1 Kasım 2017 Çarşamba

Al-i İmran s. 23-25. Ayetleri: Cehennem'den Çıkış Olduğuna Dair İddianın Yanlışlığı

Kur'an, Medine'de inen ayetlerinin bir çoğunda, Kitap Ehli olarak tanımlanan Yahudi ve Hristiyanların inançlarını eleştirmekte, bunların yanlışlığına vurgu yaparak doğruyu ortaya koymaktadır. Ne gariptir ki Kur'an'ın eleştirdiği bu inançların bazıları ise, biz Müslümanlar tarafından sahiplenilerek İslam inancı haline getirilmektedir. Kur'an'ın yanlış olarak tanımladığı bu inançlardan birisi de, Yahudiler tarafından ortaya atılan cehennemden çıkış olduğu düşüncesi olup, bu düşünce onlardan ithal edilmek sureti ile biz Müslümanların inanç kurallarından birisi olarak kitaplarda yerini almıştır.

[003.023] Allah'ın kitabından kendilerine bir pay verilmiş olanları görmedin mi? Bunlar aralarında hüküm versin diye Allah'ın kitabına çağırılıyorlar, fakat sonra aralarından bir grup bu kitaba karşı çıkarak sırt çeviriyor.

[003.024] Bu, onların: «Bize ateş sadece sayılı birkaç gün değecektir» demelerindendir. Uydurup durdukları şeyler, onları dinlerinde aldatmıştır.

[003.025] Ya geleceğinden şüphe olmayan bri günde onları topladığımız ve kendilerine zulmedilmeden herkesin kazandığının tastamam ödendiği zaman halleri ne olacak?

Ayetlerin ilk hitap çevresi Medine'de bulunan Yahudiler olup, cehennemde belirli bir süre kalma inancına onların sahip olduğunu, bu konuda Bakara suresi içinde geçen ayetlerden de anlaşılacaktır ( Bakara s. 80-82). Fakat ateşin sayılı günler dokunacağı, biz Müslümanların inançlarına dahil edilmiş olup, konumuz bu ayetlerin bize bakan tarafını okumaya çalışmak olacaktır.

Yahudilerin böyle inanç ve düşünce ihdas etmelerinin arka planına baktığımızda, Allah'ın Günah olarak tanımladığı bazı amelleri işlemekteki arzularının onları böyle bir iddia içine  girmelerine sebep olduğunu görmekteyiz. Cehennem azabına inanmış olmaları, onların dünya hayatlarında bazı yanlışları yapmalarına engel olmakta, ve bu engelin bir şekilde aşılarak rahatlıkla bazı yanlışların işlenmesinin önünün açılması gerekmekteydi. Ateşin sayılı günler dokunacağı teorisi işte böyle bir düşüncenin ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Cehennem, Allah (c.c) nin koymuş olduğu yasakların çiğnenmesi halinde kullarına vaat ettiği, ve bir çok ayetinde de Ebedi olduğunu vurguladığı bir yerdir. Allah (c.c) nin kullarına vaat ettiği ve ebedi olduğunu belirttiği bu yer, kullarının dünya hayatlarında yapabilecekleri muhtemel suçları terk etmesini sağlayan ve  caydırıcılık unsuru taşıyan bir mekandır.

Allah (c.c) nin cehennem cezası ile cezalandıracağını  vaat ettiği suçlardan bir tanesi, tarih boyunca elçileri aracılığı ile gönderdiği kitaplarda beyan ettiği yaşam sistemine uyulmamasıdır. Alllah (c.c) nin gönderdiği kitapların amacı insanların dünya hayatında doğru bir yolda yürümelerini sağlamak amaçlı olmasına rağmen, insanların büyük çoğunluğu bu kitabın gösterdiği yolda yürümeyi ya direk inkar etmişler, ya da dolaylı olarak inkar ederek kitabı arkaya atmaya çalışmışlardır.

İsrailoğulları kendilerine Allah'ın gösterdiği yolda yürümelerini emreden kitap ve elçileri devre dışı bırakarak, kendi yanlarından ürettikleri sistemleri hayata geçirmenin yanlışlığını bildikleri için, bu yanlışlarının kendilerine ahirette vereceği zararı bir şekilde en aza indirmek düşüncesi içinde, kendilerine sayılı günlerde ateş dokunacağını yani cehennemin geçici bir mekan olduğunu iddia ederek kendilerini bir şekilde aldatma yoluna gitmektedirler.

Direk inkar edenlerin büyük çoğunluğunun ahiret ve yeniden diriliş inancı olmadığı için, cehennem cezası onlar için hiç bir şey ifade etmemekte, fakat cehennem inancına sahip olanlar ve kendilerini kitabın sorumluluğundan kurtarmak isteyenler için iş değişmektedir. Aldatıcı dünya hayatının geçici nimetleri bir çok insanı çekmekte, fakat bu nimetlerden faydalanmak konusunda Allah (c.c) tarafından konulmuş kırmızı çizgiler mevcut olup, bu çizgiler aşıldığında bunun bir takım uhrevi karşılığı olduğu haber verilmektedir.

Cehennem inancı dünya hayatının nimetlerinden sınırsız bir şekilde faydalanmanın önünde en büyük teşkil ettiği için bu inanç bir şekilde bypass edilmeye çalışılmış, Ebedi olarak bildirilen bu cezanın Geçici olduğu düşüncesi ortaya atılmış, dünya hayatında her ne yapsanız dahi, yaptıklarınızın  belirli bir zaman cehennemde cezasını çektikten sonra cennete gitmenin garanti olduğu inancı ortaya atılarak cehennemin caydırıcılığı ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. 

Bu düşüncenin Kur'an'da İsraioğulları tarafından dile getirildiğini ve yine onların sahip olduğu bu düşüncenin şiddetli bir biçimde ret edildiğini görmemize rağmen, aynı düşüncenin biz Müslümanlar tarafından sahiplenilmiş olması, kitabın yasakları ile dünya hayatının geçici nimetleri arasında kalanlar için bir nevi can simidi olarak kullanılmasına sebep olmaktadır. 

İsrialoğulları ile Müslümanlar arasında ortak bağın beşer olmak olduğunu düşündüğümüzde, geçici dünya hayatının nimetlerinden Müslümanlarında faydalanma yoluna gitmek amacı ile Yahudilerden böyle bir düşünce ithal etmiş olmaları dikkat çekicidir.

Şöyle bir düşünelim; Allah (c.c) bizlere bir takım yasaklar  getiriyor, Bu yasaklarıma uymaz iseniz sizi ebedi olarak cehenneme atarım buyuruyor, bizler ise türlü kelime oyunları ile bunun böyle olamayacağını, olmaması gerektiğini iddia ederek bu yasağı bir şekilde delmeye çalışıyoruz. Cehennemde ebedi kalmanın olmadığına inananlar için artık bazı yasaklar çiğnenebilmekte, bazı günahlar rahatlıkla cehennemin geçici bir mekan olduğu düşünülerek işlenebilmektedir. Halbuki bu düşüncenin insanın kendisini aldatmasından başka bir şey olmadığının özellikle vurgulanmakta olduğuna ise hiç dikkat edilmemektedir.

İşin ilginç tarafı, Müslümanların da sahip çıktığı bu düşüncenin Kur'an tarafından da desteklenmiş olduğu iddiasıdır.

[019.071] İçinizden, oraya uğramayacak hiçbir kimse yoktur. Bu, Rabbin için kesinleşmiş bir hükümdür.

Meryem s. 71. ayeti, cehennemde belirli bir süre kaldıktan sonra çıkış olacağı dair getirilen bir ayet olarak, bir çok kimsenin dilinde dolaşmasına rağmen, bağlam ve bütünlük gözetilerek okunduğunda, ateşe bütün insanların değil Meryem s. 66. ayetinde "Ben öldüğümde mi diriltileceğim?" diyen, yani ölümden sonra dirilişi inkar eden kimselerin gireceği, kolaylıkla anlaşılacaktır.

Ateşin sayılı günler dokunacağı iddiası Yahudileri aldattı da Müslümanları aldatmadı mı?

Al-i İmran 2. 24. ayetinde geçen "Uydurup durdukları şeyler, onları dinlerinde aldatmıştır" cümlesi üzerinde durulması gereken bir cümledir. Aldatmıştır olarak meal verilen kelimenin Arapça orjinali olan Ğarra kelimesinin geçtiği ayetlere bakıldığında, bu kelimenin Şeytan ile iç içe girmiş bir anlama sahip olduğunu göreceklerdir (4.120- 6.112- 17.64).

Bu kelimeyi Şeytan ile ilgisini dikkate alarak okuduğumuz zaman, ateşin sayılı günler dokunacağı düşüncesi, Şeytan tarafından iğva edilen bir vesvese olarak karşımıza çıkacaktır.

Bu noktada, Günahkar Müslümanların işledikleri günahların cezası ahirette ne olacaktır? şeklinde bir soru sorulacaktır. 

Bir çok ayette Allah (c.c) nin kullarına zulmetmeyeceğini beyan edilmesi, bu konuda en doğru kararın verileceğinden herhangi bir şüphemiz olmaması gerektiğini göstermektedir. Ayrıca Kur'an içinde bu konuda herhangi bir bilgi olmaması, bize bu konuda yürüteceğimiz fikirlerin zan olmaktan öte geçemeyeceğini de göstermektedir. Biz cehennem konusundaki ayetlere baktığımızda, onun ebedi bir mekan olarak tavsif edilmesi üzerinden fikir yürütmek, ona göre tedbir almak zorunda olduğumuzu unutmamamız gerekmektedir. Allah (c.c) nin şirk dışında dilediği bütün günahları af edebileceğinin beyan etmiş olduğu da hatırdan çıkarılmamalıdır.

Sonuç olarak; Ateşin sayılı günler dokunacağı iddiası, Yahudilerden ithal edilerek İslam inancına sokulmuş, böylece cehennem azabının caydırıcılığı bir şekilde ortadan kaldırılma yoluna gidilmiştir. Cehennemin ebedi olarak bildirilmiş olması, caydırıcılık unsurunun ağır basmasına ve işlenebilecek olan günahlardan kaçınılması vesile olması gerekirken, onu geçici olduğu düşüncesi bazı günahları işleme konusunda cesaret vermektedir.

Cehennemin ebedi olduğu düşüncesinin bizleri günahlardan kaçınma noktasında daha dikkatli olmaya sevk etmesi gerekirken, cehennemin geçici olduğu düşüncesi, bazı günahlara kapı aralama konusunda Müslümanları cesaretlendirmektedir. Bugün dünya yüzünde yaşayan sadece Müslümanlar, gerçek olarak cehennem azabına inanmış olsalar ve cehennem korkusunu hayatlarına yansıtan bir yaşam sürmüş olsalar,  dünyanın en dürüst bir toplumu olarak bütün insanlara karşı olan örneklik vazifelerini de yerine getirmiş olacaklardır.

                                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

30 Ekim 2017 Pazartesi

Talut Kıssasından Kavli ve Fiili Duanın Ayrılmaz Oluşunun Örnekliği

Kendisine bazı isteklerini kabul etmesi için dua eden kullarının duasına icabet edeceğini vaat eden (Bakara s. 186) Allah (c.c), kendisine yapılan duanın kabul edilmesini bazı şartlara bağlamıştır. Bu şartların ne olduğu ise bizlere yaşanmış kıssalar ile öğretilmektedir. Bakara s. içinde geçen Talut kıssası bizlere kabule şayan bir duanın nasıl yapılması gerektiğini öğreten bir kıssa olarak, biz Müslümanların hayatlarında yer almasını beklemektedir.

[002.216]  Savaş, hoşunuza gitmediği halde üzerinize yazıldı (farz kılındı) . Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.

Savaş, bir dünya gerçeği olarak kıyamete kadar yerini koruyacak olup, bu gerçekliğin biz Müslümanların hayatına hangi şartlarda girebileceği, Talut kıssasında anlatılmaktadır.  

Talut kıssasını okuduğumuz zaman, evlerini ve yurtlarını terk etmek zorunda bırakılmak sureti ile sıkıntıya düşen toplumların, bu sıkıntılarından nasıl kurtulabilecekleri yaşanmış örnek olarak görmekteyiz. Kıssayı okumaya başlayacağımız ayet, Bakara s. 243. ayetidir.

[002.243] Binlerce oldukları halde, ölüm korkusundan dolayı yurtlarından çıkıp gidenleri görmedin mi? Allah onlara «Ölün!» dedi (öldüler). Sonra onları diriltti. Şüphesiz Allah insanlara karşı lütufkârdır. Lâkin insanların çoğu şükretmez.
[002.244]  Allah yolunda savaşın; bilin ki Allah işitir ve bilir.

Bakara s. 243. ve 244. ayetleri, bazı nedenler yüzünden yurtlarından çıkarılan yani bir nevi öldürülen toplumların, yurtlarına nasıl geri döneceklerini yani nasıl dirileceklerini anlatmakta, ilerleyen ayetlerde ise 243. ve 244. ayetlerin hayata yansımasını İsrailoğulları örneğinde göstermektedir. 

[002.246]  Musa'dan sonra İsrailoğullarının önde gelenlerini görmedin mi? Hani, nebilerinden birine: «Bize bir melik gönder de Allah yolunda savaşalım» demişlerdi, O: «Ya üzerinize savaş yazıldığı halde, savaşmayacak olursanız?» demişti. «Bize ne oluyor ki Allah yolunda savaşmayalım? Ki biz yurdumuzdan çıkarıldık ve çocuklarımızdan (uzaklaştırıldık.) « demişlerdi. Ama onlara savaş yazıldığı (öngörüldüğü) zaman, az bir kısmı dışında (çoğunluğu) yüz çevirdiler. Allah zalimleri bilir.

Bakara s. 246. ayetinden, evlerinden ve yurtlarından çıkarılmış olan İsrailoğullarının, evlerini ve yurtlarını geri alabilmelerinin yolunun savaşmak sureti ile olduğunun bilincinde oldukları anlaşılmaktadır. Bu toplumun böyle bir bilinç içinde olması, aslında bizlere çok şey anlatmaktadır. Yatarak dua etmenin hiç bir şeyi düzeltmeyeceğini bilen bir toplum, her sıkıntının üstesinden gelebilecek gücü de bulmakta zorluk çekmeyecektir.

Ancak savaş can ve mal kaybına yol açan bir yol olduğu için, bir kısım insan iş ciddiye binince geri kalmak isteyecektir. İsrailoğullarının nebisi, onlardan gelebilecek olan bu hataya dikkat çekerek zımnen onlara, "İş ciddiye binince yan çizmeyin" ikazı yapmaktadır. İnsan yapı itibarı ile zorluklara karşı zayıf bir tabiata sahip olup, aynı zayıflık Medine de kafirlere karşı savaş izni isteyen, sabırsızlıkla bekledikleri izin ayeti geldiği zaman yığılıp kalan Müslümanlar içinde geçerlidir (Muhammed s. 20).

[002.247] Nebileri onlara dedi ki: İşte Allah hükümdar olarak size Talut'u gönderdi. Onlar: Biz hükümdarlığa ondan daha layık iken ve ona malca bolluk da verilmemişken nasıl olur da bizim başımıza hükümdar olabilir? dediler. (Nebileri de dedi ki: Allah onu sizin üstünüzde beğenip seçmiştir. O'na bilgice ve vücutça da bir üstünlük vermiştir. Şüphesiz ki Allah; mülkünü dilediğine verir. Ve Allah, Vasi'dir, Alim'dir.

İsrailoğullarının nebilerinden istediği kumandan gelmiş, fakat gelen kumandan İsrailoğullarının kriterlerine uygun olmadığı için ona karşı çıkılmaktadır. Nebileri ise onların bu tutumlarına itiraz ederek, gelen komutanın Allah (c.c) tarafından seçilmiş olduğuna dikkat çekerek, gelen kumandanı kabullenmeleri gerektiğini söylemektedir.

[002.248] Nebileri onlara, «Onun hükümdarlığının alameti, size sandığın gelmesidir, onda Rabbinizden gelen gönül rahatlığı ve Musa ailesinin ve Harun ailesinin bıraktıklarından kalanlar var; onu melekler taşır, eğer inanmışsanız bunda sizin için delil vardır» dedi.

Bu ayet ise İsrailoğullarına gönderilen kumandanın türedi bir kimse olmadığı, Allah (c.c) katından tescilli bir kimse olduğunu göstermektedir. Meleklerin taşıdığı tabutun ne olduğu konusunda tefsir kitaplarından bir takım bilgiler bulunup, bize lazım olan tarafı, Talut'un gönderilmesinin ilahi bir yönü olduğudur. Tefsirlerde bu kişinin Nebi olduğuna dair görüşler olup, Talut'un nebi olması görüşleri bizce de makuldür.

[002.249] Talut orduyla birlikte ayrıldıktan sonra, «Doğrusu Allah sizi bir ırmakla deneyecektir, ondan içen benden değildir, onu tatmayan eliyle sadece bir avuç avuçlayan müstesna şüphesiz bendendir» dedi. Onlardan pek azı hariç, sudan içtiler. Kendisi ve kendisiyle olan inananlar ırmağı geçince, «Bugün Calut ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok» dediler. Kendilerinin Allah'a kavuşacağını bilenler ise: «Nice az topluluk çok topluluğa Allah'ın izniyle üstün gelmiştir, Allah sabredenlerle beraberdir» dediler.

Talut, komutası altındaki ordunun kendisine olan bağlılığını ölçmek amacı ile onları bir imtihana tabi tutar ve bu imtihanı ordunun büyük bir kısmı kaybeder. Komutana itaat etmek bir ordunun galibiyete ulaşması için olmazsa olmazlardan olup, başlarındaki komutanın emrine tabi olmak bir ordunun başarısı için şarttır. Calut'un ordusunun büyüklüğü karşısında ümitsizliğe düşen ordunun nehirden su içen itaatsiz askerlerine karşılık, nehirden su içmeyen itaatkar askerlerinin söylediği söz, dikkate değerdir. 

[002.250] Calut ve ordusuna karşı çıktıklarında, «Rabbimiz! Bize sabır ver, sebatımızı artır, inkar eden kavme karşı bize yardım et» dediler.
[002.251] Onları Allah'ın izniyle bozguna uğrattılar; Davud Calut'u öldürdü, Allah Davud'a hükümranlık ve hikmet verdi ve ona dilediğinden öğretti. Allah'ın insanları birbiriyle savması olmasaydı yeryüzünün düzeni bozulurdu. Fakat Allah alemlere lütufkardır.

Talut ordusundaki askerlerin yaptığı dua, işte kavli duanın fiili dua ile birlikte yapılması gerektiğinin yaşanmış bir örneğidir. Kıssaların çok yönlü mesajları ihtiva ettiklerini dikkate aldığımızda, Talut kıssasından öğrenebileceğimiz mesajlardan bir tanesi ise, duanın kabul olmasının nasıl bir şarta bağlı olduğudur. 

Genel olarak biz Müslümanların hayatında Kavli Dua deyimi hakim olmakta, duanın asıl önemlisi olan Fiili Dua kısmı terk edilmek sureti ile, Allah (c.c) den yardım istenilmektedir. Kur'an'a baktığımızda ise Allah (c.c) nin üzerine vazife olarak gördüğü (Rum s 47) iman edenlere ve elçilere yardımın yerine gelmesinin fiili dua yani çalışmak ve gayret etmek ile olduğu görülecektir.

Talut ordusundaki askerlerin yaptığı kavli duaya baktığımızda, öncelikle fiili duanın yapıldığı yani ordu oluşturmak sureti ile savaşa çıkıldığı görülmektedir. Bu durum bize Allah'tan nasıl yardım istenilmesi gerektiğini, Allah'ın kullarına yardımının nasıl gerçekleştiğini göstermektedir.

Talut kıssasında anlatılan durumun benzerleri biz Müslümanların hayatında yaşanmakta, bizler ise  Talut ordusundaki askerlerin ettiği "Rabbimiz! Bize sabır ver, sebatımızı artır, inkar eden kavme karşı bize yardım et" duasını sadece kavlen yaparak öncelikle yapılması gereken fiili duanın gereklerini yerine getirmekte maalesef isteksiz davranarak, Allah'ın yardım şartına aykırı hareketlerde bulunmak sureti ile yardıma hak kazanamamaktayız.

Talut kıssasına bakıldığında öncelikle savaş için ordu oluşturulmuş, yani fiili dua gerçekleştirilmiş, onun sonrasında ise savaş öncesi Allah'tan yardım talebinde bulunulmuş ve Calut ordusuna karşı zafer elde edilmiştir. Kıssayı daha genelleştirecek olursak, eğer hasta isek önce hastalığın tedavisi için gayret edilmesi, eğer ticari hayatımızda bir takım aksaklıklar var ise o aksaklıkları düzeltmek için gayret edilmesi, hasılı her ne sorunumuz var ise o sorunun hal edilmesi için gerekli gayretin gösterilmesi ve Allah'tan bu şekilde yardım talebinde bulunulması bizlere öğretilmektedir.


Bakara s. 251. ayetindeki "Allah'ın insanları birbiriyle savması olmasaydı yeryüzünün düzeni bozulurdu" cümlesi, yeryüzünü fesada  boğanlara karşı koymak görevinin yine insanlara verildiğini bildirmektedir. Fakat biz Müslümanlar bu görevi Allah'a yükleyerek bizim yerimize onun gökten melekler indirerek onun savaşmasını istemekteyiz. 

Eğer bizler yeryüzündeki fesattan şikayetçi isek, en az fesatçılar kadar kuvvetli olmak, ve onların fesadını ortadan kaldırmak için gerekli olanı yapmak zorunda olduğumuz unutulmamalıdır.

Sonuç olarak; Kavli ve fiili dua, et ile tırnak misali birbirinden ayrılmaz bir bütün olup, biz Müslümanların hayatında ağırlıklı olarak kavli dua kısmı tercih edilmektedir. Fiili duanın geri plana atılarak sadece kavli duanın öne çıkması, Allah (c.c) nin kullarına yardım etmesini belirli yasalara bağlaması nedeniyle kabul olmamakta, açılan eller maalesef boş olarak geri dönmektedir.

Kur'an'ın kıssa yollu anlatımlar ile verdiği mesajlardan bir tanesi de, Allah'ın kullarına yardım etmesinin şartlarının nasıl yerine geleceğidir. Talut kıssası belirli bir zaman ve mekanda yaşamış olan bir toplumun başından geçenleri anlatan bir masal olarak değil, sıkıntıya düşüldüğünde Allah'ın yardımına nail olmanın nasıl gerçekleşeceğini öğreten canlı bir ibret vesikası olarak okunduğunda, nerede hata yaptığımız daha net anlaşılacak, hataların telafi edilmesinin yolu aranacaktır. 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

19 Ekim 2017 Perşembe

Kur'an Müslümanlığının Ebu Hüreyre İle İmtihanı

Kur'an'ın Türkiye gündemine oturması ile hadis konusunda yapılan tartışmalarında gündeme geldiği, bu konuda şiddetli tartışmaların yaşandığı bir gerçektir. Hadis rivayeti denildiğinde akla gelen ilk isim olan Ebu Hüreyre, bu tartışmalardan fazlası ile nasibini alan bir kişi olarak gündemdeki yerini halen korumaktadır. Yazımızda Kur'an'ı öncelleyerek rivayetleri ret edenlerin, Ebu Hüreyre konusunda rivayetleri esas almalarının yarattığı çelişki üzerinde duracağız.

Elimizde bulunan hadis külliyatı içinde en fazla hadis rivayet eden kişi olarak karşımıza çıkan Ebu Hüreyre adına isnat edilen hadislerin bir kısmının Kur'an ile çelişki arz ettiğinin, yani sahih olmadığının, hadis usulcüleri tarafından dahi dile getirilmekte olduğu malumdur. Ancak ona isnat edilen bu rivayetlerin gerçekten Ebu Hüreyre tarafından söylenip söylenmediği de kesin değildir. Bir kısım uydurmaların bu isme isnat edilerek, sahihliği konusunda güven kazandırılmak istenilmesi imkan dahilindedir.

Kur'an'ın gündeme gelmesi ile Kur'an'a aykırı olduğu iddia edilen hadislerin bir çoğunda Ebu Hüreyre isminin bulunması, bazı kimselerin bu isim hakkında bir takım olumsuz kanaatler beslemesine sebep olmuştur. İşin garip tarafı ise, rivayet konusunda bu kadar dikkatli olan kimselerin, Ebu Hüreyre ile ilgili bilgiler konusunda rivayetleri esas alarak, bu olumsuz kanaatlerini bu rivayetlere dayamış olmalarıdır. 

Mahmud Ebu  Reyye tarafından yazılan, Türkçeye Muhammedi Sünnetin Aydınlatılması adı ile çevrilen kitap, Kur'an Müslümanlarının Ebu Hüreyre konusunda güvendikleri bir kitaptır. Bu kitap içinde bulunan Ebu Hüreyre ile ilgili bilgilerin tamamı rivayetlerden oluşmuştur. Ancak rivayetlerin zan içerdiği, kesin bilgi ifade edemeyeceği konusunda mangalda kül bırakmayanlar, Ebu Hüreyre konusunda bu söylediklerini bir kenara atmakta, bu sahabe hakkında yazılan bilgileri yazan kişinin, sanki Ebu Hüreyre ile aynı çağda yaşamış ve onu görmüş gibi onun yazdıklarına güvenmektedirler.

Mustafa Sıbai tarafından yazılan, Türkçeye İslam Hukukunda Sünnet adı ile çevrilen kitapta ise, Ebu Reyye tarafından Ebu Hüreyre'ye yöneltilen ithamlar ele alınarak cevap verilmesine rağmen, bu kitap Ebu Reyye tarafından yazılan kitap kadar rağbet görmemiştir. Biz Sıbai tarafından yazılan kitaptaki bilgileri tercih ettiğimizi iddia etmemekle birlikte (o kitaptaki bilgilerde elbette rivayetlerden oluşmaktadır), eleştiride objektif olmanın gereğine vurgu yapmak amacında olduğumuz bilinmelidir.

Kur'an Müslümanı olduğunu iddia eden kimseler, gerçekten bu iddialarında samimi iseler, Ebu Hüreyre hakkındaki bilgilerin de zan içerdiğini, doğruluk ve yanlışlık payı olabileceğini düşünerek, bu konuda laf etmekten geri durmaları, eğer laf söylenecek ise Ebu Hüreyre'nin şahsı hakkında değil, ona isnat edilen hadisin tenkidi konusunda laf edilmesi gerektiğini bilmelidirler.

Ebu Hüreyre hayatta olmadığı için kendisine yöneltilen ithamlara cevap veremeyecek durumda olması, onun eleştirisi konusunda daha dikkatli olunması gereğini ortaya çıkarmaktadır. Hakkında yapılan ithamlara cevap veremeyecek bir durumda olan kişinin itham edilmesi kadar gayri etik bir durum olamaz. Çünkü yapılan bu ithamların gerçekle alakası olmama ihtimali her zaman mevcuttur.

Bir kişi veya topluluk hakkındaki kinimizin bizi adaletsizliğe sürüklememesini emreden kitabı öncellediğini iddia ederek, hadis konusundaki bazı düşüncelerimizden kaynaklanan sorunları kendisini savunamayacak bir kimseye yüklemek, bir Müslümana asla yakışan bir durum değildir. Kur'an Müslümanı olma iddiasında olan bir kimsenin bu konuda karar vermesi için kesin ve zan içermeyen bir bilgiye sahip olması gerekmektedir ki, Ebu Hüreyre hakkında böyle bir bilgi ise asla mevcut değildir.

Ebu Hüreyre de elbette bir insandır, ve yaşadığı hayat içinde hata yapmış olabilir, ancak onun yaptığı iddia edilen hataların kaynağı yine rivayetler olup, kesin bilgi içermemektedir. Zan içeren bilgiler üzerinden giderek bir kişi hakkında yapılan ithamlara güvenmek problemli bir düşüncedir. Tarih ve tarihte yaşamış kişiler konusundaki mevcut bilgilerin o tarihi yazan kişilerin kanaatleri doğrultusunda yazıldığını dikkate aldığımızda, kişileri karalama konusunda elimizdeki mevcut bilgilerin daha dikkatli olarak incelenmesi gereği ortadadır.

Ne Ebu Hüreyre hakkında olumsuz kanaatler ortaya koyan rivayetlere, ne de onun hakkında olumlu kanaatler ortaya koyan rivayetlere sarılarak bu kişi hakkında söz söylemeye çalışmak bize kesin bilgiler vermeyecektir. Çünkü onun hakkında olumlu veya olumsuz söz söyleyenler başka kimseler olup, o sözü söyleyenlerin güvenilirliği her zaman tartışmaya açıktır.

Sonuç olarak; Kur'an Müslümanlığı hadis eleştirisi konusunda hadisin kendisini değil, onu rivayet ettiği iddia edilen Ebu Hüreyre hakkında yapılan bazı ithamlara sarılarak, onu değersiz kılmaya çalışmak ile bu konuda sınıfta kalmıştır. Kendisi hakkında yapılan ithamlara cevap verecek bir durumda olmayanı yargılamak adil bir yargı biçimi olmayıp, bu konuda en hassas olması gerekenler bu yanlışı yapmaktadırlar.

Rivayetlere güven olmayacağını iddia ederek, hadis rivayetlerinin tamamını çöpe atmayı teklif edenlerin, Ebu Hüreyre konusunda yapılan ithamların rivayetler neticesinde oluştuğunu görmezden gelmeleri büyük bir çelişkidir.

Amacımızın Ebu Hüreyre gerçekten kendisi hakkındaki yapılan ithamları hak eden birisi ise onu temize çıkarmak olmadığı bilinmeli, amacımızın rivayetler kanalı ile gelen bilgilerdeki seçiciliğin, Ebu Hüreyre konusunda da gösterilmeye çalışılmasına, söyleyen üzerinden değil söylenen üzerinden yorum yapılması gereğine dikkat çekmektir.

17 Ekim 2017 Salı

Tevbe s. 118. Ayeti: Savaştan Kaçan 3 Kişinin Affa Uğraması ve Bu Olayın Bize Dönük Mesajı

Son yıllarda Kur'an'ın tarihselliği veya evrenselliği üzerinde tartışmaların gündeme oturduğu, konu ile yakından alakalı olanların malumudur. Daha önceki yazılarımızda bu konudaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışmış, bu kitabın Allah'ın insanlara gönderdiği en son rehber olması nedeniyle, yaşadığımız hayattan koparılmadan okunması, ve muhteviyatında bulunan ayetlerden bizlere ne gibi mesajlar verilmiş olabileceği yönünde düşünceler üretilerek yaşama aktarılmaya çalışılması gerektiği üzerinde bir takım yazılar yazmıştık. Bu yazımızda, Tevbe s. 118. ayetini ele alarak, bu ayetten bize dair ne gibi mesajlar olabileceğini okumaya çalışacağız.

[009.117]  Andolsun ki, Allah, yine Nebiye ve en zor gününde ona uyan Muhacirler'le Ensar'a, içlerinden bir kısmının kalbleri az kalsın kayacak gibi olmuşken, tevbe nasip etti de lutfedip tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, gerçekten çok şefkatli, çok bağışlayıcıdır
[009.118]  Geri bırakılan üç kişiye de yeryüzü bütün genişliğine rağmen dar gelmiş ve nefisleri kendilerini sıkıştırmıştı da, Allah'tan başka sığınacak hiç bir şey olmadığını anlamışlardı. Sonra onları da eski hallerine dönsünler diye tevbeye muvaffak kıldı. Muhakkak ki Allah; Tevvab, Rahim olandır.

Bu ayet ile ilgili tefsirlere bakıldığında, ayetin nüzul sebebinin Tebük savaşına gitmeyen 3 sahabenin af edilmesi ile ilgili olduğu yönünde görüşlere rastlamaktayız. Bu görüşlere herhangi bir itiraz getirmemekle birlikte, olayın sadece bu tarihsel yönü ile ele alınarak, ayetin bize dönük herhangi bir mesajının olup olmadığı üzerinde görüşler serdedilememiş olması, bizce eksikliktir.

Bu ayet bize dönük olarak neler söylemiş olabilir? sorusunu sorarak ayeti okumaya çalıştığımızda, şunları söyleyebilmek mümkündür.

Bilindiği üzere Kur'an içindeki pek çok ayet Allah (c.c) nin tevbeleri kabul edeci ve af edici olduğunu beyan etmektedir. Bizler de yaşamımız içinde Günah olarak nitelenen bazı hataları yaparak tevbe etmek gereğini duymaktayız.

Bu noktada bazı kimselerin aklına , Acaba tevbem kabul edildi mi yoksa edilmedi mi? sorusu takılabilir. Artık Muhammed (a.s) dan sonra hiç kimsenin Allah (c.c) ile ondan vahiy almak gibi bir bağlantısı olmadığını ve kıyamete kadar da asla olmayacağını dikkate aldığımızda, tevbe eden kimsenin tevbesinin kabul edilip edilmediği hakkında herhangi bir vahiy inmeyecek, bu konularda inmiş olan vahiy bizlere yol gösterecektir.

İşte Tevbe s. 118. ayeti bizlere yol göstermekte, gerçek anlamda tevbe eden kimselerin tevbelerinin asla geri çevrilmeyeceğini haber vermekte, yaptığı tevbenin kabul edilip edilmediği konusunda bir takım şüpheleri olanların gönüllerine su serpmektedir.

Ayet içinde geçen zikri geçen 3 sahabenin yaptığı savaştan kaçma hatasını, daha genel bir anlama taşıyarak, bir kimsenin işlediği herhangi bir günah olarak genellediğimizde, ayet daha evrensel bir anlama sahip olacaktır. Günah işleyen kimseler kendisini ayet içinde geçen 3 sahabenin yerine koyarak, işledikleri günahlardan gerçekten tevbe ettiklerinde, Tevbe s. 118. ayeti yeniden sanki onlar için yeniden inmiş gibi olacaktır. 

Allah (c.c) nin tevbeleri gerçekten kabul edici olduğunu şuuruna vakıf olan bir Müslüman, aynı zamanda kendisini maddi ve manevi olarak sömürmek isteyen bazı din baronlarının elinden de kendisini kurtarmış olacaktır şöyle ki;

Ayete dikkat ettiğimizde tevbe eden 3 sahabenin Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) ile onların arasında aracılık yapmak sureti ile tevbe etmediklerini görmekteyiz. Onlar işledikleri hatadan gerçekten pişman olmuş, bir daha aynı hataya düşmeyeceklerine dair, Allah'a arada hiç bir aracı olmadan söz vererek af istemişlerdir. Bu noktada Muhammed (a.s) sadece kendisine indirilen vahyi ashabına okumakta, o 3 sahabiyi önünde diz çöktürerek, ellerini tutarak veya onlara ip tutturmak sureti ile onlara tevbe seansları düzenlememektedir.

Bilindiği üzere günümüzde, özellikle tasavvuf kesiminde, Allah ile kul arasında aracılık hizmeti sunduğunu, ve Allah ile görüştüklerini iddia eden bir takım sahtekar ve meczuplar bulunmakta, bazı cahil kimseler de bunlara inanmaktadırlar. Bu cahil kimseler onların aracılığı olmadan Allah ile bağlantı kuramayacaklarına inanmakta, onları araya sokmak sureti ile Allah ile bağ kurduklarını zannederek, Allah'ın asla bağışlamayacağı bir günah olan şirk batağına düşmektedirler (Nisa s. 48- 116).

Bizler bu ayette aynı zamanda gerçek bir tevbenin adabını da öğrenmekteyiz. Tasavvuf kesimindeki tevbenin adaplarına baktığımızda orada böyle bir adap görememekte, Allah (c.c) ile arasına herhangi bir aracı koymamak şeklindeki asıl ve en önemli tevbe adabını ise bizlere sadece Kur'an öğretmektedir.

[031.023] İnkar edenin inkarcılığı seni üzmesin; onların dönüşü Bize'dir; o zaman, yaptıklarını kendilerine haber veririz. Allah, kalblerde olanı şüphesiz bilir.

Yine bu ayet ile ilgili olarak, Allah (c.c) nin kullarının içinde olanları bildiğine dair olan bir önermesinin, ispatını da okumak mümkündür. Rabbimiz bir çok ayette bu durumu bizlere haber vermektedir.

Yine Kur'an'a baktığımızda, Müslümanlar içinde savaşa gidilmesi gerektiği halde, türlü bahanelerle savaştan kaçan bir topluluğun olduğunu görmekteyiz. Allah (c.c) bu topluluğu Münafık olarak niteleyerek, onlara karşı her an tetikte olunmasını emretmektedir. O münafıklar her ne kadar samimi olduklarını iddia etseler de, Allah (c.c) onların bu sözlerinin yalan olduğunu bildiğini, beyan etmektedir.

Savaştan geri kalan 3 sahabenin durumu ile, o münafıklarını durumunu kıyasladığımızda, Allah (c.c) nin kalplerde olanı bildiği iddiasının bir ispatını, bu sebepten ötürü savaştan geri kalan 3 sahabenin, kalplerindeki herhangi bir nifaktan dolayı, böyle bir yanlışa düşmediklerini beyan ederek, onları temize çıkardığını görebiliriz..

Sonuç olarak; Tevbe s. 118. ayeti, savaştan kaçan 3 sahabenin yaptıkları hatadan dolayı pişman olarak tevbe etmelerinin ardından onların af edildiklerini haber vermek için inmiş bir ayettir. Bu ayet o  sahabelerin Allah katından herhangi bir ayrıcalığı olduğu için inmemiştir. Bu ayet Allah (c.c) nin bir çok ayetinde haber verdiği günahları af edici olduğu dair iddiasının ispatı olarak okunduğunda, bizlere dair mesajları da olduğu anlaşılacaktır.

Herhangi bir Müslüman işlediği günahın ardından samimi olarak tevbe ettiğinde, bu tevbenin Allah katında mutlaka ve mutlaka kabul edileceğini bu ayette anlatılan yaşanmış örnekten anlayacak, ve tevbesinin kabul edilip edilmediği noktasında herhangi bir şüpheye düşmeyecek, veya kendisi gibi bir beşeri araya sokmak sureti ile şirk batağına düşmekten kurtulacaktır.

                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 



2 Ekim 2017 Pazartesi

Recm Cezası Örneğinde Allah'ın Ayetlerinin Geçersiz Kılınması ve Bu Cezanın Kur'an Ayeti Olduğu İftirası Üzerine Bir mülahaza

Bugün bir çok Müslümana şayet, "İslam hukukunda zina eden evli bir erkek ile, evli bir kadının cezası nedir?" diye sorulacak olsa alınacak olan cevap, "Recm edilmek yani taşlanarak öldürülmek" şeklinde olacaktır. Ancak Kur'an zina eden kimseler için  böyle bir ceza emretmemekte, fakat bu ceza Kur'an'da böyle bir ayetin inmiş olduğu, Muhammed (a.s) ın vefatı sırasında bu ayetin yazılı olduğu sayfaların keçi tarafından yenmesi sureti ile Kur'an'a konulmadığı gibi, neresinden baksanız yalan ve iftira olan bir rivayetle desteklenerek, veya bu cezanın Muhammed (a.s) tarafından uygulandığı iddia edilerek, İslam hukuku içine sokulmuş, dahası bu cezayı ret etmek ise küfrü gerektiren bir cürüm haline sokulmuştur.

Yazımızın konusu, bu ceza örneğinde Allah'ın ayetlerinin geçersiz kılınmasına nasıl kılıflar geçirildiğini ortaya koymaya çalışmak olacaktır. 

Recm cezasının Kur'an'a rağmen İslam hukuku içine sokulmasının yollarından birisinin, bu cezanın ayet olarak indiği şeklinde bir iddia ile gerçekleştiğini yukarıda söylemiştik. Elimizdeki mushaf içinde olmayan bu ayet, Nesh Teorisi ile işler hale getirilmiştir. Bilindiği gibi bu teoride Metni mensuh hükmü baki şeklinde bir kategori bulunmaktadır. Bu kategorinin açılma sebebi ise sadece recm cezasının Allah'ın bir ayeti olduğu inancını sağlamlaştırmak amaçlıdır.

Allah (c.c) nin Muhammed (a.s) a indirdiği iddia edilen ve keçinin yediği !! recm ayeti rivayetlerde şu şekildedir;

Evli erkek (eşşeyhü) ve evli kadın (eşşeyhetü) zina ederlerse, Allah'tan bir ceza olmak üzere onları recm edin. Allah aziz ve hakimdir.

İddia, bu mealdeki bir ayetin Allah (c.c) tarafından indirildiği, fakat Muhammed (a.s) ın vefatı sırasındaki telaştan dolayı, Aişe validemizin yatağının altında yazılı bulunan bu ayetin keçi tarafından yendiği, bundan dolayı metninin mushaf içinde olmasa dahi, hükmünün geçerli bir ayet olarak yürürlükte olması gerektiği yönündedir. 

[004.082] Onlar halâ Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar (çelişkiler, ihtilâflar) bulacaklardı.

Bu iddia bir çok yönden ele alınarak ne kadar yalan ve iftira ile dolu olduğu ortaya konulabilir. Biz konuyu Kur'an'ın çelişkisiz bir kitap olması yönünden ele almaya, Nur s. içinde bulunan zina ile ilgili ayetlerin evlileri de kapsadığını ortaya koymaya çalışarak, eğer böyle bir ayet inmiş olsa idi ki inmesi imkansızdır, Kur'an'ın kendi içinde çelişki barındıran bir kitap durumuna düşeceğine dikkat çekmeye çalışacağız.

[024.001]  Bu, indirip, hükümlerini kesinleştirdiğimiz suredir. Öğüt alasınız diye onda apaçık ayetler indirdik.

Nur s, 1. ayetinde Allah (c.c) bu sure için Faradnahe yani hükümlerini kesinleştirdiğini buyurmaktadır. Bu ikaz konumuz olan aynı sure içindeki zina hükümlerini içeren ayetler içinde geçerli olduğu asla unutulmamalıdır.

الزَّانِيَةُ وَالزَّانِي فَاجْلِدُوا كُلَّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا مِائَةَ جَلْدَةٍ ۖ وَلَا تَأْخُذْكُمْ بِهِمَا رَأْفَةٌ فِي
دِينِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ ۖ وَلْيَشْهَدْ عَذَابَهُمَا طَائِفَةٌ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ

[024.002] Zaniye ve zanî, hemen bunlardan her birine yüz değnek vurun, Allahın dininde bunlara bir acıyacağız tutmasın, Allaha ve Âhıret gününe gerçekten inanıyorsanız, hem mü'minlerden bir taife azâblarına şâhid olsun

Hükümlerinin kesinleştirildiği beyan edilen surenin 2. ayeti, zina eden kadın ve erkeğe verilecek cezayı bildirmektedir. Zina eden kadın ve erkeğe verilecek olan ceza, ayette 100 değnek olarak bildirilmektedir. 

Ancak bu cezanın bekar olanları kapsadığı, evli olanlar için ayrı bir ayet indiği, inen bu ayetin başına neler geldiği !! herkesçe malumdur. Biz bir an için recm ayetinin Allah (c.c) tarafından indirilmiş olduğunu, elimizdeki mushafın herhangi bir suresinin içinde olduğunu farz ederek, Nur s. içindeki diğer ayetlerde evli olan bir kimsenin zina cezasının nasıl olduğunu görmeye çalışalım.

[024.006]  Kendi eşlerine (zina suçu) atan ve kendileri dışında şahidleri bulunmayanlar ise, onlardan da her birinin şahidliği, Allah adına dört (kere yemin) ile kendisinin hiç şüphesiz doğru söyleyenlerden olduğuna şahidlik etmektedir.
[024.007]  Beşinci defada da, eğer yalan söyleyenlerden ise Allah'ın lanetinin kendi boynuna olmasını ifade etmelidir.

Nur s. 6. ayetinden itibaren, eşleri hakkında zina isnadında bulunan, fakat eşlerinin ceza görmesi için gerekli olan 4 şahidi bulunmayanlar için gerekli olan prosedür beyan edilmekte, zina eden evlinin cezası da bu ayetler içinden çıkmaktadır. Eşinin zina ettiğine dair 4 şahidi olmayan kimse, bu şahitler yerine kendisi 4 defa yemin edecektir. Ayetteki olay karısı zina eden bir erkekmiş gibi anlatılmış, fakat aynı durum kocası zina eden bir kadın için de geçerlidir. 

وَيَدْرَأُ عَنْهَا الْعَذَابَ أَنْ تَشْهَدَ أَرْبَعَ شَهَادَاتٍ بِاللَّهِ ۙ إِنَّهُ لَمِنَ الْكَاذِبِينَ

[024.008] Kadının dört defa: «Allah'a yemin ederim ki, o muhakkak yalancılardandır!» diye şahitlik etmesi kendisinden azabı kaldırır.
[024.009] Beşincisinde ise, eğer o (kocası) doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını ister.

Nur s. 8. ve 9. ayetlerde, kendisine zina isnadında bulunulan kadın şayet 4 defa zina yapmadığına dair yemin ederse, zina cezası almaktan kurtulmaktadır. 

Burada şöyle bir soru sorulmalıdır, bu soruya alacağımız cevap, Kur'an'ın evli kadın ve erkek zaniye verdiği cezayı ortaya çıkaracaktır.

Eğer bu kadın zina ettiğini itiraf etmiş olsaydı alacağı ceza ne olacaktı?

Bu sorunun cevabı için surenin 2. ayetinde geçen ve zina eden kadın ve erkeğe verilen 100 değnek cezası için kullanılan, ve bu cezanın açık bir alanda ve herkesin görebileceği bir şekilde olmasını emreden cümle içinde geçen Azabehuma kelimesi anahtar bir mahiyet arz etmektedir.

Nur s. 8. ayetine baktığımızda zina etmediğine dair yemin etmesinin o kadından cezayı kaldıracağı bildirilmekte, bu beyanın Arapça metni ise, Ve yedreu anhel azabe şeklindedir. 

Burada şöyle bir sorulacaktır; 

Kadından kalkan azap yani ceza, hangi cezadır?

Cevap= Nur s. 2. ayetinde geçen Azabehüma kelimesi 100 değnek cezasının ifade ettiğine göre, Nur s. 8. ayetinde geçen kendisine yapılan zina isnadını ret eden kadından kalkan ceza 100 değnek cezasıdır. 

YANİ EVLİ KADIN ŞAYET ZİNA ETTİĞİNİ İTİRAF ETMİŞ OLSAYDI, ALACAĞI CEZA 100 DEĞNEK CEZASI OLUP, KENDİSİNE YAPILAN ZİNA İSNADINI RET ETMEK SURETİ İLE İTİRAFI HALİNDE ONA UYGULANACAK OLAN 100 DEĞNEK CEZASI ONDAN KALKMIŞTIR.

Şimdi soruyoruz, Allah (c.c) zina eden kadın ve erkeğin, evli veya bekar olduğuna bakmadan, 100 değnek ile cezalandırılması hükmünü kesinleştirdiğine göre (Nur s.1 ayet), aynı kitap içinde zina eden evliler için ayrı bir ayet indiğini iddia etmek, Kur'an'da çelişki olduğu iftirasını atmak değil midir?. Recm cezasını savunmak demek, aynı zamanda Kur'an'a karşı yapılmış bir çelişki isnadını da savunmak anlamına gelmektedir. 

Recm cezası, Allah'ın ayetlerinin nasıl işlevsiz bırakılabileceğine dair verilebilecek bir örnektir. Allah (c.c) nin zina suçuna verdiği cezayı beğenmeyerek, farklı ceza uygulaması isteklerinin Allah'ın ayetlerine ve elçisine yalan iftiralar düzmek sureti ile İslami bir kılıf uydurma çalışmaları, biz Müslümanların yüz karalarından bir tanesidir. Nur s. 2. ayetine bakıldığında bu cezanın Allah'ın Dini olduğu beyan edilmektedir. Bu cezanın dışında bir cezayı dine yamamaya kalkmak, Allah'ın dininin üzerine din bina etmeye çalışmaktan başka bir şey değildir.

İşin daha acı bir yönü ise, recm cezasını kabul etmeyenlerin, Kafir, Zındık, Hadis sünnet inkarcısı gibi yaftalarla suçlanmış olmasıdır. Yine işin daha ahlaksızca bir yönü ise, recm cezasını ret edenlerin zina etmeyi meşru gören, fakat bu suçun cezasının bu kadar ağır olmasını istemeyenler oldukları iddiasıdır.

Ayrıca bu cezanın Muhammed (a.s) tarafından uygulandığı iddiaları da, ona yapılmış ayrı bir iftiradır. Kendisine inen kitabın ayetlerinin hükmüne aykırı hareket eden bir elçi portresini Muhammed (a.s) için düşünmek, ona yapılmış en büyük iftiralardan birisidir. Recm cezası neresinden tutsak maalesef elimizde kalmaktadır.

Recm konusu aynı zamanda biz Müslümanlar için Kur'an'ın ne ifade ettiğini de ortaya koyan bir imtihan konusudur. Kur'an'ın beyan ettiği bir cezanın karşısına başka bir ceza ile çıkmak demek olan recm cezası, bu cezayı savunanların Kur'an'ı nasıl arkalarına attıklarının canlı bir örneğidir. 

Mütevatir sünnet Kur'an ayetini nesheder şeklinde bir hezeyan dolu iddia ise, recm cezasını meşrulaştırmak için ortaya atılmış iddialardan bir tanesidir. Kur'an'a aykırı hareket ettiği iftirası ortaya atılan Muhammed (a.s) ın recmi uyguladığı iddiası, bu konudaki Kur'an ayetinin hükmünü kaldırabileceği tezinin ortaya atılmasına sebep olmuştur. Yani Muhammed (a.s) Allah'ın zina konusundaki cezasını az görerek, daha etkili bir ceza uygulamış, ve bu ceza ile Kur'an ayetinin hükmünü kaldırma yetkisi olduğu zannı yayılmaya çalışılmıştır.

Yine bu cezanın Tevrat'ta olduğu, Nur s. 2. ayeti gelene kadar, Muhammed (a.s) ın recm cezasını uyguladığı, ayet indikten sonra bu cezayı uygulamadığı iddiaları ortaya atılmaktadır. Başka bir yazıda bu konuyu ele almaya çalıştığımız için burada sadece recm cezasının Tevrat'ta Allah (c.c) tarafından indirilen bir ceza olmadığı, şayet var ise İsrailoğullarının böyle bir cezayı Tevrat'a dahil etmiş olmalarının kuvvetli bir ihitmal olduğunu, burada kısaca söylemek istiyoruz.

Sonuç olarak; Kur'an zina eden kadın ve erkeğe evli bekar ayrımı yapmadan 100 değnek cezası vermiş olmasına rağmen, bu cezanın bekarlar için geçerli olduğu, evliler için recm cezası uygulanması gerektiği, İslam dünyasında yaygın olan bir görüştür. 

Allah'ın evliler için ayrı bir ayet indirdiği, bu ayetin mushafta metni olmasa dahi hükmünün geçerli olduğu iddiası, akıllara zarar bir teori ile ortaya konulmakta, fakat bu teorinin yol açtığı tehlikeler görmezden gelinmektedir. Böyle bir iddianın yol açtığı tehlikelerden sadece bir tanesi, Allah'ın çelişkisiz bir kitap olarak beyan ettiği kitabına karşı, o kitapta çelişki olduğu iddiası olup, bu tehlikenin ne yazıktır ki farkına dahi varılmamakta, bu  cezayı ret edenler tekfir edilmektedir.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


30 Eylül 2017 Cumartesi

Bakara s. 41. Ayeti: İsrailoğulları Kur'an'ı İnkar Edenlerin İlki miydi? Evvele Kelimesinin Çevirilerinde Ortaya Çıkan Bir Müşkil

Kur'an meallerinde bazı kelimelerin konu bütünlüğüne uygun şekilde çevrilememesinden dolayı meydana gelen sıkıntılar, Kur'an'da çelişki olduğunu iddia etmek cüretinde bulunan bazı kimselerin elinde koz olarak kullanılmaktadır. Kur'an içinde geçen kelimelerden birisi olan Evvele, bu duruma örnek olarak verebileceğimiz bir kelimedir. Bu kelimenin geçtiği bazı ayetlere verilen, ve bu kelimenin anlamlarından birisi olan ilk şeklindeki anlam, bazı meal okuyucularında soru işaretlerine sebep olabilmektedir. Yazımızda bu kelimenin çevirisinin İlk olarak yapılmasından dolayı ortaya çıkan soru işaretlerini ele alarak uygun çevirilere örnekler vermeye çalışacağız.

Evvele kelimesine El Müfredat'ta verilen anlamlar şöyledir;

1- Zaman bakımından önce gelen.
2- Bir şeye başkanlık etme, başkasının kendisini örnek alması, kendisine uyması bakımından önde gelen.
3- Konum ve nispet bakımından önde gelen.
4- Yapılış düzeni bakımından önde gelen. 

Bu kelimenin Kur'an içinde ağırlıklı olarak 1. 2. anlamlarının kullanıldığını görebiliriz. Ancak ayetlerde hangi anlamın uygun olabileceği konusu vereceğimiz örneklerde daha kolay anlaşılacaktır. Bu kelimenin geçtiği bazı ayetler, kelimenin 1. anlamına uygun bir durumdadır. Fakat bütün ayetlerde 1. anlamını vermek maalesef uygun düşmemektedir. Biz, yazıyı uzatmamak adına, 2. anlamın uygun düştüğü ayet örneklerini vermekle yetineceğiz.

                                                        Bakara s. 41. ayeti.

Bu ayete meallerde çoğunlukla şu şekilde bir anlam verildiğini görmekteyiz. 

Yanınızdakini tasdik edici olarak indirdiğime iman edin. Sakın onu inkar edenlerin ilki olmayın!Âyetlerimi az bir karşılık ile satmayın, yalnız benden korkun.

Bu ayeti okuyan bir kimsenin aklına haklı olarak"Bu ayet Medine'de indiğine ve İsrailoğullarına hitap ettiğine, Kur'an ise daha önce Mekke'liler tarafından inkar edildiğine göre, neden böyle bir hitapta bulunulmaktadır?

Halbuki ayet içinde geçen Evvele kelimesi, 2. anlamı gözetilerek çevrilmiş olsaydı, kafalarda herhangi bir soru işaretinin oluşmasına gerek kalmazdı.

Muhammed Esed
Muhammed Esed:
Bunun için de, size geçmişte bildirilmiş olan haberleri doğrulayıcı nitelikte indirdiğim bu vahye inanın; onun gerçekliğini inkar edenlerin öncüsü olmayın; mesajlarımı küçük bir kazanca değişmeyin; ve Bana, yalnızca Bana karşı sorumluluk bilinci taşıyın!
Bunun için de, size geçmişte bildirilmiş olan haberleri doğrulayıcı nitelikte indirdiğim bu vahye inanın; onun gerçekliğini inkar edenlerin öncüsü olmayın; mesajlarımı küçük bir kazanca değişmeyin; ve Bana, yalnızca Bana karşı sorumluluk bilinci taşıyın!

Ayetin bu şekildeki bir anlamı, Kitap Ehli olarak tanımlanan Yahudilerin Medine'de Kur'an'ı inkar edenlere öncülük yapmamasının emredildiği olarak anlaşılabilir.

                                                       Enam s. 14. ayeti

Bu ayete meallerde çoğunlukla şu şekilde anlam verildiğini görmekteyiz.

De ki: Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilmeyen Allah'tan başkasını mı dost edineceğim! De ki: Bana Müslüman olanların ilki olmam emredildi ve sakın müşriklerden olma! (denildi).

Bu şekilde yapılmış bir meali okuyan kimse haklı olarak "Daha önce hiç mi Müslüman yoktu?" sorusunu sorabilir. Ancak ayetin şu şekilde yapılan çevirileri böyle bir sorunun sorulmasına mahal bırakmayacaktır.

Muhammed Esed
De ki: “Hayat veren ve hiçbir şeye muhtaç olmayan O dururken göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah'tan başka birini mi dost edineceğim?” De ki: “Ben, Allah'a teslim olanların öncüsü olmakla emrolundum, Allah'tan başkasına ilahlık yakıştıranlar arasında bulunmakla değil”

                                                         Şuara s. 51. ayeti

Firavun sihirbazlarının iman etmelerinin ardından, Firavun'un ölüm tehditlerine karşı verdikleri cevap olan ayetin yapılan çevirileri şu şekildedir. 

«Doğrusu biz, iman edenlerin ilki olduğumuzdan dolayı Rabbimizin bizim hatalarımızı bağışlayacağını ummaktayız.»

Ayetin bu şekilde yapılmış çevirilerini okuyanlar, "Musa, Harun ve onlara iman edenler olduğu halde, onlardan sonra iman eden bu sihirbazlar neden böyle bir söz sarf etmektedirler?" sorusunu haklı olarak soracaklardır. Halbuki ayetin şu şekilde yapılan bir çevirisi bu tür soruların önüne geçebilecektir. 

Suat Yıldırım
“İman edenlerin öncüleri olduğumuzdan ötürü umarız ki Rabbimiz günahlarımızı affeder. ”

Firavun sihirbazlarının söylediği sözü bu şekilde çevirmek, daha önce iman etmiş olanların var olduğunu, fakat bu sihirbazların iman etmiş olmaları, kendilerinin durumunda olan ve Firavun baskısı altında inleyen halkın, onun korkusundan dolayı iman edememe korkusunu delerek, onlara önder ve yol gösterici olmaları şeklinde bir anlam kazandırmaktadır.


                                                        Enam s. 163. ayeti

Muhammed Esed
ki O'nun uluhiyetinde hiç kimse pay sahibi değildir: Ben böyle emrolundum; ve ben benliklerini Allah'a teslim edenlerin [daima] öncüsü olacağım”

                                                         Araf s. 143. ayeti 

Ali Fikri Yavuz
Mûsa, kendisiyle konuşacağımızı vâdettiğimiz vakitte gelince, Rabbi ona kelâmını (vasıtasız olarak) söyledi. (Mûsa) şöyle dedi: “- Rabbim! Cemâlini bana göster, sana bakayım.” Allah: “-Beni hiç bir zaman göremezsin, fakat şu dağa bak. Eğer o, yerinde durursa sen de beni görürsün.” buyurdu. Nihayet Rabbi, o dağa tecelli edince, onu yer ile bir etti. Mûsa da bayılarak yere düştü. Sonra ayılınca şöyle dedi: “- Allah'ım! Seni tenzih ederim. (Dünyada seni görmeyi istemekten) tevbe ettim ve ben, mü'minlerin (buna inananların) ilkiyim.”

                                                       Zümer s. 12. ayeti

Muhammed Esed

ve Allah'a teslim olanların öncüsü olmakla
                                                        
Sonuç olarak; Evvele kelimesinin ilk, öncü, önder gibi anlamlara sahip olması, kelimenin geçtiği ayetlerde hangi anlamın kullanılması gerektiği meselesini beraberinde getirmiştir. Kelimenin geçtiği bazı yerlerde Öncü, Önder anlamının yerine, İlk  anlamının kullanılması, bazı soruları beraberinde getirmiş, bazı kimselerin ise Kur'an'da çelişki olduğu iddialarına mesnet olarak kullanılmaya çalışılmıştır. 

Yukarıda verdiğimiz ayet örneklerinde Evvele kelimesinin İlk olarak çevrilmesi sonucunda bazı sıkıntılar ortaya çıkmakta, kelimeye Öncü, Önder anlamı verilmesi, bu sıkıntıları bertaraf edebileceğini düşünmekteyiz.

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 
                                                       

29 Eylül 2017 Cuma

Allah'ın Adem'e İsimleri Öğretmesi Bize Dair Neler Söylemektedir?

Bakara s. içinde geçen Adem ve İblis kıssasında, Allah (c.c) Adem'i yarattıktan sonra ona isimlerin tümünü öğrettiğini bildirmektedir (bakara s. 31. ayet). Adem ve İblis kıssası direk olarak bütün insanları ilgilendirmesi nedeniyle, bu öğretmenin bizler için ne anlam ifade edebileceği bu yazımızın konusu olacaktır.

 Allah'ın Adem'e isimleri öğretmesinin anlamını, insanın yaşamını doğru biçimde idame ettirmesini sağlayacak olan tüm temiz fıtri bilgiler olarak tarif edebiliriz. Ancak burada Öyleyse Allah (c.c) nin bir çok ayette insana iki yol göstermesini, ona fücuru ve takvayı ilham etmesini beyan etmiş olmasını nasıl anlayabiliriz? sorusu sorulabilir.

Evet, Allah (c.c) insanı iyilik ve kötülüğe meyyal bir yapıda yaratmıştır. Ancak insanın kötülüğe meyyal tarafının baskın gelmesi, Adem ve İblis kıssasının en önemli aktörü olan Şeytan'ın insan üzerindeki etkisi nedeniyledir. Allah (c.c) insana fesat ve bozgunculuk yapmasını gerektirecek isimler öğretmemiştir. 

Allah (c.c) nin insana kötülük ile ilgili isimleri öğretmediğini nasıl ve nereden anlıyoruz?.

Bakara s. içinde geçen Adem ve İblis kıssasına baktığımızda surenin 30. ayetinde Allah (c.c) meleklere, "Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim" dediğinde, melekler bu söze karşılık "yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek birini mi yaratacaksın?" demekte, meleklerin bu sözlerine karşılık ise Allah (c.c) onlara "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim" diyerek, yaratacağı insanın yeryüzünde fesat çıkaran ve kan dökücülüğü öğretmediği birisini olacağının işaretini vermiştir.

Allah (c.c) Adem'i yaratıp ona isimlerin tümünü öğrettikten, Adem ise öğrendiği bu isimleri meleklere haber verdikten sonra, Allah (c.c) nin meleklere "Ben gökler ve yerde görünmeyeni biliyorum, sizin açıkladığınızı ve gizlemekte olduğunuzu da bilirim, diye size söylememiş miydim?" demiş olması, meleklerin fesat ve kan dökücülük isnat ettiği insana, bu fiilleri işleyebilecek yeteneğe sahip olacağı isimleri Allah'ın öğretmediğini göstermektedir.

Peki, Allah'ın fesatçılık ve kan dökücülük öğretmediği insana bu fiilleri kim öğretti?.

Bu sorunun cevabını, İblis'in Ademe secde etmemesi neticesinde huzurdan kovulması, Allah'tan insanları onun öğrettiği isimlere aykırı davranışlar sergilemelerini iğva etmek için kıyamete kadar mühlet istemesinde, ve bu mühletin ona verilmesinde bulmaktayız.

İşte Allah'ın insana öğrettiği isimler içinde bulunmayan Fesatçılık, ve Kan dökücülük olarak gördüğümüz olumsuz davranışların kaynağı Allah değil Şeytan'dır. Allah bu noktada insana iki yol göstermiş, bu iki yolun hangisini seçerse bu seçimlerinin onlara ne gibi karşılığı olacağını bildirmiş, seçimi hangisi olursa olsun ona müdahale etmeden seçtiği yolu ona açmaktadır.  Adem ve İblis kıssası içinde geçen ayetlerde, Şeytan'ın onlara düşman olduğu haber verilerek, ona uydukları takdirde başlarına gelecek olanın haber verildiği ayetlerde de görmekteyiz. Allah Adem ile eşine yolu göstermiş, fakat seçimlerinde onlara müdahale etmemiş, onları seçimlerinde serbest bırakmıştır.

Allah Adem ile eşine, onlara öğrettiği isimler dahilinde bir yaşam sürdükleri takdirde cennette kalabileceklerini haber vermiştir. Fakat Şeytan devreye girerek, onlara öğretilen bu temiz öğretilerin aksine kirli öğretileri onlara süslü göstermek sureti ile onların ayaklarını kaydırmıştır.

İnsanın olumsuz tarafı olarak fesatçılık ve kan dökücülüğünün öne çıkması, Bakara suresinin diğer ayetlerde gördüğümüz İsrailoğullarının yaptıkları yanlışlar ile ilgilidir. Bakara suresi içinde anlatılan İsrailoğulları ile ilgili ayetlerde, onların fesatçılık ve kan dökücülüklerinin öne çıktığı dikkat çekmekte, onların bu yanlışlarının sebebinin ise, Allah'ın öğretilerini bırakarak Şeytan'ın öğretilerine tabi olmaları neticesinde olduğu anlatılmak istenmektedir. Adem ve İblis kıssasının hemen arkasından uzun bir bölüm İsrailoğulları ile ilgili ayetlerin gelmesi dikkat çekicidir.

[007.071]  «Hiç şüphesiz artık Rabbinizin azab ve öfkesini hak ettiniz. Allah'ın hiçbir delil indirmediği, isimlerini de siz ve babalarınızın koyduğu putlar hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? Bekleyin, doğrusu ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim» dedi.


[012.040]  Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.

[053.023] Aslında bu putlar sizin ve atalarınızın uydurduğu, kuru isimlerden, boş lafızlardan başka bir şey değildir. Allah onların tanrılıklarına delil olabilecek hiçbir şey indirmemiştir. Onlar sadece zanlarına ve nefislerinin heva ve heveslerine uyarlar. Halbuki onlara Rab’leri tarafından uyacakları mükemmel Rehber çoktan gelmiş bulunuyor!

[013.033] Böylece herkesin bütün kazancım gözetim altına alan zat (Allah) hiç inkar edilir mi? Tuttular Allah'a ortaklar koştular. De ki: «Söyleyin bakalım onların isimlerini!» O'na yeryüzünde bilmediği bir şey mi haber vereceksiniz, yoksa anlamı olmayan sadece kuru bir laf mı? Doğrusu küfre saplananlara hileleri hoş gösterildi ve doğru yoldan saptırıldılar. Allah her kimi saptırırsa artık onu yola getirecek yoktur!

Yukarıdaki ayetleri dikkatle okuduğumuz zaman, şirk konusunda insanların düştükleri yanılgılarda, Allah'a rağmen insanların yaşamları konusunda isim koyma yetkisini kendilerinde görmesinin rol oynadığını görmekteyiz. Çünkü Allah'ın insana öğrettiği isimlerde onu şirke düşürecek herhangi bir bilgi yoktur. Şirk, insanın fıtratında bulunan bir özellik değil, sonradan oluşan yani Şeytan olgusunun devreye girmesi ile meydana gelen arızi bir durumdur. İnsanın şirke düşmesi kendi fıtratına yüklenmiş olan temiz bilgiyi terk ederek, Şeytan tarafından empoze edilen kirli bilgiyi tercih etmesi, bu bilgilerin gösterdiği doğrultuda isimler edinmesidir.


Bu noktada Şeytanın kimliği gündeme gelecektir. Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki insan kendisinin şeytanı olabilir. Onun fücura yönelmeye olan itiyadı, içindeki şeytanın harekete geçmesi ile gerçekleşmektedir. Şeytan olarak bildiğimi şey, kafasında boynuz elinde iki uçlu mızrak ile karikatürize edilen korkunç bir yaratık değildir. İnsannın kendi cinsinden olan yakınları da onun şeytanı olabilir. Hülasa şeytanı, İnsanın ayağının cennetten kaymasına sebep olan her şey olarak tarif etmek mümkündür.

Ütopik (imkansız) olsa da, olayın daha net anlaşılabilmesi için şöyle kurgu bir hayat sunabiliriz;

Bir kişi dünyaya gelir ve yaşamında sadece kendisine öğretilen temiz bilgileri uygulama alanına koyar, kendisine içinden seslenen kötü duygulara asla prim vermez, yaşadığı hayat içinde karşısına çıkan kişiler ve olaylar hakkındaki yaklaşımını Allah'ın kendisine öğrettiği isimlerin gösterdiği yönde değerlendirir. İşte böyle bir insan tipinin ahiret karşılığı cennet olacaktır. Ancak başta da söylediğimiz gibi bu imkansız bir olay olup, yaşama alanına çıkan her insan bir takım tehlikeler ile karşı karşıya mutlaka kalacaktır.
Bu noktada devreye Allah'ın gönderdiği elçiler ve kitaplar girmektedir.

Zaman içinde şeytan iğvası ile bozulan insanların imdadına elçiler ve kitaplar yetişmekte, insanın unuttuğu temiz duyguları ve yaşamı onlara tekrar hatırlatmakta, onların fabrika ayarlarına geri dönmeleri konusunda uyarılar ve hatırlatmalarda bulunmaktadırlar.

Sonuç olarak; Allah'ın Adem'e isimleri öğretmesi, onun fıtratına temiz bilgileri yerleştirmesi anlamında olup, bu temiz bilgiler şeytan tarafından bozulmadığı sürece insanı cennete taşıyacaktır. Ancak şeytan insanın hiç bir zaman rahat bırakmamakta, onun ayağını kaydırmak için fırsat kollamaktadır. 

Allah'ın insana öğrettiği isimler kullanılarak yaşanan hayatlar, insanı cennete taşırken, Allah'ın dışındakilerin öğrettiği isimler insanı cehenneme taşıyacaktır.


                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.