ayeti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ayeti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Mart 2016 Çarşamba

Hucurat s. 13. Ayeti Bağlamında Türkiye'nin İçinde Bulunduğu Durumun Değerlendirilmesi

Kur'an ihtiva ettiği ayetlerde, kişi ve toplumların hayatlarına o ayetlerdeki emir ve yasaklar ile yön vermektedir. Bu ayetler doğrultusunda hayatlarına yön veren kişi , toplum ve devletler, dünya hayatlarında mutlu ve mesut bir şekilde hayatlarını sürdürmeyi de garanti etmiş olacaklardır. Ayetlere aykırı yaşam süren kişi , toplum ve devletler ise, yıkıma mahkum bir hayat süreceklerdir. 

Bu yazımızda , toplumların ve devletlerin yıkımının nasıl olabileceğini, Hucurat s. 13. ayeti bağlamında okuyarak, yaşadığımız topraklar üzerinde olan olaylar çerçevesinde değerlendirmeye çalışacağız.

[049.013] Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için siz halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en kerim olanınız, takvaca en ileride olanınızdır. Hiç şüphe yok Allah, bilendir, haber alandır.

Rabbimiz bu ayette , bizleri bir erkek ve dişiden üreterek farklı kavimler halinde çoğalttığını , bunun sebebinin ise, birbirimiz ile ilişkiler kurmak olduğunu , bir kavmin diğer kavme üstünlüğü olmadığı, bizi değerlendirme kriterinin ırkımız veya mensup olduğumuz kabile ile değil , "Takva" ile olduğunu beyan etmektedir.

İnsanlar arasında farklı ırk ve kavme mensup olmak, yaşadığımız dünyanın bir gerçeğidir , ve bu gerçeği kimse ret edemez. Asıl olan, bu gerçeğin nasıl bir ölçek dahilinde değerlendirilmesi gerektiği olup , yanlış ölçek ile değerlendirilen bu gerçek , insanlar arasında düşmanlık oluşmasına , zamanla toplumların ve devletlerin yıkılmasına zemin hazırlayan sebeplerden bir tanesi haline gelmektedir.

İnsanlar arasında düşmanlıkların ortadan kalkarak birlik ve beraberliğin oluşması için , o insanları birbirlerine bağlayan en geniş halka üzerinden bir aidiyet düşüncesinin geliştirilmesi şarttır. Farklı ırk ve kavme mensup olanların birbirleri ile olan birlik ve beraberlik duygularının pekiştirilmesi için , mensup oldukları ırk ve kavimden daha üst bir kimlik oluşturularak , bu üst kimlik üzerinden bir aidiyet geliştirilmediği müddetçe , insanlar birlik ve beraberliklerini daha alt kimliklerini oluşturan unsurlar üzerine bina etmeye çalışacaklardır. 

Aidiyetlerini alt kimlikler üzerine bina eden kişi , toplum ve devletlerin bu fikir ve yönetim politikaları , bu alt kimlikler üzerinden düşmanlık yaratarak , toplum ve devletler üzerinde kirli emelleri olan şeytanlar için bulunmaz bir fırsatı oluşturmaktadır.

Devlet'in tarifini , "Belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanların , birbirleri ile olan ilişkilerini düzenleyen kanunların oluşturduğu bir yapı" olarak yaptığımızda , aynı topraklar üzerinde üzerinde yaşayan insanların tamamının eşit ve aynı haklara sahip olarak yaşaması gerektiği de gündeme gelecektir. 

Aynı devletin şemsiyesi altında yaşayan insanlar farklı din , mezhep , meşrep , ırk , ve kavimlere mensup olabilir . Onların bu farklılıkları aynı devlet çatısında yaşayan insanlar arasında ne üstünlük ne de eziklik unsuru olarak görülmesi insanlar arasında kin ve düşmanlıklara yol açacaktır.

Bir devlet , sınırları içinde yaşayan insanların farklı dil , din , kavim v.s gibi "Alt Kimlik" olarak tanımlayabileceğimiz özelliklerini öne çıkaran bir yönetim tavrı sergileyecek olursa , bunun adı "Ayrımcılık Politikası" olup , bu ayrımcılık , hem o ülke sınırları içinde yaşayan insanları rahatsız edecek , hem de o ülke üzerinde şeytani emelleri olanlara , bu emellerini gerçekleştirmek için hazır bir alt yapı ve bahane sunulmuş olacaktır.

Son yıllarda yaşadığımız ülke toprakları üzerinde yaşanan olayları bu çerçeveden değerlendirmeye çalışacak olursak, cumhuriyetin ilk yıllarına geri dönerek, yeni cumhuriyetin ilkelerini nasıl bir temel üzerine oturttuğunu hatırlamak , alt kimliği öne çıkarak politikaların toplumları nereye getirdiği ve ne hale soktuğunu görmek açısından yeterli olacaktır. 

Cumhuriyetin ilanı ile birlikte başlayan yeni süreçte , Türk kavmine mensup olanların yönetim üzerinde hakim olduklarını ve bu alt kimliği öne çıkarak bir yönetim politikası izlediklerini görmekteyiz. 

Türk kavmine mensup olanların , alt kimlikleri olan Türk olmalarını,  yönetim politikalarında öne çıkararak , "Ne mutlu Türküm diyene" , "Türkiye Türklerindir" , "Bir Türk Dünyaya bedeldir" v.s gibi söylemlerle insanlar üzerinde kavmiyetçilik duygularını kabartarak , bir kavmi üstün , diğer bir kavmi aşağılama yoluna gittikleri herkesin malumudur. Ezanın Türkçe okutulması , Türk ırkının saflaştırılması için Macaristan dan damızlık erkek getirilmesinin dahi gündeme gelerek faşizanlığın tavan yaptığı yönetim politikaları, hem Kürt ırkına mensup olanları rahatsız etmiş , hem de Türkiye üzerinde şeytani emelleri olanların ellerine hazır koz vermiştir.

Bir kavmin üstünlüğü üzerine kurulu sistem ve düşünce yerine , üst kimliği dikkate alan "Takva" temelli bir sistem ve düşünce kurularak , Türk , Kürt v.s kavim ayrımı yapılmadan insan olma onuru öne çıkarılarak temellendirilen yönetim politikaları uygulanmış olsaydı , bugün Türkiye nin içinde bulunduğu ve yıllardır binlerce insanın ölümüne sebep olan olayların önünün açılmasına fırsat verilmemiş olurdu.

Türkiye üzerinde şeytani emelleri olan devletler , cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllardan beri uygulanan kavmiyetçiliğe dayalı yönetim uygulamalarını, ellerine geçmiş hazır koz olarak kullanarak , Türkiyeyi güçsüz bırakarak topraklarını istila etmek için, Kürt kavmine mensup olanları özgürlük vaadi ile kandırarak onları kullanmaktadır. 

Özgürlük ve bağımsızlık vaatleri ile kendilerine kul ve köle yaptıkları insanların, üzerinde bulundukları topraklardaki yeraltı ve yerüstü kaynaklarını hoyratça kendi halklarının kullanımı için sömürenler , buna karşılık bu ülkelere kan , gözyaşı ve zulümden başka bir şey getirmemektedirler.

Bugün Türkiye üzerinde oynanan oyunlar , özellikle güneydoğu bölgesinde bulunan başta petrol olmak üzere diğer doğal kaynaklarının müstekbir ülkeler tarafından daha kolay bir şekilde sömürülmesini amaçlanmaktadır . Bu amaca ulaşmak için kullanılan yöntem ise ,  o topraklar üzerinde yaşayan Kürt kavmine mensup insanların bir kısmını , devletin bu kavim üzerinde uyguladığı ayrımcı politikaları bahane ederek kışkırtmaktır. 

Türkiye insanını birbirine kırdırmak sureti ile ülkeyi güçsüz bırakmak ve bu yolla ülkeyi daha kolay elde etmek için uygulanan bu yöntem yabancı bir yöntem değildir. Yıllardır halkı Müslüman olan ülkelerde uygulanan bu yöntem ile haritalar cetvel ile çizilerek , şeytan ülkeler arasında pay edilmiş , sıra Türkiye gelmiş ve bu ülkenin sınırları yeniden çizilmek istenmektedir. 

Bugün adına "Terör" denilen ve bütün ülke insanını derinden etkileyen olayların sona ermesi için Türkiye devleti tarafından alınan önlemlerin bu terörü bitirmesi imkansızdır. Türkiyenin içinde bulunduğu durum uzun yıllar yapılan yönetim hatalarının bir sonucu olup , gelinen noktaya bir kaç senelik hatanın sonucunda gelinmemiştir. Gelinen noktanın geri dönüşü ve huzur ortamının sağlanması için kısa süreli tedbirlerden çok uzun vadeli tedbirlerin alınması elzemdir.

İçinde bulunduğumuz duruma uzun yıllar süren bir süreç sonunda gelmiş olmamızı , bu durumdan çıkışında belki daha uzun yıllar sürecek olan yeniden yapılanma ile mümkün olacaktır. En baştaki yetkiliden tutunuz , en sade halk bile bu durumdan çıkışı istemekte fakat , ortaya konulan çıkış çareleri, günü birlik çıkış çareleri olduğu için fayda yerine zarar vermektedir.

Hucurat s. 13. ayeti , bizlere içinde bulunduğumuz durumdan çıkmanın reçetesini vermektedir. 

Reçetede , insanlara belirli bir kavme mensup olduğu için değer verilmesi ve bu değer üzerine kurulu yönetim anlayışı yerine, insanlara verilmesi gereken değerin "Takva" ya dayalı bir sistemden alınması gerektiği yazmaktadır.

İnsanlara Türk , Kürt , Arap v.s gibi kavme mensup oldukları için üstün veya küçük görmek yerine , o insanları birbirine bağlayan daha üst bir değerler sistemini hayata hakim kılmadıkça, insanlar arasında baş gösteren bu düşmanlığın önünün alınması mümkün olmayacaktır. 

Bu topraklar üzerinde yaşayan insanların kavimlerini değil , inançlarını öne çıkaran bir yönetim sistemi kurulmadıkça , bir kavme mensup olan insanlar kendilerini bu ülkenin tek sahibi , diğer kavme mensup olan insanlar da kendilerini sığıntı ve aşağı bir insan olarak görmekten kurtulamayacaklardır. 

Onların bu durumu ülkeyi bölmek isteyenler için bulunmaz bir fırsat olup , bu fırsatı değerlendirmek için ellerinden geleni ardına koymayacaklardır.

Türkiye nin içinde bulunduğu savaş ortamından kurtulabilmesi için , dün nasıl kökten bir yenilenme yapılarak Osmanlı İmparatorluğunun yerine Türkiye Cumhuriyeti kuruldu ise , bugün yeniden kökten bir yapılanma gerekmektedir.

Yönetim ilkelerini "Takva" temelli bir sisteme dayandıran yeni bir yapılanmada hiç bir kavim kendisini ne üstün ne de aşağı olarak görmeyecektir. Birbirleri ile farklı kavimlere mensup olsalar dahi daha üst bir kimlikleri olan inanç beraberliği üzerine kurulu bir sistemde dostluk ve kardeşlik bağları daha sıkı olacak ve bundan zarar görecek olan ülke insanı değil , bizleri bölmek ve parçalamak isteyen şeytanlar olacaktır. 

Türkiyenin takva temelli bir sisteme sahip olmasının önünde öncelikle anayasal engeller olduğu malumdur. "Değiştirilemez" denilen maddeler , bizlerin bu güne gelmemizde önemli bir payı olan maddeler olup , bunların yerinde kalması demek , içinde bulunduğumuz durumun daha da kötüleşmesi anlamına gelecektir. 

Bugün Türkiye genelinde referandum yapılarak , "Türkiye Cumhuriyeti" isminin değiştirilip, bu topraklar üzerinde yaşayan bütün insanları kapsayan başka bir isim konulup konulmasının oylanması sonucunda , büyük çoğunlukla "Hayır" oyları galip gelecektir. Bu gün ülke yönetiminin  başındakiler bile, anayasayı değiştirme çabalarında "Değiştirilmesi bile teklif edilemez" denilen maddelerin değiştirilmesi konusunda en küçük bir dil uzatsalar, anında dilleri kesilecektir. 

Kavmiyetçiliğin tavan yaptığı bir ülkede böyle bir yeniden yapılanmanın zorluğunu hatta imkansızlığını bu satırları yazan çok iyi bilmektedir. Böyle bir kökten yapılanma olmadığı müddetçe , terör olaylarının arkasının kesilmeyeceğini , daha uzun yıllar sonunda bu ülkenin bölünmesinin gerçekleşeceğini ise yönetim kademesindekiler de çok iyi bilmelidir. 

Firavunun Mısır ülkesindeki gerçekleştirdiği yönetim politikası ve sistemi , özellikle kavmiyetçiliği dayalı bir sistem üzerine kurulu yönetimlere ibret olmalıdır. İsrailoğullarını yok sayan ve onları soy kırıma uğratarak nesillerin kesmek isteyen Firavun ve avanesi bu yönetimlerinin sonuçlarını canları ile ödemişlerdir.


Aynı ülke üzerinde yaşayan insanları birbirine bağlayan ortak payda Allah (c.c) nin önerdiği "Takva" temelli bir hayat olmalıdır. Böyle bir temele dayanmayan hayatlarda her türlü anarşi ve terör kaçınılmaz olup , toplumu rahatsız edebi bir unsur olarak ,hem maddi hem de manevi olarak yıkıma sebep olacaktır.

Temellerini laik , kemalist ilkeler üzerine kuran bir devletin bu ilkeleri terk ederek , üstünlüğü takva da arayan bir sistem kurması zor görünmektedir. Ancak başımızda olan bela ve sıkıntılardan kurtulma çaresi , yerleşik sistemin devam etmesi  değil , değişmesidir.

Yerleşik sisteme bağlılığın tavan yaptığı bir ülkede böyle bir düşüncenin dahi recmedilme sebebi olduğunu gayet iyi bilmekteyiz. Ancak içinde bulunduğumuz sıkıntıların sebebi olan sistemin devam etmesini istemek sorunu bitirmeyecektir.

İçinde bulunduğumuz sıkıntılara yol açan sistemi savunmaya devam etmek , bu sıkıntılara bu sistem içinde çözüm aramak çözüm değil çözümsüzlük üretmekten başka işe yaramayacaktır.

Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin birbirleri ile tanışıp kaynaşmaları için farklı kavimler halinde getirdiği insanlar zaman içinde bu farklılıklarını övünç vesilesi haline getirerek , "Kavmiyetçilik" denen bir hastalığa tutulmuşlardır. Bu hastalığın tavan yaptığı Arap toplumu içindeki Evs ve Hazrec kabilesi , yüzlerce yıldır süren bu düşmanlıklarını takva temelli bir hayat neticesinde unutarak, bizlere bu konuda güzel örnek olmuşlardır. 

Kavmi öne çıkarak düşünce fikir ve sistemler insanlar için her zaman zulüm kaynağı olmuş ve bu zulmü yapanlar ise helak olmuşlardır. Bu helak değişmez bir yasa olup , bu gün ve yarın aynı zulüm sistemi üzerine yönetim bina edenler bu yönetimleri ile birlikte helak  olacaklardır. 

Helak sadece zulmedenler ile sınırlı kalmayarak , içimizden bu zulme seyirci kalanlara da sirayet ederek, bizlerinde helak olmasına sebep olacaktır. Kişiden başlayarak topluma , oradan yönetime taşınan takva temelli hayatlarda , mensup olduğumuz kavim övünç vesilesi değil , sadece alt kimlik olarak kalacak ve düşmanlığa yol bir unsur olmaktan çıkacaktır.


Bir ülke toprakları üzerinde yaşayan insanların farklılıkları , o ülkeler üzerinde hain emelleri olanlar tarafından istismar konusu edilerek , o ülkeyi güçsüz düşürerek işgal etme planlarının en başta gelenidir. Bir ülke toprakları üzerinde yaşayan insanlar aidiyetlerini en üst kimlik üzerinden pratiğe dökmediği müddetçe yaşadığımız topraklar üzerinde dönen olayların ardı arkası kesilmeyecektir. 

RABBİMİZ BİZLERİ ÜST KİMLİĞİ ÖNE ÇIKARARAK BİRBİRLERİ İLE KARDEŞ OLDUĞUNU UNUTMAYAN KULLARINDAN KILSIN.

13 Mart 2016 Pazar

Ankebut s. 45. Ayeti Bağlamında Şuayb (a.s) ın Salatının Bize Dönük Mesajı

Kur'anı doğru anlamanın yollarından birisi , kavramlar etrafında oluşturulmuş olan anlam örgüsünü okuyabilmek, ve bu anlamı hayata yansıtabilmektir. Herhangi bir kavramın içini boşaltarak, onu daraltma veya buharlaştırma ameliyesine tabi tuttuğumuzda , bu kavram üzerinden önerilen sistem ve kurallar doğru anlaşılmamış olacaktır. 

Salat , Kur'anın "Anlam Buharlaştırma" ameliyesine uğratılmış olan en başta gelen kavramlarından bir tanesidir. Bu kelimenin bir çok  Müslüman zihninde meydana getirdiği ilk anlam sadece namaz ibadeti , bir kısım Müslüman zihninde ise namaz ibadetinin haricinde olan bazı anlamlar olup , Türkiye Müslümanlarının gündeminde , "Salat namaz mıdır değil midir?" şeklinde tartışmaların konusu olmuş vaziyette , Kur'anın bu kavram üzerinden vermek istediği mesajın doğru anlaşılıp hayata aktarılmasını beklemektedir. 

Kur'an okuyucularının bilmesi gereken önemli bir husus şudur ki ; Kur'an içinde geçen bir kelime sadece etimolojik anlamı üzerinden gidilerek anlama çalışmasına tabi tutulduğunda bizlere net bir bilgi vermeyebilir. Kelimenin içinde bulunduğu cümle , ayet , sure , kur'an bütünlüğü dikkate alınarak , o kelimenin ifade ettiği anlamın anlaşılmaya çalışılması , bizleri daha doğru sonuçlara götürecektir. 

"Salat" , kelime olarak tefsir literatüründe "Çok anlamlı" olarak ifade edilen bir kelimelerdendir, bu kelime geçtiği ayetlerin tamamında aynı anlama gelmez. Namaz ibadetinin Kur'anda olmadığını savunan zihniyet sahiplerinin , kelimenin bu yönünü istismar ederek bazı laf cambazlıkları ile kendi düşüncelerini Kur'ana onaylatma yolunu seçtiklerini görmekteyiz.

Kelimelerin etimolojik anlamlarının bilinmesinin, elbette Kur'anın anlaşılmasında önemli bir rolü bulunmaktadır. Salat kavramı da etimolojik açılardan incelenerek, anlamı üzerinde konuşulabilir, fakat bu kavram diğer kavramlardan farklı olarak "Anlatılmaz yaşanır" diyebileceğimiz bir öneme sahiptir. 

Kur'anın kelimelere yüklediği en doğru ve gerçekçi anlamı , bu kelimenin etrafında yaşanan elçi kıssaları ile, bizlere anlatılan geçmiş hayat örneklerinden anlamak mümkündür. Elçiler , Allah (c.c) tarafından gönderilmiş insanlar olarak , kavimlerinin hayatlarında olan yanlışları ikaz etmek , ve onları düzeltmeleri yönünde hatırlatmalarda bulunan ve hatırlattıkları şeyleri önce kendileri örneklik olarak yaşayan insanlardır. 

[006.162] De ki: Salatım, nusukum, hayatım ve ölümüm, alemlerin Rabbi Allah içindir.

"Salat" , insan hayatının en önemli kavramlarından olup , en geniş anlamı ile "Kulun kendisinden yüce olarak bildiğine karşı olan yönelimi" olarak nötr bir tarif getirilebilir. Bu yönelimin sadece olması gereken ise , yüceler yücesi olan Allah (c.c) olup , onun dışındakilere yapılan yönelim Kur'an literatüründe "Şirk" olarak adlandırılmıştır. 

 اتْلُ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ وَأَقِمِ الصَّلَاةَ إِنَّ الصَّلَاةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَلَذِكْرُ اللَّهِ أَكْبَرُ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا تَصْنَعُونَ

[029.045] Kitap'tan sana vahyolunanı oku; salatı ikame et; muhakkak ki salat hayasızlıktan ve fenalıktan alıkoyar; Allah'ın zikri en büyüktür! Allah Yaptıklarınızı bilir.

Ankebut s. 45. ayetinde , salatın ikamesi emredilmekte olup , ikame edilen bu salatın kişileri fahşa ve münkerden alıkoyacağı haber verilmektedir. Fahşa ve münkerden alıkoyması, salatın en önemli tarafı olduğunun beyan edilmiş olması, dikkat çekici bir noktadır. 

Ayrıca salatın nötr anlamını dikkate aldığımızda , fahşa ve münkerden alıkoymak bir tarafa , fahşayı ve münkeri emreden bir salat anlayışını müşriklerde görmekteyiz. Onların fahşa ve münkeri emreden bir salat içinde olmalarına sebep ise , Allah (c.c) dışındakilere olan yönelimleridir.

Peki nedir bu fahşa ve münkerden alıkoyan salat ? dediğimizde soruya cevap olarak, yazımıza konu etmeye çalışacağımız Şuayb (a.s) ın salatı nasıl ikame ettiğinin örneği karşımıza çıkmaktadır.

Muhammed (a.s), kendisine okunan önceki elçi atalarının yollarını izleyen bir yöntem ile salatı ikame etmeye çalışmıştır. İşte bu elçi atalarından bir tanesi Şuayb (a.s) olup , onun kavmine karşı salatı ikame etme örnekliği, başta Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanlara örnek olmuş , ve bu örneklik bizler için de geçerlidir. Şuayb (a.s) ın kavmine karşı söyledikleri onun salatı ikame etmesinin örnekliği olup , dile getirdiği yanlışlara karşı ortaya koyduğu doğrular, ve bu uğurdaki mücadelesi , onun salatı ikame etme etmenin hayat içinde pratize edilmiş halini göstermektedir.

Şuayb (a.s) ın kavmi Medyen in nasıl bir yanlış içinde olduğunu şu ayetler bizlere anlatmaktadır.

[007.085]  Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik): «Ey kavmim, dedi, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka bir ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi: Ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın; eğer inanan (insan)lar iseniz, böylesi sizin için daha iyidir!»
[007.086]  Tehdit ederek, inananları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolu eğip bükmek isteyerek öyle her yolun başında oturmayın. Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Bakın ki, bozguncuların sonu nasıl olmuştur!

[029.036]  Medyen halkına da kardeşleri Şuayb’ı gönderdik, onlara dedi ki: «Ey benim kavmim! Yalnız Allah’a kulluk edin, âhiret gününü bekleyin ve ülkede fesatçılık yaparak düzeni bozmayın!»

[011.084] Medyen'e de kardeşleri Şu'ayb'ı gönderdik. Şu'ayb onlara: «Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka hiçbir ilahınız yoktur. Ölçeği ve tartıyı da eksik tutmayın; ben sizi bir refah içinde görüyorum ve ben, sizi kuşatacak bir gönün azabından korkuyorum.
[011.085]  «Ve ey kavmim! Ölçeği de, teraziyi de adâlet ile ifâ edin ve insanların eşyalarını eksiltmeyin ve yeryüzünde müfsidler olarak fesad çıkarmayın.»
[011.086]  «Eğer mü'minseniz, Allah'ın bıraktığı (helal işlerden olan kazanç) sizin için daha hayırlıdır. Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.»

Medyen kavminin yanlışlarını , Allah (c.c) yi tek ilah olarak kabul etmemek sonucunda meydana gelen, yeryüzünde fesat çıkarmak , kendileri inanmadıkları gibi inanmış olanları yoldan çevirmeye çalışmak , refah içinde bir yaşam sürdükleri halde bunun şükrünü ifa etmemek , ölçü ve tartıda noksanlık olarak sıralayabiliriz. 

 Medyen kavmi, yaşamış oldukları hayat sisteminin kendilerine atalarından geçtiğini , onların yollarını izledikleri söylemekte, ve bu yolun doğru olduğuna dair olan delillerini bu şekilde dile getirmekte idiler. Atalarından devraldıkları bu sistemin yanlış olduğunu , yaşadıkları hayat içinde yapıp ettiklerini belirleme yetkisinin Allah (c.c) ye ait olması gerektiğini kavmine tebliğ eden Şuayb (a.s) ın kavminden aldığı cevap şu dur ;  

[011.087] «Ey Şuayb! Babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı meneden senin salatın mıdır? Sen doğrusu aklı başında, yumuşak huylu birisin» dediler.

Kavminin Şuayb (a.s) a söylediği "Babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı meneden senin salatın mıdır?" sözü , onlarında kendilerince belirlenmiş bir kuralları olduğunu yani o kavminde salatı ikame ettiğini söyleyebiliriz. Ancak o kavmin salatını belirleyen Allah (c.c) olmadığı için o kavim zımnen Şuayb (a.s) a " Bizim salatımızı belirleyen atalarımızın gittiği yol olup , bu salatın kurallarında mallarımız üzerinde belirleme hakkı Allaha ait değildir bizim salatımızda böyle bir kural yoktur" demektedir.

Salat kavramının Şuayb (a.s) örneğinde hayata geçirilmesi, kavminin ağzından çıkan sözlerle bize öğretilmektedir. Buna göre salatın insan hayatındaki anlamlarından bir tanesi , Atalardan gelen ve şirke dayalı hayat sistemini terk etmek , insan hayatı üzerindeki tasarruf yetkisinin insanlar değil , onu yaratan Allah (c.c) olduğunu insanlara hatırlatmak yolunda yapılan çabaların bütünü olduğunu söyleyebiliriz. 

"Salatı ikame" şeklinde bir terkip ile gelmesi , bu kavramın hayat ile olan bağının etle tırnak misali bir kavram olduğunu bize göstermektedir. Yani "Salat" kavramı , sadece söz ile anlatılacak bir kavram değil , hayatın içinde yaşanan bir kavramdır.

Şuayb (a.s) ve diğer bütün elçiler,  bu kavramın gereği olarak sadece Allah (c.c) nin çizdiği kurallar dahilinde yaşanan bir hayatın hakim olması için kavimlerine gerekli olan hatırlatmaları yapmış , onların bu hatırlatmaları Muhammed (a.s) a örnek olmuştur. 

Bu örneklikler bizlerin hayatında nasıl pratiğe aktarılabilir?.

Bu sorunun cevabını , Şuayb (a.s) ın kavmine karşı olan sözlerinden anlayabiliriz.

[011.088]  Dedi ki: «Ey kavmim görüşünüz nedir-söyler misiniz? Ya ben Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve O da beni kendisinden güzel bir rızık ile rızıklandırmışsa? Ben, size yasakladığım şeylere (kendim sahiplenmek suretiyle) size aykırı düşmek istemiyorum. Benim istediğim, gücüm oranında yalnızca ıslah etmektir. Benim başarım ancak Allah iledir; O'na tevekkül ettim ve O'na içten yönelip dönerim.»

Şuayb (a.s) , kavminin yaptığı yanlışları önce kendi hayatından çıkarmak sureti ile göstererek , doğru bir yaşamın örneğini kendisi üzerinden pratik olarak insanlara aktarmaktadır. Kur'anın bir çok yerindeki "Salatı ikame edin" emrini, sadece "Namazı kılın" olarak anladığımızda (Namaz ibadetini ret ettiğimiz anlaşılmasın) günün kalan vakitlerinde sanki serbestmişiz gibi bir anlam ortaya çıkmaktadır ki , bu düşünce salat kavramının anlamına terstir. 

Nisa s. 103. ayetinde "Kitaben Mevkuten" (Yazılmış Vakit) olarak beyan edilen salat (namaz) günün belirli vakitlerine has bir bir ibadet olup , bu vakitler haricinde de salatı ikame etmek yani bütün yönelimimizi Allah (c.c) ye has kılmak ile yükümlü olduğumuz hatırdan çıkarılmamalıdır. 

Salat , hayatın her anında kulun Allah (c.c) ye olan yöneliminin bir ifadesi olduğuna göre , bu yönelmenin tersi olarak başkalarına yapılan yönelmeler "Tevelle" (Sırt çevirmek) anlamına gelerek , hesap gününde ateşe atılmak olarak karşılığı görülecektir. Tarih boyunca gelen elçiler , insanlara bu gerçeği haber vererek sadece Allah (c.c) ye kul olmanın nasıl hayata geçirilmesi gerektiğini hem sözlü , hem de fiili olarak tebliğ etmişlerdir. 

Bizler "Müslüman" olmanın bir gereği olan  "Salatı ikame" ile görevli kullar olarak , aynı yolu izlemek ve , salatı ikame etmenin anlamını kendi hayatımızda yaşayarak göstermek ile mükellefiz. Ancak ne var ki bir çoğumuz , sadece bu kavramın yaşama aktarılmamış boyutunu yani kavramı tartışmak yolunu seçerek , hayat içinde yaşanma örneği gösterememekteyiz. 

Salat anlam olarak , Allah (c.c) ye YÖNELMEK , onun dışındakilere YÜZ ÇEVİRMEK demek olup , Allah (c.c) dışındakilere yönelmek demek , Allah (c.c) ye yüz çevirmek anlamına gelecektir. Salatı ikame etmenin örneğini Şuayb (a.s) dan öğrenecek olursak , onun mensup olduğu kavmin Allah (c.c) den yüz çevirmesinin hayatlarına nasıl yansıdığını iyi okuyup , bu yansımanın bu gün için nasıl yaşadığımız toplum içinde ortaya çıktığını görerek , önce kendimizi o kavmin şirkinden temizlemek sonra da salatı ikame etme emrinin gereklerini yerine getirmeye çalışmalıyız. 

Kavminin Şuayb (a.s) a söylediği "Babalarımızın taptığını bırakmamızı emreden veya mallarımızı istediğimiz gibi kullanmamızı meneden senin salatın mıdır?" sözü bize, onun yerine getirmeye çalıştığı "Salatı ikame" emrinin, birilerini rahatsız ettiğini yani ses getirdiğini göstermektedir.
Eğer bizim salatı ikame adına yapmış olduğumuz fiiller ve söylediğimiz sözler , Allah (c.c) ye yüz çevirerek , salatlarını ondan başkaları adına ikame edenlerin nezdinde bir rahatsızlık meydana getirmiyor ise , salatı ikame adına yaptığımız amelleri gözden geçirmemiz gerekmektedir.

Ancak bugün bir kısım Müslüman bu emrin sadece bir cüzü olan namazı hayatına geçirmekte , fakat bu cüz bile o kişileri "Fahşa ve Münker" olarak ifade edilen fiillerden alıkoymamaktadır. "Müslüman" olma iddiası ile salatı ikame emri ile yükümlü olarak fahşa ve münkerden alıkoymak ile görevini üstlenmiş olan kişilerin, fahşa ve münkeri işlemekte ön sıralarda olması , bizlerin bu konuda önder olması gerekirken , kendi içimizde daha bu kavramı içselleştirememiş olduğumuzu göstermektedir.  

Şuayb (a.s) ın salatı , Ankebut s. 45. ayetinin beyanı üzere ikame edilmiş bir salat örneği olarak karşımıza çıkmakta , hem onu fahşa ve münkerden alıkoymakta , hem de kavminin , fahşa ve münkeri terk etmeleri için gereken mücadeleyi yapmasına sebep olmaktadır.

[003.104] Sizden, hayra çağıran, marufu emreden ve münkerden sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.

Maruf olanı emretmek , münker olandan sakındırmak şeklinde bir çok ayette beyan edilen durum , iman edenlerin vasfı olarak karşımıza çıkmaktadır. İyi ve güzel olan şeyleri ifade eden bir kavram olan "Maruf" olanı tavsiye etmek, ve kendisi de onu yaşamak ile görevli olan iman edenler , bunu yapmayarak , kötü ve çirkin olan şeyleri ifade eden bir kavram olan "Münker" olanı hayatlarına hakim kıldığında fesadın kapısının açılmasına sebep olarak , bu fesadın meydana getirdiği zararlardan sorumlu olacaklardır. 

Sonuç olarak ; Aldığı her nefeste kulluk bilincini unutmaması gereken bizlere , bu bilincin nasıl hayata geçirileceği , bizden önce bu bilinci hayata geçiren elçiler örnek gösterilerek canlı bir şekilde öğretilmektedir. "Salat" bu bilincin  hayata geçirilmesi anlamında bir kelime olup , "Anlatılmaz yaşanır" diyebileceğimiz bir kavramdır. 

Gönderilmiş elçilerden olan Şuayb (a.s), bu kavram etrafında oluşan anlamı önce kendi hayatına , sonra yaşadığı kavmin yanlışlarına karşı koymak sureti ile toplumun yanlışlarına karşı doğru olanı ikame etmek görevi dahilinde yapması gerekenleri yapan, örnek bir elçi olarak bizlere "Rol Model" olarak sunulmaktadır. 

Onun salatı ikamesinin kavmini rahatsız etmiş olması , bu kavramın hayata geçirilmesinin bazı taşların yerinden oynamasına sebep olduğu anlaşılmaktadır. Bizler bu görevi ifa adına yaptığımız şeyler, eğer bazı taşların yerinden oynamasına sebep olmayarak , taşların daha sağlamlaşmasına sebep oluyorsa , kendimizi yeniden gözden geçirmenin vakti gelip geçmektedir.  

Enam s. 162. de beyan edildiği üzere , salatın Allah (c.c) için olması , onun dışındaki yönelimlerin ret edilmesi anlamına gelmekte olup , Kur'an bu yönelimini kime olacağı konusunda yapılmış mücadele örnekleri ile dolu bir kitaptır. Salatın Allah (c.c) dışındakilere yapılmasında neticesinde ortaya çıkan durumun adı fesat olup , yeryüzünün ıslahı sadece salatın Allah (c.c) ye has olması neticesinde mümkün olacaktır. 

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

4 Ocak 2016 Pazartesi

İsra s. 58. Ayeti Çerçevesinde Firavun ve Süleyman (a.s) ın Yönetimlerinin Akıbetinin Günümüze Dair Mesajı

Kur'an , içinde barındırdığı ayetlerin bir kısmında, kıssa yollu anlatımlar vasıtası ile , "Sünnetullah" denilen toplumsal yasaların , o toplumlar üzerinde nasıl işlediğini anlatarak , bizlere mesajlar vermektedir. Allah (c.c) nin sünnetinde değişme olmayacağından yola çıkarak düşündüğümüzde , bu yasalar dün nasıl işledi ise , bu gün de yarın da, ta ki kıyamete kadar işleyecektir.

Kur'anın kıssa yollu anlatımlarında meydana gelen helak olaylarının işleyiş yasasını anlatan ayetlerden bir tanesi de İsra s. 58. ayetidir. 

[017.058] Hiç bir karye yoktur ki; kıyamet gününden önce Biz, onu helak edecek veya şiddetli bir azapla azaplandıracak olmayalım. Bu, Kitap'da yazılmıştır.

"Kitap ta yazılmıştır" ifadesi , Allah (c.c) nin bu toplumlar üzerinde olan bir zulmünü değil, toplumların yaşadığı hayat içinde yapmış olduklarının neticesinde bir takım sıkıntılar ile karşı karşıya kalacak olmalarını anlatmaktadır. Allah (c.c) nin belirlediği yasalar dahilinde yaşayan toplumların başlarına gelenler , bu toplumların işlemekte olduklarının bir sonucu olarak gerçekleşmiş ve gerçekleşecektir.

Kur'anda "Allah'ın yazması" olarak beyan edilen konu , Allah (c.c) nin bir kitaba kullarının ne yapacağını yazarak onların iradelerini ipotek almış olması anlamına gelmez. Böyle bir durum adaletin tersi bir durum meydana getirmesi açısından Allah (c.c) için böyle bir durum söz konusu değildir. "Yazmak" demek , sebep-sonuç ilişkisi dahilinde meydana gelen olayların bir kurala bağlanmış olduğunun ifade edilmesidir.

Bu yazımızda İsra s. 58. ayetinde beyan edilen işleyiş yasalarının , biri zalim bir Firavun, diğeri  de adil bir hükümdar olan, Süleyman (a.s) ın iktidarları üzerinde nasıl gerçekleştiği ve onların yıkılışları üzerinden, verilmek istenen günümüze dair mesajını okumaya çalışacağız. 

Firavun kendisini ilah (28.38) ve rab (79.23) ilan ederek, mülkü altında yaşayan insanlar üzerinde ayrımcılığa dayalı bir yönetim sergilemekte idi (28.4). Ancak bu zulüm yönetimi , "Sünnetullah" ın bir gereği olarak devam edemez ve yıkılmaya mahkum idi (28.5-6). Yine Sünnetullah gereği bu yıkım, insanların eli ile olacaktı (2.251 / 22.40) . 

Firavunun mülkü altında bulunan insanları hafife alan ve onlara kıymet vermeyen (43.54) bir yönetim sergileyerek, kendi iktidarını devam ettirmek istemesine karşın , Musa (a.s) önderliğinde İsrailoğulları tarafından ona karşı başlatılan ve yıllarca süre kıyam (10.87) başarı ile sonuçlanarak o ve ordusu denizde boğulmuştur(26.59 / 44.28). 

Bu yazının konusu , Firavun yönetiminin yıkılmasının, ondan sonra gelen yönetim sahiplerine olan mesajı olduğu için, bu yıkımın ayrıntıları, Musa (a.s) ın Firavun ile olan mücadelesinin anlatıldığı ayetler okunarak görülebilir.

Süleyman (a.s) mülk ve saltanat sahibi elçi bir hükümdar olarak emri altında geniş bir toprak parçası (38.36) ve bunun üzerinde yaşayan insanlar bulunmaktadır. Süleyman (a.s) ın mülkü altında yaşayan tebaa dan "Cin ve Şeytanlar" (34.12 / 38.37) olarak bahsedilmesi tefsirlerde farklı yorumlar bulunmasına karşın, kıssayı mesaj içerikli olarak okuduğumuz zaman "Cin ve Şeytan" olarak isimleri geçenleri , Süleyman (a.s) ın mülkü altında yaşayan ve onun mülkünü tehdit eden unsurlar olarak okumak mümkündür. 

Süleyman (a.s) mülkünü tehdit edenleri dahi askeri ve ekonomik bir güç elde ederek bunları emri altında çalıştırmasına karşın bu unsurlar onun mülkünü içten kemirerek yıkılmasına sebep olmuşlardır (34.13.14). 

Şimdi bu iki hükümdarın yönetimlerinin ortak bir akıbete uğramalarının sebeplerinin tahlilini yapmaya çalışalım.

Firavun ve Süleyman (a.s) ın yönetimlerinin yıkılmasına sebep olan ortak nokta, her iki yönetimden  memnun olmayan unsurlardır. Bu memnuniyetsizliğin sebebi  Firavunun zalim olması olarak izah  edilebilmesine karşın , Süleyman (a.s) ın yönetiminin yıkılmasına sebep onun adil olması bir yönetim sergilemesine karşın bu, adil yönetimden rahatsız olanlardır.

Firavunun zalimliği , mülkü altında yaşayan topluluklar üzerinde ayrımcı bir politika izlemesi şeklinde öne çıkmaktaydı. Ayrımcılık yaptığı bu topluluğun çoğalmaması soykırıma gidebilecek kadar zalim ve vahşi bir kişi olan Firavunun çağdaş versiyonları , bir toprak parçası üzerinde yaşayan bir kavmi öne çıkararak , diğer kavimleri geri planda bırakmak sureti ile aynı planı Hitler örneğinde görüldüğü gibi işleme koymuşlar, fakat planın sonu bu soykırımın mimarının helak olması ile sonuçlanmıştır.

Yönetim sahipleri adil bir yönetimin gereği olan, mülkü altında yaşayan insanlar arasında , dil ,din ,ırk gibi farklılıkları dikkate alarak dengeyi gözeten bir yönetim sergilemedikleri müddetçe , mülkü altında yaşayan insanların etnik farklılıklarını dikkate almayarak onları asimile etmek isteyen  yönetimler , İsra s. 58. ayeti gereğince yıkıma uğramaya mahkumdur.

Süleyman (a.s) yönetimi adil bir yönetim olmasına rağmen onun yönetimi nasıl ve neden yıkıldı?.

Zalim yönetimlerin düşmanları adalet isteyenler iken , adil yönetimlerin düşmanları zalimlerdir. Süleyman (a.s) ın bu yönetim şekli bir kısım insanları rahatsız eden bir yönetim olduğu için , bu yönetimin yıkılması için bir takım faaliyetler içine girilmiştir. Askeri yönden güçlü bir orduya sahip olan Süleyman (a.s) yönetimi , bu ordunun gücüne karşı koyamayacaklarını bilen düşmanları tarafından içten yıkılmak sureti ile yıkılmıştır (34.14).

Şimdiye kadar anlatılanları, yaşadığımız ülke toprakları üzerinde yıllardır bitmeyen bir konu ile alakasını kurmaya çalıştığımızda şunları söyleyebiliriz ;


Bilindiği gibi Osmanlı imparatorluğunun yerine kurulan bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti , sahip olduğu topraklar üzerinde "Türk" ve "Kürt" adı ile 2 büyük kavme  mensup insanları barındırmaktadır. Kurulan devletin ideologları , kuruluşun ilk yıllarından itibaren"Kürt" kavmine  mensup olan insanları ,  sanki yokmuş gibi hiçe sayarak ,"Türkçülük" ideolojisi üzerine kurulu bir sistemi hayata geçirmişlerdir. 

Kürt kavmine mensup olan insanların bu kimliklerini unutmaları için her türlü yolun denendiği , "Türkiye Türklerindir" , "Ne mutlu Türküm diyene" , "Türk ,öğün, çalış ,güven"  v.s gibi sloganlar , Türkçe ezan okunması gibi trajikomik kanunlar ile "Türkçülük" ideolojisinin yerleştirilmeye çalışıldığı tarihen sabittir. Zaman içinde dünyada gelişen milliyetçilik akımları , geri bırakılan Kürt kavmine mensup olanlara da sirayet ederek onlar arasında kıpırdanmalar başlamıştır.

Buraya kadar yapılanların geçmiş ile bağını kuracak olursak , bu yönetim tarzının tipik bir Firavun yönetimi olarak tanımlamak mümkündür.

T.C. nin ayrımcılığa dayalı  yönetim sistemi , bu topraklar üzerinde yaşayan insanları rahatsız ettiği gibi , başkalarının da Türkiye üzerindeki bir takım ayak oyunları oynayabilmeleri için hazır bir fırsatı oluşturmuştur. Aşağı yukarı 40 senedir süren ilan edilmemiş bir savaşın neticesinde , binlerce insan ölmüş ve milyarlarca dolarlık harcama ile T.C. nin büyük bir ekonomik , sosyal ve insani kayba uğraması bu yolla sağlanmış ve hala aynı yol şiddetlenerek sürmektedir. 

Kısa adı "B.O.P" olan Büyük Orta doğu Projesi" nin bir ayağı olarak okuyabileceğimiz, bu gün Türkiye topraklarında yaşanan bir nevi iç savaşa dönüşmüş olaylar , Kürt kavmine mensup insanların menfaatlerini savunmak gibi bir gerekçe şeklinde ortaya konan "Büyük İsrail" projesinin bir ayağını oluşturmaktadır. 

"Büyük İsrail Projesi" nin uygulama alanına sokulma planları , dün Süleyman (a.s) ın asasını kemiren kurtların, yani onun yönetimini içten yıkmaya çalışanların torunları tarafından bu gün Türkiye toprakları üzerinde uygulama alanına sokulmaktadır. T.C. yönetiminin , Süleyman (a.s) ın yönetimi gibi adil bir yönetime sahip olmadığını burada hatırlatarak , bu gün T.C. toprakları üzerinde oynanmak istenen oyunların alt yapısını , adil olmayan bu yönetim tarzının hazırladığını söyleyebiliriz.

Kurtlar sofrasında ki gözü açlıktan dönmüş olanların elinde çatal kaşık gibi bir aksesuar olarak Kürtler.

Yaşadığımız toprakları yenilmesi gereken bir sofra olarak gören kurtlar sürüsü , bu sofradaki yemeği yemek için ellerini bulaştırmak yerine , Kürt kavmine mensup insanların bir kısmını çatal kaşık yerine kullanmaktadırlar. "Böl-parçala-yönet" taktiği bu kurtların her zaman kullandığı bir taktik olup , iri bir lokma insanın boğazından nasıl geçmez ise , insanları birbirine bağlı olan toplulukların yenilmesi aynı şekilde zordur.

Dikkat edilirse , Kur'anın bir çok ayeti insanlar arasında birlik ve beraberliğin önemini hatırlatmaktadır (3.103). Irk taassubuna dayalı bir düşünceyi ret eden Kur'an , Allah (c.c) katında bir kimsenin üstün olması için "Takva" temelli (49.13)  bir hayat sürmesi gerektiğini beyan etmektedir. Eğer Kur'an temelli bir hayat, devlet bazında pratize edilmiş olsa idi , yaşadığımız topraklar üzerinde bu tür kavgaların meydana gelmesi mümkün olmazdı.

Devlet politikası haline gelmiş ırk taassubunun bir devleti nereye getirebileceğinin en son örneklerinden birisinin yaşandığı Türkiye topraklarında , geçmişten ibret almamanın bir neticesi olarak tarih tekerrür etmektedir. Dün Firavun ve ordusunun helak edilmesi şeklinde gerçekleşen bu yanlış politika , bu gün Türkiye üzerinde ekonomik ve sosyal her türlü zararın gerçekleşmesi şeklinde bir helak ve yıkıma sebep olmaktadır.

Dün Süleyman (a.s) ın yönetimini içten kemirilmek sureti ile meydana gelen yıkım , bu gün Türkiye nin ekonomik ve sosyal hayatı üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Yıllardır "Terörle mücadele" adına yapılan parasal mücadele , terörle mücadele yerine , "Açlık-işsizlik-cahillik" v.s gibi eksikliklerin giderilmesi için yapılmış olsaydı , Türkiye bu gün dünyada daha farklı bir konuma sahip bir ülke olabilirdi.

Mesele burada düğümlenmektedir , kendilerinden başka güçlü devlet istemeyenler diğer devletlerin gizli ve açık her türlü yoldan önlerini keserek , kendilerine olan muhtaç durumdan kurtulmasını istememekte , bu yoldan onları sömürmeye devam etmektedirler. 

Ülkelerin kaynaklarının , o ülke insanının menfaati için kullanılması , o ülkeler üzerinde kirli emelleri olan müstekbir ülkeler için en büyük tehlikeyi oluşturmaktadır. Bu tehlikenin farkında olan bu müstekbirler , o ülkenin ekonomik ve sosyal kaynaklarının , o ülkede yaşayan halkın menfaati için kullanılmaması için her türlü yolu denemektedirler . Türkiye nin yıllardır milyarlarca dolarına ve mal olan bu savaş bu tür oyunların bir uzantısıdır.

Türkiye bu sofranın en güzel yemeklerinden birini oluşturması nedeniyle , kurtların iştahını kabartan bir konuma sahiptir. Bu yemeği yiyebilmek için çeşitli oyunlar sergileyen kurtların son oyunlarından birisi "Kürt meselesi" adında ortaya konmaktadır.

Bu mesele kendiliğinden veya hiç yoktan çıkarılmış bir mesele olmayıp , Türkiye devletinin yöneticilerinin kendi elleri ile yaptıklarının bir sonucu olarak İsra s. 58. ayetindeki işleyiş kurallarının bir neticesidir. Bu mesele üzerinde ülke insanları acı bir azap veya yıkım ile karşıya gelmiş bir vaziyettedir. Bu yıkım gerçekleşecek olursa bu yıkımın altında sadece Türkler değil bu ülkede yaşayan herkes kalacak ve bu yıkımın üzerine kurulan yeni bir düzende Kürtler  galiplerin piyonu olarak kalacaklardır. 

Bu saatten sonra yapılacak olan her türlü askeri baskının herhangi bir sonuç vermeyeceği aksine sıkıntıları daha da artıracağını söylemek karamsarlık olarak görülmemelidir. Dünyadaki halk hareketlerine baktığımızda, bu hareketler böyle kalkışmaları askeri güç kullanarak bastırmak isteyen ülkelerin zararı ile sonuçlanmıştır.

Hangi siyasi parti olursa olsun , Türkiye toprakları üzerinde yaşayan çoğunluğun Türk ırkına mensup olmasını öne çıkarmayıp dengeleri gözeten bir siyasi sistem vaad ederek , önceki yapılan hatayı düzelteceğini yani Kürt kavmine mensup olanlarında bu topraklar üzerinde hakkı olduğunu iddia eden bir söylemi dile getirdiği takdirde, alacağı destek bu yanlışı düzeltebilecek bir çoğunlukta olmayacak , aksine o siyasi partiye olan nefreti artıracaktır. (Burada "H.D.P" adlı siyasi partiyi merkeze alarak bunları söylemediğimizi hatırlatmak istiyoruz)

Türkiye topraklarında ırk üstünlüğünü öne çıkaran düşünce zaman içinde öyle bir keskin hale gelmiştir ki , Türk ırkına mensup olanların büyük bir çoğunluğu , Kürt kavmine mensup olanlara karşı şiddetli bir düşmanlık besler hale gelmiştir. Bu durum ise çözümü daha da güç hale getirmektedir. Bu gün ne kadar silahlı güç kullanırsanız kullanın , Kürt kavmine mensup insanların bir çoğunun 50-60 sene önceki düşüncesine döndürmek imkanı artık ortadan kalkmıştır. 

Çare nedir ?. 

Bu sorunun cevabı çok basittir ama , hayata geçirilmesi yıllar sürecek olan bir zamana bağlıdır. Çünkü bu duruma 1-2 yıl içinde nasıl gelmedi isek , bu durumdan çıkış ta 1-2 yıl içinde olmayacaktır. 

Geçmişte Firavun yönetiminin bir politikası olan "İnsan devlet için vardır" yerine Süleyman (a.s) ın politikası olan , "Devlet insan için vardır" merkezli bir uygulama bu durumun çarelerinden bir tanesidir. Süleyman (a.s) mülkü içinde barındırdığı farklı unsurları önce ekonomik ve sosyal olarak tatmin etme cihetine gittikten sonra ,askeri gücünü "Şeytanlık" edenler üzerinde kullanan bir yönetim sergilemiştir.

Dünya yüzünde her devlet kendi bünyesinde yaşayanların tamamını memnun edemez. Hak ve adalet kurallarını herkes için eşit olarak çalıştıran bir devletin içerideki düşmanları , ne akadar adil olursa o kadar da az olacaktır. İçerideki memnuniyetsizliği en aza indiren bir devlet , bu memnuniyetsizliği kullanmak isteyen dış düşmanların ellerinden en büyük kozu almış olacaktır. Maalesef T.C. geçmişte böyle bir yönetim sergilemeyerek , iç düşmanların dış düşmanların kışkırtmaları ile harekete geçmesine zemin hazırlamıştır.

Sonuç olarak ;  "Sünnetullah" denilen yasaların , Kur'an içinde kıssa yollu anlatımlar ile bizlere sunularak ,tarihten ibret alınan bir yaşam sürülmesi istenmesine rağmen , maalesef  ibret alınmayan bir hayatın sürülmesi, tarihin tekerrür etmesine sebep olmaktadır. İsra s. 58. ayeti , bu yasanın toplumlar üzerinde geçerli olduğunu beyan eden bir ayet olarak durmasına rağmen , bu tür ayetler gereğince okunmadığı için , mesajı olup olmadığı  konusunda herhangi bir tefekkürde bulunulmamaktadır. 

Üzerinde yaşadığımız topraklarda son yıllarda yaşadığımız olaylar , İsra s. 58. ayetinin bir sonucu olup , bu ayetin gereğinin helak edilmek şeklinde işlememesi için Kur'anın tarif ettiği sistemin hayata pratize edilmesi şarttır. Aksi bir durum işleyiş yasalarının yaşadığımız topraklar üzerinde geçerli olmasını gerektirecek olup , bu durumdan  ülke içinde yaşayan insanların tamamı zarar görecektir. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

14 Aralık 2015 Pazartesi

GAYRİ METLUV VAHİY Düşüncesinin Şura s. 51. Ayeti Bağlamında Değerlendirilmesi

Gayri metluv vahiy (Tilavet olunmayan vahiy) kısaca , Muhammed (a.s) a Cibril tarafından Kur'an harici ayrı bir vahiyde bulunulduğu iddiasına dayanan bir düşüncedir. Bu iddia temelini Kur'andan almayan ,  hadisi ve sünneti Kur'ana eş değer tutma düşüncesinin alt yapısını hazırlaması bakımından ihdas edilmiş bir düşünce olup, beraberinde akidevi problemler getirerek bu düşünceyi savunanları itikadi yönden sıkıntıya sokan bir düşüncedir. 

Kur'an okumalarında eskiden beri yapılan hatalardan birisi , Kur'anın belirlediği çizgiler üzerinden gitmek yerine , belirlenmiş olan çizgilere , Kur'andan destek aramak şeklinde yapılan okumalar olmuş ve olmaya devam etmektedir. Konumuz olan düşünce, aynı hatalı yolun bir ürünü olup , "Ehli hadis" düşüncesinin, İslam dünyasına atmış olduğu büyük bir kazık olarak, halen büyük bir kesim tarafından savunulmaya devam etmektedir. 

"Erike hadisi" olarak bilinen rivayette , Muhammed (a.s) a atfen , kendisine Kur'an ile birlikte bir başka vahiyde de bulunulduğu , dolayısı ile "Kur'an bize yeter" gibi sözleri söyleyenlerin hata içinde oldukları !! , kendi ağzından çıkan sözlerin de Kur'an gibi !! olduğuna dair sözler, ona atılmış büyük bir iftira olarak dillerde dolaşmaktadır. 


Ayrıca bazı Kur'an ayetleri bu konuya destek olarak okunmaya çalışılmış, ve başta Necm suresinin ilk ayetleri, Bektaşi okuması misali yarım bir okuma ile "İşte bak onun konuştukları vahiymiş" şeklinde bir iddiaya kurban edilmeye çalışılmıştır.  

"Hani Nebi; eşlerinden birine, gizlice bir söz söylemişti. O, bunu (diğer eşe)haber verdi de Allah da bunu ona açıklayınca; bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Artık bunu kendisine söyleyince; eşi: Bunu sana kim bildirdi? demişti. Bana her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan Allah haber verdi, demişti."

Tahrim s. 3. ayetinde , Muhammed (a.s) ın gizli bir söz söylediği eşinin , bu sözünü diğer eşe bildirdiğini haber vererek , o eşin "Bunu sana kim bildirdi?" sorusuna, cevaben "Bana her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan Allah haber verdi" şeklinde cevap vermesinin anlatıldığı ayet , gayri metluv vahiy düşüncesinin delil olarak aldığı ayetlerden birisi olup , bu haberin ona Cibril ile bildirilen bir vahiy ile gerçekleştiği iddia edilmektedir.

Fakat burada "Kaş yapayım derken göz çıkarmak" misali önemli bir hataya düşülmektedir. Eğer ihdas edilmiş bir düşünceye, Kur'andan destek bulma çalışması şeklinde bir durum mevcut olmasaydı, ilgili ayet Kur'an bütünlüğünde okunarak , Muhammed (a.s) a böyle bir haberin nasıl verilmiş olabileceği kolaylıkla anlaşılabilirdi. 

İhtilaf ettiğimiz bir konuda belirleyici olması gereken tek kitap olan Kur'an , bizlere gayri metluv vahiy düşüncesine bakışımızın nasıl olması gerektiğine dair bilgiyi ,Şura s. 51. de Allah (c.c) nin kulları ile nasıl konuştuğunu beyan eden  ayet  vermektedir.

Ve mâ kâne li beşerin en yukellimehullâhu illâ vahyen ev min verâi hıcâbin ev yursile resûlen fe yûhıye bi iznihî mâ yeşâu, innehu aliyyun hakîm(hakîmun).  

[042.051] Bir beşer için Allah'ın kendisiyle konuşması olacak şey değildir. Meğer ki bir vahy ile veya perde arkasından, yahut bir elçi gönderip de izni ile dilediğini vahyetsin. Muhakkak ki O; Aliyy'dir, Hakim'dir.

Vahy kelimesi; "Remz  , ima yolu ile süratli bir şekilde işaret etmek" anlamındadır.  

Şura s. 51. ayetinin beyanına göre  Allah (c.c) insan ile 3 şekilde konuşmaktadır.

1- Vahy ile.
2- Elçi göndererek vahyetmek sureti ile.
3- Perde arkasından .

Bu 3 yolun 3. şıkkındaki konuşma şekli , Musa (a.s) ile olan konuşma şekli olup , 1. ve 2. şıktaki konuşma şekilleri asıl konumuz ile alakalıdır.

1. şıktaki konuşma şekli olan "Vahyetmek" Allah (c.c) nin bütün insanlarla olan konuşma şeklini ifade etmektedir. Allah (c.c) istisnasız olarak bütün insanlarla "İlham" olarak ta bildiğimiz bu yol ile konuşmaktadır. 

İnsanlarla olan bu konuşma şeklinin örneğini , Kasas s. 7. ayetinde Musa nın annesine vahy edilmesinde görmekteyiz. Yusuf kuyuya atıldıktan sonra ona ,"Kardeşleri tarafından yapılanı onlara haber vereceksin" şeklinde vahy edilmiş olması , 1. şekil konuşmanın örneklerindendir. Bu vahyetme şekli, beşer elçiler ile konuşma şekli olan "Melek elçi" ile vahyedilmesinden farklı bir durum olup "İlham" olarak ta ifade edebileceğimiz vahy türü ile gerçekleşmiştir.

Nahl s. 68. ayetinde Allah (c.c) nin Arıya vahyetmesinden bahsedilmektedir. Arıya olan vahiy, ona fıtri olarak verilmiş olan bal yapmasını ilham etmesi olduğu anlamına geldiğini düşünürsek , bu durumun insana vahyedilmesi ile bağını kuracak olursak , Allah (c.c) nin bütün insanlara doğuştan vermiş olduğu fıtri bilgilerin onlara vahy ederek konuşması söyleyebiliriz. Yeni doğan bir çocuğun annesini emmesi onun fıtratından gelen bir bilgi olup, bu durum Allah (c.c) nin o çocukla vahy yolu ile konuşması anlamına gelmektedir.

1. şıktaki vahyetmeyi daha kolay anlayabilmek için , Enam s. 121. ayetindeki şeytanların dostlarına vahyetmesinin nasıllığını anlamak gerekmektedir. Yaygın dilde "İlham" olarak bildiğimiz bu 1. şekil, bütün insanlara şamil bir olgu olup , kötülüğü insana yaptırmak için , insana içinden gelen bir duygu "şeytanların vahyetmesi" demek olup , iyiliği insana yaptırmak için , insana içinden gelen duygu ise "Allah (c.c) nin vahyetmesi" demektir. 

Bu tesbitimizin , bütün insanların resul olduğunu iddia etmek gibi anlamaya  gelmediğini hatırlatmak isteriz , çünkü Allah (c.c) "Resul" olarak seçtiği insanlara aracı ile vahyetmesinin sebebi , resulluğu kendilerinden menkul kişilerin ortaya çıkarak, "Ben de resulum" şeklindeki hezeyanlarının yalan olduğunun bilinmesi içindir. Bu tür vahyetme şekli Muhammed (a.s) ile son bulmuş ve kıyamete kadar hiç bir insan ile "Melek elçi" aracılığı ile konuşma yapılarak herhangi bir beşere vahyedilMEyecektir.

Allah (c.c) nin insanlar içinden seçmiş olduğu elçilerin , öne çıkan ilk vasfı "İnsan" olmaları nedeniyle ,1. şıktaki türden olan vahiy onlar içinde geçerlidir. Enam s. 112. ayetinde her nebi için görünen ve görünmeyen şeytanlardan düşmanlar olduğu ve bunların vahyettiğinden bahsedilmektedir. Elçilerin de insan olmaları nedeniyle, görünen ve görünmeyen şeytanlardan gelecek tehlikeler konusunda diğer insanlardan farkları yoktur.

Elçilik görevini yüklenen insanlarda Şura s. 51. ayetinde beyan edilen vahyetme şeklinin 1.ve 2. şıklarının ker ikisi de geçerli olup , elçilik görevini üstlenmeyen insanlarda sadece 1. şekil vahyetme türü geçerlidir. Elçiler ile elçi olmayan insanlar arasındaki vahyedilme açısından durum bu şekildedir. 

Olayı Muhammed (a.s) açısından değerlendirecek olursak , onun hem insan hem de elçi olması nedeniyle, 1. ve 2. şıktaki vahy şekli onun içinde geçerli olup , Tahrim s. 3. ayetinde verilen haber 1. şıktaki vahy yolu ile olup, kendisi ile ilgili bir durumdur.

Allah (c.c) insanlar içinden seçmiş olduğu elçilere vahyetme şeklinin, "Elçi göndererek vahy yolu ile" olduğunu beyan etmektedir , bu beyanı Hacc. 75 ve Nahl s. 2. ayetlerinde de görmekteyiz. Bu tür vahyetme şeklinde, yapılan vahyin muhteviyatı , o elçinin çağrısının ulaştığı her insan için bağlayıcı niteliktedir. Kur'an içindeki bir çok ayet te , Muhammed (a.s) a elçilik görevi dahilinde yapılmış olan vahyi eksiksiz olarak iletme görevini yükleyerek , bu konuda asla muhayyerliğe yer vermesinin mümkün olmadığı beyan edilmektedir.

[005.067] Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kafirlere yol göstermez.

Maide s. 67. ayetine baktığımızda Muhammed (a.s) a hitaben , kendisine  Rabbinden indirileni tebliğ etmesi , aksi takdirde görevini yapmamış olacağı hatırlatılmaktadır. Tahrim s. 3. ayetine baktığımızda "bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti" cümlesini yukarıdaki ayet ile bağlantısını kurarak okuduğumuz zaman, bizim için konu aydınlanmış olacaktır.

Muhammed (a.s) seçilmiş bir elçi olması nedeniyle, ona "Melek elçi" tarafından vahyedileni eksiksiz olarak muhataplarına okumak gibi zorunluluğu vardır. Şayet Tahrim s. 3. ayetinin gayri metluv vahye delil olduğu iddiasında olduğumuz takdirde , Muhammed (a.s) kendisine bildirilen vahyin bir kısmını bildirerek bir kısmından da vazgeçerek büyük bir cürüm işlemiş sayılacaktır.

Rabbinden kendisine indirileni tebliğ etmekle görevli olan bir elçi , gayri metluv vahiy taraftarlarınca iddia edildiği üzere , ona Cibril tarafından vahyedilenin nasıl olur da bir kısmını bildirir bir kısmından ise vazgeçer?.

Muhammed (a.s) a Cibril tarafından Kur'ana alınmayan vahiy anlamına da gelen "Gayri metluv vahiy" adında ayrı bir vahiyde bulunulduğu düşüncesi , bu düşünce taraftarlarının akidesini büyük ölçüde zedeleyen bir düşüncedir şöyle ki ; 

Bu düşünce, Muhammed (a.s) ın kendisine vahyedilmiş olan bazı ayetleri sakladığı , gizlediği , muhataplarına okumadığı anlamına gelir ki , bu da onun elçilik görevini eksik olarak yaptığı anlamına gelir. 

Bu düşünce , Muhammed (a.s) ın "Beşer" olması gerçeğini göz ardı ederek onu sadece bir robot konumuna sokmaktadır. İnsan olmanın gereği olan 1. şıktaki vahiy yolunu Muhammed (a.s) için tamamen kapatarak, sadece 2. yolu ona layık görmek onun insan olması gerçeğini red etmek anlamına gelir. 

Bu düşünce , Muhammed (a.s) ın söylemiş olduğu sözleri Kur'an ile eşdeğer görerek , elçiyi ilah ve rab konumuna yükseltme tehlikesini beraberinde getirir.Bilindiği gibi ona atfedilen sözler , onun söylediği iddia edilen sözler olup kesinlik derecesi kişisel tahliller sonucu elde edilmiş bulgular sonucundadır. Kişilerin insiyatifine bırakılmış sözleri Kur'an ile eşdeğer görmek ona atılmış en büyük bir iftiradır.

Bu düşünce , onun sözlerinin yer aldığı kitapları Kur'ana denk tutmak anlamına gelerek o kitapları Kur'ana ortak koşmak anlamına gelir. 

Bu düşünce sahipleri , kendileri gibi düşünmeyenleri , hadis ve sünnet inkarcısı gibi yaftalarla suçlayarak kendi düşüncelerini temize çıkarma gayesi gütmelerine rağmen , asıl sapkın düşünce sahipleri kendileri olup eğer birilerinin tekfir edilmesi gerekiyorsa, onların tekfir edilerek "KUR'AN İNKARCILARI"  olarak yaftalanması gerekir.

Bu düşünce , rivayetleri din de Kur'an gibi belirleyici kaynak kılarak , Kur'ana alternatif oluşturma gayretinin bir ürünü olup , Kur'an tarafından onay almayan bir çok rivayet , Kur'ana rağmen din esası haline gelmiş , "Sünnet vahiydir" düşüncesi ile Kur'an ayetlerini bile sünnetin nesh edebileceği inancı ortaya atılmış Allah (c.c) nin "Elçi" görevini layık gördüğü Muhammed (a.s) "Şari" (din koyucu) konumuna çıkarılmıştır. 

Bu düşünce , Muhammed (a.s) ın sözlerini yüceltirken , Allah (c.c) nin sözlerini kul seviyesine indirmekte , kulun sözlerini Allah (c.c) nin sözü düzeyine çıkararak , Allah (c.c) yi kul , kulu Allah (c.c) seviyesine çıkarmaktadır. 

Gayri metluv vahiy düşüncesinde yapılan önemli hatalardan birisi , Cibril veya başka isimlerle Kur'anda gördüğümüz vahiy meleğinin , Muhammed (a.s) ile kanka gibi bir durum içinde olduğu gibi görülmesidir. Cibril'in ona namazı ve abdesti öğrettiği gibi , her ramazan onunla mukabele okuması gibi , ona Kur'an harici bilgiler getirmesi gibi düşünceleri Kur'an ölçeğinde değerlendirdiğimiz zaman onu göz ile 2 defa gördüğünü anlarız. 

Bizler Cibril adı verilen meleği ontolojik mahiyeti olan varlık olarak görerek önemli bir hataya düşmekteyiz . Sahabeden Dihyetül Kelbi adındaki kişinin sureti ile geldiği şeklindeki rivayetlerin güvenirliliği maalesef bulunmamaktadır.

Bu gün Türkiye ye baktığımızda son zamanlarda Kur'anın gündeme gelmesi sonucunda, Kur'andan onay almayan yanlış  inançların sorgulanmaya başlanması , bir kısım geleneksel din yanlılarınca büyük bir tehlike olarak görülmeye başlanmıştır. Gayri metluv vahiy düşüncesini temel alan bir çok rivayetin belirlediği yanlış dini inançlar, bu sorgulama neticesinde sarsılmaya başladığı için , bu inancı korumak için var gücüyle çalışanlar , Kur'anın dinde belirleyici bir kitap olamayacağına dair düşüncelerini bu kitabı bizlere getiren elçi adına uydurdukları iftiralar ile ayakta tutmaya çalışmaktadırlar.

Sonuç olarak ; Neresinden tutsanız elinizde kalan bir düşünce olan gayri metluv vahiy iddiası , Allah ve elçisine atılmış en büyük bir iftira olarak halen yerini korumakta ısrar etmektedir. Muhammed (a.s) ın bir beşer olmasını göz ardı ederek robot durumuna sokan bu inanç sayesinde Kur'andan onay almayan bir çok düşünce İslama sokularak din esası haline gelmiş , red edenler kafir , fasık , zındık , hadis sünnet inkarcısı olarak suçlanmaya başlanmıştır. Eğer birileri bu yaftaya layık olacaksa , gayri metluv vahiy düşüncesini red edenler değil , aksine  kabul edenler olmalıdır.

Din de belirleyici tek kitap olması gereken Kur'an, rivayetleri onaylayıcı bir noter haline düşürülerek arka plana itilmiş ve neticede dışarıdan devşirilme düşünceler, dinin esası haline sokularak büyük bir bilgi kirliliği oluşmasına sebebiyet verilmiştir. Bu kirliliğin izalesi için bu düşüncenin yeniden Kur'anın her konuda belirleyici bir kitap olarak yeniden iman edilmesi , bu belirleyiciliğin ışığında bu düşüncenin temel aldığı esaslar yeniden sorgulanması gerekmektedir.

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


8 Ocak 2015 Perşembe

Talak s. 4. Ayeti ve Çocuklarla Evlilik Meselesi

Kur’an’ı; “okuduğumuz ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusuna değil, “okuduğumuz ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" şeklindeki soruya cevap aramak için okuduğumuzda doğru bir sonuca ulaşmanın mümkün olduğunu en baştan hatırlattıktan sonra, ilk soruyu sorarak ayeti istedikleri gibi anlamayı seçenlerin TALAK 4 ayetinden çocuklarla evlenmeye dair bir cevaz çıkardıklarını görmekteyiz.

TALAK Suresi; adından da anlaşılacağı üzere “boşanma" ile ilgili hükümleri ihtiva etmekte olup 4. ayeti de bu konu ile ilgili bir hüküm içermektedir. 4. ayetin metni ve meali şöyledir;

[065.004] Vellâî yeisne minel mahîdı min nisâikum inirtebtum fe iddetuhunne selâsetu eşhurin vellâî lem yahıdn(yahıdne), ve ulâtul ahmâli eceluhunne en yada’ne hamlehunn(hamlehunne), ve men yettekıllâhe yec’al lehu min emrihî yusrâ(yusren).

[065.004] Kadınlarınız içinden âdetten kesilmiş olanlarla, âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların bekleme süresi ise, yüklerini bırakmaları (doğum yapmaları)dır. Kim Allah'tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir.

Ayet; boşanmış bir kadının yeni bir evlilik yapabilmesi için beklemesi gereken süre ile ilgili hüküm olup, âdet görmeyen yani menopoz dönemine giren bir kadın için öngörülen bekleme müddetini üç ay olarak belirlemiştir.

"Lem yahidne” (âdet görmeyen) olarak geçen ibareye "HENÜZ" şeklinde bir ek yapılarak "HENÜZ ÂDET GÖRMEYENLER" şeklinde bir anlam verildiğini bazı meallerde görmekteyiz. Bu şekil bir anlamın, daha âdet görmeye başlamamış olan bir çocuk ile evlenilebileceğine dair cevaz çıkarımlarına şahit olmaktayız. Bu cevazın kötü niyetli kimseler elinde bir silaha dönüşerek, daha 8-10 yaşlarındaki kız çocuklarının yaşı 50-60 olan insanlarla evlendirildiğine günümüzde dahi şahit olmaktayız. Acı olan taraf ise; bu insanların ahlaksızlıklarını dini bir temele dayandırmış olmalarıdır.

Peki Kur’an çocuk yaştaki kız çocuklarının evlenmesine izin vermiş midir?

[004.006] Yetimleri, nikâha erişecekleri (beleğunnikahe) çağa kadar deneyin; şayet kendilerinde bir (rüşd) olgunlaşma gördünüz mü, hemen onlara mallarını verin. Büyüyecekler diye israf ile çarçabuk yemeyin. Zengin olan iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan da artık maruf (ihtiyaca ve örfe uygun) bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, onlara karşı şahid bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.

NİSA 6 ayetinden anlaşılacağı üzere; kişilerin evlenme çağı “buluğ" dediğimiz biz zamana erdikleri zamandır. Buluğa ermek demek; erkeklerde ihtilam, kızlarda hayız görme zamanlarının başlamasıdır. Tabiki bu durum hemen onların bu çağda evlendirilmeleri anlamına gelmez. Ayetin devamında nikah çağına ermelerinin yanısıra “rüşd" yani olgunluk zamanından bahsetmektedir. Ayetin bağlamı her ne kadar yetim malları ile ilgili olsa da, bir kişinin hayatı ile ilgili bir karar vermesi onun "RÜŞD" çağına gelmesi yani bağımsız karar verebilmesi, yanlışı doğrudan ayırt edebilmesidir. 

Ayeti işine geldiği noktadan okuma meraklılarının, TALAK 4 ayetindeki “hayız görmeyen"ler ile ilgili anlam alanının hemen “henüz" ilavesi de yapılarak çocuklara hamledilmesi affedilmez bir hatadır. Bu çocuk evliliği meraklıları acaba bu ayetin, nikah çağına gelmiş yani hayız görmesi gerektiği halde hayız göremeyen kızlar ile ilgili olabileceğinin neden hiç düşünmezler.

Tıp dilinde “amenore" adı verilen durum; hayız görme yaşına gelip de hayız göremeyenler için kullanılmakta olup, bu durum istisna olsa da bazı kadınların başına gelebilir. Ayetin bu durumdaki kadınlar için bir hüküm ortaya koymuş olmasının akla gelmemesi ancak aklı uçkurunda olanların yapacakları iştir. “Henüz” demek; "hayız görmeye aday olan çocuk" değil, "hayız görme çağına erişmiş fakat görmeyen" anlamındadır.

Tefsir usulünde; bir ayetin farklı yorumları olabileceği göz ardı edilmeden farklı yorumlar ortaya konulur. Bu usulü TALAK 4 ayetindeki “hayız görmeyenler" ibaresi için şöyle kullanabiliriz; hayız görmemek demek ya çocuk olmak ya hayızdan kesilmek ya da hayız GÖREMEMEK anlamında olabilir. Bu olasılıklardan birisi ayet içinde beyan edilmiş ve geriye çocuk veya hayız görememek şıklarından birisini tercih etmek kalmıştır. Bu şıklardan hangisinin doğru olduğunu nasıl belirleriz? Kur’an’da bu konu ile ilgili olabilecek ayetler aranır ve bu ayetlerde çocukların evlenebileceğine dair bir ayet bulunamaz ise -ki yoktur- o zaman yukarda örneğini verdiğimiz NİSA 6 ayeti gibi konu ile alaka kurabileceğimiz ayetlerin yardımına başvurulur.

Rivayetlere başvurularak ve Aişe validemizin çocuk yaşta iken evlendirildiğinden yola çıkarak çocuk evliliğini, zan içeren rivayetlerden veya kişisel yorumları kutsama hastalığının bir ifadesi olan “falan zat şöyle demiş" veya “falan mezhebin görüşü budur" diyerek Kur’an’ın göz ardı edilmesi doğru bir okuma metodu değildir.

Gelelim TALAK 4 ayetindeki durumun, tarihsel bir arka planı ve Arap örfü ile ilgili olduğu, Araplarda çocuk evliliğinin örfî bir durum olduğu ve Kur’an’ın bunu kabul ederek böyle bir hüküm vaaz ettiği düşüncesine. Öncelikle iddet beklemekteki kastın; kadının hamile olup olmadığının anlaşılması maksadına binaen olduğunun altını çizelim. Sonra çocuk yaşta biri ve henüz hayız görmeyen bir kız çocuğu ile cinsel ilişki kurmanın nasıl bir örfî durum olabileceğine ve bunu Kur’an’ın nasıl kabul edebileceğine bakalım. 

Bu tür düşüncelerin arka planında, geçmiş tefsirleri kutsama hastalığı ve tarihsel arka plan düşüncesinin öne çıkarılmasının yattığını biliyoruz. Bir ayetin tarihsel arka planı tabi ki önemlidir ve bilinmesi gereklidir ancak eski tefsirlerde "hayız görmeyenler" ibaresi için yazılanları kutsama adına “o Arapların örfüdür ve Kur’an bunu kabul etmiştir" diyerek gayriahlaki bir duruma kapı aralamanın alemi yoktur. Eski tefsirlerde yapılan yorumları, sanki Vahy’in onayından geçmiş yorumlar gibi görmenin hiç gereği yoktur. Onlar da hata yapabilirler.

Bu konu ile ilgili olarak sayın Nurettin Yıldız Hoca’nın “küçük çocukların evlenebileceklerine dair hüküm; TALAK 4 ayetidir" şeklindeki beyanının talihsiz ve rivayetleri Kur’an’a onaylatma ameliyesinin bir sonucu olarak gördüğümüzü belirtelim.

Sayın Hoca’ya soruyoruz; sizin henüz hayız görmemiş bir kızınız olsa ve size gelip “baba ben evlenmek istiyorum" demiş olsa, bunu kabul edip evlendirir misiniz? Veya birisi gelip sizin hayız görmemiş kızınızı “Allah’ın emri, Peygamber’in kavli ile oğlumuza istiyoruz” dese, acaba tepkiniz ne olurdu? Veya kendisi böyle bir evlilik yapabilir miydi?

Evlilik müessesi çocuk oyuncağı değildir ki hayız görmeyen bir kız çocuğunu bırakın yaşı büyük olan biriyle evlendirmeyi, daha ihtilam olmaya başlamamış biri ile evlendirmeye kalksanız; yapacakları iş ancak "EVCİLİK OYNAMALARI" olacaktır. Aralarındaki geçimsizlik nedeni, birbirlerinin oyuncaklarını paylaşamama gibi sebebler olacak ve karı-koca arasındaki anlaşmazlık hükümleri gereğince kız tarafından bir hakem ve erkek tarafından bir hakem seçilerek, aralarındaki oyuncak kavgası tatlıya bağlanmaya çalışılacaktır.

Kimsenin ne oğlunu ne de kızını böyle gülünç bir duruma düşürmek istemeyeceğinden eminiz ama sadece "ayet diyor" diye ayeti “bu ayetin başka bir anlamı olabilir mi?" diye hiç düşünmeden “işte bak, Kur’an çocukların evlenmesine izin veriyor” demek; uçkur düşkünlerinin yapışacakları bir ayet olacaktır.

[033.049]  Ey iman edenler; mü'min kadınları nikahlayıp sonra onlarla (cinsel) temasta bulunmadan önce boşadığınızda, artık onlar için iddet saymanıza lüzum yoktur. Kendilerini geçindirin ve güzellikle serbest bırakın.

Ahzab s. 49. ayetindeki boşanma ile ilgili hükme baktığımız zaman, evlendikten sonra cinsel temasta bulunmadan boşanan bir kadın için iddet saymaya gerek olmadığı beyan edilmektedir. Bu beyanın, iddet beklemenin hikmetini, kadının hamile olup olmadığının anlaşılması yönünden anlamak, bize Talak s. 4. ayetinde "Hayız görmeyenler" olarak bildirilenlerin, çocuklar olamayacağını göstermektedir.

Çocuklar ile evlenerek cinsel ilişki kurulduktan sonra onların boşanması ve hamile olup olmadıklarının anlaşılması için onların 3 ay beklemeleri gerektiğini Talak s. 4. ayetinden çıkarmak, öncelikle çocuk yaşta birisi ile cinsel ilişki kurulabileceğini iddia etmek anlamına gelir ki, insan fıtratı böyle bir şeyi asla kabul etmez.

Sonuç olarak; TALAK 4 ayetinde boşanmış kadınların iddet beklemeleri ile ilgili hükümlerden birinin muhatabı olan “hayız görmeyen"  çocuklar değil, hayız görme çağına gelmiş ama hayız göremeyen kadınlardır. Kişilerin evlilik çağı, onların buluğa ve rüşde ermeleri olarak beyan edilen NİSA 6 ayeti göz ardı edilerek “aha bak çocukların evleneceğine dair ayet” denilerek uçkur düşkünlerine kapı açılmaktadır. Çocukların evleneceğine dair bu ayetin hüküm beyan ettiğini ileri süren hoca efendiler, acaba kendi çocuklarını bu şekilde evlendirerek veya kendileri çocuk yaşta biri ile evlenerek buna örnek olurlar mı? Rabbimiz bizleri ayetleri hevalarına göre anlamaya çalışanlardan muhafaza buyursun.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Al-i İmran7. Ayeti Işığında Arş Kavramı,Sekiz Meleğin Arşı Taşıması

3 -7- Sana Kitab’ı indiren O'dur. Ondan, Kitab’ın anası (temeli) olan bir kısım ayetler muhkem'dir; diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun tevilini Allah'tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise: "Biz ona inandık, tümü Rabbimiz'in Katındandır" derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez. 

Allah cc bu ayetinde kur'an ayetlerinin muhkem ve müteşabih olarak iki kısım olduğunu bizlere bildirmektedir. "Muhkem" kelimesinde  pek fazla bir anlama sorunu olmamasına rağmen "müteşabih" kelimesinde bir çok ihtilaf meydana gelmiştir. Genel geçer bir anlayış olarak  "müteşabih ayetler bilinemez" şeklindeki bir anlayış kur'ana uyan bir anlayış değildir. Kamer suresinde 4 ayette ve kur'anın diğer ayetlerinde "düşünüp öğüt alınması için kolaylaştrılmış bir kitap" olarak vasıflanan bir kitabın içinde anlaşılmaz ayetler gurubunun  olduğunu iddia etmek bu ayetlere muvafık değildir. 


Kur'an ayetlerine baktığımız zaman bize iki alan hakkında bilgiler verdiğini görürüz.1. gözlerimizle şahit olduğumuz alan  2. gaybi alan , gözlerimizle şahit olduğumuz alan ile ilgili ayetler "muhkem ayetler" kategorisinde değerlendirilmektedir .Ancak gözlerimizle şahit olmadığımız  ve " gaybi alan " dediğimiz Allah, cennet ,cehennem,cin, melek, şeytan, gibi kavramlarda kur'anda bizlere  anlatılmaktadır. Müteşabih kelimesinin " benzeştirmek" olan  anlam karşılığındanda anlaşılacağı üzere Allah cc" gaybi alan " kategorisine dahil olan kısmı  bizlere muhkem ayetlere benzeştirerek anlatmaktadır.  İnsanların anlama kapasitesi gözleri ile gördüğü ve aklı ile algılayabildiği  ile sınırlı olması hasebiyle Allah cc bizlere bu gayb alanınıda bizim anlama kabiliyetimize uygun olarak bizlere bildirmektedir. Kısaca özetlemek gerekirse müteşabih ayetlerin özelliği "ŞAHİD OLMADIĞIMIZ GAYB ALEMİNİN, GÖZÜMÜZÜN VE AKLIMIZIN SINIRLARI DAHİLİNDE BİZLERE ANLATILMASI" dır. Ve bu anlatım uslubu içinde kur'andaki arş , istiva,yed, vech, vs gibi kavramlar bizlere anlatılmaktadır. Biz bu yazımızda "arş " kavramının kur'anda ne şekilde anlatıldığını anlamaya çalışacağız. 


"arş" kavramının önce muhkem olarak kullanıldığı ayetleri görelim.                                                                                                                                                                                                       27-23- "Gerçekten ben, onlara hükmetmekte olan bir kadın buldum ki, ona herşeyden (bolca) verilmiştir ve büyük bir arşa var.                                                                                                                                                 
12-100- Babasını ve annesini arşa  çıkarıp oturttu; onun için secdeye kapandılar. Dedi ki: "Ey Babam, bu, daha önceki rüyamın yorumudur. Doğrusu Rabbim onu gerçek kıldı. Bana iyilik etti, çünkü beni zindandan çıkardı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını açtıktan sonra, (O,) çölden sizi getirdi. Şüphesiz benim Rabbim, dilediğini pek ince düzenleyip tedbir edendi. Gerçekten bilen, hüküm ve hikmet sahibi O'dur.   

  Her  iki ayette geçen "arş" kelimelerinin anlamı "taht "tır. Bu kelimenin ifade       ettiği anlam ise güç ,kudret ,azamet  göstergesidir. Sebe melikesinin ve yusufun hükümranlığının ifadesi üzerinde oturduğu "taht veya arş" ile anlatılmaktadır. Kur'anda bir çok ayette " Rahman arş üstüne istiva etti " mealinde ayet bulunmaktadır. 7.54-  10.3 - 13.2 - 20.5- 25.59- 32.4  gibi . birde Allahın "büyük arşın rabbi" olduğu mealinde ayetler bulunmaktadır . 9.29-17.42- 21.22- 23.86-23.116-27.26- 40.15- 43.82- 81.20-85.15 .   "istiva" kelimesinin lügat anlamına baktığımızda "oturmak" şeklinde bir anlam çıkmaktadır.    "errahmanu alel arşı isteva " ayetinin meal karşılığıda "rahman arş üzerine oturdu" şeklindedir.     Şura s. 11 de  " o nun benzeri gibi olan hiçbir şey yoktur " mealindeki ayete göre Allahı yarattıklarının hiç bir şekilde benzeri olmadığına göre bu ayetleri ne şekilde anlamak gerekir sorusu gündeme gelmektedir. Haşa Allah cc yi insanların tahta  oturması şeklinde bir oturma  anlayışının  sapık bir anlayış olduğuna göre   yine  bir kralın tahta oturmasının  onunmecazi olarak  güç kudret ve iktidar sahibi olmasını ifade ettiğini unutmayalım.  


  Müteşabih kavramına yüklediğimiz anlam çerçevesi içinde bu ayetlere baktığımız zaman ayetler bize açılmaktadır." Müteşabih "kavramını  " ŞAHİD OLMADIĞIMIZ GAYB ALEMİNİN, GÖZÜMÜZÜN VE AKLIMIZIN SINIRLARI DAHİLİNDE BİZLERE ANLATILMASI "  şeklindeki tariften yola çıkarak arş ve istiva kavramlarınının anlaşılabileceğini düşünüyoruz.( Tabiki burada parantez içi bir hatırlatmamızda  olacaktır kökleri tarihte kalmış "mücessime" akımının düştüğü yanlış bu ayetleri lafzi bir biçimde yorumlayarak Allahı insan biçimci bir şekle sokması ve sapkınlığa düşmesidir) Şahid olduğumuz alan verileri ile düşündüğümüz zaman bir hükümdarın hükümranlığının sembolu onun üzerinde oturduğu tahtıdır. Bir hükümdarın oturduğu tahtın büyüklüğü, hakimiyeti ile orantılıdır. Allah cc  arşının büyüklüğünü  bizlere  teşbih ile anlatarak azameti , kudreti ve hakimiyeti karşısında ancak ona secde edilebileceğini bizlere göstermektedir. 

Burada yeri gelmişken Allahın arşının büyüklüğünü ifade etmesi bakımından bakara 255.ayeti olan " ayetel kürsi" olarak bilinen ayeti hatırlamakta fayda var. " onun kürsisi gökleri ve yeri kuşatmıştır"  ayetindeki  "kürsi" kelimesinin anlamınıda hatırlamak gerekirse "kürsi ,arşın altında bulunan    Allah cc nin yarattığı bir şey olarak tarif edilmiştir" anadoluda bilidiğimiz gibi yüksek  bir yere çıkmak için kullanılan veya kahvelerde oturulan küçük sandalyelerede kürsi denir.  "kürsi" kavramı muhkem anlam olarak sad s. 34. ayettede geçmektedir ancak buradaki " kürsi" kelimesi meallerde  hatalı olarak "taht " şeklinde çevrilmiştir . 

Kürsi kelimesinin anlam karşlığı "yüksek bir yere çıkmak için  ku llanılan   bir araç " manasında anladığımız zaman Allah cc nin arşının büyüklüğünün anlatılışı dahada azamet kazanmaktadır bakara 255. deki " kürsi" kelimeside müteşabih olarak anlamak gerekmektedir.Arşına çıkmak için kullandığı kürsinin genişliği gökleri ve yeri kaplayan ALLAH CC nin arşının büyüklüğünü kürsisinin kapladığı alan doğrultusunda anlamaya çalıştığımız zaman " arşının" ,dolayısıyla hakimiyetinin büyüklüğü karşısında  onun  hakimiyetini inkar eden kullarının acziyeti ve zavallığını   sözler anlatmaya yetmez.

"Arş" kavramının müteşabih (benzeştirmeli)   bir anlatım tarzı ile Allah cc nin kullarına kendi azametini anlatması  olarak anladığımız  zaman zihni kapasitemizin en son sınırlarını zorlayarak Allahın hükümdarlığını  anlamaya gayret etsek bile bu onun büyüklüğünü anlamaya yeterli olmayacaktır .Böylesine ululuk .azamet. ve hükümranlık sahibi olan Allah cc karşısında biz kullarına düşen ise ona  ortaklar koşmadan secde etmektir.  


"Arş " kavramının geçtiği  hakka s. 17. ayetinde  müteşabih bir kullanımın güzel bir örneği verilmiştir.  bu konuyu anlamak için hakka suresi 13. ve 37. ayetlerini okumamız gerekmektedir . ayet mealleri şöylediir. 

13- Artık sur'a tek bir üfürülüşle üfürüleceği.
14- Yeryüzü ve dağlar yerlerinden oynatılıp kaldırılacağı, ardından tek bir çarpma ile birbirlerine çarpılıp parça parça olacağı zaman.
15- İşte o gün, vakıa (bir gerçek olan kıyamet) artık vukubulmuş (gerçekleşmiş)tur.
16- Gök yarılıp-çatlamıştır; artık o gün, 'sarkmış-za'fa uğramıştır.'
17- Melek(ler) ise, onun çevresi üzerindedir. O gün, Rabbinin arşını onların da üstünde sekiz (melek) taşır.
18- Siz o gün arzolunursunuz; sizden yana hiçbir gizli (şey), gizli kalmaz.
19- Artık kitabı sağ-eline verilen kişi, der ki: "Alın, kitabımı okuyun."
20- "Çünkü ben, gerçekten hesabıma kavuşacağımı sanmış (anlamış)tım."
21- Artık o, hoşnut bir yaşama içindedir.
22- Yüksek bir cennette.
23- Devşirilecek (meyve ve eşsiz ürün)leri pek yakındır.
24- "Geride kalan günlerde, 'peşin olarak sunduklarınıza karşılık olmak üzere,' afiyetle yiyin ve için."
25- Kitabı sol eline verilen ise; o da, der ki: "Bana keşke kitabım verilmeseydi."
26- "Hesabımı hiç bilmeseydim."
27- "Keşke o (ölüm herşeyi) kesip bitirseydi.
28- "Malım bana hiçbir yarar sağlayamadı."
29- "Güç ve kudretim yok olup gitti."
30- (Allah buyruk verir:) "Onu tutuklayın, hemen bağlayın."
31- "Sonra çılgın alevlerin içine atın."
32- "Daha sonra onu, uzunluğu yetmiş arşın olan bir zincire vurup gönderin."
33- "Çünkü, o, büyük olan Allah'a iman etmiyordu."
34- "Yoksula yemek vermeye destekçi olmazdı."
35- "Bundan dolayı bugün, kendisine hiçbir sıcak dost yoktur."
36- "İrin ve kan karışımından başka bir yemek yoktur."
37- "Bunu da, hata edenlerden başkası yemez."

Ayetlerden anlaşıldığı üzere kıyamet sonrası olacaklar bizlere bir mahkeme salonu görüntüsü içinde teşbihi bir şekilde anlatılmaktadır.   13.14.15.16. ayetlerde kıyametin kopuşu anlatılmaktadır. 17. ayette meleklerin semanın etrafını çevirmelerini davalıların mahkemeden hesabı görülmeden çıkmamasını sağlamak  yani kaçmanın mümkün olmadığı , davalılar hazır bulundurulduktan sonra ve yine teşbihi bir biçimde mahkeme başkanının azametli bir biçimde  salona girişi resmedilmektedir.    

Zengin ve soylu kişilerin çölde 4 kişinin taşıdığı "tahtırevan" denilen  araçlarla yol aldıklarını  bazı arap filmlerinde gözümüze çarpmıştır. Zenginlik ve ihtişamın göstergesi olan bu araçlarla taşınmanın teşbihi bir şekilde 8 ayrı melek tarafından taşınmasının bize anlatmak istediği, Hakimlerin hakimi olan Allah cc nin azameti ve büyüklüğünü  müteşabih bir anlatım  tarzıyla anlatılmasıdır. Etrafı kimsenin dışarı çıkamamasını sağlamak amacıyla melekler tarafından çevrilmiş bir salona benzetilen yer , yine azamet ve büyüklüğün bir göstergesi sayılan tahtırevanın dahada azametli olduğunun göstergesi 8 melek tarafından   "arşının 8 melek tarafından taşınması" ayeti ile anlatılması herkes hazır olduktan sonra mahkemeye hakimin girişi resmedilmektedir. 

18 ayette  mahkeme başlamıştır  , 19.24 ayetler arasında    suçsuz görülüp kitabı sağından verilen kişi ebedi kalacağı cennete gönderilir.   25. 37 ayetler arasında kitabı solundan verilerek ebede cehenneme gönderilen kişinin bu karara bir itirazı olmadığını görmekteyiz. Çünkü hakimlerin en adili olan Allah cc tarafından muhakeme edilmiştir. ve devamında gerekçeli kararıda açıklanmaktadır. Buna benzer bir mahkeme salonu teşbihi zümer suresi 68 ile 75 ayetlerdede görmekteyiz. 


Sonuç olarak ali imran s. 7 ayeti ışığında muhkem ve müteşabih olarak iki kısım olan kuran ayetleri muhkem ayetler ışığında anlaşılmaya çalışıldığı takdirde kolay  bir şeklide anlaşılmaktadır . Müteşabih ayetlerin anlaşılmaz ayetler gurubu değil aksine muhkemlerle benzeştirilerek anlatılan  ayetler  olduğu düşüncesi ışığında anlaşılan ayetleri  antropomorfik ( insan biçimci) bir anlayışa kaçmadan anladığımız takdirde    kolaylaştırılmış bir kitap olan kur'ana uygun bir biçimde anlamış oluruz . 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.