29 Temmuz 2017 Cumartesi

Zümer s. 43. Ayeti: Allah'ın Aşağısından Olanları Şefaatçi Edinen Müslümanlar

Ön yargısız olarak okunduğu takdirde müşriklerin Allah'tan gelen herhangi bir delil olmadan kendi yanlarından ürettikleri bir inanç olduğu kolaylıkla anlaşılabilecek olan şefaat inancı, biz Müslümanlar tarafından sahiplenerek İslam inancı haline getirilmiş, Kur'an'da bu inancı kabul edenler Kafir, Müşrik olarak görülürken, zaman içinde bu inancı ret edenler Kafir, Müşrik olmakla suçlanmaya başlanmıştır.

Dünkü Mekke müşrikleri ile bugünkü birçok Müslümanı şefaat konusunda ayıran tek şey, Mekke'li müşriklerin şefaati taştan tahtadan yapılmış putlardan beklemesi, Müslümanların ise etten kemikten bir beşer olan ölü veya diri kimselerden beklemesidir. Bundan önceki bir çok yazımızda, Kur'an içindeki şefaat konulu ayetleri ele alarak, bu konuyu anlamaya çalışmıştık, bu yazımızın konusu Zümer s. 43. ayeti çerçevesinde şefaat inancını ele almak olacaktır.

أَمِ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللَّهِ شُفَعَاءَ ۚ قُلْ أَوَلَوْ كَانُوا لَا يَمْلِكُونَ شَيْئًا وَلَا يَعْقِلُونَ

Yoksa Allah'ın aşağısından olan şefaatçiler mi edindiler? De ki: hiç bir şey'e güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi?.

[039.044] De ki: «Şefaatin tümü Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra da O'na döndürüleceksiniz.»

Ayet, Allah (c.c) dışında şefaatçi edinmiş olanlara bir soru sormakta, ve bu soru aynı zamanda şefaatçi olmak için gerekli olan kriterleri bildirmektedir. Şefaat, biz Müslümanların Allah tasavvurunun oluşmasında rol oynayan en önemli konulardan bir tanesidir. Allah tasavvuru Kur'an tarafından onay almayan bir inancın, dünya hayatında ve hesap gününde Müslümanlara fayda getirmeyeceği asla hatırdan çıkarılmamalıdır. 

Ayrıca bu inanç, bazı insanları Allah'a ortak olarak görmeyi beraberinde getirmesi açısından büyük bir tehlike arz etmektedir. Kendilerinde böyle bir yetki olduğunu zanneden bazı kimseler, insanlar üzerinde  maddi ve manevi baskı oluşturmak sureti ile onları sömürme yolunu şefaat inancı ile açmış, bunlara inanan birçok Müslüman ise şefaat beklentisi içinde bu kimselerin kapılarında kul köle olmaktadırlar.

[013.016] De ki: Göklerin ve yerin Rabbı kimdir? Allah'tır de. Yoksa O'nun aşağısından olan kendilerine bir fayda ve zararı olmayan veliler mi edindiniz? de. De ki: Hiç körle gören bir olur mu? Yahut karanlık ile aydınlık bir midir? Yoksa, Allah gibi yaratması olan ortaklar buldular da yaratmaları birbirine mi benzettiler? De ki: Her şeyi yaratan, Allah'tır. Ve O; Vahid ve Kahhar'dır.

[017.056] De ki: «Allah'tan başka, ilâh olduğunu sandığınız şeyleri çağırın, size yardım etsinler. Onlar, ne sizden sıkıntıyı kaldırabilirler, ne de değiştirebilirler.

[025.003]  O'nun aşağısından olan, bir şey yaratmayan; üstelik kendileri yaratılmış olan ve kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda vermeyen, öldürmeye, diriltmeye ve ölümden sonra tekrar canlandırmaya gücü yetmeyen bir takım ilahlar edindiler.

[029.017] Siz Allah'ın aşağısından olan birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na döndürüleceksiniz.

[034.022] De ki: Allah'tan aşağısından olan, taptıklarınızı çağıran. Onlar ne göklerde, ne de yerde zerre kadar bir şeye sahib değildirler. Ve onların bu ikisinde ortaklığı da yoktur. O'nun bunlardan hiçbir yardımcısı da yoktur.

[035.013] Allah, geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar; belirli bir süre içinde hareket eden güneş ve ayı buyruk altına almıştır. İşte bu, Rabbiniz olan Allah'tır, hükümranlık O'nundur. O'nun aşağısından olan taptıklarınız, bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir.

[078.037] O Göklerin ve Yerin ve bütün aralarındakilerin rabbı, Rahman, bir hıtaba malik olamazlar ondan

Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri, Allah (c.c) nin El Melik (her şeyin gerçek sahibi ve hükümdarı) isminin ne anlama geldiğini bizlere bildirmektedir. Bu ayetlerin delaleti ile Zümer s. 43. ayetini okuduğumuz zaman, şefaat yetkisine sahip olmak için  El Melik  isminin taşıdığı şartlara sahip olmak gerekmektedir. Zümer s. 43. ayeti, hiç bir şeye malik olmayan, kendileri yaratılmış olanların şefaat gücüne sahip olamayacaklarını bildirmektedir. Yani böyle bir güce sahip olmak için öncelikle İlah olmak gerekmektedir.

Şefaat inancına sahip olan hiç bir Müslüman elbette Allah'ın dışında başka bir ilahın var olduğunu, veya şefaat yetkisine sahip olduğunu düşündükleri insanların Allah (c.c) ile denk olduklarını dil ile alenen ifade etmez, aksine böyle bir şeyin mümkün olmadığını dahi iddia eder. Şefaat inancına sahip olan bu kimselerin kafalarını karıştıran nokta, şefaat ile ilgili bazı ayetlerde geçen Allah'ın izin verdiği kimseler şeklindeki cümlelerdir.

Şefaat konusu gündeme geldiğinde, bu inancı savunanlar tarafından, hemen bu guruptaki ayetler öne sürülerek, Allah izin verdiği kimselere şefaat etme hakkı tanıyacakmış şeklinde sözler edilmektedir. Fakat bu insanlar bu konuda kulaktan duyma veya ön yargılı olarak bilgi sahibi oldukları için, Allah (c.c) nin bir yerde ret ettiği inanç için, diğer bir yerde bazı kimselere şefaat etme izni vereceğini düşünmenin, Kur'an'a çelişki izafe etmek anlamına geleceğinin farkında dahi olmamaktadırlar.

Allah (c.c) dışında bazı kimselerin şefaat etme yetkisi olduğuna inanmak, Müslümanlar içinde ayrı bir ruhban sınıfının doğmasına sebep olan etkenlerden bir tanesidir. Hristiyan dünyasında bu sınıfın insanlar üzerinde uyguladığı baskı ve tahakkümün zulüm düzeyine vardığı, bu gurubun kendilerini yeryüzünde Allah'ın sözcüsü yerine koyarak, ellerinde insanları cennete veya cehenneme yollama yetkisi olduğu zannını yaymaları, onların büyük bir güce sahip olmalarını sağlamıştır.

Ruhban sınıfının insanlar üzerinde kurduğu baskı ve hegemonya, Hristiyan dünyasının geri kalmasına sebep olan en büyük etkenlerden birisidir. Hristiyan dünyası, üzerindeki ruhban baskısını Rönesans olarak bildiğimiz hareket ile yenmiş, bunun neticesinde kevni ayetleri okumaya başlayarak, dünya üzerinde ekonomik, sosyal ve askeri bakımdan büyük bir hakimiyet sağlamışlardır. Onların bu hakimiyeti elbette tek taraflı olup Allah'ın kevni ayetlerini kullanma klavuzu olan elçileri ile gönderdiği kitabi ayetleri okumamak sureti ile, ruhban baskısından daha büyük zulümlere imza atmış, halen de atmaktadırlar.

İslam dünyası şu anda Rönesans öncesi Hristiyan dünyasının içinde bulunduğu durumun bir benzerini yaşamaktadır. Hristiyan dünyasında papazların oynadığı rolü, İslam dünyasında Hoca, Şeyh, Gavs, Kutup v.s lakaplı insanlar oynamakta, bu insanların diğer insanlar üzerinde oluşturduğu din algısı büyük bir korku imparatorluğunun kurulmasına yol açmıştır. Kurdukları bu imparatorlukla insanları maddi ve manevi yönden sömüren bu insanlar, İslam dünyasının geri kalmasında baş rolü oynamaktadırlar.

Rönesans sonrası sanayi devrimini yaparak kevni ayetleri okumaya yönelen Hristiyan dünyasının yaptığı öldürücü silahlardan korunmak için biz Müslümanların okuduğu kitabi ayetler maalesef hiç bir tesir göstermemektedir. Bunun sebebi ise kevni ve kitabi ayetlerin birbirinden ayrılarak okunmasıdır. Hristiyan dünyası sadece kevni ayetleri okuyarak kullanma klavuzu olmaksızın elde ettikleri silahları İslam dünyası üzerinde kullanmakta, İslam dünyası ise sadece kullanma klavuzunu okuyarak, bu silahlara karşı koyacağını zannetmektedir.

İslam dünyasındaki ruhban sınıfı ise halen kıl tüy ile uğraşarak, bunlar üzerinden kendilerine rant devşirmeye çalışmakta, insanları cennete veya cehenneme gönderme yetkisine sahip oldukları zannını oluşturarak Müslümanlar üzerindeki baskısını devam ettirmektedir. 

Müslümanların Allah'ın aşağısında olanları şefaatçi olarak edinmiş olmaları onları şirk içine sokmakla birlikte, ruhban sınıfının eline büyük bir koz geçirerek onları sömürmesine sebep olmaktan başka hiç bir şey ifade etmediğinin anlaşılması, Müslümanların yeniden ayağa kalkmaları için elzemdir. Söylemek istediklerimiz bugün ruhban sınıfının uğraştığı konular, din adına ortaya koyduğu argümanlar, insanları neye  çağırdıkları dikkate alındığında daha net ve kolay anlaşılacaktır. 

Sonuç olarak; Şefaat yetkisine sahip olmak için ilah konumunda olmak gerektiği, Kur'an içinde açık ve net şekilde beyan edilmiş olmasına rağmen, Müslümanların kendileri gibi insanları şefaatçi olarak görmeleri, onları ilah konumuna getirmeleri anlamına gelmektedir. Ayrıca beşer cinsinden olan bir kimseye böyle bir yetki tanınması bu insanların diğer insanlar üzerinde baskı ve hegemonya oluşturarak onları maddi ve manevi yönden sömürmelerine zemin hazırlamaktadır. 

Bugün kerameti müritlerinden menkul din baronlarının etrafındaki yığınlara baktığımızda, onlardan ahirette şefaat beklentisi içinde olduklarını görebiliriz. Bu kimseleri şefaat yalanları ile aldatmalarına karşılık onların etinden, sütünden, yününden faydalanan bu sahtekarların yaşadıkları hayata ve kontrol ettikleri maddi servete bakıldığında soygunun boyutu daha kolay anlaşılacaktır.

İslam dünyasının geri kalmışlığında baş rolü oynayan bu güruhun tasfiye edilmesi, İslam dünyasının yeniden ayağa kalkması için şarttır. Aksi takdirde Rönesans öncesi Hristiyan dünyasının yaşadığı içler acısı durum İslam dünyasında yaşanmaya devam edecektir. 

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

27 Temmuz 2017 Perşembe

Abese Suresindeki Ama'ya Sırtını Dönen Kişi Kim?

Abese suresinin ilk ayetleri gelen ama'ya sırtını dönen ve yüzünü ekşiten bir kimseden bahsetmektedir. Tefsirlere baktığımızda bu kimsenin Muhammed (a.s) olduğu yönünde genel bir kanı bulunmaktadır. Fakat bu kanının aksine olarak ortaya sürülen bazı fikirlerde, bu kimsenin Muhammed (a.s) değil, Mekke müşriklerinden olan Velid Bin Muğire olduğu iddia edilmektedir. 

Ama'ya karşı yanlış davranış sergileyen kişinin Muhammed (a.s) olduğu yönündeki fikirlerin, konu ile ilgili ayetlerin rivayetler doğrultusunda okunmasından dolayı ortaya atıldığı iddia edilerek, bu kimsenin Muhammed (a.s) olmadığı söylenmektedir. Yazımızda konu ile ilgili ayetleri ele almaya çalışarak, sırtını dönen ve yüzünü ekşiten kişinin kim olabileceği üzerinde düşünmeye çalışacağız.

عَبَسَ وَتَوَلَّىٰ
[080.001]  Yüzünü ekşitti ve ardını döndü.

أَنْ جَاءَهُ الْأَعْمَىٰ
[080.002] Kendisine a'ma geldi diye.

Konuyu hiç rivayetlere getirmeden ve isimlere takılmadan, sadece ayetlerin bize gösterdiği yol üzerinden gitmeye çalışarak baktığımızda, 1. ve 2. ayetlerde yanına bir ama (kör) gelmesinden dolayı yüzünü ekşiten bir arkasını dönen bir kimseden bahsedilmektedir.

وَمَا يُدْرِيكَ لَعَلَّهُ يَزَّكَّىٰ
[080.003] Ne bileceksin sen belki o arınacak?

أَوْ يَذَّكَّرُ فَتَنْفَعَهُ الذِّكْرَىٰ
[080.004]  Yahut öğüt alacaktı da bu, kendisine fayda verecekti.
  
3. ve 4. ayetler muhatap alınan kişiye gelen ama'nın durumundan bahsetmektedir. Burada muhatap alınan kişinin kim olduğunu gelecek olan ayetlerden öğreneceğimiz için, direk olarak Burada bahsedilen kişi şu dur demiyoruz.

أَمَّا مَنِ اسْتَغْنَىٰ
[080.005] Fakat istiğnâ edene gelince

فَأَنْتَ لَهُ تَصَدَّىٰ
[080.006] İşte sen, onda 'yankı uyandırmaya çalışıyorsun.

وَمَا عَلَيْكَ أَلَّا يَزَّكَّىٰ
[080.007] Onun arınmamasından sana ne?

Burada sahneye 3. bir kişi daha çıkmaktadır. Sahneyi görselleştirecek olursak sahnede 1- Ama olan bir kişi, 2- İstiğna eden bir kişi, 3- Müstağni kişide yankı uyandırmaya çalışan X kişisi olmak üzere 3 kişi bulunmaktadır. 3. kişiye X kişisi dememiz, bu şıktaki kişinin kim olduğunun kendiliğinden ortaya çıkacağı içindir.

وَأَمَّا مَنْ جَاءَكَ يَسْعَىٰ
[080.008] Fakat o kimse ki, sana koşarak geldi.

وَهُوَ يَخْشَىٰ
[080.009] Ki o, korkar durumdadır.

فَأَنْتَ عَنْهُ تَلَهَّىٰ
[080.010]  sen ondan tegafül ediyor (ona ilgi göstermiyor) sun.

Bu ayetlerdeki muhatabın kim olduğunu düşündüğümüzde sahnedeki 3 kişiden birisi olması gerekmektedir. Muhatabın koşarak gelen ama'nın olması mümkün değildir. Muhatabın müstağni kişinin de olması mümkün görünmediğine göre, geriye X kişisi kalmaktadır.

Buraya kadar olan ayetleri görselleştirerek anlatacak olursak;

Sahnede 3 kişi bulunmakta, bu 3 kişiden ama olan koşarak gelir fakat o anda X kişisi istiğna eden bir kişi ile uğraşmakta olduğu için, ama'ya sırtını çevirir yüzünü ekşitir. İlerleyen ayetler, X kişisine ama kişiye yaptığı bu muamelenin yanlış olduğunu ikaz etmektedir. Şimdi 100 kişiye X olarak belirttiğimiz kişinin kim olduğunu sorsak acaba ne cevap alabiliriz dersek, bu kişinin Muhammed (a.s) dan başkası olabileceğini söyleyecek kaç kişi çıkacaktır?.

Sonuç olarak; Ama kimseye sırtını dönen ve yüzünü ekşiten kimsenin Muhammed (a.s) olduğu net bir biçimde ortada iken, çeşitli saiklerle bu kişinin başka bir kimse olduğunu iddia etmek, bizlerde mezhebi kaygıları Kur'an'a onaylatmak amacını taşıdığı zannını kuvvetlendirmektedir.

İmamların masumiyeti teorisine inanan Şia'nın bu ayetler hakkında farklı bir görüş serdederek, ama kişiye karşı yüzünü ekşiten kişinin Mekke müşriklerinden olan Velid Bin Muğire adlı kişi olduğunu iddia etmesi, imamların masumiyeti teorilerine bu ayetlerin gölge düşürmesinden dolayı, zorlama yollarla Muhammed (a.s) haricinde bir kimseye işaret ettiği yönündeki görüşlerine sebep olmuştur. Çünkü imamların masum olması öncelikle Muhammed (a.s) ın masum olmasını gerektirmektedir ki, elçisi masum olmayan bir dinin sonradan gelen imamları masum olabilsin.

İşin ilginç tarafı, bu görüşün Türkiye genelinde Kur'an merkezli düşündüğünü iddia eden Mustafa İslamoğlu, Mehmet Okuyan gibi isimler tarafından da savunulmasıdır.

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

26 Temmuz 2017 Çarşamba

İki Müslüman Birbirine Kılıç Çektiği Zaman Ölen de Öldüren de Cehennemde midir?

Kur'an'dan sonra ikinci kaynak olduğu söylenen, fakat Gayri Metluv Vahiy teorisi ile Kur'an ile eşdeğer haline getirilen, uygulamada ise Kur'an'ın önüne geçirilen hadisler, yüzyıllardır Müslümanlar arasındaki ihtilaflarda baş rolü üstlenmektedir. Karizmatik bir yapıya büründürülmek sureti ile sorgulanamaz duruma getirilen rivayet kitaplarındaki bazı hadisler, Kur'an'ın gündeme gelmesi ile sorgulanmaya başlanmış, bu sorgulama ise bazı kimseleri büyük ölçüde rahatsız etmektedir.

Yazımızda Tırmizi hariç, Kütübü sitte'nin tamamında bulunan bir rivayeti ele alarak bu rivayetin Kur'an karşısındaki konumunu ele almaya çalışacağız.

Ebü Bekre Nüfey' İbni Haris es-Sekafî radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"İki müslüman birbirine kılıç çektiği zaman, öldüren de, ölen de cehennemdedir".
Bunun üzerine ben:
- Ya Resulallah! Öldürenin durumu belli, ama ölen niçin cehennemdedir? diye sordum.
Resül-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:
- "Çünkü o, arkadaşını öldürmek istiyordu" buyurdu.

Rivayete göre Muhammed (a.s), birbirine karşı kılıç çeken iki Müslümanın her ikisinin de cehennemlik olduğunu söylemektedir. Bize gelen bir rivayetin doğruluğunu eğer Kur'an ile sağlamasını yapacak olursak, bu rivayet için şöyle bir değerlendirme yapmak mümkündür;

[049.009] Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah'ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever.

Hucurat s. 9. ayetine baktığımızda, Mümin olarak vasıflanan iki topluluk savaştığında aralarının düzeltilmesi istenilmekte, şayet araları düzeltildikten sonra mümin taraftan olan herhangi bir gurup, diğer guruba saldıracak olursa, barışı bozan diğer taraf ile savaşılması emredilmektedir. Yapılacak olan bu savaşta mutlaka, barışı bozan taraftan da, barışı yeniden sağlamak isteyen taraftan da ölenler olacaktır. 

Hucurat s. 9. ayetinde gördüğümüz durumu, yukarıdaki rivayete göre değerlendirecek olursak, ayet içinde MÜMİN olarak belirtilen ve birbirlerine karşı kılıç çeken her iki tarafın da cehennemlik olması söz konusudur. Ancak barışı bozan taraf ile savaşılmasını Allah (c.c) nin emretmiş olduğunu düşündüğümüzde, Allah'ın savaşmayı emretmiş olması ve emrettiği taraftan ölen bir kimseyi cehenneme atacak olması, rivayetin sahihliğine gölge düşürmektedir.

Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında çıkan Cemel, Sıffin gibi savaşlarda, bir çok Müslümanın kanı aktığı herkesçe malumdur. Bu rivayetin, savaşan her iki tarafın yanında yer almayarak, tarafsız kalanlar tarafından ortaya atılmış olabileceği imkan dahilindedir. Çünkü Muhammed (a.s) eğer böyle bir söz söyleyecek olsaydı mutlaka Meşru bir gerekçe olmaksızın şeklinde bir istisna payı bırakması gerekirdi ki, rivayet Hucurat s. 9. ayeti ile çelişki arz etmesin. Rivayet bu hali ile ayet ile çelişkili bir duruma düşmektedir.

Rivayet bu hali ile, Müslümanların birbirlerine kılıç çektiği savaşlara işaret etmekte, yani gaybi bir durumu göstermektedir. Hadis olarak bize gelen sözlerin bazılarında Muhammed (a.s) tarafından gelecekte olacak bazı savaşlara işaret edilerek bu savaşlarda bazı gurupları destekleyen, bazı gurupları ise kınayan sözlerin olduğu bilinmektedir. 

Yani mevcut durum hakkında Muhammed (a.s) ın asla söylemeyeceği fakat ona söyletilen rivayetler bulunup, onun ağzından mevcut durum hakkında sözler uydurulmak sureti ile ona destekletilmiş veya onun tarafından yerilmiştir. 

Sonuç olarak; Hadislerde raviler tarafından duyduklarına eksiltme veya artırma yaptıkları, hadis konusu ile ilgili araştırma yapanlarca malumdur. Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesai, İbni Mace tarafından gelen bu rivayet şayet bize "Meşru bir gerekçe olmaksızın iki Müslüman bir birine kılıç çektiği zaman ölen de öldüren de cehennemdedir" şeklinde gelmiş olsaydı, bu rivayetin sahih olabileceğini düşünebilirdik. Çünkü o meşru gerekçeyi Hucurat s. 9. ayetinden bulma imkanımız bulunmaktadır. Ancak rivayet bu hali ile maalesef sahih olarak görünmemektedir. 

Muhammed (a.s) böyle bir söz söylemiş olsa dahi, bu sözün siyak ve sibakının bulunması, hadislerin doğru anlaşılmasında önemli rol oynayan, Ne, Nerede, Niçin,Nasıl, Ne için ve  Kime sorularının sorularak cevabının alınması gerekmektedir. Çünkü rivayet bu hali ile eksik ve Hucurat s. 9. ayeti ile sağlaması yapıldığında ayet ile çelişmektedir. 

Ayet ile rivayet çeliştiği zaman rivayetin değil, ayetin tercih edilmesi gerektiği selim akıl sahibi her Müslüman tarafından bilinmektedir. Rivayetin büyük hadis kitaplarında bulunmuş olması, bizler için ölçü olmamalı, Kur'an ile çelişip çelişmediği dikkate alınmalıdır. Bizler bir hadis hakkındaki kanaatimizi, o sözü direk Muhammed (a.s) dan işitmediğimiz için, belirli kriterlere göre söylemek durumundayız. Bu kriterler ise, hadislerin isim yapmış hadis kitaplarında olması değildir.

Müslümanların birbirleri ile olan her türlü kavgaları elbette kapanmaz yaralar açmaktadır. Olması gereken bütün Müslümanların birbirleri ile kardeşlik hukukunun gerekleri dahilinde ilişkilerde bulunmasıdır. Böyle bir çalışma yapma nedenimiz de, özellikle Kur'an'ı merkeze alan kimselerin hadisler konusunda takınacakları tutuma bir örnek olmaya çalışmaktır. Eğer bir rivayet ret edilecekse, ret edilme nedeni gösterilmeli toptancı bir mantık sergilenmemelidir.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

25 Temmuz 2017 Salı

Kendilerine İslam Dininin Sahibi ve Aforoz Yetkisi Biçen Müslümanlar

Aforoz Etmek deyimini işittiğimizde aklımıza, Hristiyan papazları tarafından uygulanan, bir Hristiyanı kilise topluluğu dışına atmak sureti ile onu kafir ilan etmek eylemi gelmektedir. Bu deyimin ifade ettiği anlam yüzlerce yıldır Müslümanlar arasında yaygınlaşmış, bir Müslüman kendisi ile aynı doğrultuda dini anlayışa sahip olmayan diğer bir Müslümanı kolaylıkla dinin dışına atarak onu Kafir, Müşrik, Zındık v.s gibi isimlerle yaftalayabilmektedir.

Bir Müslümanın diğer bir Müslüman üzerinde böyle bir aforoz hakkı olduğunu zannetmesindeki en büyük etken, herkesin kendisini İslam dininin sahibi rolü biçmiş olmasıdır. Halbuki bu dinin bir tek sahibi vardır o da Allah (c.c) den başkası değildir. Kullarından hiç kimseye, elçileri de dahil olmak üzere, kendisinin sahiplik hakkından en küçük bir pay dahi vermeyen Allah (c.c) nin dini üzerinde kendilerinin hak sahibi olduğunu düşünmek sureti ile, diğer düşüncedeki Müslümanları dinden aforoz etmek yetkisine sahip olduğuna inanan Müslümanlar, yüzlerce yıldır bitip tükenmeyen mezhep, meşrep, hizip, cemaat kavgalarının bugünlere taşınmasında en büyük pay sahibidir.

Peki neden bir Müslüman kendisini Allah'ın dininin sahibi sanır da diğer bir Müslümanın da böyle bir hakkı olabileceğini düşünmez?.

Bu sorunun cevabını, Bir insanın kendisini, karşısındaki insanın yerine koyarak onun düşüncelerini anlamaya çalışmak anlamına gelen EMPATİ YOKLUĞUnda aramak gerektiğini düşünmekteyiz. Şayet bir Müslüman kendisini, karşısındaki Müslümanın yerine koyarak onu anlamaya çalışsa idi, onun ile ilgili söylediği bütün olumsuz ifadelerin aynısını, karşısındaki Müslümanın da ona söyleme hakkı olduğunu anlayabilir, dolayısı ile kullanacağı ifadeleri seçmekte daha dikkatli davranabilirdi.

Ne yazık ki durum böyle olmamakta, empati yaparak karşısındaki Müslümanı anlamaya çalışmaya yanaşmayan Müslümanlar, kendilerini bu dinin sahibi zannederek, diğer Müslümanları dinin dışına atmak hakkına sahip oldukları düşünmekte, Hristiyanlıktaki aforozun İslam dinindeki versiyonu olan tekfircilik Müslümanlar arasında hızla yayılarak, herkesin birbirinin tekfir etmek için yarıştığı bir din haline dönüştürülmüştür. 

Bir Müslüman diğer bir Müslüman ile iletişim kurarken nasıl empati kurabilir?.

Müslümanlar birbirleri ile tartışırken din adına konuşma hakkının sadece kendilerine ait olmadığını, savundukları din anlayışının ise tek ve doğrular olmadığını bilmek zorundadırlar. Din adına konuşma hakkına en az kendisi kadar karşısındaki Müslümanın konuşma hakkı olduğunu, savunduğu din anlayışının tek ve nihai doğru olduğunu iddia etmeyen bir Müslüman, karşısındaki Müslüman ile daha rahat ve daha kolay iletişim kurabilecektir.

Bir Müslüman din sahibi rolü üstlenerek dini savunmak gibi bir misyona sahip olmadığını öncelikle bilmelidir. Çünkü kim olursa olsun bütün Müslümanların sahip oldukları dini bilgilerde mutlaka eksik ve hata payı mutlaka bulunmakta, söylediklerinde eksik ve hata ihtimali bulunanların ise, dinin sahibi rolünü üstlenmeye çalışmaları ise asla doğru bir davranış değildir.

Kendi anlayışını merkeze koymak sureti ile, başka anlayışları merkezin dışına atan, ve onları merkezin dışında gören kimseler, Müslümanlar arasındaki en büyük sorunlardan birisini oluşturmaktadır. Elbette herkesin savunduğu din anlayışını doğru olarak görmek hakkı vardır, ancak bu hak kimseye karşısındaki düşünceyi batıl olarak görerek onu mahkum etmeye çalışmak hakkı vermez.

Kendi düşüncesinin doğru, karşısındaki düşüncenin yanlış olduğunu düşünen bir kimse durum böyle olmuş olsa bile, karşısındaki kimseye söz hakkı vererek onu dinlemek, mevcut yanlışları sahip oldukları ortak payda doğrultusunda konuşmak zorundadırlar. Müslümanların sahip oldukları inanca ilahi bir misyon yüklemeleri, bu inancı Mahalle Baskısı haline getirmek sureti ile herkesi bu inancı kabul etmeye zorlamaları, kabul edilemez bir durumdur. 

Örneğin; Ehli sünnet vel cemaat itikadı adı altında oluşturulan dini anlayış etrafında toplanan Müslümanlar, kendilerini bu dinin sahibi olduklarını, din adına mevcut bütün doğruların bu isim altında toplandığını iddia etmek sureti ile, herkesi kendi anlayışına çağırmakta, bu anlayışı kabul  etmeyenleri aforoz etmek yetkisine sahip olduklarını düşünmektedirler. Halbuki mevcut duruma baktığımızda, kendilerini bu isim ile tanıtan Müslümanların dahi bölük pörçük olduğunu, herkesin kendisini Öz, Hakiki, Gerçek Ehli Sünnet olarak lanse ederek, karşıdakini Sahte olarak gördüğü bilinmektedir.

Din adına sahip olduğu ve doğruluğuna % 100 inandığı düşünceyi karşı taraf ile tartışmaya başladığında, kim olursa olsun bu doğruluk payı otomatikman % 50 ye düşecektir. Çünkü diğer % 50 lik pay, karşı tarafın düşüncesi için geçerli olacaktır. Bunun böyle olduğunu düşünmek, öncelikle karşı taraf ile medenice bir konuşma ortamının oluşmasını sağlayacaktır.

Din adına sahip olduğu düşünceyi tek doğru görmek sureti ile, diğer düşünceye hiç bir şekilde hayat hakkı tanımayan ve onu mahkum eden bir dil kullanan kimseler ile tartışma kapısı baştan kapanmış demektir. Bu kimselerle yapılacak her türlü tartışma havanda su dövmek gibi olacak, hakkı ortaya çıkarmak gibi bir gayeye matuf olmayacak, güreş veya boks karşılaşmasından farkı olmayan bir müsabakaya dönüşecektir.

Birbirleri ile tartışmaya giren Müslümanlar kendilerini Allah'ın dininin sahibi, karşısındakini ise aforoz edilmesi gereken bir düşman olarak gördükleri sürece, konuşmanın hiçbir faydası olmayacak, yapılacak konuşmalar fayda yerine zarar getirecektir.

Birbirleri ile tartışmaya giren Müslümanlar kendilerini Allah'ın dininin sahibi olarak, karşısındaki ise aforoz edilmesi gereken bir düşman olarak görMEdikleri sürece, yapılacak tartışmalar yapıcı olacak, ve farklı düşüncedeki Müslümanların birbirleri ile daha düzgün ilişkiler kurmalarına vesile olacaktır. 

Sonuç olarak; Hiç bir Müslüman kendisinin Allah'ın dininin sahibi, karşısındakini ise Allah'ın dinini savunacak bir düşman olarak görmemelidir. Allah (c.c) kullarına sadece dinini tebliğ etme hakkı vermiş, bu hakkı kullanmayı ise sahip olunan mezhep, meşrep, cemaat ile sınırlandırmamıştır. 


Kendisine Allah'ın dininin sahibi rolü biçerek, kendi düşüncesini tasdik etmeyenleri aforoz etme yetkisine sahip olduğunu zanneden Müslümanların yaptığı her türlü eylem sadece onların cehaletlerin göstermesi anlamına gelecektir.

21 Temmuz 2017 Cuma

Kur'an Müslümanlığı'nın Gidişatı Hakkında Bir Öz Eleştiri

Türkiye gündemine yaklaşık 50 sene kadar önce giren ve geleneksel din anlayışının rivayeti öncellemesine karşı, Kur'an'ın öncellenmesini öneren bir düşünce akımı olan Kur'an Müslümanlığı, kişisel gözlemlerimize dayanarak vardığımız kanı sonucunda artık tıkanma noktasına gelmiş, antitez ve ilmi bir temelden yoksun olarak ortaya çıkmasının sonucu, elle tutulur gözle görülür herhangi bir düşünce üretememiş olmasından dolayı, kendilerini daha önce bu isimle tanıtan bazı kimseler tarafından, Kur'an'ın bugün bizim için ne ifade ettiği şeklinde sorgulamaları ve Kur'an'dan kaçışları gündemdeki yerini almaya başlamıştır.

Allah (c.c) yi yaratıcı olarak tanıyan, fakat onun yarattığı kulları üzerinde tasarruf hakkını hatırlatan elçi ve kitapları ret eden bir düşünce akımı olan Deizm, daha önce kendisini Kur'an'a nisbet ederek tanıtan bazı kimseler arasında revaç bulmaya başlamış, bir kısım kimsede ise, bu akımın kitaba ve elçiye iman eden fakat kitap ve elçinin hayat içinde işlevini yansıtmayan, Deizm'e farklı bir boyut kazandıran Kuran'cı Deizm akımı oluşmaya başlamıştır

Yazımızda bu akımın neden bu noktaya geldiği hususundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışarak, daha sonraki Kur'an'ın hayatımız içindeki anlamı ve yeri nasıl olmalıdır? konulu yazılarımıza zemin hazırlamaya gayret edeceğiz. Kur'an Müslümanlığı deyimini kullanmış olmamız, genelde bu isimle bilindiği için olup, bu deyimi kullanmanın sakıncaları konusunu daha önce işlemeye çalışmıştık.

Kur'an Müslümanlığı, rivayet ve kişilerden beslenen din algısına karşı Kur'an'ın dinde belirleyici olması düşüncesi etrafında toplanan az sayıda Müslüman'ın gayretleri sonucunda Türkiye gündemine oturmuştur. Fakat bu hareket bugün, daha önceleri kendisini Kur'an Müslümanı olarak niteleyen bazı insanların nezdinde miadını doldurmuş bir hareket olarak görülmekte, ve Kur'an'ın insan hayatı için pek de gerekli bir kitap olmadığı düşüncesinden yola çıkılarak, kökü batı kaynaklı Deizm olan, fakat Türkiye genelindeki tabanı daha önce İslam'ı savunan bir kısım insan tarafından oluşturulan bir inanç sistemi etrafında toplanılmaya başlandığı gözlemlenmektedir. 

Deizm, felsefe olarak insanın fıtratındaki sese kulak vermesi ve bu sesin ona kendisini ve yaşadığı alemi bir yaratan olduğunu ve ona inanması gerektiğini söylemesi bakımından belki makul bir düşünce akımı olarak görülebilir. Fakat bu makuliyetin, hayatında kitap ve elçi ile muhatap olmamış insanlar için geçerli olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Hayatında kitap ve elçi ile muhatap olmuş, hele bir de kendisini bir zamanlar Kur'an Müslümanı olarak tanıttıktan sonra Deist olmuş insanlar için, bu düşünce artık bir inkarcılık felsefesi haline dönüşmektedir.

Kur'an'ın neden bu insanlar nezdinde artık gözden düşmeye başladığı meselesi uzun uzadıya ve bir çok yönden bakılarak irdelenebilecek bir konudur. Biz bu noktaya gelme sebeplerine bu akımın Türkiye genelindeki tarihçesini kısaca özetleyerek başlayabiliriz. 

Bu akımı başlatanlar samimi ve gayretli insanlar olmakla birlikte, akademik ve ilmi alt yapıdan yoksun olmaları nedeniyle, işe öncelikle rivayet kültürünü şiddetli biçimde eleştirerek başlamışlar, bundan dolayı rivayet kültürü savunucuları ile aralarında müthiş bir düşmanlık belirmiştir. Bu düşmanlık halen sürmekte olup, özellikle Kur'an'ı savunan kesimin tebliğ ve insanlara yaklaşım konusunda, savundukları kitabın önerdiği metodu ısrarla kullanmadığını üzülerek söylemek istiyoruz. 

Kur'an'ı savunan kesimi özellikle suçlama sebebimiz, Kur'an'ı öncellediklerini iddia etmiş oldukları halde, farklı düşüncelere yaklaşım konusunda kitaba uygun davranışlar sergilememiş olmalarından ötürüdür. Aslında her iki tarafın da birbirlerine olan yaklaşımları üslup ve edep bakımından, İslam adına hareket ettiğini iddia edenlere asla yakışmamaktadır.

Yıllardır ve halen Kur'an Müslümanlığı adına söz söyleyenlerin ve üretim yapanların büyük bir çoğunluğu, Hadis, Sünnet, Mezhep, Tarikat v.s gibi geleneksel din algısına karşı ilan edilen bir savaşın erleri olarak savaş meydanlarında yerini almış, karşısındaki düşmanı yerle bir etmek için ellerinden geleni yapmaktadır. Halbuki bu insanlar tez olarak Kur'an üzerinde yoğunlaşan bir tebliğ ve çalışma yöntemi kullanmış olsalardı, bugün rivayet kültürünü savunan birçok kimse, savundukları yanlışları görme fırsatına sahip olabilirdi. Fakat ne yazık ki, kullanılan yanlış yöntemler, rivayet kültürü savunucularının sahip oldukları düşünceye daha sıkı sarılmalarına sebep olmaktadır.

Bazı kimselerin inandıkları din ile yaşadıkları hayat arasındaki uçurumu kapatamamaları, Kur'an'dan kaçışı hızlandıran bir etken olarak önümüzde durmaktadır. Yaşadığı seküler hayattan taviz vermeden Kur'an Müslümanı olmak isteyenlerin bir kısmı, bu işin böyle olmayacağını anladıklarında, yaşadığı hayatı terk etmeyi değil, inandıkları kitabı terk etmek sureti ile yaşadıkları ikilemden kurtulmayı denemektedirler.

Kısacası halen Kur'an Müslümanlığı akımı, yöntem ve metodoloji sıkıntısı içinde bocalayan bir hareket olarak, bu hareket içinde yıllarca kalmış bazı insanlar arasında bir doyum ve bıkkınlık meydana getirmiş, bu insanların bir kısmının artık Küstüm ben oynamıyorum diyerek meydandan  çekilmelerine sebep olmaktadır.

Kur'an'ın yakın yıllarda ilahiyat alanında çalışan akademik kariyer sahibi insanların da gündemine gelmesi, Kur'an'ın anlaşılması konusundaki yöntem hatalarının da onlar tarafından konuşularak daha ciddi bir şekilde gündeme gelmesine, ve yöntem konusunda yeni öneriler getirilmesine sebep olmuştur. 

Olayları, içinde bulunduğu tarihsel koşulları dikkate alarak anlamaya çalışan batı kaynaklı bir düşünce akımı olan Tarihselcilik, Kur'an'ın doğru anlaşılması için teklif edilen bir yöntemlerden birisi olarak Türkiye gündeminde tartışılmaya başlanmıştır. Tarihüstücülük  olarak niteleyebileceğimiz, Kur'an'ın doğru anlaşılmasında, bu kitabın nazil olduğu toplumun sosyal ve ekonomik şartlarının göz önüne alınmaması sonucunda ortaya çıkan Kur'an anlayışlarının nereye vardığı dikkate alındığında, Kur'an'ın tarihsel döneminin anlaşılması büyük önem arz etmektedir.

Türkiye bazında Kur'an'ın tarihsel yöntem ile anlaşılmasını savunan akademisyenlerin, Kur'an'ın tarihsel bir kitap olmasından ötürü artık bu kitabın bize dair söyleyebileceği herhangi bir şey olmadığını savunduklarını söylemenin, onlara karşı yapılabilecek bir haksızlık olacağını öncelikle söylemek istiyoruz. Bu kimselerin ortaya koyduğu düşüncenin temelinin, Kur'an'ın tamamen evrensel bir kitap olduğuna dair ortaya konulan düşüncelerin yanlışlığının dile getirilmesi olduğunu söyleyebiliriz. 

Kur'an'ın tarihsel bir kitap olarak artık bugün bize herhangi bir şey söylemediği iddialarının ise, bu kimselerin açtığı tarihselcilik düşüncesi ile yetinmeyerek daha ileri gitmek isteyen kimselerin, Kur'an konusunda düştükleri çıkmazın çözümü için ortaya attıkları düşünceler olduğunu söylemek mümkündür. Ancak tarihselciliği ortaya atanları bu konuda suçlamamakla birlikte, bu düşüncenin ortaya atılmasıyla, Kur'an'dan kaçmanın bazı kimseler arasında daha hızlandığı, ve bu kaçmaya gerekçe olarak tarihselcilik düşüncesinin merdiven hazırladığını da görmekteyiz.

Tarihselciliğin bazı kimseler arasında, Kur'an'ın artık geçmişte kalmış ve o çağın Araplarına söylediği bir söz olduğu, bu kitabın evrensel olarak görülebilecek ayetlerinin ise zaten insan fıtratında bulunan bilgiler ile bilinebileceği, dolayısı ile bugün yaşayan insanların kutsal kitapların tahakkümüne !! ihtiyacı olmadığı olarak görülmesi, tarihselcilik düşüncesinin bir ileri adımı olarak, eskiden kendisini Kur'an Müslümanı olarak niteleyen insanların bir kısmında rağbet görmektedir.

Kısacası, kendisini daha önce Kur'an Müslümanı olarak niteleyen, fakat inandıkları kitap konusunda bazı sıkıntılar yaşayan insanlar, bu kitabı ve bu kitabın önerdiği hayatı terk etmek için gerekli olan alt yapıyı, maalesef tarihselcilik düşüncesinin kendilerine verdiği cesaretten almaktadırlar. Tarihselciliğin böyle bir düşünceye kapı aralamasını iddia etmiş olmamız, bu düşüncenin tamamen mahkum edilmesi gerektiğini savunanların yanında olduğumuzu da göstermemelidir.

Kanaatimiz o dur ki, Kur'an'ın kendi tarihinde okunması ve anlaşılması ile, onun tarihsel bir kitap olarak görülerek tamamen terk edilmesi düşüncesi arasında bir fark olması gerektiğinin anlatılması ve anlaşılması gerekmektedir. Aksi takdirde insanlar bu kitabın sorumluluğundan kendilerini kurtarmanın yolu olarak tarihselcilik düşüncesini göstermek sureti ile, kaçışlarına meşruiyet kazandırmaya çalışacaklardır.


Kimsenin üzerinde vekil olmadığımızı, kimseye vekil olarak gönderilmediğimizi elbette bilmekteyiz. Ancak Allah (c.c) nin gönderdiği kitap ve elçileri ret eden bir hayattan hesap gününde sorumlu tutulacağımıza olan inancımız, bizleri bu kaçışların en aza inmesi, ve konuda çözümlerin üretilmeye çalışılması gerektiğini düşündürmektedir.

Yazımızın başlığında da belirttiğimiz üzere, bu yazımız bir öz eleştiri mahiyetinde olup, Kur'an konusunda çıkmaza düşerek, düştüğü çıkmaz sonucunda bu kitabın artık hayat için gereksiz olduğu yönünde üretilen düşüncelere tutunmanın çözüm olmadığını söylemek için, önce bu noktaya nasıl gelindiğinin ortaya konulması, yapılan hataların dile getirilmesi gerekmektedir. Bundan sonra elimizden geldiğince, düşülen hatalara dikkat çekmeye çalışacak, hataların telafisi için gereken çözüm önerilerini sunmaya çalışacağız.

Buradan Kur'an üzerinde düşünen, okuyan, yazan ve konuşan kesime bir çağrıda bulunmak istiyoruz;

Kısır tartışmalar yerine insanların neden böyle bir duruma geldiğini düşünerek, bu durumu hızlandıracak kavgaları bırakarak, elle tutulur gözle görülür somut öneriler sunmak sureti ile, Kur'an konusunda düşünen insanlara ışık tutmaya çalışmanız, sizler ve herkes için daha faydalı olacaktır.

18 Temmuz 2017 Salı

DAVUD (a.s): Dünya'nın Özlem Duyduğu Bir Yönetici Örneği

Kur'an, hayatı yönlendiren bir kitap olarak okunduğu zaman, bu kitap içindeki kıssa yollu anlatımlar ile geçmiş hayatlardan verilen örneklerin, bizlerin hayatını yönlendirmede kilit rol oynayabileceği görülecektir. Davud (a.s), Kur'an içinde zikri geçen elinde iktidar ve güç bulunduran bir Kral Peygamber olarak önümüzde durmaktadır. Onun kıssasını şayet hayata dokunan bir şekilde okuduğumuzda, bu elçinin kıssasından tam da hayatın içinden örnekler alınabileceği görülecektir. 

Yönetici konumunda olanların, yönetimi altında tuttuğu insanlar ve sahip oldukları coğrafya üzerinde, insan dışında bitki ve hayvan gibi diğer unsurlar üzerinde de belirleyici rol oynadıklarını düşündüğümüzde, Kur'an içinde örnekleri verilen Yönetici olarak hayat süren Davud ve Süleyman (a.s) gibi elçilerin kıssaları öne çıkmaktadır. Bu gibi kimselerin yöneticilik örnekliği, yine Kur'an içinde gördüğümüz evrensel bir karakter haline gelmiş olan Firavun ve Nemrut gibi zalimlerin yöneticilik örnekliklerine alternatif çözümler sunmaktadır.

İnsanları yönetimleri altında tutan kimselerde olması gereken önemli hasletleri sıralayacak olursak, şunlar öne çıkmaktadır;

1- Kendilerini, yönetimleri altında tuttukları insanların ve coğrafyanın İlahı ve rabbi olarak görmemeleri.
2- Kendilerinin üzerinde daha üstün ve yenilmez bir güç olduğunu bilmeleri.
3- Adalet üzere tesis edilmiş bir yönetim sergilemeleri.
4- Yönetim esaslarını alemlerin yegane ilahı ve rabbi olan Allah (c.c.) den almaları.
5- Mazlumu ezen bir güce değil, mazlumların hakkına sahip olan caydırıcı askeri güce sahip olmaları.
6- İnsan yaşamı için önemli olan bitki hayvan gibi ekolojik dengenin bozulmaması için gerekli önlemleri alması.

Yukarıda sıraladığımız şartları Davud (a.s) kıssasında anlatılan yönetim biçiminde görmekteyiz.

[027.015] And olsun ki, Davud'a ve Süleyman'a ilim verdik. İkisi «Bizi mümin kullarının çoğundan üstün kılan Allah'a hamdolsun» dediler.

Neml s. 15. ayetinde Davud ve oğlu Süleyman (a.s) ların ağzından çıkan "Bizi mümin kullarının çoğundan üstün kılan Allah'a hamdolsun" sözleri, yöneticilik makamına gelerek, bu makamda kendisini insanların ilahı ve rabbi olarak gören kimselere ibret olması gereken bir sözdür. Hangi makama sahip olunursa olunsun, bu makama oturan kimselerin, kendilerini bu makama kimin oturttuğunu bilmeleri, ve ona göre davranış sergilemeleri, uygulamaları gereken en önemli icraatlardan bir tanesidir.

Halkın bir kesimini önemseyen, diğer kesimini ise hiç dikkate almayarak, halkın arasında  Firavunvari bir yönetim sergilemenin sonunun ne olduğunun, Firavun'un helak edilmesi örneğinde anlatılması, elinde iktidar gücünü bulunduranların önemsemesi gereken bir hatırlatmadır. Halkı arasında adil davranmayan hükümdarların iktidarı er geç yıkılmaya mahkumdur. Sad s. 21. ve 26. ayetleri arasında geçen davacılar arasında nasıl hüküm verilmesinin gerektiği, tüm yöneticilere Davud (a.s) örneği üzerinden öğretilmektedir.

Adil bir yöneticinin aynı zamanda, halkını zalimlerden korumak için, askeri bakımdan da caydırıcı bir güce sahip olması gerekmektedir. Savaş, Ordu, Silah gibi kavramlar, her ne kadar hoş olmayan kavramlar olsa da, bir Dünya gerçeği olarak karşımızdadır. Davud (a.s) ın kıssasındaki, demiri işlemesi, zırh yapma sanatına sahip olması, Talut'un ordusunda asker iken Calut'u öldürmesi gibi anlatımlar onun askeri bakımdan bilgiye sahip bir kimse olduğunu da göstermektedir.

Yönetim makamına oturan bir kimsenin, yaşadığı Dünya'nın gerçekleri karşısında acemi olmaması, Dünya'nın içinde bulunduğu sorunlara karşı çözüm üreten bir zeka ve kadroya sahip olması çok önemlidir. Böyle bir yönetime sahip olmayan ülkeler, diğer ülkelerin işgali altına girmekten kurtulamazlar.

Davud (a.s) kıssasında gördüğümüz önemli bir unsur da, dağların ve kuşların ona müsahhar kılınması mealindeki ayetlerdir. Maalesef bu ayetler hayatın gerçekleri dikkate alınarak okunmak yerine, masal tadında hikayeler olarak okunmak sureti ile asıl buhar olup uçmuş gitmiştir. 

Müsahhar kelimesi ve türevlerinin Kur'an içinde geçişlerine dikkat ettiğimiz zaman bu kelimenin,  Kevni Ayetler veya Doğa olarak bildiğimiz unsurlar ile birlikte kullanıldığını görürüz. Allah (c.c) Dağ, Kuş olarak bildiğimiz insan harici unsurları sadece Davud'a değil, bütün insanların emrine müsahhar kılmıştır. Bu unsurların Davud ile birlikte tesbih etmesini, onun doğanın dengesini koruması olarak okuduğumuz zaman, bu anlatımları anlamak kolaylaşacak ve güncel hale gelecektir. Davud (a.s) adil bir yönetici olarak, hükmettiği coğrafya içinde sadece insanların değil, insanların yaşamları için önemli unsurlar olan Doğayı korumakta da dikkat gösteren bir yönetim sergilemek sureti ile bu alanda da örneklik oluşturmuştur.

Davud (a.s) ın yaptığı bu koruma, şu anda yaşadığımız Dünya'nın en büyük tehlikelerinden bir ekolojik dengenin bozulmasıdır. Daha çok kazanmak için yaşadığımız Dünya üzerinde her türlü fesadı deneyen insanlar, elleri ile yaptıklarının cezasının acı biçimde ödemeye başlamışlar, fakat Dünya'nın içinde bulunduğu bu tehlikenin farkında olsalar bile gerekli önlemleri almakta birbirleri ile anlaşma sağlayamamaktadırlar. 

Yönetimleri altında bulunan coğrafyanın ve insanların daha iyi, güzel ve zengin yaşamaları için ifsadın her biçimini deneyen insanların yaptığı bu hata, yine kendilerine dönmüş, işledikleri yüzünden bozulan ekolojik dengenin zararlarını yine insanlar çekmektedir. Yaptıkları uluslararası toplantılarda, üretimin kısıtlanarak daha az kazanmak anlamına gelmek olacak olan sanayi gazlarının atmosfere daha az dağılması için alınacak önlemler konusunda bile anlaşma sağlamayan bu ülkeler, Dünya'yı büyük bir helake sürükledikleri, bu helake kendilerinin de maruz kaldığı zaman anladıklarında, artık iş işten geçmiş olacaktır.

Yönetim sahiplerinin hakim oldukları cpğrafya içindeki insanlarını daha iyi yaşatmak için, insan haricindeki unsurları yok eden bir politika izlemeleri, zaman içinde o coğrafyadaki insanların da yok olmasına sebep olacaktır. Bu durum değişmez bir toplumsal yasa olarak daha önce yaşanmış, şartların oluştuğu her zaman içinde yeniden tekrarlanacaktır.

Yaptıkları korkunç kitle imha silahları ile, diğer ülkelerin doğal kaynaklarını sömürmeyi amaçlayan yöneticiler için de Davud (a.s) güzel bir örnektir. Sahip olduğu askeri gücü mazlumları ezmek yönünde kullanmayarak, zalimlere karşı caydırıcı bir unsur olarak kullanmak, yeri geldiğinde zalimlere karşı mazlumların hakkını askeri güç kullanarak aramak, adil bir yöneticinin olması gereken vasıflarındandır.

Sonuç olarak; Dünya tarihinde milyonlarca kişinin ölümüne yol açan ve halen sürmekte olan savaşları çıkaranlara kim olduklarına dikkat ettiğimizde, ellerindeki imkanlara güvenerek kendilerini yenilmez zannederek, diğer insanlar üzerinde ilahlık ve rablik iddiasında bulunduklarını ve bu kimselerin Dünya üzerinde kapanmaz yaralar açtıklarını görmekteyiz. Bu insanların sebep olduğu yıkımların etkisi insanlar üzerinden yıllarca kalmakta, yaşanılan coğrafyalar cehenneme çevrilmektedir. 

Davud (a.s) Kur'an içinde geçen iktidar sahibi bir elçi olarak, tüm zamanlarda gelecek olan iktidar ve güç sahipleri için örnek bir yönetici portresi oluşturmaktadır. Çünkü o elinde bulundurduğu gücü kendisine emanet olarak Allah'ın verdiğine inanmakta, ve güç ve iktidarını bu doğrultuda kullanmakta idi. 

Elinde güç ve iktidar bulunan kimseler şayet bu elçinin örnekliğini dikkate alan bir yönetim sergilemek sureti ile sahip oldukları gücü kullanacak olduklarında, yaşadığımız Dünya şimdikinden daha güzel olacaktır. 

Davud (a.s) kıssası bize zalime karşı durmanın yolunu öğreten bir kıssa olarak ta okunmayı beklemekte, adil bir yöneticinin tevhit ve adalet temeli üzerine dayanmış olan yönetiminin nasıl olması gerektiğini öğretmektedir.

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

15 Temmuz 2017 Cumartesi

Yasin Suresinde Anlatılan Koşarak Gelen Adam Kıyametten Önce Cennete mi Girdi?

Kur'an ön yargılı okunmak sureti ile, kendi bütünlüğü ve muhataplarına iletmek istediği mesaj dikkate alınmadığı zaman, isteyenin istediğini söyletebilme imkanı bulduğu hale gelebilen bir kitaptır. Yasin suresi içinde anlatılan bir kıssada, zikri geçen bir kişinin üzerinden anlatılan bazı sözler, kabir azabı gibi konulara delil olarak sunulmaktadır. Kur'an'ı rivayet veya ön yargı destekli bazı düşünceleri onaylayan bir kitap haline getirmeye çalışmak, yine bu kitabın kendi içindeki bütünlüğü tarafından ret edilerek, kalbinde hastalık olanların elinde oyuncak haline gelmekten kurtarmaktadır.

Yasin suresi içinde adı belirtilmeyen bir şehre iki elçi gönderildiği, bu elçilerin üçüncü bir elçi ile daha desteklendiği, bu elçilere iman etmiş olan bir adamın şehrin diğer ucundan koşarak geldiği ve kavmine elçilere iman etmeleri gerektiğini hatırlattığını görmekteyiz. Konu ile ilgili ayet mealleri şu şekildedir;

[036.020] Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: «Ey kavmim, elçilere uyun» dedi.
[036.021] «Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.»
[036.022]  «Bana ne oluyor ki, beni yaratana kulluk etmeyecekmişim? siz O'na döndürüleceksiniz.»
[036.023]  «Ben, O'nun aşağısından olan ilahlar edinir miyim ki, Rahman (olan Allah), bana bir zarar dileyecek olsa, ne onların şefaati bana bir şeyle yarar sağlar, ne de onlar beni kurtarabilirler.»
[036.024]  «O durumda ise, gerçekten ben apaçık bir sapıklık içinde olmuş olurum.»
[036.025]  «Şüphesiz ben, sizin Rabbinize iman ettim; işte beni işitin.»
[036.026]  Ona: «Cennete gir» denildi. O da: «Keşke benim kavmim de bir bilseydi» dedi.
[036.027]  «Rabbimin beni bağışladığını ve beni ağırlananlardan kıldığını.»

Kavmine, gelen elçilere iman etmeleri için çağrı yapan kişi, büyük ihtimal kavmi tarafından öldürülür ve konumuzu ilgilendiren taraf ise bu kişinin öldükten sonra söylediği sözlerdir. Yasin s. 26. ve 27. ayetleri okuduğumuz zaman, bu kişinin öldüğü zaman hemen cennete gitmiş olduğu, bu kişinin cennette kavmi için hayıflandığını görmekteyiz.

Kabir hayatının var olduğuna inanan bir kimse için bu ayetler delil işlevi görerek, Bak öldükten sonra cennete gitmiş ve daha hayatta olan kavmi için ah vah ediyor diyebilir. Veya Allah yolunda öldürülenlerin diriler olduğunu beyan eden ayetlerdeki diriliğin, hakiki anlamda bir dirilik olduğunu düşünen bazı kimseler için yine bu ayetler delil işlevi görerek, Bak Allah yolunda ölenler diri olmasa nasıl kavmi ile alakalı olarak konuşabilir şeklinde sözler sarf edebilir.

Fakat Kur'an'daki ölüm ile yeniden diriliş arasında geçen zaman ile ilgili ayetlere baktığımızda, kabirlerinden kalkan kimselerin kabirlerinde hiç bir şeyden habersiz olarak çok az bir zaman kaldıklarını beyan edilmiş olması, bu iddiaların çürümesine sebep olacaktır. Ayrıca cennet ve cehenneme gidişin yeniden diriliş sonrası görülecek hesabın sonrasında olacağını beyan eden ayetleri baz aldığımızda, bu kişinin ölümünün hemen ardından cennete gitmiş olması dikkati çekecektir.

Kavmi tarafından öldürülen kişinin, kavmi henüz hayatta iken söylediği sözleri Kur'an bütünlüğüne dikkat etmeden okumak ve anlamaya çalışmak, görüldüğü üzere bir takım müşkülata yol açacaktır. Öyleyse bu sözleri öyle bir okuyup anlamalıyız ki, Kur'an bütünlüğünde sağlaması yapıldığında herhangi bir çelişkili durum ve müşkülat ortaya çıkmasın.

İlgili ayetlerde ölen kişiye Qıle (denildi) ifadesinin geçmiş zaman sigasında kullanılmış olması, bizlerde cennete girme olayının birebir gerçekleştiği düşüncesi oluşturmamalıdır. Zümer s. 68. ayetinden sonrasını okuyanlar o ayetlerde kıyamet, hesap, cennete ve cehenneme girme olayları ile ilgili anlatımların yine geçmiş zaman sigasında anlatıldığını göreceklerdir. Kur'an'ın yine diğer ayetlerinde henüz vaki olmamış olan sura üfürülme hadisesinin geçmiş zaman sigasında anlatıldığını göreceklerdir. 

Dolayısı ile, Yasin s. 26. ve 27. ayetlerinde ölen kişi için kullanılan geçmiş zaman sigasının, kabir hayatı ile ilgili bir delil olarak sunulması Kur'an bütünlüğüne sunulduğu zaman geri tepecektir, çünkü Kur'an henüz vaki olmamış, yani gelecekte olacak olan bazı olaylar için, vaki olmuş gibi geçmiş zaman sigasını kullanabilmektedir.

Biz bu kişinin sözlerini dikkate alarak, bu sözlerin bize dönük olarak nasıl bir mesaj içermiş olabileceğini düşünerek okuduğumuz zaman, ön yargıları da bir tarafa bırakmış olabileceğiz.

Burada o kişinin cennete girmesine sebep olan amelleri dikkate alarak, bizlerin de cennete nasıl gidebileceğini öğrenmek mümkündür. Kişinin konuşmalarını okuduğumuz zaman, onun gelen elçilere iman ettiğini, Allah (c.c) yi tek ilah olarak kabul ettiğini, kavminin işlediği şirk'i ret eden bir hayat sürdüğünü görebiliriz. Böyle bir yaşamın ahiret hayatındaki karşılığı ise, herkes için Cennete gir denilmek olup, cennete girebilmek için gerekli olan kriterler, bu kimsenin yaşamı ve sözleri üzerinden bizlere anlatılmaktadır. 

Allah'a ve elçilere iman eden bir hayat sürmek demek, sadece belirli ritüelleri günün ve senenin bazı zamanlarında icra etmek olarak görülmemelidir. Ritüellerin icra edildiği vakitlerin dışında da insan hayatını ilgilendiren her konuda tevhit temelli bir hayat sürmenin ahiret karşılığı cennet olduğu gibi, bu hayatın tersinin sürüldüğü bir yaşam ise cehennemdir.

Kur'an bir çok yerde kıssa yollu anlatımlar ile bizlere bu mesajı vermektedir. Yasin s. 13 ve 29. ayetler arasında da bu mesajı görmekteyiz. 

Kıssayı böyle bir perspektiften bakarak okumaya çalıştığımızda, hem ön yargılardan uzak bir okuma yapmış, hem de ön yargılı okumaların sonucu ortaya çıkabilecek çelişkili durumlardan da kurtulmuş olacağız. 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.