tahrifül kur'an etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tahrifül kur'an etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Aralık 2011 Perşembe

"Tebyinül Kur'an"dan Tahrifül Kur'an örnekleri 15 (Neml Suresi)

"Tebyinül kur'andan tahrifül kur'an örnekleri" başlıklı yazı serimize adı geçen eserdeki "Neml suresi" nde geçen süleyman as kıssası ile devam ediyoruz. Bu surede Süleyman as ile ilgili geçen ayetleri oluşturduğu ön kabulleri kur'ana tasdik ettirmek amacı ile nasıl meallendirip sonra verdiği meal üzerinde oturtmaya çalıştığı düşüncelerinin kur'an bütünlüğündeki tutarsızlığını görelim . Neml suresinin başında anlatılan musa as kıssası ile ilgili olarak adı geçen esere ilave ettiği "tashih notları" isimli bölümde musa as  kıssası ile ilgili yazdıklarını  daha önceden ele almıştık. 


"Kuş mantığı" adlı açtığı başlık altında  süleyman as a öğretilen "kuş mantığının" ona Davud as tarafından öğretildiğini iddia ederek Süleyman as a öğretilen kuşların konuşma dilini bilmesini sıradanlaştırarak onların bunu "keşfettiklerini" yani öğrenilen ilmin " kesbi" (çalışılarak kazanılan) bir ilim olduğunu iddia ederek ilerki bölümler için alt yapı hazırlığını yapmaktadır. Süleyman as ın davud as varis olmasını , Davud as ın savaşmak için yıllarca dağlarda kalmak zorunda olduğu için kazanmış olduğu bilgiyi oğlu süleyman as a aktardığını iddia eder , Süleyman as ın babasından öğrendiği şeyler muhakakki olmuştur ancan süleyman as a verilen bu özel yeteneğin babasından ona miras kaldığını söylemek doğru değildir. Sayın yazar kendi abartısını örtmek için "konu ile ilgili abartılar" başlığı altında kendi görüşlerinden daha çok abartılı rivayetlere yer vererek hem eserin hacminin artmasını hemde kendi yanlışını başka yanlışla örtme konusundaki yeteneğini buradada sergilemiştir.


17. ayetin mealindeki "Süleymanın insanlardan ve cinlerden oluşan ordusu" kısmına, "cinn" kavramına yüklemiş olduğu anlam çerçevesi içinde parantez açarak  "yabancılardan" şeklinde meal veren yazar bu düşüncesini süleyman as ın ordusundaki cinlerin orduya levazım ve ordu donatım hizmeti veren yabancı insanlar olduğu iddiasını muharref tevrattan aldığı bir bölüm ile taçlandırmıştır!.

18. ayetteki "dişi karıncanın halkına evlerinize girin" demesi ile ilgili olarak, ayette geçen "karınca vadisinin" rivayetlere göre bir bölge adı olduğu karıncaların bol olduğu yerin adı olmadığı ve oranın yöneticisinin bir bayan!! olduğunu iddia eder ve oranın halkının insanlardan oluştuğu iddiasını şöyle sürdürür.


" Neml Vadisi'ndeki halkın bilinen karıncalar olmadığı, halkına seslenen karıncanın Âyette kullandığı "meskenlerinize [evlerinize]" ifadesinden de anlaşılmaktadır. Çünkü mesken = ev sözcüğü insanlar için kullanılan bir sözcük olup karınca, kertenkele türünden yaratıkların barınakları Arapçada cuhr sözcüğüyle ifade edilir. Ayrıca Âyetteki ifadeye dikkat edildiğinde, sözcüğün mesakineküm = evleriniz şeklinde çoğul olarak kullanıldığı görülür. Hâlbuki karıncalar komün hâlinde yaşarlar ve her birinin ayrı bir meskeninin olması söz konusu değildir.

Sayın yazarın ön kabulleri neticesi oluşturmuş olduğu , "süleyman as bir karıncanın konuşmasını anlayamaz" şeklindeki düşüncesine uygun olarak vadideki karıncanın "evlerinize girin" demesinden "ev" kelimesinin insanlar için kullanıldığını iddia eder , nahl suresi 68. de"Rabbın bal arısına da şöyle vahyetti: dağlardan ve ağaçlardan ve kuracakları köşklerden göz göz evler edin" mealindeki ayetteki "buyuten"(evler) kelimesi veya ankebut suresi 41 deki " Allah'tan başka dostlar edinenlerin durumu, kendine yuva yapan dişi örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise şüphesiz örümceğin yuvasıdır. Keşke bilseler." ayetindeki " beyten" (ev) ," elbuyut" (evler), "beytül ankebut" (örümceğin evi) şeklinde geçen bu kelimelere dayanarak neden arı ve örümcekleri insan olarak görmediğinin izahını nasıl yapabilir?. Eserinin çoğu yerinde yaptığı gibi kendi mesnetsiz iddialarını örtmek için başkalarının mesnetsiz iddialarını eserine alıp "göz bağcılığı" metodu ile kendi yanlışlığını o yanlışlar ile örtmeye çalışmaktadır. 


19. ayette ,karıncanın konuşmasını anlayacak kudreti kendisine veren Allaha şükreden ssüleyman as ın "tebessüm etmesi ile ilgili olarak sayın yazar şunları yazmaktadır.


"Süleymân peygamberin gülme sebebi, Karınca Vadisi'ndeki kadın yöneticinin kararından/kavlinden (hukuk dilinde   القول - el-gavl, = karar, hüküm demektir.) kaynaklanmaktadır.
Çünkü Karınca Vadisi halkı onlara engel olmaya kalkmamış, zorluk çıkarmamıştır. Süleymân peygamber, bu vadiden savaşarak, maddî ve manevî kayıplar vererek geçebileceğini sanıyor olmalıydı ki, yöneticinin kararı ile rahatça ve sorunsuz olarak geçme imkânının ortaya çıkması onu çok mutlu etmiştir. Bu mutlu sonuç karşısında Rabbim! bana anne-babama lütfettiğin nimetine şükretmeme, hoşnut olacağım barışçıl bir iş yapmama imkân ver. Ve rahmetinle beni barışsever kullarının arasına sok " diye dua etmiştir."

 "Beyt " kelimesini kur'an bütünlüğünü gözetmeden sadece "insanların barınağı" şeklindeki anlamından hareketle karıncaları insan yapan fakat arı ve örümceği insan yapmayı unutan yazar, mesnetli !!! iddia olarak süleyman as ın tebessümünü, o vadiden savaşmadan çıkmanın verdiği mutluluk ifadesi olduğunu yazmaktadır. "Olaya akli bir yaklaşım" başlığı ile, "onların bir an için karınca olduğu yaklaşımını doğru kabul edelim" derken bile kendi ön kabulu doğrultusunda olaya baktığının açık bir işaretini vererek "doğru değil ama bir an için doğru kabul etsek bile"şeklinde aklını kur'a dışı yaklaşımlara kiraya vermenin örneğini göstermektedir. 


20-21. ayetlerde Süleyman as ın kuşları denetlemesi ile ilgili olarak denetleme esnasında mevcut olmayan "Hüdhüdün" kuş değil kuşların bakıcısı olduğunu  ve bu iddiasına mesnet olarak "hüdhüd" ün konuşmalarını delil göstererek onun akıllı ve iradeli bir yaratık olduğunu ve bu sözleri söyleyenin bir kuş olamayacağını iddia eder. Sayın yazar buradada geleneksel tefsir anlayışının içine düştüğü açmazlardan olan " kıssa içinde dönüp dolaşmak" mantığı ile kıssanın bize bakan yönünü hiç hesaba katmamış ve olayı o günkü yaşanmışlığı içinde hapsederek "intak(konuşturma ) sanatı " dahilinde yapılan bir metod ile kuş üzerinden bize mesaj verildiği noktasını kaçırmıştır, kıssada verilmek istenen mesaj kuşun söyledikleri üzerinden bizlerin ibret almasıdır. Sayın yazar kıssanın devamında, Süleyman as ın Hüdhüd adlı kuş ile "Sebe" melikesine gönderdiği mektubun mahiyetini bırakıp kuşun o mektubu taşıyıp taşıyamayacağı meselesi üzerinde kafa yorarak şunları der. 


"Olayların geçtiği çağda kullanılan yazı çivi yazısı veya hiyeroglif, yazı malzemesi de taş levha, kil tablet, papirüs veya hayvan derisidir. Çinliler tarafından M.S. 1. yüzyılda icat edilecek olan kâğıt henüz o dönemde mevcut değildir. Bu faktörler yüzünden Süleymân peygamberin Melike'ye yazdığı mektup Hüdhüd kuşunun taşıyamayacağı bir hacimde olmak durumundadır. O çağdaki hangi yazı malzemesi üzerine yazılırsa yazılsın, bu mektubu güvercin büyüklüğündeki bir kuşun Filistin'den Yemen illerine taşıyabilmesi mümkün değildir. Arkeolojik araştırmalar sonucu bu mektup bulunup gerçek anlaşılıncaya kadar bizim ağırlıklı kanaatimiz şu yöndedir: O günkü yazı malzemelerinden birine yazılmış olan bu mektup muhtemelen Yemen'e at, eşek, deve gibi o zamanın ulaşım araçlarından biriyle ve Hüdhüd'ün himayesinde gönderilmiş olmalıdır."

Başka kaynaklardaki alıntıları israiliyat ve abartı olarak nitelendiren sayın yazar , "benim abartım veya benim israiliyatım daha iyidir" edalarında kağıdın ne zaman bulunduğundan yola çıkarak mektubun kağıt üzerine yazılmasının mümkün olmadığı ve dolayısı ile arkeolojik çalışmalarda o mektubun bulunmasına kadar kendi düşüncesinin geçerli olacağını söyler ve  Süleyman as ın sarayındaki ihtişamın kur'anda bile yer almasından hareketle kağıdın süleyman as devrinde mevcut olabileceği ihtimalini hesaba katmaz.

 38-39. ayetlerde süleyman as ın, melikenin tahtını en kısa zamanda kimin getireceğini sorması üzerine cinlerden bir ifritin " ben onu sana makamından kalkmadan getiririm" sözü üzerine " makam kelimesi üzerine yaptığı derin!! tetkikler sonucunda "makamından kalkmadan onu sana getiririm" sözünün gerçekleşme zamanının "süleyman as ın iktidarı zamanı içinde " olduğu çıkarımını yapar. Ayeti dikkatli ve ön kabulsuz okuyan birinin, süleyman as ın Melikenin tahtını kendisi Süleyman as a gelmeden önce kimin getirebileceğini sormasına rağmen cinlerden bir ifritin," ben onu sana ancak iktidarın zamanı içinde getirebilirim" yani yakın bir zamanda bunu getirmeye gücüm yetmez demesinin akılcı olması bir yana alaycı bir uslup olduğunu ve bunu süleyman as gibi bir hükümdara kimsenin söylemeye cesareti olamayacağını neden düşünemez? 


40. ayette, deyim yerindeyse ipin ucunu kaçıran yazarımız ayetin malini verdikten sonraki yorumu şöyle yapmaktadır.  

"Kitaptan bilgisi olan kişi"nin Âyette nakledilen قبل ان يرتدّ اليك طرفك - gable enyertedde ileyke tarfuke şeklindeki ifadesi, -klâsik meal ve tefsirlerde görüldüğü gibi- "gözünü açıp kapamadan" demek olmayıp "senin bakışın kendine dönmeden önce" demektir. Yani;   
"Sen bu işi kafandan silmeden önce;  sen şimdi aklına Sebe' melikesi ve ülkesini taktın, başka bir şey düşünmüyorsun ve gözün hiçbir şey görmüyor;  başka bir konuyla ilgilenmiyorsun, kendine dönüp bakmıyorsun ya, işte ben bunu sen kendine bakmadan yani bunu kafandan silmeden, gündemden düşürmeden sana getiririm" demektir." 

"Asıl önemli olan ve dikkate alınması gereken, Âyetlerin temel mesajlarıdır." sözünü kendisinin yazmasına rağmen ayetin temel mesajını bir tarafa atıp kıssa içinde dönüp dolaşırken başı dönüpte sağa sola yalpalayanların misali , Süleyman as ın , melikenin tahtını en kısa zamanda kimin getireceği sorusuna cevap olarak verilen sözleri alt üst edip mecaz mana haline sokan sayın yazar tahtın getirilme süresi ile ilgili olark şunları yazar.  

"Kur'ân'da olayların gelişimlerindeki zaman aralıkları belirtilmemiş ve tahtın ne zaman, nasıl ve kim tarafından getirildiği hususlarında bilgi verilmemiştir. Ancak tahtın Süleymân peygambere getirilişinin "bilgin kul"un konu edildiği Âyette yer almasına bakılarak onun "bilgin kul" vasıtasıyla getirilmiş olduğu söylenebilirse de, "bilgin kul"un konuşması ile tahtın getirilişi arasında geçen zaman konusunda bir şey söylemek mümkün değildir. Muhtemeldir ki, tahtın getirilişi bir anda olmamış, uzun bir süreçte gerçekleşmiştir." 

Bilgin kulun konuşması ile tahtın getirilişi arasındaki zaman farkını, kur'anı kur'andan okumak suretiyle anlama yoluna giden birisi için hiçte problem olmayacak kadar kolay ve net olan bir olayı debelendikçe batanlar misali batırdıkça içinden çıkılmaz bir hale sokmaktaki başarısı kayda değer olan sayın yazarın, ayetin devamında "felemma reahu" (onu gördüğünde) kelimesindeki "fe" bağlacının ne ifade ettiğini bilemeycek kadar cahil olmadığını düşünmemize rağmen ve tahtı yanında gördüğü zaman süleyman as ın şükür sebebinin bu kadar kısa zamanda bir şeyi yanına getirebilecek güçtekilere hakim olmasının verdiği rehavete kapılmayıp hemen o gücü kendisine bahşeden rabbini hatırlamasının bizim için bir örnek teşkil etmesi gerektiğini vurgusunu anlamayacak kadar ve kıssadan hisse alınması meselesinden habersiz olarak kıssalara bakış açısını doğru bulmadığımızı belirtmek isteriz. 

Kur'an kıssalarındaki tevhidi mesajı bir tarafa atıp kıssa içindeki meseleri ortaya koyarak o kıssanın bize ne gibi bir mesaj vermesi gerektiği meselesini öteleyerek "suni gündem" oluşturup ve kıssayı alelade bir metin gibi istediği gibi evirip çevirebileceğini  zanneden sayın yazar kıssadaki asıl mesajın müteşabih bir anlatım uslubu ile Süleyman as ile Sebe melikesi arasındaki geçen olayların bizim için ne gibi mesajlar içerdiğini aklına bile getirmeden sanki esas mesajın tevhidi bir mesaj içerdiğini bilipte onu örterek dikkatleri başka yöne çekenlerden bir farkı maalesef kalmamıştır. Bu konu ile ilgili olarak "Müteşabih kavramı çerçevesinde süleyman as kıssası hakkında bir mülahaza" adlı yazımızda, bu kıssanın bizim için ne gibi bir mesaj içerdiği meselesi üzerinde durmaya çalışarak kıssayı kur'an bütünlüğünü gözeterek anlamaya çalıştık isteyenler o yazımıza bakabilirler.  


                    EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

12 Kasım 2011 Cumartesi

"Tebyinül Kur'an"dan Tahrifül Kur'an Örnekleri 13 (Tashih Notları Taha s.)

"Tebyinül Kur'andan Tahrifül Kur'an örnekleri" seri başlıklı yazılarımıza adı geçen eserin internet ortamında yayınlanan sitesindeki " tashih notları"bölümünün "taha suresi" ile ilgili yapılan tashihleri üzerinde durmak istiyoruz. Önce surenin 9. ve 36. ayetlerinin meallerini adı geçen eserdeki şekli ile alıntılayalım.
 
9.         Sana Mûsâ'nın haberi de ulaştı mı?
10.        Hani o bir ateş görmüştü de ailesine-yakınlarına, "Kesinlikle ben bir ateş gördüm. Ondan size bir kor parçası getirmem yahut ateş üzerinde bir kılavuz bulmam için siz bekleyin!" demişti.
11–16.     Sonra onun yanına geldiğinde seslenildi: "Mûsâ! Ben, senin Rabbin olan Benim. Hemen yakınlarını ve mallarını burada bırak, şüphesiz sen temizlenmiş vadîde, Tuva'dasın/iki kere temizlenmiş bir vadîdesin. Ve Ben, seni seçtim; O hâlde vahye dilecek olan şeye; "Hiç şüphesiz ki Ben, Allah'ın ta kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için salâtı ikâme et. Şüphesiz ki o Sâ'at [kıyâmet] gelecektir. Onu Ben, herkes emeğinin karşılığını alsın diye neredeyse gizleyeceğim. O nedenle ona [kıyâmete] inanmayan ve kendi hevasına uyan kimse seni, ondan [kıyâmete iman etmekten] alıkoymasın; sonra helâk olursuna kulak ver.
17.        Sağ elindeki de nedir ey Mûsâ?
18.        O [Mûsâ], "O, benim asâmdır, ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkelerim ve onda benim için başka yararlar da var" dedi.
19–24.     O [Allah], "Ey Mûsâ! Onu bırak/çobanlığı bırakıp yerleşik hayata geç! Firavun'a git, şüphesiz o azdı" dedi.
20.        O da onu hemen bıraktı/yerleşik hayata geçti, bir de ne görürsün! O [sağ elindeki], koşan bir candır.
25–35.     O [Mûsâ], "Rabbim! Seni çok arındırmamız ve Seni çok çok anmamız için göğsümü aç, işimi bana kolaylaştır. Dilimden de düğümü çöz ki sözümü iyi anlasınlar. Ve ehlimden; kardeşim Hârûn'u benim için bir vezir kıl, onunla arkamı kuvvetlendir. İşimde onu bana ortak et. Şüphe yok ki Sen bizi görüp duruyorsun" dedi.
36.        O [Allah] dedi: "Ey Mûsâ! İstediğin sana verildi."
21–23.     O [Allah], "Sana en büyük Âyetlerimizden göstermemiz için tut onu, korkma! Biz onu ilk durumuna çevireceğiz. Diğer bir Âyet olmak üzere de gücünü/kanadına ekle, çirkinlik olmadan hiç kusûrsuz, mükemmelce çıkacaksın" dedi. 

Ayetlerin meallerinde görüldüğü üzere, 19.ve 35. ayetler  suredeki dizilişe göre değil sayın yazarın oluşturmak istediği düşünce doğrultusunda bir diziliş yapılarak bir çeşit sihir yapılmak sureti ile ayetlerin yeri karştırılmış ve meallerde tahrifat yapılarak maalesef çorba edilmiştir. Ayetlerin suredeki diziliş sırası konu ile tam bir uyum sağladığı için sayın yazarın işini güçleştireceğinden böyle bir karıştırmaya tabi tutmuştur.

Burada sayın yazarın "asa" kelimesi üzerindeki yaptığı göz bağcılığı ile kapama usulünun Arapça kuralları açısından uyum sağlayıp sağlamadığı üzerinde biraz durmak istiyoruz. 17. ayette " sağ elindeki nedir ? ey musa " sorusuna verdiği cevabı 18. ayette "hiye" müennes zamiri ile cevapladığını görmekteyiz " O"  şeklinde meallendirilen kelimenin arapça metindeki " hiye " müennes (dişil) zamiridir. 19. ayetteki " onu bırak" emrinin arapça metni "elgahe" dir yine burada da " he" müennes zamiri kullanıldığını görmekteyiz. Sayın yazar " asa " kelimesi için müennes zamiri kullanıldığını bilmeyecek kadar arapça cahili olmadığına göre birden 24. ayete atlayarak "dişil" zamiri musa as a nasıl raci ettiğini nasıl izah edebilir. Başka yazılarımızda örneğini gördüğümz üzere  "arapça dil kuralları yeniden tanzim edilecekse onuda ben ederim" mi diyor acaba?.
  
17-18-19.ayetlerden sonra birden 25. ayete atlayıp daha önceki araf suresi tashihinde "asa" üzerinde yaptığı tashihlerini!! burada da uygulama yoluna gidip, "onu at" emrini "çobanlığı bırakıp yerleşik hayata geç" şeklinde tashih ! etmiştir.20. ayette ise atılan asanın metinde "hayyetün" olarak ifade edilen yılan olma anlamını kabul etmeyen sayın yazar onuda harun as olduğunu iddia eder. Biz bunları yine eserden alıntı yaparak görmeye devam edelim.

"20–23. Âyetlerde, Mûsâ peygambere verilen iki Âyetten bahsedilmektedir. Bunlardan ilki, sağ eline çoban asâsının yerine verilen vahiy/kitap/Tevrât; ikincisi ise gücüne güç katacak olan Hârûn'dur. Aşağıdaki Âyetlerde Mûsâ peygamberin ifade yeteneğinin yeterli olmadığı, meramını iyi anlatması için kardeşi Hârûn'un kendisine yardımcı yapılmasını istediği ve bu isteğinin de verildiği görülecektir.

Sayın yazara göre musa as "asa" sını tuva da bırakıyor ve eline tevratı alıyor, musa ası asasız yola çıkaran yazar kur'anda bu olayın devamındaki "asa" ile ilgili geçen bölümleri de "birikim" olarak çevirmek zorunda kalmıştır.  


Firavun ve kavmine karşı isra s.101. ayetinde 9 tane ayet verildiği ve neml 12 ayetinde ise verilen 2 ayetin bu 9 ayet içinde olduğu zikredilir. Sayın yazar verilen bu iki ayetten birinin tevrat olduğunu iddia etmektedir. Ancak araf s. 142-147. ayetleri arasında musa as ın tur dağına çıktığı zaman ona levhaların verildiğini hatırlayacak olursak tuva vadisinde tevratın verildiğini iddia etmesi kendisini gülünç bir duruma düşürmektedir. Sayın yazarın iddia ettiği musa  as a verilen harun as olduğu iddiasına gelince surenin normal dizilişine göre okuduğumuz zaman verilen 9 ayetten ikisinin verilmesinden sonra harun as ın musa as a yardımcı  olarak verildiğini görürüz,ayetlerin normal tertibine göre bu iddiasındada gülünç duruma düşeceğini bilen sayın yazar tam bir sihirbaz mandreke ustalığı ile ayetlerin dizilişini karıştırıp metnide ona uygun olarak tashih! (tahrif demek daha uygun düşer) ettikten sonra bizlere sunmaktadır


Daha önceki araf suresi tashihinde "asa" ve "yed" kelimelerini nasıl tashih! ettiğini gördüğümüz sayın yazarın "hayye "  kelimesi üzerindeki tashihinde bu kelimenin lugat anlamalarını verdikten vardığı nihai kararı şu şekilde açıklar. 


"Özetlersek, bu sözcüğün anlamı, "hayat ve canlılık"tır. Dolayısıyla hayye sözcüğü, "yılan" demek olmayıp, "varlığın uzun ömürlü oluşu"nu nitelemektedir. Tâ-Hâ Sûresindeki حية تسعى - hayyetun tes'â = koşup duran tes'â ifadesinin, Türkçedeki tam karşılığı, "yedi canlı" deyimi olup bu da, "defalarca ölüm tehlikesiyle karşılaşmasına rağmen her seferinde sağ kurtulmak" anlamına gelir. Bu sözcük, birçok hastalıktan, bela ve felaketten kurtulan kişiler için kullanıldığı gibi, kedi ve yılan için de kullanılır.


Sayın yazarın tashih yaparken gözden kaçırdığını zannettiğimiz bir noktayı hatırlatmak yerinde olacaktır. üstte eserinden yaptığımız alıntıda " hayyetun tes'â = koşup duran tes'â " deyimindeki "tes'a" kelimesinin "koşup duran" anlamında olduğu malumdur "hayyetun" kelimesine de koşup duran şeklinde bir mana veren yazara göre olması gereken anlam " koşup duran, koşup duran" gibi bir anlama gelecek şekilde anlaşılmaz bir mana vermesini anlamakta güçlük çektiğimizi belirtelim. Bunu belki bir yazım hatası olabileceğini tahmin edip düzeltilmesi gereken bir yanlış olabileceğini umuyoruz. Musa as ın asası ile ilgili olarak geçen 3 kelimenin (hayye, sü'ban , cannun) ortak anlamlarının bir çeşit yılan cinsi olduğu bilgisinin bir tarafa atılarak sahibini nerdeyse fıtık edebilecek olan zorlamalarla anlamlarını değiştirmeye çalışıp hevaya göre bir sonuca varmak ancak ayetlerin mecaz olduğunu iddia etmek ve yerlerini değiştirip göz aldatmacası yapmak sureti ile olabileceğini adı geçen eserden yaptığımız alıntılar ile görmekteyiz. Sıradan bir ağaç parçasının bir anda yılan olması karşısında normal bir insan gibi korkan musa as ın bu tepkiside sayın yazar tarafından şu şekilde yorumlanmaktadır.  


"20. Âyetteki hayye sözcüğü, "yılan" olarak anlaşılınca, doğal olarak 21. Âyetteki korkmak sözcüğü de "yılandan korkmak" olarak anlaşılmıştır. Hâlbuki buradaki korku, bu Sûrenin 45–46. Âyetleri ile Şu'arâ Sûresi'nin 10–15; Neml Sûresinin 10. ve Kasâs Sûresinin 30. Âyetlerde konu edilen Mûsâ peygamberin görevden korkması, kaçmasıdır."  


Sayın yazar yine buradada kıssadaki anlatım sıralaması konusunda bir şaşıtmaca içine girerek konu ile ilgili üstte verdiği ayetlerin hangi olaydan sonra geçtiği konusunda bir yanılgı içine düşerek maalesef debelendikçe batan bir duruma düşmüştür şöyleki;

-Şuara suresinde musa as ın kıssasında "asa"nın yılana dönüşme sahnesi zaten yoktur.
-Neml s 10-11. ayetlerine verdiği mealde "asa" kelimesini "birikim" olarak vermesi sayın yazarın yine bir çelişkisini ortaya çıkarmaktadır. Musa as ın tuva vadisindeki anlatılan kıssası sayın yazarın yukarda taha suresi ile ilgili yaptığı tashihinde 18. ayette anlatıldığı gibi elindeki "asa"nın koyunlarına yaprak silkelemek için kullandığı bir araç olduğu kendisinin verdiği mealdede aynıdır. Bu olayda "asa"yı gerçek anlamında bir meal vermesine rağmen aynı olayın anlatıldığı neml suresinde "asa"yı "birikim" olarak meallendirmesi bizde tashihde unutulmuş bir yer olduğu hüsnü zannı oluşturmaktadır .

-Kasas s. 30 ayetine gelince neml s ayetlerinde düştüğü çelişkiye buradada düştüğünü görmekteyiz.Aynı olay anlatılmasına rağmen taha 18 de "asa" olan kelime buradada "birikim" şeklinde çevrilmiştir. Sayın yazara birileri  kıssada anlatılan aynı olaydaki bir objenin bir ayette "asa" diğer iki ayette "birikim" olarak çevirmenin yaman bir çelişki olduğunu söylemesi lazımdır. Sayın yazarın musa as ın "asa"nın yılan haline dönüştüğündeki korkusu ile "firavuna gidin" emri verilmesi ile duyduğu korku arasındaki farkı görememesi kendisine maalesef yakışmamaktadır. 


 22. ayetteki "elin beyazlaması" olayını harun as ın ona yardımcı olarak verilmesi şeklinde te'vil eden yazar bu te'vilinide şu şekilde delillendirmektedir. 

"22. Âyetteki, tahrücü [çıkacak] filinin öznesi "el" değil, "sen"dir. Bu ifade, fiil kalıbının "ikinci eril tekil şahıs" kalıbı ile "üçüncü dişil tekil şahıs" kalıplarının aynı kalıp olmasından karıştırılmıştır. Burada kastedilen de kendisine yedek güç olarak verilmiş olan vezir Hârûn'u devreye sokması, o'nun sayesinde ifadeleri kusûrsuz, lekesiz ve eksiksiz olarak tebliğ etmesidir.

Ayetin arapça metninde "tahruc" şeklinde geçmesine rağmen metni tahrif etmekten çekinmeyen sayın yazar kelimeyi "tahrücü" şeklinde ifade ederek "kul" vasfında olma durumundaki birinin eserine dahi yapılamayacak tahrifi Allahın kitabına reva görmekten haya etmez tahrif ettiği "tahrüc" kelimesini "tahrücü" şeklinde olduğunu söyleyerek o kelimenin tahlilini yaparak yavuz hırsız misali fiil kalıplarının  karıştırıldığını iddia ederek kendi tahrifini örtmek istemektedir. 

Neml suresi 10-11-12. ayetlerinin, firavun ve kavmine verilen dokuz ayetten ikisinin tuva vadisinde verildiği yolundaki açık beyanına rağmen ve araf s142-147. ayetler arasında musa as ın tur dağına çıkıp oradan levhalar halinde kitabı aldığı beyanına rağmen, furkan suresi 35 ve 36 da "Ve andolsun ki Mûsâ'ya Kitab'ı verdik, kardeşi Hârûn'u da onunla birlikte vezir kıldık. Sonra da, "Haydi Âyetlerimizi yalanlayan o kavme gidin!" dedik. Sonunda da parçalayıp yok ettik."mealindeki ayetleri destek alarak  musa as a verilen 2 ayetin tevrat ve harun olduğunu bu ayetlerden çıkarmak istemektedir. Furkan 35.36 ayetleri musa as kıssası ile ilgili tek bir ayetmiş gibi onlara can simidi gibi sarılan yazar diğer ayetleri kendi düşüncesine uygun düşmediği gerekçesi ile tahrif edebilmektedir. 


Tashihlerinin!! devamında sayın yazar taha s 37-67. ayetlerinin mealini verir. Ancak sayın yazarın, musa as a verilen ayetlerden biri olduğunu iddia ettiği harun as orada ayet olarak değil firavuna musa as ile beraber gönderilen bir resul olarak karşımıza çıkmaktadır  ""Sen ve kardeşin Âyetlerim ile gidin ve Beni anmakta gevşeklik etmeyin" mealindeki ayetle birlikte şu soruyu sormak gerekir. " Sayın tebyin sahibi harun eğer ayet ise neden musa as ile birlikte ayetlerim ile birlikte gidin denilip harun as o ayetlerin dışında tutuluyor?" . İlgili ayetlerden anlaşıldığı üzere musa as a" tuva" da firavun ve kavmine gönderilen iki ayetten bahsediliyor eğer harun ayet olsa geriye bir ayet kalırdı o zaman ayette ,"sen ve kardeşin ayetimle gidin" denilirdi . Şimdi bize şunu demek düşüyor " sayın yazar ya siz matematik bilmiyorsunuz,yada hiç dayak yemediniz ,yada kur'anı hiç bilmiyorsunuz".

68-79. ayetlerin mealini verdikten sonra çağdaş israiliyata örnek olmak üzere şunları yazmaktadır.
"Bu Âyetlerde, Mûsâ peygambere, kavmini geceleri çalıştırarak suda/Nil nehrinde –haşyet duymadan ve yakalanma korkusu olmadan– kuru yollar oluşturmasının vahye dildiği, sonra da onları izleyen Firavun'un ordusuyla birlikte o nehirde boğulduğu nakledilmektedir.
Burada dikkat çeken nokta, bol suda/nehirde açılacak yolun gece yürüyüşü sayesinde gerçekleşeceğidir. Bununla Mûsâ peygambere, "İnsanları geceleri çalıştırmak sûretiyle kimseye sezdirmeden, göze batmadan bu işi yavaş yavaş hallet" denmiş olmaktadır.
Kur'ân'daki ifadelerden anlaşıldığına göre bu olaylar, birkaç dakika veya saatte değil, uzun bir süreçte gerçekleşmiştir. Mûsâ peygamber Mısır'a döndüğünde toplumu içerisinde yıllarca faaliyet göstermiştir."

Sayın yazarın bundan önceki araf s. tashihinde!! "bahr" ve "yemm" kelimeleri hakkındaki çelişkilerini ortaya koymaya gayret etmiştik. Bu suredeki tashihinde!! 77. ayette geçen "bahr" kelimesini "nehir" olarak çevirip israiloğullarını geceleri nehirde amelelik yaptırarak kuru yollar açtırmakta, ancak burada gece açılan kuruyolun gündüz neden su ile dolmadığını ve israiloğullarının gece açtıkları kuruyolları gündüzleyin firavun ve kavminin nasıl göremediğini izah etmemektedir. Ayrıca "bahr"kelimesini "nehir " olarak çevirirken şura s.32 de ve rahman s 24 de, kehf 109 da, geçen "bahr" kelimelerini "deniz" olarak çevirip olağan çelişkilerine devam etmiştir. 

Kasas s. 14 ve ahkaf. 15. ayetlerine dayanarak musa as ın peygamberlik yaşınıda bulan sayın yazar kasas 14. ayetindeki "ve lemma beleğa eşeddehu" (ergenlik çağına ulaştığında) cümlesi ile ahkaf suresindeki "ergenlik çağına ulaşınca ve kırk yaşına varınca" cümlesindeki "ve" harfinin insan hayatındaki iki evre olan ergenlik ve olgunluğu birbirinden ayırıp "her iki evresindede" şeklinde bir anlam olmasına rağmen musa as ı 40 yaşında peygamber yapmıştır. "Eşüddehu" kelimesinin geçtiği bazı ayetlere baktığımız zaman görürüzki "yetimin malına ergenlik çağına kadar yaklaşmayın " şeklinde emirler verilir eğer "eşüddehu" kelimesini 40 yaş olarak almak gerekiyorsa yetimler 40 yaşına gelen kadarmı malına yaklaşılmayacak?. Musa as ın hayatını muharref tevrattan değilde kur'andan öğrenmeye kalktığımız zaman musa as ın daha erken bir        yaşta  peygamber olduğu ortaya çıkacaktır. Bu  yaş meselesinin pek önemi olmadığı halde sayın yazarın düştüğü yanlışlardan bir yanlış olduğu için bizde konu ile ilgili düşüncemizi serdetmek istedik. 

Kur'an kıssalarının günümüze vermek istediği mesaj konusunda hiç bir kaygısı olmadan sadece ön kabuller doğrultusunda kıssaları anlama amaçlı olarak tebyin!! çalışması yapan sayın yazar bu tebyin! çalışmasında tashih !! edilmesi gereken yerler olduğunu söyleyip böyle tashihler!! yapmaktadır. İnsan sormadan edemiyor "tashih edilmiş hali böyle ise tashih edilmeden nasıldı acaba bu ayetlerle ilgili yapılan tebyin çalışmaları?"

                       EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

10 Kasım 2011 Perşembe

"Tebyinül Kur'an" dan Tahrifül Kur'an Örnekleri 12 ( Tashih Notları Araf s.)

"Tebyin'ül kur'andan tahrifül kur'an örnekleri" seri başlıklı yazımıza adı geçen eserin internetteki sitesinde yayınlanmış bulunan "TASHİH NOTLARI" adlı bölümdeki tashih adı altındaki tahrifler üzerinde durmaya çalışacağız. Tashihlerinin araf suresi ile ilgili kısmına "asa " kelimesini tashih ettiği bölümde 103-108. ayetlerin mealini vererek başlamaktadır.       
 
"103.       Sonra onların [o elçilerin/o toplumların] arkasından Mûsâ'yı alâmetlerimizle; göstergelerimizle Firavun'a ve ileri gelenlerine gönderdik de onlar, onlara [alâmetlere/göstergelere] zâlimlik ettiler. Hele bir bak, o bozguncuların âkıbetleri nasıl oldu!
104–105.   Ve Mûsâ, "Ey Firavun! Ben kesinlikle âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Allah hakkında hakktan başkasını söylememek bana bir yükümlülüktür. Gerçekten ben size Rabbinizden apaçık bir delil ile geldim. Bu nedenle İsrâiloğulları'nı gönder benimle" dedi.
106.       O [Firavun], "Eğer bir alâmet; gösterge ile geldiysen, getir hemen onu, tabii eğer doğrulardan isen" dedi.
107–108.   Bunun üzerine o [Mûsâ], birikimini ortaya attı, o da birdenbire apaçık bir "silip süpüren" kesiliverdi. Gücünü de sıyırıp açığa koydu; artık gücü, izleyenler için mükemmel, tam kusûrsuzca idi."
 
"Kur'ân'daki Mûsâ peygamber kıssalarının doğru anlaşılması için, İsrâiliyâtın etkisiyle oluşmuş peşin kabullerin aşılıp bu kıssalarda kullanılan sözcüklerin gerçek anlamının tespit edilmesi gerekir. Bunlardan biri olan asâ sözcüğü, nüzul sırasına göre ilk olarak burada [A'râf Sûresinde] geçtiğinden bu sözcüğün burada tahlil edilmesi uygun olur:"şeklinde klasik bir giriş yaparak kendi düşüncesinin hilafına olan düşünceleri "israiliyat" şeklinde ifade edip kendisi ondan aşağı kalmayacak şekildeki yorumlarına başlar. Kur'an kıssaları hakkındaki düşüncelerini bundan önceki yazılarımızda paylaştığımız üzere sayın yazarın kur'an kıssalarındaki önkabullere dayalı düşünceleri buradada " asa" kelimesi üzerindede karşımıza çıkmaktadır. Yazısına "asa" kelimesinin tahlili ile devam eden yazar bu kelime ile ilgili vardığı nihai karar şudur. 

"Asa" kelimesine ," birikim ve sıkı tutulan şey" anlamının üzerinden yola çıkarak musa as ın asasının sadece taha s. 18. ayetinde hakiki anlamı ile kullanıldığını diğer ayetlerde ise musa asın bilgi birikimi şeklinde kullanıldığını iddia eder. Sayın yazarın ve onun paralelinde düşünen bazı kişilerin kaçırdıkları bir noktayı biraz açmak yerinde  olacaktır. Geleneksel tefsir anlayışında kur'an kıssaları israiliyat ile doldurularak kıssadan hisse almak gibi önemli bir noktanın gözden kaçırıldığını görmekteyiz. Aynı şekilde modernist tefsir anlayışıda buna paralel olarak kıssadaki bazı olayların ve objelerin mecaz anlamda olduğunu iddia ederek kıssayı günümüze taşıyamama noktasında geleneksel anlayış ile bir paralellik arzetmektedir.  

Musa as ın asasının bugün için bizlere ne ifade etmesi gerektiği üzerinde düşünmek gerekirse bizlere şöyle mesajlar çıkabilir. Öncelikle musa as ın asası kur'anda geçtiği bütün ayetlerde aynıdır. Sayın yazarın iddia ettiği gibi taha s. 18. ayetinde hakiki anlamda diğer ayetlerde mecaz anlamda kullanıldığı iddiası zorlama bir iddiadır. "Asa" nın bizler için bugüne mesaj veren yönü asanın ağaçtan olan kısmı ile ilgili değil , Allah cc nin gücü ve kudretinin görsel bir tezahürüdür. Bugün için o asanın yerini tutan şey "KUR'AN" dır. Sayın yazar bu doğru noktada bir tesbit yapmış fakat asanın o günkü halini mecaz olarak algılaması yönünde hataya düşmüştür. O gün basit bir ağaç parçası olan asa musa as ın firavun karşısındaki tevhidi duruşu ve kararlılığı karşısında Allah cc nin kudreti ile firavun ve sihirbazlarına karşı galip gelmiştir. Bugün ise elimizde olan "KUR'AN" "ASA" nın gücüne eş değerde bir kitaptır. Bizler eğer elimizdeki kur'anın değerini anlayıp firavunlara karşı musa ve harun as gibi tevhidi duruşumuzu ve kararlılığımızı sergilediğimiz müddetçe o kitapla  çağdaş firavunları ve yandaşlarını mağlup edip imkansız olarak gördüğümüz olaylar denizin yarılması misalinde olduğu gibi gerçekleşecektir.  

Sayın yazar "tashih notları" şeklinde ifade ettiği kısımda " asa" sözcüğünün kuranda geçtiği yerlerin sayısını 6 olarak vermektedir ancak kur'ana baktığımız zaman bu kelimenin geçtiği yerlerin "asake" şeklinde 6 yerde, "asahu" şeklinde 3 yerde, "asaye" şeklinde 1 yerde olmak üzere toplam 10 yerde olduğunu görmekteyiz.  

Tashihlerin devamında 107. ayette geçen "sü'ban " kelimesi üzerinde durulmakta ve kelime tahlillerinden sonra varılan kararı şöyle açıklamaktadır.
"Âyetteki su'bân sözcüğü, ister "önüne geleni sürükleyen sel"; ister "fare avlayan yılan" anlamında ele alınsın, burada, Mûsâ peygamberin birikiminin, karşısındaki her şeyi silip süpürdüğü/yuttuğu, yani Mûsâ peygamberin ortaya koyduğu fikirlerin, bilgilerin, Firavun'un ve ziynet günü yapılan müsabakada sihirbazlarının tezlerini çürüttüğü, iptal ettiği anlatılmaktadır. Çünkü vahyin önünde hiçbir şey duramaz. Bu nitelik Kur'ân için de birçok yerde zikir edilmiştir:"
Yine burada bizlere verilmek istenen mesajı doğru algılamasına rağmen "su'ban" sihirbazların sihirlerini yutan bir yılan olmasının hakiki değil mecazi anlamda anladığını görmekteyiz. Bizlerden hiç biri o gün firavun ve musa as ın yanında değilidik ama kur'anın metni ve bütünlüğü bu olayı bizlerin mecaz olarak yaşandığını anlamamız yönünde herhangi bir işareti yoktur. Yazarın tesbitine katıldığımız nokta, bugün için o " asa" nın muadili olan elimizdeki kur'anı doğru kullandığımız müddetçe, "asa" nın sihirbazların yaptıklarını ortadan kaldırdığı gibi kur'anında bu görevi görmesidir.  


108. ayetteki "yed'i beyza" (beyaz el) tamlaması içinde şunları söylemektedir. 

- YED:

Âyette geçen ve genellikle "el" diye çevrilen يد - yed sözcüğü, mecâzen "kuvvet, zenginlik, iktidar, saltanat, nimet, yay, elle yapılan işlerin tümü" anlamında kullanılır.
Burada konu edilen güç, diğer Âyetlerde[ Neml Sûresinin 12, Kasâs Sûresinin 32. Âyetlerinde], "cebindeki/koynundaki güç olarak nitelenmektedir. Bu güç ise, "Hârûn"dur.

بيضاء - BEYZÂ':

Bu sözcükle ilgili şu bilgiler verilmektedir:
Biyz, "yumurta", beyaz da "yumurta rengi" demektir. Bu sözcüğün beyzâe kalıbı, "aşırı beyazlığı, parlaklığı" ifade eder. Güneşe, beyaz yüzlü lekesiz kadına, üzerinde hiç bitki olmayan toprağa, kamerî ayların 14–15. geceki görünümlerine beyzâ' denir. Yed-i beyzâ', tamlaması, "ispatlanmış, kanıt" demektir. 25
Bu açıklamalara göre bu sözcüğe, "bembeyaz" karşılığı verilebilir ki bu da, mükemmellik ve kusûrsuzluğun mecazi ifadesidir.
Yed'in/güc'ün, görenlere karşı bembeyaz [kusûrsuz, mükemmel] olmasıyla da, Hârûn'un ifade ve hitabet yeteneği kastedilmektedir. Tâ-Hâ Sûresinin 28. Âyetinde n açıkça anlaşıldığına göre Mûsâ peygamberin ifade yeteneği zayıftı. Mûsâ peygamberin bu zayıflığı, kardeşi Hârûn'un o'na vezir [sekreter, sözcü] olarak verilmesiyle giderilmiştir. Bunu Tâ-Hâ Sûresindeki pasajda açıkça göreceğiz. 

"Yed" kelimesi ile ilgili tahlillerin sonucunda vardığı karar yine diğer kararları doğrultusunda olan olayın mecaz bir anlatım şeklinde olduğu ve bahsi geçen " beyaz el" in harun as olduğudur. Sayın yazarın burada görmezlikten geldiği bir nokta vardır. Neml suresi 12. ayetinde buyurulduğu üzere "asa" nın yılan olması, elin beyazlaşması, gibi olaylar firavun ve kavmine verilen 9 ayetin içindedir. Buradaki "ayet" kelimesinden anlamamız gereken anlam, onların iman etmesini sağlamak amacı ile meydana getirilen olağan dışı olaylardır. Bu olayları aklileştirip mecaz olarak yaşandığını iddia etmek bir nevi Allahın gücünü inkar etmektir. 

Sayın yazar tashihlerine aynı surenin 109-139. ayetlerinin meallerini vererek devam etmekte ve meallerin sonunda şöyle demektedir. 
"Mealde, "bol su; nehir" diye çevirdiğimiz sözcük, بحر - bahr'dır. Kur'ân'da geçen Mûsâ peygamber pasajlarının doğru anlaşılabilmesi için بحر - bahr ve يمّ – yemm sözcüklerinin anlamının da doğru olarak tespit edilmesi gerekir.
Bu iki sözcük genellikle "deniz" diye çevrildiğinden, doğal olarak Mûsâ peygamberin İsrâil oğullarını Kızıldeniz'den geçirdiği ve Firavun ile avenesinin de Kızıldeniz'de boğulduğu kabul edilir. Ne var ki Kur'ân ve Arap dili buna izin vermez. İşin doğrusunun kavranabilmesi için bu sözcüklerin gerçek anlamını takdim ediyoruz."
Tashih notundan anlaşıldığı gibi bu bölümdeki iddiası firavunun kızıldenizde boğulmadığıdır. Bu gerekçesini "kur'an ve arap dili buna izin vermez" şeklinde ifade eden sayın yazar şöyle devam etmektedir.

- BAHR:

Bahr, "ister tatlı ister tuzlu olsun çok su" demektir. Bu sözcük "kara parçası" sözcüğünün karşıtıdır. Bu sözcüğün aslı "yarmak" demektir. Su, kara parçasını yardığı için bu isimle isimlenmiştir. Eski Arap şiirlerinde de Fırat nehri bahr sözcüğüyle yer almaktadır. Büyük, tuzlu sulara [denizlere]bahr denmesi yaygındır. 26

اليمّ - YEMM:

Yemm, "bahr/çok su" demektir. Leys bu sözcüğü, "derinliği ve kıyıları bilinemeyen deniz" olarak tarif etmiştir. Ama Kur'ân'da Tâ-Hâ Sûresinin 39. Âyetinde, Mûsâ peygamberin annesine bebeği "yemm"e bırakması vahye dildiği ve Mûsâ peygamberin sandığının yemm'de sahile vurduğu açıkça belirtildiğine göre bu iddia doğru olamaz. Zira Mûsâ peygamber Nil nehrine bırakıldı ve sandık nehrin kenarına yanaştı.
Bu sözcüğün Süryaniceden Arapçalaştırıldığına da inanılır. 27
Bu sözcük, A'râf Sûresi'nin 136; Tâ-Hâ Sûresinin 39 (iki kez), 78, 97; Kasâs Sûresinin 7, 40 . ve Zâriyât Sûresinin 40. Âyetlerinde geçer.
Mûsâ peygamberin ailesinin ve Firavun'un yaşadığı yerler dikkate alındığında, Mûsâ peygamber pasajlarında geçen bahr ve yemm kelimelerinin, "bol su/nehir" olarak çevrilmesinin daha uygun olduğunu düşünüyoruz. Bu durumda Firavun, Mûsâ peygamber bebekken bırakıldığı suda boğulmuştur, denizde/ Kızıldeniz'de boğulmamıştır.

 Burada anlamakta zorlandığımız bir nokta vardır, Firavun ve avanesinin kızıldenizde boğulmadığı iddiasına delil olarak  "bahr" ve " yemm" kelimeler ile ilgili yaptığı tahlilde vardığı sonuçta, musa as ın bebek iken bırakıldığı suyun kur'anda " yemm" olarak ifade edilmesinden yola çıkarak ve bu kelimenin deniz anlamına gelmediği ve dolayısı ile firavunun kızıldenizde değil nil nehrinde boğulduğu iddia etmektedir. "Bahr" kelimesinin musa as ile geçtiği 6 ayete baktığımız zaman "yemm" kelimesi ile aynı bağlamda kullanıdığını görmekteyiz. Yani musa as kıssasında geçen "yemm" ve "bahr" kelimelerinin kıssada kullanıldığı anlam aynıdır ancak sayın yazar burada kastını anlayamadığımız bir biçimde bu kelimenin lugat anlamları üzerinde fikir yürüterek "arap dili ve kur'an buna izin vermez" şeklinde bir söz ile bir kelimenin lugat anlamını kur'ana göre değil kur'anı o kelimenin lugat anlamına göre anlamak gibi bir yola başvurmaktadır. "Kur'an buna izin vermez" ifadesi başlı başına bir tezattır "yemm" ve " bahr" kelimelerini nasıl kullanılacağını Allaha öğretmek gibi duruma düşen sayın yazara Allah cc den hidayet dilemekten başka bir diyeceğimiz yoktur. Kendisi bu gibi yaklaşımlarla bir kıssanın bu güne vermek istediği mesaj nedir ? gibi bir soruya cevap aramak derdinde olmadığı aksine  geleneğin içine düştüğü hatalardan olan "kıssa içinde dönüp dolaşmak" şeklinde tabir ettiğimiz yanılgının içine düşmüştür. Kıssanın bize vermek istediği , gelen bir resulu inkar eden bir kavmin helak edilmesi mesajıdır nerede ve nasıl boğulduklarının adresi değildir ancak kıssa bu konuda açık bir bilgi vermesine rağmen sayın yazar bunu görmek istememektedir. 


Araf suresi ile ilgili tashihlere !! 160 . ayet ile devam eden yazar bu ayet aynı konu ile alakalı olan bakara s. 60 ayetine şu şekilde meal vermiştir.  

"160.       Ve Biz, onları on iki torun liderleri olan oymak topluluğa ayırdık. Ve kavmi kendisinden su istediği zaman Mûsâ'ya, "Birikimini o taş kalpli kavmine uygula" diye vahyettik. Hemen ondan [o taş kalpli kavimden] on iki toplum, belde halkı oluşuverdi. Halkın her biri su alacağı yeri iyice öğrendi. Ve bulutu da üzerlerine gölge yaptık. Onlara kudret helvası ve bal/bıldırcın indirdik; size rızık olarak ihsan ettiğimiz nimetlerin temizinden yiyiniz! Onlar, Bize zulüm yapmadılar, kendi kendilerine zulmediyorlardı.
Bu Âyetin bir benzeri de Bakara Sûresinde bulunmaktadır:
(Bakara: 60) Ve hani bir zamanlar Mûsâ, kavmi için su istemişti de, Biz, "Birikimini taş kalpli kavmine uygula!" demiştik. Bunun üzerine ondan [o taş kalpli kavimden] taştan on iki toplum-belde halkı ayrışmıştı. Her kısım insan kendi su alacağı yeri kesinlikle öğrendi. –Allah'ın rızkından yiyin-için ve bozgunculuk yaparak yeryüzünde taşkınlık yapmayın.–"

Sayın yazarın "tashih" olduğunu belirttiği bu kısımda " tashih "adına yapılan bir tahrif bariz bir biçimde karşımıza çıkmaktadır. Yukarda ele aldığımız tashih!! notlarında " asa" kelimesine yüklediği anlamı burada yapacağı tahrife kılıf olarak hazırlamış olduğu ortaya çıkan sayın yazar ayette geçen "taş" , "darb" ,ve "ayn" kelimeleri üzerinde durarak ayetlere vermiş olduğu anlamı pekiştirmeye şu şekilde çalışır. 
"Taş" kelimesini hakiki anlam olarak değil mecazi anlam olduğunu iddia edip "taş kalpli israiloğulları" ifadesini kullanmıştır ancak ayetin metni bu tür bir ifadeye izin vermez ama"ben yaptım oldu" mantığı içinde yazarımız bunu halleder.
"darb" kelimesininde aynı şekilde mecazi olarak anlama yoluna giden sayın yazar "ayn" kelimesi için "pınar"  olarak çevrilen anlamını oluşturduğu önkabule uygun düşmediği için reddederek bu kelimeye "toplum belde halkı" anlamını vermiştir halbuki halis niyetle yapılmış bir anlama çalışmasında "ayn" kelmesinin geçtiği diğer ayetlere bakılıp bağ kurulmaya çalışılsaydı traji komik bir duruma düşmek zorunda kalmazdı. Sayın yazar bu iddiasına delil olarakda maide s.12. ayetini delil gösterir ancak araf 160 ve bakara 60 ayetlerinde görüldüğü üzere israiloğulları 12 ayrı kol olduğu ve her kol için ayrı su çıktığı beyan edilir. Maide s. 12. ayetide bu 12 kola gönderilen nakiblerden bahseder. Suyun insan hayatındaki öneminin yadsınamaz bir gerçek olduğu hepimizin malumudur , rabbimizin israiloğullarına verdiği nimetlerden en önemliside su nimetidir bu suyu onları günlerce yeri kazarak bulmaları yerine onlara gücünün ve kudretinin kadrini takdir etmeleri amacıyla musa as ın asası ile taşa vurdurarak oradan her kabile için ayrı ayrı olmak üzere 12 pınar çıkartmış ve bu nimetin kadrini bilmeyen israiloğulları bu büyük mucize karşısında o su çıkan taşlardan daha katı kalpli olmuşlardır. 

Sayın yazarın "tashih notları" olarak belirttiği araf suresi ile ilgili bölümlerde görüldüğü üzere daha önceki yazılarında olduğu gibi özellikle kur'an kıssaları üzerindeki ön kabullerinin etkisi ile ayetler üzerinde tahrife gitmekten çekinmeyen sayın yazar bu adetini "tashih" adı altındada buradada devam ettirmektedir. Kur'an kıssalarındaki mesajı güne taşıma şeklinde bir gaye gütmeyen geleneksel anlayış ile aynı paralelde bir düşünceye sahip olan yazarımız bu kıssada özellikle hakiki anlamda anlaşılması gereken kelimeleri mecaz olarak anlayarak kendi hevasına uygun yorumlar getirmiştir. Rabbimiz bizleri kur'anı ön kabuller ile değil sadece kur'andan anlayan kaullarından kılsın.  
                          EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

25 Ekim 2011 Salı

"Tebyinül Kur'an" dan Tahrifül Kur'an Örnekleri 11 (Bakara .97,Nahl 102,Şuara 193 Ayetleri)

"Tebyinül Kur'an" dan Tahrifül Kur'an örnekleri serisine,eserdeki "Cebrail " ile ilgili olan Bakara s. 97-98, Nahl s. 102, Şuara s. 193. ayetlerindeki tahrifleri ele alarak devam ediyoruz. Daha önceki yazılarımızda eser sahibinin kur'anın indirilişi ile ilgili olan "Cebrail" kavramını kur'an dışı bir anlam yükleyerek tahrif edip sonra "Cebrail" ile ilgili anlayışını bu tahrifler üzerine nasıl bina etmeye çalıştığını görmüştük. Bu yazımızda da yine Kur'anın indirilişi ile ilgili ayetleri nasıl tahrif ettiğini görmeye çalışacağız .  


Önce eserden bakara s 97-98. ayetlerinin meallerini ve o ayetlerle ilgili görüşleri nakledelim. 
"97–98.     De ki: "Kim Cibrîl'e düşmansa, bilsin ki şüphesiz Allah, onu [Cibrîl'i], Kendisinin bilgisi gereği, iki eli arasındakileri doğrulayıcı, inananlar için bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine indirmiştir. Kim ki, Allah'a, meleklerine, Elçilerine, Cibrîl'e, Mîkâl'e düşman olursa bilsin ki, şüphesiz Allah da inkârcılara düşmandır."

Ayetlere bu şekilde bir meal veren eser sahibi bu ayetlerle ilgili olarak tefsirlerden bazı alıntılar yaptıktan sonra  şunları yazmaktadır.


"Bu rivâyetler, Cebrâîl ve Mikail'in iki melek olduğu kabulüne göre kurgulanmıştır. Hâlbuki Kur'ân ifadeleri böyle bir anlayışa izin vermez. Çevirimizde de görüldüğü üzere Cebrâîl, indiren değil, inendir; dolayısıyla da, "Kur'ân"dır.
Cebrâîl için, Meryem Sûresinin sonundaki "Rûh, Rûhu'l-Kudüs ve Cebrâîl" başlıklı tahlilimize bakılabilir. [87–59]
Burada, Cebrâîl'in, "Allah'ın onarması, reform yapması" anlamına geldiğini, vahyin farklı bir ifadesi, yani "Kur'ân" olduğunu belirtmekle yetiniyoruz."  

 Eserdeki ifadelerden anlaşılacağı üzere "cebrail" kelimesinin anlamınının  "indiren değil inendir" diye bir anlam vererek kur'an olduğunu iddia etmektedir. Bu iddialar acaba kur'an metnine uygun bir çevirinin sonucumudur , yoksa ön kabullerin etkisinde kalınarak yapılmış bir çevirinin sonucumudur onu görmeye çalışalım.  



Ayette "nezzelehu" ( onu indirdi) kelimesine parantez içine "Cibrili" şeklinde anlam yükleyerek inenin cibril olduğunu ama cibril ile inen başka bir şeyinde olduğunu görmezlikten gelmektedir. Aynı ayetteki " beyne yedeyhi " (önündekini) kelimesinede tahrifiyle uyum sağlaması için "iki eli arasındakileri " şeklinde çevirmiştir. "nezzelehu" (onu indirdi) ve "beyne yedeyhi" (önündekini) kelimelerini kelimelerini tahrif eden eser sahibi artık doğru meali!!! bulmuş ve "cibrilin" ayrı bir varlık değil kur'an olduğunu , arap dili uzmanlarına ve kur'an araştırmacılarına parmak ısırtacak bilgisi sayesinde!! çıkarmıştır.   


Eser sahibinin bu çıkarımı arap dili kurallarına ve kur'an bütünlüğüne uygun bir çıkarım olup olmadığına bir bakalım. " gul men kane aduvven licibrile" ( deki kim cibrile düşmansa) "feinnehu nezzelehu "( muhakkakki o, onu indirmiştir)" ala galbike biiznillahi" (Allahın izni ile senin kalbinin üzerine)" musaddikan"( tasdik edici olarak) "lima beyne yedeyhi"(önündekini) " ve hüden ve buşra lilmü'ninine"( müminler için hidayet ve müjde verici olarak).

97. ayette , eser sahibinin klasik yöntemi buradada devreye girmiş yapılan meallerin yanlış olduğu !! kendi verdiği mealin kur'ana daha uygun olduğu !! iddiası  burada da tekrarlanmaktadır. Ayet bize Cibril isimli bir varlığın Allahın izni ile Muhammed as ın kalbine indirilen bir şeyin olduğu ve bu indirilen şeyin vasıfları aynı ayet içinde bizlere bildirilmektedir.Eser sahibi ön kabullerinin neticesi olarak "Cibril" isimli bir varlığı kabul etmediği , ancak kur'an bu düşünceye izin vermediği için yapabileceği tek yöntem olan metni tahrif yolu ile hevaya uygun bir anlam yükleme metodunu burada da seçtiğini görmekteyiz. 

                             NAHL S. 102. AYETİ İLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ 


Nahl suresi 102. ayete, adı geçen eserde verilen meali ve ayet ile ilgili yazılanlarda şu şekildedir.
"102.       De ki: "İman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, senin Rabbinden ona birçok Ruhü'l–Kudüs hakk ile inmiştir."

102. ayete bu şekilde meal veren eser sahibinin bu ayet ile ilgili görüşleride şöyledir.

"Bu Âyetlerde Kur'ân'ın indirilişi konusuna tekrar değinilmiş, Kur'ân hakkında ileri sürülen şüpheler nakledilerek bu şüphelere makul ve tatmin edici cevaplar verilmiştir.
Görüldüğü gibi, 101. Âyette açık ve net olarak Kur'ân'ın "Allah'ın indirmesi" olduğu bildirilmektedir. 102. Âyetteki Rûhu'l-kudüs ifadesini "Cebrail" olarak yorumlayanlar ise bu yorumlarına dayanarak Kur'ân'ı Cebrail adlı meleğin indirdiğini ileri sürmektedirler.
Bu nedenle daha evvel ayrıntılı olarak ele aldığımız "Ruhu'l-Kudüs" ve bununla ilgili konuları tekrar hatırlatma gereği duyuyoruz."  

101. ayetteki "Allah ne indirdiğini gayet iyi bilir" cümlesinden hareketle kur'anın Allahın indirmesi olduğunu "Ruhül Kudüs" ifadesini Cebrail olarak yorumlayanların hata yaptığını ileri sürmektedir. Kur'anı muhakkaki Allah cc indirmiştir, ancak Muhammed as a indirilen bu kur'anı bir elçi vasıtası ile indirdiğini bildiren Rabbimizin aksine bir söylem olarak eser sahibi bunu red etmektedir. "Ruhül Kudüs" kelimesinin tahlili ile yorumlarına devam eden sayın yazar bu kelime tahlili sonucunda ulaştığı kararını şu şekilde açıklar.   

"Sonuç olarak, kudüs sözcüğünün geliş yerinin farklılıkları da hesaba katılarak yapılan tahliller, Rûhu'l-Kudüs ifadesinin "Allah'ın ruhu, Allah'ın vahyi, Allah'tan gelen bilgi" anlamlarına geldiğini göstermektedir. Rûhu'l-Kudüs tamlamasının bu anlamı taşıdığı, tamlamanın geçtiği Âyetlerden de kolayca anlaşılmaktadır.

102. ayette tahrif ettiği " senin Rabbinden ona birçok Rûhu'l-Kudüs hakk ile inmiştir."cümlesi ile ilgili olarak böyle bir anlamı neden verdiği şu şekilde açıklar.  


"Görüldüğü gibi, 101. Âyette açık ve net olarak Kur'ân'ın "Allah'ın indirmesi" olduğu bildirilmektedir. Oysa 102. Âyetle ilgili olarak Kur'ân'ı Cebrail adlı meleğin indirdiği yolundaki Kur'ân dışı kabul, 102. Âyet ile 101. Âyetlere verilen anlamlar arasındaki çelişkinin görmezden gelinmesine ve 102. Âyette bir dilbilgisi kuralının ihlâl edilmesine yol açmıştır. Şöyle ki:
102. Âyette geçen nezzele filinin aslı nezele 'dir ve anlamı "indi" demektir. Geçişsiz bir fiil olan "nezele" fiili, kural gereği burada Tef'il babından nezzele 'ye dönüştürülmüştür. Bu kalıba sokulan sözcükler sadece fiilde, failde veya mef'ulde çokluğu ifade ederler. Bu kurala göre, Âyetteki nezzele fiili "çok çok indi" anlamına gelir. Geçişsiz bir fiil olan nezele sözcüğünün geçişli hâle dönüşmesi ve "indirdi" olarak anlamlandırılması ancak bir teaddi edatı kullanılmasıyla veya fiilin enzele kalıbına dönüştürülmesiyle sağlanır. Âyette geçen bi'lhakkı ifadesindeki be harf-i cerri ise musahabe anlamında olduğundan teaddi edatı sayılamaz. Arapça dilbilgisinin bu kuralları gereği Âyetteki nezzelehü rûhu'l-kudüsü" ifadesinin anlamı, "Ona birçok rûhu'l-kudüs [vahy] inmiştir" demektir. "Rûhu'l-Kudüs" ü, yani "vahy"i kimin indirdiği ise 101. Âyette belirtilmiş ve indirenin Allah olduğu açıkça ifade edilmiştir."  

Klasik metodlarından olan "minareyi çalmadan kılıf hazırlama" yolunu bu ayetle ilgili yorumundada işleten eser sahibi ,kur'anın cebrail vasıtası ile indiği düşüncesini kur'an dışı!! deyip kendi kur'an içi!! düşüncesini koymak için Arap dil bilimcilerine taş çıkartan!!!! Arapça bilgisini konuşturarak dilbilgisi kurallarının ihlal edildiğini ileri sürer. "Tef'il babının" sadece fiilde ,failde veya mef'ulde çokluk ifade ettiği ileri sürerek " çok çok indi" anlamına geldiğini iddia eder. Arapça "sarf" kitabı olan binayı okusa dahi , tef'il babının özelliklerini orada bulabilecek olan eser sahibi tahrif uğruna , diğer  ayetlerde örneğini gösterdiği Arapça gramer kaidelerinde de değişikliğe gitmekten yılmamaktadır. Arapçada "tef'il" babının özelliklerinden biri çokluk olduğu gibi geçişsiz fiili geçişli yapmasıdır . "nezele"(indi) fiili "nezzele "kalıbı ile geçişli yapılarak "indirdi" anlamına kullanılmıştır. Tef'il babının bu şekildeki kullanımı ile verilecek bir mana eser sahibinin tahrifine uygun düşmeyeceği için gramer kurallarını da örterek "sadece benim ettiğim kurallar doğrudur" edalarında dır.  

Sayın yazar, "nezzele fiiline verdiği "çok çok indi " şekildeki manayı bu fiilin kullanıldığı (2-174,3-3 ,4-136,140) gibi ayetlerde "indirdi " manasını verip "çok çok indi" manasını vermeyerek  kendisinin koyduğu kuralı yine kendisi çiğnemiştir. Buda kur'anın "muciz" bir kitap oluşunun gereği olarak Allahı aciz bırakmak isteyenlerin onun kitabı karşısında aciz kalmasının bir örneğidir. 

Nahl suresi 102. ayetinin metne uygun olan mealini vererek diğer ayete geçelim. 
"gul "(deki) "nezzelehu ruhul kudusi" (onu ruhul kudus indirdi) "min rabbike bilhakki" (senin rabbinden hak ile) "li yusebbitellezine amenu"( iman edenlere sebat vermek için)" ve hüden ve büşra lil müslümine" ( müslümanlara hidayet ve müjde için).  

                 ŞUARA S.  193. AYETİ İLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ  

Eser sahibinin bu ayete verdiği meal şu şekildedir.

"Şu'arâ: 192–194) Kesin olan şu ki o, âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onunla, uyarıcılardan olasın diye senin kalbine "er-rûhu'l-Emîn [Güvenilir Ruh]" indi."

Bu ayet ile ilgili düşüncelerini nahl suresi 102. ayetinin devamında belirten eser sahibi şunları yazmaktadır.  

"Şu'arâ Sûresinin 193. Âyetinde bir sıfat tamlaması olarak er-rûhu'l-emîn şeklinde yer alan bu ifade, bir isim tamlamasıymış gibi ruhü'l-emîn şeklinde telâkki edilmekte ve böylece büyük yanlışlıklara sebebiyet verilmektedir. Nitekim Kur'ân'ın Cebrail adındaki melek tarafından indirildiği yolundaki peşin kabule dayanan geleneksel anlayış, bu Âyeti de "Onu rûhu'l-emîn [Cebrail] indirdi" diye yanlış meallendirmiş ve zihinlerde bu yanlışla yer etmesine yol açmıştır. Oysa bu meal, Âyetin lâfzî manasına uygun olmadığı gibi, hem Şu'arâ Sûresinin 192. Âyetinde O, âlemlerin Rabbinin [Allah'ın] indirmesidir ifadesiyle hem de Kur'ân'ın Allah tarafından indirildiğini bildiren yüzlerce Âyetle de çelişmektedir. Bu çelişki de yine nezele [indi]"fiilinin geçişsiz olmasına rağmen geçişli anlama gelecek şekilde "indirdi" olarak ifade edilmesinden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki yüzlerce Âyetin anlamıyla oluşturulan bu çelişkinin ortadan kaldırılması için, Âyette geçen bihi ifadesindeki be harf-i cerrinin "ilsak" için değil de "musahabe" için alınması yeterlidir. Bu takdirde nezele fiili geçişsiz anlamı ile "onunla indi" olarak ifade edilir ve diğer Âyetlerle oluşturulmuş olan çelişki de ortadan kalkmış olur"

Ön kabulleri doğrultusunda " Cibril'in" ayrı bir varlık olduğu düşüncesini ret eden eser sahibi bu düşünce ile meallendirilen ayetleri yanlış!!! olarak görmekte ve kendi doğrusunu gramer kurallarını kendisi tesbit ederek!! koymaktadır. Öncelikle kelime oyununa girerek yüzlerce ayette kur'anın Allah'ın indirmesi olduğunu öne sürerek , Allah'ın bu kitabı Muhammed as a Cebrail vasıtası ile indirdiği gerçeğini örtmeye kalkışmaktadır.Hiçbir Müslüman kur'anın Allah'tan başka biri tarafından indirildiğine inanmaz ancak bu kitabın kulu Muhammed sav e Allah'ın bir elçisi olan Cebrail aracılığı ile indirildiğine iman eder.

193. ayetteki "nezele" (indi) fiilinin geçişsiz olduğuna dayanarak, devamında gelen"bihi" deki "be" harfi cerrinin geçişsiz fiilleri geçişli yaparak "indirdi" şeklinde anlamı olmasına rağmen , kuranı, ayetteki "ruhul emin" indirmesi ile diğer ayetlerde geçen Allah'ın indirmesi arasında bir tenakuz olduğunu öne sürerek kelime oyunlarına girmektedir. Eğer gerçek olarak kur'an bütünlüğüne vakıf ve samimi olarak bu ayetlere baksa kur'anı Allah cc nin bir elçi aracılığı ile kulu muhammed sav e indirdiğini çok kolay bilebilirdi.

Sayın yazarın "be" harfi cerrine verdiği anlam ile "indirdi" anlamını reddetmesi , "be" harfi cerrinin yusuf s. 13 ve 15. ayetlerine verdiği anlam ile çelişki arzetmektedir. 13. ayetteki "en tezbehu bihi" cümlesine "Onu götürmeniz" anlamı vererek" tezbehu" kelimesini "be" harfi cerri ile geçişli anlam vermiştir. Aynı çelişki yusuf s. 15. ayettede göze çarpmaktadır, "felemma zehebu bihi" cümlesinede "Nihayet onlar [Yûsuf'un kardeşleri], onu [Yûsuf'u] götürdüler" anlamı vermiştir. Sayın yazarın eserinin sadece kendisi değil farklı kişiler tarafından yazılmış görünümü veren bu tür çelişkiler kur'anı tebyin çalışması değil ancak kendi önkabullerini tebyin çalışması olmaya daha layık görülmektedir.

Sonuç olarak , daha önceki yazılarımızda örnekleri vermeye çalıştığımız , Kur'anın Muhammed sav e indirilmesinde elçilik vazifesi gören " Cebrail" isimli varlığı red eden eser sahibi yukarda verdiğimiz, bakara 97,nahl 102, şuara 193. ayetlerinde de bu iddiasını sürdürmektedir. Ancak bu iddiasını yaparken dayanak olarak ayetleri doğru bir biçimce anlamak yerine metin üzerinde tahrife giderek veya arapça gramer kaidelerini kendisi tesbit ederek Arapça uzmanlığını!! konuşturmaktadır. Ancak Kur'anın "muciz" bir kitap olması sayesinde bir yerde tahrif ettiği aynı kelimeyi başka bir yerde tahrif edemeyerek kur'an karşısında aciz kalmaktadırlar. 

                       EN DOĞRUSUNU  ALLAH  .CC BİLİR.

15 Ekim 2011 Cumartesi

"Tebyinül Kur'an"dan Tahrifül Kur'an Örnekleri 10 (Ashabı Kehf Kıssası)

"Tebyinül Kur'an" dan Tahrifül Kur'an örnekleri başlıklı seri yazılarımıza eserdeki  , Kehf suresinde geçen "Ashabı Kehf" kıssası ile ilgili yazılanlardan örnekler vererek tahrif edildiğini iddia ettiğimiz kısımları sizlerle paylaşacağız. Önce eserden ilgili ayet meallerini ve o ayetler ile ilgili olarak yapılan yapılan örnekleri alıntılayalım.

"9.         Yoksa sen, Kehf [Büyük Mağara] ve Rakim [Yazıt] Ashabı'nın şaşılacak Âyetlerimizden olduklarını mı sandın?
10.        O yiğitler, Kehf'e [Büyük Mağara'ya] sığınınca: "Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve bizim için şu işimizden akıl gelişmişliği hazırla" dediler.
11.        Bunun üzerine Biz, onların kulakları üzerine o büyük mağarada nice yıllar vurduk.
12.        Sonra da iki gurubun hangisinin, onların bekledikleri süreyi daha iyi hesapladığını bilelim diye onları [Rakim / Yazıt Ashabı'nı] gönderdik."   

Kıssa ile ilgili olarak 9-13. ayetlerin meallerini verdikten sonra  yazar şunları demektedir.

"Pasajı okumaya başlamadan önce dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da, kıssada sadece Ashab-ı Kehf'ten değil, Ashab-ı Kehf ile beraber Ashab-ı Rakim'den de bahsedilmiş olmasıdır. Bu nedenle, pasajdaki zamirlerin bir bölümü Ashab-ı Kehf'e, bir bölümü de Ashab-ı Rakim'e racidir.
Âyetlerin metninden açıkça anlaşıldığı üzere, Sûrenin bu bölümünde, Kur'ân'ın indiği döneme göre henüz gerçekleşmemiş, asırlarca sonra gerçekleşecek olan ve insanların yok olmadığını, zamanı gelince sağda solda dağınık olarak bulunan hücrelerin emaneten durdukları yerlerden alınıp birleştirileceği gerçeğine ve ahiretin kesin varlığını bilimsel olarak ortaya koyacak kişilere ve olaylara değinilmiştir.
"Kehf" ve "Rakim Ashabı" konularının iyi anlaşılabilmesi için öncelikle 21. Âyete dikkat edilmesi gerekmektedir:"  

9. ayetteki "Rakım Ehli" nin kim olduğu konusu başka tefsirciler tarafındanda tartışılmıştır. Ancak düşüncemiz, "kehf ve rakım ehlinin" aynı insanlar olduğu yönündedir. "Rakım " kelimesinin anlamını Ragıp el İsfahani "Elmüfredat"ta şöyle açıklar."Kalın bir şekilde iz işaret bırakmak,çizmek veya yazmak. "Ashabul Rakım" için ,bunun bir yer adı olduğu söylenmiştir.Bir görüşe göre "üzerine isimlerinin yazıldığı taşa nisbet edilerek böyle adlandırılmıştır." demektedir. 

Ashabı Kehf'in yaşadığı olayları kıssadaki ayetlerin arka planını göze alarak bakacak olursak, kurulu olan şirk düzenine karşı kıyam ederek bulundukları toplumu terk edip ve bir daha izine rastlamayan bu gençlerin,terk ettikleri toplum için bir efsane kaynağı olmuşlardır. Bu yaptıkları kıyam onları destanlaştırmış ve geriden gelenlerinde hatırlamaları için onlar hakkında yazıtlar kitabeler taşlara kazınmıştır. 

Günümüzdeki arkeolojik bulgulara baktığımız zaman eski çağlardaki insanların yaşadıkları önemli olayları ,geriden gelen nesillerin unutmamaları için taş kitabeler ihdas ederek olayları o taşların üzerlerine yazdıklarını görmekteyiz. "Rakım" kelimesinin anlamına baktığımız zaman "ashabı kehf ve rakım ehlinin" aynı kişilerden bahsettiğini düşünenlerin bu yorumlarının daha doğru olduğu kanaatindeyiz. Ayete baktığımız zaman "ashabel kehf verrakım" ifadesinin aynı kişilere işaret ettiği anlamı daha uygun gelmektedir. Kur'anda farklı guruplardan bahseden ayetlere baktığımız zaman, 7-48 ve50 de "ashabun nar ve ashabul cenne",59-20 de"ashabun nar ve ashabul cenne" şeklindeki terkiplere rastlamaktayız.  

Ashabı kehf kıssasına baktığımız zaman bize kıssada bizlere ibret ve örnek olması gereken mesajlar vardır.En önemli hisse ise o gençlerin şirk düzenine kıyam ederek yönetime başkaldırmalarıdır. Bu bölümden bizler için hise alınması gereken yer ,şirk düzenlerine karşı vermemiz gereken tepkinin ne olması gerektiğinin örneklerinden birinin YAŞANMIŞ bir olay olarak aktarılmasıdır. 

Yani rabbimiz bizlere "şirke karşı kıyam edin" emrinin yaşanmış bir örneği sunularak ,her devir ve her çağda şirke bulaşmamak için yapılması gereken kıyam çeşitlerinden bir örnek vermektedir. Ancak eser sahibinin bu kıssa hakkındaki yorumları bu kıssanın vermek istediği mesajı örterek hedef saptırma mesabesindedir. "tebyin" adını verdiği eserden şimdiye kadar verdiğimiz örneklere bakacak olursak bu hedef saptırmasını da doğal karşılamaktayız. Çünkü eseri ve kendisi araf suresi 175 ve 176 ayetlerinde geçen prototip şahsiyetin günümüz türkiye temsilcilerindendir. Kıssa hakkındaki yorumları eserden alıntılamaya devam ediyoruz. 

"Kehf ve Rakim Ashapları bize bir kıssa olarak anlatılmamıştır. Geçmişteki kıssaların gelecekteki kıyamete kanıt olması zaten düşünülemez. Anlatımda kullanılan fiillerin geniş veya gelecek zaman kipleriyle verilmesi de anlatılanların geçmişe değil de geleceğe yönelik olmasından dolayıdır.
Bu açıklamalardan sonra, Ashab-ı Kehf hakkında verilen bilgilerin "Ashab-ı Kehf Kıssası" olarak kabul edilmesini sağlayan nakillere göz atılması yararlı olacaktır. Rivayet kitaplarında Ashab-ı Kehf'e ait nakledilen kıssalar oldukça ayrıntılı ve birbirinden farklıdır. Biz, Kur'ân'da sözü edilen Ashab-ı Kehf ile efsanelerdeki Ashab-ı Kehf'in birbiriyle alakasının olmadığına kani olsak da, sırf mukayese yapılabilsin diye, merhum Mevdudi'nin hazırladığı en derli toplu nakil derlemesini aşağıda naklediyoruz:"  

Bunun bir kıssa olmadığını iddia eden sayın yazar bunu kıssa olarak anlamanın geleneksel nakiller! olduğunu iddia ederek kur'anda anlatılan "ashabı kehfin" bunlardan ayrı olduğunu söyleyerek "mevdudi" nin eseri"tefhimül kurandan" örnekler verir ve devamında "ashabul kehf verrakım" kelimelerinin sözcük anlamları üzerinde durmaktadır.  "kehf" ve "rakım" kelimelerine doğru anlamlar veren sayın yazar devamında bu kelimelere yüklediği anlam ile konuyu saptırmaya devam etmektedir.  

"Demek oluyor ki, bu pasajda, "Büyük Mağara"da gelişecek bir takım olaylar anlatılmaktadır. "Büyük Mağara"da çalışanlar ile "Yazıt Ashabı" arasında bir şeyler olacaktır. Mağarada olacak olayların anlatıldığı Âyetlere bakılırsa, bu büyük mağara bir "dağ oyuğu" değil bir laboratuar ve ses geçirmez bir stüdyo'dur."

Kehf ve rakım ehlini iki ayrı guruba ayıran sayın yazar mağarayıda stüdyoya benzeterek senaryoyu hazırlamaya devam etmektedir. Senaryoya uygun düşmesi için "müstakarr" ve müstevde" kelimeleri ile ilgili örnekler vererek devam eden sayın yazar, örnek verdiği kıyamet s 13. ayeti ile ilgili şu yorumu yapmaktadır.  


"(Kıyamet: 13) "O gün, o insan, önden yolladığı ve geriye bıraktığı şeyler ile haberlenir.
اليوم - Yevm sözcüğü Kur'ân'da sadece "gün" anlamında değil, "evre, devre, etap" anlamlarında da kullanılmıştır. Bu sözcük Kur'ân'da bazen kısa bir "an"ı, bazen de uzun "yıllar"ı işaret etmektedir. Meselâ Rahmân Sûresinin 29. Âyetinde "an" anlamına gelen "yevm" sözcüğü, Hûd Sûresinin 7 ve Fussılet Sûresinin 9, 10. Âyetlerinde de "uzun yıllar" anlamına gelmektedir.
Bize göre, bu Âyetlerdeki "o gün", yukarıdaki olayların meydana geldiği ve inançsızların "Kaçacak yer neresi! " diyerek âdeta kaçacak delik aradığı, yani gözün fal taşı gibi açıldığı, Ay'ın tutulduğu, Güneş ve Ay'ın birleştiği gündür, ölüm anıdır. 

 Kıyamet suresindeki ayetlerin bağlamının yeniden dirilişten sonraki hali tasvir etmesine rağmen , ayetteki "o gün" den kastın ölüm anı olduğunu iddia eden sayın yazar, yine ölümden sonraki diriliş ile ilgili olan, kıyamet s 13. ayet ile aşağı yukarı aynı metne sahip olan infitar s. 5 ayeti ile ilgili olarak,
 "Bu ayet gurubunda, insanın kıyamet sonrasında, dünyada yaptıklarının, yapması gerekirken yapmadıklarının ve sonradan kendi adına yapılanların hepsini öğrendiği bildirilmektedir." diyerek kur'an bütünlüğünü gözetmek iddiasının neresinde olduğunu göstermektedir. Devamında uzun uzun açıklamalar yaparak vardığı nihai kararı şöyle açıklar.  


"Bu uzun açıklamalardan sonra Allah'ın izniyle diyebiliriz ki, Ashab-ı Rakim , geçmişte yaşamış insanların kaybolmamış ve kaybolmayacak bellek hücrelerini [yazıtları] taşıyan kimselerdir. Ashab-ı Kehf de, sessiz bir ortamda, laboratuarda, stüdyoda, hipnoz yöntemiyle bu insanların taşıdıkları başkasına ait hücreleri deşifre eden, kaybolmadığını, kaybolmayacağını, Rabbimizin her bir şeyi yok olmadan durdurduğunu bilimsel olarak ispat edecek yiğitlerdir.""

Senaryoyu ve stüdyoyu!! hazırlayan sayın yazarımız yolunun üstündeki taşları temizledikten yola rahatlıkla yola (ayetleri tahrife) devam etmektedir. 13. ayet ile 16. ayeti birleştirerek verdiği 13-14-15-16. ayetlerin mealini de şöyle verir.

"13–16.     Biz sana onların [Kehf ve Rakim ashablarının] önemli haberlerini gerçek olarak kıssalaştıracağız. Şüphesiz onlar, Rablerine iman etmiş birkaç genç yiğitler idi. Biz de onlara kılavuzluğu arttırdık: "Mademki siz, onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız, o halde o büyük mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetinden yayıversin ve işinizden size rast getirip faydalı olanı hazırlasın."
14–15.     Ve Biz onlar ayaklanıp da: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O'nun astlarına ilâh olarak yalvarmayız, yoksa kesinlikle saçma sapan konuşmuş oluruz. Şunlar, Allah'ın astlarından ilâhlar edinen bizim kavmimizdir. Onlara dair açık bir delil getirselerdi ya! Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir" dediklerinde onların kalplerini sağlamlaştırdık.

Kurduğu senaryoya! uymayan ayetlerin pek çok surede yaptığı burada da yaparak mushaftaki diziliş sırasını da değiştiren sayın yazar böylece asıl amacı olan hedef saptırmaya yönelik adımlarını sıklaştırarak şöyle devam etmektedir. 

"Bu Âyet grubunda Kehf Ashabı'nın çalışmaya başlamaları nakledilmiştir. Âyetten anlaşıldığına göre, bir grup inançlı genç, "Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve bizim için şu işimizden akıl gelişmişliği hazırla" diyerek ayaklanınca [işe başlayınca], Rabbimiz de onlara "Mademki siz, onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız, o halde o büyük mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetinden yayıversin ve işinizden size rast getirip faydalı olanı hazırlasın" diyerek kendilerine imkân sağlamıştır.
16. Âyet gerek teknik gerekse semantik olarak 13. Âyetin parçasıdır. O nedenle 13 ve 16. Âyetleri birlikte sunduk."  

Kurduğu senaryo üzerine ashabı kehfi stüdyoda çalıştırmaya başlatan ! sayın yazar, surenin 10. ayetinde gördüğümüz ""Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve bizim için şu işimizden akıl gelişmişliği hazırla"" şeklindeki dualarının karşılığını 16. ayetteki " "Mademki siz, onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız, o halde o büyük mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetinden yayıversin ve işinizden size rast getirip faydalı olanı hazırlasın"" ayetinin karşılığı olarak rabbimizin bir sözü olduğunu iddia etmektedir. Kendisine yöneltilebilecek olan, neden "rableri kendilerine imkan sağlamıştır" dediniz? şeklinde sorulacak bir soruya muhtemelen vereceği cevabı, "ayette "mademki siz ayrıldınız" şekli ile gelen cümleye bakarak bunu ashabı kehften biri söylese " mademki biz ayrıldık" şeklinde olması gerekirdi " şeklinde bir cevap vermesi muhtemel olan sayın yazar,19. ayetteki " ne kadar kaldınız" diye soran kimse için, neden " ne kadar kaldık"şeklinde bir soru sormamış acaba diye bir soru sorduğumuzda vereceği cevap ayeti tahrif ederek soran kişi mağara ashabından değil onları bulan rakım ashabındandı diyecektir. 

Halbuki 16. ayette " mademki siz onlardan ayrıldınız" şeklinde gelen cümleye bakıp bu sözü söyleyen kişininde ashabı kehften olduğu rahatlıkla , 19. ayetteki " ne kadar kaldınız " sorusunun kur'andaki diğer ayetlerdeki geçişlerine bakarak çıkarabilirdi. Kıyamet sonra yeniden dirilen insanların birbirlerine sordukları " ne kadar kaldınız" sorusu onların haricindeki biri tarafından değil yine dirilenlerin birbirlerine sorduğu sorulardandır. Yani aynı hal içindeki insanlar "ne kadar kaldık" demeyip "ne kadar kaldınız" şeklinde birbirlerine sormaktadırlar.

17-18-19-20. ayetlerede verdiği meal şu şekildedir.   
17.        Ve sen, doğduğu zaman, güneşi, onların o büyük mağaralarından sağ yana yöneldiğini, battığı zaman da onları sol yandan keser–geçer göreceksin. Kendileri de ondan geniş bir boşluktadırlar. Bu, Allah'ın Âyetlerindendir. Allah kime kılavuzluk ettiyse artık o, doğruyu bulmuştur. Allah kimi şaşırttıysa da, artık sen ona yol gösteren bir yakın Kimseyi asla bulamazsın."
18.        Ve sen onları [Ashab–ı Rakim'i] görseydin uyanık sanırdın. Hâlbuki onlar uykudadırlar. Ve Biz onları sağ yana ve sol yana çeviririz. Köpekleri de girişte ön ayaklarını ileri doğru uzatmıştı. Eğer sen onlara muttali olsaydın, kesinlikle, kaçarak onlardan uzaklaşırdın ve onlardan ürpertiyle dolardın.
19–20.     Ve böylece kendi aralarında soruşsunlar diye onları [yazıt ashabını] gönderdik. Onlardan bir sözcü: "Ne kadar durup kaldınız?" dedi. Onlar [diğerleri]: "Bir gün ya da günün bir parçası kadar kaldık" dediler. Onlar [Yazıt ashabından diğerleri]: "Ne kadar durduğunuzu, Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi, bu varakınızla [gümüş paranızla] Medine'ye [şehre] gönderin de baksın, hangi yiyecek daha temiz ise, ondan size yiyecek getirsin. Ve çok nazik davransın ve sizi kimseye sezdirmesin. Şüphesiz onlar [şehir halkı], sizin üzerinize galip gelirlerse sizi taşlayarak öldürürler veya sizi kendi milletlerine döndürürler. O zaman da siz, ebedi olarak, asla kurtuluşa eremezsiniz."

Bu guruptaki ayetlerin arasına (ashabı rakım- yazıt ashabı) parantezlerini koyarak kıssanın başında iddia ettiği üzere "rakım ashabının" ayrı insanlar olduğu iddiasını bu ayetlerde parantez içi tahrife giderek dile getirip şöyle devam etmektedir. 
"Bu Âyetlerde Kehf Ashabı'nın çalışmaları yer almaktadır. Kehf Ashabı, uyguladıkları hipnoz yöntemiyle Rakim Ashabı'nın emaneten taşıdığı yazıtlardaki [bellek hücrelerindeki] geçmişte yaşamış kişiye ait kayıtları deşifre etmektedirler. Böylece hem Kur'ân'ın mucizeliği hem de Allah'ın vaadinin hak olduğu ve Kıyamet'te hiç şüphenin olmadığı bilimsel olarak ortaya çıkmaktadır.


Kurduğu senaryo ve stüdyo ile (mağaranın stüdyo olduğu iddiasındadır) kıssayı bilim kurgu filmi ! haline getiren yazarımız ,17. ayetteki "güneş" sağ ve sol" kelimelerinin hakiki değil mecaz anlam olduğunu iddia ederek şunları yazar. 
"Burada konu edilen Şems " Güneş," yıldız olan Güneş olmayıp mecaz anlamıyla Kur'ân'dır. Şems [Güneş]" sözcüğünün mecaz anlamıyla Kur'ân demek olduğunu daha evvel "Şems" Sûresinde açıklamıştık. [69–21]
Evet, burada olup bitenlerin Kur'ân ile sağlaması yapılacak olursa, yani olanlar Kur'ân büyüteci altında değerlendirilecek olursa, sağ yöne yöneldiği [tam isabetle, hayırlı bir iş yapıldığı] görülecektir. Yok, Kur'ân açısından bakılmazsa, bu kez sol yöne kayıp gidecektir [uğursuz, anlamsız bir olay olarak kalacaktır, çalışmalara yazık olacaktır.] Sağ sözcüğünün "uğur", sol sözcüğünün "uğursuzluk" anlamında kullanıldığını daha evvel "Ashab-ı Meymene ve Ashab-ı Meş'eme" başlığı altında detaylı olarak açıklamıştık. [69–22]


19. ayette (parantez içi ) tahrifle , ayeti "Ve böylece kendi aralarında soruşsunlar diye onları [yazıt ashabını] gönderdik" şeklinde meallendiren yazar,senaryoya uygun düşmesi için "ba e se" kelimesini de tahrif etmek zorundadır. Ve kılıfı şunları diyerek uydurmaktadır.   "12. ve 19. Âyetin orijinalindeki بعث - bea'se fiili genellikle "diriltti" diye tercüme edilmiştir. Biz ise aynı fiili her iki Âyette de "göndermek" anlamıyla çevirmiş bulunuyoruz. Böylece 12. Âyettekine "gönderdik", 19. Âyettekilere ise "gönderdik" ve "gönderiniz" şeklinde anlam verdik. Bunun nedeni, Arapça dilbilgisi kurallarının bu anlamı gerektiriyor olmasıdır." diyen yazar 12. ve 19 ayette aynı kalıpta geçen "baasnahum" kelimesine bir ayette başka bir ayette başka anlam verilmesi gerektiği şeklinde gülünç bir iddia ortaya atarak yeri geldiğinde arapça gramer kaidelerini de kendisi tesbit edecek kadar arap dili uzmanı!! olduğunu göstermektedir. Halbuki 12. ve19. ayetlerdeki "baase" kelimesinin anlamı kendisinin iddia ettiği şekilde değildir. Bu iddiasını önce bu kelimeye verdiği anlamı değiştirerek dile getirmektedir. B u kelime ilgili şunları der yazarımız. 
"Bu sözcük lügatte "tek başına veya birisiyle birlikte göndermek" demektir. [69–25]
Kur'ân'a bakıldığında, bu sözcüğün "yeniden diriltme" anlamından çok, "gönderme" anlamında kullanıldığı görülmektedir. Sözcüğün "diriltme" anlamı da aslında "mezardan gönderme" anlamından kaynaklanmaktadır. Ayrıca Kur'ân'da Elçi göndermenin بعث - bea'se fiiliyle ifade edildiği birçok Âyet vardır. Biz burada "kişi" ve "gurup" gönderme anlamıyla birkaç Âyeti örnek vereceğiz:"" 

"Tacü'l arus" tan aldığı anlamın sadece bir cümlesini vermekle yetinen yazarımız , bu kelimenin esas anlamının" harekete geçirmek" olduğu" gönderme ve diriltme" anlamlarının bu kelimenin esas anlamından harektle kullanıldığını ve neden verdiği örnek ayetlerde sadece " gönderme" anlamında kullanılan ayetlere ver verdiğini "diriltmek" anlamının geçtiği ayetleri neden  örttüğünü söylemesine gerek yoktur. 

Kıssada verilmek istenen mesajlardan biride sayın yazarın iddia ettiği gibi kıyametin ve yeniden dirilişin hak olduğu mesajıdır. Eser sahibi bu mesajı görmüş ancak kıssadaki en önemli mesaj olan KÜFRE KARŞI KIYAM mesajını örtmek adına   bu konuyu da "baase" kelimesinin "göndermek" anlamında kullanıldığını iddia ederek bu  konuyu da bilim kurgu filmine çevirmiştir. 19. ve 20 ayetlerde "yazıt ashabı" şeklinde dile getirdiği ve ashabı kehften ayrı tutarak onları bulan insanlar olduğunu iddia etmesine rağmen "ashabı kehfi " bulan kimseler 21. ayette dile getirilmektedir. 

Sonuç olarak, kur'anın en önemli mesajlarından biri olan zalime karşı başkaldırının geçmişte canlı bir örneği olan "ashabı kehf" kıssasını bu mesajı örtmek adına hedef saptırma yolu ile mağarayı stüdyo diyerek kıssayı bilim kurgu filmi haline getiren  sayın yazarımız, alışılmış metodlarından birini de bu kıssa üzerinde oynayarak göstermeye gayret etmiştir.Kıssada aynı kalıpta geçen bir kelimeye "öyle gerekmekte" diyerek arap dili konusunda uzmanlığını! sergileyen sayın yazar ,kur'anın kendi sağlamasını kendi içinde yapmasının bir sonucu olarak bir yerde bozduğu bir kelimeyi başka yerde ya unutmak suretiyle doğu meallendirip kendi çelişkisini sergilemiş yada arap dili uzmanlığının! sonucu olarak gramer kaidelerini değiştirme yolu ile hevasından ürettiği ön kabullerle sonuca varmaya çalışmaktadır. Kur'an, kendisini ancak halis niyet ile yaklaşanlara açan bir kitaptır,art niyetle yaklaşanları ise rezil rüsva eden bir kitaptır. 
                      EN DOĞRUSUNU ALLAH BİLİR.

2 Ekim 2011 Pazar

"Tebyinü l Kur'an" dan Tahrifü l Kur'an Örnekleri 9 ( İbrahimin Misafirleri)

"Tebyinül Kur'an" dan Tahrifül Kur'an örnekleri adlı yazı serimize adı geçen eserdeki Hud ve Zariyat surelerinde geçen "İbrahimin misafirleri" kıssası ile ilgili yapılan yorumları yine adı geçen eserden yaptığımız alıntılarla tahrif olduğunu iddia etiğimiz düşünceleri, sayın yazarın eserindeki Kur'an bütünlüğünü hesaba katmadan yaptığı çelişkiler ile ortaya koymak istiyoruz. 

Önce Hud suresi 69. ayetinden itibaren başlayan "İbrahimin misafirleri" kıssası ile ilgili verilen mealleri ve yorumları sayın yazarın eserinden yaptığımız alıntılar ile görelim.

"69-Ve andolsun ki, İbrâhîm'e de elçilerimiz müjde ile geldiler; "Selâm!" dediler. O; "Selâm!" dedi, sonra da saf hâle getirilmiş buzağıyı getirmekte gecikmedi."

Sayın yazar 69. ayet ile ilgili yorumunda, önce "elçilerimiz"(rusuluna) kelimesi hakkındaki düşüncelerini açıklayarak şunları söylemektedir.

"Elde herhangi bir kanıt bulunmamasına rağmen klâsik kaynaklarda bu elçilerin "melek" olduğu dayatılmıştır. Bizim kanaatimize göre ise; bu elçiler İbrâhîm peygamberin o güne kadar tanımadığı, varlıklarından haberdar olmadığı, o yöredeki beşer elçilerdir [peygamberlerdir]. Sayılarının "bir"den fazla olması bu konuda tereddüde mahal vermemelidir; çünkü Yâ-Sîn Sûresinde de bir kente art arda üç elçi gönderildiği bildirilmiştir

Daha önceki yazılarımızda ele aldığımız üzere "melek" kavramı hakkında kur'ani bir düşünce sahibi olmayan sayın yazar "klasik kaynaklardaki dayatma" olarak düşündüğü bu kavrama kendi önkabulleri doğrultusunda ayrı bir anlam yükleyerek ibrahim as a gelen elçilerin "beşer" olduğu dayatmasını yapmaktadır. Bu dayatmayı yasin suresinden konu ile alakası olmayan verdiği bir örnekle destekleme yoluna gitmektedir. Sayın yazarın hacc suresi 75. ayetine kendi sitesinde verdiği meal çelişkisini ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir.Bu ayete "75-76. Allah meleklerden, elçiler seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah en iyi işiten, en iyi görendir, ellerinin arasında olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve işler yalnızca Allah'a döndürülür." şeklinde bir meal veren sayın yazar hac suresi 75. ayetine verdiği meal ile hud suresi 69. ayetine verdiği anlam arasındaki çelişkiyi farkederek tutarlı olmak!! açısından kitap haline getirilmiş mealinin 2011 baskısında o ayetide tahrif etmek gerektiğini farkederek hac suresi 75. ayetine ,"Allah haberci ayetlerdende elçiler seçer,insanlardanda elçiler seçer" şeklinde bir meal vererek aradaki tutarsızlığı gidermiştir!!.

69. ayetteki "biiclin hanizin" kızartılmış buzağı kelimesi ile ilgili olarakta şu yorumu yapmaktadır

"İbrâhîm peygamberin misafirlerine sunduğu buzağı, bu Âyette hanîz sözcüğüyle, Zâriyât Sûresinin 26. Âyetindeki semîn sözcüğüyle nitelenmiştir. Gelenekçiler bu iki nitelemeyi –sırasıyla– "kızartılmış" ve "semiz" olarak aktarmışlardır. Ne var ki, koskoca buzağının kızartılamayacağını ve aynı buzağıyı niteleyen "kızartılmış" ifadesi ile ancak canlı bir hayvan için kullanılan "semiz" ifadesi arasındaki çelişkiyi hiç dikkate almayarak bariz bir hata içine düşmüşlerdir. Çünkü misafire tavuk hatta kuzu kızartılıp ikram edilmesi makul olmakla beraber bir buzağının kızartılıp bütünüyle ikram edilmesi akıllardan uzak bir durumdur. Ayrıca gelenekçilerin nitelemelerine göre, konumuz olan Âyetteki buzağı "kızartılmış" yani ölü bir buzağıdır. Zâriyât Sûresinin 26. Âyetinde ise aynı buzağı "semiz" yani canlı bir buzağıdır. Bu durumda iki Âyet arasında bir çelişki söz konusu olmaktadır ki, bu asla mümkün değildir.
Bize göre, bu olaydaki "buzağı" ile kastedilen anlamın te'vîline o buzağının sıfatları olarak bildirilen "hanîz" ve "semîn" sözcüklerinin gerçek anlamlarından yola çıkarak ulaşmak gerekmektedir."

 Sayın yazar burada kendi önkabulleri ve vahye tabi olmayan aklını devreye sokarak buzağının kocaman olduğunu dolayısı ile tavuk veya kuzu kızartmasının daha makul!! olduğunu iddia etmektedir. Halbuki "misafir umduğunu değil bulduğunu yer " atasözü gereği ibrahim as da misafirlerine evinde olan bir yiyeceği  ikram etmeye kalkmıştır. Ayrıca zariyat suresi 26. ayetindeki "biiclin seminin" semiz buzağı tabiri ile, hud suresi 69. ayetindeki "biiclin hanizin" kızartılmış buzağı tabirini çelişki olarak görüp kızartılan bir buzağının ölü, semiz bir buzağının diri olması gerektiğini iddia ederek arada bir çelişki olduğunu iddia etmektedir. Sayın yazar ,buzağının kocaman bir hayvan olduğunu ve onun kızartmanın zor olduğunu düşünüp, ibrahim as ın misafirleri için "semiz bir buzağıyı" kızartmış olabileceğini düşünmemesi dikkat çekicidir. Madem aklı öne çıkarıyorsun  buradada şöyle bir mantık yürütüpte, ibrahim as ın " kızartılmış semiz bir buzağıyı" gelebilecek olan misafirleri için her zaman hazır tuttuğu ve gelen resullerede bu hazır olan "kızartılmış semiz buzağıyı" onlara ikram ettiğini neden hesap etmiyorsun diye biri çıkıp sormazmı acaba? 

"Haniz" kelimesine "lisanul arap" ta verilen "arıtılmış, içindeki fazlalıklar atılmış" anlamından hareketle bir hayvanı kızartmak için içinin temizlenmesi gerektiği , dolayısı ile ibrahim as ın gelen misafirlerine " içi temizlenmiş taze bir buzağı kızartması" sunmuş olacağı anlamını kendi önkabulleri açısından yanlış olduğunu düşünen yazar " semin" kelimesi içinde " güç veren anlamını kullanmıştır. Ancak yusuf suresinde 43. ve 46. ayetlerinde "simanin" olarak geçen bu kelimeye yine kendi yaptığı mealde "semiz" anlamı vermiştir.

Yazar 69. ayet ile gerekli tahrifatları yaptıktan sonra bomba haberi patlatarak şunları yazar. 

"Buzağının sıfatları olarak verilen her iki sözcüğün yukarıda belirttiğimiz anlamları birleştirildiğinde, buradaki buzağının "saf hâlde bulunan" ve "güç veren" bir buzağı olduğu anlamına ulaşılmaktadır. Bundan dolayıdır ki, biz bu buzağının A'râf Sûresindeki "aldatıcı sesi olan ceset buzağı" gibi "altın" olduğu kanaatini taşımaktayız. Bu te'vîlimize göre, İbrâhîm peygamber müjdeci elçilere müjdelik olarak "altın" vermiştir."  

"Haniz" kelimesini "saf halde bulunan" , "semin" kelimesinide "güç veren" olarak tahrif eden yazarımız, bomba haberinde, ibrahim as ın gelen misafirlerine, getirdikleri müjde karşılığında "altın buzağ ıhediye ettiği iftirasını pişkinlikle yazmaktadır. Artık burada tahrifi bile şirazesinden çıkarmıştır. Yazarın iddia ettiği gibi ibrahim as gelen misafirlerine, getirdikleri müjde karşılığında altın vermesini bir an için kabul ettiğimiz düşünecek olursak hediye edilen altın buzağı müjde verilmeden öncedir. Hangi gelenekte müjde verilmeden önce hediye verildiğini sayın yazar burada belirtmemiştir. Sayın yazar konuya şu şekilde devam etmektedir.

"Âyetten anlaşıldığına göre, İbrâhîm peygamberin ikram olarak takdim ettiğine ['altın'a], misafirleri [elçiler] el sürmemişler, daha doğrusu sürememişlerdir. Çünkü onlar elçidir ve daha evvel birçok Âyette bildirildiği gibi, görevleri gereği yaptıklarına karşılık herhangi bir ücret almaları söz konusu değildir.
Verilen hediyeyi almamaları üzerine İbrâhîm peygamberin korkuya kapılmasından, verilen hediyenin veya yapılan ikramın reddedilmesinin o günün geleneğinde husumet ve düşmanlık belirtisi sayıldığı anlaşılmaktadır. İbrâhîm peygamber gaybı bilmediği, kendileri açıklayıncaya kadar misafirlerin elçi olduğunu anlamadığı için geleneğe göre düşmanca sayılan bu davranıştan dolayı korkuya kapılmıştır.
Bu durumdan çıkan bir diğer sonuç da Allah bildirmediği sürece peygamberlerin gaybı bilmesinin mümkün olmadığıdır. "

"ibrahimin misafirleri" kıssası kur'anda 3 yerde geçmektedir. hud suresindeki kısmında, yazarın iddia ettiği verilen müjde karşılığında altın buzağının!! hediye edilmesi ibrahim as a çocuk müjdesi verilmeden önce , hicr suresindeki kısmında altın buzağı!! hediye edilmeden müjde verilmektedir, zariyat suresindeki kısmında ise altın buzağı !! hediye edilmesi verilen müjdeden öncedir. Kıssanın hicr ve zariyat surelerinde geçen bölümlerinden görüldüğü üzere ibrahim as gelenekleri ters yüz ederek müjde verilmeden önce gelen müjdecilerin hediyesini takdim etmeye kalkmıştır!!. Halbuki kur'an dışı önkabuller ile kıssaya bakmak yerine kur'ani bir gözle bakmayı deneseydi böyle saçma ve iftira dolu bir çıkarımda bulunup kendini traji komik bir duruma düşürmeyebilirdi. 

Kıssaya baktığımız zaman, gelen misafirlerin insan şeklinde gelmeleri hasebiyle onların tanımayan ibrahim as onlara diğer misafirlerine ikram ettiği gibi ikramda bulunmuştur. Zariyat suresi 27. ayetinde gördüğümüz üzere onlar "ele te'kulun" diye yemelerini teklif etmiştir. İkram edilen" kızartılmış semiz buzağı"eğer sayın yazarın iddia ettiği gibi "altın buzağı" olsaydı misafirler bunu nasıl yiyeceklerdi? yada eğer bu yenmesi gereken bir şey olmasaydı ibrahim as neden "yemezmisiniz" diye sormuştur ?. Yazar zariyat suresi 27. ayetindeki "ele te'kulun" yemezmisiniz? kelimesinide "nasiplenmezmisiniz" şeklinde çevirerek bunuda halletme! yoluna gitmiştir.

71. ayetteki karısının ayakta olması ile ilgili  olarak şu yorumda bulunmaktadır yazarımız. 

"Ayette İbrâhîm peygamberin karısının قائمة - gâime olduğu ifade edilmiştir. Bu ifade mealciler tarafından genellikle "ayakta dikiliyordu" şeklinde çevrilmiştir. Hâlbuki kıssadaki anlatıma göre olayların gelişiminde İbrâhîm peygamberin karısının ayakta durmasının veya oturmasının yahut da yatmasının hiçbir önemi yoktur. Dolayısıyla buradaki gâime ifadesinin başka bir anlamı olmalıdır.
Bize göre, buradaki gâimelik "ayaklanmışlığı, baş kaldırmışlığı" ifade etmektedir. Buna göre, İbrâhîm peygamberin karısının gâime oluşu, onun kocası ile arasının açık olduğunu ifade etmektedir. Bu durum, İbrâhîm peygamber ile karısının ayrılma, boşanma safhasında olduklarını göstermektedir. Nitekim gıyâm sözcüğü "siyasî baş kaldırma" anlamında olup sözcüğün Kur'ân'da bu anlamda kullanıldığı birçok Âyet vardır:" 
Ayetteki "gaimetün" kelimesinden ibrahim as ın karısının ona başkaldırdığı ve boşanma safhasında olduları çıkarımını yapan sayın yazar gelen resullerin ibrahim as ın eşine hitaben " Allahın rahmeti ve bereketi sizin üzerinizedir ey ev halkı" demesi ile ibrahim as ın karısının ona başkaldırmış biri olduğunu ve boşanma safhasında nasıl bağdaştırdığını anlamak zordur desek bizim için pek zor değildir. Sayın yazarın bu ve bundan önceki yazılarımızda örneklerini verdiğimiz tahriflerinden çıkardığı sonuçlar bu çıkarmış olduğu sonuçlar ile aynı sayılır. 

Bu tahrifini 72. ayet içine koyduğu parantez ile pekiştirmeye çalışan yazar bu ayete verdiği mealde açtığı parantez içi yorum dikkate şayandır. ( O [İbrâhîm'in karısı] dedi ki: "Vay be! Ben mi doğuracağım! Ben bir "acuz"um [kocası işe yaramaz bir zavallıyım, bahtsız bir karıyım]. Şu kocam da yaşlı bir adam iken! Şüphesiz bu, çok tuhaf bir şey!)  Önkabulleri doğrultusunda yaptığı parantez içi tahrif ile ibrahim as ı bile incitmekten çekinmeyen yazar başkalarını mesnetsiz nakiller ile suçlayıp kendisnini mesnetli !!! nakillerini bu şekildeyapmaktan imtina etmemektedir. 

Sayın yazarın eserinin bir çok yerinde olduğu gibi buradada kelimelerle nasıl oynadığının örneğini "acuzun" kelimesi üzerine yazdıklarından örnekler vermek istiyoruz.  

"'ACÛZ SÖZCÜĞÜ:

Bu sözcük "yaşlı" demek olduğu gibi, "geniş kalçalı" veya "kocası yaşlı, kendine uygun kocası olmayan, dengini bulmamış, zavallı, bahtsız, kara bahtlı genç hanım" anlamlarına da gelmektedir. [52–20]
Yukarıdaki anlamlardan ele aldığımız konuya en uygun düşeni sonuncusudur. Çünkü İbrâhîm peygamberin karısının 72. Âyette bildirilen Vay be! Ben mi doğuracağım! Ben bir 'acûz'um [kocası işe yaramaz bir zavallıyım, bahtsız bir karıyım]. Şu kocam da yaşlı bir adam iken! Şüphesiz bu, çok tuhaf bir şey şeklindeki sözleri, onun genç, doğurmaya elverişli bir kadın olduğunu göstermekte, buna karşılık İbrâhîm peygamberi ise yaşlı (Zâriyât Sûresinin 26. Âyetine göre agîm, kısır) biri olarak tanıtmaktadır. Dolayısıyla İbrâhîm peygamberin karısı, verilen müjdeye kocasının yaşlılığı ve kısırlığı dolayısıyla gülmüştür. Onun bu anlayışı, içinde bulunduğu durum sebebiyle kendini nitelediği 'acûz sözcüğünü "zavallı, çileli, dengini bulmamış" anlamında kullanmış olmasını gerektirmektedir. Nitekim müjdeye şaşıran İbrâhîm peygamber de –Hicr Sûresi'nde– şaşkınlığına gerekçe olarak yaşlılığını göstermiş, karısı ile ilgili herhangi bir açıklama yapmamıştır:""

Kelimeler üzerinde nasıl oynadığını görmek için A-CE-ZE kelimesinin lügat anlamını ele almak istiyoruz. Bu kelime "elmüfredat"ta şu şekilde açıklanmaktadır."insanını arka geri kısmı tarafı(yani kaba eti).Başak şeylerin arka geri kısmıda buna benzetilmiştir (kamer s.20 örneğinde). "aczun" sözcüğü temelde" birşeyden geride arkada olmak yada kalmak,ve onun bir işin, meselenin "aczunda" yani arkasında meydana gelmesi demektir. Yaygın kullanımda"bir nesneyi yapmada eksik gelmenin, ona güç yetirememenin anlamı haline gelmiştir."kudret" sözcüğünün zıddıdır. "EL ACUZ"( kocakarı) "pek çok işi yapmaktan ACİZ kaldığı için böyle adlandırılmıştır.  

Yazarın bu kelimeye verdiği ""geniş kalçalı" veya "kocası yaşlı, kendine uygun kocası olmayan, dengini bulmamış, zavallı, bahtsız, kara bahtlı genç hanım" "anlamları "aceze" kelimesinin esas anlamları ile bir alakası yoktur. Verdiği anlama göre ibrahim as ın karısı genç ve doğurgan ve kara bahtlı zavallı bir kadındır!!, Şuara s. 171. ayetinde ve saffat s.135. ayetinde lut as ın hanımı içinde "acuzen" şeklinde kullanılan bu kelimeyede "zavallı ve bahtsız" kadın olarak meal veren yazar o kadının ve ibrahim as karısının acaba resul karıları oldukları içinmi zavallı ve bahtsız şeklinde bir meal vermiştir. Lut as ın karısının ona iman etmediği ve geri kalıp helak olanlardan olduğu malumdur.Sayın yazara göre ibrahim as ın karısının "acuzluğu" lut as ın karısı gibi bir müşrik olmasımıdır? yoksa haşa ibrahim as gibi bir kocaya düşerek dengini bulmamış ,zavallı,bahtsız kadın olmasımıdır? bu tarafı izaha muhtaçtır. 


Parantez içi tahrif yapmadan " Vay, dedi, doğuracak mıyım? Ben bir acuz, kocam da bu bir pir iken, her halde bu çok acîb bir şey""olan hud s.72. ayetinin mealine bakarsak ibrahim as ın karısının ah vah etme sebebi kocasının ve kendisinin çocuk sahibi olmayacak kadar yaşlı olmalarıdır. Ancak sayın yazar tahrifte şiraze tanımayıp gelen resuller konusunda onları "beşer" yapmakla yetinmeyip ibrahim as ın karısı üzerinde kelime üzerinden spekülasyonlar yapıp adeta"tahrifte sınır yoktur" sloganı ile yola çıkmasının hakkını vermeye çalışmaktadır. 


                  EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.