28 Kasım 2011 Pazartesi

Ayetlerin Rivayetlere Feda Edilmesi Örneği "Şefaat Ayetleri"

Şefaat konusu ile ilgili ayetler geçmişten günümüze kadar gelen kur'anı anlama metodlarından bir tanesi olan "kur'anı rivayetlere vurarak anlama metodu" na örnek verebileceğimiz bir meseledir. Kur'anın nazil olduğu dönem içindeki müşriklerin bu konudaki inançlarını red etme temeline dayalı olarak inen ayetlerin tam tersi olarak müşriklerin inançlarını aynı şekilde koruyarak anlaşılmaya çalışılan şefaat ayetlerinin bu şekilde anlaşılmasına sebeb uydurma rivayetlerdir. Müşriklerin yerleşik inaçları olan Allahtan başka ibadet ettikleri putlarının ahirette kendilerine şefaatçi olacaklarına olan inançları ahirette, Allahtan başka hiçbir şefaatçi olmadığına ilşkin ayetlerle red edilmiştir. Ancak bu red edilen ayetlerin bazıları "izin  verme" veya "istisna edilme" şeklinde geldiği için rivayetlerin yardımı ile veya ayetlerin anlamlarıda değiştirilerek ahirette Allahın izin verdiği bazı kimselerinde şefaatçi olabileceklerine dair bir inanç ihdas edilmeye çalışılmış ve bu inanç maalesef kur'anın önüne geçerek yerleşik bir inanç haline gelmiş ve Muhammed sav in kur'ana ters bir söz söylemeyeceğine dair olan inançlar ters yüz edilerek onun adına bir çok uydurma hadis türetilmiştir.Bu yazımızda kur'anda şefaat meselesi ile ilgili ayetleri ve bu ayetlerin mesajlarını görmeye çalışacağız. 
"Şefaat" kelimesinin , bir şeyi benzerine eklemek,yanyana getirmek,aracılık etmek gibi anlamları vardır


----089.003 Herşeyin çiftine de(veşşef'i), tekine de and olsun.

----004.085Kim iyi bir işe aracılık ederse(şefaaten haseneten) onun da o işten bir nasibi olur. Kim kötü bir işe aracılık ederse(şefaaten seyyieten) onun da ondan bir payı olur. Allah her şeyin karşılığını vericidir.

Fecr suresi 3. ayetinin mealinde gördüğümüz gibi lügat anlamı olan "çift"anlamında, nisa s. 85. ayetinde yine lügat anlamı olan "aracılık etmek" anlamında kullanılmıştır.
                              -----------------------------------------

----006.051 Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur'an'la uyar. Öyleki, kendileri için O'nun huzurunda ne bir dost ne de bir şefaatçı vardır. Gerekir ki Allah'tan korkarlar.

----006.070 Dinlerini oyun ve eğlence edinen ve dünya hayatının kendilerini aldattığı kimseleri bırak! Bu vesile ile şunu da ihtar et ki: «Bir kimse yaptıkları yüzünden azabın pençesine düşmeye görsün, o zaman Allah'ın yüce huzurunda O'ndan başka ne bir koruyucu, ne de bir şefaatçi bulunur. Her türlü fidyeyi denkleştirse bile kabul edilmez. Onlar azabın pençesine düşmüş kimselerdir. Nankörlük ettiklerinden dolayı onlara kaynar sudan bir içecek ve gayet acı bir azap vardır.

----006.094 Onlara: «And olsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi size verdiklerimizi ardınızda bırakarak bize birer birer geldiniz; içinizde Allah'ın ortakları olduğunu sandığınız şefaatçılarınızı beraber görmüyoruz. And olsun ki aranızdaki bağlar kopmuş, ortak sandıklarınız sizden ayrılmışlardır» denecek.

----007.053 Kitap'ın haber verdiği sonuçtan başka bir şey mi bekliyorlar? Sonuç gelip çattığı gün, önceleri onu unutmuş olanlar, «Rabbimizin peygamberleri şüphesiz bize gerçeği getirmişti, şimdi bize şefaat etsin, yahut geriye çevrilsek de işlediklerimizin başka türlüsünü işlesek» derler. Doğrusu kendilerini mahvetmişlerdir, uydurdukları şeyler onları koyup kaçmışlardır.

----010.018 Onlar, Allah'ı bırakarak, kendilerine fayda da zarar da veremeyen putlara taparlar: «Bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır» derler. De ki: «Göklerde ve yerde, Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber veriyorsunuz?» Allah, onların ortak koşmalarından münezzeh ve yücedir.


----026.100-1 Şimdi artık bizim ne şefaatçilerimiz var, ne de yakın bir dostumuz.

----030.013 Koştukları ortakları artık şefaatçileri değildir; ortaklarını inkar ederler.

----032.004 Gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yaratan, sonra arşa hükmeden Allah'tır. O'ndan başka bir dostunuz ve şefaatçiniz yoktur. Düşünmüyor musunuz?

----036.023 «O'nu bırakıp da tanrılar edinir miyim? Eğer Rahman olan Allah bana bir zarar vermek isterse, o tanrıların şefaati bana fayda vermez, beni kurtaramazlar.»

----039.043 Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: «Onlar bir şeye sahip olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi şefaat edecekler?»

----040.018 Onları, yüreklerin ağıza geleceği, tasadan yutkunacakları, yaklaşan kıyamet günü ile uyar. Zalimlerin ne dostu ne de sözü dinlenecek şefaatçisi olur.

----074.048 Artık onlara, şefaatçilerin şefaati fayda vermez.

Ayetlerin meallerindende anlaşıldığı üzere nuzül öncesi toplumun Allahtan başka şefaatçiler edinmesi tamamen red edilmektedir.  
                       -----------------------------------------------------


---- 002.048 Kimsenin kimseden faydalanamayacağı, kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden korunun.

----002.123 Kimsenin kimse namına bir şey ödemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı, kimseye şefaatin yarar sağlamayacağı ve onların yardım görmeyeceği günden korunun.

----002.254 Ey inananlar! Alışverişin, dostluğun, şefaatin olmayacağı günün gelmesinden önce sizi rızıklandırdığımızdan hayra sarfedin. İnkar edenler ancak yazık edenlerdir.

Bu ayetlerdede hesap gününde kimsenin kimseye hiç bir şekilde yardımı olamayacağı bildirilerek sakınılması emredilmektedir.  
                            ------------------------------------------------


----002.255 Allah, O'ndan başka tanrı olmayan, kendisini uyuklama ve uyku tutmayan, diri, her an yaratıklarını gözetip durandır. Göklerde olan ve yerde olan ancak O'nundur. O'nun izni olmadan katında şefaat edecek kimdir? Onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir, dilediğinden başka ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar. Hükümranlığı gökleri ve yeri kaplamıştır, onların gözetilmesi O'na ağır gelmez. O yücedir, büyüktür.

----010.003 Doğrusu sizin Rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratıp sonra arşa hükmeden, işi düzenleyen Allah'tır, izni olmadan kimse şefaat edemez. İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'na kulluk edin. Nasihat dinlemez misiniz?

----039.044 De ki: «Bütün şefaat Allah'ın iznine bağlıdır. Göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur. Sonra O'na döneceksiniz.»

Bu ayetlerdede şefaatin Allah cc nin iznine bağlı olduğu bildirilmektedir, ancak bu izin kendisinden başkasına izin vermesi şeklinde anlaşılmaması gerekir yukardaki ayet meallerinde gördüğümüz üzere müşrik toplumun hiçbir bilgiye tabi olmadan edinmiş oldukları şefaatçileri ,Allah cc nin kendisinden böyle bir izin olmadan edinmiş oldukları vurgusu yapılarak onun böyle bir izni olmadığı bildirilmektedir.  Bu tür ayetlerde maalesef rivayetler doğrultusunda anlaşılmak suretiyle "bak işte bu ayetlerde izin verilmesi var " şeklinde bir düşünce oluşturulmaya çalışılmıştır.


                      --------------------------------------------------- 
 ----020.108-109 O gün, hiçbir tarafa sapmadan o davetçiye (Sûr'a üfleyenin çağrısına) uyarlar. Öyleki, Rahmân'ın heybetinden sesler kısılmıştır. Artık bir fısıltıdan başka hiçbir şey işitemezsin.O gün Rahman'ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasına şefaat fayda vermez.

Taha s. 108.109. ayetlerde maalesef ekseri meallerde yanlış bir çeviriye kurban gitmiş ve ayetteki "başkasına" kelimesi "başkasının" şeklinde çevrilerek "şefaatin tümü Allahındır " ayeti göz ardı edilerek sanki Allah cc kendisinden başka birisine şefaat etme yetkisi tanıyacağına dair bir çıkarım yapılarak ayetin rivayete feda edilme örneği sergilenmiştir. 
                ------------------------------------------------------------
034.023Allah'ın katında, kendisine izin verilenden başka kimseye  şefaat fayda vermez. Sonunda, gönüllerindeki korku giderilince birbirlerine «Rabbiniz ne söyledi?» diye sorarlar; «Hak söyledi» derler. O, yücedir, büyüktür.
Sebe s. 23. ayette taha s. 109. ayet gibi rivayetler yardımı ile anlaşılmak cinayetine kurban edilmiş ayetlerdendir çoğunluk meallerde " Allah'ın katında, kendisine izin verilenden başka kimse şefaat edemez. Sonunda, gönüllerindeki korku giderilince birbirlerine «Rabbiniz ne söyledi?» diye sorarlar; «Hak söyledi» derler. O, yücedir, büyüktür." şeklinde çevrilerek Allahtan başka şefaatçiler ihdas edilmesine dayanak oluşturan bu ayetteki " izin verilen " kimseden kasıt şefaat etmeye yetkili bir şahıs değil dünyada iken işlediği amelleri karşılığı cennete girmeye izin verilen kişi olduğu ve ayetin devamında birbirleri ile konuşarak şefaat kelimesinin anlamına uygun olarak (yanyana getirmek,bir şeyi benzerine eklemek) cenneti hak eden mü'minlerin birbirleri ile olan konuşmalarını görmekteyiz.
                 ---------------------------------------------------------------------


 ----021.026 Böyle iken dediler ki: «Rahman çocuk edindi.» Allah bundan münezzehtir. Doğrusu (o çocuk dedikleri) sadece şerefli bir takım kullardır;
----021.027 Allah'tan önce söz söyleyemezler; ancak O'nun emri üzerine iş işlerler.
----021.028 Allah, onların yaptıklarını ve yapmakta olduklarını bilir. Onlar Allah'ın hoşnut olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler; O'nun korkusundan titrerler.

Enbiya suresindeki bu ayetlerdede rahman, kendisine isnad edilen " çocuk edinme" iftirası red edilerek onun çocukları olduğu iddia edilen varlıkların sadece ikram edilmiş kulları olduğu, o kulların onun razı olduğu kullara şefaat edebileceğini buyurulmaktadır. Burada razı olunan kullara şefaat edilme şekli günahların bağışlanması için araya girmek şeklinde değil aksine, dünyada işlediği amelleri karşılığı olarak Allah cc nin rızasını kazanmış ve cenneti hak etmiş mü'min bir kimseye o varlıkların cennet kapısında onları karşılaması şeklinde olacaktır. Şefaatın kelime anlamına uygun olarak gerçekleşecek olan bu karşılama ve birliktelik diğer ayetlerde şu şekilde anlatılmaktadır. 


----- 021.103 En büyük korku bile onları üzmez; kendilerini melekler: «Size söz verilen gün işte bugündür» diye karşılarlar.

---- 041.030-31 Şüphesiz, Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vâdolunan cennetle sevinin! derler.Bizler sizin hem Dünya hayatta hem Âhırette dostlarınızız ve size orada nefislerinizin hoşlanacağı var, hem size orada ne isterseniz var.

---- 039.073 Rablerine karşı gelmekten sakınanlar, bölük bölük cennete götürülürler. Oraya varıp da kapıları açıldığında, bekçileri onlara: «Selam size, hoş geldiniz! Temelli olarak buraya girin» derler.

----013.022-23-24   Rablerinin rızasını kazanmak arzusuyla sabrederler ve namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açıkça Allah yolunda harcarlar ve çirkinlikleri güzelliklerle yok ederler. İşte bunlar, bu hayatın akibeti kendilerinin olacak olanlardır.Adn cennetlerine girecekler, atalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden salih olanlarla birlikte olacaklar. Melekler de her kapıdan yanlarına girip şöyle diyecekler:Sabrettiğinizden dolayı selâm size. Dünyayı izleyen bu mutlu akıbet ne kadar güzel! derler.

----033.043-44 Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için üzerinize rahmetini gönderen O'dur. Melekleri de size istiğfar eder. Allah, müminlere karşı çok merhametlidir.O'na kavuştukları gün müminlere yapılacak dirlik temennileri «Selam» demek olacaktır. Onlara cömertçe verilecek ecir hazırlamıştır.

            --------------------------------------------------------------

----053.026 Allah, dilediğine ve hoşnut olduğuna izin vermedikçe, göklerde bulunan nice meleklerin şefaati bir şeye yaramaz.

Necm s. 26. ayetindede yine yanlış bir anlayışın neticesinde , Allahın dilediği ve hoşnut olduğu melekler olarak anlaşılan bu ayetteki "dilediği ve hoşnut olduğu kişi" cenneti hak etmiş bir mü'mindir ,meleklerin o mü'mine olan şefaatleride yukarda meallerini vermiş olduğumuz ayetlerdeki cennette karşıladıkları mü'minlere olan hitapları ve onlara eşlik etmeleridir. 
                  --------------------------------------------------------------------
----043.086 Allah'ı bırakıp başkasına yalvaranlar, şefaate nail olamazlar. Ancak hakkı bilip ona şahidlik edenler bunun dışındadır.

Zuhruf. 86. ayetide rivayetler doğrultusunda meallendirilerek kurban edilen ayetlerdendir meallerimizde genel olarak,  " Allah'ı bırakıp yalvardıkları şeyler, şefaat edemezler. Ancak hakkı bilip ona şahidlik edenler bunun dışındadır." şeklinde meallendirilen bu ayette sanki allahtan başka yalvarılan şeylerden hakkı bilip şahidlik edenlerin şefaat edeceği gibi yanlış bir mana çıkarılmaya çalışılmaktadır. Yukarda verilen mealde şefaate hak kazananların "hakkı bilip ona şahidlik edenler" oldukları belirtilmektedir, bu şekilde şefaate hak kazanan kimse dünyada iken " hakkı bilip ona şahidlik etmesi" sonucu yaptığı amelleri ile cenneti  kazanmış bir mü'minden başkası olamaz ve buradaki şefaat eden eden kimsede Allahtan başkası değildir. 
                --------------------------------------------------------------------------
----019.087 Rahman'ın katında bir ahd almış olandan başkası asla şefaate nail olamayacaktır.

Meryem s. 86. ayeti aynı şekilde rivayetlere kurban edilerek anlaşılmaya çalışılan ayetler gurubuna girmektedir, bu ayet hem bağlamından koparılarak okunup anlaşılmış hemde kur'an bütünlüğünden koparılarak anlaşılmaya çalışılmış ve yanlış meallendirimiştir. Çoğunluk mealde gördüğümüz şekli ile " Rahman'ın katında bir söz almış olan kimseden başkaları şefaat etme hakkına sahip olamayacaklardır."şeklinde çevrilerek yine " bak kardeşim işte sana ayet Allah birilerine demek ahid vermiş ve onlar şefaat edecekmiş" gibi anlaşılmak istenmektedir. Yanlış meal sonucu birilerine şefaat etme yetkisi tanındığına dair anlaşılmak istenen ayeti bağlamı ile birlikte okuduğumuz zaman konu aydınlığa kavuşmaktadır. 

77- Ayetlerimizi inkar edip, bana: "Elbette mal ve çocuklar verilecektir" diyeni gördün mü?
78- O, gayba mı tanık oldu, yoksa Rahman (olan Allah)ın Katında(n) bir ahid mi aldı?
79- Asla; demekte olduğunu yazacağız ve onun için azapta(n) da süre tanıdıkça tanıyacağız.
80- Onun söylemekte olduğuna Biz mirasçı olacağız; o Bize, 'yapayalnız tek başına' gelecektir.
81- Kendilerine güç (izzet) sağlasınlar diye, Allah'tan başka ilahlar edindiler.
82- Hayır; (o yalancı ilahlar) onların tapınışlarını inkar edecekler ve onlara karşı çelişkiye düşecekler.
83- Görmedin mi, Biz gerçekten şeytanları, kafirlerin üzerine gönderdik, onları tahrik edip kışkırtıyorlar.
84- Onlara karşı acele davranma; Biz onlar için ancak saydıkça sayıyoruz.
85- Takva sahiplerini bir heyet halinde Rahman (olan Allah'ın huzurun)a toplayacağımız gün,
86- Suçlu-günahkarları susamışlar olarak cehenneme süreceğiz.
87- Rahmanın Katında ahid almış olandan başkası asla şefaate nail olmayacaklardır.

77. ayette görüldüğü üzere ayetleri inkar eden ve kendisine mal ve çocuklar ile yardım(şefaat) edileceğini iddia eden bir kişinin bu sözünün yalanlandığı ayetler olmasına rağmen cımbızlama metodu ile bağlamından koparılarak kur'ana ters bir şefaat anlayışı kur'an ayetlerini hem bağlamından koparmak hemde yanlış meallendirilmek sureti ile çifte cinayete kurban edilmiştir. 


Sonuç olarak , tamamen müşriklerdeki şefaat inancını red sadedinde inen ayetler olmasına rağmen uydurma rivayetler yardımı ile ahirette Allah cc den başka şefaatçiler ihdas edilmesine dayanak yapılan şefaat ayetleri kur'an bütünlüğü ve bağlamlarından koparılarak cinayet üstüne cinayetler işlenmesine sebeb olan ayetlere maalesef bir örnek teşkil etmektedir. Allahın elçisi muhammed sav e atfen uydurulan bir çok rivayet ile bu ayetler anlaşılmaya çalışılmıştır. Rivayetlerin kur'an ölçüsüne vurularak  anlaşılması esas iken maalesef  kur'an uydurma rivayetler doğrultusunda anlaşılmak istenerek şefaat konusunda ters bir anlayış oluşturulmuş ve bugünkü şekli ile her taşın altından bir şefaatçi bulunarak ahiret garantisi haline getirilmiştir. 


              EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

26 Kasım 2011 Cumartesi

Kulluğun Gerekleri "Salat" ve "Nusuk"

   "De ki, salatım,nusukum,hayatım ve ölümüm alemlerin rabbi Allah içindir" enam s. 162 


Fıtratında kendisinden yüce bir varlığa ibadet etme özelliğinde yaratılan insanoğlu, yüceliğine inandığı varlığa karşı olan inacını bir takım ritüeller ile ifade eder. Mü'min olan kişi için o yüce varlık Allah cc olmasına karşın müşrik olan kişi içinde herhangi bir kişi,kurum veya sonu "izm" ile biten herhangi bir ideoloji olabilmektedir. Mü'min veya müşrik kişinin yüce olarak bildiği varlığa karşı yaptığı bu ritüellerin genel adı "salat" ve "nusuk" olarak ifade etmek mümkündür. Bu kavramlar kur'an literatüründe geniş bir anlamda kullanılmasına rağmen zaman içinde anlam daralmasına uğrayarak sadece belirli ibadetler için kullanılır olmuştur. Belirli ibadetler için kullanılmasını yanlış olarak gördüğümüz anlaşılmasın ancak "salat" ve "nusuk" kavramlarının geniş anlamda kullanılması doruşekilde anladığımız takdirde mü'minler için ne ifade ettiği meseleside daha kolay ve daha doğru anlaşılacaktır. 

"Onların Beyt'in yanındaki salatları; sadece ıslık çalmak veya el çırpmaktan başka bir şey değildir. Öyleyse devam edegelmekte olduğunuz küfürden dolayı tadın azabı" enfal s.35

Enfal s. 35. ayetinde bahsedilen el çırpma ve ıslık çalma şeklinde tezahür eden salat yani yönelim şekli müşriklerin yapageldikleri bir salat ve bu şekilde yapılan bir salatın tevhidi bir salat olmadığı ve ifa edilen bu salatın Allah katında onlara bir azap vesilesi olduğunu görüyoruz.
 "Salat"    kavramının geniş bir anlam alanı olmasına rağmen"yüce bir varlığa olan yönelim" şeklinde bir anlam çerçevesi içinde alacak olursak mü'minlerin, Allah cc ye karşı olan yönelmelerinin şekilsel ifadesi ile müşriklerin, sahte ilahlarına karşı olan yönelmelerini onların "salatı" olarak anlamak bu kavramı kur'an bütünlüğünde daha doğru anlamak demektir. Mü'minlerin Allah cc ye olan salatlarının şekilsel bir ifadesi olan  "kıyam","ruku" ve "secde" eylemlerini müşriklerde Allahtan başka ibadet ettikleri ilahlarını tazim etmek için eda etmektedirler, bu üçlü kavramın şekilsel olarak tezahürü "tazim" edilen bir ilahın ( bu ilah hakiki veya sahte ilahlar olabilir) hükmüne boyun eğildiğinin bir dışa vurumudur. 


"kıyam","ruku" ve "secde" eylemleri istisnasız bütün insanların yaptıkları  bir eylemdir, bu eylemlerin mü'minler için karşılığını bulduğu ibadetin özel ismi bizim dilimizdeki karşılığı "namaz"dır. Mü'minler eda ettikleri bu namazları ile ," ey rabbimiz ben senden başka hiçbir ilah ve rabbin hükmünü kabul etmiyorum ve sadece seni tanıyorum" şeklindeki tevhidi duruşunu eda ettiği bu namazı ile gösterir. Mü'minlerin rablerine karşı olan tazimlerini ifa ettikleri bazı ibadetlerin kur'an dilindeki diğer bir adıda "nusuk" tur. 


"Nusuk" kelimesinin sözlük anlamı olan , "gümüşün eritilip bir kaba dökülmesi " anlamından hareketle bu kelimeye kişi için belirlenmiş olan şekli ibadetler olarak ıstılahi bir anlam verilmiştir. Belirlenen bu ibadetleri kur'an bize "hacc" ve "kurban" olarak ifade eder. Hacc ve kurban ibadeti nuzul öncesi müşrik toplumun eda ettiği ritüellerden idi ancak bu ritüelleri Allah için değil ona ortak koştukları putları için yerine getirmekteydiler. Bu ritüeller ibrahim as dan beri yapılagelen ibadetlerden olmasına rağmen zaman içinde tevhidi boyutundan saparak bir şirk eylemi haline gelmiştir.Kur'an, enam s 162., salatın , nusukun,hayatın ve ölümün sadece Allah için olması gerektiği ve kesilen bir kurbanın üzerine putların adının değil Allahın adının anılması ve bu yapılmadığı takdirde kesilen bir kurbanın etinin haram olduğu beyan edilerek şirk boyutundan tevhidi boyuta geçişi sağlanmıştır.  


---[022.067]  Biz her ümmete bir ibadet-tarzı (Mensek) kıldık, onlar bu tarz üzere ibadet etmektedirler. Öyleyse, (din) iş(in) de seninle çekişmesinler. Sen, Rabbine çağır. Şüphesiz sen dosdoğru bir hidayet üzerindesin.

---[002.196]  Haccı da, umreyi de Allah rızası için tamamlayın. Eğer engellenecek olursanız, o durumda kolayınıza gelen bir kurban gönderin. Kurbanlık, yerine varıncaya kadar başınızı tıraş etmeyin. Aranızda hasta, yahut başından rahatsız olan varsa, ona fidye olarak; oruç tutmak, sadaka vermek, yahut kurban kesmek (nusukin) gerekir. Hastalık veya yol emniyeti olmaması gibi sebeplerle haccınızın engellenmesinden emin olduğunuz zaman ise, her kim hacca kadar umre yaparak sevap kazanmak isterse, onun da kolayına gelen bir kurban kesmesi gerekir. Kurbanlık temin edemeyen kimse, üç gün hacda yedi gün de döndüğünüz zaman memleketinde olmak üzere tam on gün oruç tutar. Bunlar, ailesi Mescid-i Haram’da oturmayanlar içindir. Allah’a karşı gelmekten sakının ve Allah’ın cezasının çetin olduğunu iyi bilin.

---[006.162]  De ki: «Namazım, ibadetlerim,(nusuki) hayatım ve ölümüm, alemlerin Rabbi Allah içindir.

---[022.034]  Her ümmet için Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanların üzerine O'nun adını ansınlar diye bir mabed (nusuk mekanı mensek) yapmışızdır. Hepinizin ilâhı bir tek ilâhtır. Onun için yalnız O'na teslim olan müslümanlar olun. (Ey Muhammed!) Allah'a itaat eden alçak gönüllüleri müjdele.

---[022.067]  Her ümmete; yerine getirmeleri gerekli( zamanlı ve mekanlı) ibadetler(mensek) koyduk. Öyle ise işte seninle çekişmesinler, Rabbına davet et. Şüphesiz ki sen; dosdoğru bir hidayet üzeresin.

---[002.200] [E0] nihayet menasikinizi (haccınızı) bitirdiniz mi vaktiyle atalarınızı andığınız gibi hattâ daha şiddetli bir anışla Allahı anın, zikredin, çünkü nâsın kimisi «rabbena, der bize Dünyada ver» buna Ahırette kısmet yoktur.

---[002.128]  Ey bizim Yüce Rabbimiz! Bizi, yalnız Sana boyun eğen müslüman kıl. Soyumuzdan da yalnız Sana teslimiyet gösteren bir müslüman ümmet yetiştir. Ve bizlere ibadetimizin yollarını göster, tövbelerimizi kabul buyur. Muhakkak ki tövbeleri en güzel şekilde kabul eden, çok merhametli olan ancak Sensin!»

Meallerini gördüğümüz ayetlerde geçen "nusuk" (belirlenmiş ibadetler), "mensek"(belirlenmiş ibadet mekanı), "menasik"(belirli yerlerde yapılan ibadetler) kelimeleri  "hacc" ve "kurban" ibadetleri için kullanılmıştır. Allah cc kulları için yılın belirli bir zamanında (zilhicce ayında) ,belirli bir mekanda (mekkede) beytini (kabeyi) gelmeleri şartını koymuştur (yol bulabilenler için).  


Mü'minler için belirlenmiş zamanları olan "salat"(namaz) ibadeti ifa edilirken belirlenmiş bir mekana yönelerek yapılmak mecburiyetindedir, bu mekan mekkedeki "kabe" dir , tek bir mekana yönelmenin mü'minler için ifade ettiği önem şudur. Al-i imran s. 96. ayetinde " insanlar için yapılan ilk evin mekkedeki kabe" oldduğu beyan edilir ve 97. ayette "orada apaçık ayetler ve ibrahimin makamı "olduğu vurgulanır , "ibrahimin makamı" deyiminden  sadece  kabenin karşısında cam bir muhafaza içinde tutulan ve ibrahim as ın kabenin temellerini yükseltirken basamak olarak kullandığı taştaki ayak izinin anlaşılması hacc ibadetindeki esas gayenin terkedilerek o  makamın ifade ettiği esas anlamın dışında şekilciliği esas alan ve asıl anlaşılması gerekenden uzak bir anlam ifade eder olmuştur.

"Kabe"nin kutsal bir mekan oluşu onun taşları veya örtüsünden ötürü değildir. İbrahim as ın kıssasına baktığımız zaman diğer resuller gibi şirkin karşısındaki tevhidi duruşu bizler için bir örnekliktir. Mümtehine s. 4 ayeti bunu bizlere şu şekilde ifade etmektedir.  

"İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: «Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.» Şu kadar var ki, İbrahim babasına: «Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez» demişti. (O müminler şöyle dediler:) Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır."

"Makam'ı ibrahim" deyimini bu ayet bize çok güzel açıklamaktadır, "makam" kelimesi "DURUŞ" demektir mü'min için kabenin ifade ettiği şey " İBRAHİM'İN DURUŞU" nun hatırlanması ve o duruşun her mü'min için hayatının her anında unutulmamasıdır. "NAMAZ" , "KABE" ikisi birbirinden ayrılmaz iki parçadır, mü'min kişi günde 5 defa kabeye yönelerek eda ettiği namazında Allah cc olan kulluğunun gereği diğer sahte ilahları ibrahim as ve onunla birlikte olanların (onunla birlikte olanlardan kasıt ibrahim as öncesi ve onun sonrası kıyamete kadar gelen muvahhidlerdir) red ettikleri gibi kendisininde reddettiğini rabbine ikrar eder.  


Acaba müşriklerin "salatı" ve "nusuk"ları nasıldır diye bir soru sorulacak olursa dünya yüzünde şirk temeline dayalı bir çok din ve her dinin kendine göre belirlenmiş bir tarzları olduğu muhakkaktır biz canlı örnek vermek açısından günümüz türkiyesindeki müşriklerin salat ve nusuklarına bir örnek vermek istiyoruz.  


Belirlenmiş "toplanma günlerinde" (milli bayram günlerinde) ilk iş olarak ankaradaki menseklerine  (anıt kabire) giden müşrikler oradaki yatan sahte ilaha karşı olan salatlarını cemaat halinde kıyama durarak yerine getirirler bu cemaat halinde yaptıkları salatlarını kıblelerine yönelerek yaparlar ve salat sonrası tesbihatlarınıda imam (önder) olan kişi tarafından "anıt kabir özel defteri" adı verilen deftere bağlılık bildirisi yazılarak biter. "Ana beyti" (anıt kabiri) hacc etmeye güç yetiremeyen taşradaki müşrikler ise her il,ilçe,kasaba, ve resmi dairelerin önlerine dikilen taşları kıble edinerek salatlarını ikame ederler ve bu şekilde ilahlaına olan bağlılıklarını onlarda belirli zaman ve mekanlarda yrine getirmiş olurlar. 


RABBİMİZ BİZLERİ İBRAHİMİN DURUŞU GİBİ KENDİSİNDEN BAŞKA HİÇ BİR İLAHA "SALAT" VE NUSUK" TA BULUNMAYAN MUVAHHİD KULLARINDAN KILSIN.

20 Kasım 2011 Pazar

Müteşabih Kavramı Çerçevesinde Süleyman a.s Kıssası Hakkında Bir Mülahaza

Kur'an kıssalarını birer hikaye şeklinde değilde, geçmişte yaşanmış bir olaydan mü'minler için bir ibret ve öğüt  alınması gereken ayetler olarak anlaşıldığı takdirde bizlere çok şeyler anlattığı görülecektir. Kur'an kıssaları hayatın içinden pratik olarak yaşanmış gerçekler olduğu için bizlere çok yönlü bir anlayış sergilemesi açısındanda çok değerli vesikalardır. Bu yazımızda süleyman as kıssasının, çok yönlü anlatımlarından bir örnek vererek kıssa yollu anlatımların kur'an içindeki yerinin ne kadar önemli ve akılda kalması açısından ne kadar kolay bir yol olduğunun bir mülahazasını yapmak istiyoruz.  


"Süleyman as kıssası" isimli yazımızda kıssanın, sebe,sad ve neml surelerinde geçen ayetleri çerçevesinde kıssanın mesajı hakkındaki düşüncelerimizi yazmaya çalışmış ve kıssanın ana mesajının varlık ile imtihan edilenlerin verilen bu varlığa karşı ne şekilde bir tavır takınması gerektiği, kendini veya başkalarını "büyük" zannedenlerin üzerinde en büyük olan Allah cc nin olduğunu unutmamalarının gerektiği konusunda yoğunlaştığını görmüştük. Kıssa yollu anlatımların çok geniş bir anlatım çerçevesinin olduğunu tekrar hatırlayacak olursak süleyman as ın kıssasındanda bizlere "müteşabih" (benzetme yollu) bir anlatım tarzı olarak Allah cc nin kendisini bizlere bu kıssanın baş aktörü olan süleyman as üzerinden anlattığında görebiliriz. 


"Müteşabih" kavramı , kur'anın anlaşılmaz ayetleri olduğu ve bu ayetlere " müteşabih ayetler" dendiği genel geçer düşüncenin aksine kelime anlamına uygun olarak anlaşılması gereken bir kavramdır.Bilindiği üzere Allah cc kitabında bizlere "gayb alemi" hakkında bilgiler vermektedir ve bu gayb alemi bizim gözümüzle gördüğümüz bir alan değildir ve bu alem hakkındaki bilgileri rabbimiz bizlere gözümüz ile görüp şahid olduğumuz alan dahilindeki bilgilerimize benzeterek anlatmasına " müteşabih" anlatım diyoruz. "Müteşabih" anlatımın sınırlarına rabbimizin kendisini bizlere anlatmasıda dahildir. Allah cc de bizler için bir gayb mesabesinde olduğu için kullarına kendisini dünya hayatı içindeki sahip olduğumuz bilgilerden olan "bir kişinin hükümdar olması" konusundaki bilgilerimiz etrafında bizlere kendisini tanıtmaktadır.  


"Rahman arşa istiva etmiştir" , "onun kürsisi gökleri ve yeri kaplamaktadır", "büyük arşın rabbidir", "esmaül hüsnasından olan el melik, el aziz, el cebbar gibi " , "arşını sekiz meleğin taşıması" ayetler bizlere "müteşabih " bir anlatım yolu ile rabbimizin bizlere kendisini bizlere bir hükümdara benzeterek anlatmasının örnekleridir. Tabiki bu müteşabih anlatımı anlamamız için şuras. 11. deki " onun bir benzeri yoktur" ayetini hiç bir zaman gözden kaçırmamamız gerekmektedir çünkü islam tarihindeki "mücessime" , "müşebbihe" "haşeviyye" gibi fırkalar bu mütşabih anlatımın sınırlarını geçerek Allah cc hakkında çok yanlış fikirler üretmişlerdir. Müteşabih ( benzetme yollu) anlatımın örneklerinden bir olduğunu düşündüğümüz süleyman as kıssasındaki bu anlatımın ne şekilde olduğunu görmekye çalışalım. Müteşahih yollu anlatımı süleyman as kıssası içinde neml suresinde anlatılan "sebe melikesi" ile bölümde geçen olaylar ile ilişkilendirerek görelim.  

Gerçek melik olan Allah cc (23.116) kulu süleyman as a yeryüzünde mülk vererek, süleyman as ın şahsında bir meliğin tebası üzerindeki tasarrufundan örnekleri bizlere canlı olarak sunmaktadır. 

Sebe ülkesinde de bir melike vardır ve bu melike, mülkünün sembolü olarak bir tahta sahiptir.Neml 23. ayetinden anladığımıza göre bu hükümdara bolca mülk verilmesine rağmen bu mülkü verene değil güneşe secde etmektedirler. Verilen mülke karşı yerine getirilmesi gereken vazifenin Allaha secde edilmesi konusunun vurgulandığını ve bu secdenin süleyman as tarafından yerine getirildiğini görmemize rağmen melikeyi secde etmekten alıkoyan şeyin 24. ayette şeytan olduğu bildirilmektedir. Melikeye verilen bu nimete karşılık onun Allah secde etmeyip güneşe secde etmesini sadece kıssa içinde geçen bir mesele olarak görmek bizi kıssayı eksik anlamaya götürecektir. 

Kıssada anlatılan melikeyi prototip bir şahsiyet olarak görüp , Allahın kendisine nimetler verdiği ancak verilen bu nimetin şükrünü ifa etmeyip Allahtan başkalarına secde edenlerin bir temsilcisi olarak görmek gerekmektedir ,yani süleyman kıssası içindeki sebe ülkesinin melikesi olan kişi dünyada Allahın kendisine nimet verdiği ancak bu nimete nankörlük eden herhangi bir kişinin sembol şahsiyetidir. Sembol şahsiyet olması kıssanın yaşanmamış bir kıssa olmadığı iddiası değildir. Kur'an kıssalarını doğru anlamanın yöntemi herhangi bir kıssada anlatılan şahsın kimliği üzerinde dönüp dolaşmak değil o şahıs üzerinden anlatılan meseleyi kavramaktır.   


Süleyman as elçisine bir mektup verir ve elçisine o mektubu oraya bırakmasını ve ne gibi bir tepki vereceklerine bakmasını ister (neml s.28). Bu olaydaki "elçi" olarak bahsettiğimiz kişi adı "hüd hüd" olan bir kuştur , ancak geleneksel ve çağdaş yorumlarda bu kuşun kimliği üzerinde durularak onun vazifesi konusunda bir düşünce serd edilmediğini maalesef görmekteyiz. Modernist yaklaşımların "hüdhüd" adlı kuşun getirdiği  mesaj ile ilgilenmeyip onun kimliği üzerinde takılmaları bizlere kur'anda , resullerin kavimleri ile olan tevhid mücadelelerindeki gelen resulun mesajını red  için önce o resulun kimliği üzerinde olan itirazlarını hatırlatmaktadır. 

Gelen elçinin bir beşer olduğu,neden melek gönderilmediği gibi itirazları hatırlayacak olursak, süleyman as ın kıssasındaki "hüdhüd" adlı kuşun resul olarak gönderilmesi ve o kuşun süleymanın mektubunu bıraktığı zaman o mektubun muhataplarının  o kuşun kimliği üzerinde hiç bir yorumda bulunmadıklarını görmekteyiz. Melike ve onun mele takımı "yahu bu mektup nerden geldi?" veya " bu mektubu nasıl olurda bir kuş getirir" veya " bu mektup bize nasıl ulaştı ?" gibi teferruatla ilgilenmemiş direk olarak gelen mektup üzerinde yoğunlaşmışlardır. 

"Hüdhüd" adlı kuşun vasıtası ile bir mektup gönderilmesinin bizler için ibret alınması gereken yönü ise gelen bir resulun kimliğinin öne çıkarılması değil gelen vahyin öne çıkarılmasıdır. Ancak bugün müslümanlar üzerinde hakim olan düşünce bunun tersi yönünde tezahür etmiş ve muhammed sav in getirdiği kitap maalesef ikinci plana atılmış insanüstü bir peygamber portresi çizilerek diğer peygamberlerle yarıştırma durumuna sokulmuştur.


Modernist yaklaşımlar kuşun nasıl olurda konuşabileceği konusu etrafında dönüp dolaşarak hüdhüd'ün işlevi ile resullerin işlevleri arasında bir müteşabihlik yani benzeterek anlatma olabileceği noktasını kaçırmışlardır. 28. ayetteki " şu yazımı veya mektubumu" götür mealindeki ayetin metni " izheb bi kitabii" şeklindedir. Süleyman as ın melikeye gönderdiği yazı (kitab) ile Allahın kullarına gönderdiği yazı ( kitab) içerik olarak birbirinin aynıdır. 

Allahın gönderdiği resullerin getirdikleri vahyin muhataplarına karşı herhangi bir zorlamada bulunmadıkları, o resullerin kimse üzerinde vekil olmadıkları,yalanlamalara karşı sabırlı olmaları,görevlerinin sadece gelen vahyi tebliğ ile sınırlı olduğu meselesi ile hüdhüdün, "kitabı"tebliğ ile resullerin, "kitabı" tebliğleri arasında bir benzerlik burada gözümüze çarpmaktadır. Süleyman as "kitabını" götüren elçiye karşı takınılacak tavra göre hareket edecektir. 

Kur'an bütünlüğünde düşündüğümüz zaman, Allah cc gönderdiği elçilerine karşı inkarcı tavır takınan kavimleri helak ettiğini biliyoruz,neml s.37. ayeti bize bu konuyu yine "müteşabih" yani benzeterek anlatım yolu ile anlatmaktadır ,yani rabbimiz süleyman as ın şahsında kendisine iman etmeyen kavimleri ne şekilde cezalandırdığını bizlere bildirmektedir.


Gönderilen elçinin getirdiği "kitabın" sebe hükümdarının "melesi" ( akıldaneleri) nezdindeki tepkileri dikkat çekicidir. Burada "mele "kavramı ve bu kavramın kur'an bütünlüğündeki işlevine kısaca bir göz atmamız gerekmektedir. "Mele" kavramı günümüzde sıkça kullanılan "kanaaat önderleri" tabiri ile aynı anlamdadır. Gönderilen resullere ilk karşı çıkanlar onlar olmuşlardır  (23.24),(7-60,66,75,88,109,127) firavunun dahi "mele"sinden akıl aldığını görmekteyiz ve bu "mele" takımına uyanların sonlarının helak olduğuda malumdur. 

Sebe melikesi de neml s. 32 . ayetinde gördüğümüz üzere "mele"sine danışmadan hiçbir karar vermediğini söyler ve mele takımının kur'andaki inkarcı vasıflarına sebe melikesinin meleside sahiptir (neml s.33). Kur'an bütünlüğünde gördüğümüz üzere "mele" takımının o resulü gönderen Allaha karşı açtıkları harb gibi melikenin "melesi" de melike istediği takdirde"kitabı" gönderen süleyman as  ile savaşabileceklerini ifade ederler. 

Burada mutad olanın aksi bir durum ortaya çıkmaktadır neml s. 34. ayetinde gördüğümüz üzere melike "hükümdarların girdikleri yerleri fesada verdikleri ve halkından şeref sahibi olanları zillet içinde bırakacakları" gerekçesi ile savaşı kabul etmez.Burada melikenin ağzından " Allaha ve elçisine savaş açanların " düşecekleri durum hatırlatılmaktadır ve bu şekilde Allaha ve elçisine savaş açan diğer kavimlerin akıbeti bizlere müşahhaslaştırılarak sonlarının ne olduğu hatırlatılmaktadır. 


35. ayette melike elçileri vasıtası ile süleyman as a bir takım hediyeler göndermek sureti ile onun bu hediyelere karşı olan tutumuna göre hareket etmek istemektedir. 35-36 ve 37 .ayetler bizler için ibret alınması gereken ayetlerdir, bilindiği gibi süleyman as elçisi vasıtası ile sebe melikesine bir "kitap" göndererek (neml .s31)" kendisine kayıtsız şartsız  teslim olmaları" şartı ile gelmelerini emretmektedir. 

Ancak melikenin gönderdiği bir takım hediyeler ile bu emri yumuşatma yolunda bir çabaya girdiğini görmekteyiz. Bu olay, bizlerinde Allahın emir ve yasaklarına karşı yumuşatma ve delme çalışmaları içinde olduğumuz bazı konular ile bağlantı kurularak anlaşılma durumundadır. Allah cc "kitabında " kendisine " kayıtsız şartsız teslim olmamızı" emretmesine rağmen herhangi bir emir ve yasak konusunda " acaba bundan bir çıkış yolu bulunabilir mi?" şeklindeki "hulleci" zihniyet her zaman bir kaçış planları yapma peşinde olmuştur. Ancak bu kaçış planlarının hiçbiri Allah cc nezdinde kabul görmez. 

Bizler hucurat s.17. ayeti örneğinde gördüğümüz üzere iman etmemiz hasebi ile kimseyi" bize minnettar olsunlar" diye bir hava içine girmek durumunda olmamamız gerektiği, aksine iman nimetini bize bahşettiği için rabbimize şükür etme durumunda olmamız gerektiği hususunu hiç bir zaman göz ardı etmeden "müslüman " yani "kayıtsız şartsız teslim olanlardan" olmamız gerektiğini hatırdan hiç çıkarmamamız gerekmektedir.  


41. ayette melikenin "arşının " tanınmaz bir hale getirilerek "hidayete erenlerdenmi" yoksa " hidayete ermeyenlerdenmi" olup olmayacağı şeklinde bir kontrol yapılmaktadır.Bilindiği gibi melikenin arşı(tahtı) çok kısa bir zamanda süleyman as ın huzuruna getirilmiştir. Bir hükümdarın hakimiyetinin sembolu olan tahtını tanıyan melike , bu hakimiyetini kendisinden alma gücüne sahip olan bir başka hükümdarın gücüne "kayıtsız şartsız teslim olmuştur". Bu ayettede bizler için çıkarılması gereken bir ibret vesikası bulunmaktadır. 

Melikenin tahtının tanınmaz hale getirilip onun bir yanıltma içine sokulup " benim tahtımın benden önce buraya gelmesi imkansız böyle bir gücü hayal bile edemiyorum" şeklinde bir itiraza girmeyip tanınmaz hale getirilen tahtın kendi tahtı olabileceği ihtimalini göz ardı etmemiştir. Bu olayda bizlere gösteriyorki "hiç bir kul kendi gücünün üzerinde bir güç olan Allah cc nin gücünü hatırından çıkarmamalıdır". Melike bu imtihanı başarı ile geçip süleyman as ın köşküne girmeye hak kazanmıştır.   


43. ayetteki " Allahtan başka tapmakta oldukları şeyler onu alıkoymuştu" ifadesinden yine bizler için bir tebiğ metodu çıkarılması gerekir. Melikenin şahsında "Allahtan başka taptığı ilahları olanlara" mü'minlerin sadece Allaha davet ederek onları bu sahte ilahların tasallutundan kurtulmaları yolunda yapacak oldukları tebliğde süleyman as gibi tavizsiz olmaları küfür içindeki bir toplumda yetişen bir ferdin kuvvetli bir ihtimalle içinde bulunduğu toplumun dinine uyacağı ve hiç kimseye tebliğ ulaştırmadan onu küfürle suçlayamayacağımız konusu hatırdan çıkarılmamalıdır.


44. ayet ise ahiret hayatının canlı bir gösterisidir. Melike süleyman as ın elçisi ile göndermiş olduğu "kitaba" (mektuba) iman ederek süleyman as ın sarayına girmeye hak kazanmıştır, eğer süleymanın "kitabına"(mektubuna) iman etmeyecek olsaydı süleyman as ın orduları tarafından helak edilmek olacaktı. Aynı şekilde mü'minlerde Allah cc nin elçileri vasıtası ile gönderdiği " kitabına" iman eden mü'minleri cennet saraylarında ağırlayacaktır, eğer elçileri ile gönderilen kitaba iman etmeyen olursa onun sonuda helak olacaktır. Burada kalem s. 42 de mealen "O gün; baldırlar açılır ve secdeye çağrılırlar. Ama buna güç yetiremezler."ayetinin arapça metnindeki "yukşefu an saqin"deyimi ile neml s. 44. ayetindeki" ve keşefet an saqihe" (eteğini çekti) deyimlerinin üzerinde biraz durmak istiyoruz. 

Kalem s.42. ayetindeki deyimin geçtiği yer ile neml s. 44. ayetindeki deyimin geçtiği yeri müteşabih bir anlatım yani benzetmeli olarak anlayacak olursak bizlere kalem suresi 42. ayetindeki gerçek ahiret aleminde kişinin dünyada iken secdeye davet edildiği zaman bu davete icabet etmediği için ahirettede buna güç yetiremeyeceği ifade edilir. Melikenin şahsında tüm mü'minlere rabbimiz dünyada iken secdeye davet edilipte bu davete icabet eden mü'minlere vaad ettiği cennetlerin teşbihi (benzetmesi) melikenin süleyman as ın sarayına girerken yaşadığı olay ile özdeşleştirilerek anlatılmaktadır . 


Melike tabiri caizse gözlerine inanamaktadır rabbimizinde mü'minlere vaad ettiği cennetlerde bu şekildedir. Süleyman as ın sarayı için 44. ayette vasfedilen "qavarira" (şeffaf) kelimesi insan s. 15-16. ayetlerde cennette mü'minlere verilen ikramlardan bahsedilirkende geçer .Bilindiği üzere yiyecek ve içecek insaoğlu için vazgeçilmez unsurlardır cennet ve cehennnemdende bahsedilirken bu unsurlar yine ortaya çıkarılır. Cennet ehlinin yiyecek ve içecekleri aklın almadığı güzellikte olmasına karşın (yine süleyman as ın sarayı vasfedilirken"  su" olgusu yine karşımızdadır) cehennem ehlinin yiyecek ve içecekleride aklın almayacağı derecede çirkindir. 


Sonuç olarak,kıssa yollu anlatım tarzının birden fazla yönden anlaşılabilmesi mümkün olduğu için "süleyman as kıssası" içinde anlatılan "sebe" melikesi olan ilgili kısımda müteşabih (benzetme) yollu anlatımlardan yola çıkarak, rabbimizinde bizlere kendisini tanıtırken "hükümdar" teşbihi yaparak anlattığı, bu teşbihin bizlere süleyman as kıssası içindeki sebe melikesi ile ilgili olan kısımda biraz daha öne çıktığını ve süleyman as ın şahsında melikeye, elçisi vasıtası ile göndermiş olduğu "kitaba" (mektuba) iman eden melikenin şahsında o elçi ile gelen "kitaba" (mektuba) iman eden bir kimsenin akıbeti bizlere canlı olarak anlatılmaktadır. 

Kıssa yollu anlatım akılda kalması en kolay olan bir anlatım tarzı olduğu, ve cennet ve cehennem ahvali gaybi bir konu olup gözümüz ile gördüğümüz bir alan olmadığı ,sadece öldüğümüz zaman göreceğimiz yerler olması hasebi ile rabbimizin sonsuz rahmetinin bir tezahürü olarak görebileceğimiz cennetin ve cehennemin bizlere "kıssa içinde kıssa" diyebileceğimiz bir şekilde canlandırılarak anlatılması karşısında bizlere düşen SECDEYE DAVET EDİLECEĞİ GÜN GELİP ONA GÜÇ YETİREMEYENLERDEN OLMAMAMIZ İÇİN DÜNYADA İKEN ONUN GÖNDERDİĞİ KİTABA İMAN EDİP CENNET SARAYLARINDA AĞIRLANMAMIZI SAĞLAMAKTIR.


                  EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR .

14 Kasım 2011 Pazartesi

"Tebyinül Kur'an"dan Tahrifül Kur'an örnekleri 14 (Tashih Notları Şuara,Neml,Kasas s.)

"Tebyinül kur'an dan tahrifül kur'an örekleri" seri başlıklı yazılarımıza adı geçen eserde "tashih notları " başlığı altında tashih ! edildiği ifade edilen surelerden şuara, neml ve kasas surelerindeki musa as kıssası ile ilgili ayetler ile devam ediyoruz. Eser sahibi tashihlerine şuara s. 10- 33 ayetleri mealerini vererek devamında şunları yazar.  

"A'râf ve Tâ-Hâ Sûrelerinde, yed-i beyzâ'nın [kusûrsuz güc'ün], Mûsâ peygambere yardımcı/vezir olarak verilen "Hârûn" olduğunu ifade etmiştik."  


Sayın yazarın daha önceki araf ve taha surelerini ne şekilde tashih! ederek yukarda yazmış olduğu sonuca vardığını 12. 13. yazılarımızda görmüştük. Kur'anda musa as ile ilgili geçen kıssanın bütününe baktığımız zaman firavun ve kavmine 9 tane ayet verildiği bu 9 ayetten ikisinin tuva vadisinde kendisine gösterildiğini (1-asanın yılan haline gelmesi,2- elin beyazlaması) biliyoruz. Ancak eser sahibinin kur'an kıssalarındaki kainatın işleyiş kurallarının aksine olan bazı olayları aklileştirme çabalarının ürünü olarak bu 2 olayı kendi düşüncesini kur'ana tasdiklettirme amaçlı olarak  ayetlerin diziliş sırası ve metni üzerinde nasıl oynadığını yine 12. ve 13. yazılarımızda görmüştük. Eser sahibinin yukarda yazmış olduğu cümledeki , musa as a verilen ayetlerden birinin harun as olup olamayacağını kur'an bütünlüğünde görmeye çalışalım. 

Taha suresindeki musa as  ile ilgili ayetlerde görüldüğü üzere musa as ile harun as ın ayetler ile birlikte firavuna gitmeleri emredilmektedir. Burada dikkatimizi çekmesi gereken bir nokta vardır musa as a verilen ayetlerden biriside eğer kardeşi harun as olsaydı "sen ve kardeşin ayetlerimiz ile gidin" şeklinde bir emir neden verilsin ? , kardeşi harun o ayetler içine dahil olsaydı harun as ın  istisna edilmesi gerekirdi. Şuara s. 33. ayetinde ve araf s. 108. ayetinde aynı metin olarak " ve nezea yedehu ve iza HİYE beydau linnazirin" ( elini çekip çıkardı O EL bakanlara bembeyaz göründü) şeklinde geçmektedir, metinde ve mealde büyük harfle yazmış olduğumuz "hiye " müennes ( dişi) zamirdir ve musa as ın eline racidir. Eser sahibinin iddia ettiği gibi harun as olsaydı bu zamir "hiye "şeklinde değil " hüve" müzekker ( erkek) zamiri şeklinde gelmesi gerekmezmiydi?    


Tashihlere 43-68. ayetler arası ile devam edilerek şu tashihler yapılmaktadır.  

"Bu Âyetlerde Mûsâ peygambere, bilgi birikimini kullanarak Nil nehri üzerinde barajlar kurmasının vahye dildiği, sonra da suyun dağlar gibi parçalara ayrıldığı; yani yüksek barajların yapıldığı açıklanmaktadır. Bilinen en eski baraj İ.Ö. 2900 yılında Nil nehri üzerinde kurulmuş olan 15 m. yüksekliğindeki barajdır. Kur'ân'ın açık ifadesine göre baraj birden çoktur.
Diğer Âyetlerden de anlaşıldığı üzere Mûsâ peygamber, Mısır'da kaldığı süre içinde esas niyetini saklayarak nehri barajlarla kesmiş, ovada kanallar oluşturmuş ve eski su yataklarını tarıma açmıştır. Bu nedenledir ki Firavun, "Bu altımdaki nehirler benim değil mi" demektedir:"   

Eserinde uydurma dediği rivayetlere ve israiliyata sayfalarca yer verip eserin hacmini büyütüp bir nevi sihir ve göz boyama metodunu kullanan sayın yazar bu gibi israiliyat ürünü haberlere katılmadığını beyan etmesine rağmen yeri geldiğinde " benim israiliyatım iyidir" kabilinden haberlerle düşüncelerini destekletme yoluna başvurmaktan çekinmemektedir. Tashihlerinin ! bu kısmındada diğer surelerdede örneklerini gördüğümüz üzere firavun sihirbazlarına nazire yaparcasına ayetlerin dizilişlerini değiştirerek kemeraltı üçkağıtçılarının tatkiklerini ayetlere uygulamaya kalkmaktadır. Şuara suresinin 63. ayetini 51. ve 52. ayetlerinin arasına koyarak "denizin yarılması " olayını kendi aklına uydurarak,  israiloğullarına nehirde barajlar kurdurmuş , barajları yaparken geceleri çalıştıklarını ancak, firavun ve ordusu gündüz olunca bu yapılan çalışmaları farkedip farketmediği konusunda bir düşünce serdetmemesini eksiklik! olarak gördüğümüz belitmek isteriz. Yapılan barajın tarihinide veren sayın yazar " kur'anın açık ifadesine göre baraj birden çoktur" diyerek kur'ana iftira etmektende çekinememektedir. 


Zuhruf s 51-53. de" Ve Firavun, kavminin içinde seslendi: "Ey kavmim! Mısır hükümdarlığı ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz? Yahut ben, şu zavallının ta kendisi olan; nerede ise açıklayamayan [meramını anlatamayan] kişiden daha hayırlı değil miyim? Hem o'nun üzerine altın bilezikler atılmalı veya kendisiyle beraber sımsıkı saflar hâlinde melekler gelmeli değil miydi?" dedi."şeklinde mealindeki  ayetin firavunun kendisi ile musa as ı kıyaslayarak kendi üstünlüğünü öne çıkarmasını ve diğer ayetlerde karşımıza çıkan klasik müşrik söylemi olan " altın bilezikler verilmeli veya beraberinde  melekler getirilmeli" şeklindeki sözleri isra suresi 90-95. ayetlerinde gördüğümüz üzere mekke müşriklerinin muhammed as için aynı şeyleri istemesi ve bunları isteyen firavunun sonundan ibret almaları mesajı olduğunu unutarak kendi önkabullerini kur'ana tasdik ettirme amacını öne çıkarıp ilgili ayetleri o doğrultuda te'vil etmektedir.  


                    NEML      SURESİ        TASHİHLERİ  


Neml suresi tashihlerine , 7-11. ayetlerin mealini vererek başlar ve ayetlerle ilgili olarak şunları der. 
7.         Hani Mûsâ, yakınlarına, "Şüphesiz ben bir ateş gördüm, ondan size bir haber getireceğim yahut ısınmanız için bir kor ateş getireceğim" demişti.
8.         Sonra oraya geldiği zaman seslenilmişti: "Ateşin içindeki ve yanı başındaki kişi mübarek kılınmıştır! Ve âlemlerin Rabbi olan Allah, eksikliklerden münezzehtir!"
9.         "Ey Mûsâ! Şüphesiz Ben, Azîz [mutlak galip] ve Hakîm [hikmet sahibi] Allah'ım!
10–11.     "Ve birikimini ortaya koy!" –Onu sanki görünmeyen bir varlık gibi hareket ettirir görüverince dönüp, arkasına bakmadan kaçtı.– "Ey Mûsâ! Korkma! Şüphesiz ki Ben; Benim yanımda elçiler korkmaz. –Ancak, kim zulüm yapar, sonra kötülüğün sonunda iyiliğe çevirirse, şüphesiz Ben, çok bağışlayıcıyım, çok merhamet sahibiyim."–  

"Bu Âyetlerde, birikimini kullanma emri alan Mûsâ peygamberin, kendisine peygamberlik görevi verilince bundan kaçmaya çalışmasının safhaları anlatılmaktadır.
Neml Sûresinin 10. ve Kasâs Sûresinin 30. Âyetlerinin orijinalindeki تهتزّ - tehtezzü sözcüğü, genellikle yanlış olarak "hareket eder, kıvrılır" şeklinde çevrilmektedir. Sözcüğün esas anlamı, "hareket ettirmek"tir. 35
Buradaki hareket ise asâ'nın hareketi değil, hareket ettirişi, çok çalıştırmasıdır. Burada asâ diye nitelenen birikimin, yani vahiylerin, Mûsâ peygamberin başına iş açtığı, onu çok çalışmak zorunda bıraktığı açıklanmaktadır. İşin çokluğu ve zorluğu sebebiyle Mûsâ peygamber işten kaçmaya çalışmıştır.
10. Âyetteki, Onu sanki görünmeyen bir varlık gibi hareket ettirir görüverince dönüp, arkasına bakmadan kaçtı ifadesinden, Mûsâ peygamberin peygamberlik görevinden hoşlanmadığı, korktuğu, yapmak istemediği anlaşılmaktadır. Mûsâ peygamberin bu kaçışı Kalem Sûresinde de zikredilmişti. Kalem Sûresinde bahsedilen hût sahibi, Yûnus peygamber olsa da asıl hût sahibi olan Mûsâ peygamberdir. Mûsâ peygamberin hût sahibi olduğundan, Kehf Sûresinin 61–63. Âyetlerinde bahsedilmiş, kaçışı da bu Âyetlerde açıklanmıştır."

Bu surede tashih adına yapılan işin tashihmi yoksa tahrifmi olduğunu musa as ın " tuva" da geçen kıssasını , taha ,neml ve kasas surelerindeki geçişleri ile karşılaştırarak görelim. Önce ayetlerin bu surelerdeki geçen kısımlarını sayın yazarın mealinden verelim. 

--Taha suresindeki ayetler 
17.        Sağ elindeki de nedir ey Mûsâ?
18.        O [Mûsâ], "O, benim asâmdır, ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkelerim ve onda benim için başka yararlar da var" dedi.
19–24.     O [Allah], "Ey Mûsâ! Onu bırak/çobanlığı bırakıp yerleşik hayata geç! Firavun'a git, şüphesiz o azdı" dedi.
20.        O da onu hemen bıraktı/yerleşik hayata geçti, bir de ne görürsün! O [sağ elindeki], koşan bir candır.

--Neml suresi ayetleri yukarda verilmişti.  
--Kasas suresi ayetleri.
  30–32.     Sonra oraya vardığında o bereketli toprak parçasındaki vadînin sağ tarafından, bir ağaçtan seslenildi: "Ey Mûsâ! Hiç şüphesiz ki Ben, âlemlerin Rabbi Allah'ın ta kendisiyim! Ve birikimini ortaya at! –Onu [birikimini] sanki görünmeyen bir varlık gibi hareket ettirir görünce de dönüp, arkasına bakmadan kaçtı.– Ey Mûsâ! Beri gel, korkma. Kesinlikle sen emniyette olanlardansın. Koynundaki gücünü devreye sok, kusûrsuz bembeyaz çıkacaksın. Korkudan kanadını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. Şüphesiz ki onlar, yoldan çıkan bir kavim olmuşlardır."

Taha suresi ile yaptığı tashihlerle ilgili yazdığımız yazıdada belirttiğimiz üzere, taha s 17. ayetinde " sağ elindeki nedir ey musa?" sorusuna 18. ayette verdiği " o benim asamdır" cevabındaki  " O"zamirinin arapça metindeki " hiye " müennes (dişil) zamiridir.Yine neml suresi 10. ayetinde metindeki " raehe"  ( onu gördü) kelimesindeki "he " müennes ( dişil) zamiri yine asa için kullanılmıştır. Kasas s. suresi 31. ayetindede olduğu gibi anı şekilde " raehe" (onu gördü) kelimesindeki " he " zamiri müennes (dişil) olarak kullanılmıştır. Musa as ın " asa" sı kur'anda geçtiği bütün yerlerde müennes zamiri ile geçmektedir ve bu bize taha s 18. ayetindeki "koyunlara yaprak silkelenen ve ona dayanılan" obje nin musa as ın yanından hiç ayrılmadığını gösteriyor. Ancak syın yazar taha s. 18. ayetinde tahrif etmeninmümkün olmadığı "asa" kelimesini diğer ayetlerde yine arapça gramer kaidelerini göz ardı ederek " birikim" olarak mealinde yer vermiştir.


Yine eserinde kendisininde çok eleştiriye tabi tuttuğu israiliyatçılara nazire olması amacı ile olsa gerek musa as ın görevden kaçtığını nem s. 10. ayetine dayanarak delil getirip bu görevden hoşlanmadığını iddia edebilmiş ve bu iddiasını kalem suresinde geçen "hut sahibi" nin yunus as değil musa as olduğunu ve onun bu görevden kaçışının kehf suresi 61-63. ayetlerinde bildirildiği iddiasındadır.


Tashihlerine neml suresi 12-13-14. ayetleri ile deavm eden sayın yazarın bu ayetlere verdiği mealde şöyledir. 

"12.        Ve koynundaki gücünü devreye sok; dokuz Âyet içinde Firavun'a ve onun kavmine hiç kusûrsuz, mükemmel çıkacaksın. Şüphesiz onlar yoldan çıkmış bir kavim olmuşlardır.
13.        Sonra da Âyetlerimiz onlara parlak bir şekilde gelince, "Bu apaçık bir sihirdir" dediler.
14.        Ve onların kendileri bunlara tam bir kanaat getirdiği hâlde, zulüm ve kibirlerinden ötürü onları bile bile inkâr ettiler. –Şimdi bozguncuların sonunun nice olduğuna bir bak!–"
2. Âyette zikredilen dokuz Âyet ifadesindeki "dokuz" sayısını iki şekilde anlamak mümkündür:
A) Çokluktan kinâye. Zira İsrâil oğullarına dokuzdan daha çok Âyet/alâmet gösterilmiştir.
B) Burada kastedilen Tevrât'taki on emirin dokuz Âyette yazılı olmasıdır.
Yahudi Tevrât'ında iki ayrı emir cümlesi hâlinde zikredilen, "Karşımda başka ilâhların olmayacak" ifadesi ile "Kendin için oyma put yapmayacaksın" ifadesini Samiri Tevrât'ı tek emir cümlesi hâlinde toplamıştır. Böylece, "Komşunun evine tamah etmeyeceksin" de dâhil, emirlerin sayısı, Yahudi nüshasında on, Samiri nüshasında ise dokuzdur.   

Burada "dokuz ayet" ifadesi yaptığı yorumun üzerinde durmak istiyoruz." Dokuz sayısını iki şekilde anlamak mümkündür" dedikten sonraki "A"şıkkında iddia ettiği gibi dokuz ayet israiloğullarına değil firavun ve kavmine verilmiştir 12. ayeti ön kabullerini bir kenara atıp okumaya çalışsaydı bunu görmesi zor olmazdı. "B" şıkkındaki iddiasınıda , verilen 9 ayet ile tur dağında verilen 10 emiri kıssanın kronolojik sırasını bile alt üst etmeyi göze alarak 10-1=9 mantığı içinde bir ayeti başka ayetin içine alarak halletme yoluna gitmiştir. Bu konu ile ilgili olarak  kendisi ile yapılan bir röportajda bu düşünceyi sayın hakkı yılmazdan apardığı anlaşılan "ihsan "eliaçık" aynı olduğu anlaşılmasın diye cumartesi yasağını kaldırarak 10 emiri 9 ayet olarak hakkıyılmazla aynı paralelde bir düşünce serdetmiştir.Bu konu hakkında " musa as a verilen dokuz ayet ile on emir arasındaki fark" isimli yazımızda biraz daha geniş olarak düşüncelerimizi belirttiğimiz için bu kadarı ile yetinmek istiyoruz. 


                            KASAS SURESİ  TASHİHLERİ


Bu suredeki tashihlerine surenin 30-32. ayetlerinin başalyan eser sahibinin bu ayeter ile ilgili meallaerini yukarda verdiğimiz bu ayetler ile ilgili yorumlarını vermek istiyoruz.  


"Bu Âyetlerde, Mûsâ peygamberin verilen ve Furgân Sûresinde konu edilen iki Âyet farklı ifadelerle açıklanmaktadır. Burada mecazi ifadeler söz konusu iken, Furgân Sûresinde hakiki anlamlarıyla ifade edilmiştir.
(Furgân: 35–36) Ve andolsun ki Mûsâ'ya Kitabı verdik, kardeşi Hârûn'u da onunla birlikte vezir [yardımcı, destekçi] kıldık. Sonra da, "Haydi Âyetlerimizi yalanlayan o kavme gidin!" dedik. Sonunda da parçalayıp yok ettik."
Neml suresi ile ilgili yaptığı tashihler ile ilgili kısımda gördüğümüz üzere kur'anda musa as ın "asası" ile geçen bütün ayetler taha s. 17-18. ayetleri çerçevesinde müennes (dişil) zamiri getirilerek anlatılmış olmasına rağmen musa as a verilen 9 ayet içindeki 2 ayetin furkan 35-36. ayetlerini delil getirerek "tevrat" ve "harun" as olduğu iddiasını getirir. Gramer kurallarını ve kuran metnini hiçe sayarak " ben yaptım oldu" mantığı içinde yapılan bu yorumları yine kur'an kendi," mesani "(ikili anlatım) sistemi içinde reddererek sahibinin adeta yüzüne çarpmaktadır. 

Neml suresi 10. ayetini delil göstererek mus as ın görevden kaçmaya çalıştığını iddia eden eser sahibi 33-34-35. ayetlerde yine musa asın uyarıldığını iddia etmektedir. Neml s. 10. ayetindeki korkusu asanın yılan haline gelmesi neticesinde iken,yine asanın yılan haline gelmesindeki korkusu kasas s. 31. ayetinde bildirilmesine rağmen kasas s. 33-34. 35. ayetlerinde korkusunun bu olaydan sonraki aşamasında olduğunu göz ardı eden sayın yazar , musa as ın ağzından görevden kaçma isteğine dair hiç bir karine dahi bulunmadan aksine görevi kabul edip yanına kardeşi harunu istemesine rağmen rivayeti kendinden menkul nakillerle musa as ı aşağılamayı dahi göze almaktan kaçınmamaktadır.  

Surenin 39-40 ayetlerinin mealini verdikten sonra, daha önce araf suresinde ele aldığımız üzere, firavun ve ordusunun denizde değil nehirde boğulduğunu iddia eden eser sahibi bu boğulmaya sebebin yapılan baraj suları altında kalma sonucu gerçekleştiğini kasas s. ve zariyat s. 40 ayetlerindeki "fe nebeznehum" kelimesinin "baraj selinin önündeki sürüklenmeyi açıklamaktadır" diyerek aynı olayın başka kelime ile anlatılan ayetlerini yine parmakla kapama yoluna giderek ön kabullerinin kur'ana tasdik ettirme çabasındadır. Sayın yazar ne kadar görmek istemesede biz firavun ve ordusunun boğulma olayı ile nuh kavminin boğulma olayını anlatan diğer ayetlerin üzerini biraz aralayım inş. 

"Ağrekna,ağreknahu, ağreknahum, lituğrika, nuğrikhum, feyuğrikaküm, uğriku ,elğarku, muğrikune,  muğrikine" gibi kelimelerin kökü "ğa-re-ke" anlam olarak "boğulmak" olan bu kelimenin geçtiği ayetlere bakacak olursak en fazla firavun ve ordusu ile nuh as ın kavminin boğulması ile ilgili olarak olmak üzere denizde giden gemilerin batması ve neticesinde boğulma ile ilgili olarak geçmektedir. Firavun ve ordusunu iki ayette "fenebeznehum" şeklinde geçmesinin ifade ettiği firavun ve adamlarının  rezil bir şekilde boğulmalarını ifade etmesini  bir kenara bırakıp , rivayeti kendinden menkul çağdaş israiliyat örnekleri ile senaryolar üretmeye çalışan sayın yazar , nuh as ın kavmininde barajların açılması şeklinde boğulduklarını iddia edebilecekmidir ,çünkü firavun ve ordusunun boğulma olayı ile nuh as ın kavminin boğulma olayı " ğa-re-ke" kelimesinin türevleri ile ifade edilmektedir.  

"Tashih notları" olduğunu iddia ettiği fakat "tahrif notları" haline gelmiş notların ,şuara, neml, kasas surelerindeki düzeltmelere baktığımız zaman "düzeltme" kelimesini nasıl anladığını bozduğu ifadelerden anladığımız sayın yazar, ön kabullerini kur'ana tasdik ettirme amaçlı olarak kur'an metnini ve bozmaktan ve kur'an bütünlüğünü hiçe saymaktan çekinmeyerek düzeltmelerine!!! devam etmektedir. Rabbimiz bizleri kitabını yine kitabından anlayan kullarından kılsın.  

                          EN DOĞRUSUNUN  ALLAH  CC BİLİR.




12 Kasım 2011 Cumartesi

"Tebyinül Kur'an"dan Tahrifül Kur'an Örnekleri 13 (Tashih Notları Taha s.)

"Tebyinül Kur'andan Tahrifül Kur'an örnekleri" seri başlıklı yazılarımıza adı geçen eserin internet ortamında yayınlanan sitesindeki " tashih notları"bölümünün "taha suresi" ile ilgili yapılan tashihleri üzerinde durmak istiyoruz. Önce surenin 9. ve 36. ayetlerinin meallerini adı geçen eserdeki şekli ile alıntılayalım.
 
9.         Sana Mûsâ'nın haberi de ulaştı mı?
10.        Hani o bir ateş görmüştü de ailesine-yakınlarına, "Kesinlikle ben bir ateş gördüm. Ondan size bir kor parçası getirmem yahut ateş üzerinde bir kılavuz bulmam için siz bekleyin!" demişti.
11–16.     Sonra onun yanına geldiğinde seslenildi: "Mûsâ! Ben, senin Rabbin olan Benim. Hemen yakınlarını ve mallarını burada bırak, şüphesiz sen temizlenmiş vadîde, Tuva'dasın/iki kere temizlenmiş bir vadîdesin. Ve Ben, seni seçtim; O hâlde vahye dilecek olan şeye; "Hiç şüphesiz ki Ben, Allah'ın ta kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için salâtı ikâme et. Şüphesiz ki o Sâ'at [kıyâmet] gelecektir. Onu Ben, herkes emeğinin karşılığını alsın diye neredeyse gizleyeceğim. O nedenle ona [kıyâmete] inanmayan ve kendi hevasına uyan kimse seni, ondan [kıyâmete iman etmekten] alıkoymasın; sonra helâk olursuna kulak ver.
17.        Sağ elindeki de nedir ey Mûsâ?
18.        O [Mûsâ], "O, benim asâmdır, ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkelerim ve onda benim için başka yararlar da var" dedi.
19–24.     O [Allah], "Ey Mûsâ! Onu bırak/çobanlığı bırakıp yerleşik hayata geç! Firavun'a git, şüphesiz o azdı" dedi.
20.        O da onu hemen bıraktı/yerleşik hayata geçti, bir de ne görürsün! O [sağ elindeki], koşan bir candır.
25–35.     O [Mûsâ], "Rabbim! Seni çok arındırmamız ve Seni çok çok anmamız için göğsümü aç, işimi bana kolaylaştır. Dilimden de düğümü çöz ki sözümü iyi anlasınlar. Ve ehlimden; kardeşim Hârûn'u benim için bir vezir kıl, onunla arkamı kuvvetlendir. İşimde onu bana ortak et. Şüphe yok ki Sen bizi görüp duruyorsun" dedi.
36.        O [Allah] dedi: "Ey Mûsâ! İstediğin sana verildi."
21–23.     O [Allah], "Sana en büyük Âyetlerimizden göstermemiz için tut onu, korkma! Biz onu ilk durumuna çevireceğiz. Diğer bir Âyet olmak üzere de gücünü/kanadına ekle, çirkinlik olmadan hiç kusûrsuz, mükemmelce çıkacaksın" dedi. 

Ayetlerin meallerinde görüldüğü üzere, 19.ve 35. ayetler  suredeki dizilişe göre değil sayın yazarın oluşturmak istediği düşünce doğrultusunda bir diziliş yapılarak bir çeşit sihir yapılmak sureti ile ayetlerin yeri karştırılmış ve meallerde tahrifat yapılarak maalesef çorba edilmiştir. Ayetlerin suredeki diziliş sırası konu ile tam bir uyum sağladığı için sayın yazarın işini güçleştireceğinden böyle bir karıştırmaya tabi tutmuştur.

Burada sayın yazarın "asa" kelimesi üzerindeki yaptığı göz bağcılığı ile kapama usulünun Arapça kuralları açısından uyum sağlayıp sağlamadığı üzerinde biraz durmak istiyoruz. 17. ayette " sağ elindeki nedir ? ey musa " sorusuna verdiği cevabı 18. ayette "hiye" müennes zamiri ile cevapladığını görmekteyiz " O"  şeklinde meallendirilen kelimenin arapça metindeki " hiye " müennes (dişil) zamiridir. 19. ayetteki " onu bırak" emrinin arapça metni "elgahe" dir yine burada da " he" müennes zamiri kullanıldığını görmekteyiz. Sayın yazar " asa " kelimesi için müennes zamiri kullanıldığını bilmeyecek kadar arapça cahili olmadığına göre birden 24. ayete atlayarak "dişil" zamiri musa as a nasıl raci ettiğini nasıl izah edebilir. Başka yazılarımızda örneğini gördüğümz üzere  "arapça dil kuralları yeniden tanzim edilecekse onuda ben ederim" mi diyor acaba?.
  
17-18-19.ayetlerden sonra birden 25. ayete atlayıp daha önceki araf suresi tashihinde "asa" üzerinde yaptığı tashihlerini!! burada da uygulama yoluna gidip, "onu at" emrini "çobanlığı bırakıp yerleşik hayata geç" şeklinde tashih ! etmiştir.20. ayette ise atılan asanın metinde "hayyetün" olarak ifade edilen yılan olma anlamını kabul etmeyen sayın yazar onuda harun as olduğunu iddia eder. Biz bunları yine eserden alıntı yaparak görmeye devam edelim.

"20–23. Âyetlerde, Mûsâ peygambere verilen iki Âyetten bahsedilmektedir. Bunlardan ilki, sağ eline çoban asâsının yerine verilen vahiy/kitap/Tevrât; ikincisi ise gücüne güç katacak olan Hârûn'dur. Aşağıdaki Âyetlerde Mûsâ peygamberin ifade yeteneğinin yeterli olmadığı, meramını iyi anlatması için kardeşi Hârûn'un kendisine yardımcı yapılmasını istediği ve bu isteğinin de verildiği görülecektir.

Sayın yazara göre musa as "asa" sını tuva da bırakıyor ve eline tevratı alıyor, musa ası asasız yola çıkaran yazar kur'anda bu olayın devamındaki "asa" ile ilgili geçen bölümleri de "birikim" olarak çevirmek zorunda kalmıştır.  


Firavun ve kavmine karşı isra s.101. ayetinde 9 tane ayet verildiği ve neml 12 ayetinde ise verilen 2 ayetin bu 9 ayet içinde olduğu zikredilir. Sayın yazar verilen bu iki ayetten birinin tevrat olduğunu iddia etmektedir. Ancak araf s. 142-147. ayetleri arasında musa as ın tur dağına çıktığı zaman ona levhaların verildiğini hatırlayacak olursak tuva vadisinde tevratın verildiğini iddia etmesi kendisini gülünç bir duruma düşürmektedir. Sayın yazarın iddia ettiği musa  as a verilen harun as olduğu iddiasına gelince surenin normal dizilişine göre okuduğumuz zaman verilen 9 ayetten ikisinin verilmesinden sonra harun as ın musa as a yardımcı  olarak verildiğini görürüz,ayetlerin normal tertibine göre bu iddiasındada gülünç duruma düşeceğini bilen sayın yazar tam bir sihirbaz mandreke ustalığı ile ayetlerin dizilişini karıştırıp metnide ona uygun olarak tashih! (tahrif demek daha uygun düşer) ettikten sonra bizlere sunmaktadır


Daha önceki araf suresi tashihinde "asa" ve "yed" kelimelerini nasıl tashih! ettiğini gördüğümüz sayın yazarın "hayye "  kelimesi üzerindeki tashihinde bu kelimenin lugat anlamalarını verdikten vardığı nihai kararı şu şekilde açıklar. 


"Özetlersek, bu sözcüğün anlamı, "hayat ve canlılık"tır. Dolayısıyla hayye sözcüğü, "yılan" demek olmayıp, "varlığın uzun ömürlü oluşu"nu nitelemektedir. Tâ-Hâ Sûresindeki حية تسعى - hayyetun tes'â = koşup duran tes'â ifadesinin, Türkçedeki tam karşılığı, "yedi canlı" deyimi olup bu da, "defalarca ölüm tehlikesiyle karşılaşmasına rağmen her seferinde sağ kurtulmak" anlamına gelir. Bu sözcük, birçok hastalıktan, bela ve felaketten kurtulan kişiler için kullanıldığı gibi, kedi ve yılan için de kullanılır.


Sayın yazarın tashih yaparken gözden kaçırdığını zannettiğimiz bir noktayı hatırlatmak yerinde olacaktır. üstte eserinden yaptığımız alıntıda " hayyetun tes'â = koşup duran tes'â " deyimindeki "tes'a" kelimesinin "koşup duran" anlamında olduğu malumdur "hayyetun" kelimesine de koşup duran şeklinde bir mana veren yazara göre olması gereken anlam " koşup duran, koşup duran" gibi bir anlama gelecek şekilde anlaşılmaz bir mana vermesini anlamakta güçlük çektiğimizi belirtelim. Bunu belki bir yazım hatası olabileceğini tahmin edip düzeltilmesi gereken bir yanlış olabileceğini umuyoruz. Musa as ın asası ile ilgili olarak geçen 3 kelimenin (hayye, sü'ban , cannun) ortak anlamlarının bir çeşit yılan cinsi olduğu bilgisinin bir tarafa atılarak sahibini nerdeyse fıtık edebilecek olan zorlamalarla anlamlarını değiştirmeye çalışıp hevaya göre bir sonuca varmak ancak ayetlerin mecaz olduğunu iddia etmek ve yerlerini değiştirip göz aldatmacası yapmak sureti ile olabileceğini adı geçen eserden yaptığımız alıntılar ile görmekteyiz. Sıradan bir ağaç parçasının bir anda yılan olması karşısında normal bir insan gibi korkan musa as ın bu tepkiside sayın yazar tarafından şu şekilde yorumlanmaktadır.  


"20. Âyetteki hayye sözcüğü, "yılan" olarak anlaşılınca, doğal olarak 21. Âyetteki korkmak sözcüğü de "yılandan korkmak" olarak anlaşılmıştır. Hâlbuki buradaki korku, bu Sûrenin 45–46. Âyetleri ile Şu'arâ Sûresi'nin 10–15; Neml Sûresinin 10. ve Kasâs Sûresinin 30. Âyetlerde konu edilen Mûsâ peygamberin görevden korkması, kaçmasıdır."  


Sayın yazar yine buradada kıssadaki anlatım sıralaması konusunda bir şaşıtmaca içine girerek konu ile ilgili üstte verdiği ayetlerin hangi olaydan sonra geçtiği konusunda bir yanılgı içine düşerek maalesef debelendikçe batan bir duruma düşmüştür şöyleki;

-Şuara suresinde musa as ın kıssasında "asa"nın yılana dönüşme sahnesi zaten yoktur.
-Neml s 10-11. ayetlerine verdiği mealde "asa" kelimesini "birikim" olarak vermesi sayın yazarın yine bir çelişkisini ortaya çıkarmaktadır. Musa as ın tuva vadisindeki anlatılan kıssası sayın yazarın yukarda taha suresi ile ilgili yaptığı tashihinde 18. ayette anlatıldığı gibi elindeki "asa"nın koyunlarına yaprak silkelemek için kullandığı bir araç olduğu kendisinin verdiği mealdede aynıdır. Bu olayda "asa"yı gerçek anlamında bir meal vermesine rağmen aynı olayın anlatıldığı neml suresinde "asa"yı "birikim" olarak meallendirmesi bizde tashihde unutulmuş bir yer olduğu hüsnü zannı oluşturmaktadır .

-Kasas s. 30 ayetine gelince neml s ayetlerinde düştüğü çelişkiye buradada düştüğünü görmekteyiz.Aynı olay anlatılmasına rağmen taha 18 de "asa" olan kelime buradada "birikim" şeklinde çevrilmiştir. Sayın yazara birileri  kıssada anlatılan aynı olaydaki bir objenin bir ayette "asa" diğer iki ayette "birikim" olarak çevirmenin yaman bir çelişki olduğunu söylemesi lazımdır. Sayın yazarın musa as ın "asa"nın yılan haline dönüştüğündeki korkusu ile "firavuna gidin" emri verilmesi ile duyduğu korku arasındaki farkı görememesi kendisine maalesef yakışmamaktadır. 


 22. ayetteki "elin beyazlaması" olayını harun as ın ona yardımcı olarak verilmesi şeklinde te'vil eden yazar bu te'vilinide şu şekilde delillendirmektedir. 

"22. Âyetteki, tahrücü [çıkacak] filinin öznesi "el" değil, "sen"dir. Bu ifade, fiil kalıbının "ikinci eril tekil şahıs" kalıbı ile "üçüncü dişil tekil şahıs" kalıplarının aynı kalıp olmasından karıştırılmıştır. Burada kastedilen de kendisine yedek güç olarak verilmiş olan vezir Hârûn'u devreye sokması, o'nun sayesinde ifadeleri kusûrsuz, lekesiz ve eksiksiz olarak tebliğ etmesidir.

Ayetin arapça metninde "tahruc" şeklinde geçmesine rağmen metni tahrif etmekten çekinmeyen sayın yazar kelimeyi "tahrücü" şeklinde ifade ederek "kul" vasfında olma durumundaki birinin eserine dahi yapılamayacak tahrifi Allahın kitabına reva görmekten haya etmez tahrif ettiği "tahrüc" kelimesini "tahrücü" şeklinde olduğunu söyleyerek o kelimenin tahlilini yaparak yavuz hırsız misali fiil kalıplarının  karıştırıldığını iddia ederek kendi tahrifini örtmek istemektedir. 

Neml suresi 10-11-12. ayetlerinin, firavun ve kavmine verilen dokuz ayetten ikisinin tuva vadisinde verildiği yolundaki açık beyanına rağmen ve araf s142-147. ayetler arasında musa as ın tur dağına çıkıp oradan levhalar halinde kitabı aldığı beyanına rağmen, furkan suresi 35 ve 36 da "Ve andolsun ki Mûsâ'ya Kitab'ı verdik, kardeşi Hârûn'u da onunla birlikte vezir kıldık. Sonra da, "Haydi Âyetlerimizi yalanlayan o kavme gidin!" dedik. Sonunda da parçalayıp yok ettik."mealindeki ayetleri destek alarak  musa as a verilen 2 ayetin tevrat ve harun olduğunu bu ayetlerden çıkarmak istemektedir. Furkan 35.36 ayetleri musa as kıssası ile ilgili tek bir ayetmiş gibi onlara can simidi gibi sarılan yazar diğer ayetleri kendi düşüncesine uygun düşmediği gerekçesi ile tahrif edebilmektedir. 


Tashihlerinin!! devamında sayın yazar taha s 37-67. ayetlerinin mealini verir. Ancak sayın yazarın, musa as a verilen ayetlerden biri olduğunu iddia ettiği harun as orada ayet olarak değil firavuna musa as ile beraber gönderilen bir resul olarak karşımıza çıkmaktadır  ""Sen ve kardeşin Âyetlerim ile gidin ve Beni anmakta gevşeklik etmeyin" mealindeki ayetle birlikte şu soruyu sormak gerekir. " Sayın tebyin sahibi harun eğer ayet ise neden musa as ile birlikte ayetlerim ile birlikte gidin denilip harun as o ayetlerin dışında tutuluyor?" . İlgili ayetlerden anlaşıldığı üzere musa as a" tuva" da firavun ve kavmine gönderilen iki ayetten bahsediliyor eğer harun ayet olsa geriye bir ayet kalırdı o zaman ayette ,"sen ve kardeşin ayetimle gidin" denilirdi . Şimdi bize şunu demek düşüyor " sayın yazar ya siz matematik bilmiyorsunuz,yada hiç dayak yemediniz ,yada kur'anı hiç bilmiyorsunuz".

68-79. ayetlerin mealini verdikten sonra çağdaş israiliyata örnek olmak üzere şunları yazmaktadır.
"Bu Âyetlerde, Mûsâ peygambere, kavmini geceleri çalıştırarak suda/Nil nehrinde –haşyet duymadan ve yakalanma korkusu olmadan– kuru yollar oluşturmasının vahye dildiği, sonra da onları izleyen Firavun'un ordusuyla birlikte o nehirde boğulduğu nakledilmektedir.
Burada dikkat çeken nokta, bol suda/nehirde açılacak yolun gece yürüyüşü sayesinde gerçekleşeceğidir. Bununla Mûsâ peygambere, "İnsanları geceleri çalıştırmak sûretiyle kimseye sezdirmeden, göze batmadan bu işi yavaş yavaş hallet" denmiş olmaktadır.
Kur'ân'daki ifadelerden anlaşıldığına göre bu olaylar, birkaç dakika veya saatte değil, uzun bir süreçte gerçekleşmiştir. Mûsâ peygamber Mısır'a döndüğünde toplumu içerisinde yıllarca faaliyet göstermiştir."

Sayın yazarın bundan önceki araf s. tashihinde!! "bahr" ve "yemm" kelimeleri hakkındaki çelişkilerini ortaya koymaya gayret etmiştik. Bu suredeki tashihinde!! 77. ayette geçen "bahr" kelimesini "nehir" olarak çevirip israiloğullarını geceleri nehirde amelelik yaptırarak kuru yollar açtırmakta, ancak burada gece açılan kuruyolun gündüz neden su ile dolmadığını ve israiloğullarının gece açtıkları kuruyolları gündüzleyin firavun ve kavminin nasıl göremediğini izah etmemektedir. Ayrıca "bahr"kelimesini "nehir " olarak çevirirken şura s.32 de ve rahman s 24 de, kehf 109 da, geçen "bahr" kelimelerini "deniz" olarak çevirip olağan çelişkilerine devam etmiştir. 

Kasas s. 14 ve ahkaf. 15. ayetlerine dayanarak musa as ın peygamberlik yaşınıda bulan sayın yazar kasas 14. ayetindeki "ve lemma beleğa eşeddehu" (ergenlik çağına ulaştığında) cümlesi ile ahkaf suresindeki "ergenlik çağına ulaşınca ve kırk yaşına varınca" cümlesindeki "ve" harfinin insan hayatındaki iki evre olan ergenlik ve olgunluğu birbirinden ayırıp "her iki evresindede" şeklinde bir anlam olmasına rağmen musa as ı 40 yaşında peygamber yapmıştır. "Eşüddehu" kelimesinin geçtiği bazı ayetlere baktığımız zaman görürüzki "yetimin malına ergenlik çağına kadar yaklaşmayın " şeklinde emirler verilir eğer "eşüddehu" kelimesini 40 yaş olarak almak gerekiyorsa yetimler 40 yaşına gelen kadarmı malına yaklaşılmayacak?. Musa as ın hayatını muharref tevrattan değilde kur'andan öğrenmeye kalktığımız zaman musa as ın daha erken bir        yaşta  peygamber olduğu ortaya çıkacaktır. Bu  yaş meselesinin pek önemi olmadığı halde sayın yazarın düştüğü yanlışlardan bir yanlış olduğu için bizde konu ile ilgili düşüncemizi serdetmek istedik. 

Kur'an kıssalarının günümüze vermek istediği mesaj konusunda hiç bir kaygısı olmadan sadece ön kabuller doğrultusunda kıssaları anlama amaçlı olarak tebyin!! çalışması yapan sayın yazar bu tebyin! çalışmasında tashih !! edilmesi gereken yerler olduğunu söyleyip böyle tashihler!! yapmaktadır. İnsan sormadan edemiyor "tashih edilmiş hali böyle ise tashih edilmeden nasıldı acaba bu ayetlerle ilgili yapılan tebyin çalışmaları?"

                       EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

10 Kasım 2011 Perşembe

"Tebyinül Kur'an" dan Tahrifül Kur'an Örnekleri 12 ( Tashih Notları Araf s.)

"Tebyin'ül kur'andan tahrifül kur'an örnekleri" seri başlıklı yazımıza adı geçen eserin internetteki sitesinde yayınlanmış bulunan "TASHİH NOTLARI" adlı bölümdeki tashih adı altındaki tahrifler üzerinde durmaya çalışacağız. Tashihlerinin araf suresi ile ilgili kısmına "asa " kelimesini tashih ettiği bölümde 103-108. ayetlerin mealini vererek başlamaktadır.       
 
"103.       Sonra onların [o elçilerin/o toplumların] arkasından Mûsâ'yı alâmetlerimizle; göstergelerimizle Firavun'a ve ileri gelenlerine gönderdik de onlar, onlara [alâmetlere/göstergelere] zâlimlik ettiler. Hele bir bak, o bozguncuların âkıbetleri nasıl oldu!
104–105.   Ve Mûsâ, "Ey Firavun! Ben kesinlikle âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Allah hakkında hakktan başkasını söylememek bana bir yükümlülüktür. Gerçekten ben size Rabbinizden apaçık bir delil ile geldim. Bu nedenle İsrâiloğulları'nı gönder benimle" dedi.
106.       O [Firavun], "Eğer bir alâmet; gösterge ile geldiysen, getir hemen onu, tabii eğer doğrulardan isen" dedi.
107–108.   Bunun üzerine o [Mûsâ], birikimini ortaya attı, o da birdenbire apaçık bir "silip süpüren" kesiliverdi. Gücünü de sıyırıp açığa koydu; artık gücü, izleyenler için mükemmel, tam kusûrsuzca idi."
 
"Kur'ân'daki Mûsâ peygamber kıssalarının doğru anlaşılması için, İsrâiliyâtın etkisiyle oluşmuş peşin kabullerin aşılıp bu kıssalarda kullanılan sözcüklerin gerçek anlamının tespit edilmesi gerekir. Bunlardan biri olan asâ sözcüğü, nüzul sırasına göre ilk olarak burada [A'râf Sûresinde] geçtiğinden bu sözcüğün burada tahlil edilmesi uygun olur:"şeklinde klasik bir giriş yaparak kendi düşüncesinin hilafına olan düşünceleri "israiliyat" şeklinde ifade edip kendisi ondan aşağı kalmayacak şekildeki yorumlarına başlar. Kur'an kıssaları hakkındaki düşüncelerini bundan önceki yazılarımızda paylaştığımız üzere sayın yazarın kur'an kıssalarındaki önkabullere dayalı düşünceleri buradada " asa" kelimesi üzerindede karşımıza çıkmaktadır. Yazısına "asa" kelimesinin tahlili ile devam eden yazar bu kelime ile ilgili vardığı nihai karar şudur. 

"Asa" kelimesine ," birikim ve sıkı tutulan şey" anlamının üzerinden yola çıkarak musa as ın asasının sadece taha s. 18. ayetinde hakiki anlamı ile kullanıldığını diğer ayetlerde ise musa asın bilgi birikimi şeklinde kullanıldığını iddia eder. Sayın yazarın ve onun paralelinde düşünen bazı kişilerin kaçırdıkları bir noktayı biraz açmak yerinde  olacaktır. Geleneksel tefsir anlayışında kur'an kıssaları israiliyat ile doldurularak kıssadan hisse almak gibi önemli bir noktanın gözden kaçırıldığını görmekteyiz. Aynı şekilde modernist tefsir anlayışıda buna paralel olarak kıssadaki bazı olayların ve objelerin mecaz anlamda olduğunu iddia ederek kıssayı günümüze taşıyamama noktasında geleneksel anlayış ile bir paralellik arzetmektedir.  

Musa as ın asasının bugün için bizlere ne ifade etmesi gerektiği üzerinde düşünmek gerekirse bizlere şöyle mesajlar çıkabilir. Öncelikle musa as ın asası kur'anda geçtiği bütün ayetlerde aynıdır. Sayın yazarın iddia ettiği gibi taha s. 18. ayetinde hakiki anlamda diğer ayetlerde mecaz anlamda kullanıldığı iddiası zorlama bir iddiadır. "Asa" nın bizler için bugüne mesaj veren yönü asanın ağaçtan olan kısmı ile ilgili değil , Allah cc nin gücü ve kudretinin görsel bir tezahürüdür. Bugün için o asanın yerini tutan şey "KUR'AN" dır. Sayın yazar bu doğru noktada bir tesbit yapmış fakat asanın o günkü halini mecaz olarak algılaması yönünde hataya düşmüştür. O gün basit bir ağaç parçası olan asa musa as ın firavun karşısındaki tevhidi duruşu ve kararlılığı karşısında Allah cc nin kudreti ile firavun ve sihirbazlarına karşı galip gelmiştir. Bugün ise elimizde olan "KUR'AN" "ASA" nın gücüne eş değerde bir kitaptır. Bizler eğer elimizdeki kur'anın değerini anlayıp firavunlara karşı musa ve harun as gibi tevhidi duruşumuzu ve kararlılığımızı sergilediğimiz müddetçe o kitapla  çağdaş firavunları ve yandaşlarını mağlup edip imkansız olarak gördüğümüz olaylar denizin yarılması misalinde olduğu gibi gerçekleşecektir.  

Sayın yazar "tashih notları" şeklinde ifade ettiği kısımda " asa" sözcüğünün kuranda geçtiği yerlerin sayısını 6 olarak vermektedir ancak kur'ana baktığımız zaman bu kelimenin geçtiği yerlerin "asake" şeklinde 6 yerde, "asahu" şeklinde 3 yerde, "asaye" şeklinde 1 yerde olmak üzere toplam 10 yerde olduğunu görmekteyiz.  

Tashihlerin devamında 107. ayette geçen "sü'ban " kelimesi üzerinde durulmakta ve kelime tahlillerinden sonra varılan kararı şöyle açıklamaktadır.
"Âyetteki su'bân sözcüğü, ister "önüne geleni sürükleyen sel"; ister "fare avlayan yılan" anlamında ele alınsın, burada, Mûsâ peygamberin birikiminin, karşısındaki her şeyi silip süpürdüğü/yuttuğu, yani Mûsâ peygamberin ortaya koyduğu fikirlerin, bilgilerin, Firavun'un ve ziynet günü yapılan müsabakada sihirbazlarının tezlerini çürüttüğü, iptal ettiği anlatılmaktadır. Çünkü vahyin önünde hiçbir şey duramaz. Bu nitelik Kur'ân için de birçok yerde zikir edilmiştir:"
Yine burada bizlere verilmek istenen mesajı doğru algılamasına rağmen "su'ban" sihirbazların sihirlerini yutan bir yılan olmasının hakiki değil mecazi anlamda anladığını görmekteyiz. Bizlerden hiç biri o gün firavun ve musa as ın yanında değilidik ama kur'anın metni ve bütünlüğü bu olayı bizlerin mecaz olarak yaşandığını anlamamız yönünde herhangi bir işareti yoktur. Yazarın tesbitine katıldığımız nokta, bugün için o " asa" nın muadili olan elimizdeki kur'anı doğru kullandığımız müddetçe, "asa" nın sihirbazların yaptıklarını ortadan kaldırdığı gibi kur'anında bu görevi görmesidir.  


108. ayetteki "yed'i beyza" (beyaz el) tamlaması içinde şunları söylemektedir. 

- YED:

Âyette geçen ve genellikle "el" diye çevrilen يد - yed sözcüğü, mecâzen "kuvvet, zenginlik, iktidar, saltanat, nimet, yay, elle yapılan işlerin tümü" anlamında kullanılır.
Burada konu edilen güç, diğer Âyetlerde[ Neml Sûresinin 12, Kasâs Sûresinin 32. Âyetlerinde], "cebindeki/koynundaki güç olarak nitelenmektedir. Bu güç ise, "Hârûn"dur.

بيضاء - BEYZÂ':

Bu sözcükle ilgili şu bilgiler verilmektedir:
Biyz, "yumurta", beyaz da "yumurta rengi" demektir. Bu sözcüğün beyzâe kalıbı, "aşırı beyazlığı, parlaklığı" ifade eder. Güneşe, beyaz yüzlü lekesiz kadına, üzerinde hiç bitki olmayan toprağa, kamerî ayların 14–15. geceki görünümlerine beyzâ' denir. Yed-i beyzâ', tamlaması, "ispatlanmış, kanıt" demektir. 25
Bu açıklamalara göre bu sözcüğe, "bembeyaz" karşılığı verilebilir ki bu da, mükemmellik ve kusûrsuzluğun mecazi ifadesidir.
Yed'in/güc'ün, görenlere karşı bembeyaz [kusûrsuz, mükemmel] olmasıyla da, Hârûn'un ifade ve hitabet yeteneği kastedilmektedir. Tâ-Hâ Sûresinin 28. Âyetinde n açıkça anlaşıldığına göre Mûsâ peygamberin ifade yeteneği zayıftı. Mûsâ peygamberin bu zayıflığı, kardeşi Hârûn'un o'na vezir [sekreter, sözcü] olarak verilmesiyle giderilmiştir. Bunu Tâ-Hâ Sûresindeki pasajda açıkça göreceğiz. 

"Yed" kelimesi ile ilgili tahlillerin sonucunda vardığı karar yine diğer kararları doğrultusunda olan olayın mecaz bir anlatım şeklinde olduğu ve bahsi geçen " beyaz el" in harun as olduğudur. Sayın yazarın burada görmezlikten geldiği bir nokta vardır. Neml suresi 12. ayetinde buyurulduğu üzere "asa" nın yılan olması, elin beyazlaşması, gibi olaylar firavun ve kavmine verilen 9 ayetin içindedir. Buradaki "ayet" kelimesinden anlamamız gereken anlam, onların iman etmesini sağlamak amacı ile meydana getirilen olağan dışı olaylardır. Bu olayları aklileştirip mecaz olarak yaşandığını iddia etmek bir nevi Allahın gücünü inkar etmektir. 

Sayın yazar tashihlerine aynı surenin 109-139. ayetlerinin meallerini vererek devam etmekte ve meallerin sonunda şöyle demektedir. 
"Mealde, "bol su; nehir" diye çevirdiğimiz sözcük, بحر - bahr'dır. Kur'ân'da geçen Mûsâ peygamber pasajlarının doğru anlaşılabilmesi için بحر - bahr ve يمّ – yemm sözcüklerinin anlamının da doğru olarak tespit edilmesi gerekir.
Bu iki sözcük genellikle "deniz" diye çevrildiğinden, doğal olarak Mûsâ peygamberin İsrâil oğullarını Kızıldeniz'den geçirdiği ve Firavun ile avenesinin de Kızıldeniz'de boğulduğu kabul edilir. Ne var ki Kur'ân ve Arap dili buna izin vermez. İşin doğrusunun kavranabilmesi için bu sözcüklerin gerçek anlamını takdim ediyoruz."
Tashih notundan anlaşıldığı gibi bu bölümdeki iddiası firavunun kızıldenizde boğulmadığıdır. Bu gerekçesini "kur'an ve arap dili buna izin vermez" şeklinde ifade eden sayın yazar şöyle devam etmektedir.

- BAHR:

Bahr, "ister tatlı ister tuzlu olsun çok su" demektir. Bu sözcük "kara parçası" sözcüğünün karşıtıdır. Bu sözcüğün aslı "yarmak" demektir. Su, kara parçasını yardığı için bu isimle isimlenmiştir. Eski Arap şiirlerinde de Fırat nehri bahr sözcüğüyle yer almaktadır. Büyük, tuzlu sulara [denizlere]bahr denmesi yaygındır. 26

اليمّ - YEMM:

Yemm, "bahr/çok su" demektir. Leys bu sözcüğü, "derinliği ve kıyıları bilinemeyen deniz" olarak tarif etmiştir. Ama Kur'ân'da Tâ-Hâ Sûresinin 39. Âyetinde, Mûsâ peygamberin annesine bebeği "yemm"e bırakması vahye dildiği ve Mûsâ peygamberin sandığının yemm'de sahile vurduğu açıkça belirtildiğine göre bu iddia doğru olamaz. Zira Mûsâ peygamber Nil nehrine bırakıldı ve sandık nehrin kenarına yanaştı.
Bu sözcüğün Süryaniceden Arapçalaştırıldığına da inanılır. 27
Bu sözcük, A'râf Sûresi'nin 136; Tâ-Hâ Sûresinin 39 (iki kez), 78, 97; Kasâs Sûresinin 7, 40 . ve Zâriyât Sûresinin 40. Âyetlerinde geçer.
Mûsâ peygamberin ailesinin ve Firavun'un yaşadığı yerler dikkate alındığında, Mûsâ peygamber pasajlarında geçen bahr ve yemm kelimelerinin, "bol su/nehir" olarak çevrilmesinin daha uygun olduğunu düşünüyoruz. Bu durumda Firavun, Mûsâ peygamber bebekken bırakıldığı suda boğulmuştur, denizde/ Kızıldeniz'de boğulmamıştır.

 Burada anlamakta zorlandığımız bir nokta vardır, Firavun ve avanesinin kızıldenizde boğulmadığı iddiasına delil olarak  "bahr" ve " yemm" kelimeler ile ilgili yaptığı tahlilde vardığı sonuçta, musa as ın bebek iken bırakıldığı suyun kur'anda " yemm" olarak ifade edilmesinden yola çıkarak ve bu kelimenin deniz anlamına gelmediği ve dolayısı ile firavunun kızıldenizde değil nil nehrinde boğulduğu iddia etmektedir. "Bahr" kelimesinin musa as ile geçtiği 6 ayete baktığımız zaman "yemm" kelimesi ile aynı bağlamda kullanıdığını görmekteyiz. Yani musa as kıssasında geçen "yemm" ve "bahr" kelimelerinin kıssada kullanıldığı anlam aynıdır ancak sayın yazar burada kastını anlayamadığımız bir biçimde bu kelimenin lugat anlamları üzerinde fikir yürüterek "arap dili ve kur'an buna izin vermez" şeklinde bir söz ile bir kelimenin lugat anlamını kur'ana göre değil kur'anı o kelimenin lugat anlamına göre anlamak gibi bir yola başvurmaktadır. "Kur'an buna izin vermez" ifadesi başlı başına bir tezattır "yemm" ve " bahr" kelimelerini nasıl kullanılacağını Allaha öğretmek gibi duruma düşen sayın yazara Allah cc den hidayet dilemekten başka bir diyeceğimiz yoktur. Kendisi bu gibi yaklaşımlarla bir kıssanın bu güne vermek istediği mesaj nedir ? gibi bir soruya cevap aramak derdinde olmadığı aksine  geleneğin içine düştüğü hatalardan olan "kıssa içinde dönüp dolaşmak" şeklinde tabir ettiğimiz yanılgının içine düşmüştür. Kıssanın bize vermek istediği , gelen bir resulu inkar eden bir kavmin helak edilmesi mesajıdır nerede ve nasıl boğulduklarının adresi değildir ancak kıssa bu konuda açık bir bilgi vermesine rağmen sayın yazar bunu görmek istememektedir. 


Araf suresi ile ilgili tashihlere !! 160 . ayet ile devam eden yazar bu ayet aynı konu ile alakalı olan bakara s. 60 ayetine şu şekilde meal vermiştir.  

"160.       Ve Biz, onları on iki torun liderleri olan oymak topluluğa ayırdık. Ve kavmi kendisinden su istediği zaman Mûsâ'ya, "Birikimini o taş kalpli kavmine uygula" diye vahyettik. Hemen ondan [o taş kalpli kavimden] on iki toplum, belde halkı oluşuverdi. Halkın her biri su alacağı yeri iyice öğrendi. Ve bulutu da üzerlerine gölge yaptık. Onlara kudret helvası ve bal/bıldırcın indirdik; size rızık olarak ihsan ettiğimiz nimetlerin temizinden yiyiniz! Onlar, Bize zulüm yapmadılar, kendi kendilerine zulmediyorlardı.
Bu Âyetin bir benzeri de Bakara Sûresinde bulunmaktadır:
(Bakara: 60) Ve hani bir zamanlar Mûsâ, kavmi için su istemişti de, Biz, "Birikimini taş kalpli kavmine uygula!" demiştik. Bunun üzerine ondan [o taş kalpli kavimden] taştan on iki toplum-belde halkı ayrışmıştı. Her kısım insan kendi su alacağı yeri kesinlikle öğrendi. –Allah'ın rızkından yiyin-için ve bozgunculuk yaparak yeryüzünde taşkınlık yapmayın.–"

Sayın yazarın "tashih" olduğunu belirttiği bu kısımda " tashih "adına yapılan bir tahrif bariz bir biçimde karşımıza çıkmaktadır. Yukarda ele aldığımız tashih!! notlarında " asa" kelimesine yüklediği anlamı burada yapacağı tahrife kılıf olarak hazırlamış olduğu ortaya çıkan sayın yazar ayette geçen "taş" , "darb" ,ve "ayn" kelimeleri üzerinde durarak ayetlere vermiş olduğu anlamı pekiştirmeye şu şekilde çalışır. 
"Taş" kelimesini hakiki anlam olarak değil mecazi anlam olduğunu iddia edip "taş kalpli israiloğulları" ifadesini kullanmıştır ancak ayetin metni bu tür bir ifadeye izin vermez ama"ben yaptım oldu" mantığı içinde yazarımız bunu halleder.
"darb" kelimesininde aynı şekilde mecazi olarak anlama yoluna giden sayın yazar "ayn" kelimesi için "pınar"  olarak çevrilen anlamını oluşturduğu önkabule uygun düşmediği için reddederek bu kelimeye "toplum belde halkı" anlamını vermiştir halbuki halis niyetle yapılmış bir anlama çalışmasında "ayn" kelmesinin geçtiği diğer ayetlere bakılıp bağ kurulmaya çalışılsaydı traji komik bir duruma düşmek zorunda kalmazdı. Sayın yazar bu iddiasına delil olarakda maide s.12. ayetini delil gösterir ancak araf 160 ve bakara 60 ayetlerinde görüldüğü üzere israiloğulları 12 ayrı kol olduğu ve her kol için ayrı su çıktığı beyan edilir. Maide s. 12. ayetide bu 12 kola gönderilen nakiblerden bahseder. Suyun insan hayatındaki öneminin yadsınamaz bir gerçek olduğu hepimizin malumudur , rabbimizin israiloğullarına verdiği nimetlerden en önemliside su nimetidir bu suyu onları günlerce yeri kazarak bulmaları yerine onlara gücünün ve kudretinin kadrini takdir etmeleri amacıyla musa as ın asası ile taşa vurdurarak oradan her kabile için ayrı ayrı olmak üzere 12 pınar çıkartmış ve bu nimetin kadrini bilmeyen israiloğulları bu büyük mucize karşısında o su çıkan taşlardan daha katı kalpli olmuşlardır. 

Sayın yazarın "tashih notları" olarak belirttiği araf suresi ile ilgili bölümlerde görüldüğü üzere daha önceki yazılarında olduğu gibi özellikle kur'an kıssaları üzerindeki ön kabullerinin etkisi ile ayetler üzerinde tahrife gitmekten çekinmeyen sayın yazar bu adetini "tashih" adı altındada buradada devam ettirmektedir. Kur'an kıssalarındaki mesajı güne taşıma şeklinde bir gaye gütmeyen geleneksel anlayış ile aynı paralelde bir düşünceye sahip olan yazarımız bu kıssada özellikle hakiki anlamda anlaşılması gereken kelimeleri mecaz olarak anlayarak kendi hevasına uygun yorumlar getirmiştir. Rabbimiz bizleri kur'anı ön kabuller ile değil sadece kur'andan anlayan kaullarından kılsın.  
                          EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.