Allah (c.c) etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Allah (c.c) etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Temmuz 2018 Pazartesi

Bakara s. 284. Ayeti: Allah (c.c) Kulunu İçinden Geçirdiklerinden Ötürü Hesaba Çeker mi?

Bakara s. 284. ayetinde mealen, "Göklerde ve yerde olanlar Allah'a aittir. İçinizde olanı açığa vursanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker. Dilediğini bağışlar, dilediğine de azap eder. Allah'ın her şeye güç yetirendir." buyuran Rabbimizin bu buyruğu içinde geçen, "İçinizde olanı açığa vursanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker" cümlesi bazı kimselerde, Allah (c.c) içimizden geçen bazı kötü duygular sebebi ile de mi bizi cezalandıracak?" şeklinde sorulara kapı aralamakta, hatta bazı kimselerde psikolojik sorunlara dahi yol açabilmektedir. Çünkü insan olarak hepimizin içinden istemediğimiz halde bazı kötü duygular geçebilmekte, bu duygular ise bir çok kimsede, bu yüzden kendisinin azaba uğrayacağı korkusunu beraberinde getirmektedir.

Yazımızda ayetin bu cümlesi üzerinde durmaya çalışacağız.

[003.182] Bu, sizin ellerinizin takdim ettiği şey sebebiyledir. Ve şüphe yok ki, Allah kullarına zulümkar değildir.

[008.051] Bu, işte ellerinizin takdim ettiği şey yüzündendir. Ve şüphe yok ki Allah kulları için zulümkar değildir.

 Yukarıda mealini verdiğimiz ayetler ışığında düşündüğümüzde, hesap gününde bir kimsenin cehennem azabı görme sebebinin, yaşadığı hayat içinde yaptığı somut ameller olduğu görülmektedir. Allah (c.c) nin kulunu, fiile dökmediği sadece içinden geçirdiği bir şeyden ötürü azaplandırması söz konusu olamaz. 

Konumuz ile ilgili cümle dikkat edilirse "Yuhasibküm" dür. Şayet Allah (c.c) kullarının içinden geçirdiklerinden dolayı onları cezalandıracağını haber vermiş olsaydı bu kelime yerine,  "Yuahiziküm" (sizi cezalandırır) kelimesininin kullanılması gerekirdi. 

Öyleyse konumuz ile ilgili olan cümlenin, Allah'ın kullarına yapacağı azap yönünden değil, başka  bir yönden okunması daha sağlıklı neticeler verecektir.

[003.029] De ki: «İçinizde olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir. Göklerde olanları da, yerde olanları da bilir. Allah her şeye Kadir'dir».

[033.054] Siz bir şeyi açıklasanız da gizleseniz de şüphe yok ki, Allah herşeyi bilir.

[006.003] O, göklerde ve yerde tek Allah'tır. Gizlinizi, açığınızı bilir. (Hayır ve şerden) ne kazanacağınızı da bilir.

[021.110] «Doğrusu O, açığa vurulan sözü de bilir, gizlediklerinizi de bilir.»

[064.004]  Göklerde ve yerde olanları bilir; gizlediklerinizi de açığa vurduklarınızı da bilir; Allah, kalblerde olanı da bilendir.

Yazımıza konu ettiğimiz ayet içinde geçen cümleyi, Allah (c.c) nin kullarının her hali hakkında bilgi sahibi olması açısından baktığımızda herhangi bir sıkıntı kalmamaktadır. Allah (c.c) nin hesaba çekmesi demek kulunu azaplandıracağını haber vermesi anlamında değil, o kulunun yaptıkları konusunda bilgi sahibi olduğunu haber vermesi anlamındadır.

Konuyu bu açıdan düşündüğümüzde, bazı kimselerde neredeyse psikolojik vakalara varan endişeler ortadan kalkacak, Allah (c.c) bir kulunu azaplandırması veya mükafatlandırması için, o kulunun ortaya somut ameller ortaya koyması gerektiğini haber veren ayetler bize bu konuda rehber olacaktır.

                                          EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

12 Kasım 2017 Pazar

Maide s. 67. Ayeti: Allah (c.c) Muhammed (a.s) ı Korudu da Diğer Elçilerini Neden Korumadı?

Maide s. 67. ayetinde Allah (c.c) kulu ve elçisi Muhammed (a.s) a hitaben, Allah seni insanlardan koruyacaktır buyurmakta, fakat başka ayetlerde ise İsrailoğullarına gönderilen bazı elçilerin onlar tarafından öldürüldüğünü haber vermektedir (Bakara s. 87. 91- Maide s. 70). Allah (c.c) nin Muhammed (a.s) ı insanlardan koruması, İsrailoğulları tarafından öldürülen bazı elçileri ise korumaması, kalbinde hastalık olan bazı kimseler tarafından Allah'ın adaletsiz !! olduğuna dair delil olarak sunulmaya çalışılmakta, veya Kur'an hakkında herhangi bir şüphesi olmayan bazı kimselerde, böyle bir durumun nasıl izah edilebileceği sorusu cevap aramaktadır.

[005.067] Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.

Allah (c.c) Maide s. 67. ayetinde elçisine yüklemiş olduğu görevini ifa etmesi yolunda yapacağı çalışmalarda onu koruyacağını vaat etmektedir. Allah'ın bu vaadinin yerine gelmesi onun yeryüzüne koyduğu sebep-sonuç ilişkileri yasası ile yakından alakalı bir durum olup, Muhammed (a.s) için ayrı bir koruma yasası, veya ona özel bir torpil yapması asla söz konusu değildir.

Allah (c.c) nin Muhammed (a.s) ı arkadaşı ile birlikte mağarada iken koruduğuna dair bir ayet olan Tevbe s. 40. ayeti, bizleri bu konuda daha net bilgi sahibi yapacak, Allah'ın yeryüzüne koyduğu koruma  yardım yasalarının nasıl işlediğini de gösterecektir.

[009.040] Eğer siz ona yardım etmezseniz; doğrusu Allah, ona yardım etmişti. Hani kafirler onu çıkarmışlardı da, o ikinin ikincisiydi. Hani onlar mağarada idiler ve hani o, arkadaşına; üzülme, Allah bizimledir, diyordu. Bunun üzerine Allah, ona sekinetini indirmiş, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemişti. Ve küfretmiş olanların sözünü alçaltmıştı. Allah'ın kelimesi ise en yüce olandır. Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.

Tevbe s. 40. ayetinde Allah (c.c) Mekke'den çıkarılan elçinin Medine'ye olan yolculuğunda meydana gelen bir olayı bizlere anlatmaktadır. Bu olay siyer kitaplarında abartılı bir şekilde anlatılarak, alınması gereken asıl mesaj ötelenmekte, masal şeklinde bir anlatıma dönüştürülmektedir. Bu olay aslında bizlere hayatın tam içinden mesajlar vermekte, Tevekkül kavramının yaşadığımız hayat içinde nasıl şekillenmesi gerektiğini öğretmektedir.

Muhammed (a.s) yanındaki arkadaşı ile birlikte bir takım tehlikeler ile karşı karşıya kalabileceklerini bilerek yolculuğa çıkmışlar, ve kendilerini öldürmek için yola çıkan müşrikler tarafından öldürülme tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlardır. Muhammed (a.s), kendilerini öldürmek için takip edenlere karşı herhangi bir tedbir almadan Allah beni nasıl olsa korur diyerek, onları takip edenlerin karşısına çıkmamış, yani tedbirsiz davranmamış, böyle bir durumda kalan herhangi bir insanın yapabileceği normal bir davranışı sergilemiştir.

Muhammed (a.s) kendisinin Allah (c.c) nin elçisi olduğunu bildiği halde neden, herhangi bir insanın sergileyeceği davranışı sergilemeyi tercih etmiştir?. Bu sorunun cevabı bizlere aynı zamanda, Allah'ın bütün kulları üzerine koyduğu yardım ve koruma yasasının nasıl işlediğinin cevabını da verecektir.

Allah (c.c) için yeryüzünde ne ayrıcalık tanıyacağı bir kul, ne de ayrıcalık tanıyacağı bir topluluk vardır. Kim olursa olsun, hangi topluluk olursa olsun, onun koymuş olduğu yasalara tabidir, ve bu kişi ve toplulukların işlediklerinin karşılığı sebep-sonuç ilişkisi dahilinde karşılık görür. Bu noktanın bilinmesi konumuz ile yakından alakalıdır.

Anlatmak istediğimizi, Muhammed (a.s) ın yolculuğu ile örneklendirmeye çalışalım.

Muhammed (a.s) ve arkadaşı şayet müşriklerden korunmak için bir mağaraya sığınmamış olsalardı, müşrikler tarafından yakalanacak ve öldürüleceklerdi. Onların yakalanmamak için mağaraya sığınmak sureti ile tedbir almaları, yakalanarak öldürülmelerine engel olmuştur. Yani Allah (c.c) nin Tevbe s. 40. ayetinde, " Bunun üzerine Allah, ona sekinetini indirmiş, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemişti" şeklinde buyurmasının karşılığı, gökten sihirli bir değnek yardımı veya onlara ayrıcalık tanınması şeklinde değil, tamamen onların aldığı korunma tedbirinin bir sonucudur. Allah (c.c) elçisi ve arkadaşını onların aldıkları korunma tedbirleri neticesinde korumuştur.

Allah (c.c) eğer Muhammed (a.s) a diğer kullarından farklı bir ayrıcalık tanımış, ona torpilli davranmış olsaydı, Uhut harbinde yara almazdı. Müslümanların yenilgisi ile sonuçlanan Uhut harbinde siyer kaynaklarının verdiği bilgiye Muhammed (a.s) ın dişi kırılmış ve bazı yerlerinden yara almıştı. Onun böyle bir duruma düşmesi, Allah (c.c) nin koyduğu sebep-sonuç yasalarının her kul için aynı işlediğini, hiç bir kul için farklı bir yasa olmadığını göstermektedir. 

Şayet Allah (c.c) Muhammed (a.s) için özel bir koruma yasası uygulamış olsaydı, onun kılına dahi zarar gelmemesi gerekirdi. Ne var ki böyle olmamış, Muhammed (a.s) da diğer insanlar gibi aynı yasaya tabi tutulmuş, Müslümanların bozguna uğraması neticiesinde düşman ordusu tarafından ona da zarar gelmiştir.

Şimdi gelelim İsrailoğullarına gönderilen bazı elçilerin öldürülmesi meselesine;

Allah (c.c) İsrailoğullarına gönderdiği elçiler için de yardım ve koruma yasalarını değiştirmemiş, sebep- sonuç yasalarını onlar için de işletmiştir. İsrailoğullarına gelen bu elçiler düşmanlarına karşı gerekli olan korunma tedbirini çeşitli sebeplerden ötürü yeteri kadar alamadıkları için, onlar tarafından öldürülmüşlerdir. Şayet o elçiler düşmanlarından korunmak için gerekli olan tedbiri alabilmiş olsalardı, düşmanları tarafından öldürülmezlerdi. Burada o elçileri öldürüldükleri için suçlamak gibi bir amaç içinde olmadığımız bilinmelidir. Amacımız Allah'ın koyduğu yasalarda hiç kimse için bir değişiklik olmadığına dikkat çekmektir.

Sonuç olarak; Allah (c.c) nin Muhammed (a.s) ı düşmanlarından koruyacağı vaat ederek, İsrailoğullarına gönderdiği bazı elçileri korumamak sureti ile öldürülmelerine izin vermesi, elçilerine yardım ve koruma konusunda ayrıcalık tanıyıp tanımadığı konusunda bir takım tereddütler uyandırmış, kalbinde hastalık olan bazı kimselerin ise, Allah'ın bu konuda adil davranmadığı iddialarına sebep olmuştur.

Bu kimseler şayet konuya art niyetli bir şekilde yaklaşmak yerine, öğrenmek amaçlı yaklaşmış olsalardı, Allah (c.c) nin bütün elçilerine vaat ettiği yardım ve koruma konusunda, onların çabalarına bağlı olarak yasalar koyduğunu, bütün insanlar için aynı yasaları işlettiğini, bu yasaları uygulayanların yardıma hak kazandığını anlarlar, Allah hakkında böyle yanlış sözler etmeye cesaret edemezlerdi.

Muhammed (a.s) şayet düşmanları tarafından öldürülmedi ise, bu yönde yaptığı gayret ve çabalarının karşılığında olmuş, İsrailoğullarının bazı elçileri öldürülmüş ise, onların bu yönde yaptığı çabaların yetersiz kalması neticesinde meydana gelmiştir. Yani Allah (c.c) Muhammed (a.s) a torpil yapmamış, diğer elçilere de adaletsiz davranmamıştır.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

12 Ağustos 2017 Cumartesi

Allah (c.c) Neden İnsanlara Kitap ve Elçi Gönderir?

Allah (c.c), son elçi Muhammed (a.s) a kadar sayısını kendisinin bildiği elçiler ve kitaplar göndermek sureti ile kullarının yaşamına müdahale etmiş, onların kendi emirleri hilafına yaptığı hataları, elçilere indirdiği kitaplar ile ikaz etmek sureti ile, kullarının kendisinin istediği yönde hayat sürmelerini istemiştir. Binlerce yıllık insanlık tarihini kısaca, elçilere tabi olanlar ile elçilere olmak istemeyenler arasında geçen mücadeleler olarak özetlemek mümkündür.

Günümüze geldiğimizde ise, bazı kimseler tarafından elçi ve kitapların insan hayatını yönlendirmesi noktasında gerekli olup olmadığı konusunun gündem yapılmaya, kitap ve elçileri hayattan çıkarmayı amaçlayan bir söylem üretilmeye çalışıldığına şahit olmaktayız. İşin ilginç olan tarafı ise, bu konuyu dile getiren kimselerin bir kısmının daha önceden Kur'an Müslümanlığı söylemini dile getirmekte olmaları, şimdilerde ise Kur'an'ın insan hayatına müdahalesi ret etmek için ortaya bu tür iddialar atmaya çalışmalarıdır.

Kitap ve elçilerin insan hayatını yönlendirmesinin gereksiz olduğunu iddia edenlerin ortaya attıkları gerekçelerden bir tanesi ise, insanın yaratılışında mevcut olan ve adına AKIL, VİCDAN, FITRAT dediğimiz melekelerin bu konuda yeterli olacağı, insanların bu melekelerin yönlendirmesi  ile doğruyu bulabilecekleri şeklinde ortaya atılmaktadır.

Bu iddiaların ortaya atılmasında, son yıllarda Kur'an'ı anlama yöntemi olarak önerilen Tarihselcilik düşüncesinin önemli rol oynadığını söyleyebiliriz. Kur'an'ın belli bir zaman, mekan ve coğrafyada yaşayan insanlara indiği, muhteviyatının sadece onlara hitap ettiği, bugün bu kitabın bizlere dair herhangi söyleyebileceği bir şeyin olmadığı şeklinde ortaya atılan tarihselcilik söyleminin bu konuda rol oynadığını, Kur'an'ın anlaşılmasında tarihi arkaplanı bilmenin gereğini iddia eden tarihsel okuma yöntemini kast etmediğimizi hatırlatmak isteriz.

Burada şöyle bir soru akla gelmektedir, Akıl, Vicdan, Fıtrat gibi melekeler, elçi ve kitaplara ihtiyaç duyulmaması için yeterli ise, bu melekeler ilk insandan beri mevcut olduğuna göre, Allah neden o insanlara elçi ve kitaplar göndermiştir?. Eğer bu melekeler insan için yeterli ise, neden dünyadaki tüm insanlar bu melekeleri kullanarak dünyayı cennete çevirmek yerine, cehenneme dönmesini sağlıyorlar?.

İddiaya göre, insanda var olan bu melekeler, kitap ve elçilerin yönlendirmesine gerek bırakmayacak şekilde insanlara doğruyu bulmada yardımcı olacağına, Allah (c.c) de insanlardaki bu melekelerin yaratıcısı olmasından dolayı bunları bildiğine göre, neden bütün bunlara rağmen elçiler ve kitaplar göndererek insanların hayatlarına müdahale etmek gereği duymuştur?. 

                                            İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?
                                                                                                       (Kıyamet s. 36)        

Bu sorunun cevabını Kıyamet s. 36. ayetinden başlayarak bulmak mümkündür. Allah (c.c) insanı başıboş yaratmamıştır, elçiler ve kitaplar insana bir sahibinin olduğunu hatırlatan en önemli belgelerdir. Elçiler ve kitapların gönderiliş nedenini en kısa bir cümlede  özetlemek gerekirse bunu söyleyebiliriz. Peki neden Allah (c.c) insana, "Ben seni Akıl, Vicdan, Fıtrat gibi melekeler ile donattım, bunlar senin doğru yolu bulmana yarar, bunun haricinde başka şeylere ihtiyacın yoktur"  diyerek dünyaya salıvermemiştir?.

[001.002] Hamd, tüm alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

Kur'an'a baktığımızda kendisini bizlere Alemlerin Rabbi olarak tanıtan Allah (c.c), böyle bir payeyi hak etmesinin nedenini yine kitabında açıklamaktadır. Gördüğümüz ve göremediğimiz her şeyin yaratıcısı, ve bunların devamı için gerekli olan gücün sahibi olduğunu bizlere haber veren Allah (cc) kendisini bizlere mülkü elinde bulunduran bir hükümdar tasviri ile anlatmaktadır. 

[067.001]  Ne yücedir o ki mülk onun elinde ve o her şey'e kadîrdir.

Yönetmek ile görevli olduğu topraklarda asayiş ve güvenliği sağlamak için, halkın uyması gereken bir takım kanun ve uygulamaları devreye sokmak nasıl her hükümdarın en doğal hakkı ve görevi ise, yarattığı insanların kendi mülkünde nasıl hareket edeceklerine dair kanunlar ve uygulamalar devreye koymak, Allah'ın da en doğal hakkıdır. Allah (c.c) bu hakkını ise elçileri vasıtası ile gönderdiği kitaplarla bizlere bildirmektedir.

Nasıl ki insanlar yaşamış olduğu topraklarda mevcut bulunan kanun ve hükümlere aykırı davranışlar yaptığında cezalandırılmayı hak ediyorsa, Allah'ın mülkünde yaşayan insanlarda onun koyduğu yasalara aykırı davranışlarda bulunduklarında cezalandırılmayı hak edeceklerdir.

İnsan, Allah'ın yaratmış olduğu alemlerden olan, ve adına Dünya denilen bir yerde yaşayan varlık cinslerinden birisidir. Bu varlık cinsinin en önemli özelliği ise, iyilik ve kötülüğe meyyal bir yapısı olmasıdır. 

[076.003] Biz ona yolu gösterdik; (artık o,) ya şükredici olur ya da nankör.

Yaratılış hamurunda her iki uca da meyyal olma özelliği olan insan, yaşamı içinde yaptığı, İyi veya Kötü olarak değerlendirilen amellerinin hepsini, Kur'an'ın Semi, Basar, Fuad olarak bildirdiği duyu organlarını kullanarak yapmaktadır. Allah'ın bizlere kendisini RAB olarak tanıtmasının tezahürlerinden bir tanesi, bu kelimenin anlamına uygun olarak, insanın yaşamı içinde ona gerekli olan her türlü ihtiyacını karşılaması şeklinde karşılık bulması olduğunu hatırladığımızda, insanın eğitim ve öğretime olan ihtiyacını da karşılayan Allah (c.c) dir. Ancak bu eğitim ve öğretimin önünde duran ve insanı her an bu yoldan saptırmaya çalışan önemli bir etken vardır.

Şeytan, bu bağlamda insanı kötülüğe sevk eden en önemli unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Kur'an'ın İblis adı ile temsili bir kişilik olarak bize sunduğu bu kavram, onun sözleri üzerinden insanın nasıl kötülüğe sevk edilebileceğini göstermektedir. Şeytan dediğimiz zaman artık aklımıza insanın haricinde ontolojik mahiyete sahip  ayrı bir varlık türü değil, insanı kötülüğe sevk eden her türlü unsur akla gelmekte, onun ayağını kaydırarak cehenneme yuvarlanmasına sebep olan her türlü etken bu isimle anılmaktadır. 

Şeytan faktörü insan hayatı için çok önemli olup, boşluk kabul etmeyen insan fıtratının Allah (c.c) kabul etmemesinden dolayı ortaya çıkan boşluğu, şeytan doldurmaktadır. Şeytan, sadece teolojinin alanı içine değil, hayatın bütününe giren bir kavramdır. Biz bu kavramı sadece teolojik tartışmalar içine hapsetmemizden dolayı, bu kavramın insan hayatı içindeki yeri ve insana olan zararları maalesef yeterince anlaşılamamaktadır.

Doğuştan 
Semi, Basar, Fuad ile donatılan insan, Şeytan faktörü olmadığı takdirde bu melekelerini iyilik doğrultusunda kullanabilme imkanı mevcut olmasına rağmen, bütün insanlarda mevcut olan her iki uca meyyal olma durumu, doğuştan gelen melekelerin, şeytan faktörünün etkisi ile doğru yönde kullanılamamasının verebileceği zararlardan korunmak için bir klavuza sahip  olması ihtiyacını doğurmuştur.

Yarattığı insanların Rabbi olmasının kendisine verdiği hak ve yetkiye dayanarak, onların eğitici ve öğreticisi olma hakkına sahip olan Allah (c.c) nin insanları eğitmek ve öğretmek için klavuz olarak gönderdiği elçi ve kitapların hayatımızdaki önemini şu şekilde örneklendirebiliriz;

Beyaz Eşya olarak bildiğimiz ürünlerin hepsinde, Kullanma Klavuzu adı ile bildiğimiz bir kitapçık bulunmaktadır. Bu ürünleri alanlar yetkili servis elemanlarının yaptığı kurulum ve onların yol göstermesi olmadan, izinsiz olarak ürünü kullanmaya kalktıklarında doğacak aksaklıklardan yetkili servisler sorumlu değildir. Çünkü yetkili servisin ve kullanma klavuzunun talimatlarına uymamak sureti ile üründe arıza meydana gelmesine sebep olmuştur.

Yetkili servis elemanlarını bir elçi, aldığımız ürünlerde bulunan kullanma klavuzlarını da bir kitap olarak gördüğümüzde, elçi ve kitapların insan hayatındaki önemi daha kolay anlaşılabilecektir. Yaşadığı hayatı elçi ve kitap yönlendirmesi olmadan yaşamaya çalışan insanların da doğacak arızalardan dolayı ödeyecekleri bedelin, ebedi cehennem olduğu yine kitap içindeki ayetlerde bildirilmektedir. 

Şimdi,  elçi ve kitapların insan hayatı için önemine dikkat çektikten sonra, elçi ve kitapların gereksiz olduğunu iddia etmek ne anlama gelecektir? sorusunun cevabını aramaya çalışalım.

Elçi ve kitaplar insanın başıboş olmadığını hatırlatması açısından önemli belgeler olduğuna göre, bir insanın kendisi için elçi ve kitabı gereksiz görmesi, onun Allah'ın murakabesi altına girmek istememesi anlamına gelecektir. 

Kur'an'ın bir çok ayeti Allah'ın insana verdiği nimetlerden bahsetmektedir. Bu bahsetmenin sebebi, insanın kendisini bunca nimeti verenin karşısında acizliğini bilmesi, kendisini ona borçlu hissederek minnet altında kalmasını sağlamaktır. Bu noktada Din kelimesinin Borç anlamına gelmiş olması da dikkat çekicidir.

İnsanın kendisini birisine karşı borçlu olduğunu bilmesi, ona karşı minnet duymasını da beraberinde getirmektedir. Kulun kendisine karşı her türlü nimeti sunan Allah'a karşı duyması gereken minnet, onun kendisi ile ilgili isteklerine olumlu cevap şeklinde olması gerekmektedir. Biz bir insandan gelen bir nimete bile şükür ile karşılık vermek, teşekkür etmek ihtiyacını hissederken, bize her türlü nimeti verene karşı şükür ile karşılık vermek yerine nankörlük yapmak af edilir bir şey değildir. Bize bir insandan gelen nimete karşı ona küfretmek aklımızın ucundan dahi geçmez iken, Allah'tan bize gelen nimetlere karşı nankörlük etmek hangi aklın ürünü olabilir?.

Kitap ve elçiler, insandaki akıl, fıtrat, vicdan gibi melekelerin hangi yönde çalışması gerektiğini hatırlatmak için geldiklerine göre, insandaki bu melekelerin bu rehberlikten bağımsız kaldığında doğru şekilde çalışacağı garantisi yoktur. Çünkü Şeytan faktörü her zaman bu melekelerin yanlış yönde çalışması için iş başındadır. Akıl, fıtrat, vicdan eğer elçi ve kitaplardan bağımsız bir yol tutmak isterse, onlardan boşalan bu yeri başka rehberler dolduracaktır. Boşluk kabul etmeyen bu melekeler, bazı insanlar tarafından her ne kadar doğru şekilde çalışacağı düşünülse dahi, Şeytan faktörü bu melekelerin doğru yönde çalışmamasında önemli rol oynayacaktır.

Kitap ve elçilerin artık gereksiz olduğunu iddiasını dile getirenlerin bir kısmının Deist düşünceye sempati duydukları malumdur. Bu düşüncenin temelinde Allah'ın yaratıcı olduğunu kabul etmekle birlikte, onun insanlar üzerindeki tasarruf hakkını ret etmek yatmaktadır. 

Eğer bir kimse doğduğu topraklarda kitap ve elçi çağrısından mahrum bir hayat sürerek, sadece kendisini ve yaşadığı alemi bir yaratan olduğunu bilerek bir yaşam sürdüğü yani Doğuştan Deist olduğu takdirde, onun ahirette kurtuluşa ermesi mümkün olabilir. Fakat kitap ve elçi çağrısı ile muhatap olmuş, hele hele yaşamının bir kısmını bu kitap elçinin çağrısına uygun bir hayat sürmüş ve Sonradan Deist olmuş ise, bu kimsenin ahirette kurtuluşa ermesi biraz zor gözükmektedir.

Elçi ve kitapların ortak mesajı, insanların rabbi ve ilahı olarak sadece Allah'ın bilinmesi ve o yönde bir hayat sürülmesi gereğini hatırlatmaktır. Şayet insanlar bu mesajlardan soyutlanmış bir hayat sürmek istediklerinde, bu hayatın Kur'an literatüründeki adı Şirktir. Fıtri melekelerini kullanarak elçi ve kitap rehberliğinden bağımsız bir hayat sürdüğünü iddia edenlerin sürecekleri hayat, onları asla tevhidi bir yaşama götürmeyecektir.

Her doğan kişinin fıtrat üzere doğduğu, bu fıtratın sonra çeşitli yollarla yönlendirilebileceği şeklindeki Muhammed (a.s) a atfedilen rivayetin doğruluk payı olduğu muhakkaktır. Kimsenin Hay Bin Yekzan misali ıssız bir adada yalnız başına büyüyerek, fıtratını zararlı dış etkenlerden koruma imkanı olmadığına göre, fıtratın dış etkenlerden korunmasında önemli rolü bulunan, elçi ve kitapların fonksiyonu asla dışlanmamalıdır.

Tarih boyunca dünyanın kan gölünde boğulmasına sebep olan ve halen sebep olmakta olanların da diğer insanlar gibi doğuştan vicdan sahibi olarak yaratılmışlardı, ancak onların bu vicdanlarını Şeytan esareti altına alarak, doğru yönde kullanmalarına engel olduğu unutulmamalıdır.

Sonuç olarak; Elçiler ve kitaplar göndermek sureti ile kendi mülkünde nasıl yaşanılması gerektiğini bizlere öğreten Allah (c.c) nin bu öğretisinin gereksiz olduğunu Kur'an'ın tarihsel bir kitap olduğu gerekçesi ile ret etmeye kalkmak, açık bir inkardır. Elbette insanların yaşadıkları hayatta istedikleri yolu seçme özgürlükleri bulunmaktadır, bu yolu değiştirmeleri için kimsenin kimseye baskı yapma hakkı yoktur. 

Kur'an'ın muhteviyatında sadece indiği zaman ve mekan ile sınırlı olabilecek ve bugüne dair herhangi bir mesajı olmadığını düşünebileceğimiz ayetler olsa da, bu kitabın tamamının tarihsel olduğu anlamına gelmez. Bu düşünce kendisini Kur'an'ın bağlayıcılığından sıyırmak isteyenlerin sadece inkarlarına getirebilecekleri bir bahane olacaktır.


                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

9 Mart 2017 Perşembe

Fatiha s. 6. Ayeti : Allah (c.c) Kullarını Doğru Yola Nasıl İletir ?

Fatiha adı ile bildiğimiz sure , 7 den 70 e bir çok Müslüman tarafından ezbere bilinmekte ve her gün namazlarda okunmaktadır. Bizlerin kulluk bilincine sahip olmamızı sağlayacak mesajları olan bu surenin 6. ayeti olan İhdinassıratal mustakıme (Bizi doğru yola ilet) şeklinde yaptığımız duanın , nasıl bir anlama ve hayatımızda nasıl bir yeri olabileceğine dair düşüncelerimizi paylaşmaya çalışmak , bu yazının konusu olacaktır.

Dua olarak bildiğimiz ve yaptığımız çağrı , kulun Allah (c.c) den olan talebinin dile getirilme şeklidir. Allah (c.c) nin kitabında kullarının duasına icabet ettiğini ve beyan etmekte olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Ancak dua konusu , bir çok Müslüman tarafından gereğince doğru biçimde anlaşılamamakta , sanki sihirli bir değnek olarak görülmekte , dua edilerek Allah (c.c) den istenildiğinde , anında bu isteğin karşılanacağı sanılmakta , veya böyle bir arzu ve istek içinde Allah'a dua edilmektedir.

Allah (c.c) elbette kullarının duasını kabul edendir . Ancak onun bu kabulü bir takım şartlara bağlıdır , ve kullar bu şartları yerine getirmeden Allah (c.c) kullarının kendisinden olan isteklerin yerine getirmez. Allah (c.c) ye dua ederek ondan bir şey istemek , kulun o isteğini hayatına geçirmesi ile yakından ilintilidir. 

Fatiha s. 6. ayetinde Rabbimize Bizi doğru yola ilet şeklinde dua etmek , önce kendimizin doğru yolda kaim olması gerektiğini şuur altına yerleştirmek amacına dayanmalıdır. Kul Rabbinden bunu istemekle önce kendisinin doğru yolda yürümesi gerektiğini öğrenecektir. Kulun Bizi doğru yola ilet şeklindeki isteği , kul eğer doğru yolda olmanın gereklerini yerine getirmediği takdirde günde değil 40 defa 400 defa tekrarlasa dahi bu dua yerine getirilmeyecektir.

Sadece konumuz olan bu dua ayeti değil , Kur'an'ın bütün dua ayetleri , kulun önce bu isteği doğrultusunda  bir hayat sürmesi gerektiği noktasında bir bilinç içinde olmasını öğütlemektedir.

Kul cehennemden azat edilerek , cennete girmek için dua ettiği zaman , cennete girmeyi hak edecek amelleri yapması gerektiği bilincine sahip olacak , kendisini cennete yaklaştıracak ve cehennemden uzaklaştıracak bir hayat sürmesi gerektiğini bilecektir. Cenneti hak etmeyen ameller işleyerek , dili ile cenneti isteyen dualar etmesi kulu cennete yaklaştırmayacaktır.

Dua etmek sadece Allah (c.c) den olan istekleri dile dökmek değil , aynı zamanda bu istekleri şuur altına yerleştirmek sureti ile böyle bir hayat sürmek gerektiğini kulun kendisinin bilinç altına işlemesi anlamına gelmelidir. 

Allah (c.c) ye yapılan dua ile kulun ameli arasında uyumsuzluk olduğu zaman , Allah (c.c) elbette bu duayı kabul etmeyecektir. Kul dil ile olan isteğini amel ile birleştirmediği sürece ettiği dua , kabule şayan olmayan sözler olarak çenesini yormaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Allah'a o kadar dua ettim Allah dualarımı kabul etmiyor şeklindeki yakınmalar , bir çok kimseden duyabileceğimiz sözlerdir. Yine aynı suredeki Hamd Alemlerin Rabbi Allah'a dır ayeti , Allah (c.c) nin her türlü övgüye layık olduğunu beyan etmektedir. Övülmeyi hak etmek demek , yaptığı iş verdiği karar noktasında hiç bir hata olmaması anlamına geldiğini düşündüğümüzde , ortada eğer bir yanlış varsa bu yanlış Allah (c.c) den değil , kulun kendisinden kaynaklanmaktadır.

Allah (c.c) kullarına hiç bir zaman zulmetmez , kul eğer zulme uğradığını düşünüyor ise , bunun nedenini önce kendisinde aramalıdır. Bundan dolayı kul önce Ben nerede hata yaptım ? sorusunu kendisine soracak ve hatayı kendisinde aramak sureti ile , yaptığı hatayı düzeltmek yoluna gitmediği sürece dualar kabul olmayacaktır.

Doğru Yol olarak görülecek yolun tarifini yine aynı kitap yapmaktadır. Allah (c.c) kullarına vermiş olduğu Semi - Basar - Fuad (İşitme - Görme - Gönül) duyuları ile doğruyu ve yanlışı ayırt etme kabiliyeti bahşetmiş , elçiler aracılığı ile indirdiği kitaplarda ise yolun doğrusunu yanlışını beyan etmiştir. Doğru Yol olarak beyan edilen yolu , surenin 7. ayetinde görüleceği üzere kendilerine nimet verilenlerin  takip ettiği , bunların kim oldukları ise Nisa s. 69. ayetinde görülmektedir.

[004.069] Allah'a ve Resul'e kim itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar (ve doğrulayanlar), şehidler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar?

Nisa s. 69. ve bir çok ayette doğru yolun tarifi Allah ve Resule itaat olarak özetlenmiş bu yolun karşılığının Nebi , Sıddık , Şehit , Salih olarak tanımlanan insanlar ile birlikte olmak olarak belirtilmiştir. Sayılan 4 gurup içinde Nebi olarak yapılan tanımlamanın başta olması dikkat çekicidir.  

Sıddık , Şehit , Salihlerden  olmanın yolu , nebiler vasıtası ile inen kitaplarda ve yine onlar tarafından yaşanan hayatlarda bizlere öğretilmektedir. Kendilerine gelen nebileri tasdik ederek o nebiler ile birlikte sürülen hayatların karşılığı , ebedi cennet olarak beyan edilmiştir.

Dua etmek mistik bir eylem değil , yaşanan hayat ile iç içe olan bir eylemdir. Müslümanların bir çoğu tarafından mistik bir eylem haline sokulan dua etmenin , Allah (c.c) nin evrene koyduğu yasalar ile birliktelik arz ettiğinin bilincinde olmamaları , maalesef onları Şirk olarak bildirilen eylemler içine düşmelerine sebep olmaktadır.

Sonuç olarak ; Dua etmek demek , sadece Allah (c.c) den olan bazı isteklerin dile getirilmesi demek olmayıp , kulun şuur altına kulluk bilinci yerleştirmesi demektir. Bizi doğru yola ilet şeklinde yapılan bir duayı kul , doğru yol olarak tarif edilen yolda kaim ve daim olan bir hayat sürmek olarak anlamadığı ve bunu hayatı içinde pratiğe aktarmadığı sürece , doğru yol isteği gerçekleşmeyecek , hatta başka yolları doğru yol olarak bilerek , kendisinin doğru olarak bildiği fakat yanlış olan yollarda yürüyecektir. 

Dua , söz ile amel birlikteliği gerektiren bir eylemdir. Söz , eğer amel ile yerine getirilmiyor ise , bu sözün karşılığı olan istekler de yerine gelmeyecektir.

Rabbimiz bizleri , dua etmenin şuuruna vakıf olarak dua eden kullarından kılsın.


29 Aralık 2016 Perşembe

Neml s. 40. Ayeti : Süleyman (a.s) Örneğinde Allah (c.c) Mülk Sahiplerini Nasıl İmtihan Eder ?

Yaşadığımız dünya hayatı, zengin veya fakir kim olursa olsun , herkes için bir imtihan alanıdır. Fakir olan  kimse ,elindeki imkansızlıklar ile imtihan olurken , zengin olan kimse ise, elindeki maddi ve manevi imkanlar ile imtihan olmaktadır. Kur'an, bazı kimseler üzerinden yaşanmış örneklikler ile , yaşanılan hayat içindeki imkanlara ve imkansızlıklara karşı, bizlerin nasıl bir davranış sergilememiz gerektiğini bizlere öğreten bir kitaptır.

Süleyman (a.s), kendisine mülk verilmiş bir hükümdar , ve Kur'an içinde kıssası geçen hükümdar bir elçi olarak , elinde maddi ve manevi güç bulunduranların örnek alması gereken bir kimsedir. Onun kıssası, maalesef kendisinden sonra gelecek olan güç sahiplerine örneklik olarak değil , kerameti müritlerinden menkul bazı kimselerin, uçtu kaçtı masallarına mesnet teşkil etmek üzere okunarak buharlaştırılmak sureti ile, bin bir gece masalları haline dönüştürülmüştür. 

Süleyman (a.s) ın kıssasının anlatıldığı Neml s. 40. ayeti içinde geçen olay , tarikat şeyhlerinin kerametlerine ve hızır masallarına dair delil ihtiva etmesi üzerinden okunarak , bazı kimselerin insanlar üzerinde hegemonya kurmasına alet edilmektedir. Halbuki bu ayet, mülk sahiplerine mesaj içermesi açısından okunduğunda, istismar edilmekten çıkarılmış olacak, ve kıssaların anlatım amacına uygun olarak anlaşılacaktır.


[027.040]  Kitabın ilmi yanında olan kimse ise, «Gözünü açıp kapamadan, ben onu sana getiririm» dedi. (Süleyman) onu (Melike'nin tahtını) yanıbaşına yerleşivermiş görünce, «Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir.»

Ayet içindeki konunun siyak ve sibakı , Sebe hükümdarının tahtını Süleyman (a.s) a en hızlı biçimde kimin getireceği ile alakalıdır. 40. ayette "Kitabın ilmi yanında olan kimse" nin kim olduğu üzerinde bir takım spekülasyonlar yapılmak sureti ile Hızır masalları uydurulmuş , ve konu mitolojik bir hale büründürülmüştür. Sebe hükümdarının tahtını kimin getirdiği konusunda, bundan önce bir çalışmamız olduğu için , bu konuyu burada tekrarlamayacağız.

Kıssaların anlatım amacının, muhataplarına dönük mesajlar vermesi olduğunu düşündüğümüzde , kıssalar bizler için daha gerçekçi bir hale gelecektir.

[038.035] (Süleyman) Dedi ki«Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz sen, karşılıksız armağan edensin.»

Kıyamete değin , hiç bir kula nasip olmayacak maddi ve manevi bir güce sahip olan Süleyman (a.s) ın elinde böyle bir gücü bulundurmasına karşın şımarmaması , büyüklenmemesi onun kıssasının en önemli mesajı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 

Aynı surede geçen ayetlerde , Karınca vadisinden ordusu ile geçerken meydana gelen olay sonucu söylediği, "Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin nimete şükürde, hoşnut olacağın işi yapmakta beni muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kullarının arasına koy" (Neml s. 19) sözü , aynı şekilde onun nasıl şükreden bir kul olduğunu göstermesi açısından okunması gerekmektedir. 

Karınca vadisinden geçerken , meydana gelen olayların anlatıldığı ayetler, bize dönük herhangi bir mesajı olmayan biçimde okunarak , onun karıncalarla konuştuğu şeklinde yorumlara sebep olmuştur. Burada önemli olan nokta , onun karıncaların konuşmalarını anlamış olmasının üzerinden, sahip olduğu gücün erişilmezliğine işaret edilmiş olmasıdır.

40. ayet içinde bizim için asıl önemli nokta "Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir."  şeklindeki cümlelerdir. 

Kıyamete kadar kimseye nasip olmayacak bir güce sahip olan Süleyman (a.s) , Sebe hükümdarının tahtını bir anda yanında görünce , en küçük bir kibre kapılmadan , ona bu gücü vereni hatırlayarak , imtihan içinde olduğunun idrakinde olarak şükrünü ifa etmiştir. Bizim için asıl önemli taraf burası olup , elinde güç bulunduranların özellikle ibret alması gereken bir kıssadır. 

Dünya tarihine baktığımızda , geçmişte ve günümüzde meydana gelen fesat olaylarının baş müsebbibleri , "Mütref" , "Müstekbir" gibi terimler ile ifade edilen , elinde bulundurdukları servet ve mülk sayesinde, kendilerini ilah ve rab olarak gören , mazlumlar üzerinde hak sahibi olduklarını iddia ederek , onların yurtlarını talan etme hakkını kendilerinde bulanlardır.


Firavun örneği , bu kimselerin akıbetinin canlı örneğini sergilemesi bakımından önemli bir hatırlatmadır. Kendilerini erişilmez bir güç sahibi olduklarını zannederek , her şeyin üzerinde güç sahibi olduklarını iddia edenler , denize karşı güç yetiremeyerek , onun sularında boğulup gitmişlerdir. 

Bir çok ayet , insanların elinde bulundurdukları güç ve servetin geçici olduğu , bu güç ve servet ile Allah'a karşı kafa tutmamaları gerektiği , böyle bir hataya düşenlerin başlarına dana önce neler geldiğini hatırlatarak , ellerindeki gücü Allah'ın istediği biçimde kullanmalarını öğütlemektedir.

Süleyman (a.s) kıssası , içinde geçen bazı anlatımlardan dolayı , diğer elçi kıssalarından daha farklı bir görünüm arz etmektedir. Kıssa içinde Hüdhüd adlı kuştan bahsedilmesi , karıncaların konuşmalarını anlaması , emrinde cin ve şeytanların bulunması , rüzgarın emrinde olması , melikenin tahtının bir anda yanında olması gibi anlatımlar , diğer elçilerin kıssalarında bulunmayan anlatımlardır. 

Bu anlatımlarda esas alınması gereken nokta , kıssa içinde zikri geçen konuların bize dönük olarak neler ifade edebileceği olması gerekmektedir ki kıssa bir masala dönüşmesin. Kıssa içinde geçen bu anlatımlar konusunda, farklı zamanlarda yaptığımız çalışmalar mevcut olup , bu çalışmalarda esas aldığımız nokta , kıssa içindeki anlatımların bize dönük neler söylemiş olabileceği üzerinedir.

Sonuç olarak ; Süleyman (a.s) kıssasında geçen bazı anlatımlar eğer bize dönük mesajlar ihtiva etmesi üzerinden okunmayacak olursa , kıssa masala dönüşecektir. Karıncalar ile konuşan Süleyman (a.s) artık ölmüş, ve bir daha dünyaya gelmeyecektir. Sebe hükümdarının tahtını bir anda yanında bulabilecek güce sahip olan Süleyman (a.s) artık ölmüş , ve bir daha dünyaya gelmeyecektir. Ancak Süleyman (a.s) ın mülk ve güç sahibi bir hükümdar elçi olarak tüm zamanlara olan mesajı ölmeyecek ve daima yaşayacaktır.

Onun kıssasının mesajı da , elindeki güç ve servetin onun ile kıyaslanması mümkün bile olmayan bazı kimselerin , ellerindeki gücü onlara Allah (c.c) nin verdiğini unutarak , Allah'a kafa tutmaya kalkmamaları gerektiği , Süleyman (a.s) gibi elinde bulundurduğu güce kıyamete kadar kimsenin ulaşmasının mümkün olmadığı bir kimsenin bu gücü karşısında en küçük bir kibre dahi kapılmamış olmasını dikkate alarak , onun yolundan gitmeleri gerektiğidir.  

Kulun imtihanı sadece fakirlik hastalık gibi şeylerle yapılmaz , güç , servet , ihtişam gibi insanlara çekici gelen şeyler de kullar için bir imtihan olup , fakirlikten daha zor bir imtihan biçimidir. Bu imtihanı başarılı ve başarısız olarak geçenler hakkında yapılan anlatımlardan bizler kendimize dönük mesajlar çıkararak , olumlu ve olumsuz örnekler üzerinden hayatımızı yönlendirmek durumundayız.

Ellerinde güç ve servet bulunan kimseler , ellerinde bulunanların kendilerine geçici bir süre için verilmiş imtihan aracı olduğu bilincinde bir yaşam sürdükleri müddetçe , kıyamet günü bu gücü en iyi biçimde kullanan bir elçi olarak Süleyman (a.s) ile birlikte olacaklardır. Bunun aksi yönünde davranışlar sergileyenler ise , Firavun , Haman ve Karunlar ile birlikte olacaklardır.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

14 Aralık 2016 Çarşamba

Allah (c.c) Kur'an'da Neden "Biz" İfadesini Kullanmaktadır ?

Allah (c.c) nin alemlere rahmet ve hidayet kaynağı olarak indirmiş olduğu kitaba iman etmeyen ve bu kitaba iman etmemek için bir takım gerekçeler arayan bir kısım zevatın , buldukları zannettikleri iman etmeme gerekçelerinden bir tanesi, bazı ayetlerde Allah (c.c) nin "Biz" şeklinde çoğul bir ifade kullanmış olmasıdır. Bu kimseler "Biz" ifadesinin kullanıldığı ayetler ile , Allah (c.c) nin kendisi için "Tek İlah" olduğunu ifade eden ayetler arasında çelişki olduğunu öne sürerek , böyle çelişkili !! ifadeler kullanan bir kitaba iman etmenin aptallık olduğunu söylemektedirler. 

Kur'an hakkında bu gibi iddiaları okuyan bazı Müslümanlar ise, bu konuda nasıl bir cevap vereceklerini düşünmekte, bu gibi iddiaları dile getirenlere karşı Kur'an'da çelişki olmadığı yönünde savunmalar yapmaktadır. Yazımızın amacı , Kur'an'da çelişki olduğuna dair şüpheleri olan kimseleri ikna etmeye yönelik değil , "Biz" ifadesinin neden kullanıldığı yönünde bazı Müslümanlarda oluşabilecek sorulara cevap mahiyetinde olacaktır.

Gayb ; 5 duyu ile algılanamayan alem için kullanılan bir kelimedir , ve bu kelimenin anlam alanına giren bazı anlatımlar, Kur'an içinde önemli bir yer tutmaktadır. Bu alana giren konular  ise , bizim 5 duyu ile algıladığımız alana dahil olan bilgilere benzetilerek anlatılmaktadır. Allah (c.c) gayb alanına dahil olması nedeni ile, kendisini bizlere 5 duyu ile şahit olduğumuz alan verilerine benzetmek sureti ile tanıtmaktadır.   


Herkesin malumu olduğu üzere , belirli bir toprak parçası üzerinde hüküm sahibi olan bir yöneticiler , tebası olan halkı bir takım kurallar ihdas ederek yönetirler. Allah (c.c) bizlere kendisini bir hükümdara benzeterek anlatmakla, bizim zihni kapasitemize uygun bir anlatım sergilemektedir. Allah (c.c) nin kendisini anlatmakta kullandığı benzetme (Teşbih) üslubu , şayet hakiki anlamda anlaşılacak olursa , ortaya bir çok düşünce problemi çıkacaktır. İslam düşüncesinde Allah (c.c) nin yaptığı bu benzetmeyi gerçek olarak anlayan bazı gurupların çıktığı , ve bu gurupların benzerlerinin savundukları düşüncelerin hala taraftarları olduğu bilinmektedir.

Yerin ve göklerin yegane hükümdarı olan Allah (c.c) nin Arş'ı yani tahtı , eli yani gücü , düşmanlarına karşı meleklerden oluşan orduları , tebası olan insanlara dağıtmak için hazinesi, mesajını iletmek için elçileri , kendisine itaat edenleri ağırlayacağı sarayları yani cennetleri , kendisine isyan edenleri cezalandıracağı zindanları yani cehennemleri bulunmaktadır. Bu ifadelerin hepsini Kur'an içinde görmekteyiz. 

Kur'an'ın kullanmış olduğu bu anlatım üslubu dikkate alındığında , Allah (c.c) nin "Biz" ifadesini neden kullanmış olduğu daha kolay anlaşılacaktır. Kendisini mülk sahibi bir hükümdara benzeterek anlatan Allah (c.c) nin bu anlatım dahilinde anlaşılması gereken ve "Mele" olarak bildiğimiz Meleklerden oluşan danışman kadrosu bulunmaktadır. Kur'an içinde gördüğümüz beşer hükümdarlar olan , Süleyman , Sebe melikesi , Firavun , Mısır Azizi gibi kimseler ile ilgili ayetleri okuduğumuzda bu terim hakiki anlamda karşımıza çıkmaktadır

Mele ; sadece gerçek hayatta yaşamış olan hükümdarlar için değil , kendisini bizlere hükümdara benzeterek anlatan Allah (c.c) nin de kendisi için kullandığı bir terimdir. 

[037.008] Onlar (şeytanlar), artık Mele - i A'la'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar.
[038.069] «Mele-i A'la (yüce topluluk) tartışıp dururken, benim hiç bir bilgim yoktur.»

Saffat ve Sad surelerinde geçen bu terimler , Allah (c.c) nin kendisini hükümdar benzetmesi dahilinde yapmış olduğu anlatım dahilinde anlaşılması gerekmektedir. Allah (c.c) herhangi bir iş yapmak için önceden çevresinde olan danışmanlara sormak gibi bir acziyet içinde olması asla mümkün değildir. 

Allah (c.c) nin bazı ayetlerde çoğul olarak kullanmış olduğu "Biz" ifadesini işte bu teşbihi anlatım dahilinde okumak gerektiğini söyleyebiliriz. Allah (c.c) tek yaratıcı olması itibarı ile "Biz yarattık" derken , yaratmada aciz kalıp yanına yardımcılar asla çağırmamıştır.

Allah (c.c) azamet sahibi bir hükümdar olarak , kullarından dilediğine melek elçi ile vahyeder , kullarından kendisine isyan edenleri meleklerden oluşan orduları ile helak eder , etrafında kendisine hamd ve tesbih eden melekleri vardır. 

"Biz" ifadesi, bir beşer cinsinden olan bir hükümdarın çevresinde olanlardan yola çıkılarak yapılan teşbihi anlatımın bir sonucu olup , art niyetli bir yaklaşım sergilemeden okunan bir kitap için çelişki olarak asla görülemez. 

Allah (c.c) nin bazı ayetlerde çoğul olarak "Biz" ifadesi kullanmış olması , insanlara tarafından bilinen bir durum olan, bir hükümdarın işlerini onun azamet ve büyüklüğünün bir gereği olarak, kendisinin değil etrafında bulunan hizmetlilerine emretmesi ile yapmasından doğan bir anlatım üslubunun sonucudur. 

Allah (c.c) ile boy ölçüşmeye kalkan bazı insanlar , onun kitabında çelişki !! olduğunu bulmanın vermiş olduğu sevinç ve mutluluk ile, bu gibi ifadeleri delil olarak sunmakla , bu konudaki cehaletlerini sergilemektedirler . Bir kitap hakkında yorum yapabilmek için , o kitabın kullandığı anlatım üslubunu bilmek , o kitabın indiği zaman ve mekan şartlarını dikkate almak , o kitabın nazil olduğu dili tanımak , insanların kullandığı ve bildiği edebi sanatları bilmek mutlaka gereklidir. 

Bunlardan habersiz bir kimsenin Allah'ın kitabını eleştirmeye kalkması en basit tabiri ile yel değirmenlerine karşı savaşan Don kişot olmaya soyunmak anlamına gelecektir. 

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

13 Kasım 2016 Pazar

Araf s. 179. Ayeti : Bir Çeviri Sorunu Allah (c.c) Cehennem İçin İnsan Yaratır mı ?

Kur'an'da bazı ayetler, okuyan kişiler tarafından anlaşılmasında güçlük çekilmekte , bu okuyuculardan kalbinde hastalık olanlar , "Böyle şey olmaz" , "Bu ayette çelişki var" , "Allah'ın insanlara ne garezi var" gibi sözlerle ayetlere karşı inkarcı bir tavır takınmakta iken, bir diğer gurup okuyucu ise, Kur'an'ı samimi amaçlarla okumakta, ve bazı ayetleri anlamakta zorluk çekerek , bu ayetler ile bizlere nasıl bir mesaj verilmek istendiği yönünde anlama çalışmasına girmektedir.

Bu okuyucuların bazı ayetleri anlamamalarının bir takım nedenleri bulunmaktadır. Bu nedenlerden bir tanesi , ayetin çevirisinde yaşanan sorunlardır. Ayetin yanlış çevirisi , dil kurallarını kullanmaktaki eksiklik , veya Kur'an bütünlüğünden bağımsız bir çeviri yapılmasından kaynaklanan bazı sorunlar, okuyucunun zihninde bazı soruların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.  

Bu yazımızda , Araf s. 179. ayetini ele alarak , okuyucu tarafından bazı soruların sorulmasına sebep olan ayetin çevirisinden kaynaklandığını düşündüğümüz problem üzerinde durmaya çalışacağız. 

وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِّنَ الْجِنِّ وَالإِنسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لاَّ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بِهَا أُوْلَئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ

Bu ayetin yapılan çevirileri şöyledir ; 

[007.179] And olsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık; onların kalbleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir.

Ayetin bu şekilde yapılmış çevirisini okuyan bir kimsenin zihninde , Allah (c.c) nin insanları neden cehennem için yarattığı , kalbinde hastalık olanların ise , "Allah'ın insanlara ne garezi var?" sorusu sorulacaktır.

Bu soruya , Allah (c.c) nin insanları cennet veya cehennem ile karşılık alacakları amelleri işlemesinde serbest bıraktığı , onların iradelerine müdahale etmediği , insanların dünya hayatlarında işlediği amelleri hür iradeleri ile işlediği , ilmi gereği insanların nasıl amel işleyerek sonlarının nasıl olacağını bildiği gibi , bir çok ayette insanların bir çoğunun iman etmediğinin zaten bildirilmiş olduğu gibi cevaplar verilebilir. 

Bu cevapların elbette hepsi doğrudur. Ancak ayetin, rivayetler tarafından oluşturulmuş olan kader inancındaki , bütün insanların yapacaklarının, onlar varlık sahasına gelmeden ezelde yazıldığı düşüncesinin doğrultusunda bir çeviri yapılmış olmasının yanlış olduğunu düşünmekteyiz.

Ayetteki "Zere'na" fiiline "Yarattık" şeklinde bir anlam vermenin uygun olmadığını söyleyerek , bu kelime için farklı bir çeviri yapılması gerektiğini düşünmekteyiz. 

"Zeree" fiili , Allah'ın yarattığını açığa çıkarması , bedenlere varlık vermesi , vücuda getirmesi anlamındadır. Asıl önemli nokta bu fiilin yaratmadan sonraki bir aşamayı ifade etmiş olmasıdır. Bu fiile "Yaratmak" olarak verilen anlam, bu sebepten ötürü uygun değildir. 

Bu fiilin geçtiği diğer ayetleri gördüğümüz zaman demek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır. 

[023.079] Ve sizi Arzda yayan (zereeküm) o dur, hep ona haşrolunacaksınız.
[067.024]  Deki, sizi Arzda yayan (zereeküm) o dur hep ona haşrolunacaksınız.

[042.011]  O göklerin ve yerin yaratıcısıdır (fatiru). O sizin için kendi nefsinizden eşler ve hayvanlardan da çiftler kılmıştır (ceale). O, sizi bu düzen içerisinde üretip yayıyor (yezreüküm). O'nun benzeri olan hiçbir şey yoktur. O, her şeyi işitir ve görür.

Şura s. 11. ayetinde "Fatare" fiili ile ifade edilen ilk yaratmanın ardından , yaratma sonrası aşamaları ifade eden "Ceale" ve "Zeree" fiillerinin gelmiş olması , bu fiile yaratmak anlamının verilmesinin uygun olmadığını göstermektedir. 

Zeree fiiline "yaratmak" anlamının yerine verilecek olan "Yaymak" anlamı , yaratmadan sonraki aşamayı daha doğru ifade etmiş olması açısından, tercih edilmesi gereken anlam olduğunu söyleyebiliriz.

Ayet içindeki "Licehenneme" kelimesine "Cehennem için" anlamı yerine , "Cehenneme" şeklinde anlam vermek, "Lam" edatının e , a anlamına da sahip olması açısından daha uygun olacaktır. Aynı kelimenin geçtiği diğer iki ayete baktığımızda, kelimeye bu anlamın verildiğini görmekteyiz. 

[050.030] O gün cehenneme:(licehenneme) «Doldun mu?» deriz, o: «Daha var mı?» der.
[072.015]  Ama haksızlar, cehenneme (licehenneme) odun olmuşlardır!»

Bundan sonra Araf s. 179. ayetini şu şekilde yeniden anlamlandırmak mümkündür. 

"And olsun ki , ins ve cinden bir çoğunu , kalpleri olup onunla anlamadıkları , gözleri olup onunla görmedikleri , kulakları olup onunla işitmediklerinden dolayı , CEHENNEME YAYDIK. İşte bunlar , hayvanlar gibi hatta onlardan daha şaşkındırlar."

Dikkat edilirse meal yapıcılarının tamamına yakınının bu ayete verdikleri anlam,  insanların bir çoğunun , daha varlık sahasına çıkmadan cehennemlik olduğunun belirlenmiş olduğuna dair bir anlam içermektedir. Bizim verdiğimiz anlam ise , insanların bir çoğunun varlık sahasına çıktıktan sonra , işledikleri ameller yüzünden cehennemi hak ettiklerine dairdir. 


Burada neden gelecek zaman sigası olarak değil de , geçmiş zaman sigası olarak ifade edildiği sorulacaktır. Kur'an'ı dikkatli okuyan birisi , bir çok ayette gelecek olan kıyamet günü için geçmiş zaman sigasına ait fiillerin kullanıldığını görecektir. 

[039.068]  Sûr'a üfürüldü; böylece Allah'ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde olanlar çarpılıp-yıkılıverdi. Sonra bir daha ona üfürüldü, artık onlar ayağa kalkmış durumda gözetiyorlar.

Zümer s. 68. ayeti (başka örnekleri de mevcuttur), daha vaki olmamış kıyamet gününü anlatan ayetlerin gelecek zaman sigası ile değil geçmiş zaman sigası olarak anlatımına bir örnek olması açısından dikkat çekicidir.

Sonuç olarak :Allah (c.c) kullarını cehenneme atmak için yaratmaz , kulları yaşadıkları hayatta eğer cehennem ehlinden olmak için gerekli olan amelleri işleyecek olurlarsa , onları vaat ettiği cehennem ile cezalandırır. 

Araf s. 179. ayetinin , yapılan çevirileri , Allah (c.c) nin bir çok insanı cehennem için yarattığı şeklinde bir anlam verilmek sureti ile kafalarda bazı soruların oluşmasına sebep olmaktadır. Bu anlamın, insanların kaderinin daha onlar yaratılmadan önce belirlendiği düşüncesini destekleyen bir anlam doğrultusunda olması nedeniyle doğru, bir anlam olmadığını düşünmekteyiz. 

Bu noktada , Allah (c.c) nin kullarının işleyeceği amelleri, onlar daha varlık sahasına gelmeden önce bildiğini , fakat onun bilmesi ile , kaderlerinin yazılmış olmasının aynı şey olmadığını hatırlatmak istiyoruz. Allah (c.c) kullarının nasıl ameller işleyeceğini önceden elbette bilir , ancak onun bilmesi o kullarının hür iradeleri ile ne yapacaklarını bilmesi , iradelerine müdahale etmemesi anlamındadır.

Ayetin doğru anlamının , insanların yaratılmadan önce kaderlerinin belirlendiğine dair bir bilgi değil , insanların yaratıldıktan sonra işledikleri amellerin karşılığını alacaklarına dair bir anlam içermesi gerektiğini düşünmekteyiz. 

Allah (c.c) insanlara "Semi - Basar - Fuad" olarak ifade edilen duyu organları bahşederek , bunları kullanmak sureti ile, insan olmanın gereğini yerine getirmelerini istemektedir. Bu duyu organlarını gereği gibi kullanmak sureti ile insan olmanın gereğini yerine getirmeyenlerin akıbetlerinin cehennem olduğu beyan edilmektedir. 

Onların "Sanki En-am gibi" olduklarının ifade edilmesi ise , görme ve işitme duyularına sahip olan hayvanların kendilerine söylenen sözleri anlamamış olmalarından dolayı  benzetmede bulunulmasıdır.

Araf s. 179. ayetine "And olsun ki , ins ve cinden bir çoğunu , kalpleri olup onunla anlamadıkları , gözleri olup onunla görmedikleri , kulakları olup onunla işitmediklerinden dolayı , CEHENNEME YAYDIK. İşte bunlar , hayvanlar gibi hatta onlardan daha şaşkındırlar." şeklinde bir anlamın daha uygun olacağını düşünmekteyiz. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


12 Kasım 2016 Cumartesi

Araf s. 175-177. Ayetleri : Allah (c.c) Bir İnsanı Nasıl Yükseltir ? ve İsa (a.s) ın Yükseltilmesi

Kur'an bazı ayetlerde , insan , hayvan ve bitki misalleri üzerinden örnekler göstererek , vermek istediği mesajın bizler tarafından daha kolay ve net bir şekilde anlaşılmasını sağlayan bir üslup kullanmaktadır. Ayrıca Kur'an, kendi içinde öyle bir anlam örgüsüne sahip bir kitaptır ki , hiç alakası olmadığını düşündüğümüz bir ayetin , başka bir ayet ile bağını kurarak , bazı müphem ve üzerinde spekülasyon yapılabilecek ayetlerin ve konuların anlaşılmasında bizlere yol göstericilik yaptığını da görebiliriz. 

Yazının başlığından anlaşılacağı üzere konumuz olan ayetlerin , İsa (a.s) ın yükseltilmesi ile ilgili nasıl bir bağının olabileceği sorusu akla gelecektir. Yazıyı iki bölüme ayırarak ,önce konu ile ilgili ayetlerin üzerinde bir tefekkür yapmaya çalışacak , ikinci bölümde ise , ilgili ayetlerin Al-i İmran s. 55 ve Nisa s. 158. ayetinde geçen İsa (a.s) yükseltilmesinin ne anlamda olabileceği yönündeki bize gösterdiği yolu anlamaya gayret edeceğiz.

[007.175]  Onlara, şeytanın peşine taktığı ve kendisine verdiğimiz ayetlerden sıyrılarak azgınlardan olan kişinin haberini oku.
[007.176] Eğer biz dileseydik, onu bununla yükseltirdik. . Fakat o; yere saplandı ve hevasına tabi oldu. Artık onun hali; o köpeğin hali gibidir ki, üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur. İşte ayetlerimizi yalanlayan kavmin hali böyledir. Sen, kıssayı anlat. Belki düşünürler.
[007.177]  Âyetlerimizi yalanlayan ve kendilerine zulmetmiş olan kavmin durumu ne kötüdür!

Haberi okunan kişinin kim olduğu hususunda, tefsirlerde bazı isimlerden bahsedilmektedir. İsrailoğullarına mensup bir kişi olan Bel'am Bin Baura , Ümeyye Bin Ebi Salt , Ebu Amir gibi isimler , tefsirlerde geçen bazı isimlerdir. Hatta bazıları , kendisine elçilik verilmiş, fakat bu görevi terk etmiş bir kimseden bahsedildiği yönünde görüşler ortaya atmışlardır. 

Haberi okunan kişinin kimliği şayet çok önemli olsaydı, Kur'an mutlaka bir isimden bahsederdi. Ancak burada sadece belirli bir zaman içinde yaşamış şahsiyeti kast etmekten çok , tüm zamanlarda yaşayacak ve Allah'ın ayetlerini yol gösterici olarak hayatlarında ikame etmeyenlerin düştükleri durum bir mesel ile anlatılmaktadır. Ayette bahsedilen kişinin kimliği hakkında fikir yürütmek gerekirse rivayetleri baz almak yerine , Kur'an'ı baz alarak şöyle bir fikir yürütebiliriz ; 

176. ayet içinde geçen , "vettebea hevahu" (hevasına tabi oldu) cümlesinin aynısını , Taha s. 16. ayetinde , Allah (c.c) ile Musa (a.s) arasında geçen konuşmada da görmekteyiz. "Sakın ona (o saate) inanmayıp hevâsına tâbi olan (vettebea hevahukimse, seni ondan alıkoymasın. Sonra helâk olursun.»

Taha s. 16. ayetinde bahsedilen kişi , Musa (a.s) ın gönderileceği kişi olan Firavundur. Musa (a.s) kendisine verilen 9 ayet ile (İsra s. 101) iman etmesi için Firavuna gitmiş , Firavun ise bu ayetleri ret etmiştir. Araf s. 176. ve Taha s. 16. ayetindeki cümlelerin aynı olmasından yola çıkarak , konumuz olan ayetlerdeki bahsedilen kişinin Firavun olması daha muhtemeldir. 

Bu noktada Firavun'un yaşamış ve ölmüş bir şahsiyet olarak ondan bahsedilmesinin bugüne dair ne gibi mesajı olabileceği sorusu gündeme gelecektir.

Biz burada bahsedilen kişinin kimliğini tartışmaktan çok , verilmek istenen mesajın evrensel bir yönü olduğunu dikkate alarak , Firavun karakterinin de sadece Musa (a.s) kıssasında yaşayan ve ölen bir karakter değil , zulmün sembol bir ismi haline geldiğini , bundan önceki Araf s. 163-171. ayetler arasını konu aldığımız yazımızda belirtmeye çalışmıştık. Yani kıssada anlatılmak istenen belirli bir kişi değil , Allah'ın ayetlerine karşı inkarcı bir tavır takınanların anlatılmasıdır. 

Firavun karakteri Kur'an'da adı geçen , Allah'a karşı inkar ve isyan konusunda baş rol oynayan aktörlerden birisi olarak bedenen yaşamış ve ölmüş, fakat isyan ve inkar konusunda sembol bir isim olarak kıyamete kadar onun işlevini sürdürecek olan başka insanlar tarih sahnesine çıkacaktır.

"Dileseydik onu, bununla yükseltirdik." cümlesi içindeki "Dileseydik" kelimesi , bilindiği gibi Kur'an içinde sıkça geçmektedir. Bu cümle ile anlatılmak istenileni " Eğer biz onu zorlasaydık ayetlerimize iman ettirirdik" şeklinde bir cümle ile ifade edebiliriz. Allah (c.c) böyle demekle, kullarını kendi hür iradelerini kullanma konusunda serbest bıraktığını ifade etmektedir. Kul kendi hür iradesi ile inkarı seçmiş , seçtiği yolun karşılığında hak ettiğini görecektir. 

Kullar hür iradeleri ile yapmış oldukları seçim sonucunda , Allah'ın ayetlerine bürünmüş bir hayat sürerek YÜKSELTİLMEYİ , yine hür iradeleri ile yaptıkları seçim sonucunda Allah'ın ayetlerinden sıyrılmış bir hayat sürerek ALÇALTILMAYI hak edeceklerdir. 

Mutaffifin suresine baktığımızda , hesap günü ile ilgili olarak verilen bilgilerde amel defterlerinin "Siccin" ve "İlliyyin" olarak isimlendirilen bir yerde olduğu haber verilmektedir. Siccin kelimesi alçaltılmışlığı ifade ederken , İlliyyin kelimesi ise yükseltilmişliği ifade etmektedir.

"Fakat o; yere saplandı" Bu deyim, bizim dilimizde de kullandığımız "Dünyaya kazık çakmak" deyimi ile aynı sayılır. Her iki deyim de sadece dünya hayatını düşünerek yaşamayı , ahiret bilinci içinde olmamayı ifade etmektedir. Allah'ın ayetlerinden sıyrılmış bir yaşam sürenlerin başta gelen özelliği , ahireti inkar eden ve yok sayan bir yaşam sistemini esas almış olmalarıdır.

" Artık onun hali; o köpeğin hali gibidir ki, üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur." Allah (c.c) nin ayetlerini yalanlayan topluluğun hali görsel bir tasvir şeklinde bu cümlede anlatılmaktadır. Herkesin tecrübe alanına dahil bir bilgi olan köpeğin cümle içindeki hali , yorgun , susuzluktan bitkin düşmüş , zelil bir hali anlatmaktadır. 

Allah (c.c ) nin ayetlerini vermesi belirli kişilere değil , yarattığı bütün insanlara şamildir. Bütün insanlar onun bir ayeti olup, yine onun insanlara verdiği nimetler olan ayetleri sayesinde hayatiyetini devam ettirmektedir. Ayetlerini vermesi sadece onu elçi olarak görevlendirmesi , veya dini bilgiler konusunda bilgi sahibi yapması değil , yaşam sahasına giren herkese verdiği nimetleri ifade etmesidir. Aldığımız nefes , içtiğimiz su , yediğimiz gıdalar , gibi yaşamımız için şart olan her şeyin genel adı "Allah'ın ayetlerini vermesi" olarak anlaşılmalıdır.

Araf s. 175. ve 176. ayetlerde bir kişi üzerinden verilen misal , onun bütün insanlara verdiği nimetlerine karşı kulluk görevini ifa etmeyerek , o ayetlere nankörlük etmek sureti ile , ayetlerden sıyrılmış duruma düşen insanları anlatmaktadır. Verilen köpek misali ise , bu insanların ne kadar zelil ve aşağılık bir durumda olduklarının bilinmesi için kullanılan bir misaldir. 

Kur'an içinde geçen bir çok ayet , Allah'a iman etmeyen insanları hayvan olarak tasvir etmektedir. Bu tasvirin amacı , insana verilen "Semi - Basar - Fuad" gibi duyu organlarının olması gereken gerçek işlevi , vahyi anlamak ve bunu hayatına aktarmak iken, bu organların gerçek işlevini yerine getirmeyerek insanın , "Kör - Sağır - Dilsiz" duruma düşmesidir. Duyu organlarının gerçek işlevini yerine getirmediği insan "Semi- Basar" (İşitme - Görme) gibi duyu organlarına sahip olan fakat kendisine söyleneni işitmeyen hayvanlara benzetilmektedir. 

176. ayette geçen "yükseltmek" tabiri , Allah'ın ayetlerine karşı hür iradelerini kullanarak şükreden ve kulluk gereklerini yerine getiren insanların durumunu ifade etmek için kullanılmıştır. Yine aynı ayette geçen , "yere saplandı" kelimesi ise , Allah'ın ayetlerine karşı, hür iradelerini kullanmak sureti ile şükretmeyerek kulluk gereklerini yerine getirmeyen insanların durumunu ifade etmek için kullanılmıştır . 

Dikkat edilirse bu kelimeler hakiki bir anlam değil, mecazi bir anlam ifade etmektedir. Şayet bu kelimeleri hakiki anlamda okuyacak olursak , yükseltmeyi yerden alıp bedenen göğe çıkarmak , yere saplanmayı ise , bedenen yerin dibine sokmak olarak anlamak  gerekir ki , bu tür bir anlam yanlış olacaktır.

"Alçaklık" ve "Yükseklik" kelimeleri , hakiki anlamda ölçü ile ilgili kelimeler olup , mecaz anlamda kullanıldığında insanın işlediği ameller sonucunda geldiği durumu ifade etmektedir. Bu anlamı İsa (a.s) ile ilgili olarak onun yükseltilmesi ile ilgili ayetin anlaşılmasında da kullanmak mümkündür. 

[003.055] Allah buyurmuştu ki: Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, seni kendime YÜKSELTECEĞİM, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak. İşte o zaman ayrılığa düştüğünüz şeyler hakkında aranızda ben hükmedeceğim.

[004.158]  Hayır; Allah onu kendine YÜKSELTTİ. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.

Araf s. 176. ayetindeki yükseltmenin keyfiyeti , hakiki anlamda aşağıdan yukarı bir yükseltme değil , Allah (c.c) nin ayetlerine iman eden bir hayat sürülmesinin onun tarafından güzel bir karşılık göreceğinin anlatılması olduğuna göre , İsa (a.s) ın da yükseltilmesinin hakiki anlamda değil , 176. ayet doğrultusunda mecazen anlaşılması daha doğru olacaktır. 

İsa (a.s) yaşadığı hayat boyunca Allah'ın ayetlerine bürünmüş bir yaşam sürerek , alçaltılmayı değil , yükseltilmeyi hak etmiştir. "Alçaltılmak" ve "Yükseltilmek" şeklinde ortaya çıkan durum,  bütün insanlar için geçerlidir. Hayatları boyunca ayetlerden sıyrılmış bir yaşam sürenler ALÇALTILMAYI , hayatları boyunca ayetlere bürünmüş bir yaşam sürenler ise YÜKSELTİLMEYİ hak etmektedirler.   

İsa (a.s) ın yükseltilmesi de işte bu kabilden bir yükseltilmedir . Onun yükseltilmesini gerçek anlamda göğe bir yükseltme olarak algıladığımız zaman , bu sefer de Allah'a mekan biçme hatasına düşmek söz konusu olacaktır. 

İsa (a.s) ın göğe hakiki anlamda yükseltildiğini iddia eden "Ehli sünnet vel cemaat" fırkası , Allah (c.c) ile ilgili ayetleri literal bir okuma yaparak onun gökte olduğunu iddia edenlere karşı çok sert eleştirilerde bulunarak , bu iddianın yanlış olduğunu söylemektedir. Aynı fırka, Allah (c.c) nin  İsa (a.s) ı kendi yanına yani göğe çektiğini iddia etmekle literal bir okuma yaparak ona mekan biçme yanlışına düştüklerinin farkında bile değildir. Ehli sünnet fırkası bu çelişkili duruma maalesef, Kur'an'ı literal ve rivayet merkezli bir okuyarak düşmektedir. 

Sonuç olarak : Araf s. 175. ve 176. ayetleri , geçmişte yaşamış bir karakteri değil , kıyamete kadar yaşayacak , Allah (c.c) nin ayetlerini yaşamından çıkarmış olan insanların düştüğü durumun nasıl zelil ve alçak bir durum olduğunu bir misal ile anlatmaktadır. 

Aynı ayetler , Kur'an ayetlerinin birbiri ile olan anlam örgüsünün vermiş olduğu yol göstericilik ile , İsa (a.s) ın yükseltilmesi ile ilgili ayetlerin literal olarak okunması sonucunda ortaya çıkan yanlışı izale eden bir işleve de sahiptir.

Kur'an'ın literal olarak ve rivayetlerden okunması sonucu varılan , İsa (a.s) ın bedenen göğe yükseltilmiş olduğu iddiası , Kur'an merkezli bir düşünce etrafında değerlendirildiğinde yanlış ve çelişkili bir düşünce olduğu ortaya çıkmaktadır. 

"Alçaltılmak" ve "Yükseltilmek" kelimeleri mecazi anlamda , Allah'ın ayetlerine karşı insanların yaşam içinde takındıkları tavır sonucunda alacakları karşılığı ifade etmektedir. İsa (a.s) ın yükseltilmesi sadece ona has bir durum değil , Allah'ın ayetlerine bürünmüş bir hayat yaşayan bütün insanların alacağı karşılığı ifade etmektedir.

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


27 Eylül 2016 Salı

Allah (c.c) Yeryüzündeki Kötülüklere Neden Engel Olmuyor?

Yazımıza başlık olarak seçtiğimiz soru , yeryüzünün içinde bulunduğu kan , gözyaşı , savaş gibi insanları çaresiz durumda bırakan sıkıntılar karşısında , Müslüman olsun veya olmasın bir çok insan tarafından sorulmaktadır. Dünyanın pek çok yerinde meydana gelen ve bir çok masum insanın ölümüne sebep olan savaşlar karşısında, Allah (c.c) nin neden bir şey yapmadığı konusunda, bazı Müslümanların kafasında soru işaretleri oluşurken , Müslüman olmayan kesimden ise, "Sizin Allah'ınız neden bu katliamlara engel olmuyor?" şeklinde sorular sorularak , bazı Müslümanların kafası karıştırılmak istenilmektedir. 

Biz bu soruyu, herhangi bir art niyet taşımayan, ve gerçekten kafası bu konuda bazı soruların cevabını bekleyen Müslümanları dikkate alarak cevaplamaya ve onların kafasındaki bulanıklığı konu ile ilgili Kur'an ayetleri ışığında bir yol takip ederek gidermeye çalışacağız. 

Biz Müslümanların en büyük eksiği , elimizde bulunan kitabın yaşanan hayatın gerçekleri ile iç içe olduğunun farkında olmayan bir okumaya tabi tutmamızdır. Elimizdeki Kur'an öyle bir kitaptır ki , doğru okunduğunda kafamızdaki bu gibi soruların cevaplarını hem sözlü, hem de geçmiş yaşantılardan kıssa yollu anlatımlar ile yaşanmış örnekler şeklinde vererek , yeryüzünde cari olan toplumsal yasaların nasıl işlediğini bizlere göstermektedir. Özellikle İsrailoğulları ile ilgili anlatımları Sünnetullah olgusunu dikkate alarak okuduğumuzda bunu daha açık ve net olarak görebiliriz. 

Şurası asla hatırdan çıkarılmamalıdır ki , Allah (c.c) yeryüzünde yapılan hiç bir kötülüğü karşılıksız bırakmaz. Zalimlerin yaptıklarının cezasını dünya hayatı içinde onlara mutlaka yaşatır.Bu karşılığı kendisi savaşarak değil zulme uğramış kullarının savaşarak vermesi şeklinde bir yasa ile sabitlemiştir. Eğer kullar bu yasa çerçevesinde hareket etmeyecek olurlar ise , Allah (c.c) de bu isteğe cevap vermeyecektir. Bu cevap vermeme durumu ise, Allah (c.c) nin kötülüklere engel olmadığı gibi bir düşünce doğurmuş olsa da , kötülüklere karşı mücadele yeteneğinden yoksun olanların , bu kötülüğe karşı herhangi bir karşı duruş sergileme ihtiyacı duymayarak celladına aşık köle olmaktan memnun olmalarından ötürüdür.

Müslümanların bir çoğunun zihnini kurcalayan bu sorunun cevabı , "SÜNNETULLAH" denilen arz üzerinde değişmez olan toplumsal yasalar ile alakalıdır. Sünnetullah kavramı doğru anlaşılmadan , bir çok kimsenin bu konudaki kafa karışıklığı maalesef giderilemez. Bu kavramın doğru anlaşılamamasından doğan bazı sonuçlar, maalesef Allah (c.c) ye yüklenereksuç Allah'a atılmakta , ve bizlerin sorumlu olduğu sonuçlar görmezden gelinmektedir. 

[057.022] Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce o, Kitap'da bulunmasın. Doğrusu bu Allah'a kolaydır.

Hadid s. 22. ayeti bu yasayı bizlere haber vermektedir. Yeryüzünde meydana gelen her şey , o olay ile ilgili olarak konulmuş olan yasaların bir sonucu olarak meydana gelmektedir. Allah (c.c) nin bu olayların oluşumu üzerinde herhangi bir müspet veya menfi etkisi yoktur , sebep -sonuç ilişkisi dahilinde meydana gelen olaylardır. Yani kullar yaptığı amellerin karşılığı neyse hak ettikleri karşılıkları almakta , hiç bir kimse ve topluluk hak etmediği bir karşılığı asla görmemektedir. Herkes yaptığı amelleri SEBEBİ ile karşılaşacağı SONUCU elde edecektir. 

Eğer bugün yeryüzünde çoluk çocuk demeden yaşanan bir zulüm varsa kabahatlisi onu engellemediği için Allah (c.c) değil , bu zulme meydan veren insanlıktır. Allah zalimlerin kendisi savaşarak değil , kullarının savaşarak yok edileceği şeklinde bir yasa koymuş ve bu yasa kıyamete değin böyle işleyecektir.

[002.200]  Hac ibadetlerinizi bitirince, babalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha kuvvetli bir şekilde Allah'ı anın. İnsanlardan öyleleri var ki: Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver, derler. Böyle kimselerin ahiretten hiç nasibi yoktur.
[002.201]  «Rabbimiz! Bize dünyada iyiyi, ahirette de iyiyi ver, bizi ateşin azabından koru» diyenler vardır.
[002.202]  İşte onlara, kazançlarından ötürü karşılık vardır. Allah hesabı çabuk görür. 

Her gün Allah'a küfür ve isyan eden bir ateist eğer çalışıyor ve gayret ediyorsa , o çalışmasının karşılığını mutlaka aldığı gibi , her gün Allah'a dua ve niyazda bulunarak secdeden başını kaldırmayan bir Müslüman çalışmıyor ve gayret etmiyor ise, o da bu tembelliğinin karşılığını görerek muhtaç duruma düşücektir. Asıl olan dünya ve ahireti birlikte düşünerek çalışmak ve gayret etmek olmalıdır.

Bu noktada yine Müslüman olmayan kesim tarafından dile getirilen ve bazı Müslümanların kafasının karışmasına sebep olan bir soruyu ele almakta fayda görmekteyiz. 

Dünya yüzünde zulüm gören toplulukların başında biz Müslümanların gelmesi sebebi ile , Müslüman olmayan kesim tarafından, "Madem siz Müslümansınız Allah'ınız neden sizin zulüm görmenize göz yumuyor , neden bu kafirlere engel olmuyor? şeklinde sorularla kafa karıştırılmak istenilmekte , bazı Müslümanlar ise bu iğvalara kanarak "Neden Allah (c.c) biz Müslüman olduğumuz halde bize yardım etmiyor bizim zulüm görmemize neden seyirci kalıyor engel olmuyor?" şeklindeki kafalarını kurcalayan sorulara cevap aramaktadırlar.

Bu soruların cevap anahtarı yine "Sünnetullah" kavramı içindedir. Allah (c.c) nin "Errahman" ismi , Mü'min veya kafir olsun çalışan bütün kullarına çalışmalarının karşılığını dünya hayatlarında eksiksiz olarak vermesidir. 

Allah (c.c) Rahman ismi gereğince , "Bu kulum Müslüman ona biraz torpil geçeyim" veya "Bu kulum kafir ona çelme takayım" asla demez. Allah (c.c) Mü'min veya kafir ayrımı yapmadan kim veya hangi topluluk olursa olsun , onlara çalışmalarının karşılığını verir. Bugün kafirler topluluğunun kevni ayetleri okuyarak bilim ve teknolojide üstünlük sağlamaları , kevni ayetlerin kullanma klavuzu diyebileceğimiz , Kur'anı bu konuda rehber edinmemeleri neticesinde , bilim ve teknolojiyi kullanarak yapmış oldukları silahları , zulüm aracı olarak kullanmaktadırlar. 

Kur'an kevni ayetlerin bir nevi kullanma klavuzu olması gerektiği için, bu ayetlerin verdiği imkanlara sahip olanlar , eğer bu klavuzu kullanmayacak olurlarsa , ellerindeki ayetler öldürücü silahlar haline dönüşerek müstaz'afları sömürme ve ölüm makinası haline gelecektir. Dünyanın içinde bulunduğu kaos ortamı öldürücü silahlara dönüşen kevni ayetlerin kafirler elinde olmasının bir neticesidir. 

Bizler Müslüman olarak sadece kitap içindeki ayetleri okuyarak cennete gidebileceğimiz zannı ile kevni ayetlerin okumasını kafirlere bırakarak , onların bilim ve teknoloji alanında büyük gelişme sağlamalarına, ve bu yolla dünyayı fesada boğmalarına maalesef izin vermekteyiz. Bunun neticesinde ise çalışmalarının karşılığını alan kafirler , yaptıkları silahları ahiret bilincinden yoksun bir inanç sahibi olmaları neticesinde mazlumlara doğrultmaktan çekinmemektedirler. 

Batılı kafirler tarafından mazlumlara reva görülen bu zulüm karşısında neden Allah (c.c) bir şey yapmıyor ? , neden bu zulümlere karşı bu kafirlere gökten azap indirmiyor?. 

Bu soruların cevabı Kur'anda yaşanmış olaylar örneğinde verilmiş olmasına rağmen, maalesef hazırcı Müslümanlar tarafından , Allah'ın kafirlerle savaşması ve gökten melekler indirerek kafirleri hak ile yeksan etmesi hala beklenmekte , fakat bu istekler gerçekleşmeyerek ve kafirlerin zulmü artarak devam etmektedir. 

Merhum Mehmet Akif Ersoy'un şu dizeleri durumuzu fazla söze hacet bırakmadan anlatmaktadır. 




“KADERMİŞ” Öyle mi? Haşa, Bu Söz Değil Doğru;
Belanı İstedin, Allah da Verdi... Doğrusu Bu.
“Çalış” Dedikçe Şeriat, Çalışmadın, Durdun,
Onun Hesabına Bir Çok HURAFE UYDURDUN!

Sonunda Bir de “TEVEKKÜL” Sokuşturup Araya,
Zavallı DİNİ ÇEVİRDİN Onunla MASKARAYA!
Bırak Çalışmayı, Emret Oturduğun Yerden,
Yorulma, Öyle ya, Mevla Ecir-İ Hâsır İken!


Yazıp Sabahleyin Evden Çıkarken İşlerini;
Birer Birer Oku Tekmil Edince Defterini;
Bütün O İŞLERİ RABBİM GÖRÜR, VAZİFESİDİR...
Yükün Hafifledi... Sen Şimdi Doğru Kahveye Gir!


Çoluk Çocuk Sürünürmüş Sonunda Aç Kalarak...
Hüda Vekil-İ Umurun Değil Mi? Keyfine Bak!
Onun Hazine-İ İn’amı Kendi Veznendir!
Havale Et Ne Kadara Masrafın Olursa... Verir!

Silahı Kullanan Allah, Hududu Bekleyen O;
Levazımın Bitivermiş, Değl Mi? Ekleyen O!
Çekip Kumandası Altına Ordu Ordu Melek,
Senin Hesabına Küffarı Hak-Sar Edecek!

Başın Sıkıldı Mı, Kafi Senin O Nazlı Sesin:
“Yetiş” de, Kendisi Gelsin, Ya Hızr’ı Göndersin!
Evinde Hastalanan Varsa, Borcudur: Bakacak;
Şifa Hazinesi Derhal Oluk Oluk Akacak.

Demek Ki : Her Şeyin Allah... Yanaşman, Irgadın O:
Çoluk Çocuk Ona Ait: Lalan, Bacın, Dadın O;
Vekil-İ Harcın O; Kahyan, Müdür-İ Veznen O;
Alış Seninse De, Mesul Olan Verişten O;

Denizde Cenk Olacakmış.... Gemin O, Kaptanın O;
Ya Ordu Lazım İmiş... Askerin, Kumandanın O;
Köyün Yasakçısı; Şehrin De Baş Muhassılı O;
Tabib-İ Aile, Eczacı... Hepsi Hasılı O.

Ya Sen Nesin?
MÜTEVEKKİL!
Yutulmaz Artık Bu!
Biraz Da Saygı Gerektir...
Ne Saygısızlık Bu!
HUDA’YI KENDİNE KUL YAPTI,
KENDİ OLDU HÜDA;
Utanmadan Da “TEVEKKÜL” diyor bu Cür’ete, Ha?!..

Yukarıdaki dizeler biz Müslümanların yanlış tevekkül ve Allah inançlarını veciz biçimde ortaya koymaktadır. Bedir ve Uhud harbi denildiği aman akla ilk önce , sahabenin yaptığı kahramanlıklar veya gökten inen sarıklı meleklerin nasıl savaştıklarının masal biçiminde anlatımlar gelmektedir. Halbuki bu savaşlar, "Sünnetullah" olgusu etrafında okunmaya çalışılsaydı , bugün bir çok kişinin kafasına takılan soruların cevabı da bulunmuş olabilirdi. 

Bedir de müşrik ordusuna galebe çalan Müslüman ordusu , Uhud da müşrik ordusu tarafından yenilgiye uğratılmışlardır. Bu yenilgiye sebep ise savaş stratejisinde yapılan yanlışlardır. Allah (c.c) bu savaşta herhangi bir tarafa ayrıcalık yapmamış , savaş şartlarını yerine getiren müşriklerin galip gelmesini sağlamıştır. Demek ki Allah (c.c) indinde Müslüman olmak herhangi bir ayrıcalık sahibi olmak anlamına gelmiyor.

Yine Rum suresinin ilk ayetlerini okuduğumuzda iki ordunun savaşından bahsedilmektedir. İkisi de kafir olan bu orduların, birbirine galebe çalmaları "Allah'ın yardımı" iledir . Allah hiç bir orduya ayrıcalık tanımadan savaşta galibiyet şartlarını yerine getiren ordunun galip gelmesini sağlamıştır. İsrailoğulları ile bazı ayetleri okuduğumuzda onların savaşlarda yenilgilerinden veya galibiyetlerinden bahsedilmektedir. Bu yenilgi veya galibiyetler yine hiç bir ayrıcalık tanınmadan savaşta galibiyet şartlarını yerine getirenlerin galip gelmesi ile sonuçlanmıştır.

[042.030] Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle işlediklerinizden ötürüdür. O, yine de çoğunu affeder.

Dünya üzerinde yaşayan Müslümanlar olarak başımıza gelenlerin sorumlusu olarak Allah (c.c) yi görmek, yardım etmediği gerekçesi ile onu suçlamak, aklı başında bir Müslümandan asla sadır olmaması gereken düşüncelerdir. Allah (c.c) nin kullarına yardım etmesi belirli yasalara tabi olmasından doğan sonuçlar , bu yasaları Müslüman olmayanların yerine getirmesi sebebi ile onlar lehinde işlemektedir. Başımıza gelen herhangi bir musibetin müsebbibi Allah (c.c) değil , biz Müslümanlardan başkası değildir. 

Eğer bugün yeryüzünde kafir orduları kadın , çocuk yaşlı , genç demeden katliamlar yapıyorsa bu katliamların müsebbibi Allah (c.c) değil bu katliamlara maruz kalan ülkelerin halklarıdır. Eğer bu halklar kendilerini düşmandan koruyacak ekonomi ,siyaset ,bilim, sanayi ve teknolojiye sahip olsalardı , düşmanları bu ülkelere değil saldırmak , önlerinde el pençe divan duracaklardı

Savaş bir dünya gerçeği olarak , sadece zalimlerin kullandığı bir silah değil , mazlumların da kullanması gereken bir silahtır. Mazlumlar biz Müslümanlar örneğinde olduğu gibi , gökten Allah'ın melekler indirmesini bekleyerek, ondan gelecek yardım ile kafirlerin zulmünün son bulacağını zan ederler ise, bu zulüm bırakın bitmek, aksine artarak devam edecektir. 

 [004.075] Size ne oluyor da: «Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder, katından bize bir yardımcı lutfet» diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?

Nisa s. 75. ayeti , zalimler tarafından zulme uğrayanların yapması gerekeni açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Eğer mazlumlar , kendilerini zulüm altında inleten zalimlerden güçlü olmak için gerekli çalışmaları yapmazlar ise , bu zulüm asla bitmeyecektir. 

Allah (c.c) katledilen kadın ve çocukları elbette görmekte ve bu katliamın durması için kendisinin savaşmasını bekleyenlere ise , geçmişte İsrailoğullarından örnek vermektedir. 

Maide s. 20. ve 26. ayetlerinde anlatılan bir olayda savaşarak ele geçirmeleri gereken bir beldeyi, Musa (a.s) a "Sen ve Rabbin ikiniz savaşın" diyen İsrailoğulları, yenilgiye uğrayarak yıllarca dağınık bir şekilde dolaşmaya mahkum kalmışlardır.

Mazlumların kaybettikleri geri almalarının yollarından biri olan savaş,  Sünnetullah gerçeği olup, savaşmanın gerektiği yerde savaşmayarak oturanlar , zulme ve katliamlara uğramaya mahkum olmaktan kurtulamayacaklardır. Özellikle Medeni ayetlerde çokça rastladığımız cihada teşvik ve yapılan savaşlar ile ilgili ayetler , asla bir vahşet gösterisi değil , mazlumların ellerinden alınmış olan haklarını nasıl almaları gerektiği yönündeki bilgilerdir.

Allah (c.c) kafirleri kendisi savaşmak sureti ile değil , mazlumların savaşması neticesinde cezalandırır. 

[009.014] Onlarla savaşın ki, Allah SİZİN ELLERİNİZ İLE onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.

Tevbe s. 14. ayeti bu gerçeğe işaret etmektedir. Kafirlerin cezalanmasını , rezil olmasını , onların çoluk çocuk demeden kan dökmesinin sona ermesini istiyorsak bu işi Allah'a havale etmek yerine kendimiz hal etme yoluna gitmemiz gerekmektedir. 

Müstekbir devletlerin, biz Müslümanlar ve diğer topluluklar üzerinde hegemonya kurması, uzun yıllar alan bir sürecin sonucudur. Bu süre zarfında bu müstekbirler ilim ve teknoloji sahasında büyük gelişmeler kat ederek, silah sanayiinde de başarılı olmuşlar, ve bu silahları mazlumlara doğrultmaktan geri durmamışlar, hala da durmamaktadırlar. Bizlerin de müstekbirlere karşı galebe çalmanın yolu aynı şekilde onlar gibi sanayi ve teknolojik üstünlük sağlamak sayesinde olacaktır. Bu süreç elbette kısa bir süreç değildir. 

[003.196-7]  İnkar edenlerin diyar diyar gezip refah içinde dolaşması sakın seni aldatmasın; az bir faydalanmadan sonra onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü duraktır!..

Dünyayı kendi mülkleri zannederek, her istedikleri beldeyi işgal edip, o beldenin halkını ve kaynaklarını sömürmek sureti ile, bu zenginlikleri kendi beldelerine taşıyanlar, elbette bu haksızlıklarının cezasını en acı biçimde ödeyeceklerdir. 

[014.042]  Sakın Allah'ı, zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma; gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne kadar onları ertelemektedir.

Şu anda tek tesellimiz , bu zalimlerin yaptıklarının yanlarına asla kar kalmayacağını ve onlardan büyük bir hesap sorulacağını bilmemizdir. Onların ahirette hesap vereceklerinden emin olmamız , onların yaptıklarına göz yummak anlamına da gelmemelidir. 

Eğer bugün dünya yüzünde Müslümanlar olarak zulme uğruyor isek bunun müsebbibi kendi elimiz ile yaptığımız hatalardır. Bu zulmün son bulmasını arzu ediyorsak önce "Nerede hata yaptık?" sorusunun cevabı verilmeli , sonra da bu hataların telafi edilme sürecine girilmelidir. Askeri , ekonomik , siyasi v.s her açıdan yeniden yapılanma sürecine girilmeden üzerimize kabus gibi çöken bu zulmün sona ermesi mümkün olmayacaktır. 

[008.052]  Firavun taifesi ve onlardan öncekilerin gidişi gibi, Allah'ın ayetlerini yalanladılar da Allah onları günahlarından ötürü yok etti. Allah kuvvetlidir, cezalandırması şiddetlidir. [008.053]  Bu, Allah'ın bir kavme verdiği nimeti, onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmemesinden dolayıdır. Gerçekten de Allah hakkiyle işiten, her şeyi bilendir.

"Allah yeryüzünde yapılan kötülüklere neden engel olmuyor?" sorusunu soranların, Musa (a.s) ve Firavun kıssasını çok iyi okumaları gerekmektedir. Firavunun uğradığı sonun, İsrailoğullarının onunla olan mücadelesi sonucunda meydana geldiğine dikkat edilmelidir. 

İsrailoğullarının erkek çocuklarını katleden firavuna karşı Musa (a.s) önderliğinde başlatılan mücadele , bilindiği gibi firavun ve ordusunun denizde boğulması ile son bulmuştur. İsrailoğulları çocuklarını katleden firavuna karşı "Allah neden bu firavunun kötülüklerine engel olmuyor onu neden helak etmiyor?" diyerek elini kolunu bağlayarak işleri ona havale etmek yerine, onu helak olma sürecine götüren olayların fitilini kendileri ateşlemişler ve neticede çocukların katledilmesine engel olmuşlardır. 

Firavunun sonunu Sünnetullah gerçeğini dikkate alarak okuyanlar , Allah (c.c) nin kötülüklere engel olmaması diye bir şeyin asla mümkün olmadığını anlayacaklar , bu engel olmanın iman edenlerin elleri ile gerçekleştiğini görerek , aynı işlemin evrensel bir yasa gereği bugün ve yarında geçerli olacağını bilecekler , müstekbirlere karşı ne yapılmasını Kur'andan öğrenmiş olacaklardır.

Sonuç olarak : Allah (c.c) nin yer yüzünde yapılan zulüm ve katliamlara neden seyirci kaldığı , onları neden engellemediği sorusu Müslüman olsun veya olmasın bir çok insanın kafasında cevabını aramaktadır. Allah (c.c) böyle bir zulme hiç bir zaman seyirci kalmaz. Ancak kötülüklerin engellenme yolunun, kendisinin melek indirerek savaşması şeklinde olmasını arzulayanlar için elbette böyle bir şey asla mümkün değildir. 

Allah (c.c) koyduğu yasalar gereği , kimsenin yaptığını yanına kar bırakmaz. Zalimleri mazlumların eli ile cezalandırmak şeklinde koyduğu yasanın gereklerini yerine getirenler, geçmişte nasıl başarıya ulaşmış ise , gelecekte de aynı başarıya ulaşacaklardır. Bu başarı sözü Allah (c.c) nin değişmez ve asla yalan olmayan bir sözüdür.

Allah (c.c) nezdinde "Ayrıcalıklı kul" statüsüne tabi hiç bir kul yoktur. Onun koyduğu yasalar çerçevesinde kim nasıl hareket ederse o karşılığı alır. Mü'min -kafir ayrımı yapmayan Allah (c.c) nin kullarından iman edenler "Allah bize neden yardım etmiyor?" diyerek sızlanırken , iman etmeyenler ise alayvari tavırlar ile "Allah'ınız size neden yardım etmiyor?" demektedirler. Bu iki gurubun da bilmediği maalesef, Allah (c.c) nin kimseye ayrıcalık tanımadığıdır. Allah (c.c) bütün kullarına iman etsin veya etmesin, dünyada yaptıklarının karşılığını eksiltmeden verdiği gibi , aynı karşılığı hesap gününde de kimseye eksiltmeden verecektir.

Bu sebeple , kimsenin yaptığı hatayı Allah'a yükleyerek kendi sorumluluğunu örtmeye hakkı olmadığı gibi , yaptığı şey büyük bir bühtandır. 

Şurası asla unutulmamalıdır ki , Allah (c.c) nin yaptığı hiç bir iş hata ve noksanlık barındırmaz , övgüye layık tek varlık olması nedeniyle ,yaptığı bütün işler doğru ve yerinde olup , kul olarak onun yanlış yaptığını iddia etmek , bizleri büyük bir sorumluluk altına sokacaktır. Ortada eğer bir yanlışlık varsa o yanlışın sebebini kendimizde aramak, ve çıkış yolunu araştırmak en doğru davranış olacaktır.

ELHAMDÜLİLLAHİ RABBİL ALEMİN/ ÖVGÜ(yanlış hiç bir iş yapmayan) ALEMLERİN RABBİNEDİR.