Bakara s. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bakara s. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Kasım 2015 Pazartesi

Bakara s. 125. Ayeti : El Beyt'in (Kabe) İnsanlar İçin Mesabe Kılınması

Allah (c.c) nin bizim için razı olduğu (5.3) , ve ondan başkasının bizden kabul edilmeyeceği (3.85) din'in bir rüknü  olan Hac ibadeti , diğer rükünlerin mekanik ve ruhsuz bir hale getirilmesine paralel olarak, aynı şekilde ruhsuz ve mekanik bir hale getirilmiştir. Tevhidi bir yaşamın, sembollerle ile ifadesi olan bu ibadet , amacından uzak bir şekilde ifa edilerek , tamamen ilmihal bilgileri etrafında oluşturulmuş kuralların ifa edilmesi ile "Hacı bey" veya "Hacı abla" lakabını almaya yönelik bir ibadet haline getirilmiştir. Bu yazımızda , Bakara s. 125. ayeti etrafında bu ibadetin nasıl bir maksadı olduğunu okumaya ve anlamaya çalışacağız. 

Ayet ile ilgili okumaya başlamadan önce , insan hayatında önemli bir yeri olan "Sembol" kelimesinin bizim için nasıl bir anlamı olduğunu bilmenin fayda getireceğini düşünüyoruz. 

"Sembol" kelimesi ; "Duyularla ifade edilmeyen şeylerin somut hale sokularak ifade edilmesi" anlamına gelir. Dini alanda semboller önemli bir anlama sahiptir. Hac ibadeti bağlamında bu sembollerin önemi, özellikle "Beyt" (ev) kelimesinin sembolize ettiği anlamın okunması sonucunda daha doğru ve kolay anlaşılacaktır

Ve iz cealnâl beyte mesâbeten lin nâsi ve emnâ(emnen), vettehizû min makâmı ibrâhîme musallâ(musallen) ve ahidnâ ilâ ibrâhîme ve ismâîle en tahhirâ beytiye lit tâifîne vel âkifîne ver rukkais sucûd(sucûdi).

[002.125] Biz, Beyt'i (Kâbe'yi) insanlara mesabe ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim'in makamından salatgah edinin . İbrahim ve İsmail'e: Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim'i temiz tutun, ahid vermiştik.

Mekke şehrinde bulunan Kabe'nin , "El Beyt" olarak isimlendirilmiş olmasının ne anlama geldiğini anladığımız zaman , ayet içinde gelen sonraki ibareler olan makam , salat,tavaf , rüku ve secde kelimeleri ile nasıl bir mesaj verilmek istenildiğini anlamak kolaylaşacaktır. 

"El Beytü" kelimesi ; "Gecenin karanlığından sığınılan yer" anlamında olup, bu anlamı  Kur'anda geçen "Zulümat" (Karanlık) kelimesinin, mecaz anlamdaki kullanışları ile alakasını kurarak okuduğumuzda, Kabe olarak bildiğimiz El Beyt'in işlevini anlamak kolaylaşacaktır. 

[002.257] Allah, iman edenlerin velisidir, onları karanlıklardan (ezzulumat) aydınlığa (ennur)çıkarır. İnanmayanların dostları ise Tağut'tur, onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır. İşte onlar cehennemliklerdir, hep orada kalacaklardır.
[005.015-16]  Ey kitap ehli! Kitaptan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu açıklayan, çoğundan da vazgeçen peygamberimiz size geldi. Ayrıca size, Allah'tan bir nur ve apacık bir kitap da gelmiştir.Allah , rızasına tâbi olanları onunla selâmet yollarına götürür ve onları izniyle zulmetlerden nûra çıkarır ve onları dosdoğru yola hidâyet eder.
[006.039] Ve o kimseler ki, Bizim âyetlerimizi yalanladılar. Zulmetler içinde kalmış birtakım sağır ve dilsizlerdir. Allah Teâlâ kimi dilerse şaşırtır, kimi de dilerse doğru bir yol üzerinde kılar.

Bu ve benzeri ayetlerde geçen "Zulümat" kelimesi , Allah (c.c) nin vahy ile göstermiş olduğu yolun ret edilmesi halinde kişinin düştüğü durumu tasvir etmektedir.

İnsanların karanlıktan sığındıkları yerin adının "Beyt" (ev) olması ile, Kabe'nin "El Beyt" yani karanlıklardan sığınılan bir yapı olmasının ne  anlama geldiğini açıklamaktadır. Senenin belirli bir zamanında oraya gelebilme imkanı olanlar tarafından yapılan bir takım sembolik ritüellerle Allah (c.c) önerdiği bir hayatın nasıl yaşanması gerektiğine dair bilgiler, yeniden hatırlanır ve tazelenir, ve dünyanın diğer şehirlerinde yaşayanlar için Müslümanlar tarafından oluşturulan örnek bir şehir hayatının nasıl olduğu Mekke şehrinden tüm dünyaya ilan edilir. 

Çünkü Hac adı verilen bu ibadet, içinde ticari yaşamı da barındıran bir panayır havası içinde icra edilerek, insanların en yaşantısında önemli bir yer tutan sosyal hayatın nasıl yaşanması gerektiği, bu şehirde pratize edilerek gösterilir.

Bakara s.125. ve Hac s. 26. ayetlerinde, Allah (c.c) nin "Beytiye" (Evim) dediği Kabe, vahiyden uzak bir hayatın getirdiği karanlıktan sığınarak eminliğe ve güvene sığınılan bir adres olarak yapılmış sembolik bir yapıdır.

El Beyt'in "Mesabeten" kılınması ; 

Çevirilerde "Sevap kazanma yeri" , "Toplanma yeri" gibi anlam verilen bu kelime , bu kelimeler ile ifade edilemeyecek kadar anlamlıdır. 

"Mesabeten" ; "Bir nesnenin önceden üzerinde bulunduğu ilk durumuna , veya düşüncede amaçlanmış , düzenlenmiş veya hazırlanmış olan durumuna geri dönmesi " anlamına gelen "Sevbün" sözcüğünden türemiş, zaman ve mekan ismi sigasında bir kelimedir.

Bu kelimenin içerdiği anlamı dikkate alarak  "El Beyt" , insanlar için fıtrat ayarlarına geri dönme mekanı , fıtrat yasalarını hatırlama mekanı, tabiri caiz ise fabrika ayarlarına geri dönüş mekanı olarak bina edilmiş bir yapı olduğunu söyleyebiliriz.
 
İnsan'ın fıtratında , kendisini koruyacağına inandığı güçlü ve yüce olarak bildiği varlığa sığınmak gibi özellik vardır. "Beytürrab" (Evin reisi) deyimi Arapların günlük dillerinde kullandıkları bir kelime olup , bir evin içinde söz sahibi olan kimse için kullanılan bir deyimdir. 

Araf s. 172. ve 173. ayetlerinde beyan edilen , fıtratımıza yerleştirilmiş olan Allah (c.c) yi Rab olarak tanıma bilme yetisi , Kureyş suresi içinde, "Şu Beyt'in Rabbine kulluk etsinler" sözü ile pekiştirilmektedir. Allah (c.c) nin "Beyt'in Rabbi" olması demek, evin içinde söz sahibi yani evin reisi olması anlamını taşımakta olup, Mekkeli ilk muhataplar tarafından çok iyi bilinen bir olgudan hareketle , kendisinin bizlere karşı olan nimetlerinin karşılığında her konuda söz ve yetki sahibi olan birisi olarak bizlere tanıtmaktadır.

El Beyt'in "Emnen" güvenli bir yer kılınması ;


[003.096-97] Muhakkak ki insanlar için konulmuş ilk ev; çok mübarek olarak kurulan ve alemler için hidayet olan Bekke'deki dir.Orada apaçık deliller vardır, İbrahim'in makamı vardır; kim oraya girerse, güvenlik içinde olur; oraya yol bulabilen insana Allah için Kabe'yi haccetmesi gereklidir. Kim inkar ederse, bilsin ki; doğrusu Allah alemlerden müstağnidir.

Al-i İmran suresi içindeki bu ayetler, konumuz olan ayet ile yakında ilintili olup, emin olma durumu bu ayet içinde de okunmaktadır. Beyt'in esas anlamı olan, tehlikeden sığınma amaçlı olarak sığınılan bir yer olması , "Kabe" adı ile bildiğimiz yapının içine hakiki anlamda girilerek emin olma  durumunu değil, o binanın sembolize ettiği anlamın göz önünde bulundurularak , Allah (c.c) nin evine yani onun elçileri ile indirmiş olduğu vahye sığınarak dünya ve ahiret korkusunda emin ve korunmuş olmayı ifade etmektedir.

Fıtratında sığınma ihtiyacı olan biz insanların sığınabileceği tek güvenli ev "Beytullah" yani Allah'ın evi olup, buraya sığınan kişi o evin sahibinin kendisi için koymuş olduğu yasaları hayatında uygulaması neticesinde yani evin kurallarına uyarak emin ve güvenli bir hayat yaşayacaktır. 

Yaşadığımız dünyayı bir çeşit ev olarak kabul edecek olursak , bu evin sahibi Allah (c.c) dir. Beyt'ürrab olan Allah (c.c) evin reisi olarak o evde rahat ve huzurlu yaşamamız için belirli kurallar koymuş ve evin içinde başkasının kural koyma gibi bir yetkisi olmadığını beyan etmektedir. 

Bu evin dışında başka bir ev de yaşamak gibi bir imkanımız olmadığına göre evin Rabbi olan Allah (c.c) nin kurallarına uymak zorundayız , bunun tersi bir durum yani evin bireylerinden olan biz gibi insanlar ev içinde kural belirlemeye kalktığında zaman ev içinde huzursuzluk çıkarak, bardak, tabak, masa, sandalye ne varsa kırılarak, şu andaki yaşadığımız dünyanın içinde bulunduğu durum meydana gelecektir. 

Kısacası Kabe olarak bildiğimiz yapı, yaşadığımız dünyanın  küçük bir prototipi olup , bu dünyada nasıl yaşanması gerektiği Kabe etrafında yapılan ritüellerle gösterilmektedir.

İbrahim'in makamından salatgah edinmek ; 

Bu cümlenin Hac ibadeti esnasında hayata geçiriliş şekli , İbrahim (a.s) ın Kabeyi inşa ederken basamak olarak kullandığı rivayet edilen camekan içindeki taşın bulunduğu yerde namaz kılmak şeklindedir . Allah (c.c) acaba bu emir ile bizlere bunu mu emrediyor yoksa daha kapsamlı bir anlama sahip bir cümle midir ? sorusunun cevabını biraz araştırmaya çalışalım. 

 "Makam" kelimesi ; "Ayak üzere kalkıp durmak" anlamındaki "Kame" kelimesinden türemiştir. Bu kalkış, bir şeyi gözetip koruma amaçlı olabileceği gibi , bir şeye azmetmek içinde olabilir.

Makam kelimesi ise, bu kıyamın yani kalkışın yapıldığı zaman ve mekan ismi olarak kullanılır."İbrahim'in makamı" deyimi ile anlatılmak istenilen şey, onun bastığı taşın olduğu mekan değil, onun Kur'anın muhtelif surelerine dağılmış olan kıssası içinde anlatılan Tevhit mücadelesini hatırlamak, yad etmek ve o mücadelenin sebebi olan şirk'in hayat içinden kaldırılması için her türlü çalışmanın adıdır.

İbrahim (a.s), yaşadığı ev (Dünya) içinde bu evin Rabbi tarafından konulan kuralları kabul etmeyerek , kendi kurallarına göre bir ev (Dünya) yönetimi isteyenlere karşı, bu evin (Dünya) gerçek Rabbi olan Allah (c.c) nin kurallarını canı bahasına savunarak bir KIYAM sergilemiş, ve Allah (c.c) bizlere onun bu duruşunu örnek edinen bir hayat sergilememizi istemektedir. 

Muhammed (a.s), atası İbrahim (a.s) ın bu sünnetini yani yolunu en doğru bir biçimde okuyarak, risaleti öncesindeki Kabe içinde başka rablerin hükmünü sembolize eden putları, 23 senelik bir mücadele içinde yerle bir ederek, gerçek bir salatı hayata ikame etmek için çalışmıştır.

Allah (c.c) bizlere , "İbrahim'in makamından salatgah edinin" emri ile , onun yolunu yani sünnetini izlemek sureti ile onu kendimize örnek edinerek , onun yaptığı gibi şirk'e karşı kıyama yani ayağa kalkarak , şirk'i hayat içinden kaldırmak için çalışmayı emretmektedir. Salat kelimesinin içerdiği anlam namazı içine alan geniş bir anlam alanına sahip iken , sadece namaz ile anlamı daraltılmış, namaz ise sadece ilmihal bilgileri ile sınırlandırılmış mekanik bir hale getirilmiş tevhidi bir eylem olduğu şuuru kaybolmuş bir halde eda edilen bir ritüel  haline gelmiştir. 

Beyt'in (evin) tavaf edenler, akifler, rüku ve secde edenler için temiz tutulması ; 

Allah (c.c) İbrahim ve oğlu İsmail'e verdiği bu emrin mahiyeti, ellerine süpürge alıp her gün Kabe nin etrafını süpürerek toz ve topraktan korumaları değildir.

"Tavaf" kelimesi; "Bir nesnenin etrafında yürümek" anlamındadır. Koruma amacıyla evlerin etrafında dönüp dolaşan kimseye "TAİFUN" denilmesi , Kabe etrafında dönmenin yani tavaf etmenin ne olduğunu güzel bir şekilde açıklamaktadır. 

Hacc ibadetin bir rüknü olan Kabe nin etrafında dönüp dolaşmanın, yani tavaf etmenin ifade ettiği sembolik anlamı şöyle okuyabiliriz ; Kendisini "Beytullah" ın yani Allah (c.c) nin evinin ferdi sayan herkes bu evin korunmasını üzerine almış demektir. Çünkü eve ve ev halkına musallat olabilecek bazı tehlikelerden korunmak gerekmektedir. Her ne kadar bu gün sadece şekilselliği kalmış olarak yapılan bir ritüel olsa da, Kabeyi tavaf etmenin ifade ettiği anlam, insan hayatının en önemli rüknü olan tevhidi yaşamın korunmasını ifade etmektedir.

Bu gün Mekke ye giderek Kabe yi tavaf ettikten sonra doğduğu günkü gibi günahsız olarak ülkelerine döndüğünü düşünen bir çok Müslüman, yaşadığı hayat ile başka evleri yani başka hayat sistemlerinin etrafında dönüp dolaşarak, Hac esnasında yaptıkları Kabe tavafının aksine başka kabe leri tavaf etmekte ve o sahte kabelerin yapıcılarının vaaz ettikleri sistemleri hayatlarında pratiğe dökmektedirler.

"Akif" kelimesi ; "Bir şeye yönelmek, sıkıca yapışmak , ve tazim yollu ona devam etmek ve kendini hasretmek" anlamındadır. 

Bu kelimenin Beyt yani Allah'ın evi ile ilişkisini , Akiflerden olmak demek, hayatını o Beyt'in Rabbinin vaaz ettiği kurallar dahilinde idame ettirmesi , o evin kurallarına sıkıca yapışarak başka kurallara tabi olmaması , ondan başka Beyt'ürrab yani en reisi tanımaması sadece onu büyüklemesi şeklinde okuyabiliriz. 

Ruku ve secde kelimeleri; Eğilmek, bükülmek, alçak gönüllüğü ve itaatkar olmayı, kendisinden yüce olarak bildiğinin karşısında ona olan kibrini kırdığını beyan göstergesidir. 

[022.027-8]  İnsanlar arasında haccı ilân et ki, gerek yaya olarak, gerekse nice uzak yoldan gelen yorgun argın develer üzerinde, kendilerine ait bir takım yararları yakînen görmeleri, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine belli günlerde Allah'ın ismini anmaları (kurban kesmeleri için) sana (Kâbe'ye) gelsinler. Artık ondan hem kendiniz yeyin, hem de yoksula, fakire yedirin.

Hac ibadeti, "Dini hayat" , "Sosyal hayat" şeklinde bir ayrımın yanlış olduğunu hayatın tek çatı altında toplanarak, bu çatının altında yaşanan bütün olgunun adının "Din" olduğunu ve insanlara hatırlatmaktadır. "Din" dediğimiz şey sadece belirli ritüelleri ifa ederek yaşanan bir olgu değil , hayatın bütün anında yaşanan bir olgu olduğunu Hac ibadetinin adeta bir panayır havası içinde eda edilmesinden anlaşılmaktadır.

Hacc esnasında yasak olan bir takım davranışlar, bu yasakların sadece o zaman ve mekana has olarak değil, sosyal yaşamın bir gereği olan saygı ve hoş görünün insan ve hayvan nev'inden olan herkesin yaşama hakkına saygı duymayı ifade eder. Mekke şehri bu anlamda insan ve hayvan onurunun nasıl korunması gerektiğini merkeze alan bir yaşamın model şehir olarak görülebilir. 

Hac ibadetinin ticari bir yaşam içerisinde olması bu ibadeti sadece kuru bir ritüel olarak görmenin ne kadar yanlış olduğunu göstermektedir. Ticari hayat, insan hayatının en önemli unsuru olup , insanların birbirlerine karşı olumlu veya olumsuz davranışların sergilediği bir alandır. Bu hayat tarzı tabiri caizse hayatın lokomotifi olup, bu hayat tarzı düzgün bir biçimde işlediği zaman, hayatın diğer unsurları buna bağlı olarak düzgün olarak çalışacaktır. 

Şimdiye kadar yazılanları toparlayacak olursak; 

İnsanlar için kurulan ev olan Mekkede ki Kabe'nin yılda bir defa insanlar tarafından Hac edilmesi, insan yaşamında esas olması gereken Tevhid'in ritüelize edilmiş bir gösterisidir. "Beyt" (ev) temsili üzerinden , insan fıtratında var olan sığınma ihtiyacının bu ev üzerinden sembolize edilerek anlatılması maalesef bu gün işlevini yitirmiş bir Hac ibadetini beraberinde getirmiştir. 

Beyt yani Kabe, insanın fıtratına dönmesini , fıtrat ayarlarını hatırlatan bir yapı olup , burada onun yapmış olduğu hareketler, bu fıtrata dönüşü ifade etmektedir. İnsan fıtri olarak yüce bir varlığa sığınma ve ona tabi olma itiyadına sahip olması nedeniyle bu itiyat "Şeytan" tarafından değiştirilmeye çalışılarak , Allah (c.c) nin dışında başka sığınma mercileri olabileceği vesvesesi verilmeye çalışılır. 

Hac ibadeti ile bizler Allah (c.c) nin dışında bir merciye sığınılmayacağını tüm dünyaya ilan ederek, diğer insanları da böyle bir sığınma içine girmeye davet ettiğimizi, bizlere başka adresler göstermeye çalışanlara karşı olduğumuzu ilan ederiz. 

Kendisinin Kur'ana nispet ederek tanımlayanların dahi bu ibadet'in gerçek mahiyetini anlayamayarak, bazı cahillerin yaptıklarını kalkan edinerek bu ibadet hakkında ileri geri sözler etmiş olmaları, onların Kur'anın bu tür anlatımları hakkında ne kadar cahil olduklarını göstermektedir.

El Beyt yani Kabe nin İbrahim (a.s) ismi ile birlikte anılması bizlere çok önemli mesajlar vermektedir. Yaşadığımız dünyayı Kabe ile eşleştirerek bir okuma yapmaya çalıştığımız zaman, bu dünyada yaşayan insanların "Beytürrrab" olan Allah (c.c) nin reisliğine tabi olmaları gereği yani Beyt'in kurallarına uygun yaşaması gereği ortaya çıkmaktadır. 

Beyt'in temiz tutulması ise, pislik olarak ifade "Şirk" in ev yani dünya dan silinerek , Allah (c.c) nin koyduğu kuralların hayata hakim olması anlamındadır. Muhammed (a.s) evin nasıl temiz tutulması gerektiğini atası İbrahim (a.s) ın , ona vahyedilen kıssasından okuyarak nasıl bir yöntem izlemesi gerektiğini okumuş ve hayata geçirmiş , neticede 23 yıl süren bir mücadele Beyt yani evin şirk unsuru olan putlardan temizlenmesi olarak gerçekleşmiştir. 

Sonuç olarak; Allah (c.c) nin biz kullarına ön gördüğü , sadece kendisinin reis olarak bilindiği bir ev (dünya) içinde yaşam sürme gereği , Hac adı verilen ibadetler içinde sembolize edilerek öğretilmektedir. "Kabe" olarak bildiğimiz yapı, insanın fıtratında var olan sığınma olgusu öne çıkarılarak, sığınılması gereken bir ev olarak temsil edilmekte, oraya sığınan kimsenin emin ve güvende olacağı beyan edilmektedir. 

Kur'anın beyan ettiği Hacc ibadeti ile , bu gün bir çok Müslümanın eda ettiği Hac ibadeti arasında dağlar kadar fark olduğunu üzülerek ifade etmek istiyoruz. Bu durum, kendisini Kur'ana nisbet ederek inancının kurallarını bu kitabın belirlediğini iddia eden bir kısım insan tarafından kalkan edinilerek , böyle bir ibadetin olmadığı gibi bir yanlışa düşürmüştür. Bizler kişilerin yanlışına göre değerlendirmede bulunmak değil , doğrularımızı dikkate  alarak değerlendirmede bulunduğumuz zaman bu tür absürt çıkarımların ne kadar yanlış olduğunu daha kolay görebiliriz. 

Rabbimiz bizleri Hac ibadetinin gerçek mahiyetini anlayan kullarından kılsın. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.  

12 Kasım 2015 Perşembe

Bakara s. 111-112. Ayetleri : Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir

Allah (c.c) göndermiş olduğu elçi ve kitapları ile bizlere , yaşadığımız dünya hayatının geçici , ahiret hayatının ise kalıcı olduğunu beyan etmektedir. Ahiret hayatında , "Cennet" ve "Cehennem" olmak üzere iki mekan olduğunu , bu mekanlarda kalacak olanların , buraları yaşadıkları dünya hayatı içinde yapacak olduğu amelleri ile hak edeceklerini bildirmektedir. 

Allah (c.c) Kur'anda, cennet veya cehenneme gidecek olanların, bu mekanları hak etmek için, belirli kimliğe sahip olmaları şartını değil , belirli kriterlere göre bir yaşam sürmelerini gerekli kılmış olsa da , her din mensubu cennete kendilerinin gideceklerini iddia ederek , cennetin  rezervasyonunu şimdiden yaparak cenneti tekellerine almışlardır. 

Bakara s. 111 ve 112. ayetleri bu durumu bizlere anlatan , cennete gitmenin kriteri konusunda bilgi veren ayetlerdendir. 

[002.111] Ve dediler ki: Yahudi ve Hristiyan olanlardan başkası cennete girmeyecek. Bu onların kuruntusudur. De ki: Eğer sadıklar dan iseniz delilinizi getirin.
[002.112] Hayır... Kim muhsin olduğu halde yüzünü Allah için salim kılarsa işte onun için Rabbinin nezdinde mükâfaatı vardır. Ve onların üzerine bir korku yoktur. Ve onlar mahzun da olmayacaklardır.

 Ayetlere baktığımızda , Yahudiler kendilerinin , Hıristiyanlar da kendilerinin cennete gideceklerini söylemektedirler , cenneti tekelleştirme furyasına biz müslümanları da katacak olursak , bizlerde cennete sadece bizim gideceğimizi iddia etmekteyiz. Tekelci mantığa sahip olan ,Yahudi ve Hıristiyanların kendi yollarından başka yolun doğru olmadığı iddiaları başka ayetlerde de geçmektedir.

[002.135]  «Yahudi veya Hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız» dediler. «Doğruya yönelmiş olan ve Allah'a eş koşanlardan olmayan İbrahim'in dinine uyarız» de.

[004.122-125] İman edip iyi ameller işleyenleri ise altından ırmaklar akan, içinde ebedi olarak kalacakları cennetlere yerleştireceğiz. Bu Allah'ın vaadidir. Kim Allah'tan daha doğru sözlü olabilir.O, ne sizin kuruntularınıza, ne de kitap ehlinin kuruntularına göredir. Kim bir kötülük yaparsa onunla cezalanır ve Allah'tan başka da ne bir koruyucu, ne de bir yardımcı bulabilir.Erkek olsun kadın olsun kim mümin olarak iyi ve yararlı işler yaparsa, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar bile hakları yenmez.Ve din itibariyle daha güzel kimdir o kimseden ki, muhsin olduğu halde yüzünü Allah a teslim etmiş, ve Hanîf olarak İbrahim'in milletine tâbi olmuştur. Allah da İbrahim'i bir dost edinmiştir.

Yahudi ve Hıristiyanlar  tarafından dillendirilen , ancak Allah (c.c) tarafından reddedilen tekelci mantığın aynısı bu gün Müslümanlar tarafından dile getirilerek , Müslümanlardan başkasının cennete gidemeyeceği iddia edilmektedir. 

Bu yazının konusu Yahudi ve Hıristiyanların da cennete gidebileceği değildir. Yazının konusu belirli bir kimliğe sahip olmak değil , belirli kritere sahip olmak ve bu kriterlerin ne olduğu üzerinedir.

Biz Müslümanlar , Kur'anın reddettiği Yahudi ve Hıristiyan olanların cennete gideceği düşüncesini , aynen devam ettirerek , sadece bizlerin cennete gideceğimiz iddiasını dile getirmekteyiz. Ancak "Müslüman kimliği altında yaşadığımız bu hayat acaba bizi cennete götürmeye yetecek mi ?" sorusunu kendimize sorarak bunun cevabını aramaya çalıştığımız pek söylenemez.

Bu gün "İslam dini"ne mensubiyet adına yaptığımız ameller olan , ve sadece ritüel boyuta indirgenmiş namaz , oruç , hacc gibi ibadetleri ihya etmemiz sonucunda cennete gideceğimiz gibi bir inanç mevcuttur. Bu inanç doğru bir yaklaşım olmayıp , İslam dinini  sadece tapınaklarda yaşanan bir din haline , Müslümanları da cami dışında başka dinlere ,yani başka sistemlere tabi olan insanlar haline getirmiştir. 

Bu gün insanlara "Din" dediğimiz zaman , bir çoğun aklına , sadece belirli zamanlarda yaşanan ve hayatın bir kısmında hakim olan kurallar akla gelmektedir. Din kavramının hayatın her zamanı ve anına dair söyleyecek sözü olduğu , bir çok kişi tarafından bilinmemekte , veya bilinse dahi bu kuralların artık uygulanamaz olduğu düşüncesidir. Aynı insanlar hayatlarında uyguladıkları veya tabi oldukları kuralların, İslam harici bir din'in kuralları olduğunu maalesef bilmemektedirler.

Cennete nasıl gidilir ve oraya kimler gider?.

Allah (c.c) ayetlerinde , iman edip salih amel işlemek ve Muhsinlerden olmak neticesinde cennete gidileceğini beyan etmektedir, peki bu şartların içi nasıl doldurulur ?. Muhammed (a.s) ve arkadaşları tarafından yaşanan din  iman sadece dil ile söylenen bir söz değil , hayat içinde yaşanan bir olgudur , zaman içerisinde iman kavramı etrafında gelişen farklı mülahazalar Kur'anın perspektifinden bakılmaması sonucunda bazılarını memnun etmek için eğilip bükülen bir kavram haline getirilmiştir . Müslümanlar olarak yaptığımız en büyük hata , "İman" kavramının tarifini amele dökmemek sureti ile onu sadece dilde söylenen bir söz haline sokmak olmuştur. 

Klasik İslam düşüncesinde iman'ın tarifi , "Dil ile ikrar kalp ile tasdik" şeklinde olup , yüzyıllardır bitmek tükenmez tartışmalardan bir tanesi, "Amel imandan bir cüz müdür değil midir?" tartışmalarıdır. "Ehli sünnet velcemaat" akidesine göre ,ameller imandan bir cüz değildir , eğer ameli imanın bir cüzü sayarsak herkes kafir olur korkusu ile iman sadece dile tahsis edilmiş bu iman'ın ispatı olması gereken amelsiz bir iman, cennetin garantisi !! sayılmıştır. 

Hayat sahasından çıkarılmış , ve sadece söze indirgenerek , cennetin garantilendiği bir din söylemi ve tatbiki içine giren biz Müslümanların artık dünyaya söyleyecekleri bir şeyleri kalmamıştır. Bu durum maalesef başta bir Müslümanları ve diğer insanları temeli zulme dayanan beşeri dinlere mahkum etmiştir.

"Salih amel"siz  iman sahiplerinin cennete gitme şansları ne kadarsa , "İman"sız salih amel sahiplerinin cennete gitme şansları aynıdır. 

Geçmişten gelen , amel imandan bir cüzmü dür değilmi dir ? tartışmalarının temelinde yatan sebeb , Allah (c.c) nin dininin tüm kuralları ile yaşam alanına sokulmak istenilmeyişidir. Amelin imandan bir cüz olmadığı düşüncesi akide olarak dine sokulduğunda , insanlar Allah (c.c) nin dinini hayata pratize etmek gibi bir mecburiyetten kurtulmuş olacaklar , neticede kafalarına göre takılmanın önü açılmış olacaktır. Bu tarif ile, hayata pratize etmek amacı ile indirilmiş olan  İslam yaşanan bir hayat içinden çıkarılmış , ortaya çıkan boşluk ise başka sistemler tarafından doldurulmuştur.

Amelsiz iman'ın ne işe yaradığı, bu gün dünya üzerindeki müslümanların durumuna bakıldığında , imansız amel'in ne işe yaradığı ise bu gün dünya üzerinde yaşayan gayri müslimlere baktığımızda daha kolay anlaşılmaktadır. 

Bu gün dünya üzerinde yaşayan Müslümanların büyük bir kesiminin "Din" olarak bildikleri en önemli etkinliklerden bir tanesi, bu dinin kutsal kitabı olan Kur'anı okumaktır. Kur'an sadece sevab kazanmak , hastaları iyileştirmek , kızına koca , oğluna eş , işlerin açılması v.s gibi şeylere faydası olan bir kitap haline getirilmiştir. 

Biz Müslümanların, kitabımızı bu hale getirmiş olmamız , yaşadığımız dünya hayatı içerisinde bizlerin büyük bir zillet ve meskenet damgası yememize sebep olmuş ve bu damga halen üzerimizdedir. Biz Müslümanların yaptıkları en önemli hatalardan birisi de , "Ayet okumak" denilince sadece Kur'an içindeki ayetlerin okunacağı zannı ile yaşanan bir dini hayatın akla getirilmesidir.

Bizim dışımızdaki insanlar , özellikle Avrupa ve Amerika , Japonya gibi ülkelerde yaşayan insanlar ise, "Ayet okumak" denilince Kur'an dışında olan , "Kainat ayetleri" denilen ayetleri okuyarak büyük bir maddi güce ulaşmışlardır. Kısacası Müslümanlar kitabın bir kısmına , Müslüman olmayanlar ise kitabın diğer bir kısmına iman etmektedirler. 

Her iki kesimde ortaya çıkan en büyük eksiklik, "Kitap" kavramı içine giren ayetlerin bütününü okuyamamaktan kaynaklanmaktadır. Kitap ve kainat içindeki ayetlerin birbirinden ayrılarak okunması sonucunda ortaya çıkan durum , içinde yaşadığımız dünyanın kan ve gözyaşı seli içinde boğulmasına sebep olmaktadır.

Cennete gidebilmek için "Kitab" ın tamamı okunmalıdır. Yani , kevni ayetleri sadece bir kesim , kitabi ayetleri sadece bir kesim okumamalıdır. Kevni ayetlerin okunması sonucu batılılar tarafından elde edilen güç servet doğru kullanılmayarak , emperyalist amaçlar için kullanılmaya başlanmıştır. Bu durum ise,"kevni ayetleri okuma klavuzu" diyebileceğimiz Kur'anın, batılı emperyalistler tarafından okunmayarak bir nevi canavara dönüşmelerini beraberinde getirmiştir. 

Biz Müslümanların Kur'an okuması şu misale benzemektedir ; Herhangi bir beyaz eşya bayiinden aldığımız buzdolabı  televizyon v.s gibi eşyanın içinde bulunan kullanma klavuzunu sadece okumak sureti ile o eşyanın çalışmasını beklemektir. Halbuki o eşyanın içine kullanma klavuzunun konulma sebebi , o klavuzdaki talimatları okuyarak eşyanın doğru çalışmasını sağlayacak kurulumu yapmaktır. 

Müslüman olmayanların ise kevni ayetleri okuması şu misale benzemektedir ; Yapmış oldukları herhangi bir teknoloji ürünü aletin nasıl kullanılması gerektiğine dair olan bilgileri göz ardı ederek , "biz yaptık istediğimiz gibi kullanırız" mantığını güttükleri için yaptıkları teknoloji onların ellerinde bir zulüm aracı haline gelmiştir. 

Halbuki Müslümanların yapması gereken şey , Kur'an ile birlikte kevni ayetleri de okumaya çalışmak , Müslüman olmayanların ise , kevni ayetler ile elde edilmiş olan teknolojinin nasıl kullanılması gerektiğini, kitabi ayetlerden öğrenmek olmalıdır.

Batılı emperyalistler tarafından kevni ayetlerin okunması sonucunda elde edilen silahlar başlarından boca edilirken , biz Müslümanların yaptığı şey sadece bu durumun sona ermesi için beddua seansları düzenlemek ve gökten melek inmesini beklemektir. Halbuki Allah (c.c) şu anda gökten melekleri bizler için değil , hak ettikleri için batılı emperyalistler için indirmektedir. 

Bizlerin Yahudi ve Hıristiyanlara öykünerek , kendimizi "Seçilmiş kullar" olarak görmemiz , bizi sadece bir aldanma içerisine sokmuş, zillet ve meskenet damgası boynumuzda hala asılı olarak dünya hayatımızı sürdürmekte ve  cennette kaç tane huri alacağımızı okuyacağımız salavat adedine bağlayarak avunmaktayız.

Bizler insanları cennet veya cehenneme gönderme memurumu yuz?.


Allah (c.c) cennete gitmek için yapılacak amellerin "Mü'min" olarak yapılma şartını koşmaktadır. Günümüzde bir çok kişi misal olarak, Edison adlı kişinin insanlığa karşı yapmış olduğu faydalı çalışmalardan dolayı, onun cehenneme gitmesinin haksızlık olacağını söyleyerek onun yerinin cennet olması gerektiğini söylemektedir. 

Şurasını asla unutmamalıyız ; Bizler kimsenin cennet veya cehenneme gideceğini söylemek gibi bir hak ve yetkiye sahip değiliz, Allah (c.c) nin konudaki adaletinden asla şüphemiz yoktur. Allah (c.c) bir kişiyi cennet veya cehenneme soktuğu zaman , o kişinin orayı hak edip etmediği konusunda ona karşı bir itirazda bulunmak gibi bir hakkımız yoktur ,çünkü kişi girmiş olduğu cennet veya cehennemi, yaşadığı hayat ile hak etmiş ve bu konuda ona en küçük bir haksızlık yapılmamıştır.

Allah (c.c) cennete gitme kriterlerini belirli kimselere göre değil , kişilerin o koyduğu kriterleri yerine getirip getirmediğine bakarak belirler. Allah (c.c) cennete gitmenin en başka gelen şartını kendisinin tek ilah olarak bilinmesine ve ona göre yapılan düzenlemeleri hayata aktarılmasına bağlamıştır. 

Tevhid biz Müslümanların yaşantısının neresinde ?. 

Müslümanlar olarak "Şirk" diye bildiğimiz durumu , sadece Mekke de Kabe içinde bulunduğu rivayet edilen 360 adet put ile sınırlandırarak, onların kırılması sonucunda artık şirk diye bir durumun bizlerin hayatında yeri olmadığını , şirk denilen şeyin sadece tahtadan taştan putlara tapmak olduğunu , hayatımızda bir kere olsun "La ilahe illallah" dediğimiz zaman cennetin garanti olduğu gibi temeller üzerine bir din bina ederek , ahirette de zaten hazır olan şefaatçilerimiz !! sayesinde , dünyada günah işlesek bile bunların affettirileceği inancı içinde yarınımızdan emin bir hayat sürmekteyiz.

Bu inanç ve düşünce ne kadar doğrudur ?.

Hayatlarının sadece bir kısmını din olarak bildiğimiz kurallara hasreden bizler, hayatımızın bütün kısmında din kurallarının geçerli olması gerektiği bilincinden uzak bir yaşam sürmekteyiz. "Din" denilince artık çağa söyleyeceği bir şeyi kalmamış kurallar bütünü akla gelerek , çağın gereklerine uygun kurallar, yani dinler ihdas edilmesi gerektiği inancı bizlerin zihinlerinde yer etmiştir. 

Ancak dünyada yaşanan kaosun nedeni , insan eli ile hayata geçirilmek istenilen beşeri ideolojiler yani dinler olup, beşeri dinlerin insana vereceği herhangi bir şeyin olmadığı yakınen anlaşılmış ancak bu duruma alternatif olacak İslami bir söylem maalesef geliştirilememektedir. İslam adına konuştuğunu iddia edenlerin büyük bir kısmı, yaşanan hayatın gerçeklerinden uzak bir din söylemi içinde oldukları için söylediklerinin bir çoğu kabul görmemektedir. 

Nasıl bir İslam söylemi insanları celbedebilir ?.

Bu sorunun cevabı , "insanları celbetmek için İslam'ın kuralları konusunda indirime gitmek , söylemi yumuşatmak adına bazı şeyleri güzel göstermek gibi ameliyeler içinde olmak" değildir. 

Bu gün İslam'ın anahtar kavramları olan , Tevhid , Şirk , Tağut gibi kavramlar özellikle bir takım tekfirci gurupların söylemi olduğu için , bir çoklarımız bu kelimeleri duyduğu anda ürpermektedir. Halbuki bu kavramların içerdiği anlamları öteleyerek sürülen bir hayat'ın bedeli, dünya ve ahirette hüsrana uğramak olarak karşımıza çıkacaktır. 

Bu kavramların ifade ettiği anlamlar, insan hayatının en önemli kavramları olmasına rağmen , bazılarının elinde bazılarını tekfir etmek için kullanılan bir silah haline gelmiştir. İslam'ın hakimiyeti denildiği zaman , bir çoğumuzun zihninde beliren imaj , sakalın kesilmediği , kadınların ikinci plana itildiği , bazı suçlara verilen cezaların Kur'ana aykırı olduğu (recm cezası gibi) bir yönetim olup böyle bir yönetim altında kendisini Müslüman olduğunu iddia edenler bile haklı olarak yaşamak istememektedirler.

"İslam düşüncesi" altında yaşanan çağın okunarak , yapılan yanlışlıklar doğru bir dil ile anlatılmadığı müddetçe , insanların bir çoğu İslam adlı dinden kaçarak başka dinlerin kucağında yer arayacaklardır. Başka dinlerden kastımız elbette , Yahudilik , Hıristiyanlık , Budizm v.s gibi dinler değildir. "Din" kavramını kısaca , "kişinin yaşamını belirleyen kurallar" olarak tarif ettiğimizde , hiç bir kişinin böyle bir kuraldan beri bir hayat süremeyeceğine göre , kimsenin dinsiz bir hayat sürmesi mümkün değildir. Kişilerin hayatında İslam adlı din olmaz ise , mutlaka başka isimlerle anılan dinler hakim olacaktır.  

Bu konuda en büyük sorun, Kur'an dilinin yaşayan insanlara olan hitabının anlatılmasında yaşanmaktadır. Örneğin , "Salat" kavramının sadece namaza indirgenmiş olması kişileri "Kıl beşi bitir işi" modunda bir hayata yöneltmiş , salat sadece namaz olmuş bu namaz ise sadece yatıp kalkmaya indirgenmiş sportif bir faaliyet haline dönüştürülmüştür. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür , müslümanların yaşantısı ile örnek olamamaları neticesinde yaşadıkları hayatın İslam olduğunu zannedenler , "İslam buysa ben gavur kalmayı tercih ederim" demektedirler. 

Müslümanlar olarak eksik kaldığımız taraflardan bir tanesi , İslam'ın tüm kuralları ile hakim olacağı "İslam devleti" kavramının içini doldurmaktaki olan sıkıntılarımızdır. Fıkıh , içtihad , mezhep  gibi kavramlar üzerinden yapılan kişisel çıkarımların dinleştirildiği bir islam düşüncesine sahip olmamız ve bu kavramlar üzerinden güncel bir söylem geliştirilememesi, bizleri bu konularda yaşanan çağa dair islamın bir söylemi olmadığı düşüncesine götürmektedir. 

İslam'ın diğer sistemlere karşı bir alternatif oluşturması için , onun her zaman ve zemine dair söylemi olduğunu bilmek ve bu söylemi, Kur'anı merkeze alarak oluşturmak gerekmektedir. Aksi takdirde Kur'an bizlerin elinde sadece birbirimizi tekfir etmeye yarayan bir obje haline dönüşecektir. Bu gün bir çok müslüman entellektüelin bu konuda artık pes ederek , içinde yaşadığımız sistemi içselleştirmiş olması bu sıkıntıların sonucudur. Birçok müslüman entelektüel , Tağut , Tevhid , Şirk gibi kavramları duyduklarında , "Siz hala oralardamısınız" diyerek bıyık altından gülmektedirler (bir çoğunun sakalı ve bıyığı keserek imaj değiştirdiğini  hatırlatalım). 

Son zamanlarda ortaya atılan "Ilımlı İslam" projelerinin hayata geçirilmeye başlanması sayesinde, İslam dininin çehresi değiştirilmiş , ve bu din şirk'e bile müsamaha gösteren "Vur ensesine al lokmasını" türünden bir Müslüman tipini tavsiye eden bir inanç haline getirilmiştir. İslam'ın sadece gönüllerde ve kalplerde yaşanan mistik bir inanç haline getirilmesi, en çok kendi sistemlerini dünyaya hakim kılmak isteyen emperyalistlerin işine yaramaktadır. 

Kimseye ses etmeyen , gelene ağam gidene paşam diyen bir Müslüman tipinin kimseye zararı olmayıp, böyle bir Müslüman tipinin bütün dünyada yaygınlaşması kimseyi rahatsız etmeyecek hatta memnun edecektir.

Sonuç olarak ; Cennet hayali, ahirete inanan tüm insanlar için güzel bir hayal olup , bu hayalin gerçekleşmesinin şartlarını, Allah (c.c)  kitabında beyan etmektedir. Ahirette cenneti hak etmek için , dünyayı cehenneme çeviren düşünceleri reddeden bir hayatın yaşanması başta gelen şart olarak görülmektedir. İman ve Salih amel birlikteliği içinde ,ve Muhsinlerden olarak yaşanması gereken bir hayatın karşılığı, sadece ritüel boyuta indirgenmiş bir dini yaşam değildir. Hayatın her alanına dair sözü olan bir inancın müntesibi olduğumuzun önce bizler tarafında idrak edilmesi , sonra diğer insanları doğru bir dil ile anlatılması gerekmektedir.

Bunun sağlanması için , Kur'anın mistik duygulara hitap eden bir kitap değil ,  insanın yaşadığı hayatta karşısına çıkan her şeye dair sözü olan bir kitap olduğunu bilinci içinde önce biz  Müslümanların olması gereklidir. Kur'anın her çağa olan hitabı derken , ayakkabının nasıl bağlanması gerektiğini dahi yazması gereken bir kitap akla getirilmemelidir. Özellikle son yıllarda çıkan Kur'an merkezli düşüncenin açmazlarından birisi böyle bir düşünce olup , aradıkları bazı şeylerin kitapta olmadığını gören bir kısım insan, artık bu kitabı red etmektedirler.

Bu insanların en büyük yanlışı, okudukları kitabın ayetlerinin ana yolun işaretlerini beyan ettiği , yan yollarda çıkan durumlara yani o konuda Kur'an içinde net bilgi bulunmamasına karşı insanlar tarafından, ana yolun işaretlerin beyan eden ayetleri örnek alarak yaşanan günün sorunlarına çözüm üretilebilir , bu çözüm çalışmalarının lüteratürdeki ismi "İçtihad" dır. İçtihad yolu ile diri ve canlı tutulan bir kitabın çağrısı , her zaman içinde yaşayan insanlar tarafından anlaşılarak , yaşanan zamana dair olan mesajlar daha kolay anlaşılacaktır. 

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

28 Aralık 2014 Pazar

Bakara s.234 ve 240. Ayetlerini Hevalarına Göre Çeviren Şerefliler !!!!

Yazımızın başlığı diğer yazılarımızın başlıklarına göre değişik bir başlık olduğunu baştan kabul ediyor ve böyle bir tabiri yazı başlığı yaptığımız için öncelikle özür diliyoruz. Ancak konu edeceğimiz yazı başlığını görüldüğü zaman böyle bir başlığı neden attığımız anlaşılacaktır. 

Bilindiği üzere Şeytan olgusu Kur'anın en fazla üzerinde durduğu konulardan birisi olup , bu tehlikeye karşı iman edenleri bir çok ayette uyarmaktadır. Şeytan dediğimiz olgu karikatürüze edilmiş hali ile elinde çatallı bir mızrak ve kafasında boynuz olan korkunç bir tip değil aksine insan kılığında olarak bizlere yaklaşan tiplerdir. 

Araf s. 17. ayetinde, Şeytanın insana SAĞDAN yaklaşmasından bahsedilerek bu tür yaklaşma özellikle Din boyutu ile gerçekleşmektedir. Şimdi örneğini vereceğimiz yazı, bu çeşit bir yaklaşmanın bir örneği olup Kur'an ayetlerinin nasıl  tahrif edilebileceğinin örneğidir.

Bu tür tahrifi yapan düşünce sahipleri, geçmişte "Batınilik" dediğimiz akımın bir nevi devamı sayılıp , kendilerinin sistemleştirdikleri ve adına "Yazılım" dedikleri  , Kur'anın bazı surelerinin başında bulunan "Hurufu Mukattaa" (Kesik Harfler) denilen harfler ile adlandırdıkları sisteme göre ayetleri te'vil etmektedirler. Bu yazılım sistemine göre Kur'anın yazılı metninin aslında bir değeri olmadığı, o ayetlerin "Dubur Anlam" denilen esas anlamlarının!! dikkate alınması gerektiği iddiasındadırlar. Öncelikle elde olan bütün meallerin yanlış olduğunu iddia ederek onların yerine kendi meallerini koyarak Kur'an bu dur dediklerine şahit olmaktayız. 

Örneğini vereceğimiz yazı onların ortaya koydukları Kur'an anlayışlarının nasıl ve hangi metodla yapıldığının görülmesi açısında ibretli bir belge niteliğindedir. Konu ettiğimiz yazıda Bakara s. 234. ve 240. ayetleri ile ilgili olarak yapılan mealler için söylenilenleri alıntıladığımız örnek yazı şu dur. 

                        BAKARA 234 -240 AYETLERİNE YAPILAN ŞEREFSİZLİK


 ""2/234-240 misil yazılım muteşabihleri ;
 Bu muteşabihimiz ''velleziyne yuteveffevne minküm ve yezerune ezvacen'' dir..Bu cümlenin LİSANİ manası ''sizden vefat ederek eşler bırakanlar'' şeklindedir..Lisani olarak bakıldığında bu DOĞRU ÇEVİRİ 2/240`da yerine oturmaktadır..
Yine lisani olarak 2/240 okunmaya devam edilirse , ayetin devamı yine LİSANİ olarak bu manayı tamamlar şeklinde olmaktadır..TABİKİ bu lisani manada yanlıştır , doğrusunu aktaracağız ancak burada bir adet ŞEREFSİZLİĞİ ispat etmek istiyoruz..! ;
Bu cümlenin manası olan ''sizden vefat ederek eşler bırakanlar'' deyimine , maalesef arapça orjinal yazılımı aynı olmasına rağmen 2/234`te mana olarak TAKLA ATTTIRILMIŞ ve 2/240`daki doğru lisani mana 2/234`teki yerini KAYBETMİŞTİR..!
Bu ayette verilen mana ''sizlerden vefat edenlerin bıraktığı eşler'' şekline dönüştürülmüştür..
Yani ; 2/240 ; sizlerden vefat ederek eşler bırakanlar , şeklinde olurken
2/234 ; sizlerden vefat edenlerin bıraktığı eşler , şeklinde olmuştur..! LÜTFEN BÜTÜN MEALLERİ VE TEFSİRLERİ İNCELEYİNİZ , benim ulaşabildiklerimin hepsinde bu çarpıklık mevcuttur..!
2/234`te manaya yapılan bu operasyon ŞEREFSİZLİKTİR ama muteşabih sistem bilinmezse , bu ayette böyle bir ŞEREFSİZLİK yapılmak zorundadır..! Aksi taktirde doğru lisani mana olan ''sizden vefat ederek eşler bırakanlar'' cümlesi 2/234`te bu cümleyi takip eden ayetin devamı ile ÇELİŞECEKTİ..
Bakın ayetin devamını LİSANİ olarak okuyalım ; sizden vefat edip eşler bırakanlar kendi nefisleriyle 4 ay on gün beklerler..!
Şimdi soruyu SORUYORUZ ; Vefat eden adamın cesedini 4 ay on gün niye bekletiyorsun ? Ama bu sorudan kaçmak için ne yapmışlar ? Manayı şu şekilde değiştirmişler ; sizden vefat edenlerin bıraktığı eşler..
Bu DEĞİŞTİRİLMİŞ MANA böylece 2/234`te ayetin devamı ile BARIŞIK hale getirilmiş ama bu seferde 2/240`a UYMAYACAK yani bu ayetin devamı ile çelişecek okuyalım ; Sizden vefat edenlerin bıraktığı eşler ........vasiyet etsinler..! Yani burayada şu soru sorulur ; Vasiyeti ölecek adammı eder yoksa geride kalanlarmı eder ?
Burasıda olmadı değil mi ? O zaman çözüm ne ? ..! Aynı cümleye 2/234`te farklı bir anlam vermek..! Manaya TAKLA ATTIRMAK yani ÖZNEYİ değiştirmek.. 2/240`ta verilen DOĞRU LİSANİ MANAdaki özne “VEFAT EDENLERE” gider ama 2/234`te TAKLA ATTIRILAN manadaki özne ise “BIRAKILAN EŞLERE” gider…! Maksat ayetin devamı ile mana olarak uygun hale gelsin ama ayet İLHAD (anlam saptırması) yoluyla KEFERE yapıldı..! Bunun kıyamette hesabı nasıl verilecek ? Bunu düşünen var mı ? Ayrıca diyelimki biz yanılıyoruz ama bu ayetlerin bizi muhatab alması için evli olmamız şart..Aksi taktirde bekar olduğumuz müddetçe bu ayetler bizi muhatab almayacaktır..Böylece bu zihniyetin kuranı nasıl hayat kitabı olmaktan çıkarttığını görebiliriz..""

Başlığını verdiğimiz yazı örneği bu  kadar değildir , ancak alıntı yapmadığımız kısmı sözkonusu ayetler ile ilgili olarak kendilerinin yapmış oldukları te'vil çalışmasıdır. Biz Kur'an hakkında söz söyleyen insanların yanlışlarını sadece biz gibi düşünmedikleri için değil, yapmış oldukları çalışmalarda esas aldıkları mantığın ayetleri tahrif esasına dayandığı için eleştiriye tabi tuttuğumuzu hatırlatmak isteriz. Kur'an hakkında söz söylemeye herkesin yetkisi olduğunu kabul ediyoruz ancak bu yapılan çalışmalar sonucunda varılan neticenin "Tek Doğru" netice olduğunu iddia etmenin yanlış olduğunu belirtmek istiyoruz. Bu tür çalışmaları yapanların bu tür ayet tahrifleri neticesinde vardıkları neticenin "Tek Doğru" olduğunu iddia etmelerinin takdirini yazıyı okuyanlara bırakıyoruz ve yazı ile ilgili eleştirilerimize geçiyoruz.

 Yazının başlığındaki "ŞEREFSİZLİK" olarak niteledikleri şey Bakara s. 234. ve 240. ayetlerinin ilk cümlesindeki ortak lafzın yanlış tercüme edilmesi vu bu yanlış!! tercümeyi yapanların "şerefsiz" olarak nitelendirildiğini görüyoruz.

Yazı sahibi Bakara s. 234.  ayetindeki ibare olan "''velleziyne yuteveffevne minküm ve yezerune ezvacen yeterabbesne bienfüsihinne erbaete eşhurin" cümlesinin kendisinin doğru çeviri olarak ifade ettiği LİSANİ anlamını " sizden vefat edip eşler bırakanlar kendi nefisleriyle 4 ay on gün beklerler..!" şeklinde vermekte ve şunları demektedir. 

"Şimdi soruyu SORUYORUZ ; Vefat eden adamın cesedini 4 ay on gün niye bekletiyorsun ? Ama bu sorudan kaçmak için ne yapmışlar ? Manayı şu şekilde değiştirmişler ; sizden vefat edenlerin bıraktığı eşler.."

Yazı sahibi " Şimdi soruyu SORUYORUZ" diye başladığı cümlesinde, ayetin doğru anlamının ÖLEN ERKEĞİN CESEDİNİN A AY 10 GÜN BEKLEMESİ  gerektini ifade ettiğini iddia ederek manayı değiştirdiklerini!! iddia etmektedir.

Bakara s. 234. ayetinin "Ölen erkeğin cesedinin 4 ay 10 gün beklemesi" gerektiği şeklinde bir ifade olması için ayet içindeki "YETERABBESNE" (beklerler) filiinin , "YETERABBESUNE" şeklinde olması gerekirdi. Çünkü "Yeterabbbesne " fiili , müennes (dişil) sigasında ifade edilmektedir . Yazı sahibinin iddiasının doğru olması için bu kelimenin müzekker (eril) sigasındaki eşkli ile "Yeterabbesune" şeklinde ifade olması gerekirdi . Bakara s.234. ayeti ilk cümlesi , ölen bir ERKEĞİN eşinin 4. ay 10 gün beklemesi gerektiğini ifade etmekte olup yazı sahibinin yanlış olarak ifade ettiği bütün meallerdeki çevirisi DOĞRUdur , Gelelim 240. ayete; 

 Yazı sahibi Bakara s. 240. ayetin ilk cümlesi olan "velleziyne yuteveffevne minküm ve yezerune ezvacen vasiyyeten liezvacihim" cümlesinin doğru olarak olması gereken çevirinin " Sizden vefat edenlerin bıraktığı eşler ........vasiyet etsinler..!" şeklinde olması gerektiğini!!! iddia ederek "Vasiyeti ölecek adammı eder yoksa geride kalanlarmı eder ?" şeklinde dahice!!! bir soru sormaktadır.

Yazı sahibi ,ayet içindeki kelimelerin müennes (dişil) olmayıp , müzekker (eril) sigası içinde gelmiş olduğunu bilseydi böyle traji komik bir duruma düşmezdi . 240. ayet , Ölen ERKEĞİN geride bıraktığı KARISI için onların geçimini sağlamaları için vasiyette bulunmaları gerektiğini ifade etmekte olup elimizde olan bütün meallerdeki çevirileri doğrudur.

Arapça dil kuralları yüzyıllar içinde şekillenmiş ve Kur'an o dil kurallarının ifade ettiği anlamlar üzerinden nazil olmuş bir Kitaptır. Şimdi biri kalkıp bu dil kurallarını kendi kafasına göre yeniden düzenleyerek Kur'an ayetlerinin çevirilerinin yanlış olduğu ve doğru çevirinin kendisinin yapmış olduğu gibi olması gerektiğini iddia edecek olursa, yukardaki örnekte görüldüğü gibi ayetleri tahrif etmek amaçlı bir çalışma peşinde olmasından başka bir amaç içinde olduğunu söylemek mümkün değildir. 

Başka meal yapıcılarının yaptığı DOĞRU meale ŞEREFSİZLİK  şeklinde edebe ve ahlaka aykırı bir ifade kullanarak, kendi yaptığı YANLIŞ mealin ŞEREFLİLİK !! olduğunu iddia etmesi yazı sahibinin ne kadar ilim ve ahlak sahibi !! olduğunu göstermektedir. Eğer ortada bir ŞEREFSİZLİK varsa Kitabın ayetlerinin hiç bir kural gözetmeden kendi hevası doğrultusunda çevirmeye cüret edenlerde olduğu ayan beyan ortadadır. 

Şunu ifade edelim ki ; yazının devamında sözü geçen ayetler ile ilgili te'vil çalışmalarını bunları yapanların kişisel çıkarımlarıdır diyerek eleştiriye tabi tutmadık , eleştirdiğimiz kısım arapların yüzlerce yıldır kabul ettikleri gramer kurallarının alt üst edilerek herkesin kabul ettiği doğruları red ederek kendileri yeni doğrular icad etme peşinde olmalarıdır. Yazıdan alıntıladığımız kısmı biraz olsun arapça bilenler okudukları zaman ne kadar korkunç bir cürüme imza atıldığını zaten göreceklerdir.

Sonuç olarak ; sağdan yanaşan Şeytanlara örnek olarak verebileceğimiz çağdaş batıniler olarak ortada gezen bir takım insanların , kendi hevalarından çıkardığı yazılım sistemlerine göre Kur'an metninin hiç bir şey ifade etmediği , kendi yazılımlarına göre yapılan te'villerin nihai doğrular!! olarak görülmesi şeklindeki düşüncelerinin nasıl pratiğe geçirildiğine örnek olarak görülmesini sağlamaya çalıştığımız yazımızda ,Bakara s. 234. ve 240. ayetlerinin DOĞRU meallerini ŞEREFSİZLİK olarak ahlaksızca bir iftira ile dile getirenlerin kendi yaptıkları tahrifli mealleri göstererek ayetleri hevalarına göre nasıl te'vil etmeye çalıtıklarını ortaya koymaya çalıştık. Yazımızın başında özür dilediğimiz gibi sonunda da özür dileyerek yazıda geçen bazı hoş olmayan kelimeleri kullanma sebebimizin sözü geçen ayet ile ilgili mealleri yapanlara yönelik olarak söylenmiş olmasına rağmen illaki bu kelime kullanılacaksa bu tür tahrifleri doğru olarak sunan insanlar için kullanılmaları gerekmektedir.   

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


22 Aralık 2014 Pazartesi

Bakara s. Bağlamında Adem ve İblis Kıssası

Adem ve İblis kıssası, Kur'anın 7 ayrı suresinde bizlere anlatılmakta olup bu anlatımlardaki maksadın  anlaşıldığını söylemek maalesef zordur. Tefsir kitaplarına baktığımız zaman olayın , kıssaların anlatımındaki genel maksat olan hisse alımı açısından değil , sadece yaşanmış olduğu zaman içinde anlaşılmaya çalışıldığını görmekteyiz. 

Kur'an kıssaları ile yazmaya çalıştığımız yazıların genel çerçevesi, kıssaların anlatım amacının muhataplara mesaj vermek şeklindeki anlayış üzerine kurulu olduğu için , bu kıssayı da bu çerçeve içinde okumaya çalışacağız. 

Kıssa içinde adı geçen, ilk yaratılan insan olan Ademin başından geçen olay sadece ona mahsus bir hal değil, bütün Adem oğullarının başından geçecek olan ve Şeytan ile olan muhatabiyetin sonucu başımıza gelecek olanın anlatılması olarak bakılması gerektiğini en baştan hatırlatarak ilgili ayetleri teker teker okumaya başlayalım.

[002.030]  Hatırla o zamanı ki, Rabbin meleklere «Ben yeryüzünde muhakkak bir halife kılacağım» diye buyurmuştu. Melekler de, «Yeryüzünde fesad çıkaracak, kanlar dökecek kimseyi mi yaratacaksın? Bizler ise Sana hamd ile tesbih eder, Seni takdîs ederiz» demişlerdi. «Şüphe yok ki sizin bilmeyeceğiniz şeyleri Ben bilirim,» diye buyurmuştu.

Öncelikle kıssanın gaybi bir kıssa olduğu hatırdan çıkarılmayarak, geçen konuşmaların nasıllığından ziyade karşılık konuşma uslubu şeklinde yapılan anlatımdaki mesaja odaklanmak gerektiğini düşünmekteyiz. Aksi takdirde Meleklerin Allah (c.c) nin sözlerine karşı itirazvari sözleri üzerinde takılıp kalabilir ve ana mesajı ıskayabiliriz. 

Ayetin odak noktasının "İnsanın halife kılınması" meselesi olduğunu düşündüğümüz için , bunun ne anlama geldiği konusunda düşüncelerimizi paylaşmak istiyoruz. 
 
 "Halife" kelimesi ; birisi tarafından atanmış kendi mülkü olmayan bir şey üzerinde geçici tasarruf hakkı bulunan kişi anlamında kullanılır.

Bu anlam üzerinden giderek Adem (a.s) ın şahsında bizlerin makam itibarı ile konumumuz anlatılmaktadır. Bizler kalıcı olmayan , bize verilen her ne ise kendi mülkümüz olmayan , bize verilenler üzerindeki tasarruf hakkımızı onu bize verenin direktifleri doğrultusunda kullanmak zorunda olan varlıklarız. Ayet içindeki ana vurgu , İnsanın halife olmasının hatırlatılması üzerine kurulu olup , halife kılınacak olan İnsanın bu görevini bırakarak , kan dökücü ve fesad çıkarıcı bir varlık olduğu Meleklerin lisanı üzerinden yine ortaya konulmaktadır. 

Meleklerin , "«Yeryüzünde fesad çıkaracak, kanlar dökecek kimseyi mi yaratacaksın?" sözleri, onların bu bilgiye nasıl sahip oldukları sorusunu getrmiş ve bu soruya cevap olarak tefsirlerde farklı yorumlar getirilmiştir. Kıssanın gaybi bir kıssa olduğunu tekrar hatırlayacak olursak bu tür sözlerin neden ve niçinliğinden çok, söylenen sözün mesajının okunması gereklidir. Yaptığı hiç bir işten sorulmayan Rabbimizin , Melekler tarafından sorgulanmasının cevabının verilmesi zordur. Bu tür sorular üzerinde aranan cevaplar başka soruları beraberinde getirerek kıssanın anlaşılmasında engel teşkil edeceğini düşünüyoruz.

 [002.031]  Ve Adem'e bütün isimleri öğretti, sonra eşyayı meleklere gösterdi. «Eğer sözünüzde samimi iseniz bunların isimlerini bana söyleyin» dedi.
 [002.032]  Melekler ise: Sana tesbih ederiz, bize öğrettiğinden başka bilgimiz yok. Alim, Hakim Sensin Sen, demişlerdi.
 
[002.033]  (Allah): «Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver.» dedi. Bu emir üzerine Âdem onlara isimleriyle onları haber verince, (Allah): «Ben size, ben göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı da, içinizde gizlediğinizi de bilirim» dememiş miydim?» dedi.

Allah (c.c) nin Ademi yaratmasının ardından ona bütün isimleri öğretmesi , ve bu isimleri Meleklerin bilmemesi İnsan ile Melek arasındaki bilginin çeşitliliği açısından farklılıklar olduğunu göstermektedir. İnsan kendi varlık alanı dahilinde olan bilgiler ile , Melekler ise kendi varlık alanlarına dahil olan bilgiler ile teçhiz edilmiştir. İnsan kendi varlık alanına dahil bilgileri işitme , görme , akletme duyuları ile anlar ve bu duyu organlarını vahyin emrine vererek çalıştırdığı takdirde Allah (c.c) nin istediği bir kul olur. 

 [002.034]  Hani biz meleklere : Âdem'e secde edin, demiştik. İblis hariç hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu.

34. ayet, Meleklerin Ademe secde ile emredilmesi ve İblis in bu secde emrine karşı gelerek kafirlerden olduğunu beyan etmektedir. İblis in Melek mi yoksa Cin mi olduğu tartışmaları yine bu ayet ile ilgili yapılan tefsirlerde çokça tartışılmış olup, İblisin ontolojik mahiyetinden çok, onun Ademin şahsında İnsana nasıl kötülükler yapacağının ip uçlarının verilmesinin anlaşılması şeklinde yapılan okumaların , kıssanın daha doğru anlaşılmasını sağlayacağını düşünmekteyiz. İblisin secde etmeme gerekçesi olarak öne sürdüğü mazeretler bu kıssanın geçtiği diğer surelerde anlatılmaktadır. 

 [002.035]  Dedik ki: «Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.»

35. ayette , Adem yaratıldıktan sonra ona bir de eş var edildiği , ve ikisine bir takım emirler verildiğini görmekteyiz. Tefsirlerde Adem ile eşinin iskan edildiği  Cennetin nerede olduğu yine tefsirlerde tartışılan konulardandır. Bu tür tartışmaların gerekli olduğunu düşünmediğimizi ve esas olan şeyin verilmek istenen mesaj olduğunu hatırlatalım ve mesaj olarak verilmek istenenin ne olduğu üzerindeki düşüncelerimizi paylaşalım. 

Ademin prototip bir insan olduğu ve onun üzerinden anlatılan kıssanın gelmiş ve gelecek olan bütün insanların kıssası olduğunu yazımızın başında belirtmiştik. 35. ayeti ,yaratılmış olan insanın Allah (c.c) tarafından bir takım yükümlülükler ile sorumlu kılınmış olduğunun Adem ve eşi üzerinden tasviri olarak okuduğumuz zaman, kıssayı sadece belirli bir zaman , mekan ve şahıslarla sınırlı olmaktan çıkarıp hisse amacı güden bir anlatım olduğunu anlayabiliriz.

[002.036]  Bunun üzerine şeytan onları oradan kaydırdı, ikisini de bulundukları o bolluk içindeki yerden çıkardı. Biz de: «Haydi kiminiz kiminize düşman olarak inin ve yerde bir zamana kadar kalıp nasibinizi alacaksınız.» dedik.

36. ayet , diğer surelerinde anlatılan, Şeytanın Adem ile eşini nasıl kaydırdığı bu surede anlatılmadan direk sonucu bizlere anlatmaktadır. Bu ayetten hisse olarak çıkarılması gereken nokta ; Şeytanın bizlere süsleyerek güzel gösterdiği şeylere kanarak ona uymamız neticesinde başımıza gelecek olan akıbetin Cennetten kaymak , Cehenneme yuvarlanmak olacağının anlatılmış olduğunun okunmasıdır. Rabbimiz bizlere , Şeytanın iğvalarına kapılamadan sürdüğümüz hayatın sonunda ahirette ebedi olarak Cennet ile mükafatlanacağımız bunun tersi yapıldığında Cehennem ile mükafatlanacağımızı bu kıssa üzerinden canlı bir tasvir ile anlatmaktadır. Rabbimizin Adem ile eşine yasakladığı ağaç, bizlere Elçileri vasıtası ile gönderdiği Kitaplardaki nehiyleri olup, bu nehiyler kıssada ağaç benzetmesi ile bizlere sunulmuştur.

[002.037]  Derken Âdem Rabb'ından birtakım kelimeler aldı,  tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.

Adem ile eşinin yasak ağaca yaklaşması sonucu, bu surede anlatılmayan fakat diğer surelerdeki kıssada anlatılan bir durum başlarına gelmiş ve onların üzerlerinde olan elbiseleri çıkmış ve ikiside çırılçıplak kalmışlardır. Bu çıplak kalma durumunun mesajı üzerinde kıssanın diğer surelerde geçtiği ayetleri ele aldığımızda durmaya çalışacağız. Burada Adem ile eşinin hata yaptıklarını anlamaları ve bu hatadan dönmeleri üzerinde durmak gerekmektedir.

Bilindiği üzere İblis Ademe secde etmeyerek Şeytan vasfını almış bu yaptığında ayak diretmiştir, fakat Adem yaptığından pişman olmuş ve tevbe ederek yanlışından dönmüş ve af edilmiştir. Ayetin son cümlesi olan " Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir." buyurulması Adem üzerinden yapılan bir anlatımda onun tarafından işlenen bir günahın tevbe edilmesi sonucunda af edileceğinin açık bir beyanıdır.

[002.038]  Dedik ki: Hepiniz cennetten inin! Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.
[002.039]  Kâfir olup ayetlerimizi yalanlayanlar ise orada ebedi olarak kalıcı olmak üzere Cehennem'liktirler.

38. ayetin arapça metnindeki " İhbituu minhe cemian"(hepiniz oradan inin) cümlesinin cemi sigası ile kullanılmış olmasa sanki Adem ile eşinden başkaları da var gibi bir durum arz etmektedir . Ancak kıssayı Kur'an genelinde ele aldığımızda Taha s. 123 . ayetinde "İhbita minhe cemian" (ikiniz oradan inin) şeklindeki kullanımı ve Kur'anda cemi sigasının tesniye yani ikili siga yerine kullanımlarını göz önüne alarak muhatapları Adem ile eşi olduğu sonucuna varmak mümkündür. 38. ayette cemi sigası şeklindeki kullanımın Şeytanı da içine aldığı şeklindeki düşüncenin, ayetin devamındaki " Eğer benden size bir hidayet gelir de her kim hidayetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler." cümlesi içindeki muhataplar için olduğu Şeytanın böyle bir muhataplığı olmadığı düşünülecek olduğunda Adem ve eşi için kullanılmış olması kuvvetli bir ihtimaldir. 

Allah (c.c) Adem adı ile yarattığı insanı Semi (işitme) - Basar (görme) -Fuad ( gönül) donatarak ona bir takım emirler vermiştir . Adem ile eşi bu donatıları Allah (c.c) nin emri doğrultusunda kullanmış ve ayakları kaymıştır. Ancak hatalarını anlayıp geri dönmüşler ve bu dönüşleri Rableri katında kabul edilmiştir. 

Adem kıssası bütün insanların kıssası olup bu kıssa her an yaşanmakta ve kıyamete kadar yaşanmaya devam edecektir. Allah (c.c) nin kendisine verdiği duyu organlarını vahyin doğrultusunda kullanmasını istemeyen Şeytan, Adem oğullarına her an vesvese vererek onların ayağını kaydırmaya çalışmaktadır , duyu organlarını vahyin doğrultusunda kullanarak Şeytanın iğvasına kapılmayan ihlas sahibi kullar olduğu gibi "Kör -Sağır-Dilsiz" olarak vasıflanan ve duyu organlarını vahye kapatan insanlarda mevcuttur. Adem ve İblis kıssası bu donatıları yanlış kullanmanın sonucunu yaşanmış bir örnekle anlatan kıssa olması bakımından Kur'an içinde önemli bir yere sahiptir.

Sonuç olarak ; Kur'anın 7 ayrı suresinde geçen Adem ve İblis kıssasının Bakara s. içindeki ayetlerini ele almaya çalıştığımız yazımızda , Kur'an kıssalarını mesaj içerikli okuma metodu dahilinde bu kıssadan alınabilecek hisseleri paylaşmaya çalıştık. Gaybi bir kıssa olan bu kıssa da geçen konuşmaların nasıl ve niçinliğinden ziyade yapılan konuşmalardaki mesajın anlaşılmasına çalışılması tefsirlerde bu kıssa ile ilgili yapılan cevabı net olarak verilememiş olan bir çok sorununda cevabının çok gerekli olmadığını ortaya koyacaktır. Rabbimiz görsel bir tasvir içinde bütün insanların düşebileği Şeytan tuzağına karşı tevbe ederek geri dönülebileceği yeniden beyaz bir sayfa açılmasının mümkün olduğunu bizlere Bakara s. içindeki ayetler ile beyan etmektedir. 

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

11 Haziran 2014 Çarşamba

Bakara s. 286. Ayeti ve Dua Etmenin Anlamı

Alemlere rahmet ve hidayet olarak indirilen kur'an, bizlere hayat içinde uymamız gereken kuralları belirleyen bir kitab'tır, Allah cc bizlere bu kitab'ta "bana dua edene icabet ederim" (2.186) buyurmakta olup, biz kullar her sıkıştığımızda  dua etmek sureti ile taleplerimizi ona arz ederek onun bu talebimizi yerine getirmesini isteriz. Allah cc dua eden kuluna icabet edeceğini vaad etmiştir, Allah cc haşa yalan söylemez, ancak yapmış olduğumuz duaların çoğunun kabul olacak dualar olmadığını da bilmeden, "sen iste nasıl olsa o verir" mantığıyla yapmaktayız. Allah cc her şeye bir kader yani ölçü koyduğuna göre yapılan duaların da kabul olması için koymuş olduğu şartlar vardır , aksi takdirde merhum şair Akif'in deyimiyle Allah cc yi yanaşma  ve ırgat gibi görmekten başka bir şey yapmış olmayız. Bakara s. 286. ayet çerçevesinde Allah cc ye yapmış olduğumuz duanın nasıl olması gerektiği konusunda ayet içinde dua ayetlerini kur'an içindeki karşılıklarını arayarak dua etmek ve duaya icabet edilmesinin nasıl olabileceği konusu hakkında bir tefekkür çalışması yapmaya çalışacağız. 

Lâ yukellifullâhu nefsen illâ vus’ahâ lehâ mâ kesebet ve aleyhâ mektesebet rabbenâ lâ tuâhıznâ in nesînâ ev ahta’nâ, rabbenâ ve lâ tahmil aleynâ ısran kemâ hameltehu alellezîne min kablinâ, rabbenâ ve lâ tuhammilnâ mâ lâ tâkate lenâ bih(bihî), va’fu annâ, vagfir lenâ, verhamnâ, ente mevlânâ fensurnâ alel kavmil kâfirîn(kâfirîne).

 [002.286] Allah Teâlâ bir kimseye takatından başkasını teklif buyurmaz. Herkesin kesbettiği kendi lehinedir. Ve iktisab eylediği de kendi aleyhinedir. «Ey Rabbimiz! Eğer unuttuk ise veya hata ettik ise bizi muaheze buyurma. Ey Rabbimiz! Ve bize, bizden evvelkilere yüklemiş olduğun gibi ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bizim için kendisine takat bulunmayan bir şey de yükleme. Ve bizden af buyur ve bizim için mağfiret buyur ve bizlere merhamet kıl, Sen bizim mevlâmızsın. Artık kâfirler olan kavim üzerine bizlere nusret ver.»

                                       Lâ yukellifullâhu nefsen illâ vus’ahâ

                       Allah Teâlâ bir kimseye takatından başkasını teklif buyurmaz.

Bu cümle kulun üzerine yüklenmiş olan yapması yada yapmaması gerekli olan emirler  o kulun gücünü asla aşmayacak olan görevler olduğu hiç bir kulun kendi üzerinde yüklü olan görevleri hakkında "bu benim takatımı aşar" şeklinde bir itiraz ile görevden kaçmak gibi bir lüksü asla olamaz. Yaratıcı olan Allah cc yaratmış olduğu kullarının fıtratını en iyi bilen olması nedeniyle o kula yükledikleride o kulun taşıyabileceği kadar olup istiap haddinin aşılması takdirde bir hayvanın sırtındaki yük onu nasıl çökertiğini bilen hayvan sahibi bile hayvana taşıyacağı kadarını yüklerse (insanı hayvan gibi görmek gibi bir anlam anlaşılmasın ) yaratıcımızda bizleri en iyi bilen olması nedeni ile istiap haddimizi aşmayacak kadar yüklemiştir. 

[006.152]  Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar en güzel şekilden başka türlü yaklaşmayın; ölçeği ve tartıyı tam ve denk tutun. Biz, hiçbir kimseye gücünün yettiğinden başkasını teklif etmeyiz. Söz sahibi olduğunuz zaman yakınlarınıza ait de olsa adaleti gözetin. Allah'a verdiğiniz sözü yerine getirin. Duydunuz ya, O, düşünüp tutasınız diye bunları size emretti.
[007.042]  İnanan ve yararlı iş işleyenler ki kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükleriz işte cennetlikler onlardır, orada temelli kalacaklardır.
[023.062] Biz herkese ancak gücünün yeteceği kadar yükleriz. Katımızda gerçeği söyleyen bir kitap vardır; onlar haksızlığa uğratılmazlar.
[065.007]  İmkânı geniş olan, nafakayı imkânlarına göre versin; rızkı daralmış bulunan da Allah'ın kendisine verdiği kadarından nafaka ödesin. Allah hiç kimseyi verdiği imkândan fazlasıyla yükümlü kılmaz. Allah, bir güçlükten sonra bir kolaylık yaratacaktır.

                                                 lehâ mâ kesebet ve aleyhâ mektesebet

                     Herkesin kesbettiği kendi lehinedir. Ve iktisab eylediği de kendi aleyhinedir.

Bu cümleyide kur'anda pek çok ayette "la teziru vaziretun vizra uhra"(hiç bir yüklenici başka birinin yükünü yüklenmez) ayetleri çerçevesinde düşünmek gerekmekte olup, kişinin yaptığı her amel sadece kendisi için fayada ve zarar verecek olup başkasına yüklenmez.

                                          rabbenâ lâ tuâhıznâ in nesînâ ev ahta’nâ,

                     «Ey Rabbimiz! Eğer unuttuk ise veya hata ettik ise bizi muaheze buyurma

Unutmak ve hata yapmak insanın iki özelliği olup , bu özellikler Allah cc nin emirleri noktasında gerçekleştiği zaman insan sorumlu tutularak yaptıklarının hesabını verecektir. Hatasını anlayıp geri dönmek insana açılmış olan bir kapı olup bu kapıdan ihlas sahibi kullardan başkası girmez, bir kısım kullar ise hatada ısrar ederek ahiret günü karşılıklarını alırlar. Unutma da ısrar edenlerin karşılaşacakları durum bizlere bir çok ayette hatırlatılmıştır.  Kul böyle dua etmekle unutma sonucu yaptıklarının affedilmesi talebini bir anlık hata sonucu olduğunu , hatasını anlayınca tevbe edip döndüğünü beyan ederek , rabbinin kendisini bilerek unutan hata eden ve ısrar edenlerle bir tutmamasını ister, bu isteyiş aynı zamanda hayat içinde bir karşılığınıda bularak samimi ve içten bir tevbe ve hatayı tekrarlamamak şeklinde olur. 

Kul her gün yatsı namazlarınınsonunda bunu okur fakat gereği olan ihlası hayatı içinde gerçekleştirmez ise sadece dil ile yapılan bu dua onu kurtarmaz, çünkü dil ile söze dökülmesi dildeki sözün fiile dökülmesi için yapılan bir hatırlamadır.

[018.057]  Rabbinin ayetleri kendisine hatırlatılmışken onlardan yüz çeviren ve önceden yaptıklarını unutan kimseden daha zalim var mıdır? Kuran'ı anlarlar diye kalblerine örtüler, kulaklarına da ağırlık koyduk. Sen onları doğru yola çağırsan da asla doğru yola gelmezler.
 [039.008] İnsanın başına bir sıkıntı gelince Rabbine yönelerek O'na yalvarır. Sonra Allah, katından bir nimet verince önceden kime yalvarmış olduğunu unutuverir; Allah'ın yolundan saptırmak için O'na eşler koşar. De ki: «İnkarınla az bir müddet zevklen, şüphesiz sen cehennemliksin.»
[005.013-14]  Sözlerini bozdukları için onlara lanet ettik, kalblerini katılaştırdık. Onlar sözleri yerlerinden değiştirirler. Kendilerine belletilenin bir kısmını unuttular. İçlerinden pek azından başkasının daima hainliklerini görürsün, onları affet ve geç. Allah iyilik yapanları şüphesiz sever.«Biz hıristiyanız» diyenlerden de söz almıştık; onlar, kendilerine belletilenin bir kısmını unuttular, bu yüzden aralarına kıyamete kadar düşmanlık ve kin saldık. Allah, yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir.
[006.044]  Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını açtık; kendilerine verilene sevinince ansızın onları yakaladık da umutsuz kalıverdiler.
[007.051]  O kâfirler ki, dinlerini bir eğlence ve oyun edindiler de dünya hayatı onları aldattı. Onlar, bu günleri ile karşılaşacaklarını unuttukları ve âyetlerimizi bile bile inkâr ettikleri gibi biz de bugün onları unuturuz.
[007.165]  Kendilerine yapılan öğütleri unutunca, Biz fenalıktan menedenleri kurtardık ve zalimleri, Allah'a karşı gelmelerinden ötürü şiddetli azaba uğrattık.
[009.067] İkiyüzlü erkek ve kadınlar da birbirlerindendir: Kötülüğü emreder, iyiliğe engel olurlar; elleri de sıkıdır; Allah'ı unuttular, bu yüzden Allah da onları unuttu. Doğrusu ikiyüzlüler fasıktırlar.
[025.018]  Onlar: «Haşa; Seni bırakıp başka dostlar edinmek bize yaraşmaz; fakat Sen onlara ve babalarına nimetler verdin de sonunda Seni anmayı unuttular ve helaki hak eden bir millet oldular» derler.
[038.026]  Ey Davud! Seni şüphesiz yeryüzünde hükümran kıldık, o halde insanlar arasında adaletle hükmet, hevese uyma yoksa seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu, Allah'ın yolundan sapanlara, onlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin azap vardır.

Yukarda verdiğimiz ayet örneklerinden anlaşılacağı üzere, kendilerine hatırlatılanı unutarak Allah cc nin azabına hak kazananlar dan olmamamız bizlere hatırlatılmakta olup dua öğretilmesi ile bu hatırlatmayı zihinlerde tutmamız sağlanmaktadır. Kul böyle bir duada bulunmakla unutma yolu ile yaptığı hatanın bilerek ve ısrarcı bir hata olmadığını ve bu hatadan döndüğünü rabbine beyan eder.

                      rabbenâ ve lâ tahmil aleynâ ısran kemâ hameltehu alellezîne min kablinâ,

                Ey Rabbimiz! Ve bize, bizden evvelkilere yüklemiş olduğun gibi ağır yük yükleme.

Bu dua cümlesini biraz düşünecek olursak kafamıza şöyle bir soru takılması gayet doğaldır. Allah cc kullarına olan bildirisi bu kitabın nazil olmaya devam ettiği süreç içindedir , kur'an ın nazil olması diye bir şey söz konusu olmadığı halde bizlerin böyle bir dua etmesinin anlamı nedir? çünkü eğer Allah cc bize evvelkilere yüklediği gibi bir yük yükleyecekse bu kur'anın nazil olması sürecinde olur şimdi böyle bir yükleme  mümkün olmadığı halde böyle bir dua kıyamete kadar neden edilsin?.

Bu dua cümlesi bizlerin kul olarak nasıl hareket etmemiz gerektiği konusunda eskilerin yaptıklarından örnekler verilerek , " ey rabbimiz biz eskiler gibi olmayacağız" demek anlamına gelmektedir şöyleki;

İsrailoğulları prototip bir kavim olarak  , Allah cc nin emirleri konusunda insanların nasıl davrandıkları ve nasıl davranabilecekleri konusunda yaşanmış  hayat içinden kesitler sunulan insan topluluğudur. Bu kavme verilen nimetler karşılığında o kavmin bu nimete karşı yaptıkları kur'an da geniş geniş anlatılarak bizlerin bu şekil bir davranışta bulunmamız hatırlatılmaktadır. Allah cc israiloğullarının yapmış oldukları bu zulümlerine karşı onlara vaad ettiği ahiret cezasından önce dünya hayatında bir takım cezalar vermiştir, bu cezalardan biriside daha önceden helal olan bazı yiyeceklerin bu zulumlerine karşılık bir ceza olarak haram kılınmasıdır. Bu ayetlerde bizlere şöyle anlatılmaktadır. 

 
[004.160-161] Yahudilerin zalimlikleri ve Allah yolundan çevirmeleri sebebiyle onlara helal edilmiş olan bir çok temiz ve hoş nimetleri kendilerine yasakladık. Bir de kendilerine yasaklanmış olduğu halde faiz almaları ve halkın mallarını halsızlıkla yemeleri sebebiyle. Onların kafir olarak kalanlarına acı bir azap hazırladık.

Helal olan yiyeceklerin ceza olarak haram kılınması " ısr" olarak adlandırılmış olup israiloğulların bu "ısr" ların bir kısmı isa as ile kalkmış olup A-li imran s. 50. ayetinde beyan edilmiş geri kalanlar ise Muhammed as  ile kaldırılmış olup (nesih olgusunu bu konu içinde değerlendirebiliriz) araf s. 157. ayet içinde " Ve onlardan ağır yüklerini (ISRAHUM)ve üzerlerinde bulunan bağları kaldırır," cümlesi bu durumu anlatmaktadır. 

Kısaca özetlemeye çalıştığımız, ceza olarak bazı şeyler yüklenmesi şeklinde verilen karşılığı hatırlayarak rabbimize " EY RABBİMİZ BİZE EVVELKİLERE YÜKLEDİĞİN GİBİ AĞIR YÜK YÜKLEME" şeklinde dua etmemiz şu anlama gelmesi gerekmektedir. "EY RABBİMİZ BİZLER SENİN EMİRLERİNE EVVELKİLER GİBİ İSYAN ETMEDEN BOYUN EĞİYORUZ" 

Kul böyle bir cezayı hatırlayarak böyle bir cezanın artık vahiy şeklinde gelmeyeceğini bilir ancak , böyle bir dua etmekle evvelkilerin yaptıkları hatayı tekrarlamayacağını , tekrarlamamamsı gerektiğini rabbimizin bize böyle bir dua öğretmesi ile bilir.

"Duanın mantığı budur" diyebileceğimiz esas nokta bu cümlede beyan edilmiş olup dua etmek sadece el açıp yalvarmak anlamında değil ,Allah cc den bize layık görmesini istemediğimiz cezaları önce kendimizin HAKETMEMESİ gerektiğini bilmiş olur ve böyle bir istekte bulunmakla önce böyle bir cezayı hak edecek davranışlarda bulunmayacağımızı hatırlamış ve rabbmize bunu beyan etmiş oluruz. Rabbimiz aynı ayet içinde ve diğer ayetlerde herkesin kendi kazandığı ile karşılık göreceğini hatırlatmış olup bizlere EVVELKİLERİN HATALARINI tekrarlamamızı öğütlemektedir.

                             rabbenâ ve lâ tuhammilnâ mâ lâ tâkate lenâ bih(bihî)

                  Ey Rabbimiz! Bizim için kendisine takat bulunmayan bir şey de yükleme.

Bu dua cümlesi de yukardaki cümle gibi bir soruya muhatap olabilir  ; Rabbimiz aynı ayet içinde " gücünün yettiğinden başkasını yüklemez" buyuruyor, hemde aynı ayet içinde bize böyle bir duada bulunmamızı istiyor bu ne anlama gelir ?. Bu sorunun cevabını yine örnek kavim olarak israiloğullarının başından geçen bir olay içinden alacağımız ders ile alabiliriz şöyleki;

Bakara s içinde anlatılan talut kıssasını hatırlayacak olursak , israiloğullarının başına geçen talut , ordusu ile yola çıkınca onlara bir takım emirler verir ve kendisine olan sadakatlerini görmek ister , fakat israiloğullarının bir kısmı bu sadakati göstermezler . Sadakat göstermeyen tarafta olan askerlerin şu sözü yukardaki dua cümlesini anlamamıza yardımcı olacaktır. " «bizim bu gün Calut ile ordusuna takatımız yok»" diyerek sadakat'ten ayrılma yolunu seçen askerlerin bu sözü söylemelerine sebeb olan sadakatsizliğin bizler tarafından tekrarı istenmemekte olup yine daha önceki dua cümlesindeki HAKETMEK ile yakından alakalıdır. 

Şimdi soralım; bu takatsızlık nasıl olduda gerçekleşti çünkü sadakat gösteren tarafta olanların söyledikleri söz olan "«Nice az topluluk çok topluluğa Allah'ın izniyle üstün gelmiştir, Allah sabredenlerle beraberdir»"sözü onların takatları olduğunu ve bu takat ile düşmana galebe çalacaklarına dair olan inançlarını dile getirmektedir. Allah kişiye gücünün yüklemediğini söylerken yalan söylemediğine göre bu takatsızlık nasıl oldu gerçekleşti diye soracak olursak, komutana riayet etmek gerektiğini bilipte bu itaatten geri duranların yaptıkları hatayı anlayınca böyle bir demoralize olmaları olarak görebiliriz. 

Kur'an ayetlerinin birbiri ile nasıl bir anlam bütünlüğü olduğunu hatırlattıktan sonra, bu anlam bütünlüğünü , israiloğullarının yaptıkları hatalar üzerinden sonraki gelenlerin tekrarlamamaları hatırlatılmaktadır. İsrailoğulları gördükleri zulum üzerine bir komutan talep edip bu zulmü bertaraf etme isteklerini elçilerine bildirmişler , Allah cc de onlara talut'u göndermiş fakat savaşmak israiloğullarına güç gelmiştir. Aynı durumun enfal,tevbe,ali imran gibi özellikle medine de nazil olan sureleri okuduğumuzda müslümanlar arasındada meydana çıktığı görülür. İsrailoğulları ve müslümanlar arasındaki ortak bağ hepsinin insan olması ve insanın özelliklerinden biriside zoru gördümü yan çizmek olduğu bilinen bir gerçektir. 

Ayet içindeki dua cümlesi ile bizlere yine şu hatırlatılmaktadır; "Allahın size gücünüz üstünde yük yüklememesi her zaman geçerli bir söz olup sizler gereki olan şartları yerine getirmeyip itaatten ayrıldığınız zaman bu güçten mahrum kalırsınız ve karşınızdaki sorunun sizin takatinizi aştığınızı sanırsınız.

Bizler Allah cc ye bu şekilde bir dua etmekle şunu teyid etmiş olmaktayız. " Ey rabbimiz senin bize verdiğin sözün geçerli olması için senin bizim için koymuş olduğun ölçüler dahilinde hareket ederek senden yardım istiyoruz" , aksi takdirde elimizi kolumuzu bağlayarak herhangi bir işin gerçekleşmesi için konulan ölçülere riayet etmeden sadece dua etmek ile Allah cc bizleri hiç bir işimizde muvaffak kılmaz, aksine eğer kafirler Allah cc nin koyduğu ölçüler dahilinde hareket ederse muvaffakiyet bugün bir çok konuda olduğu gibi onların olur.

                                               va’fu annâ, vagfir lenâ, verhamnâ

               Ve bizden af buyur ve bizim için mağfiret buyur ve bizlere merhamet kıl

Bu dua cümlesi içinde geçen  af ,mağfiret ve merhamet isteği kulun rabbi karşısında olan acziyetini ifade etmekte olup bu isteklerin gerçekleşmesi sadece sözde bir dua ile değil bu dualardaki isteğin önce kul tarafından hayat içinde yerine getirilmesi şeklinde olması gerekir. Allah cc affedici olduğunu bizlere bir çok ayetinde beyan etmekte ancak bu af, kulun nasılsa af var deyip her günahı işlemesine kapı aralamamaktaolup unutma sonucu meydana gelen günahların hatayı anlayıp bir daha ona göre dönmemek şartı ile olduğu unutulmamalıdır. Kul yaşamış olduğu hayat içinde af ve mağfirete layık olacak bir amel işlemesi gerektiğini bu dua ile hatırlar ve her an günah işleyebileceğini unutmadan böyle bir günah içine düşmemeye gayret eder.

                                     ente mevlânâ fensurnâ alel kavmil kâfirîn(kâfirîne).

                     Sen bizim mevlâmızsın. Artık kâfirler olan kavim üzerine bizlere nusret ver.»

Kafir kavim üzerine nusret taleb etmenin belirli şartları yerine getirmek sureti ile olduğu hiç bir zaman unutulmamalıdır. El açıp sadece dua etmek ile Allah cc nin kafirleri helak edeceğini zannetmek tıpkı israiloğullarının Musa as a dediği gibi " sen ve rabbin gidin savaşın" demek anlamına gelmektedir. Allah cc için seçilmiş bir ırk veya din mensubu olmuş olmayıp koyduğu ölçülere riayet edenlere yardımı gerçekleşir. Eğer kafir bir kavim gerekli şartları yerine getirir ise yardım onların üzerine olur , rabbimiz " onlar bana iman etmiyor" diyerek onlara yardım etmeme gibi bir durumu yoktur. Bugün müstekbirler bütün güçleri ile mazlumlar üzerindeki sömürülerini devam ettiriyor ise onların elini açarak "Allahım mazlumlara karşı bize yardım et" demeleri şeklinde değil onun koyduğu ölçülere hareket eden müstekbirlerin çalışma dili ile " Allahım bize onlara karşı yardım et" şeklindeki dualarının karşılığıdır. Bizler Allah cc nin koyduğu ölçülere riayet etmeksizin gökten meleklerin inip kafirleri helak etmesini bekler isek daha çooook bekleriz. 

Sonuç olarak; bilmediklerimize bize öğreten alemlerin rabbi olan Allah cc , bizlerin ondan dua etmek yolu ile olan taleplerini karşılamak belli ölçüler koymuştur. Cehennemden kurtulmak için sadece "beni cehennemden kurtar" diye dua etmek yeterli olmayıp oraya girmeyi gerektirecek amellerdende uzak durmak gerekmektedir. Fakir olana gökten para yağdırmayan Allah cc bu parayı kazanmak için çalışmak gerektiği ölçüsünü koymuştur. Kafirlerin zulmunden kurtulmak için elleri semaya kaldırıp sadece dil dua etmek yeterli olmayıp bu zulme engel olacak tedbirleri almak gereklidir. Allah cc rahman ismi gereğince mü'min kafir ayrımı yapmadan koyduğu ölçülere riayet edenleri başarıya ulaştırmakta olup seçilmiş kul şeklinde bir ayrımı yoktur .

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

4 Temmuz 2013 Perşembe

Bakara s. 260. Ayeti ve Kuşların Alıştırılması

Ölümden sonra diriliş haberi kur'anın en büyük haberlerinden bir olması hasebiyle kur'anın pek çok ayeti bu konu ile ilgili olarak ahiret hakkında bilgiler içermektedir. Ölümden sonra diriliş ile ilgili ayetlere baktığımız sadece iddia sadedinde olduğu görülmektedir. Kalkıp birisi "gidiptegörenmi var?" diye sorduğu zaman "evet gören var" şeklinde bir cevap vermemiz mümkün değildir. Bizler islam olmuş (teslim olmuş) kullar olarak Allah cc nin kitabına kayıtsız şartsız iman etme gereği olarak ölümden sonraki hayatın kur'anda nasıl anlatılıyor ise ona iman ediyoruz ,ancak Allah cc kur'anda  ölümden sonra dirilişin gerçek olduğunu dünya hayatındaki bazı kıssalarda bizlere anlatarak ölümden sonraki dirilişi "ayn'elyakin (göz ile) göstermiştir.   

Bakara s. 260. ayeti ölümden sonra dirilişin ibrahim as üzerinden göz ile gösterilmesini anlatan bir ayet olması ile dikkat çekicidir. 


"
Ve iz kâleibrâhîmurabbîerinî keyfe tuhyilmevtâkâle e ve lemtu’minkâle belâ ve lâkin liyatmainne kalbî kâle fe huzerbeatenminettayri fe surhunneileykesummec’alalâkulli cebelin minhunnecuz’ensummed’uhunneye’tînekesa’yâ(sa’yen), va’lemennallâheazîzun  hakîm(hakîmun) "

"Hani İbrahim: Rabbım, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster, deyince. İnanmıyor musun? demişti. O da: Hayır öyle değil, ama kalbim iyice mutmain olsun, demişti. Öyleyse dört çeşit kuş al; onları kendine alıştır, sonra her dağ başına onlardan birer parça koy. Sonra onları, çağır, koşarak sana gelirler. Ve bil ki şüphesiz Allah, Aziz'dir, Hakim'dir. "

Ayet ilk bakışta ibrahim as ile Allah cc arasında geçen bu konuşmanın sanki karşılıklı bir şekilde cereyan ettiği imajını vermektedir. Şura s. 51 .de "Allah bir insanla ancak vahiy suretiyle veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderir; izniyle, dilediğini vahyeder. Doğrusu O yücedir, Hakim'dir."buyurularak Allah cc nin insan ile konuşmasının keyfiyeti hakkında verilen bilgiler içinde elçisiz olarak sadece musa as ile konuştuğuna şahid oluyoruz. 260. ayette bu konuşmanın nasıllığından ziyade konuşmada verilen mesaja odaklanmak gerektiğini düşünmekteyiz. Bir önceki 259. ayettede birebir cereyan ettiği imajı bir konuşmada ismi belirsiz bir kul ile yapılmakta olup orada yapılan konuşmanın konusuda ölümden sonra dirilişin aynelyakin olarak dünyada gösterilmesidir. Öyleyse ayeti okurken ibrahim as ile Allah cc nin konuşması keyfiyetinin değil ayetin verdiği mesajın öne çıkarılarak anlaşılması gerektiğini düşünmekteyiz.   

İbrahim as ın "
Rabbım, ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" şeklindeki isteğin ayet içindeki kuşların durumu ile ilgili bilgi vermesi açısından önemlidir. Bazı meallerde gördüğümüz şekli ile  kuşların canlı olarak dağa salınması anlamında yapılan meallerin ibrahim as ın bu isteğinin doğrultusunda uygun olmadığını,uygun olan anlamın kuşların üzerinden yeniden dirilişin aynelyakin olarak gösterilmesi gereği kuşların önce ölmüş olmasıdır.   

İbrahim as, bu isteğini ölümden sonra dirilmeye inandığını fakat kalbinin mutmain olması için böyle bir istekte bulunduğunu söyledikten sonra Allah cc ona 4 tane kuş alıp kendisine alıştırmasını emrediyor. "fesurhünne" kelimesi, bizlere bu kelimenin kullanıldığı diğer ayetleri gördüğümüz zaman ölülerin diriltilmesi ile ilgili olarak kullanılan "sur" kelimesi ile aynı olduğu görülecektir.    


Kıyamet saati ile ilgili anlatımlara bakacak olursak sura üfürülerek herkesin bir araya getirileceği haberi bir çok ayette bizlere bildirilmekte olup sura üfürülmesi müteşabih bir anlatımdır. 260. ayette kuşlar için kullanılan "fesurhünne" kelimeside kıyamet saati ile ilgili olarak anlatılan ayetlerin muhkem bir açılım ayetidir şöyleki:   


Kuşların kendine alıştırılmasından kastedilen onların alışmış oldukları çağırıcının dışında kimsenin çağrısına kulak asmadan çağrısına uymak zorunda oldukları kişinin çağrısına icabet etmeleri olup bu tür anlatımlar kıyamet saati ile ile ilgili olarakda anlatılmaktadır.  


-----050.041.42 Bir çağırıcının yakın bir yerden çağıracağı güne kulak ver. O gün insanlar bu sesi gerçekten işiteceklerdir. İşte bu, çıkış günüdür.
-----054.006.7.8Öyleyse onlardan yüz çevir; çağıran, görülmemiş ve tanınmamış bir şeye çağırdığı gün;Sanki etrafa yayılmış çekirge sürüsü gibi bakışları perişan (utançtan yere bakar) bir halde ve dâvetçiye koşarak kabirlerden çıkarlar. O esnada kâfirler: Bu, çok çetin bir gündür! derler.
-----020.108 O gün, hiçbir tarafa sapmadan o davetçiye (Sûr'a üfleyenin çağrısına) uyarlar. Öyleki, Rahmân'ın heybetinden sesler kısılmıştır. Artık bir fısıltıdan başka hiçbir şey işitemezsin.

Kıyamet günü çağırıcının sura üfürerek yapacak olduğu çağrının bir benzeri ibrahim as ın kuşları çağırarak o kuşların ibrahim as a alışmış olmları hasebiyle direk ona gelmeleri bizlerin kıyamet günündeki ahvalimizin muhkem bir anlatımıdır.

-----006.073 Gökleri ve yeri gerçekle yaratan O'dur ki «Ol» dediği gün (an) hemen olur; sözü gerçektir. Sura üfleneceği gün hükümranlık O'nundur. Görülmeyeni de görüleni de bilir. O Hakim'dir, haberdardır.
-----018.099 Biz o gün onları bırakırız, dalgalar halinde birbirlerine girerler. Sura üflenince hepsini bir araya toplarız.
-----020.102 Sura üflendiği gün, işte o gün, suçluları gözleri korkudan göğermiş olarak toplarız.
-----023.101 Sura üflendiği zaman, o gün, aralarındaki soy yakınlığı fayda vermez ve birbirlerine de birşey soramazlar.
-----027.087 Sura üfürüldüğü gün, Allah'ın diledikleri bir yana, göklerde olanlar da yerde olanlar da, korku içinde kalırlar. Hepsi Allah'a boyunları bükülmüş olarak gelirler.
-----036.051 Sura üflenince, kabirlerinden Rablerine koşarak çıkarlar.
-----039.068 Sura üflenince, Allah'ın dilediği bir yana, göklerde olanlar, yerde olanlar hepsi düşüp ölür. Sonra Sura bir daha üflenince hemen ayağa kalkıp bakışır dururlar.
-----050.020 Sura üfürülür. İşte bu geleceği söz verilen gündür.
-----069.013-4  Vaktâ ki Sûr'a bir üfürülme ile üfürülmüş olur. Ve yer ve dağlar yerlerinden kaldırılmış ve birbirine bir çarpışla çarpmış, darmadağın olmuş bulunur.
-----078.018 Sur'a üfürüleceği gün, artık siz dalga dalga geleceksiniz.

Ayette "sana koşarak gelirler" cümlesi üzerindede biraz durmak gerekmektedir. Klasik tefsirlere bktığımızzamak "kuşların koşarak gelmesi" üzerinde yorum yapan tefsirciler mesajın içeriğinden uzaklaşarak kuşların cinsi üzerinde yorumlar yapmışlar ibrahim as ın kuşlarının cinsi üzerinde derin ve ilmi!! müzakerelere girişerek tavuk,devekuşu gibi yürüyen kuş cinslerinden hangisi olabileceğini konuşarak sayfaları doldurmuşlardır.     

Ayetin mesajı gereği ayet içinde geçen "sa'yen" kelimesinin kıyamet günü ahvali ile ilgili kullanımlarına bakacak olursak kuşların koşarak gelmeleri ile insanların koşarak gelmeleri ve amellerinin karşılığını görmeleri arasındaki bağ aynı kelime olan "saa" kelimesinin kullanımında görülecektir.   


-----017.019 Ahireti isteyip, inanmış olarak onun için gerekli çalışmada bulunan kimselerin, işte onların çalışmaları(sa'yuhum) şükre değer.
-----053.039  İnsan ancak çalıştığına erişir.(sa a)
-----053.040 Onun çalışması şüphesiz görülecektir.(sa'yuhum)
-----079.035 O insanın neye koştuğunu(sa a) anlıyacağı gün.
-----020.015 Herkes işlediğinin (tes'a) karşılığını görsün diye, zamanını gizli tuttuğum kıyamet mutlaka gelecektir.
-----076.022 «İşte bu sizin işlediklerinizin(sa'yukum) karşılığıdır, çalışmalarınız şükre değer» denir.
-----092.004 Doğrusu sizin çalışmalarınız (sa'yukum) çeşitlidir.
-----021.094 İnanmış olarak yararlı iş işleyenin ameli (sa'yihi)inkar edilmeyecektir. Biz onu yazmaktayız.  

Bakara s. 260. ayetinde geçen "sa'yen" - "sur"- "da'a" kelimelerinin kıyamet saati ile ilgili kullanımları ile bağını kuracak olursak ibrahim as ın kuşları alıştırarak  sonra onları çağırması kıyamet günü insanların yeniden diriltilerek çağrılmasının muhkem bir anlatımıdır.

Şimdi geldi o kuşların dağlara ölümü yoksa dirimi bırakıldıkları konusuna, bazı meallerde kuşların ölü olarak değilde diri olarak dağa bırakıldıkları şeklinde yapılan meallere katılmadığımızı hatta bu şekilde yapılan meallerin ayetteki verilmek istenen mesajı anlamadan birazda hayvanseverlik! tarafı ağır basan bir anlayış içinde yapılmış olduğunu düşünüyoruz.    

"sonra her dağ başına onlardan birer parça koy" cümlesinde geçen "cüz'en" kelimesi , "bir nesnenin bütününü oluşturan parçalar" anlamında olup kuşların cüz haline getirildiği zaman onların diri kalması nasıl mümkün olabilir? . Ayetin mesajı ölümden sonra dirilişin dünya gözü ile ibrahim as üzerinden gösterilmesi olduğuna göre kuşların ölmeden diri olarak dağlara salındığını iddia etmek doğru bir iddia değildir.    

Muhammed esed ve mustafaislamoğlunun bu şekilde yaptıkları mealden bir örnek vererek mealdeki hatayıda göstermek istiyoruz.  


Muhammed esed meali:  

Hani İbrahim, "Ey Rabbim! Ölüye nasıl hayat verdiğini bana göster!" demişti. O da, "Yoksa inancın yok mu?" diye sormuştu. (İbrahim) cevap vermişti: "Hayır, ama (görmeme izin ver) ki kalbim tamamen mutmain olsun." "Öyleyse" demişti Allah, "Dört kuş al ve onlara sana itaat etmeyi öğret; sonra onları (etrafındaki) her tepeye ayrı ayrı sal; sonra da çağır: uçarak sana gelecekler. Bil ki Allah her şeye kadirdir, hikmet sahibidir."

Mustafa islamoğlu meali :
Hani ibrahimdemiştiki , rabbim ölüyü nasıl dirlittiğini bana göster. O
da yoksa inanmadınmı ?diye sordu. Cevap verdi ,hayır fakat fakat kalbim mutmain olsun diye. O
da o halde dört kuş al onları kendine (itaate) alıştır., bunun ardından onları ayrı ayrı bir tepeye sal onları çağır uçarak sana gelecekler. iyibil'ki Allah her işinde mükemmmeldir, her işinde tam isabet edendir.

 Her iki mealde birbirinin aynı şekilde yapıldığı görülüyor. "sa'yen" kelimesini "uçarak" şeklinde çevirmeleri bu kelimenin kıyamet günü ile ilgili kullanımları arasındaki bağı hesaba katmadan sadece kuşun uçması gerektiği mantığı içinde yapılmış bir meal olduğu göze çarpmaktadır. 

"onları ayrı ayrı bir tepeye sal" şeklinde meal verilen cümlenin metni "
summec’alalâkulli cebelin minhunnecuz’en" dir. Cüz kelimesinin anlamı bütünün bir parçası olduğuna göre "onları ayrı ayrı bir tepeye sal" olarak verdiği anlamdan kastettiği kuşların ayrı ayrı olarak canlı olarak salınması şeklinde verdiği anlam cüz kelimesini 4 kuşu bütün sayarak birer birer tepeye sal anlamını verdiğini gösterirki cüz kelimesi bir kuşun parçası olmasını gerektirmektedir, ancak islamoğlu hoca kuşların öldürülmesine gönlünün razı olmayarak! onları canlı dağa salınması gerektiğini düşünmüş olacakki bu şekilde bir anlamı tercih etmektedir.   

"Cüz" kelimesinin nasıl bir anlama geldiğini yine bize atamız İbrahim as ın kıssasının anlatıldığı enbiya s. 58. ayeti anlatmaktadır. 
 Fe cealehumcuzâzen illâ kebîrenlehumleallehumileyhiyerciûn
"Derken onları parça parça etti, ancak bir büyüklerini bıraktı ki belki ona müracaat ederler."

İbrahim as ın kavminin putlarını kırmasını anlatan bu ayetteki "cuzazen" (cüzler) kelimesi putların kırılarak parçalanmasını ifade etmektedir. Bakara s. 260. ayetinin mesajını kur'an bütünlüğünde anlamak için enbiya s. 58. ayetindeki putların cüzlere ayrılması ile kuşların cüzlere ayrılmasını birlikte düşünerek kuşların nasıl cüzlere ayrılmış olduklarını öğrenmek mümkündür. İbrahim as putları kırarak cüzlere nasıl ayırdıysa kuşlarıda parçalayarak cüzlere öyle ayırmıştır. Bakara s. 260. ayet mealini "cüz" kelimesinden yola çıkarak kuşların ayrı ayrı dağıtılması şeklinde anlayanlar neden İbrahim as ın putları parçalamadan ayrı ayrı yerlere koyduğu söylemezler, tabikisöylemyemezler ayet putların parçalandığını anlatmaktadır, öyleyse bakara s. 260. ayeti ile enbiya s. 58. ayeti arasında bir paralellik kurup ayetin mesajını kur'an bütünlüğünde anlamaya gidilmemektedir?.

İslamoğlu hoca bu ayet ile ilgili gerekçe notunun 2. de , " Bununla hzibrahime söylenmek istenen hakikat zımmen şudur, "sen çağırınca terbiye ettğin kuşlar nasıl uçarak sana geliyorlarsa Allah'da RUHLARI ÇAĞIRDIĞINDA onlarda kuşlar gibi uçarak kendilerini terbiye eden rabbe varacaklar" demektedir .Kur'anın hiç bir ayeti insanı beden ve ruh şeklinde ikiye ayırmamasına rağmen sayın hocanın kabirlerden kalkanların beden ile değil "RUHLARI ÇAĞIRDIĞINDA" şeklindeki ifadesine  uygun olarak beden olarak yeniden dirilişe inanıp inanmadığı sorusunu beraberinde getirmektedir. Sayın hoca eğer bedenen dirilişe inanıyorsa ki şahsen inandığını sanıyorum "ruhları çağırması" ifadesi çelişkili ve kur'ana uymayan bir ifadedir, çünkü kıyamet günü çağrılan insanlar etli kemikli olarka dirilerek çağrıya koşacaklardır.

Kur'anın ölümden sonraki yeniden dirilişi bakara s. 260. ayeti örneğinde ibrahim as gözü ile hem ona hemde bizlere aynelyakin olarak gösterilmesi ile ilgili olan bu ayet, bazı modernist mülahazalara kurban edilmeye çalışılarak kuşların ölmediği diri olarak salındığı gibi düşünceler etrafında ana mesajın kavranmasını güçlendirmiştir. İnsanı beden ve ruh olarak ikiye ayıran ve kur'andan onay almayan bazı düşünceler kabir azabı olgusunu yerleştirerek azab görenin beden değilde ruh olduğunu iddia etmişlerdir. Bazı islam düşünürlerinin bedenen dirilişi red etme noktasına getiren beden-ruh şeklindeki ayrımı islamoğlu hocanın gerekçe notunda görmemiz ve "ruhları çağırdığında" şeklinde bir ifadesi sayın hocanın bedenen diriliş konusunda çekinceleri olup olmadığı konusunda bizleri düşünceye sevketmiştir. Sayın hoca eğer bedenen dirilişe inanıyor ise "ruhları çağırmasıifadesi çelişkili bir ifadedir. İnsanda ruh diye bir olguya inanıyor ise ve ruhun kabirde azab görerek ölmediğine inanıyor ve  diriliş olayının bu ruhla olacağına inanıyor ise sayın hoca ayır bir yanlışın içinde demektir. 

Sayın hoca 3. nolu gerekçede ise şunları demektedir; " Öldükten sonra dirilmenin mahiyetin kavramak için nasıl bir zihni yöntem izlenmesi gerektiğini Hz ibrahim' in şahsında öğreten kur'an bu pasajda RUHLARIN DİRİLİŞİNDEN" insanın Allah için yaptığı eyemlerin dirilişine getiriyor."  
   
3. nolu gerekçe bakara s. 261. ayeti ile ilgili olmasına rağmen 260. ayet ile bağlantı kurmakta ve 260. ayette  anlatılan konunun ölümden sonra dirilişin mahiyetinin "ruhların dirilmesi" şeklinde olduğu iddiasını öne sürmektedir. Kur'ana aykırı olarak beden-ruh ayrımına giden islam düşünürleri ruhların hiçbir zaman ölmediğini iddia etmelerine rağmen sayın hoca "ruhların dirilmesi" ifadesini kullanarak ruhu öldürmesi çelişkili bir yanlıştır. Sayın hocanın yeniden dirilişin bedenen olduğunu düşündüğünü zannettiğimiz için "ruhun dirilişi" gibi bir deyim üzerinde tekrar düşünmesini tavsiye ediyoruz.    

 Sonuç olarak, ibrahim as üzerinden ölüm sonrası yeniden dirilişin muhkem bir anlatımı olan bu ayet gaybi bir haberi aynelyakin ile bizlere gösterilmesidir. Kuşların ibrahim as a koşarak gelmesi onların daha önce ölmüş bir halde dağa bırakılmış olması daha uygun bir anlam olması gerekir'ki, kur'anın ölümden sonra yeniden dirilişin gözle görülerek hakikat olduğunun gereçek olduğu bilinebilsin. Aksi takdirde kuşlar canlı olarak dağ başlarına bırakılarak çağırma ile geldiği şeklinde çıkarılan bir anlam, beden -ruh ayrımına gidilerek ruhun ölümsüzlüğü ve yeniden dirilişin bedenen olmayacağı düşüncesine delil olarak dahi getirilebilir'ki bu düşünce kur'an ile taban tabana zıt bir düşüncedir. 

                                              EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.