29 Temmuz 2017 Cumartesi

Zümer s. 43. Ayeti: Allah'ın Aşağısından Olanları Şefaatçi Edinen Müslümanlar

Ön yargısız olarak okunduğu takdirde müşriklerin Allah'tan gelen herhangi bir delil olmadan kendi yanlarından ürettikleri bir inanç olduğu kolaylıkla anlaşılabilecek olan şefaat inancı, biz Müslümanlar tarafından sahiplenerek İslam inancı haline getirilmiş, Kur'an'da bu inancı kabul edenler Kafir, Müşrik olarak görülürken, zaman içinde bu inancı ret edenler Kafir, Müşrik olmakla suçlanmaya başlanmıştır.

Dünkü Mekke müşrikleri ile bugünkü birçok Müslümanı şefaat konusunda ayıran tek şey, Mekke'li müşriklerin şefaati taştan tahtadan yapılmış putlardan beklemesi, Müslümanların ise etten kemikten bir beşer olan ölü veya diri kimselerden beklemesidir. Bundan önceki bir çok yazımızda, Kur'an içindeki şefaat konulu ayetleri ele alarak, bu konuyu anlamaya çalışmıştık, bu yazımızın konusu Zümer s. 43. ayeti çerçevesinde şefaat inancını ele almak olacaktır.

أَمِ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللَّهِ شُفَعَاءَ ۚ قُلْ أَوَلَوْ كَانُوا لَا يَمْلِكُونَ شَيْئًا وَلَا يَعْقِلُونَ

Yoksa Allah'ın aşağısından olan şefaatçiler mi edindiler? De ki: hiç bir şey'e güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi?.

[039.044] De ki: «Şefaatin tümü Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra da O'na döndürüleceksiniz.»

Ayet, Allah (c.c) dışında şefaatçi edinmiş olanlara bir soru sormakta, ve bu soru aynı zamanda şefaatçi olmak için gerekli olan kriterleri bildirmektedir. Şefaat, biz Müslümanların Allah tasavvurunun oluşmasında rol oynayan en önemli konulardan bir tanesidir. Allah tasavvuru Kur'an tarafından onay almayan bir inancın, dünya hayatında ve hesap gününde Müslümanlara fayda getirmeyeceği asla hatırdan çıkarılmamalıdır. 

Ayrıca bu inanç, bazı insanları Allah'a ortak olarak görmeyi beraberinde getirmesi açısından büyük bir tehlike arz etmektedir. Kendilerinde böyle bir yetki olduğunu zanneden bazı kimseler, insanlar üzerinde  maddi ve manevi baskı oluşturmak sureti ile onları sömürme yolunu şefaat inancı ile açmış, bunlara inanan birçok Müslüman ise şefaat beklentisi içinde bu kimselerin kapılarında kul köle olmaktadırlar.

[013.016] De ki: Göklerin ve yerin Rabbı kimdir? Allah'tır de. Yoksa O'nun aşağısından olan kendilerine bir fayda ve zararı olmayan veliler mi edindiniz? de. De ki: Hiç körle gören bir olur mu? Yahut karanlık ile aydınlık bir midir? Yoksa, Allah gibi yaratması olan ortaklar buldular da yaratmaları birbirine mi benzettiler? De ki: Her şeyi yaratan, Allah'tır. Ve O; Vahid ve Kahhar'dır.

[017.056] De ki: «Allah'tan başka, ilâh olduğunu sandığınız şeyleri çağırın, size yardım etsinler. Onlar, ne sizden sıkıntıyı kaldırabilirler, ne de değiştirebilirler.

[025.003]  O'nun aşağısından olan, bir şey yaratmayan; üstelik kendileri yaratılmış olan ve kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda vermeyen, öldürmeye, diriltmeye ve ölümden sonra tekrar canlandırmaya gücü yetmeyen bir takım ilahlar edindiler.

[029.017] Siz Allah'ın aşağısından olan birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na döndürüleceksiniz.

[034.022] De ki: Allah'tan aşağısından olan, taptıklarınızı çağıran. Onlar ne göklerde, ne de yerde zerre kadar bir şeye sahib değildirler. Ve onların bu ikisinde ortaklığı da yoktur. O'nun bunlardan hiçbir yardımcısı da yoktur.

[035.013] Allah, geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar; belirli bir süre içinde hareket eden güneş ve ayı buyruk altına almıştır. İşte bu, Rabbiniz olan Allah'tır, hükümranlık O'nundur. O'nun aşağısından olan taptıklarınız, bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir.

[078.037] O Göklerin ve Yerin ve bütün aralarındakilerin rabbı, Rahman, bir hıtaba malik olamazlar ondan

Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri, Allah (c.c) nin El Melik (her şeyin gerçek sahibi ve hükümdarı) isminin ne anlama geldiğini bizlere bildirmektedir. Bu ayetlerin delaleti ile Zümer s. 43. ayetini okuduğumuz zaman, şefaat yetkisine sahip olmak için  El Melik  isminin taşıdığı şartlara sahip olmak gerekmektedir. Zümer s. 43. ayeti, hiç bir şeye malik olmayan, kendileri yaratılmış olanların şefaat gücüne sahip olamayacaklarını bildirmektedir. Yani böyle bir güce sahip olmak için öncelikle İlah olmak gerekmektedir.

Şefaat inancına sahip olan hiç bir Müslüman elbette Allah'ın dışında başka bir ilahın var olduğunu, veya şefaat yetkisine sahip olduğunu düşündükleri insanların Allah (c.c) ile denk olduklarını dil ile alenen ifade etmez, aksine böyle bir şeyin mümkün olmadığını dahi iddia eder. Şefaat inancına sahip olan bu kimselerin kafalarını karıştıran nokta, şefaat ile ilgili bazı ayetlerde geçen Allah'ın izin verdiği kimseler şeklindeki cümlelerdir.

Şefaat konusu gündeme geldiğinde, bu inancı savunanlar tarafından, hemen bu guruptaki ayetler öne sürülerek, Allah izin verdiği kimselere şefaat etme hakkı tanıyacakmış şeklinde sözler edilmektedir. Fakat bu insanlar bu konuda kulaktan duyma veya ön yargılı olarak bilgi sahibi oldukları için, Allah (c.c) nin bir yerde ret ettiği inanç için, diğer bir yerde bazı kimselere şefaat etme izni vereceğini düşünmenin, Kur'an'a çelişki izafe etmek anlamına geleceğinin farkında dahi olmamaktadırlar.

Allah (c.c) dışında bazı kimselerin şefaat etme yetkisi olduğuna inanmak, Müslümanlar içinde ayrı bir ruhban sınıfının doğmasına sebep olan etkenlerden bir tanesidir. Hristiyan dünyasında bu sınıfın insanlar üzerinde uyguladığı baskı ve tahakkümün zulüm düzeyine vardığı, bu gurubun kendilerini yeryüzünde Allah'ın sözcüsü yerine koyarak, ellerinde insanları cennete veya cehenneme yollama yetkisi olduğu zannını yaymaları, onların büyük bir güce sahip olmalarını sağlamıştır.

Ruhban sınıfının insanlar üzerinde kurduğu baskı ve hegemonya, Hristiyan dünyasının geri kalmasına sebep olan en büyük etkenlerden birisidir. Hristiyan dünyası, üzerindeki ruhban baskısını Rönesans olarak bildiğimiz hareket ile yenmiş, bunun neticesinde kevni ayetleri okumaya başlayarak, dünya üzerinde ekonomik, sosyal ve askeri bakımdan büyük bir hakimiyet sağlamışlardır. Onların bu hakimiyeti elbette tek taraflı olup Allah'ın kevni ayetlerini kullanma klavuzu olan elçileri ile gönderdiği kitabi ayetleri okumamak sureti ile, ruhban baskısından daha büyük zulümlere imza atmış, halen de atmaktadırlar.

İslam dünyası şu anda Rönesans öncesi Hristiyan dünyasının içinde bulunduğu durumun bir benzerini yaşamaktadır. Hristiyan dünyasında papazların oynadığı rolü, İslam dünyasında Hoca, Şeyh, Gavs, Kutup v.s lakaplı insanlar oynamakta, bu insanların diğer insanlar üzerinde oluşturduğu din algısı büyük bir korku imparatorluğunun kurulmasına yol açmıştır. Kurdukları bu imparatorlukla insanları maddi ve manevi yönden sömüren bu insanlar, İslam dünyasının geri kalmasında baş rolü oynamaktadırlar.

Rönesans sonrası sanayi devrimini yaparak kevni ayetleri okumaya yönelen Hristiyan dünyasının yaptığı öldürücü silahlardan korunmak için biz Müslümanların okuduğu kitabi ayetler maalesef hiç bir tesir göstermemektedir. Bunun sebebi ise kevni ve kitabi ayetlerin birbirinden ayrılarak okunmasıdır. Hristiyan dünyası sadece kevni ayetleri okuyarak kullanma klavuzu olmaksızın elde ettikleri silahları İslam dünyası üzerinde kullanmakta, İslam dünyası ise sadece kullanma klavuzunu okuyarak, bu silahlara karşı koyacağını zannetmektedir.

İslam dünyasındaki ruhban sınıfı ise halen kıl tüy ile uğraşarak, bunlar üzerinden kendilerine rant devşirmeye çalışmakta, insanları cennete veya cehenneme gönderme yetkisine sahip oldukları zannını oluşturarak Müslümanlar üzerindeki baskısını devam ettirmektedir. 

Müslümanların Allah'ın aşağısında olanları şefaatçi olarak edinmiş olmaları onları şirk içine sokmakla birlikte, ruhban sınıfının eline büyük bir koz geçirerek onları sömürmesine sebep olmaktan başka hiç bir şey ifade etmediğinin anlaşılması, Müslümanların yeniden ayağa kalkmaları için elzemdir. Söylemek istediklerimiz bugün ruhban sınıfının uğraştığı konular, din adına ortaya koyduğu argümanlar, insanları neye  çağırdıkları dikkate alındığında daha net ve kolay anlaşılacaktır. 

Sonuç olarak; Şefaat yetkisine sahip olmak için ilah konumunda olmak gerektiği, Kur'an içinde açık ve net şekilde beyan edilmiş olmasına rağmen, Müslümanların kendileri gibi insanları şefaatçi olarak görmeleri, onları ilah konumuna getirmeleri anlamına gelmektedir. Ayrıca beşer cinsinden olan bir kimseye böyle bir yetki tanınması bu insanların diğer insanlar üzerinde baskı ve hegemonya oluşturarak onları maddi ve manevi yönden sömürmelerine zemin hazırlamaktadır. 

Bugün kerameti müritlerinden menkul din baronlarının etrafındaki yığınlara baktığımızda, onlardan ahirette şefaat beklentisi içinde olduklarını görebiliriz. Bu kimseleri şefaat yalanları ile aldatmalarına karşılık onların etinden, sütünden, yününden faydalanan bu sahtekarların yaşadıkları hayata ve kontrol ettikleri maddi servete bakıldığında soygunun boyutu daha kolay anlaşılacaktır.

İslam dünyasının geri kalmışlığında baş rolü oynayan bu güruhun tasfiye edilmesi, İslam dünyasının yeniden ayağa kalkması için şarttır. Aksi takdirde Rönesans öncesi Hristiyan dünyasının yaşadığı içler acısı durum İslam dünyasında yaşanmaya devam edecektir. 

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

27 Temmuz 2017 Perşembe

Abese Suresindeki Ama'ya Sırtını Dönen Kişi Kim?

Abese suresinin ilk ayetleri gelen ama'ya sırtını dönen ve yüzünü ekşiten bir kimseden bahsetmektedir. Tefsirlere baktığımızda bu kimsenin Muhammed (a.s) olduğu yönünde genel bir kanı bulunmaktadır. Fakat bu kanının aksine olarak ortaya sürülen bazı fikirlerde, bu kimsenin Muhammed (a.s) değil, Mekke müşriklerinden olan Velid Bin Muğire olduğu iddia edilmektedir. 

Ama'ya karşı yanlış davranış sergileyen kişinin Muhammed (a.s) olduğu yönündeki fikirlerin, konu ile ilgili ayetlerin rivayetler doğrultusunda okunmasından dolayı ortaya atıldığı iddia edilerek, bu kimsenin Muhammed (a.s) olmadığı söylenmektedir. Yazımızda konu ile ilgili ayetleri ele almaya çalışarak, sırtını dönen ve yüzünü ekşiten kişinin kim olabileceği üzerinde düşünmeye çalışacağız.

عَبَسَ وَتَوَلَّىٰ
[080.001]  Yüzünü ekşitti ve ardını döndü.

أَنْ جَاءَهُ الْأَعْمَىٰ
[080.002] Kendisine a'ma geldi diye.

Konuyu hiç rivayetlere getirmeden ve isimlere takılmadan, sadece ayetlerin bize gösterdiği yol üzerinden gitmeye çalışarak baktığımızda, 1. ve 2. ayetlerde yanına bir ama (kör) gelmesinden dolayı yüzünü ekşiten bir arkasını dönen bir kimseden bahsedilmektedir.

وَمَا يُدْرِيكَ لَعَلَّهُ يَزَّكَّىٰ
[080.003] Ne bileceksin sen belki o arınacak?

أَوْ يَذَّكَّرُ فَتَنْفَعَهُ الذِّكْرَىٰ
[080.004]  Yahut öğüt alacaktı da bu, kendisine fayda verecekti.
  
3. ve 4. ayetler muhatap alınan kişiye gelen ama'nın durumundan bahsetmektedir. Burada muhatap alınan kişinin kim olduğunu gelecek olan ayetlerden öğreneceğimiz için, direk olarak Burada bahsedilen kişi şu dur demiyoruz.

أَمَّا مَنِ اسْتَغْنَىٰ
[080.005] Fakat istiğnâ edene gelince

فَأَنْتَ لَهُ تَصَدَّىٰ
[080.006] İşte sen, onda 'yankı uyandırmaya çalışıyorsun.

وَمَا عَلَيْكَ أَلَّا يَزَّكَّىٰ
[080.007] Onun arınmamasından sana ne?

Burada sahneye 3. bir kişi daha çıkmaktadır. Sahneyi görselleştirecek olursak sahnede 1- Ama olan bir kişi, 2- İstiğna eden bir kişi, 3- Müstağni kişide yankı uyandırmaya çalışan X kişisi olmak üzere 3 kişi bulunmaktadır. 3. kişiye X kişisi dememiz, bu şıktaki kişinin kim olduğunun kendiliğinden ortaya çıkacağı içindir.

وَأَمَّا مَنْ جَاءَكَ يَسْعَىٰ
[080.008] Fakat o kimse ki, sana koşarak geldi.

وَهُوَ يَخْشَىٰ
[080.009] Ki o, korkar durumdadır.

فَأَنْتَ عَنْهُ تَلَهَّىٰ
[080.010]  sen ondan tegafül ediyor (ona ilgi göstermiyor) sun.

Bu ayetlerdeki muhatabın kim olduğunu düşündüğümüzde sahnedeki 3 kişiden birisi olması gerekmektedir. Muhatabın koşarak gelen ama'nın olması mümkün değildir. Muhatabın müstağni kişinin de olması mümkün görünmediğine göre, geriye X kişisi kalmaktadır.

Buraya kadar olan ayetleri görselleştirerek anlatacak olursak;

Sahnede 3 kişi bulunmakta, bu 3 kişiden ama olan koşarak gelir fakat o anda X kişisi istiğna eden bir kişi ile uğraşmakta olduğu için, ama'ya sırtını çevirir yüzünü ekşitir. İlerleyen ayetler, X kişisine ama kişiye yaptığı bu muamelenin yanlış olduğunu ikaz etmektedir. Şimdi 100 kişiye X olarak belirttiğimiz kişinin kim olduğunu sorsak acaba ne cevap alabiliriz dersek, bu kişinin Muhammed (a.s) dan başkası olabileceğini söyleyecek kaç kişi çıkacaktır?.

Sonuç olarak; Ama kimseye sırtını dönen ve yüzünü ekşiten kimsenin Muhammed (a.s) olduğu net bir biçimde ortada iken, çeşitli saiklerle bu kişinin başka bir kimse olduğunu iddia etmek, bizlerde mezhebi kaygıları Kur'an'a onaylatmak amacını taşıdığı zannını kuvvetlendirmektedir.

İmamların masumiyeti teorisine inanan Şia'nın bu ayetler hakkında farklı bir görüş serdederek, ama kişiye karşı yüzünü ekşiten kişinin Mekke müşriklerinden olan Velid Bin Muğire adlı kişi olduğunu iddia etmesi, imamların masumiyeti teorilerine bu ayetlerin gölge düşürmesinden dolayı, zorlama yollarla Muhammed (a.s) haricinde bir kimseye işaret ettiği yönündeki görüşlerine sebep olmuştur. Çünkü imamların masum olması öncelikle Muhammed (a.s) ın masum olmasını gerektirmektedir ki, elçisi masum olmayan bir dinin sonradan gelen imamları masum olabilsin.

İşin ilginç tarafı, bu görüşün Türkiye genelinde Kur'an merkezli düşündüğünü iddia eden Mustafa İslamoğlu, Mehmet Okuyan gibi isimler tarafından da savunulmasıdır.

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

26 Temmuz 2017 Çarşamba

İki Müslüman Birbirine Kılıç Çektiği Zaman Ölen de Öldüren de Cehennemde midir?

Kur'an'dan sonra ikinci kaynak olduğu söylenen, fakat Gayri Metluv Vahiy teorisi ile Kur'an ile eşdeğer haline getirilen, uygulamada ise Kur'an'ın önüne geçirilen hadisler, yüzyıllardır Müslümanlar arasındaki ihtilaflarda baş rolü üstlenmektedir. Karizmatik bir yapıya büründürülmek sureti ile sorgulanamaz duruma getirilen rivayet kitaplarındaki bazı hadisler, Kur'an'ın gündeme gelmesi ile sorgulanmaya başlanmış, bu sorgulama ise bazı kimseleri büyük ölçüde rahatsız etmektedir.

Yazımızda Tırmizi hariç, Kütübü sitte'nin tamamında bulunan bir rivayeti ele alarak bu rivayetin Kur'an karşısındaki konumunu ele almaya çalışacağız.

Ebü Bekre Nüfey' İbni Haris es-Sekafî radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"İki müslüman birbirine kılıç çektiği zaman, öldüren de, ölen de cehennemdedir".
Bunun üzerine ben:
- Ya Resulallah! Öldürenin durumu belli, ama ölen niçin cehennemdedir? diye sordum.
Resül-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:
- "Çünkü o, arkadaşını öldürmek istiyordu" buyurdu.

Rivayete göre Muhammed (a.s), birbirine karşı kılıç çeken iki Müslümanın her ikisinin de cehennemlik olduğunu söylemektedir. Bize gelen bir rivayetin doğruluğunu eğer Kur'an ile sağlamasını yapacak olursak, bu rivayet için şöyle bir değerlendirme yapmak mümkündür;

[049.009] Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah'ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever.

Hucurat s. 9. ayetine baktığımızda, Mümin olarak vasıflanan iki topluluk savaştığında aralarının düzeltilmesi istenilmekte, şayet araları düzeltildikten sonra mümin taraftan olan herhangi bir gurup, diğer guruba saldıracak olursa, barışı bozan diğer taraf ile savaşılması emredilmektedir. Yapılacak olan bu savaşta mutlaka, barışı bozan taraftan da, barışı yeniden sağlamak isteyen taraftan da ölenler olacaktır. 

Hucurat s. 9. ayetinde gördüğümüz durumu, yukarıdaki rivayete göre değerlendirecek olursak, ayet içinde MÜMİN olarak belirtilen ve birbirlerine karşı kılıç çeken her iki tarafın da cehennemlik olması söz konusudur. Ancak barışı bozan taraf ile savaşılmasını Allah (c.c) nin emretmiş olduğunu düşündüğümüzde, Allah'ın savaşmayı emretmiş olması ve emrettiği taraftan ölen bir kimseyi cehenneme atacak olması, rivayetin sahihliğine gölge düşürmektedir.

Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında çıkan Cemel, Sıffin gibi savaşlarda, bir çok Müslümanın kanı aktığı herkesçe malumdur. Bu rivayetin, savaşan her iki tarafın yanında yer almayarak, tarafsız kalanlar tarafından ortaya atılmış olabileceği imkan dahilindedir. Çünkü Muhammed (a.s) eğer böyle bir söz söyleyecek olsaydı mutlaka Meşru bir gerekçe olmaksızın şeklinde bir istisna payı bırakması gerekirdi ki, rivayet Hucurat s. 9. ayeti ile çelişki arz etmesin. Rivayet bu hali ile ayet ile çelişkili bir duruma düşmektedir.

Rivayet bu hali ile, Müslümanların birbirlerine kılıç çektiği savaşlara işaret etmekte, yani gaybi bir durumu göstermektedir. Hadis olarak bize gelen sözlerin bazılarında Muhammed (a.s) tarafından gelecekte olacak bazı savaşlara işaret edilerek bu savaşlarda bazı gurupları destekleyen, bazı gurupları ise kınayan sözlerin olduğu bilinmektedir. 

Yani mevcut durum hakkında Muhammed (a.s) ın asla söylemeyeceği fakat ona söyletilen rivayetler bulunup, onun ağzından mevcut durum hakkında sözler uydurulmak sureti ile ona destekletilmiş veya onun tarafından yerilmiştir. 

Sonuç olarak; Hadislerde raviler tarafından duyduklarına eksiltme veya artırma yaptıkları, hadis konusu ile ilgili araştırma yapanlarca malumdur. Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesai, İbni Mace tarafından gelen bu rivayet şayet bize "Meşru bir gerekçe olmaksızın iki Müslüman bir birine kılıç çektiği zaman ölen de öldüren de cehennemdedir" şeklinde gelmiş olsaydı, bu rivayetin sahih olabileceğini düşünebilirdik. Çünkü o meşru gerekçeyi Hucurat s. 9. ayetinden bulma imkanımız bulunmaktadır. Ancak rivayet bu hali ile maalesef sahih olarak görünmemektedir. 

Muhammed (a.s) böyle bir söz söylemiş olsa dahi, bu sözün siyak ve sibakının bulunması, hadislerin doğru anlaşılmasında önemli rol oynayan, Ne, Nerede, Niçin,Nasıl, Ne için ve  Kime sorularının sorularak cevabının alınması gerekmektedir. Çünkü rivayet bu hali ile eksik ve Hucurat s. 9. ayeti ile sağlaması yapıldığında ayet ile çelişmektedir. 

Ayet ile rivayet çeliştiği zaman rivayetin değil, ayetin tercih edilmesi gerektiği selim akıl sahibi her Müslüman tarafından bilinmektedir. Rivayetin büyük hadis kitaplarında bulunmuş olması, bizler için ölçü olmamalı, Kur'an ile çelişip çelişmediği dikkate alınmalıdır. Bizler bir hadis hakkındaki kanaatimizi, o sözü direk Muhammed (a.s) dan işitmediğimiz için, belirli kriterlere göre söylemek durumundayız. Bu kriterler ise, hadislerin isim yapmış hadis kitaplarında olması değildir.

Müslümanların birbirleri ile olan her türlü kavgaları elbette kapanmaz yaralar açmaktadır. Olması gereken bütün Müslümanların birbirleri ile kardeşlik hukukunun gerekleri dahilinde ilişkilerde bulunmasıdır. Böyle bir çalışma yapma nedenimiz de, özellikle Kur'an'ı merkeze alan kimselerin hadisler konusunda takınacakları tutuma bir örnek olmaya çalışmaktır. Eğer bir rivayet ret edilecekse, ret edilme nedeni gösterilmeli toptancı bir mantık sergilenmemelidir.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

25 Temmuz 2017 Salı

Kendilerine İslam Dininin Sahibi ve Aforoz Yetkisi Biçen Müslümanlar

Aforoz Etmek deyimini işittiğimizde aklımıza, Hristiyan papazları tarafından uygulanan, bir Hristiyanı kilise topluluğu dışına atmak sureti ile onu kafir ilan etmek eylemi gelmektedir. Bu deyimin ifade ettiği anlam yüzlerce yıldır Müslümanlar arasında yaygınlaşmış, bir Müslüman kendisi ile aynı doğrultuda dini anlayışa sahip olmayan diğer bir Müslümanı kolaylıkla dinin dışına atarak onu Kafir, Müşrik, Zındık v.s gibi isimlerle yaftalayabilmektedir.

Bir Müslümanın diğer bir Müslüman üzerinde böyle bir aforoz hakkı olduğunu zannetmesindeki en büyük etken, herkesin kendisini İslam dininin sahibi rolü biçmiş olmasıdır. Halbuki bu dinin bir tek sahibi vardır o da Allah (c.c) den başkası değildir. Kullarından hiç kimseye, elçileri de dahil olmak üzere, kendisinin sahiplik hakkından en küçük bir pay dahi vermeyen Allah (c.c) nin dini üzerinde kendilerinin hak sahibi olduğunu düşünmek sureti ile, diğer düşüncedeki Müslümanları dinden aforoz etmek yetkisine sahip olduğuna inanan Müslümanlar, yüzlerce yıldır bitip tükenmeyen mezhep, meşrep, hizip, cemaat kavgalarının bugünlere taşınmasında en büyük pay sahibidir.

Peki neden bir Müslüman kendisini Allah'ın dininin sahibi sanır da diğer bir Müslümanın da böyle bir hakkı olabileceğini düşünmez?.

Bu sorunun cevabını, Bir insanın kendisini, karşısındaki insanın yerine koyarak onun düşüncelerini anlamaya çalışmak anlamına gelen EMPATİ YOKLUĞUnda aramak gerektiğini düşünmekteyiz. Şayet bir Müslüman kendisini, karşısındaki Müslümanın yerine koyarak onu anlamaya çalışsa idi, onun ile ilgili söylediği bütün olumsuz ifadelerin aynısını, karşısındaki Müslümanın da ona söyleme hakkı olduğunu anlayabilir, dolayısı ile kullanacağı ifadeleri seçmekte daha dikkatli davranabilirdi.

Ne yazık ki durum böyle olmamakta, empati yaparak karşısındaki Müslümanı anlamaya çalışmaya yanaşmayan Müslümanlar, kendilerini bu dinin sahibi zannederek, diğer Müslümanları dinin dışına atmak hakkına sahip oldukları düşünmekte, Hristiyanlıktaki aforozun İslam dinindeki versiyonu olan tekfircilik Müslümanlar arasında hızla yayılarak, herkesin birbirinin tekfir etmek için yarıştığı bir din haline dönüştürülmüştür. 

Bir Müslüman diğer bir Müslüman ile iletişim kurarken nasıl empati kurabilir?.

Müslümanlar birbirleri ile tartışırken din adına konuşma hakkının sadece kendilerine ait olmadığını, savundukları din anlayışının ise tek ve doğrular olmadığını bilmek zorundadırlar. Din adına konuşma hakkına en az kendisi kadar karşısındaki Müslümanın konuşma hakkı olduğunu, savunduğu din anlayışının tek ve nihai doğru olduğunu iddia etmeyen bir Müslüman, karşısındaki Müslüman ile daha rahat ve daha kolay iletişim kurabilecektir.

Bir Müslüman din sahibi rolü üstlenerek dini savunmak gibi bir misyona sahip olmadığını öncelikle bilmelidir. Çünkü kim olursa olsun bütün Müslümanların sahip oldukları dini bilgilerde mutlaka eksik ve hata payı mutlaka bulunmakta, söylediklerinde eksik ve hata ihtimali bulunanların ise, dinin sahibi rolünü üstlenmeye çalışmaları ise asla doğru bir davranış değildir.

Kendi anlayışını merkeze koymak sureti ile, başka anlayışları merkezin dışına atan, ve onları merkezin dışında gören kimseler, Müslümanlar arasındaki en büyük sorunlardan birisini oluşturmaktadır. Elbette herkesin savunduğu din anlayışını doğru olarak görmek hakkı vardır, ancak bu hak kimseye karşısındaki düşünceyi batıl olarak görerek onu mahkum etmeye çalışmak hakkı vermez.

Kendi düşüncesinin doğru, karşısındaki düşüncenin yanlış olduğunu düşünen bir kimse durum böyle olmuş olsa bile, karşısındaki kimseye söz hakkı vererek onu dinlemek, mevcut yanlışları sahip oldukları ortak payda doğrultusunda konuşmak zorundadırlar. Müslümanların sahip oldukları inanca ilahi bir misyon yüklemeleri, bu inancı Mahalle Baskısı haline getirmek sureti ile herkesi bu inancı kabul etmeye zorlamaları, kabul edilemez bir durumdur. 

Örneğin; Ehli sünnet vel cemaat itikadı adı altında oluşturulan dini anlayış etrafında toplanan Müslümanlar, kendilerini bu dinin sahibi olduklarını, din adına mevcut bütün doğruların bu isim altında toplandığını iddia etmek sureti ile, herkesi kendi anlayışına çağırmakta, bu anlayışı kabul  etmeyenleri aforoz etmek yetkisine sahip olduklarını düşünmektedirler. Halbuki mevcut duruma baktığımızda, kendilerini bu isim ile tanıtan Müslümanların dahi bölük pörçük olduğunu, herkesin kendisini Öz, Hakiki, Gerçek Ehli Sünnet olarak lanse ederek, karşıdakini Sahte olarak gördüğü bilinmektedir.

Din adına sahip olduğu ve doğruluğuna % 100 inandığı düşünceyi karşı taraf ile tartışmaya başladığında, kim olursa olsun bu doğruluk payı otomatikman % 50 ye düşecektir. Çünkü diğer % 50 lik pay, karşı tarafın düşüncesi için geçerli olacaktır. Bunun böyle olduğunu düşünmek, öncelikle karşı taraf ile medenice bir konuşma ortamının oluşmasını sağlayacaktır.

Din adına sahip olduğu düşünceyi tek doğru görmek sureti ile, diğer düşünceye hiç bir şekilde hayat hakkı tanımayan ve onu mahkum eden bir dil kullanan kimseler ile tartışma kapısı baştan kapanmış demektir. Bu kimselerle yapılacak her türlü tartışma havanda su dövmek gibi olacak, hakkı ortaya çıkarmak gibi bir gayeye matuf olmayacak, güreş veya boks karşılaşmasından farkı olmayan bir müsabakaya dönüşecektir.

Birbirleri ile tartışmaya giren Müslümanlar kendilerini Allah'ın dininin sahibi, karşısındakini ise aforoz edilmesi gereken bir düşman olarak gördükleri sürece, konuşmanın hiçbir faydası olmayacak, yapılacak konuşmalar fayda yerine zarar getirecektir.

Birbirleri ile tartışmaya giren Müslümanlar kendilerini Allah'ın dininin sahibi olarak, karşısındaki ise aforoz edilmesi gereken bir düşman olarak görMEdikleri sürece, yapılacak tartışmalar yapıcı olacak, ve farklı düşüncedeki Müslümanların birbirleri ile daha düzgün ilişkiler kurmalarına vesile olacaktır. 

Sonuç olarak; Hiç bir Müslüman kendisinin Allah'ın dininin sahibi, karşısındakini ise Allah'ın dinini savunacak bir düşman olarak görmemelidir. Allah (c.c) kullarına sadece dinini tebliğ etme hakkı vermiş, bu hakkı kullanmayı ise sahip olunan mezhep, meşrep, cemaat ile sınırlandırmamıştır. 


Kendisine Allah'ın dininin sahibi rolü biçerek, kendi düşüncesini tasdik etmeyenleri aforoz etme yetkisine sahip olduğunu zanneden Müslümanların yaptığı her türlü eylem sadece onların cehaletlerin göstermesi anlamına gelecektir.

21 Temmuz 2017 Cuma

Kur'an Müslümanlığı'nın Gidişatı Hakkında Bir Öz Eleştiri

Türkiye gündemine yaklaşık 50 sene kadar önce giren ve geleneksel din anlayışının rivayeti öncellemesine karşı, Kur'an'ın öncellenmesini öneren bir düşünce akımı olan Kur'an Müslümanlığı, kişisel gözlemlerimize dayanarak vardığımız kanı sonucunda artık tıkanma noktasına gelmiş, antitez ve ilmi bir temelden yoksun olarak ortaya çıkmasının sonucu, elle tutulur gözle görülür herhangi bir düşünce üretememiş olmasından dolayı, kendilerini daha önce bu isimle tanıtan bazı kimseler tarafından, Kur'an'ın bugün bizim için ne ifade ettiği şeklinde sorgulamaları ve Kur'an'dan kaçışları gündemdeki yerini almaya başlamıştır.

Allah (c.c) yi yaratıcı olarak tanıyan, fakat onun yarattığı kulları üzerinde tasarruf hakkını hatırlatan elçi ve kitapları ret eden bir düşünce akımı olan Deizm, daha önce kendisini Kur'an'a nisbet ederek tanıtan bazı kimseler arasında revaç bulmaya başlamış, bir kısım kimsede ise, bu akımın kitaba ve elçiye iman eden fakat kitap ve elçinin hayat içinde işlevini yansıtmayan, Deizm'e farklı bir boyut kazandıran Kuran'cı Deizm akımı oluşmaya başlamıştır

Yazımızda bu akımın neden bu noktaya geldiği hususundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışarak, daha sonraki Kur'an'ın hayatımız içindeki anlamı ve yeri nasıl olmalıdır? konulu yazılarımıza zemin hazırlamaya gayret edeceğiz. Kur'an Müslümanlığı deyimini kullanmış olmamız, genelde bu isimle bilindiği için olup, bu deyimi kullanmanın sakıncaları konusunu daha önce işlemeye çalışmıştık.

Kur'an Müslümanlığı, rivayet ve kişilerden beslenen din algısına karşı Kur'an'ın dinde belirleyici olması düşüncesi etrafında toplanan az sayıda Müslüman'ın gayretleri sonucunda Türkiye gündemine oturmuştur. Fakat bu hareket bugün, daha önceleri kendisini Kur'an Müslümanı olarak niteleyen bazı insanların nezdinde miadını doldurmuş bir hareket olarak görülmekte, ve Kur'an'ın insan hayatı için pek de gerekli bir kitap olmadığı düşüncesinden yola çıkılarak, kökü batı kaynaklı Deizm olan, fakat Türkiye genelindeki tabanı daha önce İslam'ı savunan bir kısım insan tarafından oluşturulan bir inanç sistemi etrafında toplanılmaya başlandığı gözlemlenmektedir. 

Deizm, felsefe olarak insanın fıtratındaki sese kulak vermesi ve bu sesin ona kendisini ve yaşadığı alemi bir yaratan olduğunu ve ona inanması gerektiğini söylemesi bakımından belki makul bir düşünce akımı olarak görülebilir. Fakat bu makuliyetin, hayatında kitap ve elçi ile muhatap olmamış insanlar için geçerli olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Hayatında kitap ve elçi ile muhatap olmuş, hele bir de kendisini bir zamanlar Kur'an Müslümanı olarak tanıttıktan sonra Deist olmuş insanlar için, bu düşünce artık bir inkarcılık felsefesi haline dönüşmektedir.

Kur'an'ın neden bu insanlar nezdinde artık gözden düşmeye başladığı meselesi uzun uzadıya ve bir çok yönden bakılarak irdelenebilecek bir konudur. Biz bu noktaya gelme sebeplerine bu akımın Türkiye genelindeki tarihçesini kısaca özetleyerek başlayabiliriz. 

Bu akımı başlatanlar samimi ve gayretli insanlar olmakla birlikte, akademik ve ilmi alt yapıdan yoksun olmaları nedeniyle, işe öncelikle rivayet kültürünü şiddetli biçimde eleştirerek başlamışlar, bundan dolayı rivayet kültürü savunucuları ile aralarında müthiş bir düşmanlık belirmiştir. Bu düşmanlık halen sürmekte olup, özellikle Kur'an'ı savunan kesimin tebliğ ve insanlara yaklaşım konusunda, savundukları kitabın önerdiği metodu ısrarla kullanmadığını üzülerek söylemek istiyoruz. 

Kur'an'ı savunan kesimi özellikle suçlama sebebimiz, Kur'an'ı öncellediklerini iddia etmiş oldukları halde, farklı düşüncelere yaklaşım konusunda kitaba uygun davranışlar sergilememiş olmalarından ötürüdür. Aslında her iki tarafın da birbirlerine olan yaklaşımları üslup ve edep bakımından, İslam adına hareket ettiğini iddia edenlere asla yakışmamaktadır.

Yıllardır ve halen Kur'an Müslümanlığı adına söz söyleyenlerin ve üretim yapanların büyük bir çoğunluğu, Hadis, Sünnet, Mezhep, Tarikat v.s gibi geleneksel din algısına karşı ilan edilen bir savaşın erleri olarak savaş meydanlarında yerini almış, karşısındaki düşmanı yerle bir etmek için ellerinden geleni yapmaktadır. Halbuki bu insanlar tez olarak Kur'an üzerinde yoğunlaşan bir tebliğ ve çalışma yöntemi kullanmış olsalardı, bugün rivayet kültürünü savunan birçok kimse, savundukları yanlışları görme fırsatına sahip olabilirdi. Fakat ne yazık ki, kullanılan yanlış yöntemler, rivayet kültürü savunucularının sahip oldukları düşünceye daha sıkı sarılmalarına sebep olmaktadır.

Bazı kimselerin inandıkları din ile yaşadıkları hayat arasındaki uçurumu kapatamamaları, Kur'an'dan kaçışı hızlandıran bir etken olarak önümüzde durmaktadır. Yaşadığı seküler hayattan taviz vermeden Kur'an Müslümanı olmak isteyenlerin bir kısmı, bu işin böyle olmayacağını anladıklarında, yaşadığı hayatı terk etmeyi değil, inandıkları kitabı terk etmek sureti ile yaşadıkları ikilemden kurtulmayı denemektedirler.

Kısacası halen Kur'an Müslümanlığı akımı, yöntem ve metodoloji sıkıntısı içinde bocalayan bir hareket olarak, bu hareket içinde yıllarca kalmış bazı insanlar arasında bir doyum ve bıkkınlık meydana getirmiş, bu insanların bir kısmının artık Küstüm ben oynamıyorum diyerek meydandan  çekilmelerine sebep olmaktadır.

Kur'an'ın yakın yıllarda ilahiyat alanında çalışan akademik kariyer sahibi insanların da gündemine gelmesi, Kur'an'ın anlaşılması konusundaki yöntem hatalarının da onlar tarafından konuşularak daha ciddi bir şekilde gündeme gelmesine, ve yöntem konusunda yeni öneriler getirilmesine sebep olmuştur. 

Olayları, içinde bulunduğu tarihsel koşulları dikkate alarak anlamaya çalışan batı kaynaklı bir düşünce akımı olan Tarihselcilik, Kur'an'ın doğru anlaşılması için teklif edilen bir yöntemlerden birisi olarak Türkiye gündeminde tartışılmaya başlanmıştır. Tarihüstücülük  olarak niteleyebileceğimiz, Kur'an'ın doğru anlaşılmasında, bu kitabın nazil olduğu toplumun sosyal ve ekonomik şartlarının göz önüne alınmaması sonucunda ortaya çıkan Kur'an anlayışlarının nereye vardığı dikkate alındığında, Kur'an'ın tarihsel döneminin anlaşılması büyük önem arz etmektedir.

Türkiye bazında Kur'an'ın tarihsel yöntem ile anlaşılmasını savunan akademisyenlerin, Kur'an'ın tarihsel bir kitap olmasından ötürü artık bu kitabın bize dair söyleyebileceği herhangi bir şey olmadığını savunduklarını söylemenin, onlara karşı yapılabilecek bir haksızlık olacağını öncelikle söylemek istiyoruz. Bu kimselerin ortaya koyduğu düşüncenin temelinin, Kur'an'ın tamamen evrensel bir kitap olduğuna dair ortaya konulan düşüncelerin yanlışlığının dile getirilmesi olduğunu söyleyebiliriz. 

Kur'an'ın tarihsel bir kitap olarak artık bugün bize herhangi bir şey söylemediği iddialarının ise, bu kimselerin açtığı tarihselcilik düşüncesi ile yetinmeyerek daha ileri gitmek isteyen kimselerin, Kur'an konusunda düştükleri çıkmazın çözümü için ortaya attıkları düşünceler olduğunu söylemek mümkündür. Ancak tarihselciliği ortaya atanları bu konuda suçlamamakla birlikte, bu düşüncenin ortaya atılmasıyla, Kur'an'dan kaçmanın bazı kimseler arasında daha hızlandığı, ve bu kaçmaya gerekçe olarak tarihselcilik düşüncesinin merdiven hazırladığını da görmekteyiz.

Tarihselciliğin bazı kimseler arasında, Kur'an'ın artık geçmişte kalmış ve o çağın Araplarına söylediği bir söz olduğu, bu kitabın evrensel olarak görülebilecek ayetlerinin ise zaten insan fıtratında bulunan bilgiler ile bilinebileceği, dolayısı ile bugün yaşayan insanların kutsal kitapların tahakkümüne !! ihtiyacı olmadığı olarak görülmesi, tarihselcilik düşüncesinin bir ileri adımı olarak, eskiden kendisini Kur'an Müslümanı olarak niteleyen insanların bir kısmında rağbet görmektedir.

Kısacası, kendisini daha önce Kur'an Müslümanı olarak niteleyen, fakat inandıkları kitap konusunda bazı sıkıntılar yaşayan insanlar, bu kitabı ve bu kitabın önerdiği hayatı terk etmek için gerekli olan alt yapıyı, maalesef tarihselcilik düşüncesinin kendilerine verdiği cesaretten almaktadırlar. Tarihselciliğin böyle bir düşünceye kapı aralamasını iddia etmiş olmamız, bu düşüncenin tamamen mahkum edilmesi gerektiğini savunanların yanında olduğumuzu da göstermemelidir.

Kanaatimiz o dur ki, Kur'an'ın kendi tarihinde okunması ve anlaşılması ile, onun tarihsel bir kitap olarak görülerek tamamen terk edilmesi düşüncesi arasında bir fark olması gerektiğinin anlatılması ve anlaşılması gerekmektedir. Aksi takdirde insanlar bu kitabın sorumluluğundan kendilerini kurtarmanın yolu olarak tarihselcilik düşüncesini göstermek sureti ile, kaçışlarına meşruiyet kazandırmaya çalışacaklardır.


Kimsenin üzerinde vekil olmadığımızı, kimseye vekil olarak gönderilmediğimizi elbette bilmekteyiz. Ancak Allah (c.c) nin gönderdiği kitap ve elçileri ret eden bir hayattan hesap gününde sorumlu tutulacağımıza olan inancımız, bizleri bu kaçışların en aza inmesi, ve konuda çözümlerin üretilmeye çalışılması gerektiğini düşündürmektedir.

Yazımızın başlığında da belirttiğimiz üzere, bu yazımız bir öz eleştiri mahiyetinde olup, Kur'an konusunda çıkmaza düşerek, düştüğü çıkmaz sonucunda bu kitabın artık hayat için gereksiz olduğu yönünde üretilen düşüncelere tutunmanın çözüm olmadığını söylemek için, önce bu noktaya nasıl gelindiğinin ortaya konulması, yapılan hataların dile getirilmesi gerekmektedir. Bundan sonra elimizden geldiğince, düşülen hatalara dikkat çekmeye çalışacak, hataların telafisi için gereken çözüm önerilerini sunmaya çalışacağız.

Buradan Kur'an üzerinde düşünen, okuyan, yazan ve konuşan kesime bir çağrıda bulunmak istiyoruz;

Kısır tartışmalar yerine insanların neden böyle bir duruma geldiğini düşünerek, bu durumu hızlandıracak kavgaları bırakarak, elle tutulur gözle görülür somut öneriler sunmak sureti ile, Kur'an konusunda düşünen insanlara ışık tutmaya çalışmanız, sizler ve herkes için daha faydalı olacaktır.

18 Temmuz 2017 Salı

DAVUD (a.s): Dünya'nın Özlem Duyduğu Bir Yönetici Örneği

Kur'an, hayatı yönlendiren bir kitap olarak okunduğu zaman, bu kitap içindeki kıssa yollu anlatımlar ile geçmiş hayatlardan verilen örneklerin, bizlerin hayatını yönlendirmede kilit rol oynayabileceği görülecektir. Davud (a.s), Kur'an içinde zikri geçen elinde iktidar ve güç bulunduran bir Kral Peygamber olarak önümüzde durmaktadır. Onun kıssasını şayet hayata dokunan bir şekilde okuduğumuzda, bu elçinin kıssasından tam da hayatın içinden örnekler alınabileceği görülecektir. 

Yönetici konumunda olanların, yönetimi altında tuttuğu insanlar ve sahip oldukları coğrafya üzerinde, insan dışında bitki ve hayvan gibi diğer unsurlar üzerinde de belirleyici rol oynadıklarını düşündüğümüzde, Kur'an içinde örnekleri verilen Yönetici olarak hayat süren Davud ve Süleyman (a.s) gibi elçilerin kıssaları öne çıkmaktadır. Bu gibi kimselerin yöneticilik örnekliği, yine Kur'an içinde gördüğümüz evrensel bir karakter haline gelmiş olan Firavun ve Nemrut gibi zalimlerin yöneticilik örnekliklerine alternatif çözümler sunmaktadır.

İnsanları yönetimleri altında tutan kimselerde olması gereken önemli hasletleri sıralayacak olursak, şunlar öne çıkmaktadır;

1- Kendilerini, yönetimleri altında tuttukları insanların ve coğrafyanın İlahı ve rabbi olarak görmemeleri.
2- Kendilerinin üzerinde daha üstün ve yenilmez bir güç olduğunu bilmeleri.
3- Adalet üzere tesis edilmiş bir yönetim sergilemeleri.
4- Yönetim esaslarını alemlerin yegane ilahı ve rabbi olan Allah (c.c.) den almaları.
5- Mazlumu ezen bir güce değil, mazlumların hakkına sahip olan caydırıcı askeri güce sahip olmaları.
6- İnsan yaşamı için önemli olan bitki hayvan gibi ekolojik dengenin bozulmaması için gerekli önlemleri alması.

Yukarıda sıraladığımız şartları Davud (a.s) kıssasında anlatılan yönetim biçiminde görmekteyiz.

[027.015] And olsun ki, Davud'a ve Süleyman'a ilim verdik. İkisi «Bizi mümin kullarının çoğundan üstün kılan Allah'a hamdolsun» dediler.

Neml s. 15. ayetinde Davud ve oğlu Süleyman (a.s) ların ağzından çıkan "Bizi mümin kullarının çoğundan üstün kılan Allah'a hamdolsun" sözleri, yöneticilik makamına gelerek, bu makamda kendisini insanların ilahı ve rabbi olarak gören kimselere ibret olması gereken bir sözdür. Hangi makama sahip olunursa olunsun, bu makama oturan kimselerin, kendilerini bu makama kimin oturttuğunu bilmeleri, ve ona göre davranış sergilemeleri, uygulamaları gereken en önemli icraatlardan bir tanesidir.

Halkın bir kesimini önemseyen, diğer kesimini ise hiç dikkate almayarak, halkın arasında  Firavunvari bir yönetim sergilemenin sonunun ne olduğunun, Firavun'un helak edilmesi örneğinde anlatılması, elinde iktidar gücünü bulunduranların önemsemesi gereken bir hatırlatmadır. Halkı arasında adil davranmayan hükümdarların iktidarı er geç yıkılmaya mahkumdur. Sad s. 21. ve 26. ayetleri arasında geçen davacılar arasında nasıl hüküm verilmesinin gerektiği, tüm yöneticilere Davud (a.s) örneği üzerinden öğretilmektedir.

Adil bir yöneticinin aynı zamanda, halkını zalimlerden korumak için, askeri bakımdan da caydırıcı bir güce sahip olması gerekmektedir. Savaş, Ordu, Silah gibi kavramlar, her ne kadar hoş olmayan kavramlar olsa da, bir Dünya gerçeği olarak karşımızdadır. Davud (a.s) ın kıssasındaki, demiri işlemesi, zırh yapma sanatına sahip olması, Talut'un ordusunda asker iken Calut'u öldürmesi gibi anlatımlar onun askeri bakımdan bilgiye sahip bir kimse olduğunu da göstermektedir.

Yönetim makamına oturan bir kimsenin, yaşadığı Dünya'nın gerçekleri karşısında acemi olmaması, Dünya'nın içinde bulunduğu sorunlara karşı çözüm üreten bir zeka ve kadroya sahip olması çok önemlidir. Böyle bir yönetime sahip olmayan ülkeler, diğer ülkelerin işgali altına girmekten kurtulamazlar.

Davud (a.s) kıssasında gördüğümüz önemli bir unsur da, dağların ve kuşların ona müsahhar kılınması mealindeki ayetlerdir. Maalesef bu ayetler hayatın gerçekleri dikkate alınarak okunmak yerine, masal tadında hikayeler olarak okunmak sureti ile asıl buhar olup uçmuş gitmiştir. 

Müsahhar kelimesi ve türevlerinin Kur'an içinde geçişlerine dikkat ettiğimiz zaman bu kelimenin,  Kevni Ayetler veya Doğa olarak bildiğimiz unsurlar ile birlikte kullanıldığını görürüz. Allah (c.c) Dağ, Kuş olarak bildiğimiz insan harici unsurları sadece Davud'a değil, bütün insanların emrine müsahhar kılmıştır. Bu unsurların Davud ile birlikte tesbih etmesini, onun doğanın dengesini koruması olarak okuduğumuz zaman, bu anlatımları anlamak kolaylaşacak ve güncel hale gelecektir. Davud (a.s) adil bir yönetici olarak, hükmettiği coğrafya içinde sadece insanların değil, insanların yaşamları için önemli unsurlar olan Doğayı korumakta da dikkat gösteren bir yönetim sergilemek sureti ile bu alanda da örneklik oluşturmuştur.

Davud (a.s) ın yaptığı bu koruma, şu anda yaşadığımız Dünya'nın en büyük tehlikelerinden bir ekolojik dengenin bozulmasıdır. Daha çok kazanmak için yaşadığımız Dünya üzerinde her türlü fesadı deneyen insanlar, elleri ile yaptıklarının cezasının acı biçimde ödemeye başlamışlar, fakat Dünya'nın içinde bulunduğu bu tehlikenin farkında olsalar bile gerekli önlemleri almakta birbirleri ile anlaşma sağlayamamaktadırlar. 

Yönetimleri altında bulunan coğrafyanın ve insanların daha iyi, güzel ve zengin yaşamaları için ifsadın her biçimini deneyen insanların yaptığı bu hata, yine kendilerine dönmüş, işledikleri yüzünden bozulan ekolojik dengenin zararlarını yine insanlar çekmektedir. Yaptıkları uluslararası toplantılarda, üretimin kısıtlanarak daha az kazanmak anlamına gelmek olacak olan sanayi gazlarının atmosfere daha az dağılması için alınacak önlemler konusunda bile anlaşma sağlamayan bu ülkeler, Dünya'yı büyük bir helake sürükledikleri, bu helake kendilerinin de maruz kaldığı zaman anladıklarında, artık iş işten geçmiş olacaktır.

Yönetim sahiplerinin hakim oldukları cpğrafya içindeki insanlarını daha iyi yaşatmak için, insan haricindeki unsurları yok eden bir politika izlemeleri, zaman içinde o coğrafyadaki insanların da yok olmasına sebep olacaktır. Bu durum değişmez bir toplumsal yasa olarak daha önce yaşanmış, şartların oluştuğu her zaman içinde yeniden tekrarlanacaktır.

Yaptıkları korkunç kitle imha silahları ile, diğer ülkelerin doğal kaynaklarını sömürmeyi amaçlayan yöneticiler için de Davud (a.s) güzel bir örnektir. Sahip olduğu askeri gücü mazlumları ezmek yönünde kullanmayarak, zalimlere karşı caydırıcı bir unsur olarak kullanmak, yeri geldiğinde zalimlere karşı mazlumların hakkını askeri güç kullanarak aramak, adil bir yöneticinin olması gereken vasıflarındandır.

Sonuç olarak; Dünya tarihinde milyonlarca kişinin ölümüne yol açan ve halen sürmekte olan savaşları çıkaranlara kim olduklarına dikkat ettiğimizde, ellerindeki imkanlara güvenerek kendilerini yenilmez zannederek, diğer insanlar üzerinde ilahlık ve rablik iddiasında bulunduklarını ve bu kimselerin Dünya üzerinde kapanmaz yaralar açtıklarını görmekteyiz. Bu insanların sebep olduğu yıkımların etkisi insanlar üzerinden yıllarca kalmakta, yaşanılan coğrafyalar cehenneme çevrilmektedir. 

Davud (a.s) Kur'an içinde geçen iktidar sahibi bir elçi olarak, tüm zamanlarda gelecek olan iktidar ve güç sahipleri için örnek bir yönetici portresi oluşturmaktadır. Çünkü o elinde bulundurduğu gücü kendisine emanet olarak Allah'ın verdiğine inanmakta, ve güç ve iktidarını bu doğrultuda kullanmakta idi. 

Elinde güç ve iktidar bulunan kimseler şayet bu elçinin örnekliğini dikkate alan bir yönetim sergilemek sureti ile sahip oldukları gücü kullanacak olduklarında, yaşadığımız Dünya şimdikinden daha güzel olacaktır. 

Davud (a.s) kıssası bize zalime karşı durmanın yolunu öğreten bir kıssa olarak ta okunmayı beklemekte, adil bir yöneticinin tevhit ve adalet temeli üzerine dayanmış olan yönetiminin nasıl olması gerektiğini öğretmektedir.

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

15 Temmuz 2017 Cumartesi

Yasin Suresinde Anlatılan Koşarak Gelen Adam Kıyametten Önce Cennete mi Girdi?

Kur'an ön yargılı okunmak sureti ile, kendi bütünlüğü ve muhataplarına iletmek istediği mesaj dikkate alınmadığı zaman, isteyenin istediğini söyletebilme imkanı bulduğu hale gelebilen bir kitaptır. Yasin suresi içinde anlatılan bir kıssada, zikri geçen bir kişinin üzerinden anlatılan bazı sözler, kabir azabı gibi konulara delil olarak sunulmaktadır. Kur'an'ı rivayet veya ön yargı destekli bazı düşünceleri onaylayan bir kitap haline getirmeye çalışmak, yine bu kitabın kendi içindeki bütünlüğü tarafından ret edilerek, kalbinde hastalık olanların elinde oyuncak haline gelmekten kurtarmaktadır.

Yasin suresi içinde adı belirtilmeyen bir şehre iki elçi gönderildiği, bu elçilerin üçüncü bir elçi ile daha desteklendiği, bu elçilere iman etmiş olan bir adamın şehrin diğer ucundan koşarak geldiği ve kavmine elçilere iman etmeleri gerektiğini hatırlattığını görmekteyiz. Konu ile ilgili ayet mealleri şu şekildedir;

[036.020] Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: «Ey kavmim, elçilere uyun» dedi.
[036.021] «Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.»
[036.022]  «Bana ne oluyor ki, beni yaratana kulluk etmeyecekmişim? siz O'na döndürüleceksiniz.»
[036.023]  «Ben, O'nun aşağısından olan ilahlar edinir miyim ki, Rahman (olan Allah), bana bir zarar dileyecek olsa, ne onların şefaati bana bir şeyle yarar sağlar, ne de onlar beni kurtarabilirler.»
[036.024]  «O durumda ise, gerçekten ben apaçık bir sapıklık içinde olmuş olurum.»
[036.025]  «Şüphesiz ben, sizin Rabbinize iman ettim; işte beni işitin.»
[036.026]  Ona: «Cennete gir» denildi. O da: «Keşke benim kavmim de bir bilseydi» dedi.
[036.027]  «Rabbimin beni bağışladığını ve beni ağırlananlardan kıldığını.»

Kavmine, gelen elçilere iman etmeleri için çağrı yapan kişi, büyük ihtimal kavmi tarafından öldürülür ve konumuzu ilgilendiren taraf ise bu kişinin öldükten sonra söylediği sözlerdir. Yasin s. 26. ve 27. ayetleri okuduğumuz zaman, bu kişinin öldüğü zaman hemen cennete gitmiş olduğu, bu kişinin cennette kavmi için hayıflandığını görmekteyiz.

Kabir hayatının var olduğuna inanan bir kimse için bu ayetler delil işlevi görerek, Bak öldükten sonra cennete gitmiş ve daha hayatta olan kavmi için ah vah ediyor diyebilir. Veya Allah yolunda öldürülenlerin diriler olduğunu beyan eden ayetlerdeki diriliğin, hakiki anlamda bir dirilik olduğunu düşünen bazı kimseler için yine bu ayetler delil işlevi görerek, Bak Allah yolunda ölenler diri olmasa nasıl kavmi ile alakalı olarak konuşabilir şeklinde sözler sarf edebilir.

Fakat Kur'an'daki ölüm ile yeniden diriliş arasında geçen zaman ile ilgili ayetlere baktığımızda, kabirlerinden kalkan kimselerin kabirlerinde hiç bir şeyden habersiz olarak çok az bir zaman kaldıklarını beyan edilmiş olması, bu iddiaların çürümesine sebep olacaktır. Ayrıca cennet ve cehenneme gidişin yeniden diriliş sonrası görülecek hesabın sonrasında olacağını beyan eden ayetleri baz aldığımızda, bu kişinin ölümünün hemen ardından cennete gitmiş olması dikkati çekecektir.

Kavmi tarafından öldürülen kişinin, kavmi henüz hayatta iken söylediği sözleri Kur'an bütünlüğüne dikkat etmeden okumak ve anlamaya çalışmak, görüldüğü üzere bir takım müşkülata yol açacaktır. Öyleyse bu sözleri öyle bir okuyup anlamalıyız ki, Kur'an bütünlüğünde sağlaması yapıldığında herhangi bir çelişkili durum ve müşkülat ortaya çıkmasın.

İlgili ayetlerde ölen kişiye Qıle (denildi) ifadesinin geçmiş zaman sigasında kullanılmış olması, bizlerde cennete girme olayının birebir gerçekleştiği düşüncesi oluşturmamalıdır. Zümer s. 68. ayetinden sonrasını okuyanlar o ayetlerde kıyamet, hesap, cennete ve cehenneme girme olayları ile ilgili anlatımların yine geçmiş zaman sigasında anlatıldığını göreceklerdir. Kur'an'ın yine diğer ayetlerinde henüz vaki olmamış olan sura üfürülme hadisesinin geçmiş zaman sigasında anlatıldığını göreceklerdir. 

Dolayısı ile, Yasin s. 26. ve 27. ayetlerinde ölen kişi için kullanılan geçmiş zaman sigasının, kabir hayatı ile ilgili bir delil olarak sunulması Kur'an bütünlüğüne sunulduğu zaman geri tepecektir, çünkü Kur'an henüz vaki olmamış, yani gelecekte olacak olan bazı olaylar için, vaki olmuş gibi geçmiş zaman sigasını kullanabilmektedir.

Biz bu kişinin sözlerini dikkate alarak, bu sözlerin bize dönük olarak nasıl bir mesaj içermiş olabileceğini düşünerek okuduğumuz zaman, ön yargıları da bir tarafa bırakmış olabileceğiz.

Burada o kişinin cennete girmesine sebep olan amelleri dikkate alarak, bizlerin de cennete nasıl gidebileceğini öğrenmek mümkündür. Kişinin konuşmalarını okuduğumuz zaman, onun gelen elçilere iman ettiğini, Allah (c.c) yi tek ilah olarak kabul ettiğini, kavminin işlediği şirk'i ret eden bir hayat sürdüğünü görebiliriz. Böyle bir yaşamın ahiret hayatındaki karşılığı ise, herkes için Cennete gir denilmek olup, cennete girebilmek için gerekli olan kriterler, bu kimsenin yaşamı ve sözleri üzerinden bizlere anlatılmaktadır. 

Allah'a ve elçilere iman eden bir hayat sürmek demek, sadece belirli ritüelleri günün ve senenin bazı zamanlarında icra etmek olarak görülmemelidir. Ritüellerin icra edildiği vakitlerin dışında da insan hayatını ilgilendiren her konuda tevhit temelli bir hayat sürmenin ahiret karşılığı cennet olduğu gibi, bu hayatın tersinin sürüldüğü bir yaşam ise cehennemdir.

Kur'an bir çok yerde kıssa yollu anlatımlar ile bizlere bu mesajı vermektedir. Yasin s. 13 ve 29. ayetler arasında da bu mesajı görmekteyiz. 

Kıssayı böyle bir perspektiften bakarak okumaya çalıştığımızda, hem ön yargılardan uzak bir okuma yapmış, hem de ön yargılı okumaların sonucu ortaya çıkabilecek çelişkili durumlardan da kurtulmuş olacağız. 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

14 Temmuz 2017 Cuma

Mehmet Okuyan'ın Yasin s. 6. Ayetinin Meali Hakkındaki İddiasının Kur'an Bütünlüğü Açısından Değerlendirilmesi

Sayın Mehmet Okuyan hoca Yasin s. ile ilgili yapmış olduğu derslerinden birisinde, bu surenin 6. ayetinin, meallerde yanlış olarak çevrildiğini iddia ederek, doğru olduğunu düşündüğü çevirinin nasıl olması gerektiği hakkında bilgi vermektedir.



Yukarıdaki videoda sayın Okuyan hoca, لِتُنْذِرَ قَوْمًا مَا أُنْذِرَ آبَاؤُهُمْ فَهُمْ غَافِلُونَ  şeklindeki Yasin s. 6. ayetinin "Ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için indirilmiştir." şeklinde yapılan çevirilerinin yanlış olduğunu iddia etmektedir. İddiasının gerekçesi ise, ayet içindeki مَا  edatının meallerde olumsuz anlam verilerek çevrilmiş olmasıdır. Sayın Okuyan bu edatın olumsuzluk anlamı verilerek yapılan çevirilerinin yanlış, hatta CİNAYET olduğunu iddia ederek, bu edatın ismi mevsul anlamında çevrilmesi gerektiğini, dolayısı ile Yasin s. 6. ayetindeki Ataları uyarılmamış ibaresinin, Ataları da uyarıldığı gibi şeklinde çevrilmesi gerektiğini savunmaktadır.

İbrahim (a.s) ın Arapların İsmail (a.s) dan atası olduğu iddiasına katılmakla beraber, Yasin s. 6. ayetinin ifade ettiği anlam, Arap kavmine kendi dili ile ilk defa Muhammed (a.s) ın gönderilmiş olduğudur.

Biz sayın Okuyan'ın bu ayet ile ilgili öne sürdüğü düşünceye katılmadığımızı, Yasin s. 6. ayetinin Okuyan hocanın söylediği gibi çevrildiğinde, yapılan bu çevirinin Kur'an bütünlüğü dikkate alındığında büyük bir sorun meydana geleceğini, hatta hocanın tabiri ile CİNAYET   olacağını düşünmekteyiz.

Kur'an içinde Yasin s. 6. ayetinin benzeri olan iki tane daha ayet vardır. Bunlardan birisi Kasas s. 46. ayeti, diğeri ise Secde s. 3. ayetidir. Öncelikle bu ayetlerdeki مَا  edatının da Okuyan hocanın iddia ettiği olumsuz anlam verilerek çevrilmesi yerine, ismi mevsul anlamı verilerek çevrilmesi gerektiğini hatırlatarak, bu edata ismi mevsul anlamı verildiğinde ortaya çıkabilecek çelişkiyi Kur'an bütünlüğünde göstermeye çalışacağız.


[Kasas s.46]  Sen, Musa'ya hitap ettiğimiz zaman Tur'un yanında da değildin. Senden önce kendilerine uyarıcı gelmemiş bir toplumu uyarman için, Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin; belki düşünürler.


[Secde s.3] Yoksa onu  uydurdu mu diyorlar? Hayır, o senden önce kendilerine bir uyarıcı gelmemiş olan bir toplumu korkutman için, Rabbin tarafından gelen bir haktır. Gerek ki, hidayeti kabul ederler.

Dikkat edilirse her iki ayette de مَا edatı bulunmakta, ve bu edatların her ikisi de olumsuz anlam verilerek çevrilmekte, bu şekilde yapılan çevirilerin ise, Kur'an bütünlüğüne daha uygun olduğunu düşünmekteyiz. Yasin s. 6. ayetinde bulunan مَا edatı, eğer sayın Okuyan'ın iddia ettiği gibi ismi mevsul anlamı çevrilmesi gerekiyor ise, Kasas s. 46 ve Secde s. 3. ayetlerinde bulunan edatların da aynı şekilde ismi mevsul anlamı verilerek çevrilmesi gerekecektir. مَا edatının ismi mevsul anlamı verilerek yapılan Kasas s. 46 ve Secde s. 3. ayetinin çevirilerinin ise şu şekilde olması gerekecektir.

[Kasas s.46]  Sen, Musa'ya hitap ettiğimiz zaman Tur'un yanında da değildin. Senden önce kendilerine uyarıcı GELMİŞ olan bir toplumu uyarman için, Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin; belki düşünürler.

[Secde s.3] Yoksa onu  uydurdu mu diyorlar? Hayır, o senden önce kendilerine bir uyarıcı GELMİŞ olan bir toplumu uyarman için, Rabbin tarafından gelen bir haktır. Gerek ki, hidayeti kabul ederler.
Yasin s. 6, Kasas s. 46 ve Secde s. 3. ayetlerinde geçen مَا edatını olumsuz anlam verilerek çevirmek yerine, ismi mevsul anlamı verilerek çevirdiğimiz zaman, Araplara Muhammed (a.s) dan önce bir uyarıcının gelmiş olduğu anlamı ortaya çıkmaktadır. Sayın Okuyan hoca İbrahim (a.s) ile Muhammed (a.s) arasında Araplara herhangi bir uyarıcı gelmiş olduğunu iddia etmemekle birlikte, bu şekilde yapılan çevirilerin Kur'an bütünlüğünde sağlamasını yaptığımızda, ortaya çelişkili bir durum çıkmaktadır.

[006.156-157] Demeyesiniz ki: Bizden önce kitab, yalnız iki topluluğa indi. Bizim ise onlarınkinden hiç haberimiz yok.Yahut: «Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk», demeyesiniz. İşte size de Rabbinizden açık delil, hidayet ve rahmet geldi. Allah'ın âyetlerini yalanlayıp, onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri sebebiyle azabın en kötüsüyle cezalandıracağız.

[034.044]  Oysa Biz, onlara okuyacakları bir kitap vermemiş ve senden önce de onlara bir uyarıcı göndermemiştik.

[035.042]  Var güçleriyle Allah'a yemin ettiler ki; kendilerine bir uyarıcı gelecek olursa; muhakkak ki, ümmetlerin herhangi birinden daha doğru yolda olacaklardır. Fakat kendilerine bir uyarıcı gelince; onların sadece nefretlerini artırdı.

[037.168-169] Öncekilerde olduğu gibi bizde de bir zikir bulunsaydı;«Gerçekten bizler de, Allah'ın muhlis kullarından olurduk.»

[043.021]  Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı tutunuyorlar?

Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri Araplara herhangi bir uyarıcı gelmediğine dair bilgi veren ayetlerdendir. Yasin s. 6, Kasas s. 46 ve Secde s. 3. ayetlerini, Araplara daha önce uyarıcı geldiği şeklinde bir anlam vererek çevirdiğimiz zaman, bu ayetler ile çelişkili bir durum arz edecektir.

[016.043]  Biz senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.

[021.007]  Biz senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız; zikir ehline sorun.

Bu ayetlerde zikir ehline yani daha önce kitap gönderilenlere sorulması istenmesinin sebebi, Arap toplumuna daha önce herhangi bir elçinin gönderilmemiş olmasındandır.

Sayın Okuyan hoca da çok iyi bilmektedir ki, Kur'an çevirilerinde dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan birisi, ayetler arasındaki uyumdur. Kur'an bir yerde Ak dediğine, bir başka yerde Kara demeyeceğine göre, böyle bir durum varmış görüntüsü oluşturacak her türlü çeviri, okuyucular arasında kafa karışıklığına neden olacaktır. 

Sayın Okuyan hocanın tefsir çalışması içinde olduğunu bilmemiz, yazacağı tefsirde Yasin s. 6. ayetinin çevirisi ve tefsiri ile ilgili yapacağı hatalı çeviri ve yorumlar, haklı olarak itirazlara neden olacaktır. Sayın hocanın bu konuda yaptığı ders içinde kullandığı CİNAYET  kelimesi, yakışıksız ve iddialı bir kelime olup, bazı konularda ortaya koyduğu iddiaları mutlak görme açısından yanlış olduğunu burada kendisine hatırlatmak istiyoruz. 
Sonuç olarak; Yasin s. 6. ayetinde geçen مَا edatı, olumsuz anlam verilerek çevrildiğinde (aşağı yukarı bütün mealler bu yöndedir), doğru ve Kur'an bütünlüğü ile uyumlu bir anlam yakalanmış olacaktır. Sayın Okuyan hocanın CİNAYET  olarak ifade ettiği bu doğru anlamın tersine yapılacak olan  مَا  edatına ismi mevsul anlamı verilerek yapılan çeviriler ise, Kur'an bütünlüğü ile uyum sağlamayacağı gibi, Kur'an'da çelişki varmış gibi bir durum ortaya çıkaracaktır. Sayın hocanın bu durumu dikkate alması, yazacağı tefsirde itirazlara sebep olacak bir yanlışa düşmesine mani olacaktır. 

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.  

11 Temmuz 2017 Salı

Süleymaniye Vakfı'nın Kur'an'ı Anlama Yöntemi, Bu Yöntemin Adetli Kadının Namazı İle İlgili Görüşlerindeki Değişimi Üzerinden Eleştirisi

Süleymaniye Vakfı  sitesinde, sayın Erdem Uygan tarafından kaleme alınan, Kur'an Üzerinde Bireysel Olarak Çalışmanın Yanlışlığı isimli makalede, sayın Mehmet Okuyan hocanın Ademe secde edilmesi ile ilgili ayetlerin çevirisi konusundaki görüşleri eleştirilerek, Okuyan hocanın böyle bir hataya düşmesinin sebebi ortaya konulmaktadır.

Sayın Uygan'ın, Okuyan hocanın Üscudu li Ademe ibaresinin Ademe secde ediniz şeklinde çevrilmesinin yanlış olduğu, bu ibarenin Adem için secde ediniz şeklinde olması gerektiğine dair görüşüne karşı getirdiği eleştirinin haklı olduğunu öncelikle söylemek istiyor, ve Uygan'ın bu konudaki düşüncelerine katıldığımızı belirtiyoruz. Sayın Okuyan hocanın ortaya koyduğu bazı düşüncelerini tek ve nihai doğrular olarak sunmasının, aynı konudaki kendi görüşünün haricinde olan farklı görüşleri mahkum eden bir üsluba sahip olmasının hatalı bir davranış olduğu, bu düşüncesini ortaya koyduğu bazı konular hakkında yazmaya çalıştığımız bazı yazılarımızda dile getirmiştik. 

Ancak bizim yazımızda merkeze alacağımız konu, sayın Uygan tarafından ortaya konulan Okuyan hocanın düştüğü hatanın sebebi üzerinde olup, Uygan tarafından dile getirilen Kur'an'ı anlama yönteminin, Süleymaniye Vakfı'nın önerdiği Kur'an'ı anlama yöntemi ile örtüşmesi nedeniyle, vakfın bu söyleminin içerdiği bazı hatalara dikkat çekmeye çalışmak olacaktır. 

Sayın Uygan yazısına ilahiyat camiasındaki bir çok akademisyenin Kur'an'ı tek başına anlama yoluna gittiklerini, bu yöntemin ise yanlış olduğunu söyleyerek başlamakta, Kur'an'ı tek başına anlamanın yanlışlığına, Hud s. 1. ve 2. ayetlerini delil olarak sunarak, Allah'ın böyle bir çalışmaya cevaz vermediğini iddia etmektedir.

Yazısına Kur'an'ı anlama çalışmasının ekip halinde yapılması gerektiğini öne sürerek devam eden Uygan, bu iddialarını Kur'an ayetleri ile delillendirmekte, Müzzemmil suresi ilk ve son ayetlerini bu iddiasına dayanak yapmaktadır.

"Bu ayetlerdeki emri bir ekiple çalışarak yerine getirdiğini aynı surenin son ayetinden öğreniyoruz" 
diyerek "Senin ve seninle beraber olanlardan bir kısmının, gecenin üçte ikisine yakınını, yarısını ve üçte birini uyanık geçirdiğini Rabbin elbette biliyor"  şeklindeki Müzzemmil suresi 20. ayetinin bir kısmını vermek sureti ile Muhammed (a.s) ın ekibi ile birlikte Kur'an'ı anlama çalışması yaptığını söylemektedir. 

Ancak Uygan'ın bu konuda kaçırdığını veya hesaba katmadığını düşündüğümüz, aynı ayetin devam eden bir cümlesi daha vardır.

"Gece ile gündüzün ölçüsünü koyan Allah’tır. Sizin bunu tam başaramayacağınızı bildiği için yüzünüze baktı (da işinizi kolaylaştırdı). Artık Kur'ân’ı kolayınıza geldiği zaman[*] okuyun"

Müzzemmil s. 20. ayetinin bu cümlesi, Uygan'ın Muhammed (a.s) ın Kur'an'dan hikmeti çıkarmak için ekip halinde çalışması gerektiğine dair bir emir olduğunu iddia ettiği ilk ayetlerdeki emrin hafifletilmesi ile alakalıdır. Sayın Uygan sadece ayetin kendi işine yaradığını düşündüğü kısmını alarak, bir nevi Bektaşi okuması yapmıştır Şöyle ki;

Yukarıda mealini verdiğimiz Müzzemmil s. 20. ayetinin cümlesi, aynı surenin ilk ayetlerinde Muhammed (a.s) a verilen "Ey içine kapanan kişi! Az bir kısmı dışında gece kalk! Ya gecenin yarısı kadar ya yarısından biraz az, ya da yarısından fazla bir süre kalk da Kur'ân'ı yavaş yavaş ve düşünerek oku!"  şeklindeki emirden onu muaf hale getirmektedir. 

Bu ayete Uygan'ın gözlüğü ile baktığımız zaman, Muhammed (a.s) ekip çalışmasından muaf tutulmakta veya Kur'an'ı anlama çalışmasında kendisine eskiye nazaran biraz daha kolaylıklar tanınmaktadır. Fakat Uygan, ortaya koyduğu iddiasını çürütebilecek olan ayet cümlesini makalesine almamak sureti ile parçacı bir okuma yöntemi ortaya koymuştur. 

Kur'an'ın ekip çalışması ile daha iyi ve güzel anlaşılacağı iddialarına katılmakla beraber, bu ekip çalışmasının Kur'an ayetleri ile desteklenmeye çalışılarak Allah'ın emri olduğu, tek başına yapılan çalışmaların ise Allah'ın onaylamadığı bir yöntem olduğu iddialarına katılmadığımızı hatırlatmak isteriz. Çünkü Uygan'ın ortaya koyduğu iddialarına mesnet olarak getirdiği ayetler, kendisi tarafından yorumlanmak sureti ile ortaya konmuş ayetler olup, bir başkası çıkıp o ayetleri başka bir şekilde yorumlayarak ekip çalışması ile alakası olmadığını iddia edebilir. Yoruma açık olan ayetler üzerinden yapılan çıkarımları mutlaklaştırmak sureti ile nihai sonuca vardığını iddia etmek, maalesef Kur'an ile hemhal olduğunu iddia eden birçok kimsenin sorunudur.

Sayın Uygan makalesine Okuyan hocanın düştüğü hatanın sebebini anlatarak devam etmektedir. 

"Kanaatimizce çok sevdiğimiz ve ilmine güvenip değer verdiğimiz, Kur’an üzerine yaptığı çalışmalarından her vesile ile istifade ederek bu uğurdaki cihadını her şekilde desteklediğimiz değerli hocamızın bazı konularda Kur’an’dan onay almayacak sonuçlara ulaşmış olması tek başına çalışmayı tercih etmesinden kaynaklanmaktadır. Bu şekilde Allah’ın Kur’an’ı anlama metodunu doğru uygulayabilmesi, çok istese de mümkün olamaz. Çünkü doğru olduğunu düşündüğü bir konuda kendisine itiraz edecek, uyaracak ya da onun göremediği bir başka açıdan, bir başka ayetle konuya bakmasını sağlayacak bir ekibi bulunmamaktadır"

Uygan, Okuyan hocanın hataya düşme sebebini tek başına çalışmaya bağlamaktadır. Uygan'ın ekip çalışması ile Kur'an'ın anlaşılması gerektiği iddiası kişisel bir iddia olmaktan çok, Abdülaziz Bayındır hoca ve Süleymaniye vakfının yıllardır dile getirdiği bir anlama yöntemi olarak bilinmektedir. 






Yukarıdaki iki videonun birisinde sayın Bayındır hoca, adetli kadının namaz kılamayacağını söylerken, diğer videoda adetli kadının namaz kılabileceğini söylemektedir. Yani Bayındır hoca zaman içinde adetli kadının namaz kılamayacağı görüşünden geri dönerek, adetli kadının namaz kılabileceğini iddia etmektedir.

Ekip çalışması yöntemi ile çalışarak Kur'an'ın doğru biçimde anlaşıldığını iddia etmek demek, Kur'an'dan çıkarılan hükümlerin Allah'ın muradı olduğunu iddia etmek anlamına da gelmektedir. Süleymaniye vakfının, Allah'ın emrettiği yöntem olduğunu iddia ettiği ekip çalışması yaparak adetli kadının namaz kılamayacağını yıllar boyunca dile getirmelerinin ardından, bu görüşlerini değiştirerek adetli kadının namaz kılabileceğini iddia etmesi, ekip çalışması ile yapılan Kur'an araştırmalarından çıkan sonuçların ne derece sağlıklı olabileceğini de göstermesi açısından ilginçtir.

Burada şu noktayı önemle hatırlatmak isteriz ki, Bayındır hoca ve Süleymaniye Vakfı'nın adetli kadının namaz kılamayacağı yönündeki yanlış görüşünden dönerek, adetli kadının namaz kılabileceğini iddia etmeleri, her alimde görmek istediğimiz fakat göremediğimiz, takdir edilecek olumlu bir davranıştır. Bizim Bayındır hoca ve vakfı eleştirme sebebimiz eski görüşlerinden neden döndükleri değil, ekip çalışması ile en doğru hükmü bulduklarını iddia ettikleri halde, aynı konuda aynı ekibin zaman içinde taban tabana zıt çıkarımda bulunabilmeleridir.

Yıllar önce adetli kadının namaz kılıp kılamayacağı konusunda yaptıkları ekip çalışmasında, adetli kadının namaz kılamayacağı hükmünü çıkaran sayın vakıf, yıllar sonra aynı ekip ve ekip çalışması ile, adetli kadının namaz kılabileceği hükmünü çıkarabilmiştir. Okudukları Kur'an aynı oldukları halde o Kur'an'ın yıllarca adetli kadının namaz kılamayacağını söylediğini iddia edenler, yıllar sonra yine aynı kitabın adetli kadının namaz kılabileceğini söylediğini iddia etmeleri, Allah'ın emri olduğunu iddia ettikleri ekip çalışması yönteminin doğru hüküm çıkarma konusunda pek para etmediğini göstermektedir. 

Çünkü aynı kitabı ekip olarak değil de, tek başına okuyarak adetli kadının namaz kılabileceği hükmünü çıkaranların sayısı bilindiği üzere az değildir. Hatta bu kimselerin bazıları Bayındır hocaya sahip olduğu bu görüşünden dolayı yaptıkları itirazlarda hocadan azar dahi işitebilmiştir.

Mesele demek ki Kur'an'ı ekip çalışması ile okumak değil, ekip veya ferdi çalışma ile olsa da Kur'an mantığını doğru kavrayabilmek, kişilerin din adına ortaya attığı görüşlerinde hata veya kesiklik payı bırakabilmesidir. Bayındır hoca neden sahip olduğu görüşünden döndüğü konusunda kendisine sorulan soruya cevap olarak,  her zaman bu konudaki çalışmalarını sürdürdüklerini söylediğini, yani nihai görüşünün bu yönde olmadığını söylediğini ifade etmektedir.

Sayın Bayındır hocanın net olarak Biz bu konuda hata yaptık şimdi hatamızdan dönüyoruz demek yerine, lafı döndürüp dolaştırmaya çalışması, başka konularda net ve kesin ifadeler kullanarak, Ben demiyorum Allah böyle diyor dediğini hatırlayan kimseler pek için inandırıcı olmayacaktır.

Uygan makalesinin devamında, Kur'an'ın kişisel yorumlara açık olmadığını, hiç kimsenin Kur'an'ı yorumlama yetkisi olmadığını şu şekilde dile getirmektedir; 

"Hikmet doğru hüküm anlamına gelir. Bir konuda sadece bir adet doğru sonuç olabilir. Allah’ın gösterdiği Kur’an’ı anlama metodu, her konuda işte bu tek doğru sonuca varmak için uygulanmak zorundadır. Bu da Kur’an’ın kişisel yorumlara açık olmadığı anlamına gelir. Diğer bir deyişle ilmimiz, ünvanımız, kariyerimiz, mevkimiz ne olursa olsun hiç birimizin Kur’an ayetlerini yorumlama yetkimiz yoktur."

Sayın Uygan'ın makalesindeki "Bir konuda sadece bir adet doğru sonuç olabilir cümlesini, vakfın adetli kadının namazı konusundaki düşünce değişimi çerçevesinde düşündüğümüzde, Doğru sonuç diye sunulan veya iddia edilen bir şeyin asla olamayacağı, olsa olsa DOĞRU OLDUĞU DÜŞÜNÜLEN, VEYA DOĞRU OLDUĞU İDDİA EDİLEN SONUÇ olabileceği anlaşılmaktadır. 

Çünkü dün doğru sonuç olarak sunulan adetli kadının namaz kılamayacağı düşüncesi, bugün yanlış sonuç haline gelmiş, dün yanlış sonuç olarak görülen adetli kadının namaz kılabileceği düşüncesi ise, bugün doğru sonuç haline gelmiştir. 

Şayet Uygan'ın iddia ettiği gibi bir konuda sadece bir adet doğru sonuç olabilir ise, vakfın aynı konuda birbirine taban tabana zıt görüşleri farklı zamanlarda DOĞRU olarak serdetmiş olması nasıl izah edilebilir?. Uygan böyle bir cümle sarf etmekle vakfın adetli kadının namazı konusunda yaptığı çıkarımları hiç dikkate almadığını göstererek, bir nevi vakfın ayağına kurşun sıkmaktadır. Uygan şayet vakfın adetli kadının namazı konusundaki değişimlerini dikkate almış olsaydı, böyle bir cümleyi asla sarf edemezdi.

Uygan'ın yukarıdaki paragraftaki ortaya attığı 2 iddianın üzerinde durmak istiyoruz. 

1-  Kur'an kişisel yorumlara açık değildir.
2- Hiç kimsenin Kur'an ayetlerini yorumlama yetkisi yoktur. 

Sayın Uygan ortaya attığı bu iki iddiayı kendisi bile çiğneyerek makalesinin başında verdiği ayetleri ekip çalışmasının farziyetine delil olarak sunmak sureti ile yorumlayarak kendisi ile çelişkiye düşmüştür. 

Bir ayetin kişisel yorum olarak görülmemesi için, kişinin o ayet hakkındaki görüşünün doğruluğu hakkında Allah'tan bir vahiy alması gerekmektedir ki kişi, Ben demiyorum Allah böyle diyor diyebilsin, hiç bir beşerin artık böyle bir imkanı olamayacağına göre, Uygan da dahil herkesin ayetler hakkında öne süreceği görüşleri kendi indi görüşleridir, ve bu görüşlerin doğru veya yanlış olma ihtimali her zaman mevcuttur.

Yukarıdaki 2 iddiayı yine adetli kadının namazı konusu üzerinden düşündüğümüzde, ortaya çıkan manzara gerçekten akıllara zarardır. Kişisel yoruma açık olmayan ve kimsenin ayetlerini yorumlamaya yetkisi olmadığı iddia edilen kitabın bir ayeti üzerinden taban tabana zıt çıkarımlar yapmanın adının ne olduğunu, Uygan ve Süleymaniye Vakfı ekibine soracak olursak acaba nasıl bir cevap alabileceğiz.

Şayet Kur'an Uygan'ın iddia ettiği gibi kişisel yorumlara açık olmayan bir kitap ise neden Süleymaniye vakfı bir konuda farklı zamanlarda iki farklı iddia ortaya atabilmektedir?. Adetli kadının namaz kılamayacağı ve kılabileceği konusunda farklı hükümler çıkaran vakıf, bu farklı hükümleri neye göre vermiştir?.

Şayet Kur'an kişisel yorumlara açık değilse neden Süleymaniye vakfı adetli kadının namazı konusunda neden birbiri ile zıt iki farklı hüküm ortaya atabilmiştir?.

Süleymaniye vakfı adetli kadının namazı konusunda bal gibi de kişisel yorumlarını ortaya koyarak birbirine zıt iki hüküm meydana çıkarabilmiş. Eğer bu hükümlerden herhangi birisinin Allah'ın hükmü olduğunu iddia edecek olurlar ise, adetli kadının namaz kılabileceği veya kılamayacağı konusunda hangisinin Allah'ın hükmü olduğunu bize söylemelidirler.

Uygan tarafından ortaya atılan bu iddialar Uygan'ı ve bunu destekleyenleri şu noktaya getirmesi açısından korkunç neticeleri olan bir iddiadır. 

 BİZİM HERHANGİ BİR KUR'AN AYETİ HAKKINDA ORTAYA ATTIĞIMIZ DÜŞÜNCE BİZİM ŞAHSİ YORUMUMUZ OLMAYIP, ALLAH'IN BU KONUDAKİ MURADIDIR.

Böyle bir iddia ortaya atmak, veya bu iddiayı çağrıştıracak bir iddia ortaya atmaya kalkmak, hiç kimsenin haddi değildir.

Sayın Uygan ve Süleymaniye Vakfı ekibine bu noktada bazı hatırlatmalarımız olacaktır. 

Kur'an ayetleri hakkında yaptığınız çıkarımlar ve ortaya attığınız düşünceler, tek ve nihai doğrular asla değildir. Herhangi bir ayet ve konu hakkında yaptığınız çıkarım ile ilgili olarak söyleyebileceğiniz tek söz ancak, Bu konudaki bizim düşüncemiz bu dur şeklinde olabilir. Adetli kadının namazı konusunda düştüğünüz yanılgı sizler için bir tecrübe olmalıdır. Çünkü bugün doğru olarak gördüğünüz bir konu, sizin için yarın yanlış olarak görülebilir. Ortaya attığınız görüşleri tek ve en doğru olarak gördüğünüz, şayet yarın o görüşlerinizden geri dönmek zorunda kaldığınız takdirde, bunu izah etmeniz mümkün olmayacaktır.

Ayrıca yaptığınız çıkarımları tek ve nihai doğrular olarak sunmanız, sizi Allah adına konuşan kişiler haline getirir ki bu yetki sadece elçilere verilmiş Muhammed (a.s) ile son bulmuş, ondan sonra da Allah adına konuşan bir başka kimse gönderilmeyecektir. Elçi Muhammed (a.s) şayet hata yapacak olursa onun bu hatası vahiy ile uyarılmakta idi. Sizin yapabileceğiniz bir hata size vahiy inerek uyarılmayacak, dolayısı ile muhtemel bir hatanızı insanlara Allah'ın bu konudaki hükmü olarak sunarak vebal altına gireceksiniz.

Ortaya attığınız Kur'an'i çıkarımlarda daha esnek ve daha mütevazi davranmaya çalışmanız, sizleri insanların gözünde daha saygın bir kişi kurum olarak görülmesine vesile olacaktır. Ortaya attığınız Kur'an'i çıkarımları Alem buysa kral biziz tarzında sunmaya çalışmanız ise, sizleri insanların gözünde itibarsız bir duruma düşürecektir.


10 Temmuz 2017 Pazartesi

Kur'an Müslümanlığı Deyimi ve Ayrıştırıcı Söylemlerin Müslümanlar Üzerindeki Zararları

Kur'an Müslümanlığı, Kur'an'ın Türkiye'de yaşayan Müslümanların gündemine gelmesi ile ortaya çıkan bir deyimdir. Bugün Türkiye genelinde bazı Müslümanların kendilerini bu deyimin ifade ettiği anlam çerçevesi etrafında tanıtmalarına sebep olan etkenlerden bir tanesi, klasik din anlayışında Kur'an'ın belirleyici olmaması, din adına belirleyici olan şeyin rivayet kitapları, ve isimleri etrafında karizmatik bir yapı oluşturulmuş olan kişiler olmasıdır.

İslam adına ortaya konan düşüncelerin Kur'an tarafından onay almasının olmazsa olmazlarımızdan olması gerektiği noktasında hemfikir olmamıza rağmen, bu söylemin birleştirici bir söylem olmak yerine, ayrıştırıcı bir söylem haline gelmiş olmasının ortaya çıkardığı bazı olumsuz durumlara dikkat çekmeye çalışmak, bu yazının konusu olacaktır.

Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçip-beğendim. (Maide s. 3)

Bugün yeryüzünde İslam dinine mensup olduğunu iddia eden, yüz milyonlarca kişi bulunmaktadır. Herhangi bir din veya ideolojinin temelinde, insanların birbiri ile daha sıkı bağlar kurmasını amaçlamak yatmakta iken, bugün kendisini İslam'a mensup olarak gören insanların aralarında böyle bir bağı kuramamış olmaları ilginç olduğu kadar da üzüntü vericidir. 

Bugün yeryüzünde mevcut olan topluluklara baktığımızda, kendi içlerinde birbirlerine düşman olan toplulukların başında kendisini İslam'a mensup olarak görenler yatmaktadır. Bu dine mensup olanların birbirleri ile ilişki kurmaları ve birbirlerini sevmeleri için, aynı dine mensup olmanın verdiği üst kimliği dikkate almaları gerekirken, mezhep, meşrep, tarikat, cemaat v.s gibi unsurları öne çıkararak, alt kimlikler üzerinden aidiyet oluşturmaya çalıştıkları gözlemlenmektedir.

[041.033]  Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve: «Gerçekten ben müslümanlardanım» diyenden daha güzel sözlü kimdir?

Ben Müslümanlardanım diyerek en geniş çerçevede birliktelik oluşturması gereken Müslümanlar Muhammed (a.s) ın vefatının sonrasında çeşitli saiklerle birbirlerine düşman olmuşlar, ve o düşmanlıklar hız kesmeden bugüne kadar sürmüş, halen de sürmektedir. 

                                       Müslümanları birleştirici bir kitap olarak Kur'an

Kur'an, İslam dininin temel kitabı olarak tüm Müslümanların iman ettiklerini iddia ettikleri bir kitaptır. Bu kitaba gerçek olarak iman etmek demek, sadece ona dil ile iman ettiğini söylemek şeklinde değil, muhteviyatını hayat içinde pratiğe aktarmakla mümkündür. 

[003.103] Toptan Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Allah'ın size olan nimetini anın: Düşmandınız, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı. Allah, doğru yola erişesiniz diye size böylece ayetlerini açıklar.

Bu kitabın muhteviyatında bulunan bazı ayetler, ayrılığın getireceği zararları, ve birleşmenin getireceği faydaları bizlere hatırlatmaktadır. Kur'an'ın rehberliğinden kendisini soyutlamış olan Müslümanlar, bir çok mezhep ve hizbe bölünerek birbirlerine düşman olmuşlardır. 

Kur'an'ın birleştiriciliğinde buluşmanın gereğine inananların büyük çoğunluğunun bu birleştiriciliği en geniş çerçevede anlamak ve uygulamak yerine, eleştiri konusu yaptıkları hizip ve fırkalarla aynı kulvara düşerek kendilerini Kur'an Müslümanı olarak tanımlamaları, onlarında başka bir fırka olarak ortaya çıkmalarını beraberinde getirmiştir.

Bugün kendisini Kur'an Müslümanı olarak tanımlayan insanların İslam adına ortaya koydukları söyleme baktığımızda,hadis ve tasavvuf menşeli İslam anlayışını kıyasıya eleştirmek olduğunu görmekteyiz. Hadis ve tasavvuf menşeli İslam anlayışının elbette eleştiri konusu yapılabilecek bir çok yönü vardır, fakat bu eleştiriyi yaparken ortaya konan söylemin problemli olduğunu düşünmekteyiz. 

Kendilerin Kur'an Müslümanı olarak niteleyenlerin birçoğunun, hadis ve tasavvuf merkezli din anlayışını savunan kimseleri düşman olarak ilan ettikleri görülmektedir. Halbuki Kur'an'ı merkeze aldığını iddia eden bu insanların, tebliğ yöntemlerini de bu kitap içinden alması gerektiği önemli bir noktadır. 

[016.125]  Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir.

Şu nokta iyice kavranmalıdır ki, Kur'an'ı öncellemek demek, hiç kimseye bu kitabın dışında başka kitapları öncelleyenleri tahkir etmek hakkını vermez. Kur'an etrafında bir söylem üretmek demek, bu söylemi ulaştıracağımız insanlara karşı nasıl davranmamız gerektiğini de bu kitaptan öğrenmek ve hayata geçirmek demektir. Çağrıyı ulaştıracağı kimseyi dışlayarak, ötekileştirerek, tahkir ederek yapacağı davranışlar, bu çağrının gerekli kişilere ulaşmasını engellediği gibi, Kur'an'a karşı daha sert bir şekilde sırt dönülmesine sebep olacaktır.

Özellikle sanal ortamın verdiği imkanları kullanarak din adına inandıkları doğruları diğer insanlarla paylaşmaya gayret eden kimselerin bu doğruları paylaşırken birbirlerine karşı kullandıkları üslup maalesef içler acısı bir durum arz etmektedir.


Sanal ortamda yaptığı paylaşımlarda Kafir, Müşrik gibi dini kavramları günde en az 100 defa paylaşmaz ise Allah (c.c) katında sanki sorumlu olduğunu zanneden bir kısım insan, bu sayıyı doldurmak için önüne gelene bu kavramları kullanarak önüne geleni tekfir ve tahkir etmeyi marifet sanmakta, yaptığı yanlışın sebep olduğu yıkımın farkına bile varmadan büyük bir cihat yaptığını zannetmektedir.

[022.078] Ve Allah için hakkıyla cihad edin. O, sizi seçmiş ve babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamaıştır. Daha önce resulün size şahid olması, sizin de insanlara şahidler olmanız için size müslüman adını veren O'dur. Şu halde namaz kılın, zekat verin ve Allah'a sarılın. O'dur sizin Mevlanız. Ne güzel Mevla, ne güzel yardımcı.

Bize Müslüman adını veren Allah (c.c) nin verdiği bu ismin önüne veya arkasına takılacak her türlü ilave, ki bu Kur'an olsa dahi gereksiz bir ilavedir. Müslüman olduğunu iddia eden bir kimsenin, zaten Kur'an'ı temel kaynak olarak görmek, inancını bu kitabın onayına sunmak gereği vardır. Kur'an'ı temel kaynak olarak görmeyenlere tepki olarak ortaya konulacak her türlü söylem, ayrıştırıcı ve ötekileştirici olması bakımından tavsiye edilen bir söylem değildir.

Fırka ve hizipçiliği yasaklayan bir kitabın, fırka ve hizipçiliği körükleyen söylemleri desteklemesi ve onaylaması elbette mümkün değildir. Kur'an'ı eline alarak inancını bu kitabın onayına sunan kişilerin dikkate alması gereken en önemli konu, ortaya koyacakları söylemin birleştirici ve nefret ettirici olmamasına gayret etmesi olmalıdır.

Din adına başka kaynak ve kişileri öncelleyen kimselere karşı tavsiye edilen tebliğ dilini kullanmak, ayrıştırıcı ve ötekileştirici söylemlerin yerini, birleştirici söylemlere bırakmasına, farklı düşüncede olanların ise bu düşüncelerini edep ve üslup dairesinde birbirleri ile konuşarak ortak bir noktaya varmalarına sebep olacaktır.

Sonuç olarak; Birlik ve beraberliği her zaman ihtiyacımız olan biz Müslümanlar, birlik ve beraberliğimiz bozacak her türlü kavgayı terk ederek, aramızda mevcut olan sorunları iman iddiasında bulunduğumuz kitabın bizlere öğrettiği yöntem dairesinde halletmeye gayret etmeliyiz.

Kendilerini Kur'an ile tanımlayan kimselerin ise bu noktada daha fazla sorumluluk sahibi oldukları hatırdan çıkarılmamalıdır. İnanç ve düşüncesini Kur'an'ın belirlediğini iddia ederek karşısındaki insana karşı nasıl bir üslup kullanacağını Kur'an'ın belirlemediği insanların ortaya koyacakları sözlerin inandırıcılığı maalesef olmayacağı gibi, aksi tesir yaparak Kur'an'a karşı cephe alınmasına sebep olacaktır.


Müslüman ismini yeterli görmeyenlere karşı, bu ismin önüne veya arkasına tepki olarak ortaya konan her türlü ilave isim, fırka ve hizipçiliği doğuracağı için bu konuda dikkatli davranılması gerekmektedir. 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.