10 Temmuz 2016 Pazar

ERRAHMAN: Kulları Arasında Ayrım Gözetmeyen Allah'ın Bir İsmi

Esma- ül Hüsna denilince bugün bir çok Müslümanın aklına, Allah (c.c) nin 99 adet olan ve bunları sayanın cennete gideceği vaad edilen bir takım isimler gelmektedir. Fakat bir çok Müslüman , saydığı bu isimlerin anlamlarını bilmemekte ve bu isimlerin hayat alanında nasıl bir işlevi olduğundan habersiz bir halde olup, bu isimleri sadece ezberleyerek cennete gitmek derdine düşmüştür. 

Kur'ana baktığımızda 99 ile sınırlandırılmış olan bu isimlerin daha da çoğalması mümkün iken sayının 99 da bırakılmış olmasını izah edebilmek güçtür. Muhammed (a.s) dan gelen "Allah'ın 99 ismi vardır bunları sayan cennete gider" gibi rivayetleri, çokluktan kinaye olarak anlamak mümkün iken , literal okumaların sonucu ortaya çıkan bu durum, maalesef biz Müslümanların din konusundaki cehaletlerini göstermektedir. 

İnişi devam eden bir kitap içinde mevcut bulunan isimleri sadece 99 adet ile sınırlandırmak, Muhammed (a.s) için olmayacak bir şey olup bu gibi rivayetler, maalesef mistik bir inanışın tezahürü olarak kitaplara yansımıştır.

Muhammed (a.s) eğer bu tür sözler söylemiş ise , 98 den bir sonraki , 100 den bir önceki sayı olarak, veya bu sözleri sadece ezberleyerek cennete gitmek değil , hayata aktararak ve çokluktan kinaye olarak söyleyerek , cennete gidilebileceğini ifade etmek istemiştir. 

Esma-ül Hüsna olarak bildiğimiz isimler , bizlerin yegane ilahı ve rabbi olan Allah (c.c) yi tanıtan isimler olup , "ERRAHMAN" ismi bu isimlerden bir tanesidir. Her gün dilimizde defalarca tekrarlanan, fakat anlamı hakkında fazla bir bilgi sahibi olmadığımız bu ismin ifade ettiği anlam üzerinde tefekkür etmeye çalışmak, bu yazımızın konusu olacaktır.

Esma-ül Hüsna ile ilgili bilgi veren kitaplarda "Errahman" ismini anlamı genel olarak ,  " Mü'min kafir ayırt etmeden herkese rızkını veren" şeklinde geçmektedir. Bu anlamı bir çok Müslüman bilmesine rağmen, bu ismin anlamının hayat içinde nasıl yer bulduğu maalesef anlaşılamamış, Yahudi ve Hristiyanlardan devşirilmiş olan "Torpilli kul" teorisinin Müslümanlara yansımış hali, bizleri gökten yardım bekler bir hale düşürerek kafirlerin oyuncağı haline getirmiştir. 

Bugün biz Müslümanların anlamakta zorlandığı bir terim olan SÜNNETULLAH teriminin, esma içinde yer bulmuş kelime karşılığının, ERRAHMAN ismi olduğunu söyleyebiliriz. Bu iki terim, dünya hayatı içinde çok önemli bir yere sahip olup , Allah (c.c) nin kulları arasında ayrım yapmadan , onun tarafından konulmuş olan toplumsal yasalara uyan her kim olursa yani mü'min kafir ayrımı yapılmamasını ifade etmektedir.

Bugün biz Müslümanların içinde bulunduğu zelil durum gözler önünde olup , Müslüman olmayanlar tarafından "Allah Müslüman olduğunuz halde neden size yardım etmiyor?" şeklinde , Müslüman olanlar tarafından ise , " Allah Müslüman olduğumuz halde neden bize yardım etmiyor?" sorusu sorulmaktadır.

Eğer bu insanlar Allah (c.c) nin "Errahman" isminin anlamını ve , "Sünnetullah" denilen toplumsal yasaların nasıl işlediğini bilseler di , böyle bir sorunun abesle iştigal olduğunu kolaylıkla anlamış ve neden biz Müslümanların yardıma mazhar olmadıklarını anlamış olurlardı. 

ERRAHMAN ismi ve SÜNNETULLAH denilen toplumsal yasalar, hayat içinde nasıl karşılığını bulur?. 

Kur'an kıssalarını okuduğumuz zaman , bu kıssalarda göze çarpan en önemli nokta , iman edenlere yardım edilmiş olması , kafirlerin ise helak edilmiş olmasıdır. Ne acıdır ki, bu kıssalar genel olarak masal tadında okunduğu için bu kıssalarda anlatılan toplumsal yasaların kıyamete değin sürecek olduğu bilgisi pek akla getirilmemekte ve bu yardıma mazhar olmaya uygun bir yaşam tarzı, biz Müslümanlar tarafından hayat sahasına pek konulmamakta , yardıma mazhar olan taraf kafirler , helaka uğrayan taraf ise bizler olmaktayız. 

Şayet bu kıssalarda anlatılanlar "Errahman" isminin bir tecellisi, ve "Sünnetullah" denilen toplumsal yasaların işleyişi olarak okunmuş ve hayat içinde pratiğe aktarılmış olsaydı , bugün biz Müslümanlar , içinde bulunduğumuz bu zelil duruma düşmekten büyük ölçüde kurtulmuş olurduk.

Kur'an kıssalarının ortak mesajlarından bir tanesi , Allah (c.c) katında torpilli bir kul gurubu olmadığı , onun yardımını hak etmek için , Yahudi , Hristiyan , Müslüman v.s gibi özel kimlik sahibi olmak gerekmediği , onun yardımını hak etmek için gerekli olan şeyin sadece ve sadece onun koyduğu toplumsal yasalara uymak gerektiğidir. Bu yasalara , anlatılmış olan kıssalar içinde, iman edenler uyduğu için onlar yardımı hak etmiş , kafirler ise helakı hak etmişlerdir. 

Bu gerçeği bugün , "Kafir" olarak bildiğimiz insanların , bilim , sanat , teknoloji , savunma , ekonomi v.s gibi dallarda biz Müslümanlardan üstün olmaları şeklinde görmekteyiz. Çünkü Allah (c.c) çalışanın çalışmasının karşılığını "Bu kulum kafir" demeden vermekte , netice olarak "Kafir" olarak bildiğimiz toplumlar biz Müslümanlardan daha ileri bir vaziyettedir. 

Biz Müslümanlar ise yüz yıllardır , Hz. Alinin cenkleri , kesik baş hikayeleri , Bedir savaşlarında meleklerin nasıl yardım ettiği masalları ile uyuyarak kendimizi geçmişimiz ile avutmakta ve helak edildiğimizden dahi haberimiz olmayan bir hayat sürmekteyiz.

Sorun ortada bu şekilde durmakta ve bu sorunun nasıl aşılabileceği sorusu, cevabını beklemektedir.

Sorunu aşabilmenin ilk basamağı , öncelikle Allah (c.c) nin "Torpilli kul" olarak gördüğü hiç bir topluluğun olmadığı inancının, biz Müslümanlar arasında kabul görmesinden geçmektedir. Allah (c.c) nin bir kul veya topluluğa yardım etmesinin kuralı, o topluluğun herhangi bir kimliğe sahip olması değil , o kul veya topluluğun işleyiş yasalarına uygun bir davranış sergilemesinden geçtiği bilinci oluşmadan biz Müslümanların ayağa kalkması mümkün olmayacaktır.

Bu ismin anlamından habersiz olarak yapılan , "Errahman ya Allah" diye kafa sallayarak yapılan esma zikirlerinin bizleri cennete götüreceği inancı, maalesef sadece bir kuruntudan ibarettir. İslamı sadece ruhbanlıktan ve belirli zikirleri ve ritüelleri yerine getirmekten ibaret zannetmek bizleri maalesef bugün içinde bulunduğumuz duruma düşürmüştür. 

Allah (c.c) nin isimlerinin her biri hayat içinde anlama sahip olup , bu anlamlar içselleştirilmeden , Allah (c.c) nin tanınması mümkün değildir. 

Bizlerin tanıdığı Allah inancı , maalesef bize Kur'an tarafından tanıtılan bir Allah inancı değil, kulları arasında ayrım yapan !! , Müslümanlara ayrıcalık tanıyan !! bir Allah'tır. Bunun böyle olmadığını görenlerin bir kısmı "Acaba nerede hata yapıyoruz" şeklinde bir öz eleştiri yapmamakta , ve hatayı Allah (c.c) de arayarak küfrün karanlıklarında kaybolmaktadır. 

“KADERMİŞ” Öyle mi? Haşa, Bu Söz Değil Doğru;
Belanı İstedin, Allah da Verdi... Doğrusu Bu. (Mehmet Akif Ersoy)


Kul olarak bize düşen görev , başımıza gelen her musibetin kendi ellerimiz ile işlediğimizin bir sonucu olduğu , bu konuda eğer suçlu aranacaksa bu suçlunun Allah (c.c) değil kendimiz olduğuna inanmaktır.

Sonuç olarak ; "Errahman" isminin kitaplarda genel tarifi olan "Mü'min olsun olmasın herkese rızkını veren" anlamı hayat içinde , "Mü'min kafir ayırt etmeden herkese çalıştığının karşılığını veren" şeklinde anlaşılması gerekmektedir. 

Bu anlayış , bizleri ataletten kurtararak çalışmaya ve bu suretle Allah (c.c) nin yardımını hak etmeyi gerektirecek ameller işlemenin gerektiğine inandıracak , ve zelil durumdan çıkışın kapısını aralayacaktır. 

"Sünnetullah" denilen yasaların işleyiş kuralları yazılı olarak beyan edilmesinin yanı sıra , yaşanmış kıssalar ile hayat içinde nasıl pratik bulduğu , Kur'an içinde yer almış olmasına rağmen , Kur'anın hayat kitabı olduğundan habersiz yapılan okumalar neticesinde , bu beyanlar maalesef buhar olup uçmuştur.

Müslümanların dünya hayatında helak olmaktan kurtularak , yeniden hakim duruma geçmeleri , öncelikle Allah (c.c) yi doğru tanımalarından geçmektedir. Doğru tanınan bir Allah'ın kulları arasında ayrım yapmadığı , koyduğu toplumsal yasalara uyanlar kafirler de olsa, onlara yardım ettiği bilinci bizler arasında oluşmadıkça, merhum şair Mehmet Akif'in dizlerinde anlattığı Müslüman tiplemesinden asla kurtulamayız. 

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

2 Temmuz 2016 Cumartesi

Ülkemizde Ramazan Manzaraları ve Allah'ın Hudutlarına Saygısızlık Yarışı

Allah (c.c) yaratmış olduğu biz insanları , göndermiş olduğu elçiler ve kitaplar ile adına "Eddin" dediği yaşam kuralları belirleyerek, bu kurallara uymalarını istemiştir. Bu kurallara uyma veya uymama konusunda insanların iradelerini serbest bırakmasına karşın , uyanlara ve uymayanlara nasıl bir karşılık vereceğini yine aynı kitaplarda beyan etmiştir. 

Son elçi Muhammed (a.s) ve ona indirilen Kur'anın Bakara s. 183- 187. ayetleri arasında, Ramazan ayı içinde iman edenlere günün belirli vakitlerinde yeme içme ve cinsel yasaklar koyarak, bunlara uyulması bizlerden istenmiştir. Yazımızda, bu görevin fıkhi boyutu üzerinde değil , % 99 nüfusun "Ben Müslümanım" dediği bir ülkede bu emre uyulma konusunda gösterilen hassasiyete dair olacaktır. 

Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki , Allah (c.c) oruç tutma konusunda insanlara kaldıramayacağı bir yük yüklememiş , hastalık , yolculuk , güç yetirememe gibi mazeret durumunda onları oruçtan muaf tutmuş , mazaretleri geçtiğinde bu vazifeyi yerine getirebileceklerini , sürekli mazereti olanlara ise fidye verebileceklerini bildirmiştir. 

Ancak ülkemizin bir kısmında kalan illerin bir çoğunda oruca gösterilen saygı , ülkenin diğer bir  kısmında kalan bir çok ilde gösterilmemekte , insanların bazılarının oruç tutmadıklarını alenen izhar etmek için sanki bir yarış içine girmişçesine bir hayat sürdüğünü görmekteyiz. Yapılan bu hatanın bize dünya hayatı içinde getirebileceği acı sonuçların, sadece oruç tutmamakta ısrarcı olan kesimi değil, hepimize yansımalarının olacağını düşündüğümüzde geleceğimiz pek parlak görülmemektedir. 

Hata olarak gördüğümüz nokta, insanların oruç tutmamasından ziyade , tutmadıklarını göstermek için girdikleri yarış olduğunu tekrar hatırlattıktan sonra , Allah (c.c) nin kurallarına uymamanın toplumların helak olma sebebi olması açısından bu durumu değerlendirmeye çalışacağız. 

İman iddiasında olan insanların yapması gereken vazifelerden birisi , imanın gereği olanları yerine getirmeye çalışmak , yerine getirmeyenleri ise uyarmaktır. "İyiliği emretmek kötülükten nehyetmek" şeklinde beyan edilen bu görevi oruç tutmayanları ikaz konusunda yerine getirdiğimiz pek söylenemez. 

Oruç tutmayanların alenen bunu izhar etmelerine karşılık , yapılanın yanlış olduğu uygun bir dil ile anlatılmalı , şiddet asla kullanılmamalıdır. Bu yazının amacı kötülükten sakınmayan , sakınmayanları uyarmayanların bir toplumun ne hale gelmesine sebep olduğunu yaşanmış bir kıssa üzerinden hatırlatarak aynı duruma düşmemize engel olmaya çalışmaktır.

Araf s. 163-168. ayetler arasında , İsrailoğullarına mensup olan deniz kıyısında yaşayan bir topluluğun başına gelenler bizlere anlatılmaktadır. Bu anlatımın sebebi, sadece bu kavmin ne denli açgözlü olduğu değil , Allah'ın hudutlarına uymamanın bir toplumu ne hale getirdiğidir. 

Bu topluluğun başına gelenler, sebep-sonuç ilişkisi dahilinde yaşanan toplumsal yasaların bir sonucu olup, sadece o kavme has bir durum değildir. Bu kıssayı , aynı hatayı yapan toplulukların kıyamete kadar başına gelecek olan bir durumu haber vermesi açısından okuduğumuzda , "Deniz kıyısında yaşayan insanların kıssası" nı, ülkemizde yaşanan Ramazan manzaraları ile ilişkisini kurarak "Türkiye de yaşayan insanlar" olarak okumak , ve onların başına gelenler ile , Türkiye de oruç yasağına uymamanın sonucu başımıza gelebilecek olan akıbeti bu kıssadan okuyabiliriz. 

Araf s. 163 -168 ayetleri arasında anlatılan bu kıssayı okuyanlar , cumartesi avlanma yasağı getirilen bu topluluğun 3 kısma ayrıldığını görebilirler. 

1- Avlanma yasağına uymayanlar. (Aktif kötü)
2-Avlanma yasağına uyanlar ve aynı zamanda bu yasağa uymayanları uyaranlar. (Aktif iyi)
3-Avlanma yasağına uymasına karşın bu yasağa uymayanları uyarmayanlar. (Pasif iyi)

Ülkemizde oruç yasağına uyma konusunu bu kıssa ile bir benzerliğini kuracak olursak, ülkemizdeki insanları da 3 gurupta değerlendirmek mümkündür. 

1- Oruç yasağına uymadıklarını alenen izhar edenler. (Aktif kötü)
2- Oruç yasağına uyanlar ve aynı zamanda bu yasağa uymayanları uyaranlar. (Aktif iyi)
3- Oruç yasağına uymasına karşın bu yasağa uymayanları uyarmayanlar. (Pasif iyi)

Araf suresindeki kıssaya dönecek olursak , bu kıssada anlatılan 1. ve 3. guruptaki insanların helak edilirken ,sadece 2. gurupta kalan insanların kurtulduklarını görmekteyiz. 

Burada kıssayı okuyanların aklına " Neden yasağa uydukları halde 3. guruptaki insanlar da helak edildiler?" şeklinde bir soru gelebilir. 

Kıssayı dikkatle okuyacak olursak , bu guruptaki insanların yasağa uymalarına karşın neme lazımcı bir tavır içine girerek "Her koyun kendi bacağından asılır" düşüncesi içinde olduklarını görmekteyiz. 

İşte bu pasif iyi şeklinde bir tavır içinde olmak , onları aktif kötüler ile aynı guruba dahil ederek , neticede birlikte helak olmalarına sebep olmuştur. Yani sadece kötülüğü işlememiş olmak helaktan kurtulmak anlamına gelmemekte , kötülüğü işleyenleri uyarmaya çalışmak görevimiz olmalıdır. 

Kıssadan alınabilecek olan hisseyi ülkemizde yaşanan ramazan manzarası ile birlikte okuyacak olursak ; 

Hiç kimse hiç kimseyi oruç tutması konusunda bir zorlamaya tutamaz. Ancak oruç tutmayanların bu görevi yapmadıklarını alenen açığa vurmak gibi bir hakları da yoktur. Bu durum açıkça Allah'a karşı bir isyanın dışa vurulmuş bir hali olup , bu halin yaşandığı topluluklar , bu isyanın bedelini değişmeyecek olan toplumsal yasalar gereği dünya ve ahirette ödeyeceklerdir.

Aktif kötüye karşı pasif iyi olmak değil, aktif iyi olmak zorundayız. Aktif iyi olarak vazifemiz, yapılan bu cürmün resmen Allah'a karşı bir savaş açmak olduğu , ve Allah'a karşı savaş açanların şimdiye kadar galip geldiğini görülmediğini hatırlatmaya çalışmak olmalıdır.
Biz üzerimize düşen vazifeyi yaptıktan sonra , karşımızdaki bu hatırlatmayı ister kale alsın , ister almasın muhatabın bileceği iştir. 

Oruç sadece aç kalmak şeklinde yapılan ruhbani bir ibadet değil , Allah'ı ilah ve rab olarak kabul etmenin insan hayatındaki bir yansımasıdır.Geçerli bir mazereti olmadan tutmamak , hele bunu açıktan açığa izhar ederek ortalıkta yemek , Allah'ın gazabını hak etmek anlamına gelecektir.

Kur'an bir çok ayette kavimlerin yıkılışlarından bahsetmektedir. O kavimlerin yıkılış sebeplerine baktığımızda Allah'a karşı savaş açmaları , ve bu savaşın sonunun değişmeyen toplumsal yasalar gereğince , o kavimlerin yenilgisi ile son bulmuş olduğunu görürüz. Allah ile yapılan savaşın sonucunun baştan belli olduğunu düşündüğümüzde , dün ona savaş açanlar ne hale düştü ise , bu gün ve yarın ona savaş açanlar da aynı hale düşecektir. 

Araf suresindeki kıssaya dönecek olursak , o kıssada yasağı çiğneyenlerin maymuna dönüştürüldüğü haber verilmektedir. Bu kavmin uğradığı sonun "Sünnetullah" yasaları gereği olduğu , ve yasalarda asla değişim olmayacağına göre maymun olma hali aynen devam edecektir. 

Tabiki maymun olma halini ,  şekli olarak meydana gelecek bir değişimden ziyade , Kur'anın Allah'ın yasalarını çiğneyenleri "Enam" (hayvan) olarak nitelendirmesini dikkate alarak okumak durumundayız. 

[007.179] And olsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık; onların kalbleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir.
[025.044]  Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.

Ayetlerin hayvanı aşağılayıcı olarak değil , insanın Allah'a karşı isyan ettiği takdirde düştüğü aşağı durumu beyan etmesi , ve hayvanların söylenen sözü anlamamasını dikkate aldığımızda , insanın kendisine söylenen sözü dikkate almaması sonucu düştüğü durum tasvir böyle tasvir edilmektedir. 

Ülkemizde yaşayan insanlarla , aynı gemide olduğumuzu unutmadan , bu gemiye gelecek olan bir zararın herkesi etkiyeceği muhakkaktır. Neme lazımcı tavırlar içine girerek bir köşeye çekilmek , yarın gelebilecek olan bir tehlikeden bizlerin kurtulmasını sağlamayacak , zalimlere dokunan ateş bize de dokunacaktır. 

İnsanların oruç tutmamaktan ziyade , tutmadıklarını alenen izhar etmenin Allah indinde büyük bir gazaba sebep olacağını anlatarak , gelecek olan muhtemel yıkımdan bizlerin kurtulmasını sağlamak görevimiz olmalıdır. 

Yaşadığımız ülke topraklarında dahi, o ülke yöneticileri tarafından belirlenmiş kurallara uymakta gösterdiğimiz hassasiyeti , mülkü üzerinde yaşadığımız rabbimize karşı göstermemiş olmamız elbette cezasız kalmayacaktır. 

Ülkemizde Müslüman olmayan toplulukların dahi, daha önceki yıllarda Ramazan ayında oruç tutan Müslümanlara saygı için , alenen yemek içmekten imtina ettiğini hatırladığımız zaman , kendisine "Ben Müslümanım" diyen insanların böyle bir inceliği dahi gösteremeyecek hale gelmiş olması , toplum olarak nereden nereye geldiğimiz açısından düşündürücüdür.

Sonuç olarak ; Oruç Allah'ın iman edenlerin üzerine belirli bir zamanda yazdığı bir farziyyet olup , geçerli bir mazereti olmayanların yerine getirmekle yükümlü oldukları bir mükellefiyettir. "Memlekette demokrasi var ister tutarım ister tutmak" diyerek alenen ortalıkta gezenler , Allah'a savaş açtıklarını bilmelidir. 

Bir kimse elbette günah işleme hakkına sahiptir. Ancak bu günahını alenen dışa vurarak reklamını yapma hakkına sahip değildir. Bu hakka sahip olduklarını zannedenler, geçmişte nasıl bir akıbete uğramış ise , gelecekte de aynı akıbete uğrayacaktır.

Bize düşen görev kendimiz asker yerine koyarak onlara şiddet uygulamak değil , yaptıkları bu eylemin yanlışlığı ve getireceği acı sonuçları hatırlatmak olmalıdır. Kur'an kıssalarının yaşanmış hayat örnekleri sunarak , yaşanacak hayatlara ibretlik mesajlar sunması özelliğini dikkate aldığımızda , Araf suresi içinde anlatılan deniz kenarındaki kasabanın kıssası ile mazeretsiz oruç tutmayarak bunu sokaklarda alenen açığa vuranların ve onları ikaz etmeyenlerin sonlarının birbiri ile aynı olacağını unutmayalım. 

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


30 Haziran 2016 Perşembe

ZÜMER s. 45. Ayeti : Allah (c.c) yi Tek Olarak An(a)mayan Müslümanlar

Şirk kavramı, Kur'anın odak kavramlarından olup, "Allah (c.c) nin hükümranlık alanına giren konularda onun dışındakilerin hükmüne tabi olmak" anlamına gelmekte ve bu cürmü işleyerek ölmeden evvel bu cürümden dönmeyenlerin ebedi cehennem ile cezalandırılacağı haberi bizlere aynı kitap içinde müteaddit defalar haber verilmektedir. 

Bu kavramın ifade ettiği anlamlar , maalesef bir kısım Müslümanın hayatı içinde yer almakta ve kendisine "Ben Müslümanım" diyen bir çok Müslüman, şirk içinde bir hayat geçirmekte , ve bu şirklerinden haberleri olmadan vefat etmektedirler. 

Yazının amacı ,kimseyi tekfir etmeye yönelik olmayıp , Zümer s. 45. ayeti örneğinde şirk'in Müslüman hayatında nasıl yer aldığına dikkat çekmeye çalışarak , bundan sakınılmasına yönelik bir hatırlatmadır.

[039.043] Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: «Onlar bir şeye sahip olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi şefaat edecekler?»
[039.044]  De ki: «Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra hep döndürülüp O'na götürüleceksiniz.»
[039.045]  Böyle iken Allah bir olarak anıldığı vakıt Ahırete inanmıyanların yürekleri burkulur da ondan berikiler anıldığı vakıt derhal yüzleri güler.

Ayetin ilk muhatap kitlesi Mekkeli müşriklerdir. Biz bu ayeti "sadece onlara hitap ediyor" diyerek tarihe gömmek yerine , bu ayetin içerdiği mesajı dikkate alarak , aynı durumun Müslümanlardaki yansımalarına dikkat çekmeye çalışacağız.

Bilindiği üzere bugün İslam coğrafyasında yaşayan Müslümanların inançlarının kaynağı vahiyden değil, rivayetlerden beslenmektedir. Muhammed (a.s) ın vefatı sonrası gelişen bazı olaylar , Müslümanları "Vahiy merkezli din" den , "Elçi merkezli din" e yöneltmiş ve bu yönelimin yol açtığı itikadi bozukluklar ile bugüne bu şekilde gelinmiştir.

Vahyin elçisi olan Muhammed (a.s) a, Allah (c.c) tarafından verilmiş olan "Nebi Resul" payesi bizlere az gelerek , onu daha yukarı taşıma emareleri, daha ilk yıllardan itibaren Müslümanlar arasında rağbet görmeye başlamış , ve neticede Muhammed (a.s) nin ismi, Allah (c.c) nin ismi ile birlikte anılmaya başlamıştır. 

Bilindiği üzere onun sözlerinin aynı Kur'an gibi yani vahiy olduğu şeklinde yerleştirilmiş olan inanç , maalesef İslam dünyasının çoğunluğunda kabul gören bir anlayıştır. Böyle olunca Onun sözleri Kur'anın önüne geçmiş , ve rivayet merkezli bir dinin temelleri bu yolla atılmıştır. 

İlerleyen zamanlarda , Muhammed (a.s) a yüklenen misyon öyle bir hale gelmiştir ki , onun ismi anılmadan Allah isminin anılması sanki günhamış bir bir algı oluşturulmuş ve Hristiyanların teslis (üçleme) akidesine karşılık bizde de tesniye (ikileme) akidesi oluşturulmuştur.

Bugün bir çok Müslümanın ağzında "Ya Rabbim Ya Resulullahım" , "Ya Allah Ya Muhammed" , "Kur'an ve Sünnet" gibi ikilemeler, dindarlık ifadesi olarak dolaşmakta , böylelikle Zümer s. 45. ayetinin haber verdiği durumun bir benzeri, biz Müslümanlarda bu şekilde yaşanmaktadır. 

Fatiha okunmadan önce "El fatiha meassalavat" şeklinde komut verilerek , fatihaya başlanmadan evvel salavat okunması gerektiği düşüncesi , bir çok Müslümanın zihninde yer etmiş doğru bilinen yanlışlar serisindendir. 

Duaya başlanmadan evvel salatü selam okunarak başlanması gerektiği düşüncesi , edilen duaların önce Muhammed (a.s) a uğrayarak oradan Allah (c.c) ye çıktığı inancının kişinin itikadında derin bir yara açtığı bilinmeden , duaların kabulü için ne kadar bol salavat okunursa o kadar iyidir düşüncesi ile salavat kampanyaları dahi yapılmaktadır.

Dünyanın her neresinde bir camiye gitsek , oralarda "Allah" ve "Muhammed" isimlerinin yan yana olduğunu müşahede edebiliriz. Dahası , 4 halife ve aşere i mübeşşere olarak bilinen 10 sahabenin isimleri duvarları kaplamaktadır. 

Yukarıda bahsettiğimiz kelimeleri kullanan bir Müslümana , bunları kullanmanın yanlış olduğu söylense, bir çoğu karşı çıkarak bu yanlışlığı hatırlatan kimse , "Sen peygambere düşman mısın?" şeklinde sert bir tepki ile karşılaşacaktır.

Bir çok Müslümanın algısında peygamber sevgisi demek , onun ismini Allah (c.c) ile birlikte anarak onun şefaatine nail olmak ve böylece cehennemden azat olmak anlamına gelmektedir. 
Başlı başına garabet bir düşünce olan şefaat düşüncesi , Kur'anın bir çok yerinde müşrik inancı olduğu gerekçesi ile ret edilmişken , nasıl olmuşsa olmuş bu inanç biz Müslümanlarda akide konusu haline getirilmiştir.

Bugün bir çok Müslümanın Allah inancında büyük problemler olup , bu problemlerin Kur'anın gösterdiği ışığın izinde çözülmesi gerekmektedir. Allah (c.c) nin kim olduğu , onun elçisi de olmuş olsa bir beşere hiç bir şekilde kendisine ait olan yetkilerden bir kısmını devretmesinin imkansız olduğu inancı kökleşmeden gerçek bir peygamber sevgisi asla oluşamaz.

Şirk kavramının geçmişte kalmış veya bizim dışımızda olanlar ile sınırlı bir kavram olmadığı , bizlerinde her an bu tehlike ile karşı karşıya kalabilmesi muhtemel olduğu düşüncesi Müslümanlarda yaygınlaşmadan , bu gibi yanlışların önüne geçmek asla mümkün olmayacaktır. 

Allah (c.c) nin ismini söylerken , Muhammed (a.s) ın isminin anılması sanki farzmış gibi bir algı sahibi olanlara , böyle bir durumun olmadığını , aksine böyle bir ikileme kullanmanın kişiyi şirk'e düşürme tehlikesi olduğunu anlatmanın kolay olmadığını da bilmekteyiz. 

Dinlerini kerameti müritlerinden menkul şeyh efendilerden öğrenenler için , bunları anlaması zor hatta imkansız gibidir. Bu gibi kimselerin hatalarını yumuşak bir dille anlatmaya çalışmak gerekmektedir. Onlar sert dil kullansa dahi, bizlerin aynı sert üslubu onlara karşı kullanmadan doğru bildiklerimizi anlatmak zorundayız. Kimseye kendi düşüncemizi dikte ettirmek gibi bir vazifemiz olmadığı da asla unutulmamalıdır. 

Kişi merkezli din anlayışı içinde olan tasavvuf kesimi için bu tehlikenin daha büyük olduğunu söylemek isteriz. İsimleri meşhur olan ve "Gavs" , "Kutub" , "Evliya" ,  "Sadat" v.s olarak bilinen kimseler üzerinden yapılan şirk içeren ifadeler , maalesef bir çok cahil müridin ağızlarında "Yetişşşş yaaaa ......." , "Medet yaaaa....." şeklinde dolanmaktadır. 

Allah (c.c) nin isminin yanına başka isimler koymanın tezahürleri çok geniş bir alanın konusu olmakla birlikte , biz sadece Müslümanların Muhammed (a.s) a yükledikleri yarı ilah misyonunun sözel kesime yayılmış şeklindeki yanlışa dikkat çekmeye çalıştık. Bu cürmün cezası ise şu şekilde beyan edilmektedir. 

[040.012]  Bunun sebebi şudur ki, «Siz tek Allah'a çağırıldığınız zaman inkar ettiniz, O'na ortak koşulduğunda da inanıyordunuz, işte hüküm O ulu, O büyük Allah'ındır.»

Sonuç olarak ; Dini Kur'andan öğrenmemenin açık bir tezahürü olan ve vahyin yerine kişiyi merkeze alan bir inancın göstergesi olan Allah (c.c) nin isminin yanına peygamberin ismini koymak yanlış bir inanç olup, kişiyi şirke götürebilir.

Muhammed (a.s) ı  sevmek elbette her Müslümanın görevidir , ancak bu sevginin aşırısı nasıl Hristiyanları şirk'e götürdü ise , Müslümanları da şirk'e götürebilir. Vahiy , bu konuda da bizlere sınırlarımızı göstermekte , şirk'e düşmeden bir sevgi nasıl gösterilir onu en sahih biçimde öğretmektedir.

Şurası asla unutulmamalıdır ki , Allah (c.c) isminin yanına hiç bir ismi bu elçisi olmuş olsa da kabul etmez. Bizlerin peygamber sevgisi adına yaptığımız bazı hatalar bizlerin ebedi olarak cehenneme sevk edilmemize sebep olabilecektir. Yapılan bu tür yanlışları ikaz etmek peygamber düşmanlığı değil , aksine bu gibi yanlışları yapanlar bilerek veya bilmeyerek Allah ve peygambere düşmanlık yapmaktadırlar

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

28 Haziran 2016 Salı

Süleyman (a.s) ın Asasını Kemiren Kurtları Mesaj İçerikli Okuma Çalışması

Süleyman (a.s) kıssası , özellikle ellerinde yönetim , askeri ve maddi güç bulunanların bu güçleri hak ve adalet ölçülerinde nasıl kullanması gerektiğini öğreten bir kıssadır. Eğer bu kıssa , "Bu kıssadaki anlatımların günümüze dönük mesajı nedir?" sorusunun cevabını aramak maksatlı okunacak olursa , yaşanan ve yaşanacak olan tüm zamanlara dair mesajlar taşıyan bilgileri ihtiva eden bir kıssa olduğu anlaşılacaktır. Bu yazımızda , Onun kıssasının anlatıldığı Sebe s. 14. ayetini ele alarak, o ayet içinde anlatılmaya çalışılan mesajı okumaya gayret edeceğiz. 

[034.014] Onun ölümüne hükmettiğimiz zaman; ölümünü onlara ancak değneğini yiyen canlı farkettirdi. Yere düşünce ortaya çıktı ki; eğer cinler gaybı bilselerdi, horlayıcı azab içinde kalmazlardı.

Bu ayeti literal bir anlama hapsederek okumaya çalıştığımızda ortaya çıkan anlam şu şekildedir ; 

Süleyman (a.s) ölmüş olduğu halde asasına dayalı bir vaziyette yıllarca ölü olarak kalmış , bunu kimse anlamamış , onun asası bir kurt tarafından kemirilmek sureti ile kırılınca o da yere düşmüş ve öldüğü cinler tarafından böylece anlaşılmıştır.   

Bu ayetin tefsirlerine bakıldığında, lafızcı yaklaşımın etkilerine rastlamaktayız , ancak bu tür tefsirlerin, ayetin içerdiği mesajı anlamakta engel teşkil ettiğini ifade etmek istiyoruz. Bu ayete sadece lafızcı bir yaklaşım ile bakıldığında, olay sadece Süleyman (a.s) ile sınırlı kalacak , ayetin zaman ve mekanı aşan evrensel mesajı ıskalanmış olacaktır. 

Bu sebepten ötürü , ayetin içerdiği mesaja odaklanarak , onu okumaya çalışmak , ayetin zaman ve mekan üstünü aşan mesajını anlamamızı kolaylaştıracaktır. 

Bu ayetin anlaşılması için Süleyman (a.s) ın kıssasının bütüncül bir şekilde hatırlanması gerekmektedir. Geniş bir coğrafi alana yayılmış olan topraklar üzerinde hükümdarlık yapmakta olan Süleyman (a.s) , bu topraklar üzerinde yaşayan insanları hak ve adalete uygun bir şekilde yönetmektedir. Onun kıssasını ele almaya çalıştığımız bundan önceki yazılarımızda da , onun hükümdarlık örneğinin , tüm zamanlar için geçerli bir örneklik oluşturduğu düşüncesi üzerinden kıssayı okumaya çalıştığımızı hatırlatmak istiyoruz. 

Kıssasını okuduğumuz zaman , onun cinleri ve şeytanları emri altında çalıştırmış olduğunu görmekteyiz. cinler ve şeytanlar olarak ifade edilen toplulukların günümüz için ne anlama gelebileceğini , bundan önceki yazılarımızda işlemeye çalıştığımız için burada bu konuya değinmeyeceğiz. Onun cinleri ve şeytanları emri altında çalıştırmasının günümüze dönük mesajını okumaya çalıştığımız yazımızın linki aşağıdadır. 

https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2016/06/suleyman-as-orneginde-bir-devletin.html

Ayet içinde geçen ve asa olarak çevrilen "Minseetehu" kelimesi , "Vakit bakımından tehir etmek , ertelemek anlamına gelen "Nesee" kelimesinden türemiştir. Kur'anda "Asa" kelimesinin kullanıldığı ayetler olmasına rağmen , burada neden "Asa" kelimesi olarak değil de "Minseetehu" kelimesinin kullanıldığı konusunda biraz tefekkür etmek gerektiğini düşünmekteyiz.

Asa bilindiği üzere, gücü sembolize eden evrensel anlama sahip bir obje olarak Kur'an içinde de yerini almıştır. Hükümdarların elinde böyle bir objenin olması , o asayı elinde tutan kimsenin gücünü temsil etmektedir. Hükümdar konumunda olan bir kimsenin en önemli ve temel görevlerinden birisi , ülkesi içinde yaşayan halkını, hak ve adalet ölçülerine göre yönetmenin yanı sıra , o ülkenin düşmanlarına karşı ülkesini koruması ve düşman eline geçmemesi için her türlü çabayı göstermesidir. 

Tarih boyunca devletler arasındaki ilişkileri kısaca özetleyecek olursak , devletlerin birbirleri ile olan ilişkileri , ya bir devletin toprağını kendi sınırları içine almak , veya kendi toprağını başka bir devlete karşı savunmak şeklinde olmuştur. Bu durum böyle gelmiş , böyle gitmekte , böyle de gidecektir. 

Tarih boyunca hiç bir devlet diğer bir devlet ile gerçek bir dostluk kurmamış , kurmuş oldukları dostluk adındaki ilişkileri ise tamamen menfaate dayalıdır. Menfaatleri geri tepmesi halinde en iyi dost olarak görünen devletler bir anda birbirlerine düşman kesilmekte ve acımasızca birbirlerinin kanlarını dökmekten geri durmamışlar , hala durmamaktadırlar. 

Güçlü olanın güçsüz olanı yemek için fırsat kolladığı bu kurtlar sofrasında , askeri ve ekonomik açıdan güçsüz olan devletler , askeri ve ekonomik açıdan güçlü olan devletler tarafından her an saldırı tehdidi altındadır. Bir devlet eğer ayakta kalmak istiyor ise , askeri ve ekonomik açıdan güçlü olmak zorundadır.

Devletler arasındaki menfaate dayalı bu ilişki temelini dikkate aldığımızda , Sebe s. 14. ayetinde neden "Asa" değil de "Minseetehu" kelimesinin kullanıldığını anlayabiliriz. Çünkü bu kelimenin anlamı olan "Geciktirmek , ertelemek" anlamını devletler arası ilişkiler açısından düşündüğümüzde , Süleyman (a.s) ın hükümdarlığına ve mülküne kast eden düşmanları mevcut olmakla birlikte onun görevlerinden bir tanesi sahip olduğu topraklar üzerinde kurduğu hakimiyeti elinde tutmak , yıkılmasını engellemek yani kurmuş olduğu hakimiyetin yıkılmasını mümkün olduğunca GECİKTİRMEK ve ERTELEMEKtir. 

Ülkelerin yıkımının toplumsal yasalara bağlı olduğunu düşündüğümüzde , Süleyman (a.s) ın ülkesi de yıkım tehlikesi ile her zaman karşı karşıyadır. Süleyman (a.s) yönetmiş olduğu ülkenin yıkımını engellemek için gerekli olan askeri ve ekonomik yasaları hayata geçirmiş , ve güçlü bir ülke meydana getirmiştir. 

Süleyman (a.s) , yaşadığı zaman zarfı içinde hakimiyeti altında bulundurduğu toprakları ve insanları adil bir yönetici olarak en güzel bir biçimde yönetmiş , bu yönetim örneği Kur'anda bizlere anlatılarak , yönetici vasfını taşıyan insanların, ülkelerine ve o ülkede yaşayan insanlara karşı olan hak ve vazifelerini bizlere öğretmiştir. Onun ideal yöneticiliğinin örnekleri, eğer onun kıssası "masal içerikli" okumak yerine "mesaj içerikli" okunacak olursa , ilgili ayetler içinde açık bir biçimde görülecektir. 

Sebe s. 14. ayetine dönecek olursak ; 

Bu ayeti okurken öncelikle Süleyman (a.s) ın ölümü sonrası onun sahip olduğu hükümdarlığın ne duruma düştüğünün, bu ayet tarafından haber verilmesi olarak okunması gerektiğini düşünmekteyiz.

Süleyman (a.s) ölmüştür , fakat onun varisi olarak mülkünü devir alan her kim ise , Süleyman (a.s) ın karşı karşıya kaldığı tehlikeler ile o da karşı karşıya kalmış fakat , onun gösterdiği yönetim başarısını gösteremeyerek devletin yıkımına sebep olmuştur. 

Bu noktada Süleyman (a.s) ın babası Davud (a.s) a varis olduğunu hatırlamakta fayda vardır (27.16). Davud (a.s) dan almış olduğu hükümdarlığı daha ileriye götüren Süleyman (a.s) , bir yönetime varis olanların devraldıkları o yönetimi mirasyedi olarak değil , daha ileriye götürmek ile sorumlu olan bir kişi olarak görmeleri gerektiğini göstermektedir. 

Babası Davud (a.s) dan devir aldığı mirası daha ileriye taşıyarak, büyük bir mülke sahip olan Süleyman (a.s) ın ölümü sonrasında, onun mirasını devralanlar , onun babasından devir aldığı yönetimi onun gibi yaparak , bırakın daha ileriye taşımak , ellerinde bile tutmakta zorlanarak ülkenin yıkımına sebep olmuşlardır. 

 Süleyman (a.s) hükümdarlığını sürdürdüğü zaman içinde elindeki ülkeyi ve bu ülke sınırları dahilinde yaşayan insanları en doğru ve güzel bir biçimde yönetmiş , böylelikle tebası olan insanlara kendisine karşı isyan bayrağı açmayacak imkanları onlara sunarak, bir ülke için çok önemli olan iç barışı ve huzuru sağlamıştır. 

Bir ülkenin dış güvenliği için önemli olan savunma gücünü de Neml suresi içindeki kıssası içinde gördüğümüz üzere en kuvvetli bir biçimde ordu teşkil ederek oluşturan Süleyman (a.s) , ölümüne kadar ülkesini iç ve dış düşmanlara karşı en iyi biçimde korumayı başarmıştır. 

Süleyman (a.s) "Mensee" (asa) sı  yani ülkenin yıkıma uğramaması için gerekli olan toplumsal yasaları hayata geçirmesi şeklinde yaptığı yönetim uygulamaları , onun elinde böyle şekillenmiştir. Ancak aynı "Mensee" (asa) , ondan sonrakilerin elinde geçtiğinde kurtlara yem edilerek ülkenin helak olması sağlanmıştır.

Her insan gibi Süleyman (a.s) bir gün ölmüş ve yerine bir başkası geçmiştir. Süleyman (a.s) ın oluşturmuş olduğu yönetim anlayışı ve uygulamaları, yerine geçenler tarafından aynı şekilde sürdürülmemiş , bu onun kurmuş olduğu büyük imparatorluk zamanla yıkılmıştır. 

Asanın kurtlar tarafından kemirilmesi bu noktada biraz daha açıklık kazanacaktır. 

Yukarıda dediğimiz gibi , bir devletin yeryüzünde hüküm sürmesinin uzun süreli olmasının şartlarından birisi , o devletin sahip olduğu iyi hasletlerin devam etmesidir. Yani istikrarlı yönetim uygulamaları , bir devletin bekasını sağlamakta ana unsurdur. Her gelenin kendi kafasına uygun bir şekilde uygulamaya çalıştığı yönetim politikaları ülkelerin batağa saplanmasına sebep olacaktır. 

İlkeler üzerine kurulu devlet yönetiminin bu noktada önemi büyüktür. İlkeleri tesbit edilmiş ve gelenin keyfine göre şekillenmeyen yönetim politikaları , ülkelerin bekası için önemli bir husustur.

Bu durumu Süleyman (a.s) ın ülkesi bazında değerlendirdiğimiz zaman , onun yönetimini devir alanlar , eğer onun babasından aldığı yönetim ilkesini devam ettirdiği gibi , onun mirasını devir alanlar da Süleyman (a.s) dan aldıkları gibi aynı yönetim sistemini devam ettirmiş olsalardı başkaları tarafından yıkıma uğratılmaları mümkün olmayacaktı. 

Sebe s. 14. ayeti işte bu duruma dikkat çekmektedir. "Dabbetül arz" olarak ifade edilen deyimi daha genel anlamı ifade edecek olursak , ülkeleri ve o ülke halklarını hak ve adalet ölçülerine göre yönetmekten aciz kalanların tümünün başına gelecek olan yıkım gerçeği bu şekilde ifade edilmektedir.

Başta da söylemeye çalıştığımız gibi ülkelerin hayatiyetlerinin devam etmesi , o ülkenin doğru bir yönetime sahip olmasından geçmektedir. Yönetim konusunda acze düşülmesi halinde bu acizlikten faydalanmak isteyen ve Kur'anın "Dabbetül arz" olarak ifade ettiği kurtlar , ülkelerin yönetimlerini ellerine geçirmek için o ülkeleri içten ve dıştan yıkmak için her türlü çareye baş vuracaklardır.

Ülkelerin yıkımının toplumsal bir yasa olduğunu hesaba kattığımızda , o ülkelerin yıkımını hazırlayan sebeplerin kıssalar yolu ile anlatıldığını görmekteyiz. Ülkeleri yıkıma götüren en önemli sebep ise , hak ve adalet ölçülerine göre bir yönetim sergilenmemiş olmamasıdır.

Süleyman (a.s) kıssası işte bu noktada , ülke yönetimleri için prototip bir örneklik sergilemektedir. Onun ülkesi ve halkı için sergilemiş olduğu başarılı yönetim , yaşamı boyunca ülkesinin iç ve dış düşmanlardan korunmasını sağlamıştır. Onun ölümü sonrası aynı başarıyı gösteremeyen varisleri , ülkenin yavaş yavaş helak olmasına zemin hazırlayan sebeplerin oluşmasına sebep olacak yasaları hayata hakim kılarak, sonunda ülkenin yıkımına sebep olmuşlardır.

Hepimizin şahit olduğu üzere , bir ağacın kurtlar tarafından içinde kemirilerek çürütülmesi dışarıdan kolay kolay belli olmayan , fakat çürüme gerçekleşerek o ağaç kırıldığı zaman görüldüğü zaman ise o ağacın eski haline dönmesi mümkün olmamaktadır.

Bu durumu devletler açısından değerlendirdiğimizde , eğer bir devletin başında o devleti kemirerek yıkmak için giren kurtları göremeyen bir yönetim olursa , yıkım gerçekleştiği zaman geri dönüşü mümkün olmayacaktır. 

Bundan dolaydır ki ; bir devlet kendisini içten kemirmeye çalışan kurtları , o kurtlar ağacın içine girmeden önce görmek, ve ona göre tedbir almak zorundadır. Süleyman (a.s) bu konuda devletlere örneklik eden örnek bir elçidir. 

Ayet içinde geçen "eğer cinler gaybı bilselerdi, horlayıcı azab içinde kalmazlardı." ifadesini anlamak için, Kur'anın cinler ile ilgili anlatımlarını dikkate almak gerektiğini düşünmekteyiz. Mekkeli müşriklerin cin algılarında onlardan gaybe dair haber aldıkları iddiaları olduğunu bazı ayetlerden öğrenmekteyiz  (72.9). Ayet cinlerden alındığı iddia edilen bu tür gaybi bilgilerin yalan ve iftira olduğunu , bu ayet içinde onların gaybı bilmediklerini ifade ederek anlatmaktadır. 

Cinler , Süleyman (a.s) ın vefatı sonrasında bile onun varislerinin hükümdarlığı altında çalışmaya devam etmişler , fakat bu varislerin ülkeyi içten içe kemirmeye çalışan düşmanlar karşısında başarılı olamayarak ülkeyi yıkıma sürüklediklerini bilmeyerek çalışmaya devam etmişlerdir. İşte ayet, onların bu durumu üzerinden Mekkeli müşriklerin cin algılarına reddiye getirerek , onların gaybe dair herhangi bir bilgileri olmadıklarını ifade etmektedir. 

Sonuç olarak ; Yönetim kademelerinde bulunan kimseleri örneklik teşkil eden bir kıssa olan Süleyman (a.s) kıssasının anlatıldığı Sebe s. 14. ayetinde , onun babasından miras aldığı ve daha ileriye götürerek büyük bir imparatorluk haline getirdiği devletin , onun ölümü sonrasında gerçekleşen yıkımından bahsedilmektedir.

Devletler eğer Davud ve Süleyman (a.s) lar örneği paralelinde bir yönetim uygulaması sergilediği takdirde , bu devletlerin düşmanları tarafından yıkılma çalışmaları her zaman akamete uğrayacak , o devletleri yıkmaya çalışanlar hüsrana uğrayacaklardır.

Bunun tersi uygulamalar ise temelleri peygamberler tarafından atılmış devletler olsa dahi, onları devir alan varisçileri tarafından aynı uygulamalar devam ettirilmediği takdirde toplumsal yasaların işlemesi sonucunda yıkımdan asla kurtulamayacaklardır. 

Muhammed (a.s) ın Medinede oluşturmuş olduğu yönetim uygulamasının kendisinden sonrakiler tarafından devam ettirilmemiş olmasının meydana getirdiği olumsuzlukların hala etkilerinin sürmüş olduğunu gördüğümüzde , Süleyman (a.s) ın örnekliği daha önem kazanmaktadır.

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

26 Haziran 2016 Pazar

Zariyat s. 47. Ayeti Evrenin Genişlemesini mi Haber Vermektedir?

Kur'an ayetlerinin bazı bilimsel buluşları 1500 yıl önceden haber vermiş olduğu iddialarının , biz Müslümanların bilim dünyasından olan kopukluğunu ve ezikliğini örtme çabaları olarak yorumlamak sanırım yanlış olmayacaktır. Batı dünyasının kevni ayetleri okuma yolu ile elde ettiği bilgilerin, ve bu bilgiler ile elde ettiği teknolojik üstünlüğün altında ezilen biz Müslümanlar, bu bilimsel buluşlara karşı sadece "Ne olacak canım Kur'an bunları 1500 sene önce haber vermiş bunlar bizim kitabımızda zaten yazıyor" diyerek, züğürt tesellisi modundan hala çıkabilmiş değiliz. 

Kur'an ayetlerinin , uçağı , treni , elektiriği , ışınlamayı v.s bir sürü bilimsel icadı 1500 sene öncesinden haber verdiği iddiaları , sadece karşımızdaki insanları kendimize güldürmekten başka işe yaramayan iddialar olup, onlar da bu iddialara karşı "Madem sizin kitabınızda var neden siz bulmadınız da biz bulduk?" şeklinde sorularla bizleri susturmaktadırlar. 

Kur'anın bazı bilimsel buluşları 1500 sene öncesinden haber vermiş olduğu düşünceleri başkalarını kendimize güldürmekten başka bir işe yaramamasının yanı sıra, içinde bir takım yanlışları barındırması açısından tehlikeli bir söylem olup , bu yazımızda bu söylemin tehlikelerine dikkat çekmeye çalışacağız. 

Bu söylemin temelinde ,Kur'anın Allah kelamı olmadığına dair ortaya atılan iddiaların büyük payı olduğunu , ve bu iddiaların yanlışlığını ortaya koymak için , Kur'anın bugün bilim insanları tarafından yeni bilinen bazı şeyleri, daha 1500 sene öncesinden haber verdiği , dolayısı ile bu kitabın Allah kelamı olduğu bu yolla ispatlanmaya çalışılmaktadır. 

Bilimin verileri değişmez ve kesin veriler midir , yoksa bilim dün doğru dediğine  bugün yanlış , bugün yanlış dediğine ise yarın doğru diyebilir mi ?.

Elbette diyebilir , demiştir , demektedir, ve diyecektir. 

Öyleyse bilimsel veriler ile, Kur'an ayetleri arasında bir paralellik kurarak bu kitabın Allah katından olduğunu doğrulamaya kalkmak, bizleri bugün haklı çıkarabileceği gibi , yarın haksız çıkarabilir. Bilimin bugün "Doğru" olarak ortaya koyduğu bir buluşa , "Bak Kur'an da aynı şeyi söylüyor" dediğimizde , aynı bilim dün doğru dediğine bugün "Yanlış" dediğinde bizler bu durum karşısında ne yapabiliriz.

İslami literatürde "Zan" olarak ifade edilen bilgi kaynakları ile Kur'anın anlaşılmaya çalışılması , Müslümanlar arasındaki sorunların kaynağını oluşturmaktadır. Aynı şekilde zan olarak ifade edebileceğimiz bilimsel veriler ile Kuranı anlamaya çalışmak , büyük sorunlara neden olacak ve olmaktadır. 

Değişkenlik arz etme ihtimali bulunan bilgiler ile Kur'an ayetlerinin tefsir edilmeye çalışılması bizleri bugün sevindirebilir iken , yarın üzülmemize ve utanmamıza neden olabilir.

Kur'anın bazı bilimsel buluşları tasdik eden bir kitap olduğu iddiası , bu kitabın bazı ayetlerinin 1500 yıldır anlaşılmadığını iddia etmek anlamına da gelecektir. Çünkü bu kitap, ilk indiği zaman ve mekanda yaşayan insanlara kendisinin "Anlaşılır ve Açık" olduğunu bildirmektedir. Böyle bir iddia aynı zamanda , bu kitabın bazı ayetlerinin anlaşılırlığının ve açıklığının 1500 sene sonrasına tehir edildiğini söylemek anlamına gelecektir.

Arapça metni "وَالسَّمَاء بَنَيْنَاهَا بِأَيْدٍ وَإِنَّا لَمُوسِعُونَ" olan Zariyat suresi 47. ayetine,  bu ayet ile ilgili farklı mealler olmasına rağmen " Göğü, gücümüzle Biz kurduk; şüphesiz biz onu genişleticiyiz" şeklinde yapılan meallere dayanılarak , evrenin genişlemesi teorisine bu ayetin işaret ettiği iddia edilmektedir.

Öncelikle bu ayete böyle bir meal verilmesinin hatalı olduğunu söylemek istiyoruz . Ayetin göğe işaret etmesi için ayetin metninde "Leha" (onu) ibaresinin olması gerekmesine rağmen , ayetin metninde böyle bir ibare bulunmamaktadır. 

Ayet içindeki "Le musiune" kelimesinin gök için değil , Allah (c.c) için kullanılmış olması daha doğru bir yaklaşım olacak ve bu kelimenin göğe değil , Allah (c.c) ye izafe edilmiş şekilde yapılan mealleri daha doğru olacaktır.

"
Biz göğü kudretimizle bina ettik. Hiç şüphesiz biz, çok genişlik ve kudret sahibiyiz." şeklinde yapılan çevirilerin daha doğru , ve bu ayetin evrenin genişlemesi teorisine , Kur'andan bir delil olarak kullanılmasının hatalı bir yaklaşım olduğunu söylemek istiyoruz. 

Neml s. 88. ayetinde " Sen dağları görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar bulutların yürümesi gibi yürümektedirler. (Bu,) her şeyi sapasağlam yapan Allah'ın sanatıdır. Şüphesiz ki O, yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır." şeklinde buyurulmasından dünyanın döndüğünü çıkarmaya çıkaran bilimsel Kur'ancı kafalar , bu ayetin bir öncesi olan 87. ayette "Sûr'a üfürüldüğü gün, -Allah'ın diledikleri müstesna-, göklerde ve yerde bulunanlar hep dehşete kapılır. Hepsi boyunları bükük olarak O'na gelirler." ayetine baksalardı , 88. ayetin kıyamet günü olacaklar ile ilgili bilgi verdiğini kolaylıkla anlayabilirlerdi.

Kur'anın ön yargılı bir okuma yapılmasına örnek olarak verebileceğimiz bu gibi ayetler , iddia sahiplerinin Kur'an hakkında sahip oldukları bilgi düzeyini göstermesi bakımından onları aynı zamanda komik bir duruma düşürmektedir.

Amerikalı astronot Neil Armstrong'un uzayda ezan sesini duyduğu haberleri ile sevinen bizler, Fransız bilim insanı Kaptan Kusto'nun , Furkan ve Rahman surelerinde geçen iki denizin sularının birbirine karışmadığını bularak , Kur'anın bunu 1500 yıl öncesinden haber vermiş olmasının bizlere verdiği büyük gurur ile daha da güçlendik !!!. Kaptan Kusto nun Müslüman olduğu iddiaları ile dünyada yeni bir çığır açan biz Müslümanlar ,dünyadaki tüm kafirlerin bu gibi buluşlar sayesinde fevc fevc İslama girmiş olmasının verdiği büyük güç ile dünyanın en kuvvetli gücü haline gel(eme)dik !!!.  

Yaşantımız ile örneklik teşkil ederek insanları İslama kazandırmak gibi gayesi olmayan bizler , başkaları tarafından bulunan bazı buluşların bizi güçlendirdiği tesellileri ile daha ne kadar dünyanın en aciz toplululuğu olarak kafirlerin elinde oyuncak olmaya devam edeceğiz?.

Şurası asla unutulmamalıdır ki , Kur'anın içinde nazil olmasından binlerce sene sonra anlaşılabilecek tek bir ayet dahi yoktur. İnen ayetlerin tamamı indiği zaman ve mekan dahilinde yaşayan insanlar tarafından , "Bu ayet ne demek istiyor acaba?" şeklinde bir soru ile asla karşılaşmadan, inanan veya inanmayanlar tarafından kolaylıkla anlaşılmış , inanan kişi bu kitabı anlayarak inanmış , inanmayan ise bu kitabı anlayarak inanmamıştır.

Kur'an bilim kitabı değil , Allah (c.c) yi merkeze alan insanlara tevhit yolunu gösteren , ve kıyamete kadar bu yolu gösterebilecek evrenselliğe sahip olan bir kitaptır. Kur'anın temel çağrısı, kadim bir insanlık hastalığı olan şirk'e karşı nasıl bir duruş sergilenmesi gerektiğine dair bilgilerdir. Bu bilgiler nasıl indiği zaman ve mekandaki insanları tevhide davet etti ise , bugün , yarın , kıyamete kadar insanları tevhide davet edecektir. 

Kur'anın evrensel bir kitap olduğunu ispatlamak , bilimsel buluşlar ile Kur'an arasında zorlama ayet tevilleri ile bir bağ kurmaya zorlamaktan geçmez. Dünya üzerinden adına ŞİRK denilen kadim hastalık tamamen kalkmış ve insanların tamamı muvahhid bir hayat sürüyor olsaydı , Kur'an için "Bu kitap artık tarihsel bir kitaptır" demek belki mümkün olabilirdi. 

Ancak bu sözü söylemek kıyamete kadar mümkün olmayacağına , Kur'an bu hastalığı merkeze alarak tedavisi için çareler sunduğuna göre , Kur'anın evrensel bir kitap olduğunun ispatı , şirk hastalığının yer yüzünden eksik olmamasında yatmaktadır. Bu düşüncemiz gaybı bilmek gibi bir iddia olarak görülmemelidir. Muhammed (a.s) sonrasında artık elçi ve kitap gelmeyecek olması , bu kitabın ihtiva ettiği insanlık sorunlarının ve çarelerinin kıyamete kadar geçerli olacağının bir delilidir.

Şirk hastalığı yer yüzünde kaldığı müddetçe , onun en kuvvetli ilacı olan Kur'an da, yer yüzünde ilk indiği gündeki gibi tazeliğini koruyacaktır.

Sonuç olarak ; Kur'anın şirk'e karşı tevhide davet temelini esas alan bir çağrısı olduğunu merkeze almayan hiç bir okuma , anlama ve yaşama çalışması , bu kitabı doğru anladığını iddia edemez. Hele hele batı dünyasının bilimsel buluşlarının karşısındaki ezikliğimizi "Ne var canım bunu Kur'an 1500 sene önce haber vermiş" diyerek yaptığımız savunmalar , bizleri başkalarının karşısında gülünç bir duruma düşürmekten başka bir işe yaramaz. 

Dün "ak" dediğine bugün "kara" diyebilen bilim dünyasının karşısına, Allah (c.c) nin kitabını koyarak , bu kitabı onların aracılığı ile doğrulamaya kalkmak , bizleri acınacak durumlara düşürme tehlikesi yaratması bakımından doğru olmayan bir yöntemdir. 

Bugün bilimsel bir veriye dayanarak Kur'anın Allah (c.c) katından olduğunu ispatlayan bizler , aynı bilimsel verinin yanlış olarak ilan edilmesi karşısında ne yapabiliriz ?. Kur'anın bizlere olan temel çağrısı, bilimsel veriler ile bu kitabın Allah katından olduğunu ispatlamaya çalışmak değil , insanlığın kadim hastalığı olan şirk'e karşı tevhidi duruşu öğretmesidir. 

Kur'anı zan içeren bilgileri kesin doğrular olarak görerek okuma ve anlama hastalığının Müslümanlar arasında nasıl uçurumlar doğurduğu ortada iken , hala zan içeren bilimsel veriler ile Kur'anı anlamaya kalkmak bizleri nasıl birleştirecektir ?.

Tevhid eksenli olmayan hiç bir okuma yöntemi, bu kitabı doğru anladığını asla iddia edemez.

24 Haziran 2016 Cuma

Ahzab s. 37. Ayetini Tarihsellikten Evrenselliğe Bir Okuma Örneği

Kur'an bilindiği üzere , yaklaşık 1500 yıl kadar önce Mekke ve Medine şehirlerinde Muhammed (a.s) a inmiş bir kitaptır. Bu kitabın en önemli özelliği , indiği zaman ve mekan dahilinde yaşayan insanların dil , kültür , örf , gibi unsurlarını göz önünde bulundurmuş olmasıdır. Bizler bugün Kur'anı okurken , bu unsurları göz ardı ederek, yani yaşanmışlığını ret ederek okumaya kalktığımızda, karşımıza bir çok anlama sorunu çıkacaktır.   

Kur'anın 1500 sene önce inmiş olması , bugün bu kitabın bizlere dair mesajlarının olup olmadığı noktasında bazı tartışmaları beraberinde getirmiştir. Biz bu tartışmalara girmeden "Tarihsel arka plan" olarak nitelenen ve Kur'anın anlaşılmasında önemli bir faktör olan durumu göz önüne alarak , dün Medinede inen bir ayetin , bugün bizler için nasıl bir mesaj içerebileceğini ,Ahzab s. 37. ayetini ele alarak okumaya çalışacağız. 

Bu yazıyı kaleme alma amacımız , Kur'anın evrensel bir kitap olduğunu ispatlamak olmadığını hatırlatmak isteriz. Tarihselcilik - Evrenselcilik gibi kavramlar etrafında yapılan tartışmaların hiç bir tarafında olmadığımızı , bu konuda daha önce yazmaya çalıştığımız yazılarda belirtmeye çalışmıştık. Ancak bir ayetin bize dönük bir mesajının olup olmadığı , eğer bir mesajı varsa bu mesajı doğru okumanın yolunun , ilgili ayetin ilk muhataplara ne dediğini tespit etmekten geçtiğini söylemek istiyoruz. 

Konumuz olan ayetin meali şu şekildedir ; 

[033.037]  Allah'ın nimet verdiği ve senin de nimetlendirdiğin kimseye: «Eşini bırakma, Allah'tan sakın» diyor, Allah'ın açığa vuracağı şeyi içinde saklıyordun. İnsanlardan çekiniyordun; oysa Allah'tan çekinmen daha uygundu. Sonunda Zeyd eşiyle ilgisini kestiğinde onu seninle evlendirdik, ki evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda müminlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin. Allah'ın buyruğu yerine gelecektir.

Ayet , Muhammed (a.s) ın evlatlığı olan Zeyd'in evlendiği bir kadını boşamasından sonra , onun boşadığı kadının Muhammed (a.s) ile evlendirilmiş olduğunu beyan etmektedir. Bu evlendirmenin amacı ise, yine ayet içinde beyan edilmiş olmasına rağmen , bazı kimseler tarafından Muhammed (a.s) ın o kadına aşık olduğu gibi spekülasyonlar yapılarak , ayetin vermek istediği mesaj maalesef ıskalanmaktadır.

Bu ayetin istismar edilerek , Muhammed (a.s) ın gayri ahlaki bir duruma düştüğünü iddia edenlere karşı , Muhammed (a.s) ın ahlakını savunmak gibi bir gayemiz olmadığını , onun üstün bir ahlak sahibi olduğunu zaten bizlere Allah (c.c) nin beyan etmiş olduğunu (68.4) hatırlatarak , bu ayet ile yapılan tartışma ve anlama çalışmalarının sadece Zeynep validemiz ile olan durum çerçevesine sıkıştırılmasını da yanlış bulduğumuzu söylemek istiyoruz.

Tarihselcilik - Evrenselcilik münakaşalarına kurban edilmeye çalışılan bu ayet , özellikle tarihselcilik yanlıları tarafından , Kur'anın bütün ayetlerinin evrensel bir hüviyete sahip olmadığına dair bir delil olarak öne sürülen ayetlerden bir tanesidir. Kur'anın bütün ayetlerinin evrensel bir hüviyete sahip olduğunu iddia etmenin doğru olmadığını hatırlatarak , Kur'anın tarihsel bir kitap olduğunu ispat etmek için , bu ayeti sadece tarihsel bağlamında bırakarak yapılan bir okumanın da yanlış olduğunu düşündüğümüzü söylemek istiyoruz.

Kur'anı doğru anlamanın yollarından bir tanesi ilgili ayetin sure ve Kur'an bütünlüğünde bir bağlam dahilinde okunmasıdır. Ahzab s. 37. ayetini bu yöntem ile okuyacak olursak öncelikle surenin ilk ayetlerini dikkate almamız gerekmektedir.

[033.001]  Ey nebi, Allah'tan kork, kafirlere ve münafıklara itaat etme. Muhakkak ki, Allah bilendir, hikmet sahibidir.
[033.002] Ve sana Rabbinden vahyedilene uy. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı haber alandır
[033.003]  Ve Allah'a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.
[033.004]  Allah, bir adamın kendi (göğüs) boşluğu içinde iki kalp kılmadı ve kendilerini annelerinize benzeterek yemin konusu yaptınız (zıharda bulunduğunuz) eşlerinizi de sizin anneleriniz yapmadı, evlatlıklarınızı da sizin (öz) çocuklarınız saymadı. Bu, sizin (yalnızca) ağzınızla söylemenizdir. Allah ise, hakkı söyler ve (doğru olana) yola yöneltip-iletir.
[033.005]  Onları (evlatlıklarınızı) babalarına nisbet ederek çağırınız. Allah katında o daha doğrudur; eğer babalarını bilmiyorsanız dinde kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Bununla beraber hata ettiklerinizde üzerinize bir günah yoktur. Fakat kalplerinizin kasdettiğinde (günah) vardır. Allah günahları örten, çok merhamet edendir.

Ayetleri, Muhammed (a.s) gözü ile okuyacak olursak 1. 2. ve 3. ayetler, onu gelecek olan bir emre hazırlamaya yönelik ve alt yapıyı güçlendiren ayetler olduğunu anlayabiliriz. 4.ve 5. ayetlerin ise, o günkü Arap toplumunda yerleşik bir örfün yanlışlığına vurgu yapan ayetler olduğunu görmekteyiz.

Konumuzu yakından ilgilendiren 4. ve 5. ayetlerdeki evlatlıklar ile ilgili düzenlemeye yoğunlaştığımızda , 37. ayeti anlamak daha da kolaylaşacaktır. 

Bu ayetler aynı zamanda , o günkü Arap toplumunda evlatlık olarak yetiştirilen bir kimsenin öz oğul olarak muamele gördüğü, ve bu görülme sonucunda ise, toplumda "Tabu" olarak niteleyebileceğimiz bazı durumların ortaya çıktığını anlatmaktadır. Bir kimse elbette evlatlık olarak aldığı bir çocuğa öz oğul gibi sevgi besleyebilir , ancak evlatlıkların öz oğuldan ayrı olarak bir takım hukuksal ayrıcalıkları olduğu yani öz oğul için geçerli olan bir takım hukuki konuların aynısının evlatlıklar için geçerli olamayacağı göz ardı edilmemelidir . Ayet böyle bir hukuksal ayrıcalığa dikkat çekerek , toplumda tabu haline gelmiş bir inancı, Muhammed (a.s) ın üzerinden pratiğe aktararak yıkacaktır.

Ahzab s. 37. ayetini böyle bir arka plan düşüncesi dahilinde okuduğumuz zaman , olayı sadece Muhammed (a.s) ve Zeynep validemiz etrafında kilitlenmekten çıkarmış , o günkü toplumda olan bir tabunun yıkılması noktasından bakarak , bu ayetin sadece o güne has bir ayet olarak okumaktan da kurtarmış olacağız.

Şurasını hatırlatmak isteriz ki ; Muhammed (a.s) ın Zeynep validemize olan ilgisini öne çıkararak bu ayeti okumaya çalışmak , Abese suresinin ilk ayetlerindeki amayı görmezden gelmesi ile ilgili ayetleri okurken olayı Muhammed (a.s) ın zenginleri tercih ettiğine dair bir düşünceye bağlamaya çalışmakla aynı durumdur. 

Abese suresi ilk ayetlerini nasıl tebliğ metoduna dair bilgiler içermesi olarak okuyarak amayı terslemiş olmasını merkeze almıyor isek , Ahzab s. 37. ayetini okurken de , Zeynep validemize olan ilgilisini öne çıkarmadan , o ayetin vermek istediği mesajı öne çıkararak ayeti okumak zorundayız. Allah (c.c) , Muhammed (a.s) ın bu kadına aşık olduğunu bilerek , onun haşa kara sevda çekmesini önlemek için, Zeyd'in boşamasını sağlayarak onunla evlendirmemiştir. 

Ahzab s. 37. ayetinin anlaşılmasında anahtar konuma sahip olan cümle , " evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda müminlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin" cümlesidir. Allah (c.c) , bu cümle ile Muhammed (a.s) ı hangi sebeple, Zeyd'in boşadığı kadın ile evlendirdiğini net olarak beyan etmektedir. Ayeti okurken bu cümleyi merkeze alarak okumak , bu konudaki bir takım rivayetleri ve spekülatif düşünceleri merkeze almamak anlamına da gelecektir.

Bu ayetin sonrası olan 38.39. ve 40 ayetler de konu ile yakında alakalı olup , bu ayetin anlaşılması için okunması elzemdir. 

[033.038] Allah'ın nebiye farz kıldığı şeylerde ona bir güçlük yoktur. Bu, Allah'ın öteden beri, gelmiş geçmişlere uyguladığı yasasıdır. Allah'ın emri şüphesiz gereği gibi yerine gelecektir.
[033.039] Onlar ki, Allah'ın risaletlerini (mesajlarını) tebliğ eder ve O'ndan korkarlar; Allah'tan başka kimseden korkmazlardı. Hesap görücü olarak da Allah yeter!
[033.040] Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah'ın Resûlü ve nebilerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.

Dikkat edilirse bu evlilik , Muhammed (a.s) ın istediği için değil , Allah (c.c) farz kıldığı için gerçekleşmiştir. Allah (c.c) nin seçtiği nebi resuller , onun kullarına olan emirlerini iletmek ve yerine getirmek ile vazifeli kimselerdir. Bu durumu 39. ayette daha açık bir şekilde görmekteyiz. Elçilerin , Allah'ın mesajlarını tebliğ etmeleri sadece söz ile değil , onların şahsında amel ile gerçekleşmekte olduğunu bu ayet bizlere göstermektedir.

Allah (c.c) neden böyle bir evliliği gerçekleştirmiştir ?. 

Toplumlar , bünyelerinde yıllardan beri süre gelen yaşantılarından edinmiş oldukları ve adına "Örf" denilen bir takım adetleri yaşatırlar. Bu adetler bazı toplumlarda öylesine kemikleşmiş bir hale alabilir ki yıkılması neredeyse imkansızdır. 

 Evlatlıkların öz oğul gibi muamele görmesi Arap toplumunun bir örfü olup , bir takım yanlışlıkları içinde barındırması bakımından yıkılması gereken yanlış bir uygulama idi. Allah (c.c) bu uygulamayı sadece ayet indirmek sureti ile değil , Muhammed (a.s) ı evlatlığının boşamış olduğu kadın ile evlendirerek , evlatlık olarak alınan kişilerin öz oğul olarak muamele göremeyeceklerini pratik hayatta göstermiş oldu.

O günkü Arap toplumunda , evlatlıklar öz oğul gibi muamele gördüğü için , erkek evlatların boşadığı kadınlarla evlenmekte haram kılınmıştır (4.23). Evlatlıkların öz oğul olmadıklarının iyice bilinmesi için böyle bir uygulamaya gerek görülmüş ve bu evlilik gerçekleştirilmiştir. 

Muhammed (a.s) Arap toplumuna mensup bir insan olarak o toplumun örf ve adetlerine uymak durumunda olan birisidir. Ancak vahiy ile yerleşik sistem arasında kalındığı zaman hangisinin tercih edilmesi gerektiği , işte bu olay ile ona ve bütün iman edenlere anlatılmaktadır. 

Ayetin evrensel mesajı da işte buradadır.


Muhammed (a.s), yaşadığı toplumun kemikleşmiş hale gelen bir örfünü , Allah (c.c) nin emri ile yıkarak , kendisinin üzerinden bizlere , yaşadığımız toplumun bir takım yanlışları ile vahiy arasında kaldığımızda hangi tarafı seçmemiz gerektiğini öğretmektedir. 

Surenin 39. ayeti , elçilerin görevinin mesajı sadece sözlü olarak iletmek değil , yaşadıkları hayat içinde pratize ederek onları kendi hayatlarında örneklemek olduğunu bildirmektedir. Bunları yaparken "Başkaları ne der" gibilerinden kaygıları asla taşımadan , sadece görevlerini yerine getirmek amacını taşıyan amelleri yaptıkları bildirilerek , aynı durumun bizler içinde geçerli olduğu mesajı verilmektedir. 

Bizler yaşadığımız toplum içinde örf , adet , gelenek v.s gibi yaşantı şekillerini vahye göre değerlendirerek , hayatımızı vahiy ölçeğinde düzenlemek zorundayız. Yaşadığımız toplumun dini , milli , örfi değerleri ile vahiy arasında bir çatışma var ise , seçeceğimiz taraf , vahyin tarafı olmalıdır. Ahzab s. 37. ve bağlamı dahilindeki ayetler bizlere bunu öğretmektedir.

Sonuç olarak ; Ahzab s. 37. ayeti , Arap toplumunda tabu olarak bir uygulamayı , Muhammed (a.s) ın üzerinden uygulamalı olarak yıkan bir ayettir. Bu ayetin tarihsel bağlamında kalmadan yapılacak bir okuma , bu ayetin bize dönük mesajları da olduğunu gösterecektir. 

Yaşadığımız toplumda vahye aykırı olarak yerleşmiş olan ve tabu olarak görülen uygulamalar eğer var ise , toplum baskısından çekinerek , bunlara karşı sessiz kalmamak bu ayetin bizlere öğrettiği bir yoldur. Yaşantısını vahyin belirlediği kriterler üzerine bina etmek zorunda olan bizlerin önünde en büyük engellerden biri olan , inandığımız din ile yaşadığımız toplumdaki insanların bir çoğunun inandığı arasında maalesef dağlar kadar fark vardır. 

İşte böyle bir durumda nasıl bir vaziyet almamız gerektiğini Ahzab s. 1-5 ve 37-40. ayetleri bizlere göstermektedir.

Tarihsel bağlamın önemi elbette yadsınamaz , ancak ayeti tarihsel bağlamı içine hapsederek okumaya tabi tutmak ta yanlış bir tutum olacaktır. Kur'an ayetlerini okurken , yapılan anlatım üzerinden verilmek istenilen genel mesajı okumaya çalışmak , ayetin bizlere dönük olabilecek bir mesajını anlamakta yardımcı olacaktır. 

                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


22 Haziran 2016 Çarşamba

Secde s. 21- 23 : Rivayetlere Kurban Edilmek İstenilen İki Ayet

Kur'anı tefsirler aracılığı ile anlamaya çalışmak, karşı çıktığımız bir yol olmamakla birlikte , beraberinde bir takım sorunları taşıması açısından dikkat edilmesi gereken bir durumdur. Tefsir okuyucusu öncelikle hangi tefsiri okursa okusun , bu tefsirin kişisel görüşlerin bir yansıması ve bu görüşlerde eksik ve hata barındırma ihtimalini her zaman dikkate almak zorundadır. 

Tefsir yapıcısı eğer sahip olduğu mezhep veya meşrebinin görüşlerini Kur'ana onaylatmak için böyle bir işe girişmiş ise , karşımıza tam bir facia çıkabilir. İslam düşüncesine hakim olan rivayet kültürü maalesef öyle bir hal almıştır ki , neredeyse Kur'anın bazı ayetleri bu rivayetleri onaylatmak temeline dayalı düşünceler çerçevesinde yorumlanmaktadır. 

Bütün tefsirlerin böyle bir düşünce içinde olduğunu iddia etmemekle birlikte , maalesef bazı tefsirlerdeki ayet yorumlarının böyle bir amaca hizmet ettirilmeye yönelik olarak yorumlandığını görmekteyiz. Bu yazımızda, Secde suresi içinden 2 ayeti ele alarak, rivayet merkezli bir yoruma örnek olarak göstermeye çalışacağız. 

Secde s. 21. ayeti ; 

وَلَنُذِيقَنَّهُمْ مِنَ الْعَذَابِ الْأَدْنَى دُونَ الْعَذَابِ الْأَكْبَرِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ

Andolsun ki onlara en büyük azaptan önce yakın azaptan tattıracağız. Umulur ki dönerler.

Bu ayet içinde geçen "Yakın azap" kelimesi  bazı tefsirciler tarafından , kabir azabı olarak yorumlanmaktadır. Tefsirlerin çoğunluğu böyle bir yoruma katılmamış olsa da , yine bazı tefsirlerde şaz olarak görülen bu gibi yorumlar bulunmaktadır. Bu yorumu yapan tefsirci eğer , ayeti kabir azabını onaylatmak amacı ile okumamış olsaydı, aynı ayet içindeki "Umulur ki dönerler" ibaresini görebilir , ve bu yapılan hatadan dönmenin hayatta iken olacağı , öldükten sonra yapılan hatalardan dönmenin imkansız olduğunu bilir ve bu ayet ile ilgili yapılabilecek en uçuk bir yorum olan "Bu ayet kabir azabına işaret ediyor" şeklinde yorumlar yapmanın büyük bir hata olduğunu anlayabilirdi. 

Secde s. 23. ayeti ;

وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ فَلَا تَكُن فِي مِرْيَةٍ مِّن لِّقَائِهِ وَجَعَلْنَاهُ هُدًى لِّبَنِي إِسْرَائِيلَ

Bu ayetin tefsir ve meallerine baktığımızda yapılan meal ve yorumları 5 gurupta toplamak mümkündür. 

1- Tevratın Musa'ya ulaşmış olmasından korkmaması.
2- Musa'nın karşılaştığı eza cefaların benzerinin onun da karşılaşacağı.
3- Musa'nın kitaba kavuştuğu gibi , onun da kitaba kavuşacağı.
4- Ahirette Musa'ya kavuşacağından şüphe duymaması. 
5- Miraç gecesi Musa'ya kavuşacağından şüphe duymaması. 

Sıraladığımız şıklardan ilk 4 tanesi , ayet içindeki "Liqaihi" kelimesindeki zamirin raciliği noktasındaki tercihlerden kaynaklanan anlam farklılıklarından kaynaklanmaktadır.

5. sıradaki yorum ise , rivayetler ile İslam inancına sokulmuş olan miraç hadisesinin Kur'ana onaylatılması düşüncesine dayalı olarak yapılmış bir yorumdur. Bu ayetin meallerine baktığımızda Ali Fikri Yavuz hocanın yaptığı Kur'an mealinde böyle bir düşüncenin onaylatılmasına yönelik bir çeviri yapıldığını görmekteyiz.

Ali Fikri Yavuz :
Gerçekten biz Musa’ya Tevrat’ı verdik. Şimdi sen, ona kavuşmakdan dolayı şübhede olma, (Mi’raç gecesinde ona kavuşacaksın). Biz O’nu (Mûsa’yı), İsraîloğullarına bir hidayet rehberi yapmıştık.

Bu ayetin meallerine baktığımız zaman , "Liqaihi" kelimesinde zamirin raciliği noktasındaki tercihlerin farklılığından doğan mealler karşımıza çıkmakta ve bu meallerin hangisinin daha doğru olabileceği meal okuyucularının zihninde cevabını aramaktadır.

Kanaatimiz , 3. sırada olan ve Muhammed (a.s) ın , Musa (a.s) a verilen kitabın bir benzerine kavuşacağı şeklinde yapılan çevir ve yorumların daha doğru olduğu yönündedir.

Ayet içinde önce çıkması gereken kelime "Musa" değil "Elkitap" kelimesidir. Yani "Liqaihi" kelimesi Elkitaba raci edildiğinde daha doğru bir anlam ortaya çıkacaktır. Bu düşüncemizi ise kitap bütünlüğüne dayandırmaktayız.

[010.094]  Sana indirdiklerimizde herhangi bir şüpheye düşersen, senden önce kitap okuyanlara sor. Andolsun ki, sana Rabbinden hak gelmiştir. Sakın şüphe edenlerden olma!
[011.017]  Rabbinin katından bir belgesi ve onun arkasından da bir şahidi olanlar, önlerinde de Musa'nın Kitap'ı önder ve rahmet olarak bulunanlardır ki, işte onlar Kuran'a inanırlar. Hangi topluluk onu inkar ederse yeri ateştir; senin de bundan şüphen olmasın. Doğrusu o, Rabbinden bir gerçektir, fakat insanların çoğu inanmazlar.
[021.007]  Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız; zikir ehline sorun.
[026.197] İsrailoğulları bilginlerinin onu bilmesi, onlar için bir âyet (delil) değil midir?

Ayet , Musa (a.s) a verilen kitabın , bir benzerinin Muhammed (a.s) a da verildiğini hatırlatarak , ilk olmadığı bu konuda örnek olarak Musa (a.s) olduğu , Muhammed (a.s) ın diğerleri gibi seçilmiş elçilerden olması dolayısı ile kitap ile muhatap olduğu ve bundan şüphesi olmaması gerektiği hatırlatılmaktadır. 

Kitabı merkeze alarak ,  Muhammed (a.s) ın da kitap ile karşılaşması ve bunda şüphesi olmaması gerektiği doğrultusunda yapılan ve doğru olduğunu düşündüğümüz çeviri örnekleri şöyledir ; 

Diyanet İşleri :
Andolsun, biz Mûsâ’ya Kitab’ı (Tevrat’ı) vermiştik. Sen de kitaba (Kur’an’a) kavuşma konusunda sakın şüphe içinde olma. Onu İsrailoğullarına bir yol gösterici kılmıştık.

Elmalılı (sadeleştirilmiş - 2) :
Andolsun ki biz vaktiyle Musa'ya kitap vermiştik. Şimdi de sen ona (öyle bir kitaba) kavuşmaktan şüphe içinde olma. Biz onu İsrailoğullarına doğru yolu göstren bir rehber kılmıştık.

Erhan Aktaş
Ant olsun ki Musa’ya Kitap verdik. Sakın ona kavuşmaktan (1) kuşku içinde olma. Onu2 İsrailoğulları için yol gösterici yaptık. (1)- Musa’nın muhatap olduğu ilahi vahye muhatap olduğundan, aynı yolun yolcusu olduğundan

Muhammed Esed :
Gerçek şu ki (ey Muhammed,) Biz vahyi Musa'ya (da) tevdi etmiştik: öyleyse (sana ilettiğimiz vahiyde) aynı (hakikat) ile karşılaşacağından kuşkuya düşme! Ve (nasıl ki) o (önceki vahy)i İsrailoğulları için bir rehber kıldık,

Suat Yıldırım :
(23-24) Şu bir gerçektir ki, sana verdiğimiz gibi Mûsâ’ya da kitap vermiş, sana vahyettiğimiz gibi ona da vahyetmiştik. Dolayısıyla onun da böyle bir vahiy aldığından hiç tereddüdün olmasın. Biz ona verdiğimiz kitabı, İsrailoğullarına rehber kıldık. Onlar sabrettiği ve âyetlerimize kesin olarak inandıkları müddetçe, Biz, emir ve irşadımızla onlardan doğru yolu gösteren önderler tayin ettik.

Ümit Şimşek :
Doğrusu, Biz Musa'ya da kitap vermiştik; vahye muhatap olman konusunda senin de bir kuşkun olmasın. Biz o kitabı İsrailoğulları için bir hidayet rehberi yapmıştık.

Sonuç olarak ; Meal ve tefsirlerden Kur'anı okumak ve anlamında durumunda olan kimsenin yapması gereken ilk iş , okuduğu meal ve tefsirin kesin doğruları ifade ettiği gibi bir düşünce içinde olmaması gerektiğidir. Meal okuma noktasında metnin aslına sadık kalınarak yapılan çevirilerin daha sağlıklı olduğunu söylemekle beraber , tefsirlerin tamamı , o tefsirin yazarının ilgili ayet hakkındaki yorumudur. 

Bu durumda meal ve tefsir okuyucusu , öncelikle kendisi Kur'an bütünlüğüne hakim olmak zorundadır. Bu hakimiyet aynı zamanda onun, meal ve tefsirlerde karşına  çıkabilecek anlam yanlışlığını görmesini sağlayacaktır. Son yıllarda Kur'anın ülkemizde rağbet görmesi ile başlayan çeviri akımlarında, Arapça bilmeyen fakat elindeki Kur'an mealinden bile çeviri çalışmaları yapanların var olduğunu düşündüğümüzde, dikkatli bir okuma yapmanın önemi daha fazla ortaya çıkmaktadır.

20 Haziran 2016 Pazartesi

Yusuf (a.s) a Yapılan Secdeyi Temsili Bir Anlatım Çerçevesinde Okuma Çalışması

Kur'anın "Ahsenel Kasas" (Kıssaların en güzeli) olarak tanımladığı Yusuf (a.s) ın kıssası , içerdiği mesajlar bakımından bir çok alt başlık altında okunmaya müsait bir kıssadır. Surenin 100. ayetinde geçen Yusuf'a secde edilmesi ile ilgili olarak tefsirler , secdenin Yusuf'a mı yoksa Allah'a mı yapıldığı noktasında tartışmalara girmiş ve farklı görüşler sergilemişlerdir. Biz bu yazımızda, Yusuf'a yapılan bu secdeyi, temsili bir anlatım çerçevesinde okumaya çalışarak , bu gibi tartışmalara girmeden , Allah (c.c) nin kendisini bizlere tanıtma bilgileri dahilindeki analojik bağını kurmaya gayret edeceğiz.

Şunu baştan ifade etmek isteriz ki ; Yusuf kıssası yaşanmış bir kıssa olup , bize düşen bu yaşanmışlık dahilindeki anlatımlar ile bizlere verilmek istenilen mesajları okumaya çalışmak olmalıdır. Temsili anlatım çerçevesinde okumak demek , o kıssanın yaşanmışlığını ret etmek anlamında değil , kıssayı yaşanmışlığına hapsetmeden evrensel mesajı okumak anlamındadır. 

Yusuf'a yapılan secdenin anlaşılması için , önce secde etmenin anlamı , secdenin kime ve neden yapılması gerektiğini düşünmemiz gerekmektedir. Yusuf' a yapılan secdenin sebebini öğrendiğimizde ise, Allah (c.c) ye yaptığımız ve yapmamız gereken secdenin sebebi de ortaya çıkacaktır. 

Sureyi , Arapça metni ile birlikte okuyanların gözüne çarpan nokta , sure içinde Allah (c.c) nin esmasına ait Aziz , Melik , Rab , Basir gibi bazı kelimelerin insan için kullanılmış olmasıdır. Bu kullanımlar, Allah (c.c) nin kendisini bizlere tanıtmak için kullandığı isimlerin teşbihi olduğunu , özel isim olmadığını göstermesinin yanısıra, insanların günlük dillerinde kullandıkları ve ne anlama geldiğini bildikleri kelimelerin anlamları üzerinden bizim  Allah'ı tanımamız kolaylaştırılmaktadır.

Ayrıca Kur'an, temsili anlatım özelliğinin insan zihnindeki kalıcılığını dikkate alarak , bu tür anlatım üslubu dahilinde bizlere bilgiler sunmaktadır. Hükümdar tasvirinin insan zihninde canlandırdığı bilgileri kullanarak , Allah (c.c) nin kendisini bizlere, hükümdar benzetmesini kullanarak tanıtmış olduğunu Kur'anın bir çok ayetinde görmekteyiz.

Süleyman ve Yusuf (a.s) ların hükümdar bir elçi olduklarını düşünerek, onların kıssalarını okuduğumuzda , bu kıssalarında yapılan anlatımlarda, onların insanlara yaptıkları muamelelerin hükümdarların yaptığı ve yapması gereken muameleler olduğunu görmekteyiz. Onların insanlara bu yaptıklarını, Allah (c.c) nin kendisini hükümdara benzeterek tanıtması ile ilgisini kurarak okuduğumuzda , mülkü altında yaşadığımız Allah (c.c) yi tanımamız daha kolaylaşmaktadır. 

Adil bir hükümdar olarak Yusuf ve Süleyman (a.s) lar , mülkü altında yaşayanlara karşı olan vazifelerini nasıl harfiyen yerine getiriyor ise , o hükümdarların mülkü altında yaşayanlar da ona karşı olan vazifelerini harfiyen yerine getirmek zorundadırlar. Allah (c.c) aynı şekilde , mülkü altında yaşayan biz kullarına karşı olan vazifelerini harfiyen yerine getirerek , bizlerden de ona karşı olan vazifelerimizi harfiyen yerine getirmemizi istemektedir.

Yusuf suresinin 4. ayetinde, Yusuf babasına rüyasında kendisine 11 yıldız , güneş ayın secde ettiğini gördüğünü söylemekte ve bu olaydan sonra aynı surenin 100. ayetine gelene kadar okuduğumuz ayetlerde , Yusuf , kardeşleri ve babasının başından geçenler anlatılmaktadır. 

100. ayette Yusuf'un kendisine yapılan secdeyi anlayabilmek için , onun hapisten çıktıktan sonra ülke hazinelerinin başına geçmesi sonrasındaki yapmış olduğu icraatları dikkate almak gerektiğini düşünmekteyiz. 

Surenin 55. ayetinde Mısır hazinelerini yönetmeye talip olurken kullandığı , kendisinin "Hafizun"  (koruyucu) ve "Alimun" (Bilici) olduğunu söylemesi, bilindiği üzere Allah (c.c) nin esmasına ait isimlerdir (11.57 - 34.21- 42.6 - 2.29 .115.158. 181)

Yusuf (a.s) ın bu isimler ile kendisini tanıtması ve bu isimlere uygun icraatlar yapmasını , Allah (c.c) nin bu isimlerle kendisini tanıtması arasında analojik bir bağ kurmak mümkündür. Yusuf (a.s) Hafiz ve alim birisi olarak , emri altında olan ülkeyi ve insanlarını nasıl doğru ve düzgün bir şekilde idare ediyor ise , Allah (c.c) de aynı şekilde "Hafiz" ve "Alim" olarak bu isminin gereği olan koruyucu ve bilici olmasını mülkü altında yaşayan her şeyi koruyarak ve bilerek, doğru ve düzgün bir şekilde idare etmektedir. 

Mısır ülkesinde kıtlık başlayınca kardeşleri ondan erzak istemek için Yusuf'un huzuruna çıkarlar (58. ayet). Kardeşlerinin onu tanımamasına karşın , o kardeşlerini tanımıştır . Onların kendisine karşı yaptıklarını bildiği halde , bu yaptıklarını kardeşlerine söylemeden onların isteğini yerine getirir ve onlardan kardeşini ister, ve bu isteğine karşı ona güven duymaları gerektiğini onlara karşı yaptığı ölçüyü bol tutmasını göstererek " Ve ene hayrul münzilune"  ( Ben ikram edenlerin en hayırlısıyım) der . 

"Elmünzilune" kelimesi ,23. surenin 29. ayetinde Nuh (a.s) ın gemide iken ona etmesi gereken duanın öğretilmesinde de karşımıza çıkmaktadır "Ve ente hayrul münzilune" (Sen ikram edenlerin en hayırlısısın). 


Yusuf (a.s) ile Allah (c.c) nin "Elmünzilune" (İkram edici) olmasının ortak yönünün , kendilerine ihtiyaç için sığınanları geri çevirmemesi , onlara ikram etmesi , onları koruması olduğunu görmekteyiz. Ayrıca kardeşlerinin Yusuf'u kuyuya atarak ölüme terk etmelerine karşın , Yusuf onların bu yaptıklarını en ağır biçimde cezalandırma gücüne sahip olduğu halde büyük bir ali cenaplık göstererek, onların bu hatalarını yüzlerine vurmamıştır.

Mülkü altında yaşayan kullarının bir çoğunun kendisine nankörlük yapmalarına karşın , ev sahipliğini en güzel şekilde yerine getirerek , bizleri bir misafir gibi en güzel nimetlerle ağırlayan Allah (c.c) nin ikram edenlerin hayırlısı olması teşbihi olarak , Yusuf (a.s) ın ikram edenlerin hayırlısı olmasının bir göstergesi olarak, kendisini ölüme terk eden kardeşlerine ona karşı yapmış oldukları bu hatalarını onların yüzlerine vurmadan istediklerini fazlası ile yerine getirmiş olması ile anlatılmaktadır. 

Allah (c.c) ise , biz kullarının ona karşı işledikleri hataları anında cezalandırmayarak , bizlere mühlet vererek , tevbe etme süresi tanımakta ve bu süre içinde bizlerden nimetlerini asla esirgememektedir.

Bu noktada "Elmünzil" isminin, esmaya dahil olması gereken bir isim olduğunu düşünmekteyiz. 99 adet ile sınırlandırma hastalığının bir sonucu olarak , bu ve benzeri bazı isimlerin esmaya dahil edilmemiş olması yanlış bir tutumdur. Bizler Allah (c.c) yi isimleri ile tanıdığımız için , sayı sınırlandırmasına kurban edilerek eksik bırakılan isimler , Allah (c.c) yi eksik tanımamıza sebep olmaktadır.

Kardeşlerinden bir daha ki sefere en küçük kardeşlerini de yanlarında getirmelerini isteyen Yusuf , bu isteğinin yerine getirilmemesi halinde " fe la keyle leküm indi ve la takrabuni" ( Benim indimde size ölçek yok ve bana yaklaşmayın" demektedir.

Kendisine yaklaşılması için isteklerinin yerine getirilmesini şart koşan Yusuf (a.s) , isteğinin yerine getirilmemesi halinde kardeşlerine bir takım müeyyideler koymaktadır.  

Aynı şekilde Allah (c.c), kendisi tarafından beyan edilen isteklerin biz kulları tarafından yerine getirildiği takdirde bizleri, kendisine yaklaştırılanlardan (Elmukarrebune 56.11) kılmakta, ve cennetlerinde ağırlamaktadır. Bunun tersi olarak, kendisi tarafından beyan edilen isteklerinin yerine getirilmemesi halinde ise, bizleri kendisinden uzak tutarak cehennneminde ağırlamaktadır.

Babalarını razı ettikten sonra en küçük kardeşlerini de yanlarına alarak , Yusuf'un huzuruna çıkan kardeşlerin en küçüğüne kendisini tanıtan Yusuf , onu alıkoymak için bir çare sahneye koyar, ve kardeşini alıkoymayı başarır. Diğer kardeşler, babalarına vermiş oldukları sözü yerine getiremeyecekleri korkusu ile ne yapacaklarını şaşırmış bir halde Yusuf'un huzura tekrar çıkarak, o kardeşlerinin yerini bir başkasını alıkoymasını isterler (78. ve 79. ayet).

Kardeşlerin bu isteklerini Yusuf'a iletirken kullandıkları "Ya eyyuhel Aziz" ifadesi, dikkat çekicidir (78. ayet). Bilindiği gibi "El Aziz" ismi , Allah (c.c) nin esmasından olan bir isimdir ve bu isim Yusuf için kullanılmaktadır.

İstekleri kabul edilmeyen kardeşler , diğer kardeşlerini geride bırakarak babalarının yanına dönerler , babaları onların sözlerine inanmayarak Yusuf ve kardeşini tekrar aramaları için onları Mısıra gönderir , kardeşleri Yusuf'un huzuruna tekrar çıktıklarında , Yusuf bu sefer onlara kendisini tanıtır (89.ayet).

Yusuf , kardeşlerine kendine karşı yaptıkları hatayı onları rencide etmeden hatırlatmakta , onlar da bu hatalarından tevbe ederek, Yusuf'a karşı yaptıklarını itiraf etmektedirler. 

Kendisine karşı yapılan hatayı tevbe ettiği takdirde hiç yapılmamış gibi görmek El Aziz ismi ile anılan birisine yakışan bir davranıştır. El Aziz olan Allah (c.c) aynı şekilde kendisine karşı yapılan hataları , tevbe edildiği takdirde bağışlayacağını bir çok ayette haber vermektedir. 

Yusuf (a.s) El Aziz olarak gömleğini , gözlerinin görmez olduğunu bildiği babasının gözlerinin açılması için, kardeşleri ile ona göndermektedir. Bu konuda müstakil bir yazımız olduğu için, gömleğin Yakub (a.s) ın gözünü açmasının nasıl bir mesaj taşıyabileceği konusundaki düşüncemizi okumak isteyenler verdiğimiz yazı linkinden okuyabilirler.

http://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2016/05/yusufun-gomleginin-babasn-basir-hale.html

Bütün ailesini Mısıra çağıran Yusuf (a.s) orada emin olarak kalabilebileceklerini söylemektedir (99. ayet) .  

Kur'an ayetlerinin ilk muhataplarının, Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olan ashabı olduğunu dikkate aldığımızda 99. ayet içinde geçen "Eminine" kelimesinin geçtiği bir başka ayet olan Fetih s. 27. ayetini okuduğumuz zaman , Kur'anın kıssa anlatımları üzerinden ilk muhataplarını nasıl bir eğitime tabi tuttuğunu görebiliriz. 

Medineye hicret etmek zorunda kalan Muhammed (a.s) ın nihai hedefi olan Mekkenin müşriklerden kurtarılarak tevhid'in merkezi yapılma süreci kolay bir süreç değildir. Bu süreçteki zorlukların aşılması için, gerekli vahyi eğitimin bir kısmı, kıssalar yolu ile ilk muhataplara öğretilmektedir. Yusuf kıssasını ilk mutahapların gözü ile okumaya çalıştığımızda, Yusuf ve babasının geçirmiş olduğu zorlu süreç hatırlatılmakta , onların bu süreçte yaptıkları ve izledikleri yol, Mekkeyi fethetmeye aday olanların izlemesi gereken yol olarak önerilmektedir. 


99. ayetteki "Allah'ın dilemesiyle Mısır'a güvenlik içinde (eminine)giriniz." cümlesi , yıllar süren zorlu sürecin aşılması ile hak edilen bir sonuç olup , aynı şekilde Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanlar da, yıllar süren zorlu süreci aşarak, Mekke ye güvenlik içinde (Eminine) girmeye hak kazanmışlardır.

"Bu kıssanın mesajı sadece Mekkeli ilk muhataplaramı dır?" şeklinde sorulabilecek bir sorunun cevabı, "Hayır" olacaktır. Mekkeyi sadece Arap yarımadasında bir şehir olarak görmek yerine , ulaşmak istediğimiz fakat önünde zorlu engeller olan meşru isteklerimiz olarak genellediğimizde, bu isteklerimize nasıl bir süreç sonunda ulaşabileceğimizi, Yakub (a.s) ın oğluna , Yusuf (a.s) ın babasına nasıl bir süreç sonunda kavuştuklarını okuyarak öğrenebiliriz.

              " Ana-babasını tahtın üzerine çıkardı . Hepsi onun için secdeye kapandılar

Anne ve babasını taht üzerine çıkarması , Yusuf (a.s) ın tevazu sahibi olmasını göstermektedir. Yusuf (a.s) ailesine yaptığı bunca iyiliği başa kakmak veya bu iyiliğin karşılığını onlardan beklemek yerine , onlara yapabileceği en üst derecede iyiliği yaptığını , onları böyle bir konuma yükseltmesinde görmekteyiz.

Surenin 100. ayetinde olan bu cümle içindeki Yusuf'a secde edilmesi ,  surenin en çok tartışılan konusudur diyebiliriz. Secdenin Yusuf'a mı yoksa Allah'a mı , yapılan secdenin bildiğimiz anlamdaki secde mi, yoksa yoksa saygı ile eğilmek anlamında mı olduğu gibi bir çok  konu, tefsirlerde uzun uzun tartışılmıştır. 

Bu tartışmaların sebebinin, kıssa içindeki Kur'anın edebi anlatımlarından olan teşbihi ve temsili anlatımların dikkate alınmamış olmasına bağladığımızı söylemek istiyoruz. Tefsircilerin temsili ve teşbihi olarak yorumlamaktan kaçınmasını ise, okuyucular tarafından kıssanın yaşanmış bir kıssa olduğunu ret etmek anlamına gelebileceği kaygısı taşımaları olması muhtemeldir. 

Şurası muhakkaktır ki ; Secde edilmeye layık olan sadece Allah (c.c) dir. Allah'ı bırakıp kullara secde edenlerin yaptığı bu eylem Kur'an tarafından "Şirk" olarak bildirilmiştir. 

Secde kelimesi ; Kişinin kendisinden yüce olarak bildiği bir kimse önünde gururunu ve kibrini kırarak eğilmesi anlamındadır. 

Peki Yusuf (a.s) kendisine secde edilmesini gerektirecek neler yapmıştır ?.

Bu sorunun cevabını verdiğimiz zaman , secde edilmesi gereken asıl varlığın Allah (c.c) olduğu ortaya çıkacaktır. Çünkü Yusuf (a.s) için kullanılan "Hafiz" , "Alim" , "Aziz" gibi Allah'ın esmasına dahil olan isimleri yerine getiren bir beşere nasıl saygı duyulması gerekiyorsa , bu isimleri taşımaya hak sahibi olan ve bu isimlerin hakkını yerine getiren Allah (c.c) nin asıl secde edilmesi gereken olduğu ortaya çıkacaktır. 

Yusuf (a.s) a yapılan saygı gösterisi neden "Secde" kelimesi ile ifade edilmiştir?. 

Bu kelime ile ifade edilmiş olması kıssanın teşbihi ve temsili anlatım üslubu ile alakalıdır. Ayeti sadece literal bir biçime okuyarak lafza takılı kalmış olarak okumak , tefsirlerde yapılan tartışmaları beraberinde getirmiştir. Halbuki secde etmenin bir saygı ifadesi olduğundan hareketle , Yusuf (a.s) babası ve kardeşlerine yapmış olduklarının, ona saygıyı gerektirerek babası ve kardeşlerinin bu saygıyı yerine getirmiş olmalarını , Allah (c.c) nin kullarına yapmış oldukları ile bağlantısını kurarak , ona saygı duyulması yani secde edilmesi gerektiğini anlayabiliriz.

Saygı duymak insani bir duygudur , bir insanın diğer bir insana yaptığı en küçük bir iyilik , o iyiliği gören insan tarafından takdir ile karşılanarak , o iyiliğin karşılığı olan saygı yerine getirilir. Böyle yapmayan bir insanın yaptığına nankörlük denir ve bu kelimenin Kur'ani karşılığı "Kafirlik" tir. 

Fakat bir insanın verdiği bir bardak suya "Teşekkür ederim" şeklinde karşılık veren biz insanlar , o suyun asıl yaratıcısına aynı karşılık yerine nankörlük ile karşılık vermekteyiz. Allah (c.c) nin yarattığı nimetleri bize temin edenlere karşı saygımızı yerine getirirken , o nimetin asıl sahibine nankörlük yapmak olacak iş değildir.

Bu kıssanın bizlere öğrettiği ibretlerden birisi , bir insanın diğer insana yaptığı iyilik nasıl saygı ile karşılanıyor ise , Allah (c.c) nin bizlere yaptığı iyilikler de saygı ile karşılanarak kulluk gereği yerine getirilmelidir. 

Sonuç olarak ; Yusuf (a.s) a yapılan secde konusu o surenin yapılan tefsirlerinde en fazla tartışılan konuların başında gelmektedir. Bu tür tartışmalar , eğer kıssa bütünlüğü , ve kıssada geçen bazı kelimelerin esmaya dahil olması dikkat edilerek bir bağ kurulmaya çalışılmış olsaydı secdenin kime yapıldığı veya nasıl olduğu gibi kıssa içinde kalmış bir okumanın ürünü olan tartışmalara mahal kalmazdı. 

Yusuf (a.s) bir hükümdar olarak hükümdarlığının gereklerini en doğru biçimde yerine getirerek , ülke ekonomisini doğru bir biçimde yönetmiş , kardeşlerini af etmiş ve bunların karşılığı olarak saygı görmeyi hak etmiştir. 

Bu saygı gösterisinin "Secde" kelimesi ile ifade edilmiş olması , bir hükümdar olarak mülkü altında yaşayan biz kullarına en iyi biçimde yöneten , ihtiyaçlarımızı karşılayan Allah (c.c) nin böyle bir saygı gösterisini hak etmiş olduğunun hatırlanması içindir. Allah (c.c) kendisine yapılması gereken secdeyi , Yusuf (a.s) ın yaptıkları üzerinden ona secde edilmiş olması ile bir paralellik kurarak , bir insan yaptıklarına karşılık saygıyı nasıl hak ediyorsa , kendisinin de kullarına yapmış olduklarına karşılık secdeyi hak ettiğini bu anlatım ile bizlere göstermektedir.                           

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

17 Haziran 2016 Cuma

Neml s. 66. Ayetinin Farklı Mealleri Üzerine Bir Düşünce

Kur'an meali okuyucusunun karşılaştığı sorunlardan bir tanesi , aynı ayetin farklı meal yapıcıları tarafından yapılmış, birbiri ile zıtlık arz eden mealleridir. Bu durumun farklı sebepleri olup ,bir kaç tanesini sıralayacak olursak ; Meal yapıcısının bakış açısından kaynaklanan ayet yorumu , bir ayetin gramatik yapısının farklı çevirilere müsait oluşu , kıraat farklılıkları, bağlam , siyak sibak gözetilmeden çevrilmesi gibi sebepleri sıralayabiliriz. 

Neml s. 66. ayetini okuyan bir meal okuyucusu , bir kaç mealden karşılaştırmalı olarak okuduğunda, bu ayetin farklı çevirilerine şahit olabilecek ve bu çevirilerin hangisinin daha doğru olabileceğini düşünecektir.

بَلِ ادَّارَكَ عِلْمُهُمْ فِي الْآخِرَةِ بَلْ هُمْ فِي شَكٍّ مِّنْهَا بَلْ هُم مِّنْهَا عَمِونَ

Bu ayetin , ulaşma imkanı bulduğumuz meallerdeki çevirilerini 2 gurupta toplayabiliriz.

1. guruptaki çeviriler

Abdulbaki Gölpınarlı :
Hayır, onların bilgileri, bu dünyâdayken, âhirete ulaşamaz; hayır, onlar, âhiret hakkında şüphe içindedir; hayır, onlar âhiret husûsunda kördür.

Bayraktar Bayraklı :
Açıkçası, onların âhiret hakkındaki bilgileri yetersiz kalmıştır. Dahası, bu hususta şüphe içindedirler. Bunun da ötesinde, onlar âhiretten yana cahildirler.


Bekir Sadak :
Ahirete dair bilgileri yeterli midir? hayir; ondan suphe etmemektedirler. Hayir; ona karsi kordurler. *

Celal Yıldırım :
De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka kimse bilmez ve onlar da ne zaman diriltilip kaldırılacaklarının bilincinde değillerdir. Hayır, onların Âhiret hakkındaki bilgisi kıt ve yetersizdir. Hayır, Âhiret hakkında (devamlı) şüphe içindedirler. Hayır, onlar Âhiret'ten yana (o hususta) kördürler.

Diyanet Vakfi :
Hayır; onların ahiret hakkındaki bilgileri yetersiz kalmıştır. Dahası, bu hususta şüphe içindedirler. Bunun da ötesinde, onlar ahiretten yana kördürler.

Edip Yüksel :
Doğrusu, onların ahiret hakkındaki bilgileri derme-çatmadır. Aslında ondan kuşku içindedirler. Daha doğrusu, onlar ondan yana tümüyle kördürler.

Fizilal-il Kuran :
Onların bilgileri ahirete erememiş, o alemin berisinde kalmıştır. Aslında onlar ahiret konusunda kuşku içindedirler. Hatta ondan yana kördürler.

Hasan Basri Çantay :
Hayır, onların bilgileri âhiret hakkında (ki bilgiye kadar uzanıb) erişememişdir. Hayır, onlar bundan şek (ve şübhe) içindedirler. Hayır, onlar bundan kördürler.

İbni Kesir :
Hayır, ahiret ile ilgili bilgileri de yetersizdir. Hayır, ondan şüphe etmektedirler. Hayır, ona karşı kördürler.

Muhammed Esed :
Hayır, onların ahiret konusundaki bilgileri gerçeğin berisinde kalmaktadır; zaten (çoğu zaman) onun gerçekliğinden yana şüphe içindedirler; hayır, ondan yana kördürler.

Ömer Öngüt :
Hayır! Onların ahiret hakkındaki bilgileri de yetersiz kalmıştır (bu hususta bilgi edinilecek seviyeye erişmemiştir). Hayır! Ondan şüphe etmektedirler. Hayır! Onlar ahiretten yana kördürler.

Yaşar Nuri Öztürk :
Hayır, onların bilgileri âhiret konusunda yetersiz kalmıştı. Daha doğrusu onlar ondan kuşku duymaktadırlar. Hayır, hayır! Onlar, onu göremeyecek kadar kördürler.

2. guruptaki çeviriler;

Ahmet Tekin :
Doğrusu âhiret ile, ebedî yurt ile ilgili bilgiler onlara ardarda gelmektedir. Buna rağmen onlar, bu konuda hâlâ şüphe içindedirler. Aslında onlar, âhiretten yana kör kesilerek baktıkları için anlamıyorlar.

Ahmet Varol :
Hayır, onların ahiretle ilgili bilgileri ardarda gelip toplandı. Hayır onlar bundan şüphe içindedirler. Hayır onlar buna karşı kördürler.

Ali Bulaç :
Hayır, onların ahiret konusundaki bilgileri 'ard arda toplanıp pekiştirildi,' hayır, onlar bundan bir kuşku içindedirler; hayır, onlar bundan yana kördürler.

Ali Fikri Yavuz :
Fakat âhiretin olacağına dair kendilerine (peygamberler vasıtasıyla) arka arkaya ilim ulaşmaktadır. Doğrusu onlar bundan şüphe içerisindedirler, daha doğrusu onlar, âhiretten yana kördürler (delillerini anlıyamazlar).

Diyanet İşleri :
Ahiret (gününün gerçekleşeceği) hakkında bilgi (peygamberler aracılığı ile) onlara peş peşe gelmiştir. Fakat onlar bu konuda şüphe içindedirler. Daha doğrusu onlar ahiretten yana kördürler.

Elmalılı Hamdi Yazır :
Fakat Âhıret hakkında ılimleri tevalî etmekte fakat onlar ondan bir şekk içindedirler, daha doğrusu onlar ondan kördürler

Gültekin Onan :
Hayır, onların ahiret konusundaki bilgileri 'ard arda toplanıp pekiştirildi', hayır, onlar bundan bir kuşku içindedirler; hayır, onlar bundan yana kördürler.

Ömer Nasuhi Bilmen :
Onların bilgileri, ahiret hakkında, yetişip nihâyet buldu! Fakat onlar ondan şekk içindedirler. Hayır, onlar, ondan kördürler.

Şaban Piriş :
Oysa onlara ahiret hakkında bilgi verilmiştir. Ama onlar, şüphe içindedirler ve belki de ona karşı kördürler.

Suat Yıldırım :
Fakat âhiretin varlığına dair bilgiler, kendilerine resulleri vasıtasıyla ulaşmaktadır. Doğrusu onlar bundan şüphe içindedirler. Hayır, hayır onlar âhiretten yana kördürler.

Süleyman Ateş :
Doğrusu onların âhiret hakkındaki bilgileri, ardarda gelip bir araya toplandı. Fakat onlar (hâlâ) ondan bir kuşku içindedirler. Daha doğrusu, onlar ondan yana kördürler.

Ümit Şimşek :
Aslında âhirete dair bilgiler, peş peşe kendilerine ulaşmıştır. Fakat onlar bundan şüphe içindedirler. Hattâ bu konuda kördürler.

Erhan Aktaş
Aslında onlar ahiret hakkında yeterince bilgilendirildiler. Fakat hala şüphe içindeler. Doğrusu bundan yana kördürler

2 guruba ayırdığımız meallerin , 1. guruba dahil olanında , müşriklerin ahiret hakkındaki bilgilerinin YETERSİZ , 2. guruba dahil olan meallerin ise, YETERLİ olduğu şeklinde bir anlam çerçevesinde olduğunu görmekteyiz. Bu farklılıkları gören bir meal okuyucusu haklı olarak, "Bu çevirilerin hangisi doğru ?" sorusunun cevabını arayacaktır. 

Bu sorunun cevabından önce , neden böyle farklı bir çeviri yapıldığının üzerinde durmak istiyoruz. Farklı çeviriye sebep ,  ayet içindeki "İddereke" sözcüğüne farklı anlamlar yüklenmesidir

Edreke ; "Bir nesnenin en son noktasına varması" anlamındadır. 

Bugün bizim dilimizde de kullanılan ve " birbirine veya en sondakinin en öndekine yetişmesi , ulaşması , ard arda olması , ihtiyacın giderilmesi anlamındaki "Tedarik" kelimesi bu kökten türemiştir.

Kurtubi , Razi , Taberi gibi tefsirciler , bu ayetin 2 farklı şekilde yorumlanmasına sebep olarak kıraat farklılıkları olduğunu söylemektedirler. 

Ayetin iki farklı şekilde çeviri ve yorum yapılmasına sebebin , kıraat farkı ve gramatik okumadan kaynaklanmasına karşın , bu tür ikilimlerde ayetin siyak ve sibakına bakıldığında hangi çevirinin doğru olabileceği konusunda bilgi sahibi olmak kolaylaşacaktır.


Ayrıca "İddereke" kelimesinin başka ayet içindeki geçişi bizi bu konuda aydınlatabilir. 

[007.038] Buyurdu ki: Sizden önce geçmiş cinn ve insan topluluklarıyla girin ateşe. Her ümmet girdikçe; yoldaşına la'net eder. Nihayet hepsi birbiri ardından orada toplanınca (eddereku); sonrakiler öncekiler için derler ki: Rabbımız; işte bizi bunlar saptırdı. Onun için bunlara katmerli azab ver. Buyurur ki: Hepiniz Evet, dediler. Bunun üzerine aralarında bir münadi: Allah'ın la'neti; zalimlerin üzerinedir, diye seslendi.

İlgili ayetin bağlamı şu şekildedir. 

[027.059] De ki: «Hamdolsun Allah'a ve selam olsun O'nun seçtiği kullarına!' Allah mı daha hayırlı, yoksa onların ortak koştukları mı?
[027.060] (Onlar mı hayırlı) yoksa gökleri ve yeri yaratan, gökten size su indiren mi? O suyla, bir ağacını bile bitirmeye gücünüzün yetmediği güzel güzel bahçeler bitirdik. Allah'tan başka bir tanrı mı var! Doğrusu onlar sapıklıkta devam eden bir güruhtur.
[027.061] (Onlar mı hayırlı) yoksa yeryüzünü oturmaya elverişli kılan, aralarından (yer altından ve üstünden) nehirler akıtan, arz için sabit dağlar yaratan, iki deniz arasına engel koyan mı? Allah'tan başka bir tanrı mı var! Doğrusu onların çoğu (hakikatleri) bilmiyorlar.
[027.062]  (Onlar mı hayırlı) yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve (başındaki) sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hakimleri kılan mı? Allah'tan başka bir tanrı mı var! Ne kadar da kıt düşünüyorsunuz!
[027.063] (Onlar mı hayırlı) yoksa karanın ve denizin karanlıkları içinde size yolu bulduran, rahmetinin (yağmurun) önünde rüzgârları müjdeci olarak gönderen mi? Allah'tan başka bir tanrı mı var! Allah, onların koştukları ortaklardan çok yücedir, münezzehtir.
[027.064] (Onlar mı hayırlı) yoksa ilk baştan yaratan, sonra yaratmayı tekrar eden ve sizi hem gökten hem yerden rızıklandıran mı? Allah'tan başka bir tanrı mı var! De ki: Eğer doğru söylüyorsanız siz kesin delilinizi getirin!
[027.065] De ki: «Göklerde ve yerde Allah'tan başka kimse gaybı bilmez. Onlar, ne zaman yeniden diriltileceklerini bilmezler.
[027.066] Hayır, onların ahiret konusundaki bilgileri 'ard arda toplanıp pekiştirildi,' hayır, onlar bundan bir kuşku içindedirler; hayır, onlar bundan yana kördürler.
[027.067]  Kâfirler dediler ki; «Bizler ve atalarımız, toprak olduktan sonra yeniden mi diriltileceğiz?»
[027.068]  Andolsun ki, bu tehdit bize yapıldığı gibi, daha önce atalarımıza da yapılmıştır. Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir.
[027.069]  De ki: «Yeryüzünde gezin, suçluların sonunun nasıl olduğuna bir bakın.»

59. ayette Allah (c.c), kendisinin mi yoksa müşriklerin ortak koştuklarının mı daha hayırlı olduğunu sorduktan sonra sonra , 60-61-62-63-64. ayetlerde kendisinin hayırlı olduğunu deliller ile açıklamaktadır. 65. ayette ise gayb konusunda sadece Allah'ın bilgi sahibi olduğu , kulların ise bu konuda  özellikle yeniden dirilmenin zamanı konusunda bilgi sahibi olmadıkları , ancak yeniden diriliş haberlerinin elçiler aracılığı ile bildirilmiş olmasına rağmen (66) , müşriklerin bu konuda kuşku ve körlük içinde oldukları haber verilmektedir. 67 ve 68. ayetlerde ise, onların dilinden bu şüpheler bildirilerek , bu şüphelerin yanlışlığı , geçmiş kavimlerin sonları hatırlatılarak , ibret olması istenmektedir.

Sonuç olarak ; Neml s. 66. ayetinin elimizdeki meallerde iki farklı çevirisi yapılmakta olup , bu farklı çeviriden hangisinin daha doğru olabileceği konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalıştığımız yazımızda , 2. gurupta toplanan ve müşriklere ahiret hakkında bilgilerin yeterli derecede verilmiş olduğu yönünde yapılan çevirilerin , bağlam gözetilerek okunduğunda daha doğru çeviri ve yorumlar olduğunu söyleyebiliriz. 

                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.