örnekleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
örnekleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ekim 2011 Pazar

"Tebyinü l Kur'an" dan Tahrifü l Kur'an Örnekleri 9 ( İbrahimin Misafirleri)

"Tebyinül Kur'an" dan Tahrifül Kur'an örnekleri adlı yazı serimize adı geçen eserdeki Hud ve Zariyat surelerinde geçen "İbrahimin misafirleri" kıssası ile ilgili yapılan yorumları yine adı geçen eserden yaptığımız alıntılarla tahrif olduğunu iddia etiğimiz düşünceleri, sayın yazarın eserindeki Kur'an bütünlüğünü hesaba katmadan yaptığı çelişkiler ile ortaya koymak istiyoruz. 

Önce Hud suresi 69. ayetinden itibaren başlayan "İbrahimin misafirleri" kıssası ile ilgili verilen mealleri ve yorumları sayın yazarın eserinden yaptığımız alıntılar ile görelim.

"69-Ve andolsun ki, İbrâhîm'e de elçilerimiz müjde ile geldiler; "Selâm!" dediler. O; "Selâm!" dedi, sonra da saf hâle getirilmiş buzağıyı getirmekte gecikmedi."

Sayın yazar 69. ayet ile ilgili yorumunda, önce "elçilerimiz"(rusuluna) kelimesi hakkındaki düşüncelerini açıklayarak şunları söylemektedir.

"Elde herhangi bir kanıt bulunmamasına rağmen klâsik kaynaklarda bu elçilerin "melek" olduğu dayatılmıştır. Bizim kanaatimize göre ise; bu elçiler İbrâhîm peygamberin o güne kadar tanımadığı, varlıklarından haberdar olmadığı, o yöredeki beşer elçilerdir [peygamberlerdir]. Sayılarının "bir"den fazla olması bu konuda tereddüde mahal vermemelidir; çünkü Yâ-Sîn Sûresinde de bir kente art arda üç elçi gönderildiği bildirilmiştir

Daha önceki yazılarımızda ele aldığımız üzere "melek" kavramı hakkında kur'ani bir düşünce sahibi olmayan sayın yazar "klasik kaynaklardaki dayatma" olarak düşündüğü bu kavrama kendi önkabulleri doğrultusunda ayrı bir anlam yükleyerek ibrahim as a gelen elçilerin "beşer" olduğu dayatmasını yapmaktadır. Bu dayatmayı yasin suresinden konu ile alakası olmayan verdiği bir örnekle destekleme yoluna gitmektedir. Sayın yazarın hacc suresi 75. ayetine kendi sitesinde verdiği meal çelişkisini ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir.Bu ayete "75-76. Allah meleklerden, elçiler seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah en iyi işiten, en iyi görendir, ellerinin arasında olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve işler yalnızca Allah'a döndürülür." şeklinde bir meal veren sayın yazar hac suresi 75. ayetine verdiği meal ile hud suresi 69. ayetine verdiği anlam arasındaki çelişkiyi farkederek tutarlı olmak!! açısından kitap haline getirilmiş mealinin 2011 baskısında o ayetide tahrif etmek gerektiğini farkederek hac suresi 75. ayetine ,"Allah haberci ayetlerdende elçiler seçer,insanlardanda elçiler seçer" şeklinde bir meal vererek aradaki tutarsızlığı gidermiştir!!.

69. ayetteki "biiclin hanizin" kızartılmış buzağı kelimesi ile ilgili olarakta şu yorumu yapmaktadır

"İbrâhîm peygamberin misafirlerine sunduğu buzağı, bu Âyette hanîz sözcüğüyle, Zâriyât Sûresinin 26. Âyetindeki semîn sözcüğüyle nitelenmiştir. Gelenekçiler bu iki nitelemeyi –sırasıyla– "kızartılmış" ve "semiz" olarak aktarmışlardır. Ne var ki, koskoca buzağının kızartılamayacağını ve aynı buzağıyı niteleyen "kızartılmış" ifadesi ile ancak canlı bir hayvan için kullanılan "semiz" ifadesi arasındaki çelişkiyi hiç dikkate almayarak bariz bir hata içine düşmüşlerdir. Çünkü misafire tavuk hatta kuzu kızartılıp ikram edilmesi makul olmakla beraber bir buzağının kızartılıp bütünüyle ikram edilmesi akıllardan uzak bir durumdur. Ayrıca gelenekçilerin nitelemelerine göre, konumuz olan Âyetteki buzağı "kızartılmış" yani ölü bir buzağıdır. Zâriyât Sûresinin 26. Âyetinde ise aynı buzağı "semiz" yani canlı bir buzağıdır. Bu durumda iki Âyet arasında bir çelişki söz konusu olmaktadır ki, bu asla mümkün değildir.
Bize göre, bu olaydaki "buzağı" ile kastedilen anlamın te'vîline o buzağının sıfatları olarak bildirilen "hanîz" ve "semîn" sözcüklerinin gerçek anlamlarından yola çıkarak ulaşmak gerekmektedir."

 Sayın yazar burada kendi önkabulleri ve vahye tabi olmayan aklını devreye sokarak buzağının kocaman olduğunu dolayısı ile tavuk veya kuzu kızartmasının daha makul!! olduğunu iddia etmektedir. Halbuki "misafir umduğunu değil bulduğunu yer " atasözü gereği ibrahim as da misafirlerine evinde olan bir yiyeceği  ikram etmeye kalkmıştır. Ayrıca zariyat suresi 26. ayetindeki "biiclin seminin" semiz buzağı tabiri ile, hud suresi 69. ayetindeki "biiclin hanizin" kızartılmış buzağı tabirini çelişki olarak görüp kızartılan bir buzağının ölü, semiz bir buzağının diri olması gerektiğini iddia ederek arada bir çelişki olduğunu iddia etmektedir. Sayın yazar ,buzağının kocaman bir hayvan olduğunu ve onun kızartmanın zor olduğunu düşünüp, ibrahim as ın misafirleri için "semiz bir buzağıyı" kızartmış olabileceğini düşünmemesi dikkat çekicidir. Madem aklı öne çıkarıyorsun  buradada şöyle bir mantık yürütüpte, ibrahim as ın " kızartılmış semiz bir buzağıyı" gelebilecek olan misafirleri için her zaman hazır tuttuğu ve gelen resullerede bu hazır olan "kızartılmış semiz buzağıyı" onlara ikram ettiğini neden hesap etmiyorsun diye biri çıkıp sormazmı acaba? 

"Haniz" kelimesine "lisanul arap" ta verilen "arıtılmış, içindeki fazlalıklar atılmış" anlamından hareketle bir hayvanı kızartmak için içinin temizlenmesi gerektiği , dolayısı ile ibrahim as ın gelen misafirlerine " içi temizlenmiş taze bir buzağı kızartması" sunmuş olacağı anlamını kendi önkabulleri açısından yanlış olduğunu düşünen yazar " semin" kelimesi içinde " güç veren anlamını kullanmıştır. Ancak yusuf suresinde 43. ve 46. ayetlerinde "simanin" olarak geçen bu kelimeye yine kendi yaptığı mealde "semiz" anlamı vermiştir.

Yazar 69. ayet ile gerekli tahrifatları yaptıktan sonra bomba haberi patlatarak şunları yazar. 

"Buzağının sıfatları olarak verilen her iki sözcüğün yukarıda belirttiğimiz anlamları birleştirildiğinde, buradaki buzağının "saf hâlde bulunan" ve "güç veren" bir buzağı olduğu anlamına ulaşılmaktadır. Bundan dolayıdır ki, biz bu buzağının A'râf Sûresindeki "aldatıcı sesi olan ceset buzağı" gibi "altın" olduğu kanaatini taşımaktayız. Bu te'vîlimize göre, İbrâhîm peygamber müjdeci elçilere müjdelik olarak "altın" vermiştir."  

"Haniz" kelimesini "saf halde bulunan" , "semin" kelimesinide "güç veren" olarak tahrif eden yazarımız, bomba haberinde, ibrahim as ın gelen misafirlerine, getirdikleri müjde karşılığında "altın buzağ ıhediye ettiği iftirasını pişkinlikle yazmaktadır. Artık burada tahrifi bile şirazesinden çıkarmıştır. Yazarın iddia ettiği gibi ibrahim as gelen misafirlerine, getirdikleri müjde karşılığında altın vermesini bir an için kabul ettiğimiz düşünecek olursak hediye edilen altın buzağı müjde verilmeden öncedir. Hangi gelenekte müjde verilmeden önce hediye verildiğini sayın yazar burada belirtmemiştir. Sayın yazar konuya şu şekilde devam etmektedir.

"Âyetten anlaşıldığına göre, İbrâhîm peygamberin ikram olarak takdim ettiğine ['altın'a], misafirleri [elçiler] el sürmemişler, daha doğrusu sürememişlerdir. Çünkü onlar elçidir ve daha evvel birçok Âyette bildirildiği gibi, görevleri gereği yaptıklarına karşılık herhangi bir ücret almaları söz konusu değildir.
Verilen hediyeyi almamaları üzerine İbrâhîm peygamberin korkuya kapılmasından, verilen hediyenin veya yapılan ikramın reddedilmesinin o günün geleneğinde husumet ve düşmanlık belirtisi sayıldığı anlaşılmaktadır. İbrâhîm peygamber gaybı bilmediği, kendileri açıklayıncaya kadar misafirlerin elçi olduğunu anlamadığı için geleneğe göre düşmanca sayılan bu davranıştan dolayı korkuya kapılmıştır.
Bu durumdan çıkan bir diğer sonuç da Allah bildirmediği sürece peygamberlerin gaybı bilmesinin mümkün olmadığıdır. "

"ibrahimin misafirleri" kıssası kur'anda 3 yerde geçmektedir. hud suresindeki kısmında, yazarın iddia ettiği verilen müjde karşılığında altın buzağının!! hediye edilmesi ibrahim as a çocuk müjdesi verilmeden önce , hicr suresindeki kısmında altın buzağı!! hediye edilmeden müjde verilmektedir, zariyat suresindeki kısmında ise altın buzağı !! hediye edilmesi verilen müjdeden öncedir. Kıssanın hicr ve zariyat surelerinde geçen bölümlerinden görüldüğü üzere ibrahim as gelenekleri ters yüz ederek müjde verilmeden önce gelen müjdecilerin hediyesini takdim etmeye kalkmıştır!!. Halbuki kur'an dışı önkabuller ile kıssaya bakmak yerine kur'ani bir gözle bakmayı deneseydi böyle saçma ve iftira dolu bir çıkarımda bulunup kendini traji komik bir duruma düşürmeyebilirdi. 

Kıssaya baktığımız zaman, gelen misafirlerin insan şeklinde gelmeleri hasebiyle onların tanımayan ibrahim as onlara diğer misafirlerine ikram ettiği gibi ikramda bulunmuştur. Zariyat suresi 27. ayetinde gördüğümüz üzere onlar "ele te'kulun" diye yemelerini teklif etmiştir. İkram edilen" kızartılmış semiz buzağı"eğer sayın yazarın iddia ettiği gibi "altın buzağı" olsaydı misafirler bunu nasıl yiyeceklerdi? yada eğer bu yenmesi gereken bir şey olmasaydı ibrahim as neden "yemezmisiniz" diye sormuştur ?. Yazar zariyat suresi 27. ayetindeki "ele te'kulun" yemezmisiniz? kelimesinide "nasiplenmezmisiniz" şeklinde çevirerek bunuda halletme! yoluna gitmiştir.

71. ayetteki karısının ayakta olması ile ilgili  olarak şu yorumda bulunmaktadır yazarımız. 

"Ayette İbrâhîm peygamberin karısının قائمة - gâime olduğu ifade edilmiştir. Bu ifade mealciler tarafından genellikle "ayakta dikiliyordu" şeklinde çevrilmiştir. Hâlbuki kıssadaki anlatıma göre olayların gelişiminde İbrâhîm peygamberin karısının ayakta durmasının veya oturmasının yahut da yatmasının hiçbir önemi yoktur. Dolayısıyla buradaki gâime ifadesinin başka bir anlamı olmalıdır.
Bize göre, buradaki gâimelik "ayaklanmışlığı, baş kaldırmışlığı" ifade etmektedir. Buna göre, İbrâhîm peygamberin karısının gâime oluşu, onun kocası ile arasının açık olduğunu ifade etmektedir. Bu durum, İbrâhîm peygamber ile karısının ayrılma, boşanma safhasında olduklarını göstermektedir. Nitekim gıyâm sözcüğü "siyasî baş kaldırma" anlamında olup sözcüğün Kur'ân'da bu anlamda kullanıldığı birçok Âyet vardır:" 
Ayetteki "gaimetün" kelimesinden ibrahim as ın karısının ona başkaldırdığı ve boşanma safhasında olduları çıkarımını yapan sayın yazar gelen resullerin ibrahim as ın eşine hitaben " Allahın rahmeti ve bereketi sizin üzerinizedir ey ev halkı" demesi ile ibrahim as ın karısının ona başkaldırmış biri olduğunu ve boşanma safhasında nasıl bağdaştırdığını anlamak zordur desek bizim için pek zor değildir. Sayın yazarın bu ve bundan önceki yazılarımızda örneklerini verdiğimiz tahriflerinden çıkardığı sonuçlar bu çıkarmış olduğu sonuçlar ile aynı sayılır. 

Bu tahrifini 72. ayet içine koyduğu parantez ile pekiştirmeye çalışan yazar bu ayete verdiği mealde açtığı parantez içi yorum dikkate şayandır. ( O [İbrâhîm'in karısı] dedi ki: "Vay be! Ben mi doğuracağım! Ben bir "acuz"um [kocası işe yaramaz bir zavallıyım, bahtsız bir karıyım]. Şu kocam da yaşlı bir adam iken! Şüphesiz bu, çok tuhaf bir şey!)  Önkabulleri doğrultusunda yaptığı parantez içi tahrif ile ibrahim as ı bile incitmekten çekinmeyen yazar başkalarını mesnetsiz nakiller ile suçlayıp kendisnini mesnetli !!! nakillerini bu şekildeyapmaktan imtina etmemektedir. 

Sayın yazarın eserinin bir çok yerinde olduğu gibi buradada kelimelerle nasıl oynadığının örneğini "acuzun" kelimesi üzerine yazdıklarından örnekler vermek istiyoruz.  

"'ACÛZ SÖZCÜĞÜ:

Bu sözcük "yaşlı" demek olduğu gibi, "geniş kalçalı" veya "kocası yaşlı, kendine uygun kocası olmayan, dengini bulmamış, zavallı, bahtsız, kara bahtlı genç hanım" anlamlarına da gelmektedir. [52–20]
Yukarıdaki anlamlardan ele aldığımız konuya en uygun düşeni sonuncusudur. Çünkü İbrâhîm peygamberin karısının 72. Âyette bildirilen Vay be! Ben mi doğuracağım! Ben bir 'acûz'um [kocası işe yaramaz bir zavallıyım, bahtsız bir karıyım]. Şu kocam da yaşlı bir adam iken! Şüphesiz bu, çok tuhaf bir şey şeklindeki sözleri, onun genç, doğurmaya elverişli bir kadın olduğunu göstermekte, buna karşılık İbrâhîm peygamberi ise yaşlı (Zâriyât Sûresinin 26. Âyetine göre agîm, kısır) biri olarak tanıtmaktadır. Dolayısıyla İbrâhîm peygamberin karısı, verilen müjdeye kocasının yaşlılığı ve kısırlığı dolayısıyla gülmüştür. Onun bu anlayışı, içinde bulunduğu durum sebebiyle kendini nitelediği 'acûz sözcüğünü "zavallı, çileli, dengini bulmamış" anlamında kullanmış olmasını gerektirmektedir. Nitekim müjdeye şaşıran İbrâhîm peygamber de –Hicr Sûresi'nde– şaşkınlığına gerekçe olarak yaşlılığını göstermiş, karısı ile ilgili herhangi bir açıklama yapmamıştır:""

Kelimeler üzerinde nasıl oynadığını görmek için A-CE-ZE kelimesinin lügat anlamını ele almak istiyoruz. Bu kelime "elmüfredat"ta şu şekilde açıklanmaktadır."insanını arka geri kısmı tarafı(yani kaba eti).Başak şeylerin arka geri kısmıda buna benzetilmiştir (kamer s.20 örneğinde). "aczun" sözcüğü temelde" birşeyden geride arkada olmak yada kalmak,ve onun bir işin, meselenin "aczunda" yani arkasında meydana gelmesi demektir. Yaygın kullanımda"bir nesneyi yapmada eksik gelmenin, ona güç yetirememenin anlamı haline gelmiştir."kudret" sözcüğünün zıddıdır. "EL ACUZ"( kocakarı) "pek çok işi yapmaktan ACİZ kaldığı için böyle adlandırılmıştır.  

Yazarın bu kelimeye verdiği ""geniş kalçalı" veya "kocası yaşlı, kendine uygun kocası olmayan, dengini bulmamış, zavallı, bahtsız, kara bahtlı genç hanım" "anlamları "aceze" kelimesinin esas anlamları ile bir alakası yoktur. Verdiği anlama göre ibrahim as ın karısı genç ve doğurgan ve kara bahtlı zavallı bir kadındır!!, Şuara s. 171. ayetinde ve saffat s.135. ayetinde lut as ın hanımı içinde "acuzen" şeklinde kullanılan bu kelimeyede "zavallı ve bahtsız" kadın olarak meal veren yazar o kadının ve ibrahim as karısının acaba resul karıları oldukları içinmi zavallı ve bahtsız şeklinde bir meal vermiştir. Lut as ın karısının ona iman etmediği ve geri kalıp helak olanlardan olduğu malumdur.Sayın yazara göre ibrahim as ın karısının "acuzluğu" lut as ın karısı gibi bir müşrik olmasımıdır? yoksa haşa ibrahim as gibi bir kocaya düşerek dengini bulmamış ,zavallı,bahtsız kadın olmasımıdır? bu tarafı izaha muhtaçtır. 


Parantez içi tahrif yapmadan " Vay, dedi, doğuracak mıyım? Ben bir acuz, kocam da bu bir pir iken, her halde bu çok acîb bir şey""olan hud s.72. ayetinin mealine bakarsak ibrahim as ın karısının ah vah etme sebebi kocasının ve kendisinin çocuk sahibi olmayacak kadar yaşlı olmalarıdır. Ancak sayın yazar tahrifte şiraze tanımayıp gelen resuller konusunda onları "beşer" yapmakla yetinmeyip ibrahim as ın karısı üzerinde kelime üzerinden spekülasyonlar yapıp adeta"tahrifte sınır yoktur" sloganı ile yola çıkmasının hakkını vermeye çalışmaktadır. 


                  EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.
 

24 Eylül 2011 Cumartesi

"Tebyinül Kur'an" dan Tahrifül Kur'an Örnekleri 8 (Necm Suresi)

"Tebyinül kur'an" dan tahrifül kur'an örnekleri başlıklı seri yazımıza eserdeki necm suresi 1-18 ayeterinde vahyin kaynağı ile ilgili olarak geçen ayetlerdeki anlatımlar üzerinde durmak istiyoruz. Daha önce yine bu başlık altındaki yazılarımızın 3. bölümünde sayın yazarın "cebrail" ile ilgili bir makalesini ele alarak vahiy meleği diye bir olguyu kabul etmediğini  ve bu  sonuca ulaşmak için bazı ayetler üzerinde nasıl oynadığını görmüştük. Bu yazımızda necm suresi örneğinde , Allah cc den aldığı  vahyi muhammed sav e ulaştıran vahiy meleğini devre dışı bırakmak gayesi ile yaptığı oynamaları ele almaya çalışacağız. Bu konu ile ilgili başka surelerde geçen ayetleride aynı amaca ulaşmak için (vahiy meleğini inkar amacı) tahrif ettiği için o sureler üzerindede inşaallah duracağız. Önce sayın yazarın eserinden necm suresi 1- 18. ayetlerine verdiği mealleri ve konu ile ilgili düşüncelerinin alıntılarını verelim. 


RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA.
1. İndiği zaman necme kasem olsun ki, [Parça parça inmiş Âyetlerin her bir inişi kanıttır ki]
2. arkadaşınız sapmamıştır, azmamıştır.
3. O, hevasından da konuşmuyor.
4. O, kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir.
5. Ona, onu müthiş kuvvetleri olan öğretti.
6. O, üstün akıl sahibi. Ki istiva etmiştir O.
7. Ve O, en yüksek ufukta idi.
8. Sonra yaklaştı ve hemen sarktı.
9. İki yay uzunluğu kadar, ya da daha yakın olmuştu.
10. Hemen de kuluna vahyettiğini vahyetti.
11. Gönlü, gördüğünü yalanlamadı.
12. Onun gördüğü şeyden kuşku mu duyuyorsunuz? [onun gördüğü şey hakkında onunla mücadele mi ediyorsunuz?]
13. Andolsun onu, başka bir inişte daha gördü.
14. Son sidrenin yanında.
15. Ki onun yanında oturulan bahçe vardır.
16. O zaman sidreyi kaplayan kaplıyordu.
17. Göz şaşmadı ve azmadı.
18. Andolsun, Rabbinin Âyetlerinin en büyüğünü gördü. 

Surenin 1. ve 4. ayetlerinde muhammed as ın tebliğ ettiği sözlerin kendi hevasının ürünü olmayıp  kendisine ilka edilen vahiy olduğu anlatıldıktan sonra devam eden ayetlerde bu vahyin muhammed as a nasıl ulaştığından bahsedilmektedir. Tebyin sahibinin sıkıntısıda burada başlamaktadır . "Vahiy meleği" olgusunu red ettiğini daha önceden belirttiğimiz üzere necm suresindeki bu konu ile ilgili ayetleri oluşturmuş olduğu red olgusu üzerine oturtmak için ayetler üzerinde oynamalarını kendi açısından haklı göstermek amacıyla önce kılıf uydurmaya çalışmaktadır. Tefsir kitaplarında necm suresinde bu konu ile ilgili olarak geçen bahislere baktığımız zaman muhammed sav e vahyi kimin öğrettiği konusunun tartışılmış olduğunu görmekteyiz. Vahyi direk Allahınmı verdiği yoksa vahiy meleği vasıtası ilemi verilmiş olduğu bu sured ile ilgili tefsirlerde konu edilmiştir. Vahyin muhammed as a ulaştırılması ile ilgili olarak hiç bir tefsirde "cibril"veya " ruhul emin"diye isimlendirilen vahiy meleği tümden yok sayılmamıştır. Ancak sayın yazar bu olguyu toptan yok sayarak iddialarını ayetler üzerinde oynayarak delillendirmeye çalışmaktadır. Sayın yazar necm suresi 5 ve 6 . ayetleri üzerinden konuya şu şekilde giriş yapmaktadır. 

"Peygamberimizi göğe, Allah'ın yanına çıkarmayı marifet bilen zihniyet bu Âyetleri de çarpıtmış ve Allah'a ait olan nitelikleri maalesef Cebrâîl'e yakıştırmıştır. Görüldüğü gibi, Sûrenin 5-6. Âyetlerinde Kur'ân'ı kimin öğrettiği herhangi bir isimle değil, sıfatlarla açıklanmıştır. Ne var ki, rivayetçiler bu sıfatları Cebrâîl'e vermişler fakat böyle yapınca da 10. Âyette Muhammed (a.s)'ın Cebrâîl'e kul olması anlamı ortaya çıkmıştır. Bu kez de sırf bunu izale etmek için yığınlarca safsata uydurmuşlar, yorum yapacağız derken işin içinden çıkamayarak daha da batmışlardır.
Peygamberimize Kur'ân'ı öğretenin kim olduğu konusunda hiçbir şüphe ve tereddüde yer yoktur. Kur'ân'ı ona öğreten Cebrâîl değil, kesin olarak Rahmân [Allah]' dır."

Genel olarak kullandığı, gelenekteki yanlış aktarımları kalkan yaparak, "başkasının yanlışının üzerine kendi yanlışını bina etmek" şeklindeki uslubuna buradada devam ederek, geleneğin muhammed sav i göklere çıkarmak şeklindeki yanlışına karşı kendiside haşa Allahı yere indirmeye çalışmaktadır. 
 " ona müthiş kuvvetleri olan öğretti" ayetinde direk olarak belli bir kişiden bahsedilmemesinden hareketle " müthiş kuvvetleri olan" varlığın Allah cc olduğunu iddia etmektedir.Rahman suresi 1ve 2. ayetlerindeki " rahman olan Allah kur'anı öğretti" ayetine dayanarak Kur'anı Allahın öğrettiğini cebrailin öğrettiği iddiasının yanlış olduğunu söylemektedir. Kur'anı rahman olan Allahın öğrettiğinden şimdiye kadar aklı selim sahibi hiç bir müslümanın şüphesi olmamıştır. Vahiy meleğinin vazifesini diğer surelerdeki anlatımı ile birlikte düşündüğümüz zaman onun görevinin Allahtan aldığı vahyi muhammed sav e öğretmek olduğu anlaşılır. Yani cibril başlı başına vahiy öğreticisi değil, Allahtan aldığı vahyi öğreten bir elçidir.
Ayette geçen "el kuva" kelimesi üzerinde duran sayın yazar bu kelime ile ligili olarak şunları der.
" Âyette geçen شديد القوى - şedîdü'l-quvâ = kuvvetleri çok güçlü olan ifadesi, قدير – qadîr  sözcüğünün başka türlü ifadesidir; yani "çok güçlü olan" anlamındadır. Bu anlamı "Kuvvet" kökünden gelen bir sözcükle ifade etmek gerekirse, mübalağa ism-i fail kalıbıyla قوىّ - kavîyyün sözcüğünü kullanmak gerekir. Zaten "kaviyyün" sözcüğü de Allah'ın sıfatlarından birisidir. Kur'ân'da 9 kez yer alır:"
  Burada sayın yazarın son cümlesi olan "kaviyyun sözcüğünün Allahın sıfatlarından olduğu 9 kez kur'anda geçmesi " üzerinde durmak istiyoruz. "şedidü'l-quva" kelimesini Allah için kullanılmasının delilini "kaviyyun" kelimesinin kur'anda Allahın sıfatlarından olmasına bağlamak istemektedir. Ancak sayın yazar burada "kaviyyun" kelimesinin geçtiği yerleri ve ne şekilde geçtiğini şaşırmıştır. Bu kelime kur'anda 11 yerde geçmektedir (8.52-11.66-22.40.74-27.39-28.26-40.22-42.19-57.25-58.21)"kaviyyen" kelimesi ilede bir ayette geçmektedir(33.25) ancak 27.surenin 39. ayetinde ve 28. surenin 26. ayetinde Allah için kullanılmamaktadır. Sayın yazarın  eserinde bu iki ayeti neden liste bıraktığının  takdirini okuyuculara bırakıyoruz.  
Ayetlerle oynamanın sırası 6. ayete gelmiştir . Bu konu ile ilgili olarak sayın yazar şunları söylemektedir
Yine 6. Âyetteki استوى - istiva eden ifadesi ile kastedilen de Allah'tır. Çünkü İstiva Allah'ın sıfatlarındandır, meleğin veya kulların sıfatı değildir. İstiva mecazen "egemenlik kurdu, kontrolü altına aldı" demektir. Müteşabih olan bu kavram Âyette mecaz olarak kullanılmıştır. İstivasözcüğü, aşağıdaki Âyetlerden başka, Yûnus Sûresinin 3; Ra'd Sûresinin 2; Furgân Sûresinin 59. ve Secde Sûresinin de 4. Âyetinde bu şekilde geçmektedir."
Sayın yazar "isteva" kelimesinin burada kur'andaki geçtiği ayetler hakkında bir bilgi vermemektedir ancak parantez içinde bu kelimenin anlamları olan "doğrulup dikildi,egemenlik kurdu, yerleşti" anlamlarını vermiştir."egemenlik kurdu ve yerleşti" anlamları dışındaki "dikildi" anlamı feth suresi 29. ayetinde müminlerin vasıflarından bahsederken verilen bir misal olarak "gövdesi üzerine dikilmiş"cümlesinde geçen necm s. 6 ayeti ile aynı kelime olan "festeva" ile kasas s.14. ayetindeki musa as için kullanılmasını göz ardı etmektedir. Yazarımız burada "şark kurnazlığı" göstererek fetih s. 29. ayeti ile bir bağlantı yapmaya yanaşmamaktadır. Çünkü yanaştığı takdirde gövdesi üzerine dikilen ağacın somut bir varlık olması ile muhammed as ın gözü ile gördüğü varlık arasında bir bağ kurması gerekecek ve muhammed sav in gözü ile gördüğü varlığın Allah olamayacağını çok iyi bilmektedir. Onun için yazarımız burayıda es geçmek zorunda kalmıştır. 
Surenin 7. ve 10. ayetleri ile ilgili olarak şunları söylemektedir.


"Bu Âyetlerle Allah'ın Muhammed (a.s)'a ilk kez nasıl vahyettiği Alak Sûresinin inişi tasvir edilerek heyecanlı bir sahne sergilenmiştir. müteşâbih Âyetleri ve mecazları anlamayan zihniyet, bu Âyetlerdekimüteşâbih ifadeleri çarpıtarak fiillerin öznelerini Cebrâîl olarak yorumlamıştır. Bu zihniyet sahiplerine göre, peygamberimiz orada Cebrâîl ile karşılaşmış, birbirlerine yaklaşmışlar, peygamberimiz Cebrâîl'e [hâşâ] kul olmuş, Cebrâîl de ona vah yedeceğini vahyetmiştir."  

Aklı başında hiç bir müslümanın söyleyemeyeceği ve bugüne kadarki tefsirlerde bu şekilde hiç bir anlam verilmeyen şekilde bir anlam verildiğini savunarak tahriflerine ilaveten birde iftira katan sayın yazar kendi düşüncesini doğrulatmak için peygamberimizin cebraile kul edildiği iftirasını atmaya kalkmaktadır.Yazarımız ,surenin 1.ve 18. ayetlerini ve kur'andaki vahyi ulaştıran varlık ile ilgili ayetleri mü'mince bir okuma tarzı ile okumaya kalksaydı kendini haklı çıkarmak amacı ile ne ayetleri tahrife nede iftiraya gerek duymadan kendisininde bildiği üzere tefsir usulunde bir kural olan "hazf" kuralına riayet edip oradaki hazfedilen yere gereken kelimeyi koyması gerekirdi. 

Konunun altından kalkamayacağını farkeden yazarımız topu taca atarak şu şekilde devam etmektedir. 

"7–10. Âyetlerde, vahiy anında neler olduğu hakkında bize açık bir bilgi verilmemiştir. Ama sanki bir cismin [helikopter gibi] gökten aşağıya doğru inişini çağrıştıran bir ifade kullanılmıştır. Bu konuyu araştıranlar, Allah izin verdiği takdirde, o gün olanların izahını tartışma şeklinde yapacaklar ve en büyük mucizelerden birini veya bir kaçını daha açıklayarak insanlığa büyük bir hizmet yapmış olacaklardır."

11.12.13. ayetler ile ilgili olarak şunları söylemektedir.

"Bu Âyetler, ilk vahiy anında olanların bir zann [sanı], bir rüya, bir hayal, bir halüsinasyon olmadığını, sağduyunun kesinlikle yanılmadığını vurgulamakta ve bu sahnenin iki kere yaşandığını açıklamaktadır. İlk vahiy olan Alak Sûresinin akışından anladığımıza göre bu inişlerin birincisi اقرأ - ikra ile başlayan 1. ve 2. Âyetlerin gelişinde, ikincisi de yine ikra ile başlayan 3. ve 5. Âyetlerin gelişinde olmuştur."

Sayın yazara " sen ya matematik bilmiyorsun yada hiç dayak yemedin" dedirtecek kadar acı bir tablo buradada karşımıza çıkmaktadır. 13.ayette "andolsun onu diğer bir  inişde de gördü" ayetinden acaba alak suresinin akışından !! anlaşılan iki defa inmesimi anlaşılır?. Sayın yazar daha önceden topu taca attığı için burada inenin kim olduğunu söylememektedir. Ancak 14.15. ayetlerde resmen faul yaparak şöyle söylemektedir.  

14,15.     Son sidrenin yanında ki onun yanında oturmaya değer bahçe/ mesire yeri vardır.


"Bu Âyetlerde vahiy mahalli açıklanarak âdeta adres belirtilmektedir. Bu Âyetlere göre, 7–10. Âyetlerde anlatılan kompozisyon, [Allah'ın sarkması, yaklaşması ve kuluna vahy etmesi] yanında oturmaya değer bir bahçe olan son sidre ağacının yanında vuku bulmuştur.
Eski tefsirciler Kur'ân'a kendi anlayışlarına göre noktalama işaretleri [keyfiyyeti secavent] koyarak pasajın anlamını bozmuşlardır. Bilindiği gibi, Kur'ân'daki duraklara konulmuş olan ج - cim, م - mim, ط - tı velâm - elif gibi işaretler Kur'ân'dan değildir. Bu gibi işaretleri sonradan Kur'ân'a koyan kurralar [uzman okuyucular] ve tefsirciler, 13. Âyetin sonuna "lâmelif" koymak suretiyle Âyetin anlamının burada bitmediğini, Âyetin 14. Âyette tamamlandığını kabul etmişler ve 14. Âyetin başındaki عند nde mekân zarfını da 13. Âyetteki başka bir inişte daha gördü ifadesine bağlamışlardır. Hâlbuki عند nde mekân zarfının pasajdaki tüm olaylara bağlanması, en doğru olanıdır. Buna gramer açısından hiçbir sakınca yoktur."  
"Yavuz hırsız evsahibini bastırır" misali kendi hevasına uygun oluşturmaya çalıştığı ayetleri bir kalıba sokamayacağını anlayan yazarımız kabahati kendinde aramayarak başkalarında bulmaya çalışmaktadır.13. ayetteki görünen varlığı Allah olarak anlaşılmasının kendisini gülünç bir duruma sokacağını anlayan yazarımız kendi anlayışına uymayan secaventleri beğenmeyerek o secavenleri koyanlara kızmaktadır.Haşa Allahı sidrenin yanındaki oturmaya değer mesire yerine!! oturtan bir kişiye söylenecek sözün "meczup" olacağını bildiği için battıkça batan sayın yazarımız konuyu 13. ayette bitirip devamında gelen ayetlerin bu konu ile alakası olmadığını savunarak paçayı böyle kurtaracağını sanmaktadır.

17. ayette "göz şaşmadı ve azmadı" ile ilgili olarak fiziksel ve psikolojik bir yanlıgı olmadığını vemuhammed as ın her şeyi sağlıklı bir biçimde algıladığını ifade eden sayın yazar 18. ayette ise bu gördüğü şeyin isra suresi 1. ayetindeki gece yürüyüşü olduğunu ifade eder."Özrü kabahatinden büyük" dedirtircesine rivayetçilerin bu surede "miraç"hadisesi ile bir bağlantı kurmalarını eleştiren sayın yazar kendiside bu surede "isra" hadisesi ile bağlantı kurmaktan çekinmemiştir.

Kur'andan haberi olmayan ve kur'anı ilk defa okuyan bir kişinin bile necm suresi 1. ve 18. ayetlerini okuduğu zaman Ayetlerdeki bahsedilen varlığın Allahtan ayrı bir varlık olduğunu rahatça anlayabilmesine rağmen kafada oluşturulan ön kabuller neticesi ile vahyi Allahtan alıp muhammed as a ulaştıran bir varlığı kabul etmemek için ayetlerle nasıl oynandığına bu sure maalesef güzel bir örnektir.
Sayın yazarın , Allah cc nin muhammed as a gönderdiği vahyi bir melek vasıtası ile gönderdiğini red etmek için ayetler ile nasıl oynadığını,hiç çekinmeden iftiralara başvurduğunu, kendi hevasına uymayan secaventleri koyanlara nasıl kızdığını ve bazı ayetleri konu ile bağdaşmasını önlemek için nasıl es geçtiğini kendi eserinden yaptığımız alıntılarla ortaya koymaya çalıştık.Bu konu ile ilgili olarak yine tekvir suresindeki yaptığı oynamaları inşaallah gelecek yazımızda ortaya koymak istiyoruz
EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Tebyinül Kur'andan Tahriful Kur'an Örnekleri 7 (Bakara Kıssası)

"Tebyinül kur'an" adlı eserdeki tahrifleri ele almaya bakara suresine adını veren bakara kıssası ile devam ediyoruz. Bu kıssadada sayın yazar diğer kur'an kıssalarında olduğu gibi kelimeler üzerinde oynayarak ve tarihi sıralamayı göz ardı ederek , musa as ın kur'anda anlatılan kıssasının diğer kısımlarıyla karıştırarak tahrif cinayetlerine devam etmektedir. Önce kıssa ile ilgili verdiği ayetlerin meallerini verelim. 

67.         Ve hani Mûsâ kavmine, “Şüphesiz ki Allah, size bir sığır boğazlamanızı emrediyor” demişti. Onlar, “Sen bizi alaya mı alıyorsun?” dediler. O [Mûsâ], “Ben câhillerden biri olmaktan Allah'a sığınırım” dedi.
68.         Onlar, “Bizim için Rabbine dua et, o [sığır] her ne ise onu bizim için açığa koysun” dediler. O [Mûsâ], “O [Rabbim] diyor ki: ‘Şüphesiz o [sığır], pek yaşlı değil, pek körpe de değil, ikisi arası dinçtir.’ Haydi, emrolunduğunuz şeyi yapınız” dedi.
69.         Onlar, “Bizim için Rabbine dua et, onun rengi ne ise onu bizim için açığa koysun” dediler. O [Mûsâ], “Şüphesiz O [Rabbim] diyor ki”: “Şüphesiz o [sığır], rengi bakanlara sürur veren, sapsarı bir inektir” dedi.
70.         Onlar, “Bizim için Rabbine dua et, o, nedir bizim için açığa koysun, şüphesiz ki o sığır, bize müteşâbih geldi ve biz şüphesiz Allah dilerse kesinlikle doğru yolu bulmuşlarız” dediler.
71.         O [Mûsâ], “Şüphesiz O [Rabbim] diyor ki”: “O [sığır], zelil olmayan [çifte koşulmayan], arazi sürmeyen, ekin sulamayan, salma gezen ve hiç alacası olmayan bir sığırdır.” Onlar, “İşte tam şimdi gerçeği getirdin” dediler. Sonunda onu boğazladılar. Ama neredeyse yapmayacaklardı.
72.         Ve hani siz bir nefsi öldürmüştünüz de onun hakkında birbirinizle atışmıştınız. Hâlbuki Allah, saklamış olduğunuzu çıkarandır.
73.         Sonra Biz, “Onun [öldürülen kişinin] ezası [ondan gelecek sıkıntı] sebebiyle o'nu [Mûsâ'yı] yola çıkarın” dedik. Allah ölüleri işte böyle diriltir ve akıllı davranasınız diye size âyetlerini gösterir.

Dikkat edileceği üzere kıssanın 67. ile 72. ayetleri arsı mealinde bir problem olmamasına rağmen 73. ayetin meali üzerinden kıssayı anlatarak iddia attiğimiz tahrifini gerçekleştirmeye çalışmıştır. Şimdi eserinde bu kıssasile ilgili yazdıklarına bakalım.  

Bu pasaj, İsrâîliyâtın etkisiyle yanlış yorumlanmıştır. Âyetlerin tahliline geçmeden bu konuyla ilgili iddialara yer vermek istiyoruz .  

Şeklinde klasik bir girişle başlayarak eserin hacmini veya kendi yaptıklarını örtme amacıyla bizimde kabul edemeyeceğimiz rivayetleri sergileyerek tabiri caizse yavuz hırsız veya minareye kılıf uydurma amaçlı olarak eserinde yer vermektedir. 

Burada sayın yazarın katılmadığı ancak bizim katıldığımız bir görüşüne yer vermek istiyoruz. 

Bu pasaj klasik kaynaklarda, İsrâîloğulları'nın işi fazla detaya boğmaları nedeniyle işlerinin zora koşulduğu, o sebeple verilen emri fazla irdelemeden hemen yapılması gerektiği noktasında açıklanmıştır. 

Kur'anda müminlerin vasıflarından biri olarak zikredilen konulardan biriside Allah ve resulu bir işe hükmettiği zaman müminlerin ona teslim olmaları şeklindedir. Tabiki bu emirler resul olan musa as ve rabbinin verdiği bir emir içinde geçerlidir. 

33.36 Allah ve resulu bir şeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz. Allah'a ve Peygamber'e baş kaldıran şüphesiz apaçık bir şekilde sapmış olur. 

24.51 Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve Peygambere çağırıldıkları vakit: «İşittik, itaat ettik» demek, ancak müminlerin sözüdür, işte saadete erenler onlardır. 

Bakara s. 93. ayetinde bu konunun esas amacı hususunda bizlere bir mesaj verilmektedir.  
 
 2.93 Sizden kesin söz almış ve Tur'u tepenize dikmiştik, «Size verdiğimize kuvvetle sarılın ve dinleyin» demiştik «İşittik ve karşı geldik» dediler de inkarları yüzünden buzağı sevgisi kalblerine sindirildi. De ki, «Eğer inanmışsanız, imanınız size ne kötü şey emrediyor?



Kur'anda israiloğulları ile ilgli ayetlere baktığımız zaman onların firavunun zulmundan kurtarıldıklarını ve onca rızık ile nimetlendirilmelerine karşılık onların buna şükür değil nankörlük ile cevap verdikleri bildirlmektedir. Ve bu nankörlükleri karşısında israiloğuları daha ağır imtihanlarla karşılaştırılmaktadır. Bakara kıssasında anlatılan olayda bunun bir örneğidir. İçlerine buzağı sevgisi sindirilen bir kavmin onu kesmek ile imtihanları bu kıssanın amaçlarından biridir.Amacımız bu kıssadaki tahrif konusu olduğu için bu kıssa ile ilgili anlatılmak istenen hisse konusunu ayrı bir yazımızda ele almak istediğimiz için biz tebyinül kur'an adlı eserden alıntılarla iddialarımızı ortaya koymaya çalışacağız.

Yukarda dediğimiz gibi kıssanın 67.ile 72. ayetlerinin mealinde herhangi bir problem yoktur, ancak kıssayı dayandırdığı 73. ayet mealinde ve konu ile yazdıklarında sayın yazar kur'an tarafından verilen tarihi verileride hiçe sayıp konuyu tamamen karıştırarak şöyle devam etmektedir.

73.         Sonra Biz, “Onun [öldürülen kişinin] ezası [ondan gelecek sıkıntı] sebebiyle o'nu [Mûsâ'yı] yola çıkarın” dedik. Allah ölüleri işte böyle diriltir ve akıllı davranasınız diye size âyetlerini gösterir.

Bu âyetlerde de İsrâîloğulları'nın geçmişlerinden başka bir kesit; atalarının işlemiş olduğu bir cürüm ve Allah'ın onlara verdiği emirler nakledilmekte; ayrıca Mûsâ'nın işlediği cinâyet nedeniyle başına gelebilecek sıkıntılardan kurtulması için o'nun Mısır'dan başka bir yere gönderilişi konu edilmektedir. Aynı konu Kasas sûresi'nde de yer almıştı.  

Sayın yazarın  "bu ayetlerde   Musa as ın işlediği bir cinayet nedeniyle başına gelebilecek sıkıntılardan kurtulması için onun mısırdan başka bir yere gönderilişi konu edilmektedir" şeklindeki bir iddiasına karşı önce kelimeleri tahrif etmeden önceki tarihi bilgileri nasıl tahrif ettiğini görelim.  

Bakara suresindeki israiloğulları ile ayetlerin başlangıcı 40. ayettten başlamaktadır. 50. ayette "firavunun zulmunden kurtarıldıkları" hatırlatılan israiloğullarına  atalarının bu kurtuluştan sonraki yaptıkları hatırlatılmaktadır. Yani anlatılan tarihi süreç firavunun boğulup denizden karşı tarafa geçtikleri zaman içindeki olaylardır. Bilindiği gibi mu sa as ın işlediği cinayet mısırda ve daha resul olmadan önceki bir olaydır. Sayın yazar bu olayı karıştırarak kıssayı tahrife dayanak yapmaya çalışmaktadır.

Sayın yazar konuya şu şekilde devam etmektedir.

Burada Mûsâ'nın elçiliğe hazırlanışı ve o'nun vahye muhatap olması nedeniyle sosyal ölülerin diriltilmesi söz konusudur. Âyetteki, Allah ölüleri işte böyle diriltir ve akıllı davranasınız diye size âyetlerini gösterir ifadesi de, buna işaret eder, cesedin canlanmasına değil. Nitekim Rasûlullah ve o'nun tebliğ ettiği vahiylerle ilgili de şöyle buyurulmuştur  

Sayın yazar musa as ın elçiliğe hazırlanma zamanını ve mekanını buradada karıştırmış ve "sosyal ölülerin diriltilmesi söz konusudur" demektedir. Halbuki kendisinin 72. ayete verdiği mealde "hani siz bir nefsi öldürmüştünüz" şeklinde verdiği ayet mealini unutarak buradaki öldürme hadisesini mecaz olarak görmekte ve hakiki anlamda verdiği meale karşılık ayetin izahında bunu mecaz olarak değerlendirmekte ve kur'anda mecaz olarak geçen ayetleri iddiasına dayanak olarak sunmaktadır. Yazar daha önceki yazılarımızdaortaya koyduğumuz şekilde tenakuzlarına bir yenisini daha katmaktadır. Eserinde gözümüze çarpan bir husus bir  konu ile ilgili tefsirlerdeki geleneksel yanlış bilgileri ortaya dökerek eserin hacmini büyültmesi ve o yanlışların üstüne kendi yanlışını bine ederken o yanlışla kendi yanlışını örtmeye çalışmasıdır. Sayın yazarın  eserinde şimdiye kadar okumaya fırsat bulduğumuz kadarıyla bir göz boyama diyebileceğimiz şekilde yüzde 70 i yanlış alıntılarla eserini doldurup yüzde 30 kendi düşüncelerini ortaya koymaya çalışmasıdır.
73. ayeti kıssadan ayrı bir ayet olarak değerlendiren sayın yazar aşağıdaki şekilde devam ederek ve mevdudinin eserinden alıntılarla tefsirSine devam etmektedir. Mevdudinin bu yazdıklarına bizimde katılmadığımızı ifade edelim. 

Bu paragraf, “sığır kesme” pasajının devamı olarak algılanmış, makul ve makbul olmayan iddialar öne sürülmüştür. Bunlardan biri de, birçok konuda takdir ettiğimiz Mevdûdî tarafından zikredilmiştir:  

Mevdudiden yaptığı alıntıların devamında sayın yazar şu şekilde devam etmektedir. 

Âyette geçen  بعض[ba‘z] sözcüğü, “kısım, parça” anlamında edat olduğu gibi, بَعُضَ [ba‘uza/eza etti, acıttı] fiilinin mastarı da olabilir. Klasik anlayış, sözcüğün “parça” anlamını [edat hâlini] dikkate almıştır. 

BA‘Z
بعض [ba‘z] sözcüğü, “parça” anlamında kullanıldığı gibi, بعض [ba‘uza/dişledi, eziyet etti] fiilinin mastarı da olur. Hatta,  بعوضة[ba‘uzat/sivrisinek] sözcüğü de buradan gelir.[48]

DARB
Bu sözcüğün de birçok anlamı vardır. Bu konu hakkında Sâd sûresi'nin tahlilinde Eyyûb kıssası sadedinde açıklamalarda bulunmuştuk ve kelimenin, “yola çıkmak, bir başka yere gitmek” anlamını tercih etmiştik.[49]
Sözcükler bu anlama alındığında mana şöyle olur: Öldürülen kişi sebebiyle Mûsâ'ya eza edilmemesi için o'nu Mısır'dan uzaklaştırın, yola koyultun. Burada emir, Mûsâ'ya Mısır'dan kaçmasını öneren kimseye verilmiş, o da Mûsâ'nın Mısır'dan kaçmasını sağlamıştır. Bu kişi Mü’min sûresi'nde, “Firavun'un yakınlarından olup imanını gizleyen biri” olarak nitelenmiştir. Biz bu kişinin, Firavun'un karısı –ki Kur’ân'da övülmektedir– olduğu kanaatindeyiz. 

Sayın yazar 73. ayeti kıssadan ayrı bir paragraf olarak değerlendirerek "ba'z"kelimesi üzerinde durarak makul ve makbul !! iddalarına delil getirmeye devam etemktedir. "ba'z" kelimesinin sonundaki "he " zamirini hesaba katmadan bu kelimenin esas anlamını bırakıp yan anlamını tercih etmektedir. ragıp elisfahaninin müfredatında bu kelimenin anlamı "bir nesnenin cüzü, kısmı yada parçası " olarak verilmiş sivrisinek anlamı ise esas anlamından hareketle " diğer hayvanlara nispetle cisminin küçük olmasından dolayı" verildiği yazılır . Yani" bir nesnenin bir kısmı" bu kelimenin esas anlamıdır ve siyak ve sibaka uygun olanda budur. 

Yine aynı şekilde "darebe " (vurmak) fiilinede esas anlamını terkederek yan anlamını tercih etmiş ve bu iddiasını "özrü kabahatinden büyük" dedirtecesine eyyub as kıssasındaki darebe fiilinede yola çıkmak anlamını verdiğini buradada bunu tercih ettiğini söylemektedir. "darebe" fiiline "yoa çıkmak" manası yine esas anlamından hareketle ayakları yere vurmaktan kinaye olarak yan anlam olarak verilmiştir. Ancak burada verilmesi gerekn esas anlamı terkederek yan anlamı tercih etmiştir . Halbuki siyak ve sibaka uygun olan esas fiilin esas anlamıdır. 

 Sayın yazar burada artık tabiri caizse iyice çuvallayarak mutad olduğu üzere tenakuzlarına devamla 73. ayete şu anlamı vermektedir. "öldürülen kişi sebebiyle musaya eza edilmemesi için onu mısırdan uzaklaştırın" burada kur'an bütünlüğü ve arapçanın kuralları darmadağın edilerek verdiği mananın makul ve makbulluğu!!  üzerinde biraz duralım. Öncelikle bakara kıssasının tarihi ile musa as ın işlediği cinayet zamanı arasındaki zaman farkını  hesaba katmayan sayın yazar  "idrubuhu bi ba'diha" kelimesini musaya eziyet edilmemesi için mısırdan uzaklaştırın" şeklinde meallendirerek kur'anda israiloğulları için söylenen "kelimeleri yerinden oynatmanın" örneklerini sergilemiştir. Sayın yazar arap gramer kaidelerini kendi belirleyerek "hu" müzekker zamiri ile "he" müennes zamirlerini musa as için kullanmaktadır.Arapları " bizleri babalarımızın bulduğumuz dilden geri çevirmek isteyen bir adam dedirtircesine gramer kurallarını dahi hevası uğruna tahrif etmekten çekinmeyen bir arapça uzmanıdır!!! sayın yazarımız.Tarihi hesaba katmadan yaptığı tahriflere birini daha ekleyerek, musa as ın gençlğinde yani daha resul olmadan işlediği cinayet ile firavunla olan mücadelesinin anlatıldığı mümin suresindeki " imanını gizleyen adamı"  firavunun karısı" olarak söyleyip kendini iyice gülünç duruma sokmaktadır. mümin s. 28 ayetinde " gale raculun mü'minun"  ayetini acab hangi arap " kadın bir mümin " olarak anlamış bizim sayın yazarımız buna kadın diyor? . O ayetlerde mümin kişi için erkek tabirini kullanmış olsa bile o mümin kişinin musa as  ile bir konuşması olmadığını ayetlerde görmekteyiz. 

Sonuç olarak: özellikle kur'an kıssaları üzerindeki tahriflerini ortaya koymaya çalıştığımız "tebyinul kur'an" adlı eserin bakara kıssasında gördüğümz üzere diğer tahrif edilmiş kıssalara ilaveten burada tarihi olayların seyri birbirine karıştırılarak ve kelimeler yerinden oynatılarak sayın yazarın adeti olduğu üzere tahriflere " durmak yok yola devam" denilmektedir. Biz bu yazımızı sayın yazar kıssadaki tahirflerini ele alma amaçlı olarak yazdığımız için bu kıssadan hisse alma amaçlı olarak anlaşılması gerekenlerin üzerinde bir başka yazımızda durmak istiyoruz. 
               EN DOĞRUSUNU ALLAH CC   BİLİR.