örnekleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
örnekleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ağustos 2011 Perşembe

Tebyinül Kur'andan Tahrifül Kur'an Örnekleri 6(İsmail a.s)

"Tebyinül kur'andan tahriful kur'an örnekleri " adlı yazı serimizin 6. sını  mutad olduğu vechile tahrifçiliğini özellikle kur'an kıssaları üzerinde gösteren , kelimeleri yerinden oynatarak kıssaları tahrif etmede  usta olan tebyin sahibinin saffat suresindeki ismail as kıssasını nasıl tahrif ettiğini görmeye çalışacağız. Bir fedakarlık ve teslimiyet gösterisi olan bu kıssa kıyamete kadar bütün müminlere örnek olması hasebiyle müminler üzerindeki fedakarlık ve teslimiyeti ortadan kaldırma amaçlı olarak bununda bir şekilde tahrif edilmesi gereğini çok iyi bilen araf s. 175.176 ayetlerinin muhatabı olan sayın yazar kıssasyı tahrife şu şekilde başlar

Bu Âyet gurubunda da İbrâhîm peygamberin hayatından başka kesitler verilmektedir. te'vîlleri yapılamadığı için bu Âyetlerden yola çıkılarak birçok yalan senaryolar düzülmüştür 

Diyerek kıssayı te'vil etmeye başlayan sayın yılmaz 

Bilindiği gibi, Sâffât Sûresi'nin bu pasajı ile ilgili olarak dine, inanç ve amellere aykırı, akla ve mantığa sığmayan birçok şey sokulmuştur. Hem bu saçmalıkları bertaraf etmek hem de Kur'ân'ı doğru anlamak için Âyetlerde geçen ifadeleri ve bunların işaret ettiği olayları doğru bilmek zorundayız

Şeklinde devam ederek "başkasının koyduğu aykırı şeyler yerine ben aykırı şeyler koymaya daha layığım" edalarında kendi şaçmalıklarını sıralamaya başlamaktadır.Önce kıssa ile ilgili mealini vererek devam edelim. 

99–100.    Ve o [İbrâhîm]: 'Kuşkunuz ben Rabbime gideceğim, O, bana yol gösterecek: Rabbim! Bana sâlihlerden birini lütfet!' demişti.
101.       Bunun üzerine Biz, İbrâhîm'e yumuşak huylu bir delikanlıyı müjdeledik.
102.       Sonra ne zaman ki o [müjdelenen çocuk] onunla birlikte koşacak duruma/onunla birlikte iş tutacak çağa geldi, o zaman o [İbrâhîm]: "Oğulcuğum! Şüphesiz ben, uykumda; şüphesiz kendimi seni boğazlıyor [helak; perişan, mağdur ediyor]  görüyorum. Bak bakalım sen ne görürsün [sen ne düşünürsün]?" dedi. O (Oğlu): "Babacığım! Sen emir olunacağın şeyleri yap. İnşallah beni [sen yokken başıma gelecek tüm sıkıntılara, mağduriyetlere] sabredenlerden bulacaksın" dedi.
103–105.   Sonra ne zamanki ikisi de İslâmlaştılar ve O [İbrâhîm], onu alnı üzere yatırdı [yüzüstü bıraktı, mağdur etti] ve Biz ona: "Ey İbrâhîm! Sen o rüyayı kesinlikle onayladın" diye seslendik… –Şüphesiz Biz, muhsinleri [iyilik güzellik üretenleri]  işte onun gibi karşılıklandırırız/ödüllendiririz.–
106.       Şüphesiz bu [oğulu yüzüstü bırakma işi], kesinlikle, apaçık bir beladır.
107.       Ve Biz ona [İbrâhîm'e], bu boğazlayacağı [[helak; perişan, mağdur edeceği] çok büyük şey karşılığında/sebebiyle bedel [bahşiş] verdik.
108.       Ve sonra gelenler içinde onun üstüne bıraktık.
109.       Selâm olsun İbrâhîm'e!
110.       İşte Biz[ iyilik güzellik üretenleri] onun gibi ödüllendiririz.
111.       Şüphesiz o, Bizim inanan kullarımızdandır.
112.       Ve Biz ona sâlihlerden bir peygamber olarak İshâk'ı müjdeledik.
113.       Ona [İbrâhîm'e] ve İshâk'a bereketler verdik. Her ikisinin neslinden de iyilik - güzellik üreten ile açıkça kendi nefsine zülmeden vardır.  

Saffat s 102. ayetine verdiği mealde parantez içi tahrif yaparak "zebhetme" kelimesine (helak,perişan,mağdur) etmek anlamı vermiştir.Bu anlamı desteklemek için zebehe fiiline şu anlamı vermektedir. 

Âyetteki ifadeler içinde, üzerinde önemle durulması gereken sözcük, "kurban kesmek" anlamıyla değerlendirilen "zebh" sözcüğüdür.

ZEBH:

ذبح - zebh sözcüğünün esas anlamı şaklamak; herhangi bir şeyden parça koparmak demektir. Daha sonraları "boğazdan kesme" anlamında kullanılır olmuştur.Zebh sözcüğü mecazen "helak" anlamında kullanılır. Zira boğazın kesilmesi, bir canlıyı helâke götürmenin en seri yoludur. [56–25](Lisanü'l Arab; c: 3, s: 486–488 "zbh" mad; Tacü'l-Arus, c: 4, s: 38–41 "zbh" mad.)
ذبح - zebh sözcüğünün mecaz anlamından açıkça bu sözcüğün "Kurban etme (Kurban kesme değil), helak etme, mağdur etme, feda etme", argo ifadeyle"harcama" anlamlarında kullanıldığı anlaşılmaktadır.    

Ragıp el isfahanin müfredatında "zebeha" kelimesinin anlamı "temelde hayvanların boğazını yarmak " şeklinde ifade edilmiştir.Sayın yazar her zaman olduğu gibi bir kelimenin kur'anda kullanılış anlamından öte hakiki anlam ile mecaz anlamı işine geldiği şekilde kullanarak burada "mecaz anlam" olduğunu idda etmektedir.Kendisi ciltlerce kur'an tefsiri olduğunu iddia ettiği kitabı olmasına rağmen kur'an bütünlüğünü hiçe sayarak nerede mecaz anlam, nerede hakiki anlamı kullanacağına hevasının gereğince karar vermektedir. eserlerinde "zebeha" fiilinin geçtiği bütün ayetleri parantez koymadan çeviren sayın yazar burada acaba neden parantez koyma gereği duymuştur?. Bakara kıssasında ve firavunun israiloğullarının erkeklerini boğazlaması ile ilgili ayetlerinde parantez istesede koyamayacağı için bu ayetlerdeki "zebeha" fiilinin karşılığını mecburen doğru olarak vermek zorunda kalmıştır, çünkü kur'an öyle bir kitaptırki bel'amların elinde oyuncak olmaz. 

Sayın yazar kıssanın başında başkalarını akla mantığa aykırı şeyler yazmakla suçlayıp kendisi "benim akla mantığa aykırılarım iyidir" edası içinde şöyle devam eder.

Âyetten anladığımıza göre, İbrâhîm, henüz çocuk yaşta, bakıma, himayeye muhtaç bir çağda olan oğlunu bırakıp gitme niyetindedir. Bu fikrini oğluna açarak oğlunun tepkisini ölçmektedir. Baba ile oğul arasında şu diyalog geçer:
İbrâhîm;
– Oğulcuğum! Şüphesiz ben, uykumda; şüphesiz kendimi seni boğazlıyor [helak; perişan, mağdur ediyor]görüyorum. Bak bakalım sen ne görürsün [sen ne düşünürsün]?
Oğlu:
– Babacığım! Sen emir olunacağın şeyleri yap. İnşaallah beni [sen yokken başıma gelecek tüm sıkıntılara, mağduriyetlere] sabredenlerden bulacaksın.
Bu diyalogdan anlaşılmaktadır ki, İbrâhîm peygamberin elçilik görevine başlarken kendisine ayak bağı olacak şeylerden uzaklaşması gerekmektedir. Nitekim Rabbimiz Mâsâ'ya (a.s) elçilik görevi lütfettiğinde şöyle buyurmuştu:    

Sayın yazarın mantığına göre ismail as ibrahim as a risalet görevinde ayak bağı olacağı için onu helak mağdur ve perişan etmesi!! gerekmektedir. Bunuda musa as ın tur dağında ayakkabılarını çıkarması emrine dayandırmaktadır. Kendi düzgün!! mantığına göre 102. ayetteki "tü'meru" kelimesinide başını gözünü yararak halletmesi gerekmektedir. Bu kelimeyle ilgili olarak şunları yazmaktadır.  

Âyette افعل بما تؤمر - if'al bimâ tü'mer ifadesi yer almaktadır. Bu ifade genellikle Emir olunduğun şeyi yap! anlamıyla çevrilmektedir. İfadeye verilen bu anlam bir de İsrâîliyattan kalma bilgilerle Allah'ın İbrâhîm'e oğlunu boğazlamayı emrettiği anlayışıyla birleştirilince, yukarıdaki ifade de "Madem Allah sana beni kurban kesmeni emretti, hiç durma, beni kurban kes!" anlamına gelecek şekilde bütün Müslümanların zihinlerine yerleşmiştir. Bu konuya dair asılsız söylentiler pasajın sonunda toplu olarak verilecektir. Hâlbuki Âyette yer alan تؤمر - tü'mer ifadesi Arapça deyimiyle "fiil-i müzari"; Türkçe ifadesiyle "geniş zaman ve gelecek zaman" anlamlarını içeren siygadır. Anlamı da "emir olunacağın" şeklindedir.


 "Tü'meru" kelimesi kur'anda birde hicr suresi 94. ayetinde geçmektedir. sayın yazarın bu ayete verdiği meal şu şekildedir."Şimdi sen emrolunduğunu açıkça bildir ve müşriklerden yüz çevir.  "

Arapça gramer kaideleri acaba ayete göre bir değişkenlikmi gösteriyorda aynı kelimeyi bir ayette başka, diğer ayette başka anlam vermiş.Hicr suresi 94. ayetine "emrolunacağın " şeklinde bir meal verseydi sanki daha önceden hiçbir emir gelmemiş gibi bir durum arzedeceği için burada doğru anlamı mecburen vermek zorunda kalmıştır. Sayın yazarın ,hicr s. 94. ayetine "emrolunduğun" şeklinde meal verip hem bu meali saffat s. 102 de vermemesi , üstelik eleştirmesi, bu tür tenakuzları başka ayet meallerinde vermesi kendi yazdığından haberi olmaması veya eseri kendisinden başka kimselerede yazdırmış olduğu intibaıını vermektedir.Yukarda belirttiğimiz gibi kur'an kendini tahrifçilerin elinde oyuncak edecek bir kitap değildir ve bir şekilde bu tahrifi yine tahrifçinin eli ile açığa çıkarmaktadır.
Başkalarını israiliyatçılıkla suçlayıp israiliyatçılara parmak ısırtacak şekilde tevillerine devam ederek ismail as a şunları dedirtmektedir. 

"Bundan sonra beni kafana takma! İnşallah senin yokluğunda, başıma gelecek her sıkıntıya, perişanlığa, kurban edilmişliğe sabırlı davranacağım. Sen, elçilik görevinde, tevhid mücadelende sana ne emir olunacaksa onları yap! Sen, kendi görevini sürdür!" demiştir. 

Saffat s. 103.105 ayetleri ile ilgili olarak şunları yazmaktadır. 

103–105. Âyetlerdeki Sonra ne zamanki ikisi de İslâmlaştılar ve O [İbrâhîm], - onu alnı üzere yatırdı [yüzüstü bıraktı, mağdur etti] ve Biz ona: Ey İbrâhîm! Sen o rüyayı kesinlikle onayladın diye seslendik… ifadesiyle İbrâhîm ve oğlu ile ilgili bir başka safha anlatılmaktadır. Bu anlatımın önceki Âyetlerle bağlantısı yoktur. Sadece İbrâhîm'in oğlunu yüzüstü bıraktığına dair bir gönderme yapılmış, hayatlarındaki o safha kısaca hatırlatılmıştır.
Bu Âyetlerdeki فلمّا اسلما - felemmâ eslemâ = ne zaman ki teslim oldular ifadesi de "İbrahim (a.s) Allah'ın 'oğlunu kurban kes!' emrine, oğlu da kurban kesilme emrine teslim oldular" şeklinde kabullenilmiştir. Hâlbuki Âyetteki اسلما - eslemâ sözcüğünün "teslim olmak" anlamıyla hiç mi hiç ilişkisi yoktur. Sözcüğün anlamı "ne zaman ki İslamlaştılar; Müslümanlaştılar" demektir.  

103. ayetteki "onu alnı üzere yatırdı" ayetini parantez içine (yüzüstü bıraktı, mağdur etti) şeklinde vermiştir. Halbuki sayın yazar "yüzüstü bırakma ve mağdur etme" kelimelerini "zebeha" fiilinin karşılığı olarak daha önceki ayette vermişti.103. ayette" bu kadarınada pes" dedirtecek bir tahrife girerek "ve tellehu lilcebine" şeklindeki ayetin metnini " zebeha" fiiline verdiği anlam ile aynı şekilde vermiştir.Yine aynı şekilde "eslema" fiilini teslim olmak anlamında değil "müslümanlaştılar" şekilnde vererek sanki bundan önce ibrahim as ve oğlu ismail as ın müslüman olmadıkları şeklinde bir iddia ortaya atmaktadır. 

Sonuç olarak, kur'anda örnek ,öğüt ve ibret alınması için anlatılan kıssaları sadece o gün içine hapsederek öğüt ve ibret almaktan uzaklaştırıp bir masal haline getiren geleneksel ve modernist kıssa anlayışının modernist kıssa anlatımına örneklerini verdiğimiz ismail as  kıssası bir teslimiyet örneği olması hasebiyle müminler için büyük bir örnektir.Geleneksel kıssa anlayışına rahmet okutturacak kadar tahrif ve te'vil örnekleri ile dolu olan "tebyinül kur'an" adlı eserin bu kıssaları tahrif amacı ne olabilir diye sorduğumuzda cevabımız şu olacaktır. Bir hayat kitabı olan kur'an ve yaşanmış hayattaki iman örnekleri ile dolu kıssaları sadece o gün yaşanmış bitmiş ve ibret alınması gerekmeyen bir olaylar zinciri halinde göstererek bir masal şekline sokarak anlatılması ancak kur'an düşmanları tarafından yapılabilecek yorumlardır. Halbuki kur'an kıssaları hayat kitabı olan kur'anın çağlar boyunca süren tevhid ve şirk mücadelesi örneklerini vererek bağlılarına ibret vesikası olması, iman ve teslimiyet örneklerini vererek yaşanmışlığını ve yaşanabilirliğini göstermesi açısından canlı örneklerdir.Modernist ve tahrifçi yöntemlerle bu kıssalar bir şekilde te'vil ve tahrif edilerek kur'anla hayatın bağı koparılmaya çalışılmaktadır. Bunun en bariz örneklerini "tebyinul kur'an " adlı eserde görmekteyiz. Tabiki her devirde bu tür eserler çıkacaktır ve tabiki her devirde bunların tahirfleri yine kendi elleri ile ortaya konulacaktır.

         EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Tebyinül Kurandan Tahrifül Kuran Örnekleri 5 (İbrahim a.s)

"Tebyinül kur'andan tahrifül kur'an örnekleri " seri yazımıza İbrahim as ın ateşe atılması hadisesini "efsane" olarak niteleyen tebyin sahibinin , kur'anda bu kıssa ile geçen surelerdeki görüşlerini ve burada yaptığı tutarsızlıkları paylaşmaya devam edeceğiz. İbrahim as ın ateşe atılma hadisesi kur'anda enbiya,ankebut ve saffat surelerinde geçmektedir." Tebyinül kur'anda"  sahibinin bu kıssa ile iligli düşüncelerini yine kitabından alıntılarla sizlere aktarıp parantez içi yorumlarla kendi ön kabullerini ayetlere desteklettirme çabalarını göreceğiz. Öncelikle saffat suresinde geçen konu ile iligili ayetlerin mealini "tebyinül kuran" dan paylaşalım.  

97.        Onlar: "Şunun için bir bina yapın da bunu cahîmin [çılgınca yanan ateşin] içine atın!" dediler.
98.        Onlar, ona [İbrâhîm'e] tuzak kurmak istediler de Biz onları aşağılıklar kılıverdik. 

Saffat suresindeki konu ile ilgili ayetleri bu şekilde vererek devamında herhangi bir yorumda bulunmadan sonraki ayetlere geçmiştir. Burada dikkatimizi çeken nokta diğer  surelerde geçen kısımlarda yaptığı yorumu burada yapmadan konuya hiç değinmemişitir. Buradaki verdiği ayet meallerinde herhangi değiştirme yapmadan diğer meallerde gördüğümüz ve doğru olduğunu düşündüğümüz şekilde bir meal vermiştir.Ancak başka surede saffat 97. ayetindeki "cahiym" kelimesi ile ilgili olarak yorumda bulunmuştur. 

Biz onun bu yorumunu konu ile ilgili olarak daha geniş açıklamalarda bulunduğu başka surelerden yaptığımız alıntılarda paylaşmak istiyoruz. Ancak saffat suresinde ibrahim as ın kıssasının devamında ismail as ın kurban edilme hadisesi ile ilgili olarak yaptığı ve doru olduğunu düşünmediğimiz tesbitlerini bir başka yazımızda değinmek istiyoruz. 

Sayın yazarın  bu kıssa ile ilgili olarak ankebut suresindeki mealini de verip daha uzun ve detaylı olarak açıklamalarda bulunduğu enbiya suresindeki bölüme geçmek istiyoruz.  

24 – Sonra onun [İbrahim’in] toplumunun cevabı, yalnızca:  “Onu öldürün veya tahrik edin [yandırın]” demeleri oldu. Sonra da Allah onu ateşten kurtardı. Şüphesiz bunda, iman edecek bir toplum için ibretler vardır. 

Kıssanın bu surede geçen bölümünde de meali "tahrik edin(yandırın) " şeklinde verip detaylı bir açıklamada bulunmadan enbiya suresinde konu ile ilgili yaptığı açıklamaların okunmasını istemiştir. Bizde enbiya suresindeki konu ile ilgili yaptığı açıklamaları sizlerle paylaşmak istiyoruz.  
   
Sayın yazar "İBRÂHÎM PEYGAMBERİN YAKILMASI KONUSU "  isimli bir başlık altında şöyle devam etmektedir. 

"Bu konunun birtakım rivayetlerin etkisinden çıkarılıp Kur'ân'daki ifadelerin gerçek anlamları doğrultusunda tahlil edilmesi gerekir. Konu ile ilgili Âyetler üç ayrı Sûrede yer almaktadır: "

Konu ile iligli verdiği ayetlerin iki  ankebut ve saffat surelerinde olan bölümlerini yukarda önceden paylaşmıştık.  "Enbiyâ: 68–70) Onlar [kavmi]: "Eğer yapanlarsanız, şunu tahrik edin [yandırın] ve tanrılarınıza yardım edin" dediler. Biz: "Ey ateş! İbrâhîm'e karşı soğuk ve güvenli ol" dedik. Ve ona bir düzen kurmak istediler de Biz kendilerini daha fazla hüsrana uğramışlar kıldık "   
Enbiyâ Sûresinin 68 . ve Ankebût Sûresinin 24. Âyetlerinde حرّقوه - harriqûhu ifadesi yer almaktadır. Bu ifade genellikle yakın! olarak çevrile gelmiştir. Biz bu ifade üzerinde biraz tahlil yapacağız:
حرّقوا - Harrikû sözcüğü حرق - h-r-q kökünden, tef'il babından çoğul emir kipidir. Bu sözcüğün mastarı olan تحريق - tahrîq sözcüğü "ateşlendirme" anlamıyla Türkçeye de geçmiştir. (Bir de "hareket" kökünden gelen "harekete geçirme, kışkırtma" anlamında تحريك - tahrîk sözcüğü vardır. Kaf ve Kef harfleri Türkçede sadece " k" harfiyle ifade edildiğinden karıştırılabilmektedir.)
Sözcüğün kökü olan ح ر ق h-r-q, "ateşin alevi"nden gelmektedir. Tahrik, "ateşin bir şey üzerindeki etkisi" demektir. Hastalık nedeniyle gözdeki yanma, hastalıklar nedeniyle kalpteki sızı; soğuk, sıcak ve rüzgâr etkisiyle bitkilerin yanması, acı ve tuzlu şeylerle ağızda oluşan acılar da bu sözcükle ifade edilir. [73–24](Lisanü'l Arab, c.2, s. 404- 406)
Bu durumda bu sözcük "sıkıntı verme, eziyet çektirme, mahvetme" anlamlarında da kullanılabilir. Nitekim Türkçede belâya, sıkıntıya düşüldüğünde "ben yandım, bittim, mahvoldum" denildiği gibi, âni bir sıkıntı geldiğinde de "yandım anam! " denir. 

Ayette geçen "harrikuhu" kelimesinin "ateşte yakma"anlamına gelmediğini savunarak "tahriq etmek" yani "ateşlendirmek" anlamıyla türkçeye geçtiğini savunarak arapçaçada "h-r-k" sözcüğünün "harekete geçirme, kışkırtma" anlamına gelen kelimeyle karıştırıldığını iddia ederek kendisi bir karıştırmada bulunmaktadır.Çünkü "harrikuhu" kelimesine verdiği ateşlendirmek şeklindeki zorlama anlamın "ha-re-ke" kelimesinin anlamı ile bağdaştığını anlayarak orada kelime oyununa gitmiştir. Yukarda alıntı yaptığımız yazısndada gördüğümüz gibi " Sözcüğün kökü olan ح ر ق h-r-q, "ateşin alevi"nden gelmektedir. Tahrik, "ateşin bir şey üzerindeki etkisi" demektir " diyerek ateşin bir şeyin üzerindeki etkisinin "yakmak" olduğunu lisanul araptan aldığı mecazi anlamlarla delillendirmeye çalışmaktadır. 

Sayın yazarın kendisininde iyi bildiğini düşündüğümüz tefsirde bir kaide olan " BİR KELİMENİN İLK KONULDUĞU ASIL ANLAMI O KELİMENİN HAKİKİ ANLAMIDIR. ŞAYET BİR KELİME BAŞLANGIÇTA KULLANILDIĞI İLK ANLAMININ DIŞINDA BENZETME YOLUYLA BİR BAŞKA ANLAMI İFADE ETMEK İÇİN KULLANILIRSA O KULLANILDIĞI ANLAMA MECAZİ ANLAM DENİLİR." İbrahim as ın ateşe atılma hadisesinde " yakma " eyleminin mecaz anlamında kullanıldığını söylemek mümkün değildir

Taha suresi 97. ayetinde samirinin yaptığı buzağı heykelinin yakılmasını anlatan ayetlerde kullanılan kelime ile ibrahim as ın kıssasındaki kelime aynı köktendir ibrahim  as kıssasında geçen "harrikuhu" kelimesine "tahrik edin (yandırın)" anlamı veren tebyin sahibi aynı eserinde taha suresi 97. ayetinde geçen "lenuharrikannehu" kelimesine "Elbette Biz onu yakacağız " şeklinde anlam vermiştir. Acaba neden ibrahim as ın kıssasında kullandığı gibi " elbette biz onu tahrik ettireceğiz(yandıracağız)" şeklinde meal vermemiştir. Şurası muhakkaktır ki, kur'anı kur'andan değilde determinizmin verileri ile anlamaya kalkan kişiler , aynı kelimenin geçtiği başka  ayetlerde çarpıtmaları mümkün olmayacak şekilde meal vermek zorunda kalmalarından dolayı çelişkilerini kendileri ortaya  koymaktadırlar. Sadece "Lisanul arap" veya" tacul aruz" gibi lugat kitaplarındaki sözlük anlamları ileveya kafada oluşturdukları ön kabuller ile  kuranı anlamaya kalkmanın kişileri nasıl yanlış sonuçlara götürdüğünün görülmesi açısından" tebyinül kur'an" adlı eser bariz bir örnek teşkil etmektedir.  

Tebyin sahibi konuya şöyle devam etmektedir. 

Ankebût Sûresinin 24. Âyetinde Onu öldürün veya tahrip edin [yandırın] ifadesi dikkat çekmektedir. Bu ifadeye göre İbrâhîm'e iki cezadan biri verilecektir: Ya ölüm ya da tahrip . Tahrip eyleminde İbrâhîm peygamberin öldürülmesi söz konusu değildir. Onu öldürmeyip mahvedeceklerdir .  

Ayette geçen "onu öldürün veya tahrip edin(yandırın)" ifadesinden iki cezadan birinin verilmesi gerektiğini ifade edip ayetteki "yakın" emrinin o anlama gelemeyeceğini iddia etmektedir.Ancak bu tür bir anlatım nisa suresi 157. ayetinde karşımıza çıkmaktadır. Bu ayet ile ilgili verdiği meali yine eserinden alıntı yapalım.  "Biz, Allah'ın Rasûlü Meryem oğlu Mesih Îsâ'yı gerçekten öldürdük” demeleri nedeniyle onlardan sağlam bir söz aldık. Oysa o'nu öldürmediler ve o'nu asmadılar. Ama onlara o, benzetildi. Gerçekten o'nun hakkında anlaşmazlığa düşenler, kesin bir şekk [yetersiz bilgi] içindedirler. Onların zanna uymaktan başka buna ilişkin hiç bir bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler." Bu ayette geçen " onu öldürmediler ve onu asmadılar" şeklinde geçen kelimelerin uslubu ile "onu öldürün veya yakın" şeklinde geçen cümlelerin üslubu aynıdır. nisa s.157.ayetinde geçen isa as için kullanılan "öldürme ve asma" ile ibrahim as için kullanılan "öldürme ve yakma" işlemlerinin sonucunda ikisinde de ölüm vardır.Ancak tebyin sahibi nisa s. 157. ayetinde bu konu ile ilgili herhangi bir görüş belirtmemiştir. 

Tebyin sahibi şöyle devam etmektedir.

Enbiyâ Sûresinin 70. ve Saffat Sûresinin 98. Âyetlerine göre, toplumu İbrâhîm'i tahrip'ten sonra plan kurmuşlardır. İbrâhîm peygamberi yakıp yok edecek olsalar İbrâhîm peygambere tuzak kurmalarına gerek kalmazdı. Onlar "İbrâhîm'e nasıl eza edebiliriz, sıkıntı çektirebiliriz ve mahvedebiliriz?" diye plan kurmuş olmalıdırlar.

Enbiya 70. ve saffat 98. ayetlerinde geçen "keyden"(tuzak) kelimelerinin kur'anda kullanılış yerlerine baktığımızda Allahın resulleri veya müminler için kurulan "keyd" lerin (tuzakların ) yine Allah cc tarafından başlarına geçirildiği bildirilmektedir. Bu tebyin sahibi tarafından gözardı edilmektedir.

21.70 Ona düzen kurmak istediler, fakat Biz onları hüsrana uğrattık.
 37.98 Ona düzen kurmak istediler, ama Biz onları altettik. 


Ayetlerde geçen son cümleler acaba ne demek istiyor diye düşünen bir kişi bu cümlelerin "birisi için kurulan planın, yapanlar açısından başarısızlığa uğradığını" anlatmak istediğini çok kolay anlaması gerekirdi

"Cahim ve " Nâr " sözcükleri de her zaman gerçek anlamı olan "ateş" anlamında kullanılmaz. Mecâzen aşırı sıkıntı anlamlarında da kullanılır"
diye devam ederek "cahim " ve "nar" kelimelerinin kur'anda kaç yerde hakiki anlamda kaç yerde mecaz anlamında kullanıldığına dikkat etmediğini belli ederek önkabulleri doğrultusunda harekete devam etmektedir. Aslında söylemesi gerekn ve doğru olan cümle şu idi " cahim ve nar sözcükleri de her zaman mecazi anlamında kullanılmaz. Çoğu zaman hakiki anlamda kullanılır". Kur'anda 26 yerde kullanılan "cahiym" kelimesi ,ve yine kur'anda 145 yerde geçen "nar" kelimesi kaç yerde mecaz kullanılmış ? 

Enbiya suresi 69. ayetini " Biz "Ey ateş ! İbrahime karşı soğuk ve güvenli ol" şeklinde çeviren tebyin sahibi 68. ayette verdiği "tahrik edin" meali ile nasıl bir bağlantı kurduğunu anlamak zordur..İbrahim as ın düşmanlarının onu tahrik etmeleri karşısında Allah cc o düşmanlarının tahriklerine karşı "ey tahrik ibrahime karşı soğuk ve güvenlimi ol" demiştir?. Sayın yazar burada kendini maalesef trajikomik bir duruma düşürmüştür.

Sonuç olarak, tebyin sahibinin determinist bir ön kabul ile bakarak ve o ön kabullere bağlı kalarak yaptığı tebyin çalışmaları ,aynı kelimelerin geçtiği başka ayetleri doğru çevirmek zorunda kalması sonucu kendi içinde bir tenakuz arz etmektedir. Bunu İbrahim as ın ateşe atılması olayını gerçek anlamı ile değil mecazi olarak yorumlamaya kalkması sonucunda delil olarak vermiş olduğu ayetleri yine kendi eserindeki başka yerlerde , kedisi tarafından tekzip edildiğin görmekteyiz. İbrahim as ın ateşe atılması olayını kendi ifadesiyle "efsane"  kur'anın deyimiyle " esatirül evvelin" diyerek inkara gitmektedir. 

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

5 Temmuz 2011 Salı

Tebyinül Kur'andan Tahrifül Kur'an Örnekleri 4 (Meryem s.)

"Tebyünül kur'andan tahrifül kur'an örnekleri "başlığı altında yazmaya başladığımız seri yazıların 4. üncü kısmında meryem suresinde isa as  doğumu ile ilgili  17. ayetteki gönderilen "ruhun" zekeriya as ın meryeme getirdiği vahiy iddiası  üzerinde durarak gelen varlığın kim  olduğunu kur'an btünlüğünde anlamaya gayret edeceğiz. Daha önceki yazılarımızın 3. bölümünde "tebyin "sahibinin cebrailin varlığı konusunda getirdiği deliller ile ilgili olarak  yazılarından örnekler getirerek , cebrail diye bir varlığın olmadığı ayetlerdeki "ruh" kavramının vahiy anlamına alınması gerektiğini , bu düşüncesini pekiştirmek için bazı ayetler üzerinde tahrif cüretini gösterdiğini örnekleri ile açıklamaya çalışmıştık. Meryem suresinde ise hz meryeme gelen "ruhun" cebrail değil zekeriya as ın getirdiği vahiy olduğunu iddia etmektedir. Bunu yaparken tenakuz içinde bir yazdığı diğer yazdığının tutmayan bir uslup ile tabiri caizse "debelendikçe batan" bir yöntemle sonuca ulaşmaya çalışmıştır. Ön kabuller eşliğinde kur'ana bakmanın ne derece tehlikeli bir durum  olduğunu gözler önüne sermesi açısından dikkate değer bir eser olan "tebyinül kuran" daki bu gibi ön kabuller neticesinde oluşturulmuş tahrif örneklerini sunmaya devam edeceğiz.    

Meryem s. 16. ve 17. ayetlere tebyin sahibinin verdiği meal şu şekildedir.    


Kitap'ta Meryem'i de an! Hani o, ehlinden [ailesinden, yakınlarından] ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilmişti.
Sonra ehliyle kendisi arasına bir perde edinmişti de Biz ona ruhumuzu gönderdik, sonra o, [ruhu getiren Elçi] ona [Meryem'e] mükemmel bir beşeri örnek verdi. 
    


Parantez içne aldığı ruhu getiren elçiden kastı zekeriya as dır. Öncelikle  meryemin isa as a hamile kalması sahnesinde zekeriya as ın bir rolu olamayacağını düşünmekteyiz şöyleki, Ali imran suresi 37. ayetinde meryemin ,doğumundan sonra zekeriya as ın himayesine verildiğini görüyoruz. Bu himayesine verilmesinin içinde onun yetiştirilmesi ve güvenliğide bulunmaktadır. Meryem s.16. ayetinde "ehlinden doğu tarafına çekilmesinin" arkaplanına baktığımız zaman kendisinin güvenliğini sağlayan birinden mahrum olmasını  görmekteyiz. 17. ayette "perde çekmesi" tabirinden bildiğimiz, gece olunca evlerimizde çektiğimiz perde değildir. Zekeriya as ın ölümü ile himayesiz kalan meryem as kavminin şirk bataklığına bir tepki olarak o kavimden ayrılmasını  kur'an bize" perde çekme" tabiri ile anlatmaktadır. Kehf suresinde bir örneğini gördüğümüz bu şirk toplumundan uzaklaşma hareketi biz müminler için bir örnek teşkil etmektedir, ilerleyen ayetlerde gördüğümüz gibi isa as ın doğumunu müteakip kavmine getirmesinden ve kavmi ile onu müdafaa edecek isa as harici başka birini görmemekteyiz. Şayet zekeriya as hayatta olsaydı meryemi kavmine karşı müdafaa etmesi gerekirdi. Ancak buna cevapta bulmak mümkündür zekeriya as ın meryemin hamile kalması esnasında hayatta olduğu , isa asın doğduğu zaman ölmüş olabileceği söylenebilir. Ancak 17. ayetteki gelen kimsenin zekeriya as olması zaten mümkün değildir. "ona düzgün bir beşer şeklinde göründü" şeklindeki  ayeti ancak tahrif ederek ön kabule uygun olarak işe yarar bir hale getirip oraya zekeriya ası kondurmak mümkün olabilir.  

Sayın yazarın ucundan yakaladığı kendiside şu şekilde anlatmaktadır.  


17. Âyetteki ehliyle kendisi arasına bir perde edinmişti ifadesinden de anlaşılmaktadır. Çünkü bu ifade, onun kendisiyle ailesi arasına bildiğimiz bez perde çektiği anlamına değil, ailesinden mesafelenip uzaklaştığı, ailesiyle irtibatı kestiği anlamına gelir.    

Sayın yazar meryemin ailesinden neden uzaklaştığını biraz düşünse ailesi içinde onu koruyacak bir kimse kalmadığı için ayrılmış olabileceğini anlayabilirdi. Ancak meryeme gelen "ruhu" sadece "vahiy " olarak anladığı için o vahyi getiren birine ihtiyaç duyduğu için zekeriya as a orada yer vermiştir. 


Sayın yazar  konuya şu şekilde devam etmektedir.   

MERYEM'E GÖNDERİLEN RÛH:

Kadr Sûresi’nin tahlilinde yaptığımız ayrıntılı açıklamalarda belirttiğimiz gibi, rûh sözcüğü Kur’ân'da hep "vahiy, ilâhî bilgi" anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla 17. Âyetteki ona rûhumuzu gönderdik ifadesi de "Meryem'e bir takım ilâhî bilgilerin gönderildiği" anlamına gelmektedir. Ancak bu bilgiler doğrudan Meryem'e vahye dilmemiş, bir Elçi vasıtasıyla gönderilmiştir. Bu Elçi, o dönemde yaşamış olan Zekeriya peygamberden başkası değildir.
Çünkü Kur’ân'dan öğrendiğimize göre, Meryem o dönemde Zekeriyyâ peygamberin himayesindedir.
Bu Âyette ruhumuzu gönderdik sözleri ile ifade edilen Meryem'e bilgi verme işlemi, aynı olayı anlatan başka Âyetlerde ruhumuzu üfledik sözleri ile ifade edilmiştir. Yine Kadr Sûresindeki açıklamalarda belirttiğimiz gibi, ruh üfleme tabiri "az bir bilgi ile bilgilendirmek" demektir. Buna göre, Allah'ın Meryem'e ruhunu göndermesi, Elçisi Zekeriyyâ vasıtasıyla Meryem'e bir takım bilgiler yollaması anlamına gelmektedir. Elçinin Meryem'e örnek gösterdiği mükemmel beşer ise o gün henüz bir bebek olan Yahyâ peygamberdir. Çünkü Yahyâ peygamber de kısır anası tarafından daha önce Zekeriyyâ peygambere verilmiş bu bilgi ile dünyaya getirilmiştir.
Özetlemek gerekirse; daha önce kendisine verilmiş olan ilâhi bilgiyi Meryem'e iletmekle görevlendirilen Zekeriyyâ peygamber, bu bilgi sayesinde bir erkeğe gerek olmadan çocuk doğurabileceğini Meryem'e anlatarak görevini yapmış, bu bilginin doğruluğuna kanıt olarak da bebek Yahya'yı göstermiştir. Âl-i İmrân Sûresi’nin 42–43. Âyetlerinde sözü edilen melekler de Zekeriyyâ peygamber ile Meryem'e gönderilen Âyetlerdir. 


Kur'andaki "ruh" kavramı ile ilgili olarak sadece "vahiy ve ilahi biligi" anlamına kullanıldığını iddia ederek , 17. ayette meryeme gelen "ruhun"  ilahi bilgiler olduğunu iddia etmekte, haliylede bu ilahi bilgileri getiren kişinin zekeriya as olduğunu söylemektedir. "fetemessela" kelimesini ise "örnek beşer "olarak çevirmiş  ve bu örnek beşerde yahya as olmuştur!!. Yazar "çünkü kur'andan öğrendiğimize göre ,meryem o dönemde zekeriye peygamberin himayesindedir" derken meryemin ailesinden ayrı bir yere çekilmesini zekeriya as varken neden gerek gördüğü üzerinde hiç düşünmemektedir. Halbuki ayetleri arkaplanını düşünerek anlama gayretinde olsaydı zekeriya ve yahya as ların hayatta olmadıklarını anlardı. Ve "fetemessela" kelimesini şu şekilde açıklık getirmektedir.  

تمثّل - TEMESSÜL:
Temessül sözcüğünün esas anlamı "örnek vermek" demektir. Bununla beraber sözcük, ikinci, üçüncü anlam olarak "insan şekline girmek" manasında da kullanılmıştır. [44–24] (Lîsânü'l-Arab c. 8, s. 200, 201. msl, temessül mad.)
       Kur’ân ile ilgili çalışma yapanlar, genellikle sözcüğün esas anlamı yerine uzak anlamını tercih etmişlerdir. Böyle olunca da Meryem'e haberci olarak Cebrail'in geldiği, korkmasın diye de Cebrail'in ona bir delikanlı kılığında göründüğü yorumları ortaya çıkmıştır.
Biz temessül sözcüğünün esas anlamı ile çevrilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Sözcüğün burada asıl anlamıyla değerlendirilmesi, yukarıdaki alıntıda geçen İncil’in şu ifadesi ile de uyum göstermektedir 


Lisanul araptan yaptığı alıntıyla "temessül" kelimesinin anlamının "örnek vermek" olarak alınmasının incilden aldığı bir ayetle destekleyip uzak anlamı ile alanların oradaki "fetemessela" kelimesini cebrail olarak anladıklarını söyleyerek bu anlayışı red etmektedir. Ragıp el isfahani "el müfredat" adlı eserinde "temessela" kelimesine şu anlamları vermektedir.s 1360.  "(ETTEMESSELA): Musavver , biçimlendirilmiş,belirli bir şekil verilmiş, tasvir edilmiş,şekillendirilmiş,hakedilmiş yada resmedilmiş şey.  (TEMESSELE KEZA): Şöyle birşeyin biçimini,şeklini yada suretini aldı,suretine girdi.  "DÜZGÜN BİR BEŞER HALİNDE ONA TEMESSÜL EDİVERDİ . meryem 17)"   El müfredatta da bu kelime ile ilgili olarak bunlar yazmaktadır.   


Görülüyorki sayın yazar daha önceki bazı yazılarında örneklerini verdiğimiz gibi bir kelime ile birkaç olabilirlilikten bahsedip işine gelen tarafı almaktadır. Bazı yazılarında örneklerini gördüğümüz gibi bazen uzak manayı hiç çekinmeden tercih ederek kendine uyugn bir hale getirmektedir. Bunu ilerleyen satırlarımızda göreceğiz. 17. ayette"ONA DÜZGÜN BİR BEŞER  ŞEKLİNDE GÖRÜNMÜŞTÜ" şeklinde olması gerekn meal cebrailin bir varlık olmadığı önkabulu ile ayeti tahrif ederek "Biz ona ruhumuzu gönderdik, sonra o, [ruhu getiren Elçi] ona [Meryem'e] mükemmel bir beşeri örnek verdi. " şekline parantezler yardımıyla dönüştürmüştür. "debelendikçe batmak " tabirine uygun olarak yazar devam etmektedir. 18. ayetin mealini şu şekilde vermektedir. 

 O, [Meryem] "Ben senden Rahmân'a sığınırım. Eğer sen takiyy [takva sahibi birisi/Takiyy] isen..." dedi.



 bun
 O gelen kişi şayet zekeriya as ise neden meryem ondan korkma ihtiyacı duyar ?.Zekeriya as ın himayesi altında olan meryem ona neden tanımadık bir insan muamelesi yaparak ondan korkar ve onu takvaya çağırır? bunun izahını yapmamaktadır. Ve başkalarının yapmadığı bir yoruma giderek "takva " kelimesi hakkında şöyle demektedir.  

Bu Âyette Allah'tan mesaj getiren Elçiye Meryem'in verdiği tepki dile getirilmiştir.
Buradaki - تقىّ - takiyy sözcüğü "takva sahibi biri" anlamında olabileceği gibi, özel bir isim de olabilir. Bazı kaynaklarda Meryem'in bulunduğu kentte "Takiyy" adında adı kötüye çıkmış, günahkâr bir adamın varlığından bahsedilmektedir. Eğer bu bilgi doğru ise, Meryem'in, yalnız başına yaşadığı yerde kendisine yaklaşan kişinin o kötü kişi olabileceğini düşünmüş ve taciz edilmekten korkarak "Eğer sen Takiyy adındaki kimse isen" demiş olması mümkündür.
Meryem'in Eğer sen takiyy [takva sahibi birisi/Takiyy]isen sözlerinin yer aldığı cümle, bir şart cümlesi olmasına rağmen Âyette cümlenin ikinci [ceza] bölümü mevcut değildir. Bu, okuyanların takdirine bırakılmıştır. Bize göre cümlenin ikinci bölümü "Bana dokunma!" veya "Bana zarar verme!" şekillerinde takdir edilebilir. 


"Debelendikçe batmanın" eseri olarak "takıy" adında bir şahıstan bahsederek meryemin gelen kişiyi  okişi sanarak taciz edilmketen korktuğundan bahsetmektedir. Şimdi adama sormazlarmı " ŞAYET GELEN KİMSE "TAKIY" ADINDAKİ KİMSE OLMASI MÜMKÜN İSE , MERYEM YILLARDIR TANIDIĞI ZEKERİYA AS İLE BİR TACİZCİYİ !  NASIL KARıŞTIRIR ?" mümkün olabilir " yada okuyanların takdirine bırakılabilir" şeklinde kıvırmalarla sayın yazar kendi çelişkisinide ortaya koymuştur. Yazarın 19. ayete verdiği parantezli meal şöyledir.  " O, [Elçi, Zekeriyyâ] "Ben sadece, sana tertemiz bir delikanlı bağışlamam/ bağışlamak için, Rabbinin Elçisiyim" dedi"  
 
Sayın yazarın bir tutarsızlığını ortaya koyma açısından bir örnek olabilecek yazısıda "tebyinül kurandan tahriful kuran örnekleri 2 ( mucize)" başlıklı yazımızda belirttiğimiz meryem suresi 29 ve 36. ayetlerine verdiği meallerdir . Bu ayetlere iki farklı meal veren sayın yazarın bu tutarsızlıklarını göstermek istiyoruz.    Meryem suresi tefsirinde verdiği ayet mealleri şöyledir. 

29-Bunun üzerine o, [Meryem] ona [çocuğa] işaret etti. Onlar; "Biz beşikte bir sabî olan kimseyle nasıl konuşuruz?" dediler 
 30-36 " O, [Beşikteki çocuk] dedi ki: "Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni bir peygamber kıldı. [yaptı] Beni, ben nerede olursam olayım mübarek kıldı. Hayatta bulunduğum müddetçe bana namazı/sosyal desteği ve zekâtı tavsiye etti. Ve beni, anneme iyi davranan bir kimse. [kıldı] Ve beni bir zorba, bir mutsuz kılmadı. Ve doğurulduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak ba's olacağım [yeniden diriltileceğim] gün selâm benim üzerimedir. Ve şüphesiz Allah benim Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O hâlde ona ibadet edin, işte bu, dosdoğru yoldur.

Sayın yazar "mucize kavramı ve peygamberlerin mucizeleri " isimli makalesinde aynı ayetlere şu şekilde meal vermiştir. 

29- Bunun üzerine o [Meryem], ona [çocuğa] işaret etti. Onlar “Biz; yüksek mevkide olan kişiler sabiye nasıl konuşuruz/ Yüksek mevkide olan kişiler sabiye nasıl konuşur?” dediler.
30–33, 34, 36- İşte bu, hakk söze göre, hakkında ihtilâf edip durdukları, “Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. O bana kitabı verdi ve beni bir peygamber kıldı [yaptı]. Beni, ben nerede olursam olayım mübarek kıldı. Hayatta bulunduğum müddetçe bana salatı ve zekâtı tavsiye etti. Ve beni, anneme iyi davranan bir kimse [kıldı]. Ve beni bir zorba, bir mutsuz kılmadı. Ve doğurulduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak ba’s olacağım [yeniden diriltileceğim] gün, selâm benim üzerimedir. Ve şüphesiz Allah benim Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O hâlde ona ibadet edin, işte bu, dosdoğru yoldur” diyen Meryem oğlu İsa’dır  

Tebyinül kur'an eserinin meryem suresi tefsirinde 29. ayete verdiği meal ile diğer makalesinde 29. ayete verdiği meal değişiktir. Tefsirinde verdiği meal doğrudur. Ancak makalesinde mucizeler konusu ile ilgili görüşleri doğrultusunda makalede ayetleri tahrif etme gereği duymuştur. Bu konuyu daha önceki yazımızda işlediğimiz için uzatmak istemiyoruz. Mucizeler konusu ile yazdığı makalesindeki 30.36. ayetler ile ilgili yazdıklarını aşağıya aktarıyoruz.

"Bu paragrafta açıkça İsa’nın peygamberlik görevi ve hayatı özetlenmiştir. Onun tebliğinde de Sünnetullah’ın dışında herhangi bir ayrıcalık söz konusu değildir. İsa’nın misyonu ile ilgili burada verilen özet şu ayetlerde de verilmiştir: "


 Tefsirinde doğru meal vererek konuşturduğu isa as ı," mucizeler "makalesinde ayetleri tahrif ederek susturmuştur.  

Sonuç olarak: oluşturduğu ön kabul sonucunda cebrailin ayrı  bir varlık değil "vahiy ve ilahi bilgi" olduğunu, tahrif ettiği ayetler yardımıyla ulaşan sayın yazar, bu düşüncesine isa as ın doğumunu konu alan meryem suresi tefsirinde devam ederek meryeme gelen " düzgün beşer şeklindeki" varlığı zekeriya as ve oğlu yahya as olarak değiştirmiştir. "debelendikçe batan" bir hızla devam ederek zekeriya as olduğunu iddia eilen varlığın "takıy" adında bir tacizci olabileceğini söyleyerek , meryemin gelen zekeriya as ise neden onu bir tacizciyle karıştırdığını  söylemeyi unutmuştur. Aynı konu ile ilgili ayetleri bir başka makalesinde ayrı bir meal veren sayın yazarın ayaklarının dolaşması dikkat çekicidir.Kişiye yakışan odurki, iddiasında tutarlı olmalı bir dediğini başka yerde kendisi tekzip etmemelidir. RABBMİZ BİZLERİ KUR'ANA TUTARLI OLARAK YAKLAŞAN HALİS KULLARINDAN KILSIN. AMİN   EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

Tebyinül Kur'andan Tahriful Kur'an Örnekleri 3 (Cebrail)

Kur'anı tahrif ederek kendi hevasına uygun bir yorum getirme örneği açısından rezervi bol bir maden mesabesinde olan "tebyinül kur'an " adlı eserden tahrifler sunmaya devam ediyoruz. Bu seride eserdeki "vahiy meleği" yani "cebrail" hakkındaki düşüncelerini doğrulatmak için tahrif ettiği ettiği ayetlerden örnekler vermeye devam edeceğiz.  Öncelikle sayn yazarın  vardığı neticeden yola çıkarak bu yola varmak için ketmettiği ayetleri ne şekilde oynayarak tahrif ettiğini görelim.    

"CEBRAİL, RUH ül KUDÜS, eR rUH üL EMİN, RUHULLAH" isimli makalesinden alıntılar yaparak önce vardığı sonucu sonra bu sonuca varmak izlediği yolu. görelim.  

"""RUHÜ'L-KUDÜS: " روحRuh" ve " القدسkudüs" sözcüklerinden meydana gelmiş bir izafet [belirtili isim tamlaması] olan ve Kur'an'da dört yerde geçen "Ruhü'l-Kudüs" ifadesi, "kudüsün ruhu" demektir. Bu ifadenin bir sıfat tamlaması olarak "kutsal ruh" olarak çevrilmesi yanlış, hatta büyük bir cinayettir. Bu ifade ile ilgili olarak klâsik eserlerde ciddî bir tahlile dayanmayan, tamlamanın yapısına aykırı ve tamlamayı oluşturan sözcüklerin anlamlarına uymayan birçok açıklama mevcuttur. Onlara bağlı olarak hazırlanan bazı ansiklopediler de aynı yanlışları devam ettiren birçok açıklamayla doludur. Ne yazık ki, bunun sonucu olarak "Ruhü'l-Kudüs" ifadesi hakkında ileri sürülmüş birçok yanlış anlam elden ele, dilden dile dolaşmaya devam etmektedir." ""   

Sayın yazar klasik tefsirlerdeki görüş farkılıklarını bahane ederek kendi düşüncesinin haklılığını ortaya çıkarma düşüncesi  ile tefsirlerden alıntılar yapmaya  devam etmektedir. Tefsirlerden örnekler vererek devam ettiği yazısının sonunda şöyle söylemektedir.  

"""Görüldüğü gibi, "Ruhü'l-Kudüs" ifadesine verilen anlamlar "Denildi ki" temeli üzerine kurulmuş, ancak bu sözleri diyenlerin kimliği de, bu dediklerini hangi delile dayanarak söyledikleri de açıklanmamıştır. Yani bu ifadelerin hiçbir ilmi kıymeti yoktur; hepsi zandan ibarettir ve dolayısıyla hiç birisi gerçeği yansıtmamaktadır."""  

Yazısına ""RUHÜ'L-KUDÜS" TAMLAMASININ TAHLİLİ  " başlığı ile devam etmektedir. bu başlık altında "ruh " ve kudüs" kelimelerinin tahlilini yaparak , "kudüs " kelimesinin iki anlama gelebileceğini belirttikten sonra  "ruhul kudüs " kelimesine "Allahtan gelen temiz ilahi " anlamı yüklemiştir. Bu anlamda dikkatimizi çeken klasik bilgilerin aksine "ruhul kudüsün " bir varlık değil " vahiy " anlamını yüklemiş olmasıdır. Yani "ruhul kudüs "vahyi getiren değil gelen vahyin kendisidir. Bunu destek için şuara 192-194. ayetlerinin mealini şu şekilde vermiştir.
 
  """Şuara 192-194: Kesin olan şu ki, o, âlemlerin Rabbinin indirmesidir.
Onunla, uyarıcılardan olasın diye senin kalbine "er-Ruhü'l-Emin [Güvenilir Ruh]" indi.""""

 Sayın yazar temeli attıktan sonra binayı yükseltmeye başlamıştır. Ancak bozuk bir temel üzerine bina edilen  bir yapı  veya eksik malzeme ile yapılan bir yapı  yıkılmaya mahkumdur. Şuara s. 192- 194 ayelerine verdiği mealide bu akıbete duçardır. bu ayetleri kelime kelime tahlilini yapalım.  


"Ve innehu (muhakkakki o) le tenzilü rabbil alemine ( alemlerin rabbından indirilmedir) nezele bihi (onu indirdi ) erruhul emin (ruhul emin) ala kalbike ( kalbinin üstüne) li tekune minel münzirine ( uyarıcılardan olasın diye )"   

Sayın yazar ayetteki "nezele ( indi) fiiline  " be " harfi cerrini  hesaba katmadan anlam vermiştir. çünkü "be "  harfi cerri  lazım (geçişsiz) fiili müteaddi ( geçişli ) yapar. Eğer 193. ayette "bihi" diye bir  kelime olmasaydı  yani " nezele erruhul emin "(  ruhul emin  indi ) şeklinde olsaydı kendisinin verdiği meal doğru olabilirdi, ancak ayet " nezele bihi erruhul eminü" şeklindedir. Buradaki "bihi " nezele  yani "indi kelimesini  indirdi şeklinde okunmasını gerektirir. Sayın yazarın daha önceki yazı serilerimizde belirttiğimiz gibi tahrifine kapı açmak için " bunu yazan yanlış yazmış" yada ben yaptım oldu" şeklinde bektaşi mantığı içinde ayetleri eğip bükme örneklerini vermiştik. Önceden kendisinin oluşturduğu ön kabul doğrultusunda ayetlere mana vermekten çekinmeyerek dil kurallarını ve kur'an bütünlüğünü ayaklar altına almaktan çekinmemektedir.    

Yazı meryem suresinin 17. ayetinin tahrifiyle devam etmektedir . Ancak bu ayet ile ilgili tahrifi meryem suresi ile iligli bir başlıkta ele almayı düşündüğümüz için burada sadece hatırlatmakla gçiyoruz. Verdiği anlamlar doğrultusunda minareyi çalmadan önce kılıf zaten hazırdır artık. Ve şu sonuca varmıştır artık yazarımız. Artık muhammed sav evahyi getiren bir elçi yoktur. yazara göre.
 
 "Sonuç olarak, "kudüs" sözcüğünün geliş yerinin farklılıklarını da hesaba katmak üzere sözcüklerin anlamlarından yola çıkılarak yapılan tahlil, "Ruhü'l-Kudüs" tamlamasının anlamının "Allah'ın ruhu, Allah'ın vahyi, Allah'tan gelen bilgi" olduğunu göstermektedir. "Ruhü'l-Kudüs" tamlamasının bu anlamı taşıdığı, tamlamanın geçtiği ayetlerden de kolayca anlaşılmaktadır:"   


Yazının devamında bakara 87-253, maide 110 , nahl 102 ayetlerini örnek göstererek nahl 102. ayetinin yanlış çevrildiğini bu yanlış!! çevirilerden örnekler vererek kendi doğru!! çevirisini vermektedir. Yazara göre doğru çeviri  ve gerekçesini  makalesinden aktarıyoruz.  

""""Nahl 101-103: Ve Biz bir ayet yerine başka bir ayet getirdiğimiz zaman -Allah ne indirdiğini daha iyi bilen olmasına rağmen- onlar, "Sen, ancak bir uydurucusun" dediler. İşin doğrusu onların çoğu bilmiyorlar.
De ki: "İman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek / tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, senin Rabbinden ona birçok Ruhü'l-Kudüs hakk ile inmiştir.
Ve kesinlikle Biz biliyoruz ki, onlar "Sadece, ona bir beşer öğretiyor" diyorlar. Ona [Peygambere] öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Bu [Kur'an] ise apaçık bir Arapçadır. Görüldüğü gibi, 101. ayette açık ve net olarak Kur'an'ın "Allah'ın indirmesi" olduğu bildirilmektedir. Oysa 102. ayetle ilgili olarak Kur'an'ı Cebrail adlı meleğin indirdiği yolundaki Kur'an dışı kabul, 102. ayet ile 101. ayetlere verilen anlamlar arasındaki çelişkinin görmezden gelinmesine ve 102. ayette bir dilbilgisi kuralının ihlâl edilmesine yol açmıştır. Şöyle ki;


"""102. ayette geçen " نزّلnezzele" filinin aslı " نزلnezele"dir ve anlamı "indi" demektir. Geçişsiz bir fiil olan "nezele" fiili, kural gereği burada Tef'il babından "nezzele"ye dönüştürülmüştür. Bu kalıba sokulan sözcükler sadece fiilde, failde veya mef'ulde çokluğu ifade ederler. Bu kurala göre, ayetteki "nezzele" fiili "çok çok indi" anlamına gelir. Geçişsiz bir fiil olan "nezele" sözcüğünün geçişli hâle dönüşmesi ve "indirdi" olarak anlamlandırılması ancak bir teaddi edatı kullanılmasıyla veya fiilin "enzele" kalıbına dönüştürülmesiyle sağlanır. Ayette geçen "bilhakkı" ifadesindeki " بbe" harf-i cerri ise مصاحبةmusahabe anlamında olduğundan teaddi edatı sayılamaz. Arapça dil bilgisinin bu kuralları gereği ayetteki "nezzelehü ruhu'l-kudüsü" ifadesinin anlamı, "Ona birçok ruhü'l-kudüs [vahy] inmiştir" demektir. "Ruhü'l-Kudüs"ü, yani "vahy"i kimin indirdiği ise 101. ayette belirtilmiş ve indirenin Allah olduğu açıkça ifade edilmiştir. Ortaya çıkan sonuç özet olarak şudur: Kur'an'da geçen "Ruhü'l-Kudüs" ifadeleri, "Vahy, Allah'tan gelen temiz, sağlam bilgiler" demek olup kesinlikle "Cebrail adı verilen vahiy meleği" demek değildir."""""

 Sayın yazar "nezzele " fiili ile ilgili görüşlerini yazarken şöyle diyor," bu kalıba sokulan sözcükler sadece fiilde ,failde veya mefulde  çokluğu sağlar". Ancak sayın yazar tef'il babının çokluğu ifade etmesi yanında müteaddi ( geçişli) manasıda verdiğini neden hatırlamaz ? "nezzele " fiili kur'anda 12 ayette geçmektedir ve bu ayetlerin hepsinde geçişli olarak "indirmek anlamında kullanılmıştır. Ancak yazarın kendisi bile bu 12 yerde geçen "nezzele" fiilini "indirmek" anlamında kullanmaktadır.  "indirdi" olarak diğer ayetlerde meallendirmesine rağmen nahl 102 de " indi" anlamı vererek  "ruhul kudüs" kelimesi vahiy meleği olarak değil "Allahtan gelen temiz  ve sağlam bilgiler " olarak , kendsininde söylediği gibi "cebrail adı verilen vahiy meleği olmadığı" kanaatına varmıştır.  


Vahiy meleği  diye bir varlığın olmadığı yolunaki iddialarını delillendirmek için bakara s. 97-98. ayetlerini şu şekilde meallendirerek devam etmektedir. ayetlere verdiği meal şöyledir.  
"""Bakara 97, 98: De ki: "Kim Cibril'e düşmansa, bilsin ki şüphesiz O [Allah], onu [cibrili], kendisinden öncekileri doğrulayıcı, inananlar için bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine Allah'ın izniyle indirmiştir.
Kim ki, Allah'a, meleklerine, elçilerine, Cibril'e, Mikail'e düşman olursa, bilsin ki, şüphesiz Allah da inkârcılara düşmandır."""


Buradada tahriflere devam ederek  Allahın onun  kalbine cibrili indirdiği şeklinde meal vermişitr. Halbuki başkalarını ayetlere cebrailin olduğu önkabulu ile yaklaşarak "yavuz hırsız" misali kendi yaptığı tahrifi örterek başkalarını tahrifçilkle suçlamaktadır. Halbuki bakara 97. 98. ayetleri bütün meallerde doğru şekilde verilmiştir. Kendi önkabulunu kur'ana onaylatmak amacıyla bu ayetide ketmetmişitr. Ayetlerin doğru çevirisi şu şekildedir.

" de'ki cibrile düşman olan Allahada düşmandır muhakkakki o, kendinden öncekileri tasdik ederek müminlere hidayet ve müjde olan (kitab)ı senin kalbine indirmiştir. kim Allaha ,meleklerine ,resullerine, cibrile ve mikaile düşman olursa bilsinki şüphesiz Allah da o kafirlerin düşmanıdır."
Sayın yazar alt yapıyı oluşturmak amacıyla tahrif ettiği ayetlerin üstüne gecekondu misali binayı kurarak şöyşe devam etmektedir.

"""""Kur'an'ın orijinal ifadesinde Cibril "indiren" değil, "indirilen"dir, yani "inen"dir.
Fakat tüm bunlara rağmen Bakara/97, Nahl/102 ve Şuara/194. ayetler çarpıtılarak Kur'an'ın "Cebrail" tarafından indirildiği anlamına gelen çeviriler yapılmıştır. Hâlbuki bu ayetlerin ön veya arkasında yer alan ayetlerde yine Kur'an'ı indirenin bizzat Allah olduğu açıklanmaktadır. Ne hikmetse, art arda gelen bu ayetlerdeki bu çelişki üstünde durulmamıştır, belki de işin farkında olunmamıştır.
Kur'an'da Kur'an'ın indirilmesi, kitabın indirilmesi, ayetlerin indirilmesi, surelerin indirilmesi, meleklerin [vahylerin] indirilmesi, hikmetin indirilmesi, Tevrat'ın indirilmesi, İncil'in indirilmesi, Furkan'ın indirilmesi ile ilgili üç yüz civarında ayet mevcuttur. Bu ayetlerin hepsinde de bunları indirenin Allah olduğu bildirilmiştir. Kur'an'ı başkasının indirdiğini bildiren hiçbir ayet yoktur, olamaz da. Çünkü Kur'an asla ve kat'iyen kendisiyle çelişmez.""""""

Tahrif etiği ayetlerin yardımıyla yazarın düşüncesi odurki " cibril vahyi indiren varlık değil inen vahyin kendisidir. Kendisi "yavuz hırsız" misali başkalarını tahrifçilikle suçlayarak cebrail diye bir varlığın olmadığı düşüncesini başkalrını çelişki içinde içinde olmakla suçlayarak devam eden yazar  "nezzele" fiilini" çok çok inmek " şeklinde anlayarak , ancak "nezzele" fiilinin geçtiği diğer 12 ayette kendsinin bile "indirdi" anlamı vererek kendi çelişkisini görmemişitr. Allah cc nin diğer ayetlerde gördüğümüz şekli ile vahyi kulu muhammed sav e inidrmek için görevlendirdiği vahiy meleğini yok saymak için yapılacak tek şey ayetleri tahrif metodudur. Biz bu yazımızda sayın yazarın   " vahiy meleğini yok saymak" düşüncesi üzerine kurduğu gecekondunun temellerinin ayetleri tahrif üzerine olduğunu  verdiği ayet örneklerini ne şekilde tahrif ettiğini göstermek  üzerinde durmak istedik. vahyin ne şekilde muhammed sav e geldiği yolundaki düşüncelerimizi " VAHYİN MUHAMMED SAV E GELİŞİ " başlıklı yazımızda anlatmaya çalıştık.
RABBİMİZ BİZLERİ AYETLERİNİ  KENDİ HEVASI DOĞRULTUSUNDA ANLAYAN KULLARININ ŞERRİNDEN MUHAFAZA ETSİN.

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

Tebyinül Kur'andan Tahrifül Kur'an Örnekleri (2) Mucize

Son yıllarda kur'an ile ilgili araştırmalarda hakim olmaya başlayan yanlış eğilimlerden biriside batı kaynaklı düşünceler  ışığında kur'ana bakma eğilimidir. Bu bakış en fazla ,resullerin vasıtasıyla ,doğa üstü olaylar şeklinde gereçekleşen adına genel olarak "mucize" dediğimiz konularda yoğunlaşmaktadır. Bu bakış kaynağını  "DETERMİNİZM" denilen batı çıkışlı , olayları sebep sonuç ilişkisi içinde değerlendiren , tabiri caizse otomatik pilota bağlanmış bir kainat ve bu kainatı yöneten varlığın buna hiçbir şekilde müdahelesinin  sözkonusu olmadığı, dolayısı ile kur'anda "mucize" kavramı içinde değerlendirilen olayların imkansız oluşu yönünde bir düşünce üreterek , kur'anda israiloğuları için söylenen" kitabın bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak" ayetinin muhatabı durumuna düşmüşlerdir.   

Kur'anda ki "ayet" kavramı genel olarak Allahın hem resullerine indirdiği kitaplar için, hemde kainattaki gücünün ve kudretinin bir işareti olarak kullanılmıştır. Yani" görsel ayetler" dediğimiz kainat kitabını bir nevi inkar yolunda bir anlayış olan bu olaylara yamuk bakışın gerekçeleri olarak bu anlatımların "mecazi " bir anlatım olduğu iddasının yanısıra "DETERMİNZİM" kaynaklı bakışını kur'ana onaylatmak amacı ile kur'an ayetlerini tahrif etme cüretini maalesef görmekteyiz. Kur'anı anlamak için yine "kur'anın bak dediği yerden" değil, "başkasının bak dediği yerden" bakmaya başlayınca düşülen duruma örneği yine "tebyinül kur'an" adlı eserde bol bol görmekteyiz. Daha önceki yazımızda kendi düşüncesini kur'ana onaylatmak amaçlı olarak  maide s. 38. ayetinin nasıl tahrif ettiğini görmüştük. Bu yazımızdada mucize kavramı çerçevesinde musa as ve isa as kıssasından verdiği örnekleri nasıl tahrif ederek yansıtmaya çalşıtığını göreceğiz.     

Yazarın "Kur'anda mucize sözcüğü geçmez. Kur'anda "ayet (alamet/gösterge) sözcüğü yer alır" şeklindeki sözüne katılıyoruz. Katılmadığımız , bu sözüne ilave olarak muhammed as a izafe edilen mucizeleri yazısına alarak bu iddialar üzerinden kendi düşüncesini temellendirmesidir. Rivayet kitaplarında muhammed sav adına uydurulan yüzlerce mucize yalanı üzerinden kur'anda diğer resullere izafe edilen "ayetleri (mucizeleri)" inkar etmek , ifrata karşı tefrit düşüncesinden başka birşey değildir.  

Yazar ankebut s. 50 ve 51 ayetini örnek göstererek devamında   "Rabbimiz “İndirilen yetmedi mi” buyrulurken, Allah’ın peygamberlere vahiy dışında bir gösterge vermediği yaratmadığı gerçeği de açıklanmaktadır. "  diyerek muhatabın burada tekil olarak " muhammed" as olduğu halde bunu diğer peygamberlerede şumullendirerek dolaylı bir tahrif yapmıştır.   
Araf s 103 ile 108 ayetlerine verdiği mealde musa as ın asası "birikim " olarak meallendirilmiştir. Ancak tahrifin dahada bariz olarak görüldüğü yer isa as ın kıssası ile ilgili olan yeridir.    

Ali imran s. 45. ile 51 ayetlerini vererek başladığı yazısına 46. ayetin mealini şu şekilde vermiştir. "Yüksek mevkide bulunarak ve yetişkin biri olarak insanlarla konuşacaktır da. " diğer meallere baktığımız zaman " beşiktede yetişkin ikende insanlarla konuşacaktır" şeklinde olan bu mealdeki "fil mehdi" (beşikte) kelimesini " yetişkin iken" kelimesi olarak çevirme gerekçesini şu şekilde açıklamaktadır.   

"Tebyin çalışmamızda, Mushaf tertip heyetinin, Mushaf’ı tertip ederken kronolojik bir tertip yapmadıkları, necmlere dikkat etmedikleri, bazı paragraflardaki cümlelerin, bütün ayet halindeki cümle öğelerinin gerekli dilbilgisi kurallarına uygun tertip etmediklerini yüzlerce kez göstermiş idik. Bu durumu, bir zamanlar, tertip heyetinin dilbilimi açısından uzman olmayışına, önce bütünü koruyup sonra düzeltmelerin yapılması yolunu tercih ettiklerine yormuş idik.
Ne var ki, bu heyetin ve baş sorumlunun bu olumsuzluklara karşı duyarsız kalışı, bu nedenle birçok olayların ve katliamın ortaya çıkışı buna rağmen tertibin birçok nedenle irdelenmesinin engellenişi; bizde, bunun, ihmalden, gafletten değil ihanetten kaynaklandığı kanaati oluşmasına sebep olmuştur." 

Kendi dilbilgisi ilmi "lisanul arap" veya tacul aruz" dan aldığı bilgiler olan zat kendi düşüncelerine uygun bir mushaf tertip etmedikleri için tertip heyetini cahillikle suçlamaktadır. Tahrif düşüncesine "filmehdi" kelimesinden yola çıkarak yazar şunları söylemektedir. 

"Biz tahlilimizi önce bu pasajda ve İsa ile ilgili diğer ayetlerde yer alan ve “beşik” anlamıyla çevirdiğimiz “المَهدel MEHDİ” sözcüğü üzerinde yaptık. Bu sözcük, bilindiği üzere tüm diğer sözcükler gibi ilk Mushaf nüshalarında harekesiz olarak yazılıdır. Bu sözcüğün “المَهدel MEHDİ”, “المُهدel MÜHDİ” ve “المِهدel MİHDİ” olarak okunması mümkündür. "

Sayın yazar ilk mushaftaki arap yazısının nokta ve harekeden yoksun olmasını kalkan edinerek "el mehdi " kelimesinin başka şekillerde okunabileceğini öne sürerek bu değişik okumalardan çıkardığı mana üzerinden iddialarını delillendirmeye çalışmaktadır. Öyle okunması gerektiğine kendini inandıran yazar yine "lisanul arap" ve tacul aruzdan" o kelimeye verilen mana üzerinden giderek yola devam etmektedir.   

"Elimizdeki resmi Mushaf’ta bu sözcüğün İsa ile ilgili olarak ilk geçtiği yer Al-i İmran; 38, 39. ayetlerdir. İlk Mushaf’lardan İsam nüshasında bu ayetlerin yer aldığı 385. varak kayıptır. Bu sayfa Davud b. Ali Keylaniy tarafından Mekke’de 1437/841 senesinde yazılarak Mushaf’a yerleştirilmiştir.(Mushaf-ı Şerif; İSAM yayınları) Ne kayıp olan sayfayı harekeli olarak yazanlar ayetteki “المهدel mhd” sözcüğünü harekelememişlerdir. Yani sözcüğü “المَهدel mehdi, “المُهد el mühdi ve المِهدel mihdi” okunabilir kılmışlardır. Meryem; 29. el mehdi sözcüğünü “المُهد el Mühdi” şeklinde okursak ayetin anlamı otomatikman “Bunun üzerine o [Meryem], ona [çocuğa] işaret etti. Onlar, “BİZ; YÜKSEK MEVKİDEKİ KİŞİLER, SABİYE NASIL KONUŞURUZ?” dediler.” şeklinde olacaktır.  "

Sayın yazar "elimizdeki resmi mushafta bu sözcüğün isa ile ilgili olarak ilk geçtiği yer ali imran 38. 39 ayetleridir" demesine rağmen bu sözcüğün ayetin neresinde geçtiğini bulamadık. Yazar kendi düşüncesini pekleştirmek maksadıyla kur'anın mevsukiyetine dahi dil uzatmaktan geri durmamış "elmehdi" kelimesinin  harekelenmemesini "mal bulmuş mağribi" gibi sarılmaktadır. Ve noktayı koymaktadır "el mehdi" kelimesinin anlamı " YÜKSEK MEVKİ" dir artık  isa as da "yüksek mevkilere sahip biri olarak insanlarla konuşacaktır!!!!
Sıra meryem s. 29. ayete gelmektedir. Sayın yazar orada "nukellimu" kelimesinide yine kur'anın ilk nüshalarının hareke ve noktadan yoksun olması kalkanına sarılarak, zaten tertip heyeti cahil ve arapça ilminden yoksun "lisanul arap" veya "tacul aruz" dan nasibini almamış kişilerdi. Bunlarda aslı güya "yukellimu" olması gereken kelimeyi yanlış yazarak "nukellimu" şeklinde yazmışlardır. Sayın yazar minareyi çalmadan önce kılıfı hazırlamış" ve artık tahrife zemin hazırlanmıştır.   

"Yine bu ayetin orijinalindeki “نكلّمNÜKELLİMÜ” diye okunan sözcüğün, ilk nüshalarının harekesiz oluşu ve bu sözcüğü oluşturan harflerin “يكلّمYÜKELLİMÜ” şeklinde de okunabileceği gerçeğinden hareket ederek ayeti manalandırırsak ayetin anlamı, “Bunun üzerine o [Meryem], ona [çocuğa] işaret etti. Onlar, ‘YÜKSEK MEVKİDEKİ KİŞİLER, SABİYE NASIL KONUŞUR?’ dediler.” Şeklinde olur.  " demektedir.  

Bu gibi kitap tahrifçileri her zaman olmuştur ve olacaktır. Kur'an onları bizlere şu ayetlerle haber vermektedir.  

-----2.79 Vay, Kitabı elleriyle yazıp, sonra da onu az bir değere satmak için, «Bu Allah katındandır» diyenlere! Vay ellerinin yazdıklarına! Vay kazandıklarına!
 

-----4.46 Yahudilerden, sözleri yerlerinden değiştirip: «İşittik ve karşı geldik, kulak vermeyerek dinle» ve dillerini eğip bükerek ve dini yererek: «Bizi de dinle» diyenler vardır. Şayet: «İşittik ve itaat ettik, dinle ve bizi gözet» demiş olsalardı, onlar için daha iyi daha doğru olurdu. İşte Allah inkarları yüzünden onlara lanet etmiştir. Onların ancak pek azı inanırlar.  
-----5.13 Sözlerini bozdukları için onlara lanet ettik, kalblerini katılaştırdık. Onlar sözleri yerlerinden değiştirirler. Kendilerine belletilenin bir kısmını unuttular. İçlerinden pek azından başkasının daima hainliklerini görürsün, onları affet ve geç. Allah iyilik yapanları şüphesiz sever.
-----5.41Kalbleri inanmamışken, ağızlarıyla, «İnandık» diyenler, yahudilerden yalana kulak verenler ve başka bir topluluk hesabına casusluk edenlerden inkara koşanlar seni üzmesin. Sözleri asıl yerlerinden değiştirirler de, «Böyle bir fetva size verilirse alın, verilmezse kaçının» derler. Allah'ın fitneye düşmesini dilediği kimse için Allah'a karşı senin elinden bir şey gelmez. İşte onlar Allah'ın, kalblerini arıtmak istemediği kimselerdir. Dünyada rezillik onlaradır. Onlara ahirette de büyük azab vardır.   

 Kendi hevasına uygun olarak kitabın ayetlerini eğip bükenler , bu düşüncelerinin kur'an bütünlüğüne uygun olup olmadığına baktıkları zaman yaptıkları tahrif ile önce kitabın korunmuşluğuna gölge düşürmekte sonra" zaten yazanlar yanlış yazmış ben doğrusunu yazdım " diyerek üstteki  ayetlerin muhatabı olmaktadırlar. Konuyu kur'an bütünlüğünde ve ayetleri tahrif etmeden okuduğumuz zaman karşımıza nasıl bir isa as çıkmaktadır onu görelim.  

 Ali imran suresi 45. ile 51. ayetlerinin meali şu şekildedir.   


-----45- Hani melekler, dediler ki: "Meryem, doğrusu Allah Kendinden bir kelimeyi sana müjdelemektedir. Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir. O, dünyada ve ahirette 'seçkin, onurlu, saygındır' ve (Allah'a) yakın kılınanlardandır."
-----46- "Beşikte de, yetişkinliğinde de insanlarla konuşacaktır. Ve O salihlerdendir."
-----47- "Rabbim, bana bir beşer dokunmamışken, nasıl bir çocuğum olabilir?" dedi. (Fakat) Allah neyi dilerse yaratır. Bir işin olmasına karar verirse, yalnızca ona "ol" der, o da hemen oluverir."
-----48- "Ona Kitab’ı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek."
-----49- İsrailoğulları’na elçi kılacak. (O, İsrailoğulları’na şöyle diyecek:) "Gerçek şu, ben size Rabbinizden bir ayetle geldim. Ben size çamurdan kuş biçiminde bir şey oluşturur, içine üfürürüm, o da hemencecik Allah'ın izniyle kuş oluverir. Ve Allah'ın izniyle doğuştan kör olanı, alaca hastalığına tutulanı iyileştirir ve ölüyü diriltirim. Yediklerinizi ve biriktirdiklerinizi size haber veririm. Şüphesiz, eğer inanmışsanız bunda sizin için kesin bir ayet vardır."
-----50- "Benden önceki Tevrat'ı doğrulamak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak üzere size Rabbinizden bir ayetle geldim. Artık Allah'tan korkup bana itaat edin."
-----51- "Gerçekten Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O'na ibadet edin. Dosdoğru olan yol işte budur."   


Meryem suresi 27. ile 34. ayetlerinin meali şöyledir.    

-----27- Böylece onu taşıyarak kavmine geldi. Dediler ki: "Ey Meryem, sen gerçekten şaşırtıcı bir şey yaptın."
-----28- "Ey Harun'un kız kardeşi, senin baban kötü bir kişi değildi ve annen de azgın, utanmaz (bir kadın) değildi."
-----29- Bunun üzerine ona (çocuğa) işaret etti. Dediler ki: "Henüz beşikte olan bir çocukla biz nasıl konuşabiliriz?"
-----30- (İsa) Dedi ki: "Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum. (Allah) Bana kitabı verdi ve beni peygamber kıldı."
-----31- "Nerede olursam (olayım,) beni kutlu kıldı ve hayat sürdüğüm müddetçe, bana namazı ve zekatı vasiyet (emr) etti."
-----32- "Anneme itati de. Ve beni mutsuz bir zorba kılmadı."
-----33- "Selam üzerimedir; doğduğum gün, öleceğim gün ve diri olarak yeniden-kaldırılacağım gün de."
-----34- İşte Meryem oğlu İsa; hakkında kuşkuya düştükleri "Hak Söz".   


Ali imran s 46. ayetinde gördüğümüz gibi "beşikte insanlarla konuşacak" şeklinde söz verilen isa as ın bu konuşması meryem s.30. ayetinde karşımıza çıkıyor. Yetişkin iken konuşmasından örnekleride diğer surelerdeki ayetlerde görmekteyiz.   Sayın yazar 29.ayeti evirip çevirip kelimeleri kendi hevasına uygun olarak  "ben yaptım oldu" mantığı içinde Allahın "görsel ayet" dediğimiz kainatın işleyişine her an müdahele edebileceğini kabule yanaşmamaktadır.  

Sonuç olarak, kur'anı dışardan ithal edilmiş fikirlerden biri olan "DETERMİNİZİM" in doğrultusunda okumanın sonucu olarak kainata müdahele etmemesi gereken bir Allah inancı ile karşı karşıya kalmaktayız. Ancak kur'an bizlere bunun tersini söylemektedir. Allah cc kainat üzerinde yegane tasarruf sahibidir. Bunun böyle olduğunu kabul edip ancak kur'anda bazı resullerin eli ile kendi kudretini göstermesini kabul etmemek ve daha kötüsü bu düşüncesini empoze etmek için kur'an ayetlerini eğip bükmek, kelimeleri yerinden oynatmak iyi niyetle bağdaşan bir hareket olamaz. Bugün elimizde olan mushafın tertibinde ve kelimelerinde şüphe uyandırarak" tertibinin böyle olması gerekir, bu kelimenin böyle olması gerekir " diyerek kendi görüşlerinin aksine tertip ve yazım yapanları cahillikle suçlayıp"lisanul araba " veya tacul aruza" kur'andan fazla değer veren birisi herhalde cahillikle suçladığı tertip heyetinden daha cahildir ve dahası artniyetlidir.  

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

4 Temmuz 2011 Pazartesi

"Tebyinül Kur'an" dan Tahrifül Kur'an Örnekleri (1) (Maide s. 38. Ayet)

Geçmişte ve gelecekte müslümanlar için en büyük tehlikelerden biri kur'anı, kafada oluşturulan ön kabuller doğrultusunda okumak ve o okuma neticesinde kur'andan asla onay alamayacak neticeleri , "kur'an böyle diyor" diyerek, israiloğulları için kur'anda "elleri ile kitap yazmak" yada "dillerini eğip bükmek" tabirinin muhatapları olmak durumuna düşmeleridir. Örnek vermek gerekirse kur'anda peygamber sav eşleri için kullanılan "ehli beyt" tabiri  zaman içinde siyasi kaygılar neticesinde genişletilerek  hz ali ve fatımanın soyundan gelen 12 imam bugün "şia" mensupları tarafından günahsız masum imamlar addedilmiş ve onların etrafında kesinlikle kur'andan onay almayan yalanlar türetilmiş , akıllara zarar çıkarımlar sayesinde bugün şia için 12 put oluşturulmuştur. Tasavvuf ekolunun örneğin maide suresinde 35. ayetinde "ona vesile arayın" ayeti ona ulaşmak için araya aracılar koyun şeklinde anlaşılmış ve şirk düşüncelerine alet edilmiştir. günümüzdede "kuran merkezli düşünce" söylemi ile yola çıkarak determinist bir kafayla kur'an kıssalarına bakanlar o kıssadaki bazı olaylar üzerinde yorumlar yaparak merkezden kaymışlardır.

Günümüzde modernist yaklaşımların etkisinde kalınarak geliştirilmeye çalışılan kur'anı anlama çalışmalarına yazımızın başlğıı olan "tebyinül kur'an" adlı eser güzel bir örnektir. Eserde , modernist ve tarihselci yaklaşımların etkisinde kalınarak özellikle kur'an kıssaları üzerinden yapılan anlama (tebyin!) çalışmaları maalesef tahrif çalışması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sözlerimizi kuru bir iddia olarak değil eserden yaptığımız alıntılarla aynı yazı başlığı sunmaya gayret edeceğiz. Bu yazımızda" tarihselcilik "anlayışının etkisinde kalınarak anlamaya çalışılan maide s. 38 ayetini sayın yazarın eserinden yapacağımız alıntılar ile tahrif yapıldığını iddia ettiğimiz noktalar üzerinde durmak istiyoruz. Önce eserden bu ayetin mealini ve ayet ile ilgili yazılanları görelim.

 "Hırsız erkek ve hırsız kadın; bunların yaptıklarına karşılık, Allah'tan bir engelleyici uygulama olarak hemen ikisinin de gücünü/ellerini [ikiden çok el] kesin. Ve Allah, Azîz'dir, Hakîm'dir."

"Âyette geçen أيد - eyd sözcüğü, يَد - ye sözcüğünün çoğulu olabileceği gibi, أيَدَ -eyede filinden tekil mastar ve isim de olabilir. ( Sâd Sûresinin 17, Zâriyât Sûresinin 47, Sâd Sûresinin 45. Âyetleri) Tekil olduğu ve eyede fiilinden geldiği kabul edilirse sözcük. "kuvvet" anlamına gelir. Yedsözcüğünün çoğulu olduğu kabul edilirse sözcük, "eller" [üç ve daha fazla el] anlamını ifade eder. Hırsızın ikiden fazla eli olmadığına göre, buradaki "eller" sözcüğü, mecazî olarak anlaşılmalıdır. Bu sözcük, yedullâh [Allah'ın eli] şeklinde de birçok Âyette geçmektedir. Allah'ın eli olmadığından, buralarda da sözcük, mecazî anlamıyla kabul edilmelidir.
Yed sözcüğü mecazen, "kuvvet, zenginlik, iktidar, saltanat, nimet, yay, elle yapılan işlerin tümü" anlamında kullanılır.
Anlaşılan o ki, O ikisinin ellerini kesin ifadesi, "onların hırsızlık yapma güçlerini, gerekçelerini ortadan kaldırın" anlamındadır. Burada kesme işini, – Yûsuf Sûresinin 31. Âyetinin delâletiyle– elinde bir iz bırakmak üzere kesme şeklinde yorumlamaya gerek olmadığı gibi, Âyetin metni de buna izin vermez."

Sayın yazarın maide s. 38. ayeti ile ilgili olarak alıntıladığımız yazısından anlaşıldığına göre kur'andaki hırsızlığın cezası olarak emredilen el kesme cezasının hakiki bir anlam değil mecaz olarak anlaşılması gerektiği "o ikisinin ellerini kesin " ifadesinin güçlerini ortadan kaldırın anlamında anlaşılması gerektiğini ileri sürmektedir. Ayet ile yaptığı yorumlara geçmeden önce "tarihselcilik" akımının getirdiği bir anlayış ile kur'ana bakanların kur'andaki ceza ayetleri ile ilgili düşünceleri üzerinde kısaca durmak istiyoruz.

"Tarihselcilik" düşüncesinde kur'anın ceza hükümlerinin belli bir zaman için geçerli olabileceği, bugün için uygulanabilirliliği olamayacağı dile getirilmek istenmektedir. Bu konu dile getirilir ikende " kur'anın ne dediği önemli değil ne demek istediği önemlidir" şeklinde bir slogan üretilerek kafalar çelinmeye çalışılmaktadır. Bu slogana göre kur'andaki hırsızlık veya zina fiileri için verilen cezaların asıl amacı  caydırıcılıktır ve bu caydırıcı cezalar günümüzde, kur'andaki şekli ile değil bizim tesbit edeceğimiz bir yöntem ile yapılabilir. Ele alacağımız eserdeki maide suresi 38. ayet ile ilgili yorumlarda bu düşünce etrafında üretilmeye çalışılan fikre ışık tutmaktadır. Bu ışığı tutarken, ayetlerin metni ve kur'an bütünlüğü dikkate alınmadan yapılmaktadır.

 Sayın yazar  ayette geçen "yed " kelimesinin hakiki olarak değil mecaz manası ile anlaşılması gerektiğini öne sürerek "Allahın eli"deyiminin nasıl mecaz olarak anlaşılması gerekiyorsa buradaki "el"inde mecaz olarak anlaşılması nı savunmaktadır. Ancak ayette "Allahın eli"deyimi gibi mecaz anlaşılması gereken bir durum yoktur. Sayın yazar, eserindeki maide s. 33 ayeti ile ilgili mealinide şöyle yapmıştır."Allah'a ve elçisine karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların –siz onlar üzerine güçlü olmazdan [onları yakalayıp kontrol altına almazdan] önce tövbe edenler hariç– karşılığı, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak ve ellerinin çaprazlama/arka arkaya kesilmesi, ya da bulundukları yerden sürgün edilmeleridir. Bu, onlar için dünyada bir zillettir. Âhirette de onlar için büyük bir azap vardır. Artık iyi bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." Bu ayetlerde ve 38. ayette geçen "ellerin kesilmesi" emrini, 33. ayette hakiki anlamı ile alan yazar 38. ayete gelince " burada el kelimesi mecaz olarak anlaşılmalıdır"der.Yazara göre, 38 . ayette mecaz olarak anlaşılması gereken "el" kelimesi neden 33. ayettede mecaz olarak anlaşılmaz? yada 33. ayette hakiki olarak anlaşılan" el" kelimesi 38. ayettede neden mecaz olarak anlaşılırdda hakiki anlam olarak anlaşılmaz? sorusunu soracak birisi için yazar maalesef ilgili bir açıklamada bulunmamıştır.

Sayın yazarın 38. ayeti mecaz olarak anlaşılması gerektiği yolundaki düşüncesine delil getirdiği kelimelerden biride ayette geçen" eydiyehüma" kelimesidir. Ayette geçen "eydiye" kelimesi "yed" kelimesinin çoğuludur. Burada sayın yazar kur'anda arapça gramer kaidelerine aykırı olarak geçen bazı kelimelerin olduğunu görmezlikten gelerek kelime oyunu ile düşüncesini kabul ettirme yoluna gitmektedir. Bahsettiğimiz, kur'anda arapça kurallarına aykırı bazı kelimelerin olması kur'an düşmanlarının iddia ettiği gibi yazanların yaptığı bir hata değildir. Ayetteki "hüma" iki kişi anlamında tesniye zamiridir "eydiye" kelimesi çoğul bir kelime olduğu için ayetin meali " iki kişinin ellerini" anlamına gelir. Sayın yazar burada ön kabulleri doğrultusunda bir delil bulduğunu zannederek hemen atlamış ancak burada kayaya toslamıştır. Tahrim suresi 4. ayetindede maide s. 38. ayetindeki aynı kuraldışılığı görmekteyiz

Yazarın kendi yaptığı mealden tahrim suresi 4. ayeti meali şöyledir . " Eğer ikiniz, Allah'a tevbe ederseniz... –çünkü kesinlikle ikinizin kalbi kaydı.– Yok eğer o'na [Peygamber'e] karşı dayanışmaya girerseniz, hiç kuşkusuz bizzat Allah o'na mevlâ'dır [yardımcıdır, destekçisidir, koruyucudur, yol göstericidir], Cibrîl ve iman edenlerin sâlihleri de. Ve bunlardan sonra melekler de o'na arka çıkarlar."

Bu ayetin metninde geçen "gulubüküma" (ikinizin kalbi) kelimesi ile maide s. 38. ayetinde geçen "eydiyehuma" kelimesi kuraldışılık açısından aynıdır. Tahrim 4. ayetindeki "küma" tesniye (ikili) siga ile geçen "gulub" kelimesi çoğul bir kelimedir. Sayın yazarın maide s. 38. ayetinde işlettiği mantığa göre burayada maide 38. ayetine ( ikiden çok el) parantezi koyduğu gibi (ikiden çok kalp) parantezi neden koymamıştır? Görülüyorki kur'an özellikle tahrifçilere karşı kendini savunabilen bir kitaptır. Bir ayeti veya kuralı görmezlikten gelerek yapılan bir tahrif çalışması kişinin yüzüne tokat gibi patlar.  

Yine sayın yazarın kelimeler üzerinde oynayarak yaptığı tahrife örnek olarak verebileceğimiz kelime maide s. 38. ayetindeki "nekelen" (ibret) kelimesine diğer ayette nasıl bir anlam verdiğidir. Bu kelime bakara s. 66. ayetindede geçmektedir. Maide s. 38. ayetinde "nekelen" kelimesine "engelleyici bir uygulama" anlamı veren sayın yazar bakara 66. ayetindeki bu kelimeye şu meali vermektedir.  "Sonra da onu [aşağılık maymunluğu], önlerindekilere [çağdaşlarına] ve sonrakilere müthiş bir ders ve muttakiler için bir mev‘ize [nasihat, öğüt] kıldık.". Bakara s. 66 ayetinde "nekelen" kelimesine "müthiş bir ders"anlamını veren sayın yazar maide 38. ayetine gelince aynı kelimeye "engelleyici bir uygulama" anlamı neden vermiştir?. Bakara s. 66 ayetindeki " nekelen" kelimesi 65. ayetteki "cumartesi ashabına" verilen cezanın sonradan gelenlere bir ibret olarak verildiğini bildirmektedir. Maide s. 38. ayetindeki bu kelime yine hırsızlık yaparak eli kesilenlerinde sonrakilere bir ibret olmasını bildirmektedir. Ancak "tarihselcilik" düşüncesinden aldığı ön kabul neticesinde hırsızlığın cezası olarak emredilen " el kesme " cezasını hazmedemeyen sayın yazar bu düşüncesini ancak ayetleri tahrif ederek ulaşma yoluna gitmektedir.

Sayın yazar ayeti kendi hevasına uygun bir şekilde tahrif ettikten sonra neticeyi şu cümleler ile özetlemektedir ."İslâm, cahiliye Araplarının hırsızlık için uyguladıkları el kesme cezasını farklı bir boyuta çekmiş; hırsızlığa karşı tedbirler alınmasını emretmiş ve hırsıza verilecek cezanın şeklini toplumlara bırakmıştır." Kitabında hırsıza verilecek cezayı bildiren rabbimizin emirlerine karşılık sayın yazar "cezayı topluma bıraktığını" söyleyecek kadar cüretkarlaşmaktadır. 
Görüldüğü gibi kafayı kur'an dışı fikirlere kiralayarak yapılan bir tebyin!! çalışması ancak tahrif çalışması olarak karşımıza çıkmaktadır. Hamdolsunki, rabbimizin bize indirdiği kitap kendi sağlamasını yine kendisi yaparak tahrif çalışmalarına karşı kendini savunmaktadır. Bundan sonraki yazılarımızda adı geçen eserdeki buna benzer tahrif çalışmalarının örneklerini ortaya koymaya gayret edeceğiz.  Gayret bizden başarı Allahtandır.     
                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.