30 Nisan 2017 Pazar

Araf s. 157. Ayetinde Geçen Bazı Kelimelerin Çevirileri Üzerine

Kur'an'ı Türkçeye çevrilmiş meallerinden okuyanların karşılarına çıkan sorunlardan bir tanesi, ayetin yapılmış olan çevirisinde okuyucuların zihninde bir takım soruların oluşmasına sebebiyet verilmesidir. Bu soruların oluşmasına sebep olan noktalardan bir tanesi, çevirinin hatalı olmamasına karşın, düzgün bir ifade ile yapılmamış olmasıdır. Bu iddiamıza örnek olarak verebileceğimiz bir ayet, Araf suresi 157. ayetidir. 

Elleżîne yettebi’ûne-rrasûle-nnebiyye-l-ummiyye-lleżî yecidûnehu mektûben ‘indehum fî-ttevrâti vel-incîli ye/muruhum bilma’rûfi veyenhâhum ‘ani-lmunkeri veyuhillu lehumu-ttayyibâti veyuharrimu ‘aleyhimu-lḣabâ-iśe veyeda’u ‘anhum israhum vel-aġlâle-lletî kânet ‘aleyhim felleżîne âmenû bihi ve’azzerûhu venasarûhu vettebe’û-nnûra-lleżî unzile me’ahu ulâ-ike humu-lmuflihûn(e)

Bu ayetin Türkçe çevirileri genel olarak şöyle yapılmaktadır.

Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Resul Nebiye uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. Ona inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte indirilen nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır. 

Bu ayetin içindeki Ünzile meahu ibaresi, genellikle Onunla birlikte indirilen  şeklinde çevrilmektedir. Böyle bir çevirinin hatalı çeviri olduğu iddiasında olmamakla birlikte, anlam açısından bazı eksiklikler olduğunu, ve zihinde bazı soruların oluşmasına sebep olabileceğini söyleyebiliriz şöyle ki; 

Onunla birlikte indirilen demek, Kur'an ile birlikte indirilen demek olup, böyle bir çeviri, Muhammed (a.s) ve Kur'an'ın birlikte indirilmiş olduğunu ifade etmektedir. Hiç bir meal yapıcısı, Muhammed (a.s) ın Kur'an ile birlikte indirildiğini iddia ederek elbette böyle bir çeviri yapmaz, fakat bu şekilde bir çeviri, Türkçeyi doğru kullanamamaktan kaynaklanan bir anlamın oluşmasına sebep olmaktadır. Bundan dolayı bu ibarenin daha anlaşılır bir şekilde çevrilmesi gereğinin hasıl olduğunu düşünmekteyiz.

Vettebeu-nnure-llezi ünzile meahu ibaresi, Onun beraberindeki indirilen nur'a tabi olanlar şeklinde çevrildiği zaman, daha anlaşılı bir çeviri yapılmış olacağını düşünmekteyiz. 

Ayrıca aynı ayet içindeki El Ümmiyye kelimesinin, Okuma yazma bilmeyen olarak çevirisinin yapılmış olduğunu bazı meallerde rastlamaktayız. Bu kelimenin böyle bir anlam verilerek çevrilmesinin Kur'an bütünlüğüne uygun bir çeviri olmadığını söyleyebiliriz. Muhammed (a.s) okuma yazma bilmediğine katılmakla birlikte, bu kelimenin burada bunu anlattığını söylemek zordur. 

Bu kelime, Daha önce vahiy ve elçi ile muhatap olmayan Araplara verilen bir isimdir. Bu kelimenin belirlilik (El) takısı ile geçtiği,  Araf s. 158, Al-i İmran s. 20, 75, Cuma s. 2. ayetlerine baktığımızda bu anlamda kullanıldığı görülecektir. 

Konu etmeye çalıştığımız kelimeler belki önemsiz bir ayrıntı olarak görülebilir. Fakat Kur'an çevirisi yapanların bu türden küçük ayrıntılara dikkat etmeleri gerektiğini düşünmekteyiz. Yapılan bir ayet çevirisinin herhangi bir soru işareti oluşturmaya sebep olacak şekilde yapılmaması, çevirilerin sıhhati için önemli bir noktadır. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

29 Nisan 2017 Cumartesi

Firavun Sihirbazlarının Kıssası ve Onların Bize Verdiği Ders

Musa (a.s) kıssası Kur'an içinde en fazla yer tutan bir kıssa olması, ve bu kıssa içinde bize yönelik bir çok mesajlar olması bakımından göze çarpan bir kıssadır. Onun kıssası içinde geçen sihirbazlarla olan karşılaşmasının anlatıldığı ayetler, ayrı başlıklar altında okunmaya müsait bir bölümdür. Bu yazımızda, sihirbazların Firavun ile olan konuşmaları, Musa (a.s) a yenilmelerinin ardından ona iman etmeleri, Firavunun ölüm tehdidine karşı söylediklerinin, bize dair nasıl mesajlar içermiş olabileceği üzerinde tefekkürde bulunmaya çalışacağız.

Bilindiği üzere Musa (a.s) Medyen'den ayrıldıktan sonra, Tuva vadisinde risalet görevini almış, tuğyan içinde olan Firavun'a gitmesi istenmiştir. Firavun ile olan karşılaşmasında, onun bilgin bir sihirbaz olduğunu iddia eden Firavun ve etrafındaki melesi ona, Musa ile karşılaşma yapmaları için ülkenin en mahir sihirbazlarını toplamasını söylerler.

[007.113]  Sihirbazlar Firavun'a geldi ve dediler ki: Eğer galibler biz olursak; şüphesiz bize bir ücret var, değil mi?.

[026.041]  Sihirbazlar geldiklerinde Firavun'a «Şayet biz üstün gelirsek, muhakkak bize bir ücret vardır, değil mi?» dediler.

Sihirbazlar Firavun'a geldiklerinde onunla olan konuşmalarında galip geldikleri takdirde bunu karşılığını almak istediklerini söylemektedirler. 

[007.114] Dedi ki: «Evet. Ve şüphe yok siz (o zaman) en yakınlardansınız (El Mukarrabine)

[026.042] Dedi ki: «Evet. Ve o vakit elbette siz, en yakınlardansınız (El Mukarrabine)

Firavun'un sihirbazlara karşılık olarak verdiği El Mukarrabin den olacaksınız cevabı, bir insana verilebilecek olan en yüksek derecedeki mükafatı ifade etmesi açısından önemli bir kelimedir. Bu kelime Kur'an içinde başka ayetlerde de geçmektedir. 

[056.011-2] İşte onlardır Allah’a en yakın olanlar (El Mukarrebune). Naîm cennetlerindedir onlar.

[083.028] Bir kaynak ki, yakınlaştırılmış (El Mukarrebune) olanlar ondan içer.

[056.088-9] Ama eğer ölen kimse Allah’a yakın olanlardan (El Mukarrebine) ise, onun için rahatlık, güzel nasip ve naîm cenneti var.

El Mukarrebune olarak tanımlanan insanlar, Allah'a olan bu yakınlıklarının karşılığını cennet ile almakta, dolayısı ile en yüksek derecede ödüle hak kazanmaktadırlar. 

Firavun, sihirbazlarına galip geldikleri takdirde geçici dünya menfaatini vaat ederken, Allah (c.c) ebedi cenneti vaat etmektedir. Musa (a.s) ın karşısında yenilen sihirbazların secdeye kapanarak, Musa ve Harun'un Rabbine iman ettik demelerinin ardından, Firavun onları ölüm ile tehdit eder. Firavun'un ölüm tehdidine karşı sihirbazların Firavun'a karşı verdikleri cevap dikkat çekicidir. 

[007.125-6] Onlar: Biz zaten Rabbimize döneceğiz. Sen sadece Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde onlara inandığımız için bizden intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz! Bize bol bol sabır ver, müslüman olarak canımızı al, dediler.

[020.072-73]  Dediler ki; «Biz seni, bize gelen açık delillere ve yaratıcımıza tercih edemeyiz. Vereceğin hükmü ver. Senin hükmün ancak dünya hayatında geçerli olabilir»«Doğrusu biz hem günahlarımıza, hem bizi zorladığın sihre karşı, bizi bağışlasın diye, Rabbimize iman ettik. Allah (sevabça senden) daha hayırlı ve (azab verme bakımından da) daha devamlıdır.»

[026.050-1] (İman eden sihirbazlar): «Zararı yok, biz şüphesiz Rabbimize doneceğiz; inananların ilki olmamızdan ötürü, Rabbimizin kusurlarımızı bize bağışlayacağını umarız» dediler.

Firavun'a iman ederek hayatta kalmak veya Allah'a iman ederek ölmek arasında tercih yapmak zorunda kalan sihirbazlar, geçici hayatın menfaatlerini değil, ebedi hayatın nimetlerini tercih ederek, böyle durumlarda nasıl bir davranış sergilenmesi gerektiğine dair canlı ve yaşanmış örneği oluşturmuşlardır. 

[003.014] Kadınlarından oğullarından, kantar kantar altın ve gümüşten, nişanlı atlardan, develerden ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük; insanlar için süslenip hoş göründü. Bunlar dünya hayatının geçimidir. Oysa gidilecek yerin güzel olanı Allah katındadır.

İnsan yaratılışı gereği dünya hayatına ve onun geçici menfaatlerini seven bir itiyada sahiptir. Ancak Allah (c.c) dünya hayatının geçici menfaatlerinin ahiret hayatına tercih edilmemesi gerektiğini, defaatle hatırlatmaktadır. Her insan yaşadığı hayat içinde dünya veya ahireti tercih etme noktasında seçim yapmak zorunda kalabilir veya bırakılabilir. Kur'an bize böyle bir durumda kaldığımız zaman, nasıl bir davranış sergilememiz konusunda Firavun'un sihirbazları örneği üzerinden canlı ve yaşanmış hayat örneği sunmaktadır.

Musa (a.s) ile karşılaşana kadar Firavunu rab ve ilah olarak kabul eden sihirbazlar, gerçek rab ve ilahın Allah (c.c) olduğuna iman ettikten sonra, Firavun'un onlara vereceği azap ile, Allah'a iman etmemenin vereceği azabı mukayese ederek, doğru bir seçim yapmışlar, Firavun'un safında değil, Musa'nın safında olmayı yeğlemişlerdir.

Sonuç olarak; Bizler eğer Firavun'un sihirbazlarının yaptıklarını bir kahramanlık destanı şeklinde okuyarak, onların hayatlarının bize dair neler söylemiş olabileceği üzerinde herhangi bir tefekkürde bulunmayacak olursak, kıssa Firavun sihirbazlarının masalı haline dönüşerek, buharlaşacaktır. Ancak Kur'an böyle bir olayı anlatarak, dünya veya ahireti tercih etmek arasında kalanların şartlar ne olursa olursa olsun, hangi tarafı seçmelerinin daha hayırlı olduğunu yaşanmışlık üzerinden bize öğretmektedir. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 


28 Nisan 2017 Cuma

Kur'an'ın Tarihsel Bir Kitap Olması Bizleri Bu Kitabın Sorumluluğundan Kurtarır mı?

Bilindiği üzere Kur'an, bundan yaklaşık olarak 1500 sene önce, Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan insanlara inmiş bir kitaptır. Bu kitap içindeki ayetlerin ilk muhatapları o şehirlerde yaşayan insanlar olup, bugün bu kitap üzerindeki bazı tartışmalar, bu kitabın bizleri de bağlayıp bağlamadığı noktasında yapılmaktadır. Tarihselcilik adı ile bilinen düşüncenin zımnen de olsa dile getirmeye çalıştığı, Kur'an'ın bugün için bizlere dair söylediği bir şeyin olamayacağı gibi düşünceler, maalesef bazı insanların Kur'an'dan uzaklaşarak Deist ideolojiye kaymalarına sebep olmaktadır.

Biz bu yazımızda, tarihselciliğin doğrularını veya yanlışlarını tartışmaktan ziyade, Kur'an'ı devre dışı bırakmaya yönelik, veya tarihselciliğin böyle bir iddiası olmasa dahi, bazı kimselerin bunu böyle anlayarak Kur'an'dan uzaklaşmalarının getirebileceği tehlikelere dikkat çekerek, Kur'an'ın tarihselliğini iddia eden düşüncenin, Kur'an'ın bugün için bizim hayatımızın neresinde olması gerektiğine dair bir teklifinin olması gerektiği, bu konuda net bir düşünce ortaya atarak, insanları iki arada bir derede kalmaktan kurtarmaya çalışması gerektiğine dair düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

Tarihselcilik düşüncesinin Kur'an'ın anlaşılmasında indiği tarihsel dönemin bilinmesinin gerekli olduğu yönündeki düşünceleri elbette doğrudur. Kur'an'ın bütün ayetleri evrenseldir şeklindeki söylemi dile getirenlerin ise Kur'an'ı doğru olarak okuyup anladıklarını söylemek maalesef zordur. Kur'an'ı dikkatli okuyan bir kimsenin, bu söylemin bir takım soruları beraberinde getirdiğini görerek, bu söylemi dile getirmekten vazgeçeceği de muhakkaktır.

Kur'an'ın bir kısım ayetlerinin tarihsel olduğunu iddia etmek, Kur'an ayetlerini inkar etmek anlamına gelmemektedir. Kur'an ayetlerinin ilk muhataplarına söylediklerinin tamamının bize de söylenmiş olabileceği gibi bir düşüncenin pek doğru bir yaklaşım olmadığı, ön yargısız bir şekilde okunduğunda anlaşılacaktır.

Kur'an'ı okumada ve anlamada hala yöntem tartışmaları yapılan bu zamanda, bu kitabın ayetlerinin bizim için ne ifade etmesi gerektiği üzerinde özellikle tarihselcilik düşüncesine sahip olanların, bu konuda daha net olarak konuşmaları, Kur'an üzerinde kafa yoran insanların boşlukta kalmamaları için gereklidir. 

Özellikle geleneksel din algısının yanlışlarını Kur'an ile düzeleceğini düşünen insanların, Kur'an hakkında bu türden iddiaları duyması, onların din algılarının değişmesine neden olmakta, din adına elinde tuttukları kitabın tarihsel bir kitap olduğunu duymaları, onları maalesef hayal kırıklığına uğratmaktadır. 

Bu insanları hayal kırıklığından kurtarmak için Kur'an'ın evrensel bir kitap olduğu söylemini öne çıkardığımızda ise, bu sefer başka problemler ortaya çıkmakta, insanların Yaa bana ne bu kitaptan diyerek kaçmaktadırlar. Öyleyse ifrat ve tefrite düşmeden, bu kitabın tarihselliğinin ne demek olduğu, evrenselliğinin ne demek olduğu konusunda insanlar ciddi olarak aydınlatılmalı, bu konuda oluşan kafa karışıklığı giderilmeye çalışmalıdır. 

Türkiye ortamında yapılan Kur'an'ın tarihselliği veya evrenselliği tartışmalarının bir kör döğüşü şeklinde gerçekleştiği, Kur'an'ın tarihselliğini savunanların, evrenselliğini savunanların yanlışlarını konuştuğu, evrenselliğini savunanların ise, tarihselliğini savunanların yanlışlarını konuşmak sureti ile kendilerini ispat etmeye çalıştıkları görülmektedir. 

Bu tartışmalar insanların aydınlanmasına değil, fırkalaşmasına sebebiyet vermekte, sanki fırka eksikliğimiz varmış gibi, fırka ordusuna Tarihselciler, Evrenselciler adında yeni fırkaların eklenmesine sebep olmaktadır. Fırkalaşmaya sebep olacak tartışma ortamı yaratmak yerine, insanların daha net ve doğru düşünmesine kapı aralamaya vesile olacak tartışmaların yapılmasının daha verimli olacağını düşünmekteyiz.

Kur'an'ın sadece tarihselliğini, veya sadece evrenselliğini savunmanın, bu kitabın anlaşılmasında objektif bir bakış açısı sağlamayacağı bilinmelidir. Kur'an'ın ideolojik söylemlerin içine sokmak sureti ile tartışmaya açmak, bu kitabın değerini düşürmesi açısından pek doğru yaklaşım olmayacağını da hatırlatmak isteriz.

Kur'an üzerinde yapılan tartışmalarda öncelikle, İnsan hayatında kitap ve elçilerin fonksiyonu nedir?, Allah (c.c) neden insanlara elçi ve kitap gönderir?, son elçi ve kitabın bizim hayatımızdaki yeri ne olmalıdır?sorularının cevabının aranmaya çalışarak, bu sorular etrafında bir düşünce ortamı oluşturulmasının gerekli olduğunu düşünmekteyiz. 

Tarihselcilik düşüncesine sahip olanların Kur'an'ın tamamen insan hayatından çıkması gerektiği gibi bir düşünce içinde olduklarını iddia etmemekle birlikte, Kur'an ayetlerinin tarihsel bağlamının dikkate alınması düşüncesini biraz daha ileriye taşıyarak, bizim hayatımızda bu kitabın yeri olamayacağını dile getirmeye çalışanların olduğu bir gerçektir.

Bu konuda yapılan tartışmaların insanların boşluğa düşmelerine sebep olmasından çıkarılarak, Kur'an hakkında doğru bilgi sahibi yapılmaya yönelik olması, ilerleyen zamanlarda deizme düşmüş bir gençliğin oluşmasına engel olacağını düşünmekteyiz. 

Her insan fıtratındaki aidiyet duygusunun bir gereği olarak kendisini onunla ifade edebileceği, diğer insanlarla ortak bir bağını sağlayabileceği bir inanca sahip olmak ihtiyacı duymaktadır. Kur'an, Müslümanlar arasında birlikteliği sağlaması açısından önemli bir işleve (bu işlevi tam anlaşılmamış olsa da) sahip kitaptır. Bu kitabın bir şekilde insan hayatından çıktığında, onun yerini başka kitaplar veya ideolojiler alarak, aidiyet duygusu tatmin edilmeye gidilecektir. 

Kur'an'ın temel mesajının Allah'ı tek ilah ve rab olarak tanıyan bir hayat sürülmesi gereğini hatırlatmak olduğunu, kıyamete kadar gelecek bütün insanların böyle bir hayat ile mükellef olduğunu dikkate aldığımızda, bu kitabın hatırlattığı bilgiler sadece belirli bir zaman ve mekanda yaşamış insanlar ile sınırlı olduğunu düşünmenin yanlış olacağı ortadadır.

Kur'an'ın belirli bir zaman ve mekanda yaşamış insanlara inmiş olması, o insanların sosyokültürel ortamını dikkate alan bir dil kullanma, o insanların yaşadığı hayat içindeki örf ve adetlerini dikkate alma gereğini doğurmuştur. Kur'an'ın böyle bir ortamda inmiş olması, bu kitabın insanları Allah'a kul olma esaslı mesajının sadece o ortam ile sınırlı olduğu gibi bir düşünce içine sokmaması gerekmektedir.

Bugün Kur'an üzerinde yapılan tartışmaların onun tevhide dair mesajının daha iyi anlaşılması üzerine olmalı, bu tartışmalar yapılırken onun nuzül ortamının dikkate alınması, ilk muhataplara ne dediğinin anlaşılmasından sonra, sonraki muhataplara ne demiş olabileceği yönünde okumalar yapılması , tarihsellik evrensellik tartışmalarının bir kenara bırakılmasını sağlayacaktır.

26 Nisan 2017 Çarşamba

Araf Suresindeki Adem ve İblis Kıssasını Tarihi Bağlamında Okumak

Kur'an, bilindiği üzere bundan yaklaşık olarak 1500 sene önce, Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan insanlara inmiş bir kitaptır. Bu kitabın doğru anlaşılmasında, ilk indiği zaman ve mekanda yaşayan insanların sosyokültürel alt yapısının bilinmesi büyük bir öneme haizdir. İnen ayetler ilk olarak bu zaman ve mekanda yaşayan insanların algılarına ve inançlarına hitap etmektedir. İlk hitabın doğru anlaşılması, bu hitabın sonrakilere dair neler söylemiş olabileceği konusunda daha doğru yaklaşımlar sergilenmesine yardımcı olacaktır.

Kur'an kıssa yollu anlatımlar ile tarihi bilgiler vermeyi değil, muhataplarına doğru yolu göstermeyi amaçlamaktadır. Dikkatli Kur'an okuyucuları, herhangi bir kıssanın Kur'an içinde birden fazla geçişlerinde aynı olayın farklı olarak anlatıldığını görecektir. Bu farklılığın sebebi, anlatılan bir olay üzerinden muhataplarına mesaj  vermektir. 

Adem ve İblis kıssası, Kur'an içinde 7 ayrı sure içinde geçen bir kıssadır. Kıssanın Kur'an içinde geçtiği bütün sureler dikkatli okunduğunda, aynı kıssanın farklı olarak anlatıldığı görülecektir. Bu farklı anlatımların amacı, muhataplara bu kıssa üzerinden mesajlar vermek amacına matuf olup, okuyucunun, Bu kıssa bize nasıl bir mesaj vermektedir? sorusunun cevabını aramak olması gerektiğini düşünmekteyiz

Adem ve İblis kıssasının Araf suresi bölümünü okuduğumuzda gözümüze çarpan nokta, Adem ile eşinin kendilerine verilen ağaca yaklaşmama emrini çiğnediklerinde çıplak kalmaları ve örtünmek için üzerlerini cennet yaprakları ile örtmeye çalışmalarıdır. Kur'an ayetlerinin öncelikle ilk muhataplara ne dediğinin anlaşılması, sonrakilere ne demiş olabileceğinin anlaşılmasında kolaylıklar sağlayacağını dikkate aldığımızda, Mekke müşriklerinin Kabeyi çıplak olarak tavaf ettikleri tarihi bilgilerden öğrenilmekte, bu bilgiler ise Araf suresinde geçen kıssanın ana mesajını oluşturmaktadır. Ayrıca Mekkelilerin helal haram tayin etme noktasında kendilerini belirleyici kılmak sureti ile, bazı ekinler ve hayvanlar haram kıldıkları Enam suresinde bildirilmektedir. 

İlk muhataplardan olan Mekke müşriklerinin bu durumu dikkate alınarak okunduğunda, Araf suresi içinde geçen Adem İblis kıssasının anlaşılmasında önemli bir adım atılmış olacaktır. 

[007.011] And olsun ki, sizi yarattık, sonra şekil verdik, sonra meleklere, «Adem'e secde edin» dedik; İblis'ten başka hepsi secde etti, o secde edenlerden olmadı.
[007.012] (Allah) Dedi: «Sana emrettiğimde, seni secde etmekten engelleyen neydi?» (İblis) Dedi ki: «Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.»
[007.013] Ona, «İn oradan, orada büyüklenmek sana düşmez, defol, sen alçağın birisin» dedi.
[007.014] «İnsanların tekrar diriltilecekleri güne kadar beni ertele» dedi.
[007.015] (Allah:) «Sen gözlenip-ertelenenlerdensin» dedi.
[007.016] De ki: «Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım.»
[007.017] «Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!» dedi.
[007.018] (Allah) Dedi: «Kınanıp alçaltılmış ve kovulmuş olarak ordan çık. Andolsun, onlardan kim seni izlerse, cehennemi sizlerle dolduracağım.»
[007.019] «Ey Adem! Sen ve eşin cennette kalın ve istediğiniz yerden yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın yoksa zalimlerden olursunuz.»

Kıssanın buraya kadar olan ayetlerinde, Ademe secde emrini yerine getirmeyen İblisin kovulması, Adem ile eşine verilen ağaca yaklaşmama emrini içeren ayetler bulunmaktadır. Kıssanın devam eden ayetlerinde, İblisin artık Şeytan olarak vasfedilerek, insanın ayağını cennetten kaydıran her unsurun bu isim altında anılarak evrensel bir anlama kavuşması dikkat çekmektedir. Şeytanın Adem ile eşine tuzak kurarak onları çıplak bırakmak için onlara oynadığı oyunu, Mekke müşriklerinin Kabeyi çıplak olarak tavaf etmelerini dikkate alarak okuduğumuz zaman, kıssanın ilk muhataplara olan mesajı ortaya çıkacaktır.

[007.020] Derken onların, kendilerinden gizli kalan çirkin yerlerini kendilerine göstermek için onlara fısıldadı: «Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikiniz de birer melek ya da ebedî kalıcılardan olursunuz diye sizi şu ağaçtan men etti.» dedi.
[007.021] Ve: «Gerçekten ben size öğüt verenlerdenim» diye yemin de etti.
[007.022] Böylece onları aldatarak düşürdü. Ağacı tattıkları anda ise, ayıp yerleri kendilerine beliriverdi ve üzerlerini cennet yapraklarından yamayıp-örtmeye başladılar. (O zaman) Rableri kendilerine seslendi: «Ben sizi bu ağaçtan menetmemiş miydim? Ve şeytanın da sizin gerçekten apaçık bir düşmanınız olduğunu söylememiş miydim?»
[007.023] Her ikisi, «Rabbimiz! Kendimize yazık ettik; bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen biz kaybedenlerden oluruz» dediler.
[007.024] «Birbirinize düşman olarak inin, siz yeryüzünde bir müddet için yerleşip geçineceksiniz.»
[007.025] «Orada yaşar, orada ölür ve oradan dirilip çıkarılırsınız» dedi.

Kıssanın bu bölümündeki ayetlerde Şeytan, Adem ile eşini çıplak bırakmak için onlara yalan vaadler vererek amacına ulaşmaktadır. Yaptıkları hatanın sonucunda çıplak kalan Adem ile eşinin örtünmek için cennet yapraklarını kullanmaları, örtünmenin insanın fıtratından gelen bir özelliği olduğunu göstermektedir. Örtülü yaşamanın fıtri, çıplak yaşamanın ise arızi bir durum olduğunu, bu ayetler öncelikle Kabeyi çıplak tavaf eden Mekke müşriklerine öğretmektedir. Bu öğretiyi kıssanın ilerleyen ayetlerinde daha net görmekteyiz.

[007.026] Ey ademoğulları, size ayıp yerlerinizi örtecek ve süslenmenizi sağlayacak elbiseler inzal ettik. Takva elbisesi bunlardan daha hayırlıdır. Bu Allah'ın ayetlerinden biridir. Ola ki, düşünüp ders alırlar.
[007.027] Ey ademoğulları, şeytan, ana ve babanızı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak nasıl cennetten çıkardıysa; sakın size de bir fitne yapmasın. O da, taraftarları da sizin onları görmediğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytanı; iman etmeyenlerin velileri yaptık.

Bu ayetler çıplaklığın Şeytanın Adem oğullarının ayağını cennetten kaydırmak için oynadığı oyunlardan bir tanesi olduğunu vurgulayarak, bundan sakınılmasını emretmektedir.

[007.028] Onlar; bir hayasızlık yaptıkları zaman: Biz atalarımızı da onun üzerinde bulduk. Allah da bize onu emretti, dediler. De ki: Allah; hiçbir zaman hayasızlığı emretmez. Siz, bilmediğiniz şeyi Allah'a karşı mı söylüyorsunuz?

28. ayet, Mekke müşrikleri tarafından Kabenin çıplak olarak tavaf edilmesinin çirkinliğini, Fahişeten kelimesi ile ifade etmekte, Mekkeliler ise bu fahşayı atalarından devraldıklarını ve bunu onlara Allah'ın emrettiğini söylemelerine karşın, bu durumun asla Allah tarafından emredilmediğini ve Mekkeliler'in yalan söylediğini bildirmektedir.

[007.029] De ki: «Benim Rabbim adâletle emretmiştir. Ve her secde yerinde yüzlerinizi doğru tutunuz ve O'na dinde muhlis kimseler olarak ibadette bulununuz. Sizi iptidaen yarattığı gibi, yine O'na döneceksinizdir.»

29. ayet, Allah'ın insanlara dair olan emirlerinin adalet dairesinin dışına çıkmadığını, Allah'ın insanlara böyle bir şey emretmediğini, insanların ona karşı nasıl kulluk yapması gerektiğini beyan etmektedir.

[007.030] O, bir kısmını doğru yola iletti, bir kısmına da sapıklık hak oldu. Çünkü onlar, Allah'ı bırakıp şeytanları veliler edindiler. Bir de kendilerini doğru yolda sanırlar.

30. ayet, bu yanlışı bir kısım insanın gördüğünü, bir kısım insanın ise görmeyerek sapkınlığa devam ederek Şeytanı veli edindiğini, bu yolun doğru yol olduğunu zannettiklerini bildirmektedir.

[007.031] Ey Ademoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.

31. ayet içinde geçen Zinet kelimesi , İnsanı dünya ve ahirette ona leke getirmeyen, onu rezil etmeyen, onu çirkinleştirmeyen şey anlamındadır. Buna göre zinetin takılması demek , insanı dünya ve ahirette rezil etmeyen ve çirkinleştirmeyen bir hayat sürülmesinin gerektiği anlamındadır. Mekkeliler'in Kabeyi çıplak yani zinetsiz olarak tavaf etmelerinin, onları dünya ve ahirette rezil eden ve çirkinleştiren bir durum olduğu hatırlatılmaktadır.

[007.032] De ki: «Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim haram kılmıştır?» De ki: «Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnızca onlarındır.» Bilen bir topluluk için ayeteri böyle birer birer açıklarız.

32. ayet, Haram belirleme yetkisinin Allah'a ait olduğunu hatırlatarak, Mekkeliler'in tayin ettiği haramların yanlışlığına vurgu yapmaktadır. Allah'a iman eden kimselerin böyle bir yanlışa düşmeyeceğini hatırlatan ayet, dünya hayatında bu yanlışa düşenlerin kıyamet gününde bu zinet ve temiz rızıklardan mahrum kalacaklarını haber vermektedir.

[007.033] De ki: Rabbım, açığıyla, gizlisiyle tüm hayasızlıkları, günahı, Allah'a şirk koşmanızı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.

İnsanların yegane rabbi ve ilahı olmasının kendisine verdiği yetki ile onlar üzerinde tasarruf sahibi olan Allah (c.c), haram koyma yetkisine dayanarak bu ayette Mekkeliler'in helal gördüğü şeylerin haram olduğunu beyan etmektedir. 28. ayette Fahişeten olarak geçen Kabeyi çıplak tavaf etmenin Mekkeliler tarafından helal olarak görülerek şirk işlenmesinin haram olduğu ve bu durumun Allah'a karşı bilmedikleri şeyi söylemek olduğu haber verilmektedir.

[007.034] Her ümmet için belirli bir süre vardır; vakitleri dolunca ne bir saat gecikebilir ne de öne geçebilirler.
[007.035] Ey Adem oğulları! Size aranızdan ayetlerimizi okuyan peygamberler geldiğinde, onların bildirdiklerine karşı gelmekten sakınan ve gidişini düzeltenlere, işte onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
[007.036] Ayetlerimizi yalanlayıp onlara karşı büyüklük taslayanlara gelince, işte onlar cehennemliklerdir, orada temelli kalacaklardır.

Bu ayetler ise, dünya hayatının belirli bir süre olduğunu bildirerek, yaşadıkları hayat içinde kendilerine gelen elçilere itaat edenlerin kurtuluşa ereceklerini haber vermekte, dünya hayatında ayetleri yalanlayan bir hayat sürenleri ise ebedi cehennem ile tehdit etmektedir.

Sonuç olarak; Adem ve İblis kıssasını tarihi bağlamında okuduğumuzda bu sure içinde anlatılan kıssanın ana mesajının çıplaklığın çirkinliği olduğu görülecektir. Mekkeliler'in Kabeyi çıplak tavaf etmelerinin çirkinliğini hatırlatarak, bu çirkinlikten vazgeçmelerini öğütleyen ayetler, elbette sadece Mekkeliler ile sınırlı ve tarihselliğe gömülecek ayetler değildir. 

Bu ayetler evrensel mesaj olarak, insanın örtülü olmasının fıtratından gelen bir hal olduğunu, çıplaklığın Şeytan işi olduğunu, insanların örtülerini atmak sureti ile gezmelerinin Şeytan iğvası olduğunu belirterek, fıtratın gerektirdiği şekilde bir hayat sürmenin insanları dünya ve ahirette rezil etmeyeceğini ve çirkinleştirmeyeceğini haber vermektedir. 

İnsan hayatında helal ve haramları tayin yetkisinin sadece Allah'a ait olduğu vurgulanan kıssada, bu tayin yetkisini insanlara vermenin şirk olduğu da hatırlatılmaktadır.

Özellikle bayanların güzellik uğruna örtülerin atmaları, onları Allah indinde rezil ve çirkin duruma düşüreceği bu ayetlerin mesajı dahilindedir. 

                                          EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

21 Nisan 2017 Cuma

Lut (a.s) ın Kavmine Kızlarını Teklif Etmesi Hakkında Bir Mülahaza

Lut (a.s), İbrahim (a.s) ile birlikte aynı zaman dilimi içinde yaşamış, elçi olarak gönderildiği kavmi ise, bilindiği üzere kadınları bırakıp erkeklere yaklaşması nedeniyle helak edilmiştir. Onun Kur'an'da anlatılan kıssasında, o kavmi helak etmek için gelen elçilerden cinsel isteklerini tatmin isteyen kimselere, o elçilere dokunmamaları için kızlarını teklif etmesi, bazı kimselerde soru işareti bırakmış, kalbinde hastalık bulunan kimselerde ise, Lut (a.s) ın kavmine kızlarını pazarlamak istediği gibi ahlaksızca düşünceler doğurmuştur.

Bu yazının amacı, kalbinde hastalık bulunanların iddialarını ret etmek üzerine değil, bazı Kur'an okuyucularının kafalarında oluşan istifhamlara cevap vermeye çalışmak olacaktır. Bazı Kur'an okuyucuları bu konuda kafalarında oluşan istifhamları izale etmek için, bu konu ile ilgili ayetlerin yanlış meallendirildiği gibi bir iddia içine girmekte, fakat Kaş yaparken göz çıkarmak misali, işi daha da çıkmaza sokmaktadırlar. 

Lut (a.s) ın kavmine kızlarını teklif etmesi ile ilgili ayetler, onun kıssasının anlatıldığı Hud ve Hicr surelerinde geçmektedir.

وَجَاءهُ قَوْمُهُ يُهْرَعُونَ إِلَيْهِ وَمِن قَبْلُ كَانُواْ يَعْمَلُونَ السَّيِّئَاتِ قَالَ يَا قَوْمِ هَؤُلاء بَنَاتِي هُنَّ أَطْهَرُ لَكُمْ فَاتَّقُواْ اللّهَ وَلاَ تُخْزُونِ فِي ضَيْفِي أَلَيْسَ مِنكُمْ رَجُلٌ رَّشِيدٌ

قَالُواْ لَقَدْ عَلِمْتَ مَا لَنَا فِي بَنَاتِكَ مِنْ حَقٍّ وَإِنَّكَ لَتَعْلَمُ مَا نُرِيدُ

[011.078] Lût'un kavmi, koşarak onun yanına geldiler. Daha önce de o kötü işleri yapmaktaydılar. (Lût): «Ey kavmim! İşte şunlar kızlarımdır; sizin için onlar daha temizdir. Allah'tan korkun ve misafirlerimin önünde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu!» dedi.

[011.079] Dediler ki: «Andolsun, senin kızlarında bizim haktan bir şeyimiz olmadığını sen de bilmişsindir. Bizim ne istemekte olduğumuzu gerçekte sen biliyorsun.»

قَالَ هَؤُلاء بَنَاتِي إِن كُنتُمْ فَاعِلِينَ

[015.071] Dedi ki: «Eğer yapmak-istiyorsanız, işte bunlar, benim kızlarım.'

İbrahim (a.s) erkek çocuk müjdesi verdikten sonra Lut (a.s) ın kavmine gelen elçilerin etrafları, o kavmin sapkın emellerini gerçekleştirmek isteyen kimseler tarafından sarılır. Lut (a.s) kendisine gelen misafirlere musallat olmak isteyen kavmine karşı kızlarını teklif eder. Onun bu teklifi yukarıdaki ayetlerde anlatılmaktadır.

Lut (a.s) ın Benati (kızlarım) ifadesini kullanması, teklif ettiği kızların kendi eşinden doğma kızları değil, var ise kendi kızları da dahil olmak üzere, kavminin bütün kızları için böyle bir ifade kullandığını düşünmenin daha makul bir yaklaşım olacağını, bu noktada hatırlatmak isteriz.

Lut (a.s) ın kavmine kızlarını teklif etmesi ve o kızların, kavmi için ETHARU (daha temiz) olduğu  ifadesini kullanması, o kavmin erkeklerinin, erkeklere değil kadınlara yaklaşmasının fıtrata uygun olduğunu hatırlatmaktadır. Hud suresinde daha teferruatlı biçimde gördüğümüz bu teklifin anlaşılmasında, Hud s. 79. ayeti içinde geçen HAKKİN kelimesi anahtar konumdadır. 

Lut (a.s) ın kavmine kızlarını teklif etmesine karşılık olarak kavminin ona "Ant olsun, senin kızlarında bizim haktan bir şeyimiz olmadığını sen de bilmişsindir" şeklinde bir cevap vermesi, Lut (a.s) ın kavmine teklif ettiği kızlarla HAK üzere yani Allah'ın helal kıldığı bir birliktelik kurulması gerektiğini söylemiş olmasının anlaşılmasını gerektirmektedir. Lut (a.s) kavmine kızlarla hak ölçüsünden birliktelik kurmalarını öğütlememiş olsa idi, kavminin böyle bir cevap vermesi mümkün olmazdı.

Bir kadın ile beraber olmanın HAK üzere olması, onunla nikah akdi yapmak sureti ile olduğu herkesçe malumdur. Lut (a.s) da kavmine erkeklere yaklaşmaktan vazgeçerek, kavminin kızları ile nikah akdi yapmak sureti ile beraber olabileceklerini söylemeye çalışmıştır. Lut (a.s) ın kavmine kızlarını nikahsız beraberlik kurabilecekleri yönünde bir söz söylemiş olabileceğini düşünmek, ancak kalbinde hastalık olanların düşünebileceği bir şeydir.

Lut (a.s) kıssasını iyi niyetle okuyan bir kimsenin, Lut (a.s) ın kavmini erkeklere yaklaşmalarının çirkin olduğunu her fırsatta söylediğini okuyarak, kendisine gelen misafirlerden ellerini çekmeleri için kavminin kızlarına yönelmelerini teklif etmesini, onun kavmini homoseksüellik ahlaksızlığı yerine başka bir ahlaksızlık türü olan zina yapmaya yöneltmiş olmasının mümkün olamayacağını anlaması zaten imkansız değildir.

Sonuç olarak; Lut (a.s) kendisine gelen misafirlere el sürmemeleri için kızlarını teklif etmesi, onlarla HAK üzere bir beraberliklerinin olması gerektiğini yani evlilik yolu ile birliktelik kurmalarını teklif ettiğini anlamamak için, ancak bu kitaba düşman olmak gerekmektedir. Bu kitabın hidayet rehberi olduğuna iman etmiş olan bir kimse, Allah (c.c) tarafından elçi olarak seçilmiş, ve o kavmi her türlü pislikten kurtulmaları için gecesini gündüzüne katan bir kimsenin, kavminin erkeklerle olan ilişkisinden vazgeçmeleri için, başka bir ahlaksızlık olan zina yapmalarını teklif etmesi asla mümkün değildir.

Böyle bir çalışma yapmamızdaki gayelerden bir tanesi de, Kur'an içindeki kelimelerin anlamaya olan katkısına dikkat çekmeye çalışmaktır. HAK kelimesini dikkate alan bir okuma yaptığımızda, Lut (a.s) ın kızlarını kavmine teklif etmesinin ne anlama geldiği kolaylıkla anlaşılmaktadır.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

19 Nisan 2017 Çarşamba

Maide s. 119. Ayeti: Doğrulara Doğruluklarının Fayda Verdiği, Kimsenin Kimseye Şefaat Edemediği Bir Gün

Kıyamet gününde başta Muhammed (a.s) olmak üzere, bazı kimselere Allah (c.c) tarafından şefaat etme hakkı verilerek, cehenneme girmeyi hak etmiş bazı kimselerin ateşten kurtulmalarını sağlayacaklarına dair olan inanç, İslam düşüncesi içinde neredeyse imanın bir şartı haline getirilerek, itiraz edilmesi bile yasak olan bir duruma sokulmuştur. 

Rivayetler kanalı ile gelen bilgilerde, Muhammed (a.s) ın hesap gününde şefaat yetkisine sahip olacağına dair rivayetler, marka haline gelmiş ve muhteviyatının sorgulanması dahi yasak olan Buhari, Müslim gibi hadis kitaplarında yerini almış, Kur'anın bu konuda söyledikleri ne yazık ki geriye atılmış veya rivayetler doğrultusunda yorumlanmış sureti ile anlam tahrifine uğratılmıştır. 

Kur'an içindeki şefaat konulu ayetler, müşriklerin bu konudaki inançları ret etmek üzerine kurulu olmasına rağmen, rivayetler bu konuda baskın çıkarak, bu konudaki Kur'an ayetlerinin üzerini örtmüştür. Bu yazımızda belki şefaat konusu ile alakası olmadığı düşünülebilecek bir ayet olan Maide s. 119. ayetinin üzerinde durarak, rivayet kitaplarında yer alan uydurma kıyamet sahnelerine karşı, Ahsenel Hadis olan Kur'an'daki kıyamet sahnelerindeki İsa (a.s) ın sorgulanma sahnesinde geçen konuşmaları ele alarak, kıyamet gününde kişilere neyin faydası olacağını öğrenmeye çalışacağız.

[005.116] Allah: «Ey Meryem oğlu İsa, insanlara, beni ve annemi Allah'ı bırakarak iki ilah edinin, diye sen mi söyledin?» dediğinde: «Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer bunu söyledimse mutlaka sen onu bilmişsindir. Sen bende olanı bilirsin, ama ben Sen'de olanı bilmem. Gerçekten, görünmeyenleri (gaybleri) bilen Sen'sin Sen.»

[005.117] «Ben onlara bana emrettiklerinin dışında hiç bir şeyi söylemedim. (O da şuydu:) 'Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.' Onların içinde kaldığım sürece, ben onların üzerinde bir şahidim. Benim (dünya) hayatıma son verdiğinde, üzerlerindeki gözetleyici Sen'din. Sen her şeyin üzerine şahid olansın.»

[005.118] «Onlara azabedersen, doğrusu onlar Senin kullarındır; onları bağışlarsan, Güçlü olan, Hakim olan şüphesiz ancak Sensin.»

Maide s. 116. ve 117. ayetlerde Allah (c.c) tarafından İsa (a.s) ın sorgulanma sahnesinde geçen konuşmalardan sonra, 118. ayette İsa (a.s) ın söylediği sözlere karşılık Allah (c.c) tarafından verilen cevap, kıyamet gününde kişilerin değil, dünyadan getirilen amellerin fayda edeceğini bildirmesi bakımından dikkat çekicidir.

Rivayet kitaplarındaki kıyamet günü ile ilgili bazı rivayetlerde, bu sahnenin bir benzeri Allah (c.c) ile Muhammed (a.s) arasında gerçekleşmekte, Muhammed (a.s) ın Ümmetim ümmetim diyerek başını secdeden kaldırmadığı, Allah ile bir takım pazarlıklara girdiği anlatılmaktadır. Muhammed (a.s) gibi bir elçi olan İsa (a.s) ın sorgulanması ile ilgili ayetler, bu rivayetleri yalanlamaktadır.

[005.119] Allah, «Bu, doğrulara doğruluklarının fayda verdiği gündür; ebedi ve temelli kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetler onlarındır. Allah onlardan hoşnud olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnud olmuşlardır, bu büyük kurtuluştur» dedi.

Ayet içindeki, "Bu, doğrulara doğruluklarının fayda verdiği gündür" cümlesini tersten okuyacak olursak, kimsenin kimseye faydası olmadığı bir gündür anlamı çıkar, ve bu anlam başka ayetlerle de desteklenmektedir. 

[002.048] Ve kimsenin kimseden bir şey ödeyemeyeceği, kimseden şefaatin kabul olunmayacağı, kimseden fidyenin alınmayacağı ve kimsenin kurtarılamayacağı bir günden sakının!

[002.123] Kimsenin kimse namına bir şey ödemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı, kimseye şefaatin yarar sağlamayacağı ve onların yardım görmeyeceği günden korunun.

[002.254] Ey inananlar! Alışverişin, dostluğun, şefaatin olmayacağı günün gelmesinden önce sizi rızıklandırdığımızdan hayra sarfedin. İnkar edenler ancak yazık edenlerdir.

[026.88-89] O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allah'a kalb-i selimle gelmiş olan başka.

[050.031-33] Ve cennet muttakîler için uzak olmaksızın yaklaştırılmıştır.İşte bu, sizin vaadolunduğunuz şeydir, her bir tevbekar olan (vazifesini) muhafaza eden için. Rahmân'a gıyaben korku duyan ve hakka müteveccih bir kalb ile gelen kimseye (mahsus) bir cennettir.

Kur'an içindeki daha bir çok ayet, kıyamet gününde kişiye sadece dünya hayatında yapmış olduğu amellerin fayda edeceğini beyan etmesine rağmen, bazı kişilerin devreye girerek şefaat yetkisine sahip olacağı ve ateşi hak etmiş kişileri ateşten kurtaracakları düşüncesi Kur'an ile asla uyuşmayan bir düşüncedir. 

 [039.019-20] Hakkında azap sözü gerçekleşmiş kimseyi, ateşte olanı sen mi kurtaracaksın? Ancak Rablerinden korkup-sakınanlar ise; onlar için yüksek köşkler vardır, onların üstünde de yüksek köşkler bina edilmiştir. Onların altında ırmaklar akmaktadır. (Bu,) Allah'ın va'didir. Allah, va'dinden dönmez.

Bu noktada şefaat hakkının kafirler için değil, Müslümanlar için olduğu söylenerek itiraz edilebilir. Neresinden tutsanız elinizde kalacak cinsten gariplikler içeren bir konu olan şefaat etme ve edilme hakkının, kıyamet gününde Müslüman olarak gelen bir kimse, yani ateşe girmeyecek bir kimse için ne işe yarayacağı, zaten cenneti hak etmiş bir kimsenin şefaate ihtiyacı olabileceği sorusuna nasıl cevap verilebilir?.

Bu soruya şayet, Günahkar bir Müslümanın günahlarının cezasını çekmek için geçici bir süre için cehenneme gireceği, şefaat hakkının bu durumda olan kimseleri cehennemden kurtarmak için kullanılacağı şeklinde bir cevap verilecek olursa, bu iddianın da çürük bir iddia olduğu görülecektir. 

Cehennemden çıkışa delil olarak gösterilen Meryem s. 71. ayeti, bağlamından koparılarak şefaat düşüncesine alt yapı hazırlanmak amacı ile okunduğu için, öyle bir düşünce ortaya atılmış, eğer bu ayet Meryem s. 66. ayetinden başlayan bağlamı dahilinde okunacak olursa gerçek ortaya çıkacak, ve cehenneme herkesin değil, yeniden dirilişi inkar eden kafirlerin gireceğinden bahsettiği görülecektir.

Burada dikkat çekmesi gereken konulardan bir tanesi, rivayetler ile Kur'an'ın bu konuda birbiri ile çelişmesidir. Buhari ve Müslim gibi hadis kitaplarında Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) ile pazarlık etmesini konu alan rivayetler mevcut iken, Kur'an'da İsa (a.s) ın böyle bir pazarlık içine girmediği görülmektedir. İsa (a.s) a verilmeyen böyle bir yetkinin, Muhammed (a.s) a verileceği iddia edilecek olursa, bu iddia peygamberler arası ayrımcılıktan başka bir anlama gelmeyecektir.

Sonuç olarak; Kur'an tarafından müşrik inancı olduğu gerekçesi ile ret edilen ve o konudaki bütün ayetler bu yanlış inancı ret etmek amacına dayalı olduğu halde, rivayet kültürünün etkisi ile İslam inancı haline gelmiş olan şefaat düşüncesinin, Maide s. 119. ayetinde gerçek bir kıyamet sahnesinde nasıl ret edildiğini okumaya ve anlamaya çalıştık. 

Buhari, Müslim gibi rivayet kitaplarında uydurma kıyamet sahneleri düzenlenerek, Muhammed (a.s) ın ümmetini almadan cennete gitmeyeceğini bildiren haberlerin, Kur'an ile taban tabana zıt olduğu aşikardır.

Bütün bunlardan sonra hala başta Muhammed (a.s) olmak üzere, tabi oldukları Şeyh, Gavs gibi ünvanlar takılmış kimselerin böyle bir yetkiye sahip oldukları düşünülecek olursa, gerçeklerin ortaya çıktığı kıyamet gününde bunu anlamanın bir faydası olmayacaktır.

Herkes cenneti de , cehennemi de dünya hayatında yaptığı amelleri ile dünyada kazanmakta olup, kıyamet gününde kendisi gibi bir insan olan kimselerden fayda beklemesi boş bir beklentiden ibarettir. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

18 Nisan 2017 Salı

Maide s. 109. Ayeti ile Nisa s. 41. ve Nahl s. 89. ayetleri Arasındaki Bir Müşkülat ve Peygamberlerin Şahitliği

Allah (c.c) Maide s. 109. ayetinde "Allah, Resulleri topladığı gün şöyle buyurur; Size ne cevap verildi? Onlar da: Bizim bir bilgimiz yoktur, doğrusu gaybları bilen Sensin Sen, derler." buyurarak, hesap gününde meydana gelecek bir olayı bildirmektedir. Ancak dikkatli bir Kur'an okuyucusu, Kur'an'ın bazı ayetlerinde Muhammed (a.s) ın kavmine şahit olarak getirileceğini beyan eden ayetleri okuduğu zaman, bu ayetler arasında bir müşkülat olduğunu fark edecek ve bu müşkülatın nasıl çözülebileceğini düşünecektir.

[004.041] Her ümmetten bir şahid getirdiğimiz ve onların da üzerine seni şahid olarak getirdiğimiz zaman nasıl olacak?.

[016.089] Her ümmet içinde kendi nefislerinden onların üzerine bir şahid getirdiğimiz gün, seni de onlar üzerinde bir şahid olarak getireceğiz. Biz Kitabı sana, her şeyin açıklayıcısı, müslümanlara da bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik.

Nisa s. 41. ve Nahl s. 89. ayetlerine baktığımızda, Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içindeki muhataplarına karşı, hesap gününde şahit olarak getirileceğinden bahsedilmektedir. Maide s. 109. ayetine baktığımız zaman ise, hesap gününde bütün resullere (Muhammed a.s da bu resullere dahildir) kavimleri tarafından onlara ne cevap verildiği sorulduğunda, onların "Bizim bir bilgimiz yoktur, doğrusu gaybları bilen Sensin Sen" şeklinde bir cevap verecekleri bildirilmektedir. 

Bu ayetleri okuyan dikkatli bir okuyucunun, Nisa ve Nahl surelerindeki ayetlerde, Muhammed (a.s) ın kavmine karşı şahitlik için getirileceğinden bahsedilirken, Maide s. 109. ayetinde ise içinde Muhammed (a.s) ın da dahil olduğu elçilerin, bu konuda bilgi sahibi olmadıklarını söyledikleri dikkatini çekecektir. Bu durum, tefsirde Müşkülat olarak bildiğimiz durum ile izah edilerek, bu müşkülatın nasıl çözülebileceği üzerinde fikir yürütülmektedir.

Bilindiği üzere, hesap gününde bütün insanlar toplanacak, toplanan bu insanlar arasında, Allah (c.c) tarafından gönderilmiş elçilere, onların vefat etmesinden sonra da iman etmiş veya etmemiş olan insanlar da bulunmaktadır. 

Bu durumu Muhammed (a.s) ın elçiliğinde örnekleyecek olursak; Muhammed (a.s) a iman eden veya etmeyen insanlar, sadece kendisinin yaşadığı zaman ile sınırlı değil, vefatından sonra da ona iman eden veya etmeyen insanlar, kıyamete kadar da ona iman edecek veya etmeyecek olan insanlar olacaktır. Bu durum İbrahim, İsa, Musa ve bütün elçiler (hepsine selam olsun) için de geçerlidir. 

Bütün insanların toplandığı mahşer alanında, bütün elçilerin vefatlarından sonra kendilerinden sonra yaşayan insanlar ile ilgili herhangi bir şahitlikte bulunmalarının söz konusu olmadığını düşündüğümüzde, Maide s. 109. ayetinde elçilerin söyleyeceği "Bizim bir bilgimiz yoktur, doğrusu gaybları bilen Sensin Sen" sözü daha net anlaşılacak, Nisa s. 41. ve Nahl s. 89. ayetlerinde müşkül olarak görünen durum açıklığa kavuşmuş olacaktır.

Bu noktada Elçilerin şahitlikleri kimler için sınırlıdır? sorusu sorulacak ve bunun cevabı istenecektir. Bu sorunun cevabı ise Maide s. 116-117-118. ayetlerindeki İsa (a.s) ın sorgulanması sırasında söylediği sözlerdedir.

[005.116-8] Allah: «Ey Meryem oğlu İsa!» Sen mi insanlara «Beni ve annemi Allah’tan başka iki tanrı edinin,» diye? «diye sorguladığı vakit o şöyle diyecek: «Hâşa! Sen şerikden ve her noksandan münezzehsin Ya Rabbî! Hakkım olmayan bir şeyi söylemem doğru olmaz, bana yakışmaz.» «Hem söylediysem malûmundur elbet. Benim varlığımda olan her şeyi Sen bilirsin, ama ben Sen’in Zatında olanı bilemem. Bütün gaybleri hakkıyla bilen ancak Sen’sin.» «Sen ne emrettinse ben onlara, bundan başka bir şey söylemedim. Dediğim hep şu idi: «Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin!» «Ya Rabbî! Ben aralarında olduğum müddetçe onları kolladım. Fakat vakta ki Sen beni aralarından tutup aldın, onları görüp denetleyen yalnız Sen kaldın. Sen gerçekten her zaman, her şeye hakkıyla şahitsin. Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, aziz-u hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen’sin!»

Bu ayetlerde İsa (a.s) yaşadığı zaman içinde ulaştığı kişilere, kendisine verilen emrin dahilinde hareket ettiğini, kendisinin vefatından sonra olan bitenden haberi olmadığını söylemektedir. İsa (a.s) ın bu durumu sadece kendisi için değil, bütün elçiler için geçerlidir. Bütün elçiler yaşadıkları zaman zarfı içinde olan biten hakkında şahitlik yapacak olup, kendilerinden sonra olanlar için,  bu durum ayet içinde GAYB olarak geçmektedir, herhangi bir bilgiye sahip olmadığını söylemektedir.

Nisa s. 41 ve Nahl s. 89. ayetlerdeki şahitlik, Muhammed (a.s) ın kavmine karşı yapacağı şahitlik olup, kendisinden sonra gelen insanlar hakkında herhangi bir şahitliği olmayacaktır. Maide s. 109. ayeti elçilerin kendilerinden sonra ki durumu ifade etmektedir.

Sonuç olarak; Elçilerin şahitlikleri yaşadıkları zaman içinde muhatap oldukları insanlar ile sınırlı olup, kendilerinden sonra yaşamış insanlar hakkında herhangi bir şahitliklerinin olması söz konusu değildir. Maide s. 109. ayetinde, elçilerin kendilerine Allah (c.c) tarafından sorulan soruya verdikleri cevap ile, Nisa s.41. ve Nahl s. 89. ayetlerinde elçinin şahitlik etmesi ile ortaya çıkan müşkül durum, elçilerin kendilerinden sonraki insanlar hakkında herhangi bir bilgi sahibi olmadıkları için, onlar hakkında herhangi bir şahitliklerinin olamayacağını söylemeleri olarak anlaşılması, ayetler arasındaki müşkülatın ortadan kalkması anlamına gelecektir. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

16 Nisan 2017 Pazar

Nisa s. 119. Ayetindeki Şeytanın Vaadini Maide s. 103 ve Enam s. 136-145. Ayetlerinden Anlamak

Kur'an'ın, İlk Muhataplar olarak bildiğimiz, ilk indiği zaman ve mekanda yaşayan insanlara ne dediğinin anlaşılması, bu kitabın biz sonrakilere ne demiş olabileceğinin anlaşılmasında kolaylık sağlayacaktır. Bilindiği üzere Kur'an, Mekke ve Medine'de yaşayan topluluğa inmiş, inen ayetlerin büyük çoğunluğu, bu şehirlerde yaşayan Müşrik, Yahudi, Hristiyan gibi toplulukların bazı yanlışlarını düzeltmek amacına matuftur. 

Bu toplumların yaptıkları yanlışlar, Küfür, Şirk, Fısk, Nifak gibi Kur'an'i kavramlar ile ifade edilen yanlışlar olup, bu fiiller sadece o zaman ve mekanda yaşayan insanlar tarafından işlenmemekte, insanın yaşam alanında olduğu tüm zamanlarda yaptığı yanlışlardır. Bu fiillerin ilk muhataplar nezdinde nasıl işlendiğinin anlaşılması, biz sonrakiler için bu fiillerin insan hayatından nasıl hayat bulduğunu, bu fiillerden nasıl sakınmak gerektiğini de öğretecektir.

Kur'an'ın Şeytan kavramı etrafında yaptığı anlatımlar, yaşamış ve yaşayacak bütün insanları ilgilendirmektedir. Bütün insanlar Şeytan tarafından her an iğvaya maruz kalmakta, insanın nasıl yanlışa düşürüldüğü kıssa yollu anlatım ile Kur'an içinde yer bulmuş, Şeytan'ın insana olan düşmanlığı, Adem ve eşinin şahsında canlandırılarak anlatılmıştır.

Adem İblis kıssası, yaratılan ve yaratılacak olan bütün insanları ilgilendirmesi bakımından evrensel mesajlar taşımaktadır. Nisa s. 118-119. ayetlerinde Şeytan insanların ayağını kaydırmak maksadıyla onlara bir takım iğvalarda bulunacağını söylediğini görmekteyiz. Şeytanın insanları yoldan çıkarmak için yapmayı vaad ettiği iğvalara baktığımızda, o iğva ile Mekke'li müşriklerin yaptığı bazı şeylerin örtüştüğünü görmekteyiz. 

Şeytanın iğvası sonucunda Mekke müşriklerinin yaptığı şeyin ne anlama geldiğinin anlaşılması, bu ayetin evrensel mesajının anlaşılmasını da sağlayacaktır.

[004.118-9] Allah o şeytana lanet etti. Ve o da: «Elbette senin kullarından belirli bir pay alacağım, onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara sokacağım, ve onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah'ın yaratışını değiştirecekler» dedi. Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost edinirse, şüphesiz o, apaçık bir ziyana uğramış olur.

Nisa s. 119. ayetindeki "onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah'ın yaratışını değiştirecekler" cümlesinin ne anlama geldiğini anlamak için Maide s. 103. ayetine gitmek gerektiğini düşünmekteyiz. 

[005.103] Allah, ne «bahîre»yi, ne «sâibe»yi, ne «vesile»yi ve ne de «hâm»ı meşru kılmıştır. Fakat küfredenler, Allah'a yalan iftira etmektedirler. Onların çoğunun akılları ermez.
[005.104] Onlara: «Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin» denildiğinde, «Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter» derler. (Peki,) Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete ermiyor idilerse?.

Bahire ; 5 defa doğurduktan sonra KULAĞI YARILAN, putların hizmetine verilerek kimsenin binmediği, etinden ve sütünden faydalanmadığı dişi deve veya koyun. 

Saibe ; Bir kimsenin hastalandığında veya eve döndüğünde bağışladığı ve hiç kimsenin ondan faydalanmadığı deve. 

Vesile ; Hiç doğurmamış dişi devenin arka arkaya ikizler doğurması sonucunda salıverilmesi.

Ham ; Erkek deveden 10 döl alındığında sırtına binilmemesi.

Maide s. 103. ayetinde Allah (c.c) nin Bahire, Saibe, Vesile, Ham olarak bahsettiği isimler, Arap müşriklerinin bazı hayvanlar üzerinde Helal- Haram şeklinde yapmış oldukları tasarruflar ile ilgili isimler olup, Kur'an bunların Allah'a atılmış bir iftira olduğunu beyan etmektedir.

Maide s. 103. ayetinde bahsi geçen isimlerin ne anlama geldiğini ise Enam s. 136-145. ayetlerinden anlamaktayız.

[006.136]  Tutup Allah'ın yarattığı ekin ve davar'dan ona bir pay ayırdılar ve kendi yanlış kanaatlerince: «Bu Allah için, bu da ortaklarımız için.» dediler. Fakat ortakları için olanlar Allah tarafına geçmez, Allah için yarılmış olan ise, ortaklarının tarafına geçer. Ne kötü hüküm yürütüyorlar!
[006.137] Bunun gibi ortakları, müşriklerden çoğuna çocuklarını (kızlarını) öldürmeyi hoş gösterdi ki, hem kendilerini mahvetsinler hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar! Allah dileseydi bunu yapamazlardı. Öyle ise onları uydurdukları ile baş başa bırak!
[006.138] Onlar kendi zanlarınca; bu davarlar, bu ekinler haramdır, onları dilediğimizden başkası yiyemez. Bir takım hayvanların sırtları haramdır, dediler. Bir kısım hayvanların üzerine de O'na karşı iftira ederek; Allah'ın adını anmazlar. Allah; yapmakta oldukları iftiraları yüzünden onları cezalandıracaktır.
[006.139] Dediler ki: «Şu hayvanların karınlarında olanlar yalnız erkeklerimize aittir, kadınlarımıza ise haram kılınmıştır. Şayet (yavru) ölü doğarsa, o zaman (kadın erkek) hepsi onda ortaktır.» Allah bu değerlendirmelerinin cezasını verecektir. Şüphesiz ki O hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir.
[006.140] Bilgisizlik ve düşüncesizlik yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah’ın kendilerine ihsan ettiği rızkı Allah’a iftira ederek haram sayanlar, elbette tam hüsrana uğradılar. Saptılar bunlar, doğru yolu da bulamadılar!
[006.141] Çardaklı ve çardaksız bağları inşa eden Allah'tır. Tatları çeşitli ekin ve hurmaları, zeytin ve narı birbirine benzer ve benzemez şekilde yaratan O'dur. Ürün verdiği zaman ürününden yiyin, devşirildiği ve biçildiği gün hakkını verin; israf etmeyin, çünkü Allah müsrifleri sevmez.
[006.142] Hayvanları da yük ve kesim için yaratan Allah'tır. Allah'ın size verdiği rızıktan yiyin, şeytana ayak uydurmayın, o size apaçık bir düşmandır.
[006.143] Sekiz çift: Koyundan iki ve keçiden iki; de ki: «İki erkeği mi, yoksa iki dişiyi mi veya o iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram kılmıştır? Doğru sözlü iseniz bana bilgiye dayanarak cevap verin.»
[006.144] Deveden de iki, sığırdan da iki. De ki: İki erkeği mi, iki dişiyi mi veya iki dişinin rahimlerinde bulunanı mı haram kıldı? Yoksa Allah; size bunları buyururken, siz orada mı idiniz? İnsanları bilgisizce saptırmak için Allah'a karşı yalan uyduranlardan daha zalim kimdir? Muhakkak ki Allah; zalimler güruhunu hidayete erdirmez.
[006.145] De ki: «Bana vahyolunanlar içinde, yiyen bir kimsenin yiyeceği (şeyler) için, ölü eti, dökülen kan, domuz eti -ki bu gerçekten murdardır- ya da Allah'tan başkası adına kesilmiş bir fısk dışında, haram kılınmış bir şey bulmuyorum. Kim kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalırsa, -saldırmamak ve haddi aşmamak şartıyla- (bu sayılanlardan ölmeyecek kadar yiyebilir) . Şüphesiz senin Rabbin bağışlayandır, esirgeyendir.

Mekke müşrikleri yaşamlarında Allah'ın değil kendilerini belirleyici kılmak sureti ile ŞİRK içine düşmüşler, bu şirklerini ise Allah'ın helal kıldığı hayvanlar üzerine, haram hükümleri koymak sureti ile açığa çıkarmaktadırlar. 

Yeniden Nisa s. 119. ayetine dönecek olursak, ayet içindeki "onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah'ın yaratışını değiştirecekler" cümlesi, yukarıdaki ayetlerin ışığında daha kolay anlaşılmış olacaktır.

Maide s. 103. ayetinde Bahire  adı ile geçen şirk eyleminin, hayvanların kulaklarını yarmak sureti ile gerçekleştirildiğini dikkate aldığımızda, Nisa s. 119. ayetinde Şeytan tarafından söylenen sözün ilk muhataplar nezdinde hayata geçmiş olmasını, ve Mekke müşriklerinin Şeytanın iğvaları sonucunda böyle bir eylemi güzel gördüklerini ifade etmekte olduğunu anlayabiliriz. Mekke müşriklerinin hayvanların kulaklarını yarmak sureti ile yaptıkları şirk eyleminin, onlara Şeytan tarafından güzel gösterildiği ifade edilerek, yapılan eylemin çirkinliği ve yanlışlığı, şirk'in ilk muhatapların hayatında nasıl işlerlik kazandığı Şeytanın dili üzerinden böyle ifade edilmektedir.

Nisa s. 119. ayetinin ilk muhataplara ne dediği anlaşıldıktan sonra, bizlere dair neler söylemiş olabileceğinin anlaşılması kolaylaşacaktır. 

Şeytan ve Şirk, birbiri ile iç içe geçmiş iki kavram olup, bir insanın hayatında şirk içine düşmesine sebep olan şey, Şeytan'dır. Şeytan, İblis'in şahsında müşahhaslaştırılmak sureti ile insana karşı olan düşmanlığı bir çok yerde anlatılmış, ondan korunma yolları gösterilmiştir.

Maide s. 103. ayetinde Bahire, Saibe, Vesile, Ham isimleri altında, cahiliye Arapları tarafından yapılan eylemin, Allah'ın hüküm koyma alanına giren konularda, onu devre dışı bırakarak insanların bu konuda kendilerini yetkili görmelerinin bir sonucu olduğu, bu eylemin Enam s. 142. ayetinde beyan edildiği üzere haram helal tayin yetkisinin insanlara verilmek sureti ile Şeytana ayak uydurmak olduğunu dikkate alan bir okuma yaptığımızda, Şirk olgusunun insan ve toplum hayatında nasıl ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. 

[016.116] Sadece dillerinizin yalan yere nitelemesi ile: «şu helaldır, şu haramdır.» demeyin ki, yalanı Allah'a iftira etmiş olursunuz. Şüphe yok ki, yalanı Allah'a iftira edenler kurtuluşa eremezler.

Nahl s. 116. ayeti, konumuzu özetlemektedir. Şu helaldir- Şu haramdır demenin Allah (c.c) indinden gelen bir bilgiye dayalı olması gerektiği, böyle bir bilgiye dayanmadan ortaya konan hükümlerin Allah'a iftira olduğu bildirilmektedir.

Sonuç olarak; Şirk'in kadim bir hastalık olduğunu ve kavramın sadece Mekke'li müşriklerle sınırlı olmadığını düşündüğümüzde, Maide s. 103, Enam s. 136 ve 145. ayetler arasında anlatılan durumun, insanların hayatlarında kural koyucu olarak Allah'ı devre dışı bırakarak kendi yanlarından ürettikleri hükümler ile yaşamlarını sürdürmeleri, onların ayaklarını cennetten kaydırarak cehenneme yuvarlanmaları için her fırsatı değerlendireceğine dair söz veren Şeytan'ın iğvası sonucu olduğu görülmektedir.

Hayvanların kulaklarını yarmak şeklinde gerçekleştirilen eylem, Mekke müşriklerinin yaşamlarında Allah'ı kural koyucu olarak tanımamalarının bir yansıması olduğu, bu yansımanın Şeytan iğvası sonucu olduğu Nisa s. 119. ayetinde Şeytan'ın insanlara böyle bir emir vereceğini söylemesinden anlaşılmaktadır. 

Nisa s. 119. ayetinde Şeytan tarafından söylenen bu söz sadece Mekke müşriklerinin yaptığı şirk eylemini değil, şirk eyleminin Mekke müşriklerinin yaşantısında nasıl ortaya çıktığının anlaşılması, bu eylemin diğer insanlarda nasıl ortaya çıktığının anlaşılması bakımından önem arz etmektedir.

Şirk'in tarifini, Allah'ın yetki alanına giren konularda onun devre dışı bırakılarak, insanlar tarafından konular hükümlerin hayata geçirilmesi, şeklinde yaptığımız zaman, insan ve toplum hayatında ortaya çıkan evrensel bir cürüm olduğu anlaşılacaktır. 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

13 Nisan 2017 Perşembe

Maide s. 97. Ayeti: Toplumun Ayakta Durmasına Vesile Olan Ortak Değerler

İnsanların fıtri bir özelliği olan birlikte yaşam sürme ihtiyacı, bu birlikteliğin devamına vesile olması için bazı ortak değerlere sahip olmalarını da gerektirmiştir. Müslüman veya Kafir hangi topluluk olursa olsun bütün toplumlar, kendilerini ayakta tutacak, ve birbirleri ile kenetlenmelerini sağlayacak olan bazı ortak değerler üretmiş, ve bu ortak değerlere bağlı kalmak sureti ile hayatiyetlerini devam ettirmeye çalışmaktadır. 

Konuya biz Müslümanlar açısından baktığımızda, bizlerin de birlik ve beraberlik içinde olması gerektiğine dair emirler Kur'an içinde mevcut olup, bu birlikteliğimizin sürmesini sağlayan belirli zaman ve mekanda yapılan bazı kulluk görevleri, Allah (c.c) tarafından bizlere emredilmiştir. Hac, insana kulluğunu hatırlatan, aynı zamanda belirli bir mekan ve zamanda toplu olarak yapılan bir ibadet olması hasebiyle, Müslüman topluluğun ayakta durmasına, birlik ve beraberliğini hatırlamasına vesile olan bir ibadet olarak atamız İbrahim (a.s) dan beri icra edilegelmektedir. 

Kur'an içinde bir çok ayet Hac ibadetinin fıkhi ve sosyal boyutu hakkında bilgi vermekte olup, Maide s. 97. ayeti bunlardan bir tanesidir. Yazımızda, bu ayet içindeki bilgileri dikkate alarak Hac ibadetinin nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde tefekkürde bulunmaya gayret edeceğiz.

[005.097]  Allah, Beyt-i Haram (olan) Kâbe'yi insanlar için bir ayaklanma (kıyam evi) kıldı; Haram Ay'ı, kurbanı ve boyunlardaki gerdanlıkları da. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa tümünü bildiğini ve Allah'ın gerçekten her şeyi bilen olduğunu bilmeniz içindir.

Maide s. 97. ayetinde geçen  Kabe, Haram ay, Kurban, Hac ibadeti ile ilgili olan kelimelerdir. Ayet içindeki Kıyamen kelimesi, Hac ile ilgili olan menasıkin, toplum dinamikleri açısından ne anlama geldiğini anlamak noktasında anahtar bir kelimedir. Bu kelimenin anlaşılması, Hac ibadetinin kuru bir ritüeller manzumesi olmadığını, toplumun ayakta kalması için gerekli olan dinamikleri içinde barındırdığını göstermektedir. 

Haram Aylar, bilindiği üzere Hac ile yakından alakalı olup, Hac için yola çıkan insanların güven ve emniyetinin sağlanması amacı ile, bu 4ay (Zilkade, Zilhicce, Muharrem - Recep) içinde savaşlara ve kan dökmeye ara verilirdi. İnsanlar bu aylar içinde Hac ve Umre için yola çıkar, ticaret ve ibadet maksatlı olarak Mekke'ye gider ve orada ibadet ve maddi yönden menfaatlerini de temin ederek yurduna geri dönerdi. 

Haram aylar içinde savaş yapmamak demek, Hac yolunun emniyeti açısından hayati önem arz eden bir durumdur. Bu aylar içinde kan dökülmemesi gerektiğine dair olan inancın bütün kabileler tarafından yerine getirilmiş olması, insanların Hac için Mekke'ye gelmelerinin yolunu açmakta, bu yolla insanlar birbiri ile, insan olmanın gerektirdiği ihtiyaçlarını gidermekte idi. İnsanların birbirlerinden menfaatler sağlaması, öncelikle menfaat sağlanacak mekana giden yolların açık olmasını gerektirmesinden dolayı, haram aylar içinde savaşa ve kan dökmeye ara verilerek Hac yolunun emniyet ve güven içinde açık olması, Mekke'ye gelen insanlar için önem arz etmektedir.

[022.026]  Hani İbrahim'e: Bana hiç bir şeyi ortak koşma, tavaf edenler, kıyama duranlar, rüku edenler ve secdeye varanlar için evimi temiz tut, diye Kabe' nin yerini hazırlamıştık.
[022.027]  İnsanlar için haccı ilan et. Gerek yaya, gerek arık binekler üzerinde uzak vadiden ve yollardan sana gelsinler.
[022.028] Taki kendi menfaatlerine şahid olsunlar; Allah'ın onlara rızık olarak verdiği hayvanları belli günlerde kurban ederken O'nun adını ansınlar. Siz de bunlardan yiyin, çaresiz kalmış yoksulu da doyurun.
[022.029]  Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Adaklarını yerine getirsinler. Kabe'yi tavaf etsinler.
[022.030]  İşte böyle. Kim Allah'ın yasaklarına saygı gösterirse, bu Rabbinin katında kendi iyiliğinedir. (Haram olduğu) size okunanlar dışında kalan hayvanlar, size helal kılındı. O halde pis putlardan sakının; yalan sözden kaçının.
[022.031]  Allah'a ortak koşmaksızın O'na yönelerek pis putlardan kaçının, yalan sözden çekinin. Allah'a ortak koşan kimse, gökten düşüp de kuşların kaptığı veya rüzgarın bir uçuruma attığı şeye benzer.
[022.032] İşte böyle; kim Allah'ın şiarlarını yüceltirse, şüphesiz bu, kalblerin takvasındandır.
[022.033]  Onlarda sizin için adı konulmuş bir süreye kadar yararlar vardır. Sonra onların yerleri Beyt-i atik'tir.
[022.034]  Biz her ümmet için bir «Mensek» kıldık, O'nun kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine Allah'ın adını ansınlar diye. İşte sizin ilahınız bir tek ilahtır, artık yalnızca O'na teslim olun. Sen alçak gönüllü olanlara müjde ver.

Hac ile ilgili Kur'an ayetlerini okuduğumuzda, gözümüzde çarpan önemli hususlardan bir tanesi, bu ibadetin sadece bir takım ritüellerin yerine getirilmesi olmadığını, Menfaat kelimesinin en geniş anlamı olan her türlü ihtiyacın giderilmeye çalışılmasını anlayabilir, insanların ihtiyaçlarını karşılamak için ticari faaliyetlerin de yürütülmesine izin verildiğini görebiliriz. İnsanların birbirleri ile karşılıklı menfaatler içinde olmaları, onların birbirleri ile barış içinde yaşamalarına, ve toplumun ayakta kalmasına sebep olan en önemli bir etkendir. Hac ibadeti işte bu barışı sağlayan önemli etkenlerden biri olarak Müslüman toplumun ayakta kalmasına vesile olan ortak değerlerden bir tanesidir.

[022.036] İşte kurbanlık deve ve sığırları Allah'ın size olan nişanelerinden kıldık. Onlarda sizin için hayır vardır. Bağlı halde keserken üzerlerine Allah'ın adını anın. Yan üstü düşüp ölünce onlardan yiyin, isteyene de istemeyene de verin. Şükredersiniz diye onları böylece sizin buyruğunuza verdik.

Hac ibadetinde yapılan kurban kesme ritüeli sadece kuru bir kan dökme ritüeli değil, kesilen hayvanların etlerinin dağıtılmak sureti ile, insanlar arasında sevgi bağı kurulmasına sebep olan bir ibadettir. Kurban keserek Allah'a yaklaşmak demek, sadece o hayvanların kanlarını akıtmak değil, o hayvanların etlerinin ihtiyacı olan insanlara dağıtmak sureti ile, insanlar arasında köprüler oluşturmaya, bu suretle toplumun fertlerinin birbirleri ile daha yakın ilişkiler kurmasına vesile olmak anlamına gelmektedir. 

Bu noktada İbadet  kavramının ne demek olduğu daha net ortaya çıkacaktır. Allah'a ibadet etmek demek sadece belirli zaman ve mekanlarda yapılan bir takım ritüelleri şuursuzca tekrarlamak değil, aynı zamanda toplumun ayakta kalmasına sebep olan unsurları da ihtiva etmektedir. Bugün biz Müslümanlar tarafından Hac ibadetinin sadece kuru ritüeller olarak sınırlandırılmış olması, bu ibadet vesilesi ile ortaya çıkması gereken ve toplumun daha diri, daha canlı, birbirini seven, sayan ve kulluk bilincinin şuuruna vakıf olmuş insanlardan oluşmasına engel olmaktadır. 

Müslümanlar arasında ibadet kavramının Kur'an'i boyutundan uzaklaştırılarak, Hristiyanca bir boyutta anlaşılıyor olması, İslam'ı maalesef tapınaklara hapsedilen bir din haline getirmiş, yapılan ibadetler sadece sevap almak amacına indirgenmiştir. Halbuki ibadet denildiği zaman aklımıza ilk gelen şey belirli sayıda bazı şeyleri tekrarlamak sureti ile kaç sevap alınacağı yerine, toplumu ayakta tutan ortak değerler akla gelmiş ve bu noktada bir ibadet şuuru geliştirilmiş olsaydı, biz Müslümanlar dünyanın parmakla gösterilen örnek bir topluluğu olarak, diğer insanlara karşı olan şahitliğimizi de yerine getirmiş olabilirdik. 

Bu noktada son yıllarda Kur'an merkezli İslam söylemi etrafında geliştirilmiş olan ve Hac ibadeti ile ilgili düşüncelere değinmek istiyoruz. Bazı kimseler tarafından Namaz, Hac, Oruç gibi ibadetlerin Kur'an tarafından emredilmediği, hatta bunları yerine getirmenin şirk !! olduğu gibi düşüncelerin dile getirilmeye çalışıldığı, konu ile alakalı olan kimselerin malumudur. 

Yerleşik uygulamalardaki yanlışlıkların kalkan edilerek, bu gibi ibadetlerin ret edilme yoluna gidilmesi doğru bir düşünce değildir. Ancak bu ibadetlerin toplumun ayakta kalması için gerekli olan ortak değerlerden olduğunu dikkate alarak, bu iddiayı değerlendirdiğimizde, bu iddiaların altında şeytani bir planın yattığını anlamak güç olmayacaktır. Bir toplumu yıkmanın yollarından birisi, o toplumu ayakta tutan değerlerin o toplum tarafından mehcur bırakılması, veya içinin boşaltılarak anlamsız bir hale getirmek olduğunu dikkate aldığımızda, bizi ayakta tutan her değerin mehcur bırakılması için yapılan çalışmaların ve üretilen düşüncelerin, samimi düşünceler olmadığını anlamak mümkündür.

Bu düşüncelerin Kur'an Merkezli İslam söylemi adı altında üretilmesi bizleri yanıltmamalı, bu gibi düşünceleri üreten insanların Çağdaş Samiriler  olduğu unutulmamalıdır. Allah'a karşı yapılan ibadetleri sadece onunla kulu arasındaki mistik bir ilişki olarak görmeyerek, bu ibadetlerin sosyal boyutları olduğunu düşünmek sureti ile bu ibadetlere karşı bir bakış açısı geliştirmek, bu ibadetlerin tapınak ibadeti olmaktan çıkmasına, insan ilişkileri ile direk bağının kurulmasına, ve toplumun ayakta kalması için gerekli olan ortak değerler olarak görülmesine sebep olacaktır.

Hac konusunda yapılan bir ve hatalı olduğunu bir düşünce de şu dur; Hac sırasında Mekke'de meydana gelen izdiham ve bu izdihamın sebep olduğu ölüm olayları gündeme gelmekte, Haccın bilinen aylarda olduğu ayetine dayanılarak, bu ibadetin belirli aylara yayılmasının bu izdihamı önleyeceği iddia edilmektedir.

Hac organizasyonununda yapılan bir takım hatalar yüzünden izdiham olması, ve bu izdihamda ölüm olaylarının meydana gelmesi, üzüntü verici bir durumdur. Ancak bu durumun önlenmesi için Hac ibadetinin başka aylara yayılmasının düşünülmesi, bu ibadetin ruhuna aykırı düşecektir. Hac ibadetinin Müslümanların yıllık kongreleri ve bu zaman içinde bütün Müslümanların bir araya gelerek bazı sorunlarını tartışmaları ve bu sorunlara  çözüm üretmeye çalışmalarının Hac ibadetinin önemli bir boyutu olduğunu dikkate aldığımızda, (bu ibadet her ne kadar şimdi böyle bir şuur içinde yapılmıyor olsa da) bu ibadetten hasıl olması gereken bazı neticelerin alınmasına engel teşkil edecektir. 

Allah (c.c) nin bizler için beğendiği dinin en bariz özelliği sadece onu ilah ve rab edinmek temeline kurulu, insanların tamamının Kul statüsüne tabi olduğunun şuuru içinde yapılmaya çalışılan Hac ibadeti, Müslümanları küfre, zulme, tuğyana karşı ayağa kaldıracak en önemli organizasyondur.

Sonuç olarak; Hac, bir toplumun ayakta kalmasına vesile olan ortak değerlerden bir tanesidir. Bu ibadetin belirli zaman ve mekanda yapılması, toplumun ayakta kalması için zaruri ihtiyaçlardan olan birlik ve beraberliğin yeniden hatırlanması için önemli katkılar sağlamaktadır. 

Bu ibadetin zaman içinde içinin boşaltılarak kuru ritüeller manzumesine dönüştürülmüş olması, bu ibadetin Kur'an'i anlamda yeniden anlaşılması ve bütün Müslümanların bu ibadetin aslına uygun bir şekilde yapması gerektiği yönünden yeniden gözden geçirilmesini gerekli kılmaktadır. Allah (c.c) nin biz kullarına emretmiş olduğu ibadetler, mistik ritüeller olarak görmekten çıkarılarak, toplumun birbiri ile kenetlenmesine vesile olan ortak değerler olarak görülmeye başlandığı zaman, bu ibadetler gerçek anlamını bulmaya başlayacaktır. 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 


11 Nisan 2017 Salı

Meryem s. 28. Ayeti: Meryem Harun (a.s) ın Kız Kardeşi midir?

Meryem s. 16. ve 34. ayetleri arasında Meryem oğlu İsa nın kıssası anlatılırken, 28. ayette Meryem'e kavmi tarafından "Ey Harun'un kız kardeşi! Senin baban kötü bir insan değildi; annen de iffetsiz değildi" söylenen söz içinde geçen Harun'un kim olduğu konusunda bazı sorular sorulmakta, ismi geçen bu kişinin Musa (a.s) ın kardeşi Harun veya başka bir Harun'mu olup olmadığı yönünde cevaplar aranmaktadır. 

Buradaki müşkilat, eğer bahsedilen kişi Harun (a.s) ise, Meryem ile aralarında yüzlerce senelik bir zaman aralığı olmasına karşın, neden Meryem'e Ey Harun'un kız kardeşi  şeklinde bir hitapta bulunulduğu, eğer ismi geçen kişi  Harun (a.s) değil ise bu Harun'un kim olduğu noktasındadır.

Bu konu, ayet içinde geçen Uhte (Kız kardeş) kelimesinin ne anlama geldiğinin anlaşıldığında kolayca anlaşılacaktır. Çünkü bu kelime ayetin anlaşılmasında anahtar bir rol üstlenmektedir.

Ehavu; Kişinin aynı anne babadan, veya sadece birinden doğması yönüyle, ya da aynı kadından süt emmek ile oluşan durum anlamındadır. Kabile, Din, Sanat, muamele, alışveriş, sevgi veya bunların dışındaki ilişkilerde başkası ile ortaklık kuran herkes ile ilgili kullanılan bir kelimedir.

Bu kelime Kur'an içinde hakiki anlamı olan aynı anne babadan doğmak, inanç veya kavim itibarı ile aynı durumda olmak şeklindeki mecaz anlamında kullanılmaktadır. Kelime mecazi olarak, kişilerin durumlarının aynileştirilmesi anlamında kullanılmaktadır.

[007.111] Onu (Musa) ve kardeşini (Harun): eğle, ve şehirlere toplayıcılar yolla
[012.069]  Yusuf'un yanına girdiklerinde, kardeşini bağrına bastı ve: «Ben senin kardeşinim, onların yaptıklarına artık üzülme» dedi.
[019.053] Ona rahmetimizden kardeşi Harun'u da bir nebi olarak armağan ettik.
[020.040]  Hani, kız kardeşin gidip «Ona bakacak birini size bulayım mı?» diyordu. Böylece seni, gözü gönlü mutluluk dolsun ve üzülmesin diye annene geri verdik. Ve sen, birini öldürdün de seni endişeden kurtardık. Seni iyiden iyiye denemeden geçirdik. Bunun için yıllarca Medyen halkı arasında kaldın. Sonra takdire göre (bu makama) geldin ey Musa!

Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri, bu kelimenin hakiki anlamındaki kullanılışına örnektir.

046.021]  Âd'ın kardeşini hatırla; onun önünden ve ardından nice uyarıcı-korkutucular gelip geçmişti; hani o, Ahkaf'taki kavmini: «Allah'tan başkasına kulluk etmeyin, gerçekten ben, sizin için büyük bir günün azabından korkmaktayım» diye uyarıp-korkutmuştu.
[007.073] Semud kavmine de kardeşleri Salih'i peygamber olarak gönderdik. Salih onlara dedi ki, 'Ey soydaşlarım, Allah'a kulluk ediniz, O'ndan başka bir ilâhımız yoktur. Rabbinizden size bir belge geldi. Şu Allah'ın dişi devesi size bir delildir. Bırakın onu, Allah'ın çayırında otlasın, sakın ona bir kötülük etmeyin, yoksa acı bir azaba çarptırılırsınız.
[007.085] Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı. Dedi ki: Ey kavmim; Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka hiç bir ilahınız yoktur. Rabbınızdan size apaçık bir burhan gelmiştir. O halde ölçüyü ve tartıyı doğru tutun. İnsanların eşyasını eksik vermeyin. Ve o, ıslah olduktan sonra yeryüzünde fesad çıkarmayın. Bunlar, sizin için hayırlıdır, eğer mü'minlerden iseniz.
[026.106]  Kardeşleri Nuh onlara şöyle demişti: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız?
[049.010]  Şüphesiz müminler birbiri ile kardeştirler; öyle ise dargın olan kardeşlerinizin arasını düzeltin; Allah'tan sakının ki size acısın.
[017.027]  Saçıp savuranlar, şüphesiz şeytanlarla kardeş olmuş olurlar; şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.
[050.013] Âd, Firavun, Lût'un kardeşleri de (yalanladılar).
[015.047] Biz onların gönüllerinde olan kini çıkardık, artık onlar sedirler üzerinde karşılıklı oturan kardeşlerdir.
[002.220] Sana yetimleri sorarlar, de ki: «Onların işlerini düzeltmek hayırlıdır». Eğer onlarla bir arada yaşarsanız, artık onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah düzeltenden bozanı ayırdetmesini bilir. Allah dileseydi sizi zora sokardı. Allah şüphesiz güçlüdür, Hakim'dir.
[007.202]  (Şeytan'ın) Kardeşleri ise, onları sapıklığa sürüklerler, sonra peşlerini bırakmazlar.

Yukarıdaki ayet mealleri, bu kelimenin mecaz anlamda bazı durumlarda aynı durumda olmak anlamındaki kullanımlarıdır.

Aşağıda vereceğimiz 2 ayet meali ise, bu konunun daha net olarak anlaşılması noktasında yardımcı olacaktır. 

[007.038]  Girin bakalım cinlerden ve insanlardan sizden önce geçen milletlerin arasında ateşe! der. Her millet girdikçe, kendilerine uyup sapıklığa düştüğü hemşiresine (dindaşına) (UHTEHA) lanet eder. Sonunda hepsi orada birbirlerine ulanırlar. Sonrakileri, öndekileri göstererek: «Ey Rabbimiz, işte şunlar bizi yoldan çıkardılar; onun için onlara ateşten iki katlı azap ver!» derler. Allah: «Her birinize iki katlı, fakat bilmiyorsunuz.» der.

[043.048]  Biz onlara biri ötekinden (UHTEHA) daha büyük olmayan hiç bir ayet göstermedik. Belki dönerler diye, biz onları azabla yakalayıverdik.

Araf s. 38. ayetinde geçen kelime, cehenneme girmeyi hak eden ameller işlemek noktasında aynı durumda olmanın getirdiği bir ortak durumdan yani kardeşlikten bahsetmektedir.

Zuhruf s. 48. ayetinde geçen kelime ise, Firavun kavmine gönderilen ve Araf s. 133. ayetinde anlatılan ayetlerin, Firavun kavminin imana gelmesi için gönderildiğini, yani Firavun kavmine verilen bütün ayetlerin ortak bir yönü olduğunu bildirerek, bu ortaklık kız kardeş kelimesi ile ifade edilmektedir.

Her iki ayete dikkat edilecek olursa, UHTEHA kelimesi kişilerin aynı durumda oldukları anlamında kullanılmakta, kelimenin bu kullanımı Meryem s. 28. ayetinde kullanımı anlamada yol gösterici bir konumdadır.

Araf s. 38, Zuhruf s. 48. ayetlerinden geçen Uhteha kelimelerinin anlamlarını dikkate alarak, Meryem s. 28. ayetini okuduğumuzda, Harun'un Meryem'in aynı anne ve babadan doğma kardeşi olduğu değil, Meryem'in ailesinin peygamber ahlakına sahip bir aile olduğu vurgulanmakta, ve bu vurgu İsrailoğullarına mensup bir elçi olan Harun (a.s) ın ismi verilerek yapılmaktadır. Burada Harun (a.s) üzerinden haya ve iffet örneği verilmekte, Meryem'de böyle bir ailenin ferdi olmasına rağmen, onun hayasızlık yaptığı iddiası dile getirilmektedir.

Burada yapılan asıl hata, kucağında bir çocuk ile gelen haya ve iffet örneği olan bir ailenin ferdi olan Meryem'e bu çocuğun kaynağı sorulmadan, ona hayasızlık ve iffetsizlik iftirası atılmış olmasıdır. Halbuki Meryem'in kavminin bu noktada yapması gereken şey, Nur suresinde Aişe validemize atılan iftira ile ilgili ayette buyurulduğu gibi , hüsnü zan ile yani iyi niyet ile davranmak O ASLA BÖYLE BİR ŞEY YAPMAZ demek gerektiğidir.

Sonuç olarak; Kur'an içinde kullanılan bazı kelimeler, Hakiki anlam- Mecaz Anlam olarak bildiğimiz yapıya sahiptirler. Bir kelimenin hangi anlama sahip olduğu, o kelimenin kullanıldığı, cümle, ayet, sure ve Kur'an bütünlüğü dikkate alındığında daha doğru anlaşılabilir. 

Bir kelimenin mecaz anlamda kullanılışına örnek olarak verebileceğimiz bir ayet olan Meryem s. 28. ayetinde geçen Uhte (Kız kardeş) kelimesi hakiki anlamda değil, mecaz anlamda kullanılmaktadır. Araf s. 38. ve Zuhruf s. 48. ayetlerinde geçen aynı kelimenin anlamı dikkate alınarak, Meryem s. 28. ayeti anlaşılmaya çalışıldığında, Meryem ile Harun (a.s) ın aralarında yüzlerce yıl olmasına karşın neden kız kardeşi olarak hitap edildiği anlaşılacaktır. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

10 Nisan 2017 Pazartesi

Maide s. 12-13. Ayetleri: Allah Nasıl Kullarının Yanında Olur? Onları Nasıl Terk Eder?

Kur'an'ın İsrailoğulları ile ilgili yaptığı anlatımlar, Allah (c.c) nin arz üzerine koyduğu Sünnetullah olarak bildiğimiz toplumlar yasaların, bu kavmin Kur'an içinde anlatılan pratikleri üzerinden nasıl işlediğinin anlaşılması olarak olarak okunduğu zaman, bu kavim ile ilgili ayetler sadece belirli bir zamanda yaşayan bir kavme has ayetler olmaktan çıkarak, kıyamete kadar bütün topluluklara mesajları olan ayetlere dönüşecektir.

Maide s. 12. ve 13. ayetlerini okuduğumuz zaman, İsrailoğullarından alınan bir söz ve onların verdikleri sözlerini bozmalarından bahsedilmektedir. Onlardan alınan bu söz, sadece onlardan değil, kitaba ve elçiye iman ettiğini iddia eden herkesten alınan bir söz, ve bu bozulduğu zaman ortaya çıkacak durum ise, evrensel bir yasa olarak tüm zamanlarda ve tüm topluluklar için geçerlidir.

[005.012]  And olsun ki, Allah, İsrailoğullarından söz almıştı. Onlardan oniki reis seçtik. Allah: «Ben şüphesiz sizinleyim,salatı ikame ederseniz, zekat verirseniz, resullerime inanır ve onlara yardım ederseniz, Allah uğrunda güzel bir borç verirseniz, and olsun ki kötülüklerinizi örterim. And olsun ki, sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyarım. Bundan sonra sizden kim inkar ederse şüphesiz doğru yoldan sapmış olur» dedi.

[005.013]  Sözlerini bozmalarından ötürü onlara la'net ettik, kalblerini de katılaştırdık. Onlar, kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar. Kendilerine öğretilenlerin bir kısmını unuttular. İçlerinden pek azı müstesna daima hainliklerini görürsün. Sen; onları affet ve geç. Muhakkak Allah; ihsan edenleri sever.

Maide s. 12. ayetinde Allah (c.c) nin İsrailoğullarının yanında olmasını bazı şartlara bağladığını görmekteyiz.

1- Salatı ikamet etmek.
2- Zekatı vermek.
3-Resullere inanmak ve onlara yardım etmek.
4- Allah'a güzel borç vermek (Karzen Hasenen)

Kur'an'ın geneline bakıldığında, bu emirlerin sadece İsrailoğullarına has olmadığı, bu emirler ile biz Müslümanların da muhatap olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Bu emirler, gereğince yerine getirildiği takdirde, bizlere dünya ve ahirette bir takım vaatlerin verildiğini görmekteyiz. Bu emirlerin yerine getirilmediği takdirde, doğru yoldan sapılmış olacağı, doğru yoldan sapan bir topluluğun ise dünya ve ahirette sıkıntılı bir hayat geçireceği bildirilmektedir.

Müslümanlar olarak yaşadığımız sıkıntılı hayatın en temel sebebi, Allah (c.c) nin biz kullarına vermiş olduğu emirlerin, yaşam içinde yerine getirilmemesi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. İsrailoğullarının Kur'an içinde anlatılan tarihine bakıldığında, yaşadıkları inişli ve çıkışlı hayatın sebebinin, kendilerine verilen emirleri yerine getirdikleri ve getirmedikleri zaman aldıkları karşılıklar olduğu görülecektir.

Kur'an'ın temel kavramlarından olan Salat'ın  anlam alanının daraltılması sonucunda sadece namaza indirgenmesi, namaz ibadetinin ise sadece tapınaklarda icra edilen bir ritüele dönüşerek, Müslüman hayatının sadece bir kaç dakikalık zamanı içinde yer bularak diğer zamanlarda yer bulmaması, başta gelen sorunlardandır. Halbuki bu kavram, namazı da içine alan daha geniş bir anlam alanına sahip olup, hayatın her anını ve alanını ilgilendirmektedir.

Müslümanlar olarak Din kavramını sadece kulun hayatının belirli zamanlarında ve belirli yerlerde yaptığı bir takım ritüel ibadetler olarak görmüş olmamız, yaptığımız en büyük hatalardandır. Halbuki bu kavram, kulun bütün yaşamını ilgilendiren bir kavram olarak görüldüğü ve anlaşıldığı zaman, Allah (c.c) nin bizler için seçip beğendiği, ve sadece ondan razı olacağını beyan ettiği İslam Dini'nin  ne demek olduğu, bizler için hayat içinde ne anlama gelmesi gerektiği anlaşılacaktır. 

Allah (c.c) nin bütün elçileri aracılığı ile gönderdiği hayat sisteminin adının İslam Dini  olduğunu dikkate aldığımız zaman, İsrailoğullarının başlarına gelen sıkıntıların kaynadığında kendileri için seçilmiş ve beğenilmiş olan İslam'ı terk ederek, beşeri kaynaklı sistemleri hayatlarına geçirmiş olmalarını gösterebiliriz. Maide s. 13. ayeti, İsrailoğullarının kendilerini İslam'dan nasıl soyutladıkları anlatılmakta, aynı soyutlama yönteminin biz Müslümanlar tarafından da uygulandığını görmekteyiz.

Maide s. 13. ayeti içinde, İsrailoğulları tarafından yapılan "Onlar, kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar" şeklinde ifade edilen bir eylemden bahsedilmekte, bu eylemin ne olduğu, nasıl gerçekleştiği ve biz Müslümanların kelimeleri yerlerinden oynatmasını yaşamları içinde nasıl gerçekleştirdikleri üzerinde durmak istiyoruz. 

Tevrat'ın tahrifinin nasıl gerçekleştiği konusu, Müslüman alimler tarafından tartışılan bir konudur. Bu tahrifin metin olarak mı yoksa anlam olarak mı olduğu konusunda farklı görüşler mevcuttur. Şu bir gerçektir ki Allah'ın kitaplarının anlam olarak tahrifi geçmişte nasıl yaşanmış ise, halen aynı tahrif işlemi Kur'an içinde geçerlidir. Kur'an metin olarak tahrife uğramamış olsa da, onun anlam olarak tahrifi yapılarak, Kitaba değil kitabına uydurmak dediğimiz cinsten yapılan çalışmalar sonucunda, din adına bir sürü asılsız iddialar ortaya atılmaktadır. 

Bazı Müslümanların dünyevileşmenin getirdiği yaşam tarzına ayak uydurmaya çalışmaları, onların bu seküler yaşamlarını İslami bir yaşam gibi göstermek ihtiyacını doğurmuştur. Örneğin; Lüks tüketime ayak uydurmak için gerekli olan maddi ihtiyaçlarını banka kredisi ile karşılamak isteyenler, faiz vermenin haram olmadığını, veya bankalardan alınan kredilerin faiz olmadığını Kur'an ayetlerini delil olarak öne sürmek sureti ile, yaptıkları hatalardan çıkış yolu aramakta, yoğun iş yaşamı arasında namaza vakit bulamayanlar ise, bazı kimselerin ortaya attığı Kur'an'da namaz olmadığı iddiasına can simidi gibi yapışmakta, vicdanlarını bu şekilde rahatlatma yoluna gitmektedirler. 

Allah'ın kitabına karşı yapılan Kelimelerin yerinden oynatılması işleminin biz Müslümanlar tarafındaki yansıması, kitaba uymak yerine, kitabı kendisine uydurmak sureti ile yapılmakta, böylelikle insanlar, kitaba uyduklarını zannederek kitapsız bir hayata entegre olmaktadırlar. Kısacası, İslami kuralları yine İslami bir kılıf giydirmek sureti ile çiğnemeye çalışan Müslüman tipolojisi, son yıllarda dikkatleri çekmeye başlamıştır.

Allah'ın kitabından kopuk yaşamanın dünya hayatında elbette bir bedeli olacak ve bu bedel farkında olmasak dahi biz Müslümanlar tarafından şu anda ödenmektedir. Lüks hayata ayak uydurmak için gerekli olan maddi ihtiyacı bankalardan faizli krediler ile karşılamak durumunda olan bir çok kişinin bu borcu ödemekte zorlanması, kredi kartı kullanmak sureti ile hayatı borç ödemek ile geçen insanların yaşadıkları trajediler, Allah'ın kitabından uzak bir yaşam sürmenin dünya hayatındaki bir bedeli olup, bu hayatın ahiret bedeli daha korkunçtur.

Allah'ın kitabından uzak bir yaşam sürmenin dünya hayatındaki bedelinin ne olduğunu görmek için, İnsanlığın şu anda içinde bulunduğu, sosyal, siyasal, ekonomik, ahlaki çöküşünün boyutlarını görmek yeterli olacaktır. İnsanlığın şu anda içinde bulunduğu durum, Allah'ı terk eden bir yaşam olmasından dolayı, Allah'ta kendisini unutanları terk etmiş, onları şeytanları ile baş başa bırakmıştır.

Maide s. 12. ayetinde Allah (c.c) nin kullarının yanında olması için koyduğu şartlar olan ZEKAT ve KARZI HASEN (Güzel borç) kavramlarının toplum hayatındaki rolleri ve bu kurumların ortadan kalktığı zaman, meydana gelecek olan durumu özetleyecek olursak şunları söyleyebiliriz;

Zekat; Temizlenmek anlamında bir kelime olup, bu kelime nefsin ve malın temizlenmesi anlamında Kur'an içinde geçmektedir. Malın temizlenmesi demek, kişinin elinde olan malda başkalarının da hakkı olması demek ve bu hakkı gerekli yerlere teslim etmek demektir. Eğer bu hak, hak sahiplerine teslim edilmeyecek olduğunda, zengin ile fakir arasındaki makas açılacak ve toplumsal bir kargaşa meydana gelecektir.

Karzı Hasen; Güzel Borç anlamında bir deyim olup, bu deyimi Allah (c.c) tarafından haram kılınan Faiz ile alakasını kurarak anlamaya çalıştığımız zaman, anlamı daha net bir şekilde ortaya çıkacaktır.

Nisa s. 160 ve 161. ayetlerde, Allah (c.c) Yahudilerin yasaklandıkları halde faiz aldıklarından ve bu yanlışları sonucunda onlara bazı yaptırımlar getirildiğinden bahsetmektedir. İnsanların birbirleri ile her konuda olduğu gibi, maddi konularda da yardımlaşma içine girmeleri, toplumun ayakta kalması için önemli bir etkendir. Toplum bireylerinin birbirlerine sadece menfaatleri için yanaşmaları, menfaatleri olmadığında birbirlerine selam dahi vermemeleri, o toplumun geleceğini olumsuz yönde etkileyecektir.

Maddi ihtiyaç içine düşen bir kimseye, ihtiyacını karşılaması için ödünç para vermek insani ve erdemli bir davranıştır. Bu tür erdemli davranışların toplum içinde yok olması, maddi ihtiyaç içine düşen insanların ihtiyaçlarını karşılamak için faiz karşılığında ödünç para veren kişi ve kurumların kucağına itilmesi anlamına gelecektir. 

İhtiyacı olana Karzı Hasen  (Güzel Borç) vermek, yani ona verilen borcun karşılığını o kişiden maddi bir fazlalık olarak beklemek yerine, onun karşılığını Allah (c.c) den beklemek, toplumun selameti için önemli bir davranıştır. Karzı Hasen deyiminin önemini, faiz batağının toplumda sebep olduğu maddi ve manevi yıkımları dikkate alarak düşündüğümüzde, bu deyimin önemi daha kolay anlaşılacaktır. Karşılık ve fazlalık istemeden verilen Güzel Borç  deyiminin zıttı ise, Çirkin Borç deyimidir. Bu deyim yapılan bir iyiliğe karşı beklenti içinde olmak ve yapılan iyilikten maddi bir fazlalık yani faiz beklemek anlamındadır.

Sonuç olarak; Allah'a inanan her kişi ve toplum, onun her şeye gücünün yettiğini bildiği için, onun yanında olmasını, onun gücüne güç katmasını, onu her alanda galip getirmesini ister. Ancak Allah (c.c) kullarının yanında olmasını belirli şartlara bağlayarak bu şartlar yerine getirilmeden onların yanında olmayacağını bildirmektedir.

Kur'an'ın İsrailoğulları ile ilgili anlatımları, Allah (c.c) nin kullarının yanında ne zaman olacağını ve olmayacağını pratik uygulamalar üzerinden öğrenmek ve ibret almak bakımından okunduğunda, o topluluk ile ilgili ayetler Sünnetullah olarak bildiğimiz toplumsal yasaların önceki toplumlar üzerinde nasıl işlediğinin gösterilmesi açısından hayati önem arz ettiği anlaşılacaktır.

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

6 Nisan 2017 Perşembe

Nisa s. 135. Ayetinin Mealleri Üzerine Bir Mülahaza

Nisa s. 135. ayetinde, Rabbimiz bizlere şöyle buyurmaktadır.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُونُواْ قَوَّامِينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَاء لِلّهِ وَلَوْ عَلَى أَنفُسِكُمْ أَوِ الْوَالِدَيْنِ وَالأَقْرَبِينَ إِن يَكُنْ غَنِيًّا أَوْ فَقَيرًا فَاللّهُ أَوْلَى بِهِمَا فَلاَ تَتَّبِعُواْ الْهَوَى أَن تَعْدِلُواْ وَإِن تَلْوُواْ أَوْ تُعْرِضُواْ فَإِنَّ اللّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا

Bu ayetin Türkçe Kur'an meallerinde yapılan çevirileri genellikle şu şekildedir.

Ey İnananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhlerine de olsa, Allah için şahit olarak adaleti gözetin; ister zengin, ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer eğriltirseniz veya yüz çevirirseniz bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır.

Ayetin yukarıda verdiğimiz mealinde altı çizilen olan cümlenin, metnin anlamının meale yansıtılmasında problem arz ettiğini düşünmekteyiz. Arapça metindeki Evla kelimesinin Daha yakın anlamı verilerek çevrilmesinin, çevirilerdeki problemi oluşturduğunu düşünmekteyiz.

Evla; sözlükte daha uygun, münasip, ehil, layık anlamındadır.

Evla kelimesinin geçtiği diğer ayetlere baktığımızda bu kelimeye Daha layık - Daha uygun- Daha münasip-öncelikli şeklinde mealler verildiğini görmekteyiz. 

[008.075]  Bundan sonra iman edip hicret edenler ve sizinle birlikte cihad edenler, işte onlar da sizdendir. Akrabalar (mirasta) Allah'ın Kitabına göre, birbirlerine (mirasta) önceliklidir(evla). Doğrusu Allah her şeyi bilendir.

[019.070] Sonra biz ona (cehenneme) girmeye kimlerin en çok uygun (evla) olduğunu daha iyi bilmekteyiz.

[033.006]  Peygamber, müminlere kendi nefislerinden önce gelir(evla). O'nun hanımları da onların analarıdır. Akraba da Allah'ın kitabında birbirlerine, diğer müminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar. Ancak dostlarınıza bir maruf (uygun bir vasiyet) yapmanız müstesnâdır. Bu, kitapta yazılıdır.

Evla kelimesine verilen Daha yakın şeklinde bir anlam, ayetin mesajını yansıtma noktasında eksiklik arz ettiğinden dolayı, bu kelimeye Öncelikli şeklinde bir anlamın verilmesi, hem kelimenin sahip olduğu anlamın meale yansıtılması, hem de ayetin daha kolay anlaşılması için uygun olacaktır.

Ayetin mesajını kısaca özetleyecek olursak; Rabbimiz bu ayette bizlere şahitliği doğru yapmak noktasında emirler vermektedir. Hakkında şahitlik yaptığımız kimseler bizim anne ve babamız, yakınlarımız, zengin veya fakir olsa dahi, yani zenginlere karşı duyulan bazı çekincelerin, veya fakire karşı duyulan merhametin bile, bizi hakkı söylemekten geri bırakmaması, Allah'ın bu konudaki emirlerinin dikkate alınarak hareket edilmesi gerektiği emredilmektedir.

Fallahu evla bihima cümlesine verilmesi gereken anlam, ayet içinde anne baba, akraba, zengin, fakir olarak sayılan guruplara değil Allah'a öncelik tanınması, Allah'ın emrinin yerine getirilmesinin daha uygun olması, Allah'ın bu konudaki emrinin dikkate alınarak önceliğin bu emre verilmesi şeklinde olması gerektiğini düşünmekteyiz.

Tetkik etme imkanı bulduğumuz Türkçe Kur'an mealleri içinde Elmalılı Hamdi Yazır'ın bu ayete daha uygun ve anlaşılır bir meal verdiğini görmekteyiz. 

Elmalılı Hamdi Yazır :
Ey o bütün iyman edenler! Hakkaniyyetle durub adaleti yerine getirmeğe uğraşır hâkimler, Allah için şahidler olunuz, gerekse nefislerinizin, veya ebeveyninizin veya en yakınlarınızın aleyhine olsun, gerek zengin ve gerek fakır bulunsun, çünkü Allah ikisinden de akdemdir, onun için haktan udul edib de nefsin arzusuna tabi' olmayın ve eğer dilinizi eğer veya çekinirseniz şüphe yok ki Allah her ne yaparsanız habîr bulunur

Elmalılı ayet içindeki Evla kelimesine Akdem şeklinde bir anlam vermek sureti ile daha uygun bir anlam vermiştir. Akdem kelimesi , Daha önce, daha mühim, daha öncelikli anlamlarına gelmektedir. 

Onun mealinin internet ortamında bulunan sadeleştirilmişlerinin bir tanesi, onun verdiği anlamı sadeleştirmeye yansıtırken, bir diğeri ise maalesef yansıtamamıştır.

Elmalılı (sadeleştirilmiş) :
Ey iman edenler, hak ölçülerle hareket edip adaleti yerine getirmeye uğraşan hakimler, Allah için şahitlik yapan kişiler olunuz. Gerek kendileriniz veya ana-babanız yahut en yakınlarınız aleyhine olsun; gerek zengin, gerek fakir olsun. Çünkü Allah, ikisinden de önceliklidir. Bundan dolayı adaletten uzaklaşıp da nefsinize uymayın. Şahitlik yaparken dilinizi eğer, bükerseniz veya çekinirseniz, şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.

Elmalılı (sadeleştirilmiş - 2) :
Ey iman edenler! Adaleti ayakta tutan ve kendiniz, ana - babanız ve yakın akrabanız aleyhine de olsa, yalnız Allah için şahitlik eden kimseler olunuz. Zira zengin de olsa, fakir de olsa, Allah ikisine de (sizden) daha yakındır. Nefsinizin arzusuna uyarak adaletten uzaklaşmayın. Eğer (şahitlik ederken) dilinizi eğer, bükerseniz veya çekinirseniz, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

Sonuç olarak; Türkçe Kur'an meallerinde sıkça rastladığımız bir durum olan, bazı meal yapıcılarının ayet bütünlüğünü meale tam yansıtamama durumu, Nisa s. 135. ayetinde geçen, Evla kelimesinde de göze çarpmaktadır. Bu kelimeye çoğunluk meallerde verilen Daha yakın anlamı yerine, hem kelimenin anlamına hem de ayetin mesajına daha uygun olan Öncelikli veya bu anlamı çağrıştıran anlamlar verilerek meal yapıldığında, bu ayet meal okuyucuları tarafından daha kolay anlaşılacaktır.

                                          EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.