2 Şubat 2017 Perşembe

Kamer s. 5. Ayetindeki "Nüzur" Kelimesinin Çevirisi Örneğinde Ayetlerin Rivayetlere Göre Anlaşılması

Bundan önceki bazı yazılarımızda bazı ayet çevirilerini ele alarak , bu ayetlerin çevirisinin, rivayetleri doğrulamak amaçlı olarak yapıldığına dikkat çekmeye çalışmıştık. Bu yazımızda,  Kamer s. 5. ayetinde geçen "Nüzur" kelimenin çevirisini ele alarak , bu kelimenin neden sure bütünlüğü dikkat edilerek çevrilmediği konusuna, ve ilgili kelimenin aynı sure içindeki diğer geçişlerini dikkate alarak, doğru bir çevirinin yapılmasında sure bütünlüğünün önemine dikkat çekmeye çalışacağız. 

Allah (c.c) nin Kamer s. 1. ayetinde "İkterebetis sâatu ven şakkal kameru" (Saat yaklaştı ve ay yarıldı) buyurmuş olmasının , bir mucize olarak ayın gerçek olarak yarılmış olduğunu haber veren bir ayet olduğu şeklindeki yorumlara bir çok tefsirde rastlamaktayız. Ayın gerçek olarak ortadan ikiye yarılmış olduğu düşüncesi, öyle bir kabul gören düşüncedir ki , bunu ret etmenin imanı zayi ettiği düşüncesi , bir çok kimsede mevcuttur. 

Kamer s. 1. ayetinin böyle bir yarılmayı haber verdiğine dair olan düşüncelerin tersine , ayet içindeki "Şakkal kameru" ifadesinin, Araplar arasında kullanılan "Mesele açıklığa kavuştu" anlamında bir deyim olduğu şeklindeki yorumların , veya ayın gerçek olarak yarılmadığına dair olan düşüncelerin, daha ilk tefsirciler arasında yaygın bulunduğunu , fakat ayın gerçek anlamda yarıldığı düşüncesinin daha ağır basması nedeniyle, Kamer s. 1. ayetinin ayın kesin olarak ortadan ikiye yarılmış olduğunun haberini verdiği zannedilmektedir.

Ayın yarılmadığını iddia etme düşüncesinin yeni ortaya çıktığı zannedilerek , bu yarılmayı ret edenlerin tekfir edilmeye kadar varacak şiddette bir karşılık gördüğü herkesçe malumdur. Ancak, ayın yarılmadığı iddiasının yeni bir iddia olmadığı , ilk tefsircilerin bir kısmının böyle bir düşünce içinde olduğu bir çok kimse tarafından maalesef bilinmemektedir. Ayın yarılmadığını iddia edenlere karşı tekfirci bir dil kullananlar , ilk tefsircilerde bile böyle bir düşünce olduğunu bilmiş olsalardı , ayın gerçek anlamda yarılmadığını iddia edenlere karşı, belki daha yumuşak bir üslup kullanabilirlerdi. 

Yazımızın asıl konusu , Kamer s. 5. ayetinin çevirisinin , ayın gerçek anlamda yarıldığı ön kabulü dahilinde yapılmış bir çeviri olduğu ve sure bütünlüğüne dikkat edilmeden yapıldığı yönündeki düşüncelerimizi paylaşmak olduğu için, konuyu sure bütününü ele alarak anlamak durumunda olduğumuzu hatırlatmak isteriz. 

[054.001]  Saat yaklaştı ve ay yarıldı.
[054.002]  Onlar, bir ayet gördüklerinde yüz çevirirler ve; süregelen bir büyüdür, derler.
[054.003]  Yalanladılar ve kendi heveslerine uydular. Halbuki her işin ulaşacağı yeri vardır.
[054.005]  Bu haberlerin her birinde üstün hikmet vardır; ama UYARICILAR fayda vermiyor.
[054.006]  Öyleyse onlardan yüz çevir; çağıran, görülmemiş ve tanınmamış bir şeye çağırdığı gün;
[054.007]  Gözleri hor ve hakir olarak, yaygın çekirgeler gibi kabirlerinden çıkarlar.
[054.008]  Boyunlarını çağırana doğru uzatmış olarak koşarlarken, kâfirler derler ki: «Bu, zorlu bir gün.»

Kamer s. 1. ayetinde "Şakkul kameru" ifadesinin mazi fiil ile ifade edilmiş olması , ayın gerçek anlamda yarıldığını haber verdiği yorumlarına dayanak teşkil etmektedir. Halbuki bu ifadenin Araplar arasında kullanılan ve "Mesele açıklığa kavuştu - Gerçekler ortaya çıktı" anlamında bir deyim olduğu hesaba katılarak bu ayet yorumlanmaya çalışılmış olsa idi , böyle bir yorum sure bütünlüğüne daha uygun, ve rivayetler baz alınarak bir ayetin yorumlanması yanlışı ortaya çıkarak, bu konudaki ihtilafların önü alınmış olurdu. 

Kamer suresi 1. ayeti , kıyametin mutlaka gerçekleşeceğini ve herkesin yapmış olduğu amellerin ortaya dökülerek karşılığının verileceğini haber vermektedir. Bu noktada "Gelecekte olacak bir olay neden gelecek zaman fiili ile değil de , geçmiş zaman fiili ile haber verilmektedir? sorusu sorulacak ve bunun cevabı istenecektir. 

Gelecek zamanda olacak kıyamet ile ilgili haberlerin gelecek zaman fiili yerine , geçmiş zaman fiili ile haber verilmesi Kur'an'ın anlatım üsluplarından bir tanesidir. Gelecekte meydana gelecek bir olay için geçmiş zaman kalıbının kullanılması , haber verilen olayın mutlaka gerçekleşeceğinin anlaşılmasına dair kullanılan bir üsluptur ve bu üslubu daha başka ayetlerde görmekteyiz. 

[039.068] Sûr'a üfürüldü; böylece Allah'ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde olanlar çarpılıp-yıkılıverdi. Sonra bir daha ona üfürüldü, artık onlar ayağa kalkmış durumda gözetiyorlar.
[039.069]  Yer; Rabbının nuru ile aydınlandı, kitab konuldu, peygamberler ve şahidler getirildi. Onlara haksızlık yapılmadan aralarında hak ile hükmolundu.
 [039.070]  Her bir nefse yaptığının tam karşılığı verildi. O, onların işlemekte olduklarını daha iyi bilendir.
[039.071]  Küfredenler, cehenneme bölük bölük sevkedildiler. Sonunda oraya geldikleri zaman, onun kapıları açıldı ve onlara (cehennemin) bekçileri dedi ki: «Size Rabbinizin ayetlerini okuyan ve bugünle karşılaşacağınızı (söyleyip) sizi uyarıp-korkutan peygamberler gelmedi mi size?» Onlar: «Evet.» dediler. Ancak azab kelimesi kâfirlerin üzerine hak oldu.
[039.072]  Onlara denildi ki: İçinde temelli kalacağınız cehennemin kapılarından girin. Büyüklenenlerin durağı ne kötüdür.
[039.073] Rablerinden korkup-sakınanlar da, cennete bölük bölük sevkedildiler. Sonunda oraya geldikleri zaman, onun kapıları açıldı ve onlara (cennetin) bekçileri dedi ki: «Selam üzerinizde olsun, hoş ve temiz geldiniz. Ebedi kalıcılar olarak ona girin.»
[039.074]  (Onlar da) Dediler ki: «Bize olan va'dinde sadık kalan ve bizi bu yere mirasçı kılan Allah'a hamd olsun ki, cennetten dilediğimiz yerde konaklayabiliriz. (Salih) Amellerde bulunanların ecri ne güzeldir.
[039.075] Melekleri de arşın etrafını çevirmişler olarak Rablerini hamd ile tesbih ettiklerini görürsün. Aralarında hak ile hüküm verilmiştir ve: «Alemlerin Rabbine hamdolsun» denilmiştir.

Yukarıda meallerini verdiğimiz Zümer s. 68-75. ayetleri arasında gelecek zamanda vaki olacak kıyamet , hesap , cennet ve cehennem ile ilgili bilgiler geçmiş zaman fiilleri ile anlatılmaktadır. Bu anlatım üslubu , anlatılan olayın mutlaka vaki olacağını bildirmek için kullanılmaktadır. 

Kamer s. 1. ayetini bu çerçevede düşündüğümüzde, geçmiş zaman kalıbı ile ifade edilen "İkterebetis sâatu ven şakkal kameru" (Saat yaklaştı ve ay yarıldı) cümlesi , gelecek zamanda kıyametin kopacağını ve herkesin yaptıklarının ortaya çıkacağını haber vermektedir. Surenin ilerleyen ayetlerinde, gelecek zamanda meydana gelecek bu olay zaten haber verilmektedir.

Kamer suresinin ilk ayetleri ,  Mekke'de ayın gerçek olarak ortadan ikiye ayrılmış olduğu ön kabulü içinde okunarak, 5. ayet içinde geçen "ru"Ennüzuru kelimesi, "UYARICILAR" olarak çevrilmesi gerekirken , "UYARILAR" şeklinde çevrilmiştir. Bazılarımız "Bu kadar farktan ne çıkar" diyebilir , surenin ilk ayetleri, ayın gerçek olarak yarıldığını gören, fakat buna inanmayan Mekke müşriklerine hitap ettiği düşüncesine uygun olarak çevrildiği için, sure bütünlüğüne daha uygun olan "Uyarıcılar" olarak çevrilmesi yerine , Muhammed (a.s) ın tek elçi olmasından dolayı "Uyarıcılar" ifadesinin uygun düşmeyeceği düşünüldüğü için "Uyarılar" şeklinde çevrilmiştir. 

Eğer ayet sure bütünlüğüne uygun olarak "Uyarıcılar" şeklinde çevrilmiş olsaydı , hitabın Mekke'li müşriklere yapıldığını düşünenler için "Mekke'de birden fazla uyarıcının ne işi var?" sorusunun cevabını vermeleri mümkün olmazdı. 

Halbuki 5. ayet, hiç bir ön kabul olmadan, sadece sure bütünlüğü dikkate alınarak çevrilmiş olsaydı , surenin ilk ayetlerinin direk Mekke'li müşrikleri değil , kendilerinden önce geçmiş olan müşriklere dikkat çekerek , Mekke'li müşriklerin kendilerinden önceki atalarının yolundan gitmiş olduklarına dikkat çektiğini anlayabilir , böylece 5. ayet içindeki "Ennüzuru" kelimesinin "Uyarıcılar" olarak çevrilmesinin daha uygun olduğunu görebilirlerdi. 

Bu bağlamda başka surelerdeki "Ennuzur" kelimesinin geçtiği diğer ayetlerden örnekler vererek bu kelimenin "Uyarıcı" anlamında kullanılmış olduğunu görelim. 

[010.101]  De ki: Göklerde ve yerde neler var, bir bakın. Fakat bunca ayetler ve uyarıcılar (ennuzüru) inanmayanlar güruhuna fayda vermez.
[046.021]  Ad kavminin kardeşi Hud'u an; ondan önce ve sonra, 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin» diyen nice uyarıcılar (ennüzuru)gelmişken, Ahkaf bölgesindeki kavmini uyarmış, «Doğrusu sizin için büyük günün azabından korkuyorum» demişti.
[053.056] Bu da ilk uyarıcılardan (ennüzuri) bir uyarıcıdır.

Kamer suresinin içinde geçen "Nüzur" kelimesinin hem "Uyarıcı" hem de "Uyarı" anlamını taşıyabileceğini önceden ifade ederek, hangi anlamın daha uygun olacağını sure bütünlüğü dikkate alınarak verilmesi gerektiğini hatırlattıktan sonra , bu kelimenin aynı sure içinde geçtiği ayetleri vererek devam edelim.

5. ayette "Uyarıcılar fayda vermiyor" ifadesinin açılımı karşımıza sure içinde yayılmış olan, kendilerine gönderilen uyarıcıları ret etmelerinden ötürü helak edilen kavimlerin anlatılması şeklinde çıkmaktadır. 

Kamer s. 9. ayetinden 16. ayete kadar, Nuh kavminin kıssası anlatılarak , o kavme uyarıcıları olan Nuh (a.s) ın uyarılarından faydalanmak yerine, onun uyarılarını ret etmeyi seçtikleri için , helak edildikleri haber verilmektedir. Sure içinde 6 defa tekrarlanan "Benim azabım ve uyarılarım (ve nuzuri) nasılmış?" ayeti içinde geçen "ve nuzuri" kelimesi, burada "Uyarı" anlamındadır. Sure içinde bu kelime "El" takısı kullanılarak "Ennüzur" ve "El" takısı kullanılmadan "Nüzur" şeklinde geçmektedir. "El" takısı kullanılan "Nüzur" kelimesi , "Uyarıcı" anlamında kullanılır iken , "El" takısı kullanılmayan  "Nüzur" kelimesi "Uyarı" anlamındadır.

Surenin 18. ve 21. ayetleri arasında Ad kavminin helak edilmesi anlatılarak sure içinde 6 defa tekrarlanan ,"Benim azabım ve uyarılarım (ve nuzurinasılmış? ayetinin 2. ve 3. tekrarı, 18. ve 21. ayettedir.

Surenin 23. ayetinden itibaren başlayan Semud kavminin helak edilmesi "Kezzebet semudu binnuzuri" (Semud da UYARICILARI yalanladı) ayeti ile başlamaktadır. 

Başka surelerde geçen elçi kıssalarındaki  "Kezzebet semudul mürseline" (Semud'da gönderilenleri yalanladı) (Kasas s. 105-123-141-160) gibi ayetlerde, yalanlananların kim olduğuna baktığımızda , gönderilen elçiler olduğunu görmekteyiz. Bu noktayı dikkate aldığımızda , Kamer s. 23. 33. ve 36. ayetlerde geçen "Binnuzuri" kelimesinin "Uyarıcı" anlamında elçileri ifade ettiğini söyleyebiliriz.

Kamer s. 23. ayetinden başlayan Semud kavminin helak edilmesinin anlatılması, 30. ayette sure içinde 6 defa geçen "Benim azabım ve uyarılarım (ve nuzurinasılmış? ayetinin 4. defa tekrar edilmesinden sonra 31. ayette biterek , 33. ayette , "Kezzebet qavmi lutin binnuzuri" (Lut kavmi de UYARICILARI yalanladı) buyurularak , Lut kavminin helakına geçilmektedir. 37. ve 39. ayetlerde , sure içinde 6 defa geçen ayetin, 5. ve 6. defa geçmesinden sonra , 41. ayette Firavun kavminin helakına geçilmektedir. 

"Ve lekad cae ali fir'avne binnuzuri" (Firavun ailesine de UYARICILAR geldi) buyurulması ile başlayan kıssa , 42. ayette sona ermektedir.

Kamer suresi 5. ayetinde "UYARICILAR fayda vermiyor" buyurulmasının daha geniş bir açılımı , Kamer s. 42. ayetine kadar anlatılan Nuh , Ad , Semud , Lut ve Firavun kavimlerinin, kendilerine gönderilen UYARICILARI  ret etmesinin , onlara neye mal olduğu hatırlatılarak, 43. ayette Mekke müşriklerine hitaben "Şimdi sizin kâfirleriniz, onlardan daha mı iyidirler? Yoksa kitaplarda sizin için bir berât mı var?" buyurulmak sureti ile , o kavimlerin başlarına gelen helak olaylarının , Mekke müşriklerinin başlarına gelmemesi için hiç bir sebebin olmadığı bildirilmektedir.


[054.044]  Yoksa: «Biz yardımlaşan bir topluluğuz.» mu diyorlar?
[054.045]  Topluluk yakında dağıtılacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklar.

Kamer s. 44. ve 45. ayetlerinde , Mekke müşriklerinin çok güvendikleri mal ve servetlerine fazla güvenmemeleri gerektiği hatırlatılarak , surenin 1. ayetini daha iyi anlamamızı sağlayacak olan ayetler gelmektedir.


[054.046]  Daha doğrusu onlara vaad olunan asıl saattir. O saat ne belalı, ne acıdır.
[054.047]  Muhakkak ki suçlular; sapıklık ve çılgın ateşler içindedirler.
[054.048]  Ateşin içinde yüzükoyun sürüklenecekleri gün: Cehennemin dokunuşunu tadın» (denecek) [054.049]  Şüphesiz Biz her şeyi bir ölçüye göre yaratmışızdır.
[054.050]  Ve Bizim emrimiz bir tektir; bir göz kırpması gibidir.
[054.051]  And olsun ki, benzerlerinizi yok etti, öğüt alan yok mudur?
[054.052]  İşledikleri her şey, kitaplarda mevcuttur.
[054.053]  Küçük, büyük her şey satır satır (yazılı) dır.

Kamer s. 1. ayetinde "
Saat yaklaştı ve ay yarıldı" buyurulması, sureyi bir bütün halinde ön yargısız olarak okuduğumuz zaman, daha net bir biçimde anlaşılacaktır. İnkar edenleri asla kaçamayacakları bir zaman olan kıyamet vakti ile tehdit eden, yaşadıkları hayat içinde kendilerine gönderilmiş olan uyarıcıları ret ederek , dünya hayatlarında helak ile son bulan bir cezaya çarptırılanlar için asıl ve sonsuz azap yeri ahirettir. 

Kamer suresini bir bütün olarak okuduğumuz zaman , 1. ayetinin kıyamet ve sonrası olacak olayları haber vererek , 2-3-4-5. ayetlerde , önceki inkarcıların kendilerine gelen uyarıları ret ettiklerini haber vermektedir. 6-7-8. ayetler , önceki inkarcıların yolunu izleyen Mekkelilere yeniden diriliş gününü hatırlatarak, yaptıklarının karşılıklarını alacakları gün ile tehdit etmektedir.

9-42. ayetler ise , Mekkelilerden önce yaşamış inkarcıların başlarına gelenleri hatırlatan ayetler olup , 43-44-45. ayetlerde helak edilen kavimlerin başlarına gelen sonucun, inkara devam ettikleri takdirde Mekkeli inkarcıların başına geleceği tehdidi yapılmaktadır. 46-53. ayetlerde ise , 1. ayette haber verilen kıyamet ve herkesin yaptıklarının karşılığını alacağı günün, daha geniş bir anlatımı bulunmaktadır. 54. ve 55. ayetlerde inkara girmeyerek uyarı ve uyarıcıları kabul eden bir hayat sürenlerin ne ile karşılaşacağı haber verilerek sure bitirilmektedir. 

Sonuç olarak ; Kur'an'ın doğru olarak anlaşılmasının önündeki en büyük engellerden bir tanesi , bu kitap ile uyuşmayan rivayetlerin doğru kabul edilerek , bazı ayetlerin bu rivayetlerin doğrultusunda anlaşılmaya çalışılmasıdır. 

Kamer s. 1. ayetinin ayın ortadan ikiye gerçek anlamda yarılması mucizesini haber veren bir ayet olduğunu yönündeki yorumlar , rivayetlerin ayete onaylatılması çabalarının bir ürünüdür. Böyle bir ön yargı ile okunan Kamer suresinin 5. ayetindeki "Ennüzuru" kelimesi "Uyarıcılar" şeklinde çevrilmesi gerekirken , ayın yarılmış olduğunu haber verdiği düşüncesine uygun bir şekilde "Uyarılar" şeklinde çevrilmiştir. 

Yazının amacı Muhammed (a.s) a "Mucize" olarak bildiğimiz türden görsel ayetlerin verilmediği konusu olmadığı için, bu konuya burada girilmemiştir. Amacımız , Kur'an ayetlerinin ön yargılara kurban edilmek sureti ile çevrilmesi ve yorumlanmasının doğurduğu sıkıntılara dikkat çekerek , bir kelimenin sure bütünlüğüne dikkat edilmeden çevrilmiş olmasının yanlışlığı üzerinedir. 

Kur'an'ın çevirisi ve yorumlanmasında ön yargıları bir kenara bırakarak , sure ve Kur'an bütünlüğüne dikkat etmenin ne kadar önemli olduğunu , önemsiz bir ayrıntı gibi görünmüş olsa da , gerçekte önemli olduğunu düşündüğümüz Kamer s. 5. ayetindeki "Nüzur" kelimesinin örnekliğinde göstermeye çalıştık.

                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

29 Ocak 2017 Pazar

Hucurat s. 1.-3. Ayetleri : Allah'ın ve Resulünün Önüne Nasıl geçilmez ? Sesler Resulün Sesinin Üzerinde Nasıl Yükseltilmez?

İslam düşüncesinde Muhammed (a.s) ın konumunun ne olduğu veya nasıl bir konuma sahip olması gerektiği konusu, onun vefatının ardından tartışılmaya başlanılmıştır. Yaşadığı hayat içinde onun konumu ve görevi noktasında sahabe tarafından herhangi bir sıkıntı yaşanmaz iken , vefatı sonrasında ortaya çıkan siyasi olayların akidevi bir noktaya taşınması , bu siyasi gurupların kendi haklılıklarını veya karşı tarafın haksızlığını dini bir temele oturtma çabası , onların Muhammed (a.s) ı konuşturmak sureti ile, onun üzerinden delil sunmak gereğini ortaya çıkarmıştır.

Bu fırkaların kendi düşüncelerini hadis merkezli delillere oturtma çabaları , öncelikle hadisin bağlayıcılığı konusunu gündeme getirerek , Muhammed (a.s) tarafından söylendiği iddia edilen sözlerin karşı çıkılamaz bir duruma sokulmasını gerektirmiştir. Vahyin kategorize edilerek , "Metluv" (Namazlarda tilavet edilen) ve "Gayri Metluv" (Namazlarda tilavet edilmeyen) şeklinde ayrılması bu çabaların bir ürünü ve sonucudur. 

Bu çabaların ürünü ve sonucu olarak ortaya atılan bu düşünceler , dayanaklarını Kur'an ile delillendirmeye çalışarak "Biz demiyoruz Allah diyor" şeklindeki sözlerle, bir çok ayeti bu konuda kullanmaya çalışmışlardır. "Allah ve Resulü" şeklinde geçen ayetler, bu konuda delil olarak sunulan ayetlerin başında gelmektedir. Bu ayetlerin Resulün konumunun Allah (c.c) ile eşit olduğunu beyan ettiği ileri sürülerek, dinde iki başlı bir hüküm kaynağı ihdas edilmek sureti ile Allah (c.c) kulu eşit bir duruma getirilmiştir. 

Bu yazımızda Hucurat s. 1. 2. 3. ayetlerini ele alarak , ilgili ayetlerin bizim için ne değer ifade edebileceği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız. 

[049.001]  Ey iman edenler, Allah'tan ve Peygamberinden öne geçmeyin; Allah'tan sakının, doğrusu Allah işitir ve bilir.
[049.002] Ey iman edenler, seslerinizi nebinin sesi üstünde yükseltmeyin ve birbirinize bağırdığınız gibi, ona sözle bağırıp-söylemeyin; yoksa siz şuurunda değilken, amelleriniz boşa çıkar-gider.
[049.003]  Allah'ın resulünün yanında seslerini kısanlar, şüphesiz Allah'ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükafat vardır.

Bu ayetler okunduğu zaman , ayetlerde beyan edilen emirlerin nası hayata geçirilebileceği sorusuna verilecek cevap , "Allah'ın önüne geçmemek Kur'an'ın önüne geçmemek , Resulün önüne geçmemek ise hadislerin önüne geçmemektir" , " Sesimizi Nebinin üzerinde yükseltmemek ise hadislerin üzerine söz söylememektir" şeklinde olacaktır. 

Bu ayetlerin hayat içinde pratiğe geçirilmesi , ilk muhataplar olan sahabe nezdinde herhangi bir problem teşkil etmez iken , Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında problem oluşturmuştur. Muhammed (a.s) hayatta iken ya kendisine inen vahyi tebliğ etmekte , ya da kendisine inen vahyin doğrultusunda söz veya fiiller işlemekte idi. Vahiy harici olan söz ve fiillerinde eğer herhangi bir hata yapacak olursa , bu hataları vahiy tarafından uyarılarak aynı hatayı tekrar yapması önlenmekte idi.

Resul demek , yeryüzünde Allah adına konuşma yetkisine sahip kimseler demek olduğuna göre "Allah ve Resulü" şeklinde geçen ifadelerin birbirinden ayrılarak Allah (c.c) yi Kur'an , Resulü ise hadisler şeklinde birbirinden ayırarak anlamak,bu gün için problem teşkil edecektir.

Allah (c.c) nin , "Resulün önüne geçmeyin" veya "Sesinizi resulün sesinin üzerinde yükseltmeyin" şeklindeki emrini fıkhi hüküm olarak "Farz" kategorisinde değerlendirmek mümkündür. Bugün bu hükmün hayata nasıl geçirileceği konusuna geldiğimizde iş bu noktada düğümlenmektedir. Çünkü bu emirleri , resul hayatta olmadığından dolayı yerine getirilmesini bugün resulün yerine geçtiği iddia edilen hadislere itaat ile eşleştirdiğimiz takdirde, Allah (c.c) nin bize hadislere itaat etmeyi Farz kıldığı gibi bir düşünce içine girebiliriz. 

Allah (c.c) bizlere hadislere itaat etmeyi mi emretmektedir ?. 

[033.036]  Allah ve Peygamber'i bir şeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz. Allah'a ve Peygamber'e baş kaldıran şüphesiz apaçık bir şekilde sapmış olur.

Muhammed (a.s) hayatta iken, onun ashabına yapmalarını emrettiği herhangi bir şey için , ashabın seçim şansı yoktu. Çünkü onun ashabına din adına söylemiş olduğu sözler "Kesin Bilgi" ifade etmekte idi. Fakat bugün bize hadis yolu ile gelen resule ait sözlerde seçim yapmak zorunlu bir durumdur. Çünkü onun söylemiş olduğu iddia edilen sözlerin istisnasız olarak tamamı, bugün artık "Zanni Bilgi" kapsamındadır. Bu tür bilgilerin doğrulanması için "Kesin Bilgi" olarak kabul edilen bir kaynağı kriter almak zorunludur.

Resulün adına gelmiş olan hadislerin "Buhari - Müslim" gibi marka haline getirilmiş kitaplarda bulunmuş olması, bu hadisleri "Kesin Bilgi" kategorisine asla sokmaz. Bugün asıl problem bu tür kitapların sorgulanamaz kitaplar haline getirilerek , Kur'an'a eşdeğer kılınmış olmasından kaynaklanmaktadır. Bu kitaplar içinde bulunan fakat Kur'an ile uyuşmayan rivayetler , Kur'an ile uyuşturulmaya çalışılarak rivayet merkezli bir din algısı Müslümanlar üzerinde hakim kılınmak sureti ile bir çok ihtilafın oluşmasına sebebiyet verilmiştir.

Bugün bizlerin "Resule İtaat" emrini yerine getirmemiz için hadislere itaat etmemiz gerektiğini iddia etmek demek , doğruluğu hadisçiler tarafından, kendilerinin belirledikleri kriterler doğrultusunda tesbit edilmiş rivayetlere inanmanın, Allah (c.c) nin emri olduğunu iddia etmek anlamına gelir ki bu mümkün değildir.

Herhangi bir hadisçinin kriterlerine göre "Sahih" olabilen bir rivayet , başka bir hadisçinin belirlediği kriterler doğrultusunda sahih olmayabilmektedir. Sahih olduğu iddia edilen hadise itaat etmek "Resule itaat" gereğince eğer Allah (c.c) nin emri ise , bu hadisin sahih olmadığını iddia ederek hadise itaat veya kabul etmeyenler  resule isyan eden bir duruma düşmektedir.

Hadisleri bugün resule itaat emrinin gereği olarak itaat edilmesi farz olan bilgiler kapsamına koyduğumuzda bu sıkıntılar hiç bir zaman gündemden düşmeyecek , Müslümanlar arasında en büyük ayrılıklara sebep olan konular her zaman gündemde kalarak , fırkalaşmanın ve düşmanlıkların ardı arkası kesilmeyecektir. 

Konumuz olan ve benzeri ayetlerin artık bugün hayata geçirilmesi Muhammed (a.s) tarafından bizlere bırakılan tek sahih ve kesin bilgi kaynağı olan Kur'an'a itaat edilmesi ile gerçekleşecektir. Kur'an dışında herhangi bir kaynağın din konusunda itaat edilmesi gerekli kaynak olduğu iddia edildiğinde , bugün insanlar tarafından belirlenen ve bizlere kaynak olarak sunulan kitapların Kur'an gibi muamele görülmesi tehlikesini beraberinde getirecektir. 

Bu tehlikeyi maalesef halen bil fiil olarak yaşamaktayız. Bir çok Müslüman, hadis kitaplarına veya din konusundaki başka kitaplara verdiği değeri öyle bir abartmıştır ki , bu kitaplar bir çok Müslümanın hayatında Kur'an seviyesinde hatta ondan daha yukarıda bir öneme sahiptir.


Hadis konusunda bu söylediklerimiz , hadislerin din de kaynak olarak görülmesi gerektiğini savunanlar tarafından yanlış, hatta sapıkça bir düşünce olarak görülecektir. Fakat konuya ön yargısız bakılacak olursa asıl tehlikenin hadislerin din de kaynak olarak görülmemesi gerektiği düşüncesi değil , görülmesi gerektiği düşüncesi olduğu görülecektir. 

Hadis üzerinden ortaya konulan din algısına bakıldığında , Kur'an içinde zikri geçen elçilerin örnekliği ve verdikleri tevhit mücadelesini hadis rivayetlerinde görmek neredeyse imkansızdır. Hadis kitaplarında bulunan hadislerin geneline bakıldığında , kişisel yaşam ile ilgili bir takım rivayetlerin ağırlıkta olduğunu görebiliriz. Kişisel yaşam ile bilgileri din olarak gördüğümüz zaman , dinin asıl mesajı olan şirk konusu kaybolup gitmekte , tevhit mücadelesinin örnekliğini yapan bir elçi portresi bu hadisler içinde görülmemektedir.

Eğer peygambere itaat edilecekse ki bu emir Allah'ın emridir , bu itaatın nasıllığı zanni bilgi taşıyan rivayet kitaplarında değil , kesin bilgi taşıyan Kur'an içinde ayan beyan ortadadır. Yok namazın nasıl kılınacağı , orucun nasıl tutulacağı , haccın nasıl yapılacağı gibi konular üzerinden hadislere mecbur olduğumuz iddiası getirilecek olursa , bu iddia sahiplerinin hangisinin namazı hadislere bakarak öğrendiğini sormak gerekir. 

Sonuç olarak ; Hucurat s. 1.2.3. ayeti ve bu ayete benzer diğer ayetlerdeki resule itaat konulu ayetlerin bugün hayata geçirilme şeklinin hadislere itaat olarak değil , onun aracılığı ile indirilmiş olan vahye itaat etmek şeklinde gerçekleşmesi gerektiğini söyleyebiliriz. Bugün onun adına rivayet hadis adındaki bilgilerin zan içermesi o bilgilerin din de kaynak olarak kabul edilme sorununu ortaya çıkarmıştır.

Zan içeren bilgilerin din de kaynak olarak görülmesi , kesin bilgi içeren Kur'an'ın arkaya itilmesini beraberinde getirerek , rivayet merkezli bir din algısını ortaya çıkarmış , bu din algısı ise bir çok ihtilafın kaynağını oluşturmuştur. Asıl kaynak olan Kur'an'a dönmek , bugün bir çok ihtilaflı konu ile birbirine düşman olan Müslümanların daha elzem konular üzerinde çalışmanın ve gayret etmenin gerektiği düşüncesinin oluşmasına vesile olacaktır.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

26 Ocak 2017 Perşembe

Fussilet s. 33. Ayeti : Allah'a Çağırmanın Ben Müslümanlardanım Demenin Hayatımızın İçindeki Yeri

Allah (c.c) , sadece kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmesi için yaratmış olduğu biz kullarına , bu tanımanın hayat içinde nasıl gerçekleşmesi gerektiğini , elçi ve kitapları aracılığı ile bildirmiştir. Elçi ve kitap halkasının son zinciri olan Muhammed (a.s) a inen Kur'an , aynı bilgileri bizlere hatırlatan bir kitaptır. 

Bu kitap içindeki Fussilet s. 33. ayetini yazımıza konu etmeye çalışarak , bu ayet içinde beyan edilen şıkların hayat içindeki pratiği ve bu şıklarla ne kadar barışık bir hayat yaşadığımız üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

[041.033]  Allah'a davet eden, salih amelde bulunan ve: «Gerçekten ben Müslümanlardanım» diyenden daha güzel sözlü kimdir?

Bu ayet yaşamın gayesi 3 şıkta özetlenerek, örnek bir insan portresi çizilmektedir.

1-Allah'a davet etmek.
2-Salih amel işlemek.
3-Ben Müslümanlardanım demek.

Allah (c.c) bu 3 amel için "Ahsene Qavlen" ifadesini kullanmaktadır. Ancak konu, Allah (c.c) tarafından övülmüş olan bu 3 güzel amelin, biz Müslümanların hayatında nasıl işlerlik kazandığına geldiğinde orada düğümlenmektedir. 

Yukarıda sayılan 3 vasfın en güzel örnekliğini , Allah (c.c) tarafından gönderilen bütün elçiler muhataplarına göstererek , bu vasıfların hayat içindeki anlamlarını pratik olarak yerine getirmişlerdir. Fakat bu elçilerin örneklikleri , bizlerin hayatında tam anlamıyla pratik bulmamak sureti ile, bir çok sıkıntının ortaya çıkmasına sebebiyet verilmiştir. 

Allah'a davet etmek bir Müslümanın yaşamında nasıl yer bulması gereklidir?. 

Bu davetin nasıl olması gerektiğini kısaca özetleyecek olursak , Kur'an geneline yayılmış elçiler ve onlarla birlikte olan iman edenlerin ,yaşadıkları örnek hayatların bizlere anlatılma sebebi, Allah'a davet etmenin pratik hayat içindeki yerinin nasıl gerçekleşeceğidir. Şirk batağına batmış kavimlerini tek ilaha kulluk etmeye çağıran elçiler ve onlarla birlikte olanların yaşadıkları hayatı ALLAH'A DAVET ETMEK olarak özetleyebiliriz. 

Fakat şu anda yaşayan Müslümanların bu daveti , Kur'ani boyutundan daha farklı bir yönlere çektiklerini söylemek yanlış olmayacaktır.

İnsanları Allah'a davet etmek demek, öncelikle insanın ne olduğunu , ne amaçla yaratıldığını bilmesi anlamına gelmektedir. Böyle bir bilgiden yoksun olan kimsenin Allah'a davet etmek gibi bir düşüncesi de zaten yoktur. Biz konuyu yaratılış amacının farkında olan ve insanların dünya ve ahiret mutluluğunun İslam ile gerçekleşeceğini bilerek davetçi olmaya soyunanların, bu şıkkı hayatlarına nasıl geçirmesi gerektiği üzerinde yoğunlaştırmaya çalışalım. 

Bugün dünya yüzünde yaşayan Müslümanların fırkalara bölünmüş ve bu fırkaların bir çoğunun birbirine düşman bir halde olduğu herkesçe malumdur. Bu fırkalara mensup ve birbirine düşman olan Müslümanlara "Kime davet ediyorsunuz?" şeklinde bir soru sorulsa bütün fırkaların ortak cevabı "Allah'a davet ediyoruz" şeklinde olacaktır. 

Fakat dışarıdan bakan bir kimsenin kafasında "Herkes Allah'a davet ettiğini söylüyor fakat birbirlerine neden düşman , bunlar neyi paylaşamıyorlar?" sorusu oluşacak , ve kimsenin davetine icabet etmeyecektir. 

Buradaki sorun, herkesin davet ettiği Allah (c.c) nin farklı kitap , farklı kişi , farklı mezhep ve meşreplerin tanıttığı ve davet ettiği bir Allah olmasıdır. Böyle bir farklılık haliyle fırkalaşmayı beraberinde getirmekte , fırkalar arasındaki rekabet ise düşmanlıkları körüklemektedir.   

O zaman bu sorun ,  farklı kaynaklardan beslenmek yerine asıl kaynaktan beslenmek ile çözüme kavuşacaktır. Bu durum , farklı kaynaklardan beslenerek , her kafadan çıkan ayrı bir din oluşumuna da set çekecektir. Dikkat edilecek olursa , kendilerinin Allah'a davet ettiklerini iddia eden kimseler , sadece dinin bir tarafına takılarak , insanlara "İşte din bu dur" demekte ve ona çağırmaktadırlar. 

Örneğin ; Dini sakal, sarık, cübbe'ye indirgemiş olanların , Allah'a yaptıkları davet insanları sakal bırakması , kafalarına sarık sarması, sırtlarına cübbe geçirmesinin faziletleri,ve bu yaşam tarzının en doğru dini bir yaşam olduğu noktasındadır. 

Dini sadece namaza indirgemiş olanların ise çağrısı sadece namaza olup , din sadece namaz kılmaktan ibaretmiş gibi bir görünüm sergiledikleri herkesin malumudur.

Dini sadece kendi tarikatlarından ibaret zannederek , dünyanın kendi tarikatları ve şeyhlerinin yüzü suyu hürmetine döndüğüne inananların çağrısı ise sadece kendi tarikatlarına olup , insanları tarikatlarına dahil etmek için yaptıkları çalışmaların adı onlar için Allah' davet etmektir. 

Bu ve benzeri çağrıların hiçbirini Allah'a davet etmek olarak görmek mümkün değildir. Bu çağrılar olsa olsa Allah'a davet maskesi altında kendi kitaplarına , şeyhlerine , tarikatlarına , düşüncelerine çağırmaktır.

[033.045-46]  Ey Nebi! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. İzniyle Allah'a davet eden ve aydınlatan bir ışık olarak.

Allah'a davet etmenin örnekliğini bütün elçiler yaşamları ile göstermişlerdir. Muhammed (a.s) bu örnekliği gösteren elçiler zincirinin son halkasıdır. Onun davet ettiği Allah , kullarından sakal , sarık , cübbe ile gezmeleri , herhangi bir tarikata mensup olmaları , veya dinlerini herhangi bir kul tarafından yazılan kitaplar üzerine kurmaları gerektiği gibi şeyler istememektedir. 

Elçilerin davet ettiği Allah kullarından, yalnız kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmelerini ve bu isteğin gerektirdiklerinin yerine getirilmesini istemektedir. Bu hayatı en kısa kelimelerle ifade edecek olursak "Salih Amel" şeklinde ifade edebiliriz.

Bir çok ayet içinde bu deyimi "İman etmek" ile birlikte zikredildiğini görmekteyiz. "İman etmek ve salih amel işlemek" olarak beyan edilen yaşam şekli , insanın yaratılış amacını özetleyen bir cümledir. Ancak Müslümanlar arasında yaygın olan itikadi inancın, iman ve ameli birbirinden ayırması sonucunda, dil ile iman ettiğini söyleyen milyarlarca Müslümana karşılık , bu imanını pratiğe dökmeye çalışan bir avuç Müslüman bulunmaktadır.  

[022.078]  Allah uğrunda gerektiği gibi cihat edin! Sizi O seçti, üzerinize dinde hiçbir zorluk da yükletmedi. Haydi babanız İbrahim'in milletine! Bundan önce ve bunda(Kur'an'da) size Müslüman adını o Allah verdi ki resul size şahit olsun, siz de bütün insanlara şahitler olasınız. Şu halde namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a sıkı tutunun ki, sahibiniz O'dur. Artık O ne güzel bir sahip, ne güzel bir yardımcıdır.

Hac s. 78. ayetinin içindeki "Resul size şahit olsun, siz de bütün insanlara şahitler olasınız" cümlesi, hayati önem arz eden bir cümledir. Resul bize yaşantısı ile şahit yani örnek olmuş , fakat bizlerin  onun örnekliğini devam ettirerek, bütün insanlığa bu örnekliği taşıyacak olgunluk düzeyinde olduğumuzu söylemek çok güçtür.

Müslüman olmayan insanlar, Allah (c.c) nin kulları için beğendiği ve razı olduğu İslam dininin bütün insanlık için en doğru seçim olduğunu , kendilerine "Ben Müslümanlardanım" diyen insanların yaşantılarına şahit olarak görmek , bilmek , anlamak durumundadırlar. Müslümanlar yaşantıları ile öyle bir örnek hayat yaşamak zorundadırlar ki , diğer insanlar bizlere parmak ısırsın ve bizim mensup olduğumuz dinin bir mensubu olmak için istek göstersinler.

Maalesef durum hiç te öyle değildir . Biz Müslümanlar ferdi ve toplumsal hayatımızda bırakın başkaları tarafından örnek gösterilmeyi , mensup olduğumuz dinin ahlaki kurallarını tam olarak yerine getirmek noktasında acziyet göstermekte , bu kurallar bizden daha fazlasıyla , bizim dışımızdaki insanlar tarafından yerine getirilmektedir. 

Halbuki Müslüman olmak demek , yaşadığı beldeyi mamur eden , yollarında insanları rahatsız edecek bir taş dahi olmamasına dikkat eden , kapılarına hırsız korkusu ile kilit kilit vurulan evlerin olmadığı , insanların birbirini aldatmadığı , yalan söylemediği , iftira atmadığı , caddelerinde rahatça dolaşılabilen beldelere sahip olan , karşısındaki insanın hakkını en az kendi hakkı kadar savunduğu, gıybet etmeyi ölü insan eti yemek gibi iğrenç gören , rengini , dilini , ırkını öne çıkararak bunları insanlara karşı övünç vesile yapmayan , insan olmanın gereği olan tüm değerlere önem veren insanlar demek olmalıdır. 

Kısacası , "İman etmek salih amel işlemek" cümlesinin içi biz Müslümanlar tarafından gereği gibi hakkı verilerek doldurulmuş olsaydı , şu anda yaşadığımız dünya fesat içinde boğulmak yerine cennete dönmüş olabilirdi.

"Ben Müslümanlardanım" demek bir Müslümanın hayatında nasıl anlamını bulabilir?. 

Bu kelimenin anlamı olan "Teslim Olmak" demek , Allah'a kendisini tam anlamıyla teslim ederek , ondan başka ilah , onun dininden başka bir dine tabi olmamak anlamına gelmektedir. Fakat bu söz, dillerde milyarlarca kişi tarafından telaffuz edilmesine rağmen , gereği hayat içinde yerine gelmemiş olmamasından ötürü , başka teslimiyetler içine girmiş insanlar topluluğu halindeyiz. 

Fırkalara bölünmek konusunda şampiyonluğu hiç bir topluluğa bırakmayan biz Müslümanlar, kendimizi ifade ederken mensup olduğumuz fırkaya göre aidiyetimizi belirtmekten ayrı bir haz duymaktayız.

Fırka mensubiyetine göre isim belirlemek öyle bir hale gelmiştir ki , birbirleri ile yeni tanışan bir Müslümanın diğer bir Müslüman sorduğu ilk soru "Hangi cemaate mensupsunuz?" sorusu olmaktadır. Hiç bir cemaate mensup olmadığını söyleyen bir kimsenin verdiği cevaba inanılmamakta , mutlaka bir cemaate mensup olduğu düşünülmektedir. 

Hele "Ben Müslümanlardanım" şeklinde bir cevap verecek olsa "Ne yani biz Müslüman değil miyiz?" şeklinde tepkilere neden olmaktadır. Müslümanlar arasındaki fırkacılığın geldiği noktaya işaret eden bu türden konuşmalar, acı bir gerçeği göstermektedir. 

Müslüman ismini tek olarak kullanmaktan imtina ederek , önüne , Ehli sünnet , Şia , Hanefi , Şafii , Maliki , Hanbeli , Nurcu , Nakşibendi , Kadiri v.s gibi daha sayamadığımız binlerce fırka ismini koyarak kendisini ifade eden Müslümanların bu şekilde bir araya gelebilmeleri nasıl mümkün olabilir?.

"Ben Müslümanlardanım" demek , farklı teslimiyetlerden kurtularak sadece Allah'a teslim olmak demektir. Bu teslimiyet sadece onun kitabını hayat içinde rehber kabul etmek sureti ile gerçekleşecektir. Bu kitabın rehber edinilmesi demek , Müslüman isminin önüne veya arkasına isimler ilave etmenin yanlışlığını da göstererek , fırkalaşma ve hizipleşmeyi en az seviyeye indirecektir.

Sonuç olarak ; Fussilet s. 33. ayeti , bir insanın hayat içinde yürümesi gereken yolu 3 şıkta özetleyen  bir ayettir. Ayetin beyan ettiği özelliklerin, gerçek olarak insanlar üzerinde yansıma bulması , o insanların yaşadığı toplumların cennete dönüşmesine yol açacaktır. 

Ayet içinde beyan edilen bu şıkların , ayetlere iman ettiğini söyleyen biz Müslümanlar tarafından yerine getirilmeye çalışılmamasından doğan sıkıntıları yüzyıllardır çekmekte olmamız , bizi "Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunu sormaya ve cevabını aramaya yöneltmediği müddetçe , Allah'a davet adına , kendi inandığı dine davet etmeye çalışan , salih amel denilince aklına sadece bir takım ritüeller ile sınırlandırılmış amelleri yapmak olduğunu zanneden , Allah'ın verdiği ismi az veya eksik bularak Müslüman isminin önüne veya arkasına mensup olduğu fırkayı ilave ederek söyleyenler bitmek bilmeyecektir. 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

24 Ocak 2017 Salı

ĞAVS : Allah'a Layık Olan Fakat Bazı Kullara Layık Görülen Bir İsim

[007.180] En güzel isimler Allah'ındır. Öyleyse O'na bunlarla dua edin. O'nun isimlerinde 'aykırılığa (ve inkâra) sapanları' bırakın. Yapmakta oldukları dolayısıyla yakında cezalandırılacaklardır.

"Esmaül Hüsna" olarak bildiğimiz , bize Allah (c.c) yi tanıma ve bilme imkanı veren isimlerin, yaygın biçimde bilinen sayısı, herkesçe malum olduğu üzere 99 tanedir. Bu sayı Muhammed (a.s) dan geldiği rivayet edilen "Allah'ın 99 ismi vardır , kim bunları sayarsa cennete gider" şeklindeki sözlerle dinde tabu haline getirilmiştir. 

Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) nin 98 den bir sonraki , 100 den bir önceki sayı olarak net şekilde 99 adet olarak bir rakam vermiş olduğunu söyleyen rivayetlere şüphe ile bakılması gerektiğini düşünmekteyiz şöyle ki ; 

Bilindiği üzere bu isimler Kur'an içinden çıkarılan isimler olup , Kur'an'ın nazil olma süreci devam ettiğinden bu isimler üzerinde net bir sayının verilmesi mümkün değildir. Vahyin artık bittiğini haber veren herhangi bir ayet olmadığına göre , Muhammed (a.s) "Artık bundan sonra vahiy inmeyecek şu ana kadar inen Allah'ın isimlerini sayıp ümmetime haber vereyim" şeklinde bir düşünce ve ameliye içine girmesi de mümkün değildir. 

Kur'an'ı dikkatli bir biçimde okumuş olanlar , 99 adet olarak bilinen ismin haricinde, Kur'an içinde Esmaül Hüsna'ya  dahil olması gerektiği halde , Esmaül Hüsna'ya dahil edilmemiş olan bazı isimlerin olduğunu görebilirler. Bu isimlerin 99 adet olduğunu haber veren rivayetlerin sahih olabilme ihtimalini düşündüğümüzde , verilen sayının net bir sayı değil, çokluktan kinaye bir rakam olması daha makul görünmektedir. 

Allah (c.c) nin isimlerini saymak sureti ile cennete gidileceğini haber veren rivayetlerin de sahih olması pek mümkün görülmemektedir şöyle ki ;

O isimlerin anlamını bilmeden , o isimlerin hayat içindeki gereğini yerine getirmeden sadece saymakla cennete gidilebileceğini Muhammed (a.s) asla söylemez. Allah (c.c) nin kendisini bize tanıttığı isimler, onun tek ilah olmasını ifade eden ve hayat içinde pratik edilmek sureti ile bilinecek ve yaşanacak isimlerdir. 

İnancımızda maalesef yanlış bir tevekkül anlayışı mevcut olup , çalışıp gayret göstermeden sadece Allah'a el açıp dua etmekle, bazı hacetlerimizin karşılanacağı gibi bir zannımız bulunmaktadır. Allah (c.c) ye elbette el açılarak dua edilecektir , fakat biz dua etmenin sadece kavli olan kısmına ağırlık verdiğimiz için , ondan daha önemli olan ve duaların kabulüne mazhar olan fiili dua kısmını maalesef göz ardı etmekteyiz. 

Esmaül Hüsna olarak bildiğimiz isimler işte bize fiili dua etmeyi öğreten isimler olup , bize cennetin yolunu , o isimlerin sadece dil ile tekrar edilmesi değil , o isimlerin anlamını yaşam içinde pratiğe geçirmek açacaktır.

Örneğin ; Hastalanan bir kimse, "Ya Şafi" (Şifa veren) ismini binlerce kez tekrarlasa , o kimsenin hastalıktan kurtulması mümkün değildir. Allah (c.c) nin "Şafi" (Şifa veren) olması , hastalıktan kurtulmak için gerekli olan tedavi imkanlarını da yaratmış olması anlamına gelmektedir. Hastalıktan kurtulmak için gerekli olan tedavi usullerini uygulamak onun "Şafi" ismini saymak yani hayat içinde uygulamak anlamına gelmektedir. 

İşleri bozularak ekonomik dar boğaza giren bir kimse , akşama kadar "Er Rezzak" (Rızık verici) ismini binlerce kez tekrarlasa , Allah (c.c) ona gökten bir lokma ekmek atmaz . Allah (c.c) nin Er Rezzak olması kullarının rızıklarını yaratmış olması anlamına gelmektedir. Rızık temini için gerekli gayreti göstererek , rızkını temin etmeye çalışmak , bir kul için Allah (c.c) nin "Er Rezzak" ismini okuması veya sayması anlamına gelecektir.

Bu örnekleri bir çok isim için uygulamak mümkündür. Sadece dil ile tekrarlanarak , hayat içinde pratiğe dökülmeyen Esmaül Hüsna'lar , kişiye hiç bir fayda getirmeyecektir. Bazı televizyon kanallarında çıkan hoca olduğunu söyleyen kimselere dertlerini anlatarak, o dertlere deva arayan kimselere önerilen "...... esmasını şu kadar oku" veya "......esmasını bilmem kaç defa bir kağıda yaz suyunu iç veya yanında taşı" gibi tavsiyeler , hurafe ve yalan bilgiler olup , geçimlerini din ticaretinden sağlayan sahtekarların insanların umutlarını sömürmek için kullandığı yalan sözlerdir. 

Allah (c.c) nin güzel isimlerini 99 gibi bir sayıya hapsetmenin doğru olmadığını , bu isimlere yine Kur'an içinden ilave edilebilecek isimler olduğunu yukarıda söylemeye çalışmıştık. Düşüncemiz o dur ki , Ğavs ismi Esmaül Hüsna'ya dahil edilmesi gereken isimlerden bir tanesidir. Bu isim bilindiği üzere , tasavvuf ekolünde bazı insanlara layık görülerek , Allah (c.c) den istenilmesi gereken yardım bu insanlardan istenilmek sureti ile , şirk batağının içine düşülmesine sebep olmaktadır.

Ğavsün ; "Yardım eden , imdada koşan , medet eden , yardımına sığınılan" anlamındadır. Bu kelime Kur'an içindeki ayetlerde şu şekilde kullanılmaktadır ;

[018.029] De ki: Gerçek, Rabbınızdandır. İsteyen inansın, isteyen inkar etsin. Şüphesiz ki zalimler için, duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmış bir ateş hazırlamışızdır. Onlar feryad edip yardım dilediklerinde (ve in yestağisu yuğasu bi main) , erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su kendilerine sunulur. O, ne kötü içecek ve ne kötü duraktır.

[028.015]  Musa, halkının haberi olmadığı bir zamanda, şehre girdi. Biri kendi adamlarından, diğeri de düşmanı olan iki adamı döğüşür buldu. Kendi tarafından olan kimse, düşmanına karşı ondan yardım istedi (festeğasehu). Musa, onun düşmanına bir yumruk vurdu; ölümüne sebep oldu. «Bu şeytanin işidir; çünkü o apaçık, saptıran bir düşmandır» dedi.

[046.017-8] Annesine babasına: «Of ikinizden; benden önce nice nesiller gelip geçmişken beni tekrar diriltilmemle mi tehdit ediyorsunuz?» diyen kimseye, anne babası Allah'a sığınarak (yesteğısanillahe): «Sana yazıklar olsun! İnan; doğrusu Allah'ın sözü gerçektir» dedikleri halde: «Bu, Kuran öncekilerin masallarından başka bir şey değildir» diye cevap verenler işte onlar kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan gelip geçmiş ümmetler içinde, Allah'ın azap vadinin aleyhlerinde gerçekleştiği kimselerdir. Doğrusu onlar hüsranda olanlardır.

[008.009]  Rabbinizin yardımına sığınıyordunuz (yesteğisune). O, «Ben size, birbiri peşinden bin melekle medet ederim» diye cevap vermişti.

Ayetlerde görüldüğü gibi , "Gavsün" kelimesinin türevleri , Allah veya insan'dan yardım talep etme anlamında kullanılmaktadır. Kelimenin Enfal s. 9. ayetinde geçişine baktığımızda, Bedir savaşı ile ilgili bir ayetin içinde de kullanılmakta olduğunu görmekteyiz.

Savaş örneğindeki sıkıntılı zamanlarda insanın yardımına koşabilecek , yardım ve imdat talebine cevap verebilecek olan tek kişinin sadece Allah (c.c) nin olduğunu beyan eden bu ayetin delaletine göre, tek ve gerçek Ğavs'ın sadece Allah (c.c) olduğunu anlamak mümkündür. 

Esmaül Hüsna sayısının vahiy tarafından belirlenmediğini hesaba kattığımızda , 99 sayısının daha üzerine çıkacak Esmaül Hüsna'dan bir tanesi de "ĞAVS" veya "MUĞİS" ismidir. Bu isim, bir kul dara düştüğünde, imdat talebinde bulunabileceği ve sadece imdadın gelebileceği kişinin ismi olmaya layık olup , Allah (c.c) dışında bir kimseye yakıştırılmaya asla layık değildir.

Kasas s. 15. ayetinde Musa (a.s) dan yardım isteyen bir kimse için yine bu kelimenin kullanılmakta olduğunu görmekteyiz. İnsanın insan'dan yardım istemesi şeklinde ortaya çıkan yardım talebinde herhangi bir mahzur olmadığını burada hatırlatmak isteriz. 

Eğer bir kimsenin arabası arıza yapsa , onun itmesi için birisinden yardım talep etmiş olsa , veya acil olarak hasta olan bir kimse 112 den yardım istemiş olsa , bu türden yardım talebinde herhangi bir mahzur yoktur. Fakat arabası arızalanan veya hasta olan kimse, Ğavs olarak bildiği bir insanın kendisine her an yardım edebilme gücü olduğuna inanarak ona "Yetişşş yaa Ğavs" diyerek nida ettiğinde bu nida kişiyi şirk'e götüren bir davranış olacaktır.

Bu noktada özellikle tasavvuf merkezli din anlayışında ortaya çıkan, ve insan cinsinden olan bazı kimseler için kullanılan "Ğavs" lakabının yanlışlığına ve tehlikesine dikkat çekmek istiyoruz.

Tarikatlarda kullanılan bir terim olan "Ğavs" , yaygın inanışa göre, bu lakaba sahip olan kişinin müritleri, her nerede olurlarsa olsunlar , onları her an görmekte ve işitmekte olduğu için , müritleri tarafından sıkıntılı zamanlarında "Yetişşşşş yaaaa Ğavs" şeklinde ona nida edildiğinde, Ğavs olarak bilinen kişi, onların bu isteklerine anında icabet ederek yardımlarına koşmakta ve hacetlerini gidermektedir.

İşte burada "Şirk" dediğimiz en büyük zulüm ortaya çıkmaktadır. 

[004.048] Doğrusu Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını ise dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa pek büyük bir cinayeti iftira etmiş olduğunda şüphe yoktur.

Şirk kısaca , "Sadece Allah'a ait olması gereken niteliklerin , onun dışındakilere hasredilmesi" olarak tarif edilebilir.

İnsan cinsinden olan ve kendisine "Ğavs" rütbesi takılmak sureti ile , müritlerinin imdadına koştuğuna inanılan bir kimse için layık görülen bu rütbe , Allah (c.c) nin hakkı olduğu için , insan cinsinden olan kişilere böyle bir rütbe layık görülmekle büyük bir ŞİRK işlenmektedir. 

[018.026]  De ki: «Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir.» Göklerin ve yerin gaybı O'na aittir. O ne güzel görendir! O ne mükemmel işitendir! Onların, O'ndan başka bir yardımcısı yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.

Kehf s. 26. ayetine baktığımızda , Allah (c.c) nin gaybı bildiğini , işiten ve gören olduğunu , hükmüne kimseyi ortak etmediğini beyan buyurduğunu görmekteyiz. 

İnsan cinsinden olan fakat "Ğavs" rütbesi layık görülen insanlara verilen özelliklerden bir tanesi, onların gayb bilgisine sahip olduğuna inanılmasıdır. Bir çok ayetinde gayb bilgisinin kendisine ait olduğunu beyan eden Rabbimizin bu beyanları göz ardı edilerek , dilediği kimseye gayb bilgisini verdiği iddiasından yola çıkılarak bazı insanların gaybı bildiği iddia edilerek onlara ilahlık özelliği verilmek sureti ile şirk içine düşülmektedir.

İnsan cinsinden olan bir kimseye "Ğavs" ismi verilerek her nerede olurlarsa olsunlar , onun bütün müritleri üzerinde her an GÖRÜCÜLÜK ve İŞİTİCİLİK vasıflarına sahip olduğu da iddia edilmiş olmasından dolayı , Allah (c.c) nin esmasına dahil olan "El Basir" ve "Es Semi" isimleri bir insana layık görülerek, şirk işlenmesine sebebiyet verilmektedir. 

Hükmüne kimseyi ortak etmeyeceğini beyan eden Rabbimizin bu beyanı yine , ölü veya diri bazı insanların kainat üzerinde tasarruf hakları bulunduğuna inanılmak sureti ile kul ile Allah (c.c) eşit duruma getirilmekte , bu inanç ise kişileri şirk batağına sürüklemektedir.

Bu noktada kendilerini herhangi bir tarikata mensup olmakla, Ğavs ismi verilen kişilerin kanatları altına girerek , dünya ve ahirette kurtuluşa erdiklerini zannedenlere, gerçekte ise dünya ve ahiretini tehlikeye atmış olanlara bazı uyarılarımız ve hatırlatmalarımız olacaktır. 


[057.004]  Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa hükmeden, yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilen O'dur. Nerede olursanız olun, O, sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.

Ğavs ismi ile bilmeniz , tanımanız ve inanmanız gereken, nerede olursanız olun her an sizin yanınızda olan sadece ve sadece bir tek kimse vardır o da ALLAH (c.c) dir. Onun dışında beşer cinsinden hiç bir kimse, onun yetkisi ve gücü dahilinde olan böyle bir imkana asla sahip değildir ve olamaz. Yaptığınız en büyük hata , dininizi asıl kaynağı olan Kur'an'dan öğrenmeye gayret etmemenizdir. Sizi falan hocaya , filan şeyh efendiye yönlendirerek , "Kur'an'ı bu kimselerden anlayabilirsiniz" şeklinde herhangi bir yönlendirmede bulundurmaya çalıştığımızı sakın zannetmeyiniz.

Size Kur'an'a yöneltmek için yapmaya çalıştığımız bu tavsiyeler , içinde bulunduğunuz tehlikenin boyutlarını ancak Kur'an'ı okuduğunuz zaman görebileceğiniz içindir. İçinde bulunduğunuz tarikat yapılanmaları , sizlere dini bir hayat yaşatmak adına Kur'an ile bağınızı kopararak , şirk bataklığında boğulmanıza vesile olmaktadır. 

Kur'an'ı okumak demek anlamadan bilmeden sadece hatim sevabı elde etmek için , baştan sona okumak değil , onu anladığımız dilden de okuyarak , bizlere neyi emrettiğini , nelerden sakındırdığını bilmekle olur. Kur'an'ı eğer anladığınız dilden okuduğunuz takdirde, içinde bulunduğunuz yapılanmanın sizleri nereye sürüklediğini daha kolay görerek , nasıl bir batağın içinde olduğunuzu anlamanız kolaylaşacaktır.

Bulunduğunuz dergahlarda, din adına yapılan sohbetlerde, hiç "Neden Kur'an bizim anlayacağımız bir dilde okunmuyor?" diye kendi kendinizi sorguladınız mı ?, dahası anlayacağınız dilden okumanın insanı saptıracağı şeklinde sözlerle "Bizleri neden Kur'an'dan uzak tutmaya çalışıyorlar?" diye kendi kendinize hiç düşündünüz  mü ?.

Bu gibi yapılanmalarda Kur'an'ın anlaşılması konusu asla gündeme gelmez aksine, gündeme getirmenin sapıklık olduğu noktasında konuşmalar yapılır. Kur'an'ın anlaşılmasını savunmanın sapıklık olduğunu iddia edenlerin en büyük korkusu , din üzerine kurmuş oldukları imparatorluğun çökme korkusundan başka bir şey değildir.

Kur'an evet sizi saptıracaktır , yanlış anlamadınız KUR'AN EVET SİZİ SAPTIRACAKTIR. 

Ama sizi nasıl bir yoldan saptıracaktır ?. 

Kur'an sizi Allah (c.c) ye ait olması gereken Ğavs  gibi isimleri, kullara layık görmek sureti ile sizi şirk işlemekten SAPTIRACAKTIR. 

Kur'an sizi , kendiniz gibi bir insan olan kimseye, Allah'a ait olan Basir ve Semi isimlerini layık görerek , sizi her an görüp işittiğini zannetme sapkınlığından da SAPTIRACAKTIR. 

Kur'an sizi, kendisinin başına neyin geleceğini bilmediğini söyleyen (Ahkaf s. 9) bir peygamberi örnek gösterirken , kendilerinin cennet beratını aldıklarını söyleyerek , müritlerini kibrit kutusunda cennete götüreceklerine inandıran şarlatanların yolunda gitmekten SAPTIRACAKTIR. 

Kur'an sizi Allah (c.c) ile arada aracıların olmaması gerektiğini söylerken , size "Bu işler aracısız olmaz" diyerek , şirk batağına sokanların yolundan SAPTIRACAKTIR. 

Kur'an sizi ölü veya diri bazı kimselere , kainat üzerinde tasarruf yetkisi verildiğine inandırarak , kulları Allah (c.c) ile eşit bir mertebede görmekten SAPTIRACAKTIR.

Kısacası Kur'an yarın hesap gününde dünya hayatında şirk'e düşmekten dolayı pişman olmaktan kurtararak , yaşamını şirk içinde geçirerek hesap gününde pişman olacak olanların yolundan saptırarak doğru bir yola iletecektir. 


[033.067]  Ey Rabbimiz! Biz sadatımıza ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar, derler.

Bugün kendilerine "Sadat" diyerek önlerinde el pençe divan durduğunuz ve sizi ebedi cennete götüreceğini zannettiğiniz bu kimselere yarın Ahzab s. 67. ayetindeki sözleri söylememek için , bugün dininizi Ğavs ve onların vekili olarak  gördüğünüz kimselerden değil , Allah (c.c) nin kitabından öğrenerek , bu kitap doğrultusunda bir yaşam sürerek , hesap gününde pişman olacak olanlardan olmayın.

Bu yazının , herhangi bir tarikata mensup olanların içinde bulunduğu şirk batağını göstermeye çalışmaktan başka bir amacı yoktur. Müslüman olarak görevimiz gereği , içinde bulunduğu yanlışı göremeyenlere , görmeleri için bir nebze de olsa kafalarında bir ışık yakarak , içinde bulunduğu yapılanmayı , Kur'an doğrultusunda sorgulamaya başlamalarını tavsiye etmeye yönelik olup , kimseyi , tahkir ve tekfir etmeye yönelik değildir. 

Sizleri kendilerinde Allah (c.c) ye has olması gereken sıfatlar bulunduğunu iddia ederek ona kulluktan alıkoyarak , kendilerine kul etmeye çağıran bu insanlar, bırakın sizi kurtarmayı yarın hesap gününde kendi paçalarını dahi kurtaramayacaklardır. Bugün bu sorgulamayı yapmayarak içinde bulunduğu yanlıştan dönme erdemini gösteremeyenler , yarın hesap gününde pişman olmaları onlara hiç bir fayda sağlamayacaktır. 


22 Ocak 2017 Pazar

Fussilet s. 30-31. Ayetleri : "Rabbimiz Allah'tır" Demenin Yaşanan Hayat İçindeki Anlamı

İnsanlık tarihini kısaca özetleyecek olursak , İlah ve Rab kavramlarının çağrıştırdığı anlam alanları etrafında gelişen olaylardan ibaret olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Allah (c.c) nin tarih boyunca gönderdiği elçi ve kitapların ortak çağrısının , ondan başka ilah olmadığı ve sadece ona kulluk edilmesi gerektiğine dair hatırlatmalar olduğu herkesçe malumdur. 

Allah (c.c) nin kullarına olan , kendisinden başka İlah ve Rab olmadığını , sadece kendisine kulluk edilmesi gerektiğine dair çağrısının sebebi , yarattığı bazı insanların kendilerinin kul olduğunu unutarak , İlah ve Rab olmaya soyunması , diğer insanların hayatlarını kendilerinin yönlendirmeye haklarının olduğunu iddia etmeleri ve bu yönde kanunlar ve nizamlar vaz etmek yönünde hareket etmeleridir.

Son elçi olan Muhammed (a.s) ile gönderilen kitap , diğer elçi ve kitapların çağrısını tekrarlayan, insanları sadece Allah (c.c) ye kul olmaya,  onu İlah ve Rab olarak tanıyan bir yaşam üzerinde hayat sürmeleri gerektiğini hatırlatmaktadır. Bu kitap içindeki ayetler , onun nasıl İlah ve Rab olarak tanınması gerektiğine dair bilgileri ihtiva etmekte , geçmiş yaşantılardan örnekler verilerek , kendilerinin veya Allah (c.c) nin tek İlah ve Rab olma yolunda mücadele edenlerin başlarından geçenler anlatılarak bizlere yol haritası çizilmektedir.  
Fussilet s. 30. 31. ayetleri , yaşamı içinde Rab olarak Allah (c.c) yi seçenlerin, bu seçimlerinin karşılığını anlatmaktadır. 

 [041.030]  Muhakkak ki; Rabbımız Allah'tır, deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanların üzerine melekler iner, onlara: Korkmayın, üzülmeyin size vaad olunan cennetle sevinin, derler.
[041.031] «Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriniziz. Orda nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir.»

Ahkaf s. 13. ve 14. ayetlerinde de benzer ayetleri görmekteyiz ; 

[046.013]  Doğrusu, «Rabbimiz Allah'tır» deyip, sonra da dosdoğru gidenlere korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.
[046.014]  İşte onlar, cennet halkıdır; yapmakta olduklarına karşılık olmak üzere, içinde ebedi olarak kalıcıdırlar.

Ayetler çok önemli bir noktaya temas ederek ,  sadece" Rabbımız Allah'tır" demenin yetmediğini , devamındaki "sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar" cümlesi ile, bu sözün hayata yansıması gerektiğini beyan etmektedir.

[029.002-3]  And olsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken, insanlar, «İnandık» deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sanırlar? Allah elbette doğruları ortaya koyacak ve elbette yalancıları da ortaya çıkaracaktır.

"İslami Kaynak" olarak lanse edilen kitaplara baktığımızda , iman konusunu sadece söz ile ifade etmenin yeterli olduğunu söyleyerek , işin fiile yansıması gereken tarafını göz ardı ettiklerini görebiliriz. Yüzlerce yıldır tartışılan "Ameller imandan bir cüz müdür , değil midir" tartışmaları bu duruma bariz bir örnektir.

Hadis adı altında gelen rivayetlere baktığımızda, ömründe bir kere dahi olsa "La İlahe İllallah" diyen kimsenin, cennete gideceğine dair haberlere sıkça rastlamaktayız. Kimseyi cennet veya cehenneme sokma memuru olmadığımızı hatırlatarak , olayın sadece "Dil ile ikrar kalp ile tasdik" boyutunu indirgenmiş olmasına dikkat çekmek istiyoruz . İnancın tezahürü olan amelin şart olmadığı yönünde ortaya atılan teorilerin , Müslüman dünyasının bugünkü zelil durumunun önde gelen sebebi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 

Allah (c.c) nin İlah ve Rab olduğunun, sadece dil ile ifade edilmesinin yeterli bir söz olduğunu zannederek , bu kavramların ifade ettiği anlamların yaşam içine sokulmaması neticesinde , Allah'ın İlah ve Rab olarak kabul edilmemesinden doğan boşluğu , "Kul" statüsündeki insanların İlah ve Rab seviyesine çıkarılmasını beraberinde getirmiştir. 

"Rabbimiz Allah'tır" diyerek bu istikamette yürünmesinin anlamı ve önemi, işte bu noktada ortaya çıkmaktadır. Kur'an bu sözün ne kadar önemli olduğunu, yaşanmış örneklerle bizlere  göstermektedir. "Rabbimiz Allah'tır" demek önce , "Kul" statüsünde olan fakat kendisini İlah ve Rab olarak lanse edenleri ret etmek anlamına geleceği, ve bu sahte ilahların bulundukları makam ve mevkileri terk etmemek için kıyasıya bir mücadele içine gireceklerini düşündüğümüzde , insan için meşakkatli ve ucunda ölüm olabilecek sıkıntılı bir yolu ifade etmektedir.

[002.258]  Allah kendisine mülk verdi diye İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim: «Rabbim, dirilten ve öldürendir» demişti. «Ben de diriltir ve öldürürüm» dedi; İbrahim, «Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene» dedi. İnkar eden şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.

[079.024]  «Sizin en yüce rabbiniz benim» dedi.
[026.029]  (Firavun) Dedi ki: «Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım.»

Nemrut ve Firavun  , "Kul" statüsüne tabi olarak yaratılmış olan insanların , Allah (c.c) tarafından kendilerine emaneten verilmiş olan güç ve serveti kendilerinin zannederek , ellerindeki bu güç ve mülke güvenerek , insanlar üzerinde tasarruf haklarının olduğunu iddia eden insanlara örnektir.

İbrahim ve Musa (a.s) lar , elinde yönetim gücünü bulundurarak, kendilerini insanların İlahı ve Rabbı ilan eden kullara karşı, nasıl bir duruş sergilenmesi gerektiğini öğreten elçilerdendir. Onlar yaşamları boyunca , bu tür zalimlere karşı tevhidi bir duruş sergileyerek , tüm zamanlarda ortaya çıkacak olan , Firavun ve Nemrutların karşısında hakkı haykırmanın örnekliğini sergilemişlerdir. 

[018.014]  Onların kalplerini metîn kıldık. O yiğitler (o yerin hükümdarı karşısında) ayağa kalkarak dediler ki: «Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O'ndan başkasına ilah demeyiz. Yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz.
[018.015]  Şu bizim kavmimiz, Allah'tan başka ilâh edindiler. Onların ilâh olduğuna dair açık bir delil getirselerdi ya! Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?

"Kehf ve Rakım Ashabı" olarak bildiğimiz, ve yaşadıkları beldenin şirk düzenine karşı ayağa kalkarak , o beldeyi terk etmek sureti ile duruşlarını gösterip, kıyamete kadar dillerde anılmayı hak edenlerin yaşadığı hayatlar , Fussilet s. 30. ayetinde gördüğümüz "Rabbimiz Allah'tır" diyerek , o istikamet üzerinde gitmenin hayat içinde nasıl bir anlama geldiğini gösteren örneklerdir. 

Yönetimi ellerinde bulundurmalarından doğan , mali ve askeri gücü kullanmak sureti ile, insanlar üzerinde korku oluşturarak zulmü sürdürmek , Firavunların değişmez sünnetlerindendir. Musa (a.s) kıssasının Firavun ile olan mücadelesinin anlatıldığı ayetlere bakıldığında bu zulmü açık ve net olarak görebiliriz. Bundan dolayı , zulme karşı ayağa kalkmak bedel ödemeyi gerektirir. Bu bedeli ödemeyi göze alamayanlar , zulme rıza göstermek sureti ile dünya ve ahirette zelil bir yaşama razı olmuş olacaklardır.

[009.031] Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Oysa ki, hepsi ancak bir ilaha ibadet etmekle emrolunmuşlardı ki, O'ndan başka hiçbir ilah yoktur; O, onların ortak koştukları herşeyden münezzehtir.

"Kul" olarak yaratılmış insanların kendilerini İlah ve Rab olarak görmeleri, sadece yönetim alanında değil , Tevbe s. 31. ayetinde "Haham" ve "Rahip" olarak gördüğümüz ve genel adı "Din Adamları" sınıfı olarak bildiğimiz guruba dahil olan insanların , diğer insanlar üzerinde tahakküm kurmak için kullandıkları yol olan , Allah adına konuştuğunu iddia etmek sureti ile , insanların dini duygularını kullanarak, onlar üzerinde tahakküm sağlamak şeklinde ortaya çıkmaktadır. 

Yahudi ve Hristiyan din adamlarının yapmış olduğu yanlışların aynısı , bugün İslam dünyasında da yaşanmakta olup , Müslüman din adamlarının büyük bir bölümü , insanları din adına sömürmek maksadı ile, onları kendi mensup oldukları fırkalar ve kendilerinin önerdikleri düşünceler üzerinde kalması için ellerinden geleni yapmaktadırlar. 

Kur'an , Müslümanlar için hakem bir kitap olması gerekirken , onun bu hakemliği başka kitaplara verilerek , kişi ve rivayet merkezli bir din algısı oluşturulmuştur. Kişi ve rivayet merkezli din algısının en büyük sıkıntısı , din adına konuşan insanların yüceltilmesi , bunun sonucunda bu insanların sorgulanamaz bir konuma getirilerek , her söylediğinin Allah söylemiş gibi kabul görmesidir.

İşte bu durum din adamlarının Rab edinilmesi anlamına gelmektedir. Bu sınıfın Rablık iddiasına karşı "Rabbimiz Allah'tır" demek , bu sınıfın tahakkümüne karşı Kur'an'ın öne çıkarılmasına çalışmak ve o doğrultuda yürümek anlamına gelecektir. 

Elbette bu yolda yürümek bedel ödemeyi de beraberinde getirecektir. Sizin Kur'an'ı öne çıkaran söylemlerinize karşı , rivayet ve kişi merkezli din algısına sahip olanlar , kendi anlayışlarını var gücüyle savunarak , kendilerine karşı çıkanları , Hadis Sünnet inkarcısı , Zındık , Sapık , Mealci , Peygamber düşmanı , Kafir . Müşrik v.s gibi yaftalarla gözden düşürmeye çalışacaklardır. 

[022.040]  Onlar: «Rabbimiz Allah'tır.» demelerinden başka hiçbir haklı gerekçe olmaksızın yurtlarından çıkarıldılar. Allah, insanların bir kısmını bir kısmı ile defetmeseydi, şüphesiz manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan mescitler yıkılıp giderdi. Elbette Allah kendi (dini) ne yardım edene yardım edecektir. Şüphesiz Allah çok güçlü, çok izzetlidir.

Hac s. 40. ayeti "Rabbimiz Allah'tır" demenin bedelini yurtlarından çıkarılmak şeklinde ödeyenlerden bahsetmektedir. Eğer bu insanlar bu sözün doğrultusunda bir hayat yaşamak için mücadele etmek yerine , yerleşik sisteme karşı müdaheneci yani uzlaşmacı bir tavır takınmış olsalardı yerlerinden, yurtlarından , can ve mallarından olmadan, daha rahat bir yaşama imkanına sahip olabilirlerdi. 

Fakat bu insanların can , mal ve yurtlarından olmayı göze alacak kadar tehlikeye atılmalarına sebep olan şey , onların yaratılış gayelerinin farkında olan bir yaşam sistemine talip olmalarıdır. Allah'ı Rab olarak bilmenin yaşama geçirilmesi , diğer sahte rableri ve onların tabilerini rahatsız edeceği için , rahatlarını kaçıranlara karşı mutlaka kayıtsız kalmayacaklar , onlara karşı mücadele edeceklerdir. 

Kendisine yardım edene yardım edeceğini vaat eden , ve vaadinden asla dönmeyen Allah (c.c) kendi yolunda gidenlere yardımını her zaman yerine getirmiştir. Fussilet s. 31. ayeti , "Rabbımız Allah'tır" diyerek , hayatlarını bu sözün anlamı üzerine kuranların yardımcısının, Allah (c.c) olduğunu haber vermektedir. Yardımcısı Allah olanın artık sırtı yere gelmeyecek , dünya ve ahirette zafere erişenlerden olacaktır.

Sonuç olarak ; Fıtratında , yüce ve ulu olarak tanıdığı bir varlığı "Rab" olarak bilme ve ona itaat etme itiyadında yaratılmış olan insanın, bu gereksinimini karşılayacak olan yegane varlık Allah (c.c) dir. Tarih boyunca gönderdiği elçileri ile sadece kendisinin Rab olarak bilinmesini isteyen Allah (c.c) , kendisini Rab olarak bilen ve yolunu buna göre düzenleyenlere dünya ve ahirette müjdeler vermektedir. 

Tarih boyunca yapılan kavgaların temelinde , insanlar üzerinde tasarruf etmek isteyenler ile , bu tasarrufa karşı çıkarak , gerçek tasarruf sahibine bu hakkı vermek isteyenlerin aralarındaki mücadele yatmaktadır. Bundan dolayı "Rabbımız Allah'tır" demek bedeli ağır bir sözdür. 

Yine Kur'an bu bedeli ödeyenlerin haberlerini bizlere vererek , bu yolda yalnız olmadığımızı , bizlerden önce bu yolda canını ve malını feda edenlerin olduğunu beyan etmektedir. Kendisinin yolunda gidenlere yardım edeceğini vaad eden Rabbimiz , bizden öncekilere bu vaadinin nasıl ve ne şekilde gerçekleştiğini bir çok yerde göstererek , vaadinden dönmeyeceğini bilmemizi istemekte , ve kendisine yardım edenlere mutlaka yardım edeceğini beyan etmektedir.

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

19 Ocak 2017 Perşembe

Zuhruf s. 36-40. Ayetleri : Zikre Karşı Kör Bir Hayat Sürmek ve Onun Karşılığı

Allah (c.c) tarih boyunca elçiler ve onlar aracılığı ile kitaplar göndermek sureti ile , insanların kendilerini yaratan Rablerine karşı olan sorumluluklarını unutmamalarını amaçlayan bilgiler göndermiştir. "Zikr" (Hatırlatma) adını verdiği bu kitaplara duyarsız kalanların ise , rehberden yoksun kalmak sureti ile yollarını şaşırdıklarını , ve şaşırdıkları yolun ise onları ateşe götüreceğini beyan ederek bundan sakınılmasını, son elçisi ile gönderdiği kitabının bir çok yerinde bizlere hatırlatmaktadır.

Yazımıza konu edeceğimiz , Zuhruf s. 36-39. ayetleri arasında zikre karşı kör kalmanın dünya hayatındaki sonucu , ve bu sonucun ahiret karşılığı haber verilerek insanlar uyarılmaktadır.

[043.036]  Her kim Rahman'ın zikrinden  körlük edip görmemezlikten gelirse Biz ona bir şeytan sardırırız , artık o ona arkadaş olur.
[043.037]  Şüphesiz bu şeytanlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar (şeytanların doğru yoldan alıkoydukları), kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.
[043.038] Nihâyet Bize geldiği zaman (o arkadaşına) der ki: «Keşke benim ile senin aranda iki doğu uzaklığı olsa idi, (sen) ne kötü arkadaşmışsın!»
[043.039]  Zulmettiğiniz için bugün (nedâmet) size hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü siz, azapta ortaksınız.
[043.040] Sağırlara sen mi duyuracaksın? Yoksa körleri ve apaçık sapıklıkta olanları doğru yola sen mi eriştireceksin?

"Şeytan" Kur'an'ın bir çok yerinde geçen önemli bir terimdir. Bu terimi ,  kötülüğün sembol ismi olarak, insana düşman olan ve onun ayağının cennetten kaymasına vesile olan her şey olarak tarif edebiliriz. 

36. ayet , insana Şeytan'ın arkadaş olmasının yasasını bizlere beyan etmektedir. İnsan fıtratının boşluk kabul etmediğini düşündüğümüzde , bu fıtrat eğer onun yaratan ve onun gönderdikleri doğrultusunda işlemez ise , başkaları tarafından o boşluk doldurulacaktır. Allah (c.c) nin elçiler vasıtası ile göndermiş olduğu kitapların ortak adı olan "Zikr" , yaratılış amacını unutan insana yaratılış amacını hatırlatan bilgiler ihtiva eden ve onların fıtratlarına dönmesini sağlayan bir kitaptır. 

36. ayet içinde "Arkadaş" olarak çevrilen "Qarinun" kelimesi ; " İki ya da daha fazla nesnenin herhangi bir anlamda bir araya toplanması" anlamındadır.

Dikkat edilirse Şeytan'ın insana arkadaş olması, sebep sonuç ilişkisi dahilindedir. Allah (c.c) nin bir insana Şeytan'ı arkadaş kılması , insanın hür iradesi ile yaptığı seçim sonunda gerçekleşmektedir. İnsan , kendisini yaratan Rabbinin fıtratına yüklediği kodlara uygun olarak indirdiği Zikr'e karşı kayıtsız kaldığı zaman , bu kayıtsızlıktan doğan boşluk başka şeylerle doldurulmakta , Zikre alternatif olan her şey , dolayısı ile kişiyi cennetten uzaklaştıran bir hayat sürmesi yönünde teşvik eden bir sistemi önermekte ve bu hayat tarzı ise onu adım adım ateşe yaklaştırmaktadır.

Eğer insan yolunu vahyin önerdiği hatırlatıcı bilgiler doğrultusunda belirlemez ise , bu yolu vahyin dışındaki bilgiler istila ederek , insana bu doğrultuda yürümesi için teşvikte bulunacaktır. Allah (c.c) insana "Zikr" dışında bilgiler üreterek onun bu yolda yürümesi için teşvikte bulunan her türlü unsura "Şeytan" adını vermektedir. 

Bir çok ayette Şeytan'ın insana düşman olduğu hatırlatılarak , bizimde ona düşman olmamız gerektiği emredilmektedir (Fatır s. 6). Bizim ona düşman olmamız , sözde değil amelde gerçekleşmediği müddetçe , sadece sloganda kalan bir düşmanlık olacaktır. Şeytanın insana olan düşmanlığı ,onu Allah'ın zikrinden uzaklaştırmak şeklinde olması , bizim ona düşmanlığımızın, Allah'ın zikrine yapışmak ile olması gerektiği sonucunu doğurmaktadır.

36. ayette Şeytan'ın insana olan yakınlığı "Nuqayyid" kelimesi ile ifade edilmektedir. Bu kelime , "Yumurtanın kabuğu" anlamına gelen "El qaydu" kelimesinden türemiştir. Bu ifade , yaşamını "Zikr" den soyutlayan bir sistem üzerine bina edenlerin durumunu veciz  biçimde açıklayan bir kelimedir. Yumurta nasıl içinde bulunan sıvıyı dış etkenlerden koruyarak , saklı biçimde tutuyor ise , kendisini Allah'ın zikrinden soyutlayan kimse de , artık Şeytan tarafından vahyin  etkisinden korunmaya alınarak vahiy ile arasına kalın bir duvar çekilmiş olacak, bu durum ise kişinin vahiyden soyutlanmış bir hayat sürmesine sebep olarak, onun ateşe girmesine sebep olmaktadır. 

Zuhruf s. 36. ayetinde bahsedilen durum , Fussilet s. 25. ayetinde de karşımıza çıkmaktadır.

[041.025]  Hem onlara bir takım arkadaşlar sardırmışızdır da onlar, onlara önlerindekini ve arkalarındakini süslü göstermişlerdir, Cin ve İnsten önlerinden geçen ümmetler içinde onların aleyhine de söz hakk olmuştur, çünkü hep kendilerine yazık etmişlerdir

Bu ayet , Fussilet s. 19. ayetinden başlayan bir bağlam dahilinde "Allah'ın düşmanları" olarak ifade edilen insanların hesap günündeki durumlarını anlatan ayetler gurubuna dahil olan , ve onların Allah'a düşman olmalarına sebep olan durumun ise , onlara yaptıkları çirkinlikleri süslü gösterenleri arkadaş edinmiş olmalarıdır. Allah'ı öteleyen bir yaşam sürmek demek , onun dışında bir takım yoldaşlar edinmek anlamına gelmekte , bu yoldaşlar ise insanların Allah'a düşman olan bir yaşam sürmelerine sebep olarak ebedi cehennem ile cezalandırılmalarına sebep olmaktadır. 

İnsanı bir kabuk gibi sararak vahiy ile alakasını kesen bir yaşam sürmesine sebep olan Şeytan'ın insana süslü gösterdiği amellerin bazılarını şu şekilde görmekteyiz.


[004.038]  Mallarını insanlara gösteriş için sarfedip, Allah'a ve ahiret gününe inanmayanları da Allah sevmez. Şeytanın arkadaş olduğu kimsenin ne fena arkadaşı vardır!

Yaşamını Allah'a ve ahiret gününe iman etmemek üzerine temellendiren insanlara ,Şeytan tarafından süslü gösterilen bir amel de, malını gösteriş için sarf etmektir. Halbuki mal , insanlara Allah tarafından dünya hayatının geçici bir süs olarak verilmiş bir emanettir. Bu emaneti kendisinin zannederek sahiplenmeye kalkan insan , bu mal üzerinde istediği gibi tasarruf edebileceğini zannetmekle Şeytana arkadaş olmuş olmaktadır. 

Allah düşmanlarının mal konusunda 2 farklı tasarrufları olduğunu görmekteyiz. 1- Mallarını Allah yolunda harcamamak , 2- Mallarını insanlara gösteriş olsun diye harcamak . Bu tasarruf çeşitlerinin her ikisi de Şeytan'ın mal sahibine yaptığı düşmanlıklardandır. 

Şeytan insana hesap gününü unutturan , onu yok sayan , onu ret eden bir hayat tarzı önermekte , onun bu önerisini kabul ederek , ahiret yokmuşçasına yaşayan insanlar ise , yapacaklarının hesabını verme kaygısı olmadan yaşamakta , ve bu yaşam onları her türlü çirkinliği güzel görerek  işlemelerine sebep olmaktadır. 

Allah (c.c) nin bir çok yerde insanların yaptıklarının zerre kadar kayıt dışı olmadığını hatırlatarak , onları bu konuda uyarmakta , yapacak olduklarını bu kayıtların karşılarına çıkacağı günü hesap ederek yapmalarını bildirmektedir.

Zuhruf s. 37. 38. ayetleri , Şeytanlar tarafından doğru yoldan alıkonulan insanların , üzerinde olduğu yolu, doğru bir yol zannettiklerini beyan etmektedir. İnsanlar fıtratları gereği yapmış olduğu yanlışların yanlış olduğunu mutlaka bilmektedirler . Ancak yine de bu yanlışları yapmaktan kendilerini alıkoyamamalarının sebebi , kendilerince bu yanlışı işlemek için haklı sebepler üretmiş olmalarıdır. 

Her insan hırsızlığın yanlış olduğunu fıtratı gereği mutlaka bilir. Ancak bu hırsızlığı yapmak için önce vicdanında kendisini haklı çıkaracak sebepler uydurur ve bu sebeplere dayanarak bu fiili güzel görür ve bu fiili işler. İşte Şeytan'ın amelleri süslemesi , bir insanda bu şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu örnek bütün kötü fiiller için geçerlidir.

Hayatını Şeytan tarafından süslü gösterilen çirkinlikler üzere devam ettirerek , bu çirkinliklerle hesap gününe erişen insanın pişmanlığı 38. ayette görülmektedir. 

"Keşke benim ile senin aranda iki doğu uzaklığı olsa idi, (sen) ne kötü arkadaşmışsın!" diyen insanın bu pişmanlığı, artık ona hiç bir fayda getirmeyecektir. Ayet içinde geçen "İki doğu uzaklığı" deyimi , Arapların iki zıt şeyden birinin ismini diğeri yerine kullanmalarından doğan "Doğu ve batı arasındaki uzaklık" anlamına gelmektedir. Bu deyim kişinin pişmanlığını gösteren , yaşadığı hayatta bir an olsun yanından ayrılmayan Şeytan ile arasında olmasını istediği uzaklığı ifade eden gecikmiş bir temennidir. Dünya hayatında iken onun kendisine süslü göstermesi ile Zikre karşı düşmanlık yapan kişi , yaptığı yanlışın ona neye mal olduğunu anladığında artık iş işten geçmiştir. 

40. ayet , vahye karşı kulaklarını tıkayan ve gözlerini kapayanlara karşı, artık elden bir şey gelmeyeceğini hatırlatmaktadır. 

Şeytan'ın arkadaş olduğu kimselerin hesap gününde birbirleri ile yaptıkları  konuşmalar , Kur'an'ın bir çok yerinde bulunmaktadır. Bu konuşmalarda son pişmanlığın fayda etmeyeceği , insanların sonradan pişman olacakları çirkinlikleri , daha hayatta iken yapmaması gerektiği vurgusu yapılarak , Allah'ın zikrinden kendisini soyutlamış bir yaşam sürenlerin düşecekleri durum gösterilmektedir. 

[037.019]  İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri bakıp durmaktadırlar.
[037.020]  Derler ki: «Eyvahlar bize; bu, din günüdür.»
[037.021]  Bu, ayırdetme günüdür ki siz, onu yalanlamıştınız.
[037.022]  Zulmetmiş olanları ve onların eşlerini toplayın. Onların taptıklarını da;
[037.023] «Allah'tan başka (taptıklarını) ; artık onları cehennemin yoluna yöneltip götürün.»
[037.024]  (Cehenneme) vakfedin onları. Çünkü onlar sorumludurlar.
[037.025]  Ne oldu sizlere yardımlaşmıyorsunuz?
[037.026]  Hayır bugün onlar teslim olmuşlardır.
[037.028]  Ve derler ki: Doğrusu siz, bize sağdan gelirdiniz.
[037.029]  Onlar da şöyle derler: «Hayır; siz inanmış kimseler değildiniz.»
[037.030]  «Bizim sizin üzerinizde zorlayıcı hiç bir gücümüz yoktu; hayır, siz azgın bir kavimdiniz.»
[037.031]  «Bu sebeple, Rabbimizin sözü aleyhimizde gerçekleşti. şüphesiz azabı tadacağız.»
[037.032]  «Sizi biz azdırmıştık, çünkü kendimiz azgındık».
[037.033]  Şüphesiz o gün onlar azapta ortaktırlar.
[037.034]  Doğrusu suçlulara böyle yaparız.
[037.035]  Çünkü onlara 'Allah'dan başka ilah yoktur' denildiği zaman büyüklük taslarlardı.
[037.036]  Ve «hiç biz mecnun şâır için ilâhlarımızı bırakır mıyız?» diyorlardı
[037.037]  Hayır, o, hakkı getirmiş ve gönderilenleri de doğrulamıştı.
[037.038]  Şüphesiz siz can yakıcı azabı tadacaksınız.
[037.039] Yapmakta olduklarınızdan başkasıyla cezalanmayacaksınız.
[037.040]  Ancak Allah'a içten bağlı kullar bunun dışındadır.

Yukarıda meallerini verdiğimiz Saffat suresi ayetleri , cehennem ehlinin kendi aralarındaki konuşmalarıdır. Pişmanlığın fayda etmediği günde dünyada iken birbirleri ile yakın dost olan , fakat ateşi gördüklerinde birbirlerine düşman kesilenlerin düştükleri içler acısı durum , önceden gösterilerek , "Siz de böyle bir duruma düşmeyin" mesajı verilmektedir. 

Cehenneme düşmelerine sebep olan durum Saffat s. 28. ayetinde " Doğrusu siz, bize sağdan gelirdiniz." şeklinde belirtilmektedir. Bilindiği üzere "Sağ" iyilik , güzellik ve doğruluğu sembolize eden bir kelimedir. Şeytanlar insanlara , onlara çirkinlikleri güzel göstermek sureti ile de yaklaşır , insanlarda bu süslemelere kanarak , onlara uyar ve neticede hepsi birlikte cehennem ehli olmaya hak kazanırlar.

Konumuz olan ayetlerin mesajı , Allah'ın "Zikr" olarak beyan ettiği kitabının, insan için belirleyici olarak, hayatının tam içinde yerini alması gerektiği üzerinedir. Zikr , insana yol gösteren , onu Şeytan'ın iğvalarına karşı uyanık tutarak ateşe düşmesine engel olan kurtarıcı bir kitaptır. Şeytanların sağdan yaklaşma yollarından bir tanesi , Kur'an'a alternatif kitaplar üretmek sureti ile Zikirden alıkoymaktır. İslam dünyasının içinde bulunduğu çalkantıların baş sebebi , zikirden uzaklaşarak, zikre muadil olarak gördükleri kitaplara sarılmak sureti ile çok başlı bir din anlayışına sahip olmak sureti ile fırka fırka olmalarıdır. 

[025.026] O günde gerçek mülk, Rahman'ındır. Kafirler için de pek yaman bir gündür.
[025.027]  O gün, zalim kimse ellerini ısırıp şöyle der: Keşke o resulle birlikte bir yol tutsaydım!
[025.028]  «Vah yazıklar bana, ne olurdu da filanı dost edinmeseydim.»
[025.029]  Zikir bana geldikten sonra , vallahi o beni saptırdı.» Öyle ya şeytan insanı yapayalnız, yardımsız bırakır.

Yukarıdaki Furkan suresi ayetlerinde, yine hesap günündeki bir pişmanlık sahnesini görmekteyiz. kendisine Zikir geldikten sonra , bu zikirden kendisini soyutlamış bir hayat süren kişi, pişmanlığından ötürü parmaklarını ısırmaktadır. Kendisinin böyle bir pişmanlık içine  düşmesine sebep olan şeyin, yine Şeytan olduğunu görmekteyiz. Dünyada kendisinin peşini bir an bırakmayan Şeytan, hesap gününde ayarttığı kişilerden kaçacak ve şöyle diyecektir ; 

[014.022]  İş olup bitince; şeytan dedi ki: Gerçekten Allah, size sözün doğrusunu söylemişti. Ben de size söz verdim, ama caydım. Sizi zorlayacak hiç bir gücüm de yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de geldiniz. O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Esasen daha önce, beni Allah'a ortak koşmanızı kabul etmemiştim. Doğrusu zalimlere elim bir azab vardır.

Yine Taha suresinde , zikre karşı kör kalmanın sonuçlarını beyan eden ayetlere rastlamaktayız;

[020.124]  «Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim vardır ve biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.»
[020.125]  O zaman: «Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin, oysa ben gören bir kimseydim» der.
[020.126]  Allah: «Böyledir, ayetlerimiz sana gelmişti de sen onları unutmuştun, bugün de öylece unutulursun» der.
[020.127]  İşte haddi aşanları, Rabbinin ayetlerine inanmayanları böylece cezalandıracağız. Hem, ahiretin azabı bu dünya azabından daha şiddetli ve daha devamlıdır.

Sonuç olarak ; Allah (c.c) kitabının bir çok yerinde , insanın ebedi hayatını cehennem ehli olarak geçirmesine sebep olan unsuru "Şeytan" olarak resmederek , bizlere ondan korunmanın yollarını göstermiştir. Yine aynı kitap içinde onun insana karşı nasıl düşmanlık yaparak onun ebedi olarak cehennemde kalmasına sebep olduğu da haber verilmektedir. 

Allah (c.c) nin insanlara rahmet ve hidayet olarak gönderdiği "Zikir" insanların tabi olması , ve hayatlarını bu Zikrin önerdiği yol üzerinde yürümeleri gereken bir rehberdir. Bu rehbere uymayarak başka rehberlerin önerdiği yoldan gitmenin sonunun cehenneme varacağı , bizlere hesap gününde yaşanacak olan sahnelerle gösterilerek , "Yol yakın iken dönün" mesajı verilmektedir. 

Zikri rehber edinmemek sureti ile doğan boşluk, Şeytan tarafından doldurulmak sureti ile , onun ile arkadaş olunmak durumunda kalınacaktır. Onun bu arkadaşlığı insanın hayrına gibi görünecek , fakat insanın hayrına bir arkadaşlık olmadığı hesap gününde ayan beyan ortaya çıkacaktır. Yaşanacak olan pişmanlıklar şimdiden haber verilerek , böyle bir pişmanlık içine girilmemesi için gerekli olan yolun kitabın önerdiği yol olduğu , ve bu yoldan ölene kadar sapılmaması gerektiği emredilmektedir. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

17 Ocak 2017 Salı

Enam s. 91. Ayeti Örneğinde Meallerde Bir Kelimenin Yerinin Değişmesi İle Ortaya Çıkan Anlam Farklılığı

Arap olan bir kavme inmiş olan Kur'an'ın , Arap olmayan topluluklar tarafından anlaşılabilmesinin yollarından birisi , bu kitabın o topluluğun konuştuğu dile çevrilmesidir. Konuyu Türkiye üzerinden düşündüğümüzde , son yıllarda Kur'an'a olan yönelim ve rağbet, bu kitabın anlaşılmasına büyük katkı sağlayan meallere olan rağbeti de artırmıştır. 

Ancak meallerde bazı hataların yapılmakta olduğu, konu ile alakalı olanların malumudur. Bu hataların farklı nedenleri bulunmakla birlikte yazının konusu, yapılan meal hatalarının hangi saikler sonucu ortaya çıktığı değildir. Yazının konusu, belki de önemsiz bir ayrıntı olarak görülebilecek bir kelimenin, cümle içindeki yer değiştirilmesinden dolayı ortaya çıkardığı anlam farkını göstererek , meal yapıcılarının ve okuyucularının bu konularda daha dikkatli davranması konusunda hatırlatmalarda bulunmaya çalışmaktır. 

Bir kelimenin sadece yerinin değişmesi ile nasıl bir anlam farkı oluşabileceğini , Enam s. 91. ayetinin yapılan meallerini örnek olarak vererek , daha kolay ve net olarak anlaşılabileceğini düşünmekteyiz.

وَمَا قَدَرُواْ اللّهَ حَقَّ قَدْرِهِ إِذْ قَالُواْ مَا أَنزَلَ اللّهُ عَلَى بَشَرٍ مِّن شَيْءٍ قُلْ مَنْ أَنزَلَ الْكِتَابَ الَّذِي جَاء بِهِ مُوسَى نُورًا وَهُدًى لِّلنَّاسِ تَجْعَلُونَهُ قَرَاطِيسَ تُبْدُونَهَا وَتُخْفُونَ كَثِيرًا وَعُلِّمْتُم مَّا لَمْ تَعْلَمُواْ أَنتُمْ وَلاَ آبَاؤُكُمْ قُلِ اللّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ

Ayetin iki farklı meali şu şekildedir ; 

[006.091]  «Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir» demekle Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler. De ki: «Musa'nın insanlara nur ve yol gösterici olarak getirdiği Kitap'ı kim indirdi? Ki siz onu kağıtlara yazıp bir kısmını gösterip çoğunu gizlersiniz, atalarınızın ve sizin bilmediğiniz size onunla öğretilmiştir.» «Allah» de, sonra da onları daldıkları sapıklıkta bırak, oynasınlar.

[006.091]  Onlar: "Allah, beşere hiç bir şey indirmemiştir" demekle Allah'ı, kadrinin hakkını vererek takdir edemediler. De ki: "Musa'nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği ve sizin de (parça parça) kâğıtlar üzerinde yazılı kılıp (bir kısmını) açıkladığınız ve çoğunu gözardı ettiğiniz kitabı kim indirdi? Sizin ve atalarınızın bilmediği şeyler size öğretilmiştir." De ki: "Allah." Sonra Onları bırak, içine 'daldıkları saçma uğraşılarında' oyalanıp dursunlar.

Problem olarak gördüğümüz nokta, yukarıda verdiğimiz iki ayet meali örneğindeki "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir" ve "Allah beşere hiçbir şey indirmemiştir" cümleleridir. İlk bakışta aralarında pek bir fark görülmeyen bu cümlelerin içindeki "HİÇBİR ŞEY" kelimesinin sadece yerinin değişmesi ile, ayetin anlamında değişiklik meydana gelmesi söz konusudur.

Ayeti nuzül dönemine  giderek okuduğumuz zaman , muhatap kitlenin Yahudiler olduğu anlaşılacaktır. Yahudiler, ayet içinde "Beşer" olarak zikredilen kişi olan Muhammed (a.s) a inen kitabı ret etmek için , Allah'ın beşer üzerine herhangi bir kitap indirmediğini iddia etmektedirler. Allah (c.c) ise cevap olarak ise, bir kısmını açıkladıkları , bir kısmını ise gizledikleri Musa (a.s) a inen kitabı kim indirdi ise , "Beşer" olarak zikrettikleri Muhammed (a.s) a inen kitabı da kendisinin indirmiş olduğunu buyurmaktadır.

Eğer bu ayetin mealindeki konumuz olan (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesi "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir" şeklinde çevrildiği zaman , dikkatli bir okuyucu , Yahudilerin bu sözüyle Musa (a.s) a da hiç bir şey indirilmediğini iddia etmiş olduklarını anlayacaktır. Yine dikkatli bir okuyucu Bakara s. 91. ayetine baktığı zaman orada Yahudilere hitaben yapılan "Allah'ın indirdiğine iman edin" emrine karşılık, onların verdikleri cevap olan "Biz kendimize indirilene iman ederiz" sözü ile aradaki bağı kurmakta zorlanacaktır. 

Dikkatli bir meal okuyucusu bir ayette , kendilerine indirilene iman ettiklerini iddia eden Yahudilere karşılık , başka bir ayette , Allah'ın hiç bir insana bir şey indirmediği iddiası içinde olan Yahudilerin bu sözleri arasında bir çelişki olduğunu düşünecektir.

Çünkü Bakara s. 91. ayetinde Yahudiler kendilerine inen bir şeyin olduğunu kabul ederek, ona iman ettiklerini söylemektedirler. Yahudilerin bu sözleri ile ,  Enam s. 91. ayetindeki (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesinin "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir" şeklindeki çevirisinin birbiri ile uyuşmadığını görerek kafalarda istifham oluşacaktır. 

Halbuki (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesi , "Allah beşere hiçbir şey indirmemiştir" şeklinde çevrildiği zaman, herhangi bir sorun ortaya çıkmayacaktır. Çünkü böyle bir çeviri, Yahudilerin sadece Muhammed (a.s) a inen kitabın inkar ettiklerine dair bir anlam taşımaktadır. 

Kanaaatimiz odur ki ; Enam s. 91. ayetindeki  (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesi "ALLAH BEŞERE HİÇBİR ŞEY İNDİRMEMİŞTİR" şeklinde çevrildiğinde daha doğru bir anlam verilmiş olacak ve kafalarda herhangi bir istifhama yer açmayacaktır. 

İlk bakışta önemsiz bir ayrıntı olarak görünmesine rağmen , dikkatli bir okuyucunun dikkatini çektiğinde , kafasında bazı istifhamların oluşmasına neden olma ihtimali doğurabilmesi açısından önemli bir ayrıntı olduğumu düşündüğümüz bu cümle üzerinden,  dikkat çekmek istediğimiz asıl konu , meal yapıcılarının Arap dilini bilmesinin önemi kadar daha önemli bir nokta olan , Kur'an'a olan hakimiyetlerinin ne kadar önemli olduğunu vurgulamaya çalışmaktır.

Yazımıza konu ettiğimiz hata görüldüğü gibi bir kelimenin anlamının yanlış olarak verilmesi gibi bariz bir hata değildir. Ayet orjinal metnine sadık kalarak çevrilmiş , fakat cümle içindeki "HİÇBİR ŞEY" kelimesinin sadece yer değiştirilmesi ile arada anlam farkı oluşmasına sebebiyet verilmiştir. 

Bu ayetin mealinde geçen konumuz ile alakalı olan cümleyi Elmalılı Hamdi Yazır , "Allah beşere bir şey indirmedi" şeklinde doğru olduğunu düşündüğümüz yönde çevirmesine karşılık , onun mealini sadeleştirdiğini iddia edenler tarafından "Allah insanlara hiçbir şey göndermemiştir" şeklinde hatalı olduğunu düşündüğümüz yönde çevrilmiştir. Bu da göstermektedir ki Türkçe bir meali , yine Türkçeye çevirmek gibi bir ameliyeye soyunanlar , yapılan mealdeki inceliği anlamadan ve aslına sadık kalmadan kafalarına göre sadeleştirme yapmışlardır.

Amacımız meal yapıcılarını töhmet altında bırakmak değil , meal yapımına soyunanların ne kadar dikkatli olması gerektiği yönünde hatırlatmalar yapmaktır. Meal yapmaya soyunmak demek, Arap dilini bilmeyi gerektirdiği gibi , mealini yapacağı kitabı da çok iyi tanımayı gerektirmektedir. Yapılan bir çevirinin anlamının doğru olup olmadığına dikkat edilmekle birlikte , o ayete verilen anlamın , Kur'an bütünlüğü noktasında herhangi bir probleme yol açıp açmadığına da ayrıca dikkat edilmelidir. 

Konumuz olan ayet,  çeviri hatası olarak görülebilecek herhangi bir problem teşkil etmekten çok , doğru bir kelimenin doğru bir yere yerleştirilememesi sonucunda, ortaya yanlış bir anlamın nasıl çıkabileceğine dair bir örnek teşkil etmektedir. 

Bir ayetin yapılan mealinin , diğer ayetler arasında çelişki veya anlam uyuşmazlığı gibi sorunlara yol açmayacak şekilde yapılmış olmasına çok dikkat edilmesi gerektiği , verdiğimiz örnekten anlaşılmaktadır. Bu dikkat , elbette meal yapıcısının Kur'an'a olan hakimiyeti ile yakından alakalıdır. 

Meal yapıcısı , Kur'an'a olan hakimiyeti derecesinde , yapmış olduğu bir ayet meali ile ilgili önce kendisine bazı sorular sorarak , ayetin çevirisinin Kur'an bütünlüğünde herhangi bir sorun teşkil edip etmediğini kontrol etmelidir. Aksi takdirde Elmalılı örneğinde gördüğümüz gibi , okuduğu Türkçe meali anlamaktan yoksun kimselerin yapmaya çalışacakları meal , hatalar yığını olmaktan kurtulamayacaktır. 

Buradan meal okuyucularına da hatırlatmalarımız olacaktır. Kur'an meali okurken sadece tek bir meali değil, bir kaç meali birden karşılaştırmalı okumak sureti ile yapılacak okumalar daha doğru neticeler verecektir. Bir mealin anlamı konusunda hata veya eksiklik ortaya çıktığında , bu hatanın başka bir meal tarafından yapılmaması söz konusu olabilir , bundan dolayı karşılaştırmalı okumaların meal okuyucuları tarafından daha verimli olacağı kanaatindeyiz. 

Meallerin devamlı okunması sonucunda meal okuyucuları, okudukları meallerdeki hata ve eksikleri anında görebilme kabiliyeti kazanacaklardır. Çünkü meal okuyarak kazandıkları Kur'an bütünlüğünü kavrama yetenekleri, onları hatalı bir mealin, başka bir ayet ile olan uyumsuzluğunu görmelerine sebep olarak , uyum sağlayan anlamın verilmesi konusunda çalışmalarına sebep olacaktır.

Sonuç olarak ; Enam s. 91. ayeti içindeki (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesi , meallerde "Allah hiçbir beşere bir şey indirmemiştir" veya "Allah beşere hiçbir şey indirmemiştir" şeklinde yapılmıştır. Her iki mealinde görünüşte birbirinden farklı olmadığı gibi izlenim vermiş olsa da , verilen anlamı Kur'an bütünlüğünde değerlendirdiğimiz zaman , dikkatli bir meal okuyucusunun gözünden kaçmayacak bir ayrıntı ortaya çıkacaktır. 

Önemsiz veya küçük bir ayrıntı olarak görülebilecek bu nokta , bazı kimseler tarafından kafalarda istifhamlara yol açacaktır. Bu nedenle Kur'an meali yapıcıları , yaptıkları meallerde herhangi bir anlam bozulmasına yol açacak şekilde anlamlar vermemeleri konusunda daha dikkatli olmaları gerekmektedir. 

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

15 Ocak 2017 Pazar

Abdest Ayeti Neden Mekke'de Değil de Medine'de İndirildi ?

Namaza başlamadan önce abdest alınmasına dair olan emir bilindiği üzere , Medine'de nazil olan surelerden olan Maide s. 6. ayetinde bulunmaktadır. Namaz için abdest alma emrinin Medine'de nazil olmuş olması , son yıllardaki Kur'an'a yönelim sonrası ortaya çıkan bazı düşüncelerin sorgulama ve merak konusu olmuştur. 

Kur'an'da namaz adı ile bildiğimiz bir ibadetin olmadığını savunanlar , namaz için emredilen abdest ayetinin , Medine'de nazil olduğundan hareketle , namaz eğer Mekke'de kılınıyor ise abdest ayetinin neden Medine'de indirilmiş olduğunu sorarak , namaz adı ile bilinen ibadetin olmadığının delilini bu yolla ortaya koymaya çalışmaktadırlar. 

Kur'an'da namaz adı ile bildiğimiz ibadetin var olduğunu kabul eden, ve bu namazı ifa edenlerin bir kısmı ise , bu tür sorular ile kafaları karıştırılmak istenildiği için , bu soruya cevap aramaktadırlar.  

Öncelikle namaz konusunda hem geleneksel anlayışta , hem de kendisini "Kur'an Ehli" olduğunu iddia edenlerin bir kısmında doğru bilinen, bir yanlışa dikkat çekmek istiyoruz. 

Yaygın düşünceye göre namaz , Muhammed (a.s) a Mekke'de farz kılınan bir ibadet , ve bu namazı ona ilk defa Cibril öğretmiştir. Fakat bu türden rivayetlere katılmak mümkün değildir. Namazın ana formları olan "Kıyam - Rüku - Secde" gibi şekilsel hareketler , insanlığın kadim bir ibadet şeklidir. Bundan dolayı bu ibadetin daha önce hiç bilinmiyor ,  ve Mekke'de uygulanmıyor olması mümkün değildir. 

Bu noktada ana formları ile insanlık tarafından ifa edilen ve bizim adına "Namaz" dediğimiz ibadetin, kadim bir şekilsel ibadet olmasından dolayı Mekkelilerin de ifa ettiği bir ibadet olup , şirk bulaşmış bir hale getirilmiş olması, Kur'an'ın namaz hakkındaki asıl konusunu oluşturmaktadır. Bundan dolayı Kur'an , namaz ile ilgili ilmihal ayrıntılarına girmeden , onu şirk bulaşmışlıktan çıkararak , tevhidi bir boyuta yöneltmeyi içeren ayetleri barındırmaktadır.

Namaz ibadetinin Kur'an'da olmadığını iddia edenlerin dayandıkları delillerden bir tanesi de bu dur. İddiaya göre eğer bu ibadet Kur'an tarafından emredilmiş olsa idi , ayrıntılı olarak anlatılması gerekirdi . İlmihal boyutunda ayrıntıya girilmemiş olması , bu kimseler için namaz ibadetinin Kur'an'da olmadığına dair bir delil olarak sunulmaktadır. Kur'an insanlar tarafından bilinen ve uygulanan bir namazı bundan dolayı tarif etmek gereğini duymamıştır. 

Gelelim asıl konumuz olan abdestin neden Mekke'de değil de Medine'de nazil olduğuna, bu konuya iki açıdan yaklaşmak mümkündür. 

Cahiliye Mekke'sinde yaşayan insanlar, şirk bulaşmış bir halde ifa ettikleri namaz öncesinde bizim abdest olarak bildiğimiz işlemi bildiklerinden dolayı uygulamış olabilirler. Bu işlem aynı şekilde namaz kılan Müslümanlar tarafından da uygulanmış olabilir. Çünkü namaz dediğimiz ibadet "Kıyam-Rüku-Secde" şeklindeki formları ile ilah olarak kabul edilen varlığa yapılan şekilsel bir tazimdir. 

Namazın sorun teşkil eden kısmı şekli değil , kimin için ifa edildiğidir. Bundan dolayı Mekke'de Kur'an'ın nazil olmaya başlamasından evvel ifa edilen namaz için şayet abdest alınıyor ise , aynı uygulama Kur'an'ın nazil olmaya başlaması sonrasında da yapılmış olabilir.

Abdest'in Mekke'de değil , Medine'de nazil olan bir sure içinde emredilmiş olması , bilinen bir uygulamanın vahiy tarafından onaylanması anlamına geldiğini söyleyebiliriz. Yani abdest eylemi önceden bilinen ve uygulanan bir eylem olduğu için, Mekke'de nazil olan ilk surelerde değil , bilinenin onaylanması ve tekrarı mahiyetinde, Medine'de nazil olan bir surede emredilmiştir.

Bu söylediklerimizin tersinin olması da mümkündür şöyle ki ; 

Mekke'de nuzül öncesi şirk bulaşmış biçimde ifa edilen namaz öncesinde yapılan bizim abdest olarak bildiğimiz işlem bilinmiyor , bilinmediği için de uygulanmıyor olabilir. Bu şekil bir namaz , Müslümanlar tarafından da, ta ki Medine'de abdest ayeti nazil olana kadar , ifa edilmiş olabilir. 

Bu noktada , "Müslümanlar abdest ayeti nazil olana kadar abdestsiz namaz mı kıldılar" sorusunun cevabının verilmesi gerekmektedir.

Allah (c.c) bizleri , kitabında emretmiş oldukları üzerinden sorumlu tutacaktır. Daha önce yapılan bir fiilin yanlış olduğunu haber vererek , artık yapılmamasını emretmiş olması , o fiilin yanlış olduğu yönünde önceden bilgi sahibi olmayanları mazur duruma sokacaktır.  Nisa s. 22 , 23 , Maide s. 95. ayetlerine baktığımızda, yasaklanmış bir fiilin,  öncesinde işlenmiş olan aynı fiillerden , yasaklanma öncesi o fiilleri işleyenlerin sorumlu tutulmayacağı haber verilmektedir. 

Bundan dolayı , abdest ayetinin nazil olmasına kadar, eğer Müslümanlar abdest almadan namaz kıldılar ise , namaz için abdest alınması gerektiğine dair bir emir ile muhatap olmadıklarından dolayı , abdest almadan kıldıkları namazlardan dolayı herhangi bir sorumluluk sahibi olmayacaklardır. Çünkü namaz öncesi abdest alınması gerektiğine dair olan emrin onlara ulaşmamış olması , onları namaz için abdest almanın farz olduğuna dair bilgi sahibi olmaktan , dolayısı ile de abdest ile mükellef olmaktan çıkarmıştır. 

Sonuç olarak ; Abdest ayetinin Medine'de nazil olmuş olması , bazı kimseler tarafından merak konusu olmuş , bazı kimseler tarafından ise namazı ret etme bahanesi olarak delil gösterilmektedir. Abdest , namaz gibi önceden bilinen ve uygulanan bir fiil olabileceği gibi , ilk olarak Medine'de nazil olan bir ayet ile emredilmiş olabilir. 

Önceden bilinen ve uygulanan bir uygulama olduğunu düşündüğümüzde , vahiy bu uygulama konusunda Medine'ye kadar sessiz kalmış , sessiz kalması mevcut uygulamayı onaylamak anlamına geldiği için , Medine'de nazil olan ayet , yapılan uygulamayı tasdik etmek anlamında indirilmiş olabilir. 

Medine'de ilk defa nazil olduğunu ve bilinmeyen bir uygulama olduğunu düşündüğümüzde , Maide s. 3. ayeti nazil olana kadar , namaz için abdest almak gibi farziyetin olmadığı için , abdest ayeti inene kadar Müslümanlar abdest almadan namaz kılmış olabilirler. Bu durum herhangi bir sorun teşkil etmemekte , Allah (c.c) tarafından yapılmaması veya yapılmaması emredilen bir emir ile muhatap olmadıkça kimse mükellef sayılmayacaktır. Kur'an'ın bazı konularda indirdiği yasaklardan önce işlenmiş fiiller konusunda iman edenleri sorumlu tutmayacağını beyan eden ayetlere bu konuda bakılabilir. 

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.