasıtası ile vahyi indirdiğinin beyan edilmesi , ve bu beyanın Muhammed (a.s) ın şahsında nasıl gerçekleştiğini anlatan ayetlerdir. 

Şu noktayı tekrar hatırlatmakta fayda görüyoruz ; "Melek elçi" deyimi ile kast edilen şeyin, bizim için elle tutulur , gözle görülür bir mahiyetinin olup olmadığının önemi yoktur. Biz sadece Allah (c.c) nin böyle bir vasıta ile vahyettiğini beyan etmesine iman ederek bu isim ile adlandırdığı şeylerin nasıllığı üzerinde durmamızı gerektirecek herhangi bir bilgi sahibi değiliz.

Gelelim asıl konumuz olan, Allah (c.c) nin neden böyle bir yol ile beşer elçilere vahyetme sebebine; 

Şura s. 51. ayetine geri dönecek olursak , o ayette Allah (c.c) insan ile 3 yol ile konuştuğunu beyan etmektedir. 1. yol olan "Vahyetmek" yolu, yaratılan bütün insanlara şamil olan "İlham" olarak bildiğimiz konuşma şeklidir. 

Musa (a.s) ın suya bırakması için annesine vahyedildiğinin beyan edilmesi, bu konuyu anlamayı kolaylaştıracaktır. Musa (a.s) ın annesinde fıtri olarak doğuştan gelen annelik duygusu, onun zarar görmemesi için annesini böyle bir yola itmiştir. Allah (c.c) Musa nın annesine melek elçi ile "Onu suya bırak" şekilde bir vahiyde bulunmamıştır. Buradan anlaşılıyor ki Allah (c.c) yarattığı bütün insanlara doğuştan vermiş olduğu fıtri hassasiyetlere, "Vahyederek" konuşma adını veriyor. 

Demek ki 1. yol ile vahyetme şekli bütün insanlar için geçerli olan ve "GENEL VAHİY" olarak kategorize edebileceğimiz bir konuşma türüdür. 

2. ve 3. tür konuşma şekli insan içinden seçilmiş kişiler için geçerli olup , 2. tür konuşma şekli Kur'an içinde Musa (a.s) örneğinde görülmektedir.

Asıl konumuz olan 3. tür konuşma şekli olan "Elçi göndererek vahyetme" , 1. şekil olan bütün insanlar için olan geçerli olan konuşma şeklinden farklı bir konuşmadır. Bunun sebebi ise Allah (c.c) nin elçi olarak seçilmiş olan kula vahyedilen bilgilerin sadece "İlham" denilen kişisel fıtri bilgiler değil , ondan farklı ve kapsamlı olan ve diğer insanları bağlayıcılığı olan bilgiler olmasıdır. 

Elçi olarak seçilmiş olan kişi , bu tür bir vahiy ile kendisine diğer insanlardan daha özel bir vahiyde bulunulduğunu anlar ve kendisine vahyedilen bu bilgilerin Allah (c.c) tarafından sadece kendisine has değil , muhatab olduğu bütün insanları kapsayıcı bir mahiyeti olduğunu bilir. Bu vahiy türü ile gelen bilgiler diğer insanları da bağlayıcı olup, sadece elçi ile sınırlı değildir. Bundan dolayı bu tür vahye "ÖZEL VAHİY" adı verebiliriz.

 Allah (c.c) nin seçilmiş elçilere , insan olmalarının gereği olan "Genel vahiy" türünden ayrı bir vahiy türü olan "Melek elçi" ile özel bir vahiyde bulunma sebebi , vahyedilen kişinin , ve bu vahye muhatap olan kişilerin bu tür vahyin herkese yapılmayacağının bilinerek ayrıcalıklı bir vahiy türü olduğunun bilinmesi içindir. 

Kur'an adı ile bildiğimiz kitap , bilindiği gibi Muhammed (a.s) a bu yolla inmiştir. Eğer biz böyle bir yolun olmadığını, açık ve net ayetlere rağmen iddia edecek olursak ortaya Kur'an hakkında bir takım şüpheler atılabilir şöyle ki ; 

Muhammed (a.s) öncelikle bir insan olması nedeniyle her insan için geçerli olan "Genel vahiy" türü onun içinde geçerlidir. Eğer ona inen kitabı herkes için geçerli olan genel vahiy türü ile bizlere okuduğu iddiasını ortaya atacak olursak , Kur'an adlı kitabın bizler için herhangi bir bağlayıcılığı ortadan kalkarak , Muhammed (a.s) ın içine gelen duyguları yazdığı veya yazdırdığı "BEŞER SÖZÜ" haline veya müşriklerin yaptıkları iftiralardan olan, Allah adına uydurduğu sözler haline gelerek ve bizler için herhangi bir kitaptan farkı olmaz. 

"Melek elçi" vasıtası ile olan özel vahiy türünün red edilerek , genel vahiy kategorisine dahil edilmiş bir kitap haline sokulmak istenilmesi Kur'anın sıradanlaşması , Allah (c.c) nin kelamı olmaktan çıkması , muhteviyatının bağlayıcı durumdan çıkması gibi tehlikeleri beraberinde getirecektir. 

Çünkü, eğer Muhammed (a.s) biz gibi bir insan ise ki öyledir , "Ona ilham yolu ile gelen bilgiler bana da geldi" diyerek , resulluğu kendinden menkul sahte elçiler piyasada cirit atmaya başlayacaktır. Bunların örneklerini maalesef şimdi bile görerek "Ben de resulum" diyerek etrafta kol gezen hastalıklı kişilikler mevcuttur. 

Resulluğu kendilerinden veya müritlerinden menkul bu kimselerin ortaya attığı sözlerin, vahy eseri olduğunu iddia etmelerine zemin hazırlayan söylem , Şura s. 51. ve benzeri ayetlerde beyan edilen "Elçi" sıfatını taşıyan insanlara yapılan vahy yolunu red etmeleridir.

Buradan da anlaşılıyor ki Allah (c.c) nin beşer elçilere diğer insanlardan farklı bir yol seçtiğini beyan etmesi , sahte elçilerin önünü kapatıcı ve kitabı sıradanlaştırıcı düşüncelere set çekmeyi amaçlamaktadır.

Son zamanlarda ,bu kitabın Muhammed (a.s) tarafından yazdığı veya yazdırıldığı hakkında ortaya atılan iddiaların temeli bu kitabın ona vahyedilme şeklinin red edilerek genel vahiy ile ona gelen ilhamın neticesi olduğuna dair sözler sarf edilmektedir. Bu düşünceyi ortaya atanların kendilerini "Yalnız Kur'an" sloganı ile tanıtmaları bizleri  bazı şüpheler içine itmektedir. 

Muhammed s. 30. ayetinde münafıkların tanınma yolu onların konuşma uslupları olarak haber verilmektedir.

"Biz isteseydik onları sana gösterirdik de, sen onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun ki sen onları, KONUŞMA ÜSLUBUNDAN tanırsın. Allah bütün yaptıklarınızı bilir."

Kimse hakkında "Münafık" gibi bir etiketleme niyetimiz olmadığını baştan söyleyerek , Kur'an hakkında ortaya atılan bazı söylemlerin kime hizmet ettiği ve kimin ekmeğine yağ sürdüğünü hesaba katarak bu tür söylemleri değerlendirmek mümkündür.

Kur'anın Şura s. 51. ayetinde beyan edilen "Elçi göndermek yolu ile vahyedilmesi" konusunda böyle bir yolu red edenlerin bilerek veya bilmeyerek Kur'anın Allah (c.c) katından olmadığını iddia edenlerin ekmeğine yağ sürdüğünü ifade etmek isteriz. Eğer Kur'an bütün insanlara yapılan 1. konuşma şekli ile indiği kabul edilirse , bu kitabın artık bir bağlayıcılığı kalmayarak, Muhammed (a.s) ın yazdığı veya yazdırdığı bir kitap haline düşmesinden en çok kimler memnun olacağını bu düşünceyi savunanların anlaması gerekmektedir. 

Müslümanlar için "Tuz" mesabesinde olan Kur'anın kokutularak ellerinde güvenebilecek bir dayanakları olmasını istemeyen kimler ise, bu tür söylemler onların ekmeğine yağ sürerek onların kirli emellerine hizmet etmektedir.

Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin beşer içinden seçmiş olduğu elçilere , başka bir elçi ile vahyettiğini beyan etmesinin sebebi , seçilen kişiye gelen vahyin Allah (c.c) nin kelamı ve bu elçinin Allah (c.c) adına konuşan bir kişi olduğunun bilinmesi içindir. Böyle bir yolu red ederek , Kur'anın Şura s. 51. ayetinde beyan edilen insanlarla konuşma şeklinin 1. şıkkı dahilinde vahy edildiğini iddia edecek olursak Kur'an bağlayıcılığı olan bir kitap durumundan çıkarak Muhammed (a.s) ın sözü durumuna düşecektir. 

Bu düşünceyi ortaya atanlar veya savunanların böyle bir tehlikenin kapısını araladıklarını açık ve net olarak söyleyerek , daha önce bu kapıyı aralayanların "Bende resulum" diyerek kendilerine Allah (c.c) tarafından vahyedildiği iddialarında bulunduğu malumdur. Bu konudaki ilgili ayetlerin tahrife varan boyutlarda anlamları kaydırılarak , Kur'anın özel bir vahiy ile değil de genel bir vahiy eseri olduğunu ispatlamaya çalışanlar , İslam düşmanlarının ekmeğine yağ sürerek onların işlerini kolaylaştırmaktadırlar. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.