olan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
olan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ocak 2016 Perşembe

ŞİRK : Toplumların Yıkılışına Sebep Olan Bir Cürüm

Kur'an kıssa yollu anlatımlar ile kendilerine elçi gönderilen bazı kavimlerin helak edildiğini beyan etmektedir , adı geçen bu kavimlerin helak edilmesine sebep olan ortak özelliklerinin Allah (c.c) ye ortak koşmak yani "Şirk" olduğu, kıssalarını okuduğumuz kavimler ile ilgili anlatımlarda görülmektedir. Kavimlerin helak edilmesi hakkında yapılan tartışmalara baktığımızda , bu helak edilmenin devam edip etmeyeceği konusunun gündeme geldiğini ve yapılan tartışmalarda, devam edeceği veya etmeyeceği yönünde iki görüş serdedildiğini, tartışmaların bu boyutta sürdürüldüğünü görmekteyiz.

[035.042-43] Var güçleriyle Allah'a yemin ettiler ki; kendilerine bir uyarıcı gelecek olursa; muhakkak ki, ümmetlerin herhangi birinden daha doğru yolda olacaklardır. Fakat kendilerine bir uyarıcı gelince; onların sadece nefretlerini artırdı.Yeryüzünde büyüklenerek ve kötü düzen kurarak. Halbuki kötü düzen ancak ehline zarar verir. Öncekilerin sünnetlerini görmezler mi? Sen, Allah'ın sünnetinde bir değişiklik bulamazsın. Sen, Allah'ın sünnetinde bir başkalaşma da bulamazsın.

Kur'anın, "Sünnetullah" olarak beyan ettiği yasalarda bir değişme olmayacağını haber vermesini dikkate aldığımızda , bu kavimlerin helak edilmesinin bu yasanın işlemesi sonucu olduğuna göre , helakın evrensel bir yasa olduğu yani devam edecek bir şüreç olduğu ortaya çıkmaktadır. 

Kavimlerin helakı konusunda yapılması gereken tartışmaların , bu helakın devam edip etmeyeceğinden çok , bu kavimleri helaka götüren fiillerin dikkate alınması , ve o fiillerin toplum bazında işlenip işlenmediği konusunda yapılarak, farkındalık yaratılması etrafında yapılması gerektiğini düşünmekteyiz. 

Bu farkındalığın yaratılabilmesi için önce bu kavimlerin yıkılışlarına zemin hazırlayan "Şirk"  kavramının insan hayatında nasıl gerçekleştiği,  Allah (c.c) tek ilah olarak kabul edilmesinin ne anlama gelmesi gerektiğinin kavranılması gerekmektedir. Müslümanlar olarak bu kavramın bizlerin hayatında artık yeri olmadığı , "Müşrik" adı verilmesi gereken toplulukların bizim dışımızdakiler olması gerektiği gibi bir atalet içinde olmamız , bizleri helak yasasının üzerimizde işleyebileceği korkusunu duyarak yaşamamıza engel olmaktadır. 

Helak edilen kavimlerde ortaya çıkan "Şirk" olgusunun , o kavimlerin sadece taştan tahtadan yapılma putlara tapması sonucunda olduğu kanısı , bu kavramın anlam alanının daraltılmasına sebep olacak ve evrensel bir kavram olduğunu örtecektir. O kavimler mutlaka taştan tahtadan putlara tapıyorlardı , ancak onların bu putlara tapmaları , yaşam sistemlerini Allah (c.c) den almak istememelerini ve almadıklarını ilan etmelerinin bir yansıması idi.

Olayı ülkemizde olan bir durum ile örneklendirirsek, söylemek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır. Ülkemizin şehir , ilçe ve köylerinde mevcut bulunan Atatürk heykellerinin önünde veya onun önünde yapılan yapılan saygı duruşlarının kişiyi şirke düşürdüğü söylendiği zaman alınan cevap, "Biz ona tapmıyoruz ki" olacaktır. Verilen bu cevap, "Tapmak" kelimesinin hayat içinde nasıl pratiğe geçtiğinden habersiz olanların verdiği bir cevaptır. 

Çünkü o heykelin önünde veya mezarda yapılan saygı duruşu, oradaki kişinin vaz ettiği değerlere sahip çıkmanın ritüele dökülmüş bir göstergesidir. Kişi zımnen, "Senin değerlerine sadığım bunu sana bu şekilde gösteriyorum" mesajını vererek , "Tapmak" kelimesinin anlamına uygun bir hareket sergilemektedir.

Genel geçer inancımızda, kelime i tevhidin dil ile ne kadar çok tekrarlanırsa o kadar fazla sevap alınacağı gibi bir düşünce yerleşik olduğu için , bu kelimenin dilimizden düşmemesi öne çıkarılmış , asıl önemli olan bu kelimenin gereğinin hayat içinde gösterilme şartının aranmamış olması , bizleri büyük bir aldanışa götürmektedir. 

Allah (c.c) kendisini bizlere "Rab" ve "İlah" olarak tanıtarak , bu sıfatların gerektirdiği yetkilerin kendisinden başkalarına verilmesini "Şirk" olarak tanımlamaktadır. Bizler bu sıfatları dil ile Allah (c.c) ye has kılarken , hayat içinde başkalarına has kılarak büyük bir çelişki içine düştüğümüzün farkında bile olmadan, iyi bir Müslüman olduğumuz zannederek yaşamaktayız.

Allah (c.c) bizlere, sadece kendisini Rab ve İlah olarak tanıyan bir hayat sürmemizi emretmekle neyi hedeflemektedir ?. 

Allah (c.c) yarattığı bütün insanları "Abd" statüsüne tabi tutarak , kendisinin Rab lığını kabul eden bir hayat sürmesi gerektiğini beyan etmektedir. Onun bizim için belirlediği kuralların tamamı kompleks bir şekilde hayata geçirildiği zaman , dünya üzerinde yaşayan bütün canlılar huzur içinde yaşayacaklar ve bu canlılardan olan insan cinsi , hesap gününden sonraki hayatında da ebedi bir huzur içinde yaşayacaktır.

Bizi yaratan ve bizim için neyin iyi , neyin kötü olduğunu bizden daha iyi bilen birisi olarak , üzerimizde tasarruf etme yetkisinin kendisine has kılan Rabbimiz , bizim ona itaatımız karşılığında ,bunu dünya ve ahirette karşılıksız bırakmayacağını vaad etmektedir. 

Allah (c.c) yi Rab ve İlah olarak tanıyan bir hayat sürülmesinin dünya hayatındaki karşılığı nedir ?.

Allah (c.c), dünya hayatında yaşayan insanların birbirlerine haksızlık ve zulüm etmeden , karşılıklı haklara riayet eden adalet ve tevhid temelli bir hayat sürmelerini emretmektedir. İnsanların bir arada yaşama ihtiyacının doğurduğu, bir takım kurallara bağlı olma gereğine binaen , bu kuralların ana hatlarını yegane "Rab" ve "İlah" olmasının bir sonucu olarak, Allah (c.c) belirlemektedir . Toplumlar bu kurallara bağlı bir hayat sürdüğü müddetçe , huzur , refah , barış , adalet, mutluluk, bereket v.s gibi  kavramların ifade ettiği anlamlar , o toplumların üzerinden eksik olmayacaktır.

Örneğin ; Bir toplumda farklı gelir guruplarına mensup olanların varlığı kaçınılmaz bir olgudur. Allah (c.c) bu farklılığın daha açılmasını değil , en aza indirilmesini öneren düzenlemeler yaparak insanları sadaka , infak , zekat gibi kavramları dikkate alan hayat sürdürerek , onları cimrileşmemeye teşvik ederek , bu vermelerinin karşılığını kat be kat geri ödeyeceğini beyan etmektedir. İnsanların sosyal farklılıklarının birbirlerine düşman olmasına engel olan bu tür emirlerin hayata geçirilmesi sonucunda , toplum içinde huzur ortamı yeşerecektir. 

Yaşadığımız dünyaya baktığımızda , dünya gelirinin % 40 lık bölümüne dünya nüfusunun % 1 lik kesiminin sahip olduğunu , dünya nüfusunun % 50 lik kesiminin dünya gelirinin % 1 lik payına sahip olduğunu gördüğümüzde, işin ne kadar vahim bir boyuta geldiği görülecektir. 

Açlıktan ölmek durumuna gelen birisinin haram helal demeden yemek için saldıracağını bilen Rabbimizin , içki , domuz eti gibi haram  ettiği şeylerin açlık durumunda kalındığında yenilebileceğine dair olan ruhsatı, insanın açlık konusunda ne kadar  dirençsiz olduğunun bir kanıtı olarak görülebilir. Gelir adaletsizliğin aç bıraktığı insanlar gün gelip tok olanların elinden ekmeklerini almaya çalıştıkları an o zenginler için helak anı gelmiş olacaktır.

Kur'anda bir çok yerde geçen ,"Sizi rızıklandırdığımız şeylerden" cümlesi ,kişilerin ellerinde olan mal , mülk , evlat gibi geçici malların, aslında kendilerinin değil,  emanet olduğunu beyan ederek, bu noktada önemli bir hatırlatmada bulunmaktadır. Dünya hayatında yaşayan insanların hiç birinin elinde olan mülkün gerçek olarak kendilerinin değil , geçici bir süre için metalandırılmak üzere onlara verildiği ve bunlar üzerinde imtihan edilerek , ebedi yurdun hazırlanmasında bu servetin bir araç olduğu hatırlatılarak, hiç kimsenin bunların gerçek sahipliğine soyunmaması istenilmektedir. 

Eğer insanlar , bu kuralları kendilerinin belirleyeceklerini iddia ederek , Allah (c.c) yi hayattan çıkarmaya kalktıklarında artık çöküş başlamış sayılacaktır. "Rab" ve "İlah" olmanın sınırlarına giren kural belirlemeyi kendisinin uhdesinde gören insan , kendisinin olmayan şeyleri, başta iktidar olma hakkı olmak üzere sahiplenmeye başlayarak , Allah'tan rol çalmaya kalkarak onun hakkını gasp eden bir konuma geldiğinde , helak sürecinin hızlanmasına sebep olacaktır. 

Ahireti ret eden bir düşünce ve yaşam içinde bulunmuş olmaları , helak edilen kavimlerin ortak özelliklerinden birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Ahiret inancı olan bir insan dünya hayatında , bir kimseye en küçük bir haksızlık dahi yapmaktan imtina eden bir duruma gelmesi gerekmektedir. Allah (c.c) nin ahiret vaadinde, kötülük işleyenlere bu kötülüklerinin karşılıklarının acı bir biçimde ödetileceğine dair beyanlar mevcut olup, bu beyanlar iman eden birisinin elini kolunu bağlamaktadır.

Ahiret inancından soyutlanmış bir hayat içinde olanlar için artık kırmızı çizgiler kalkmış ,hiç bir kural tanımadan sadece dünya hayatlarını mamur etmek için zayıfı ezen , sadece kendisini düşünen bir insanın dünyaya yapacağı katkı fesat çıkarmaktan başka bir şey olmayacaktır. Böyle insanların yönettiği ve bu insanları destekleyenlerin çoğunlukta olduğu toplumlar için artık dibe doğru çöküş başlamış demektir. 

Elçi kıssalarında anlatılan şirk olgusunun pratik hayata nasıl yansıdığının anlatılması , bu kavimlerin helak edilmesine sebep olan amillerin hangi zaman ve mekan içinde yaşayan insanlar tarafında tekrar edildiğinde, aynı helakın gerçekleşeceğini haber vermesi açısından okunması gerektiğini düşünüyoruz. 

Salih (a.s) ın kavminin deveyi kesmesi sonucu helak olmasını , insan dışındaki bitki hayvan gibi varlıkların, arz üzerinde en az bizim kadar yaşama hakkı olduğu , bu hak onlara tanınmayarak yok edilmeye çalışıldığı müddetçe , bu yok etme ameliyesi aslında insanın bindiği dalı kesmesi gibi bir eylem olarak insan neslinin yok olmasını da beraberinde getirmesi olarak okumak, bu kıssayı evrensel mesajlar haline dönüştürecektir.

Çünkü insan , kendisini doyuracak olan kendi dışında olan varlıklara muhtaç bir biçimde hayatiyetini sürdürebilir. Bizim menfaatimiz için yaratılmış olan bitki ve hayvan neslini ,su kaynaklarını hoyratça harcadığımız zaman , yarın gıdamızı temin edecek şeyleri bulmakta zorlanarak , birbirimizi yemek zorunda kalmak içten bile değildir. 

Şuayb (a.s) ın kavminin helak olmasına sebep olan ölçü ve tartıda adaletsizlik yapmalarını , ekonomik hayatın gereklerini yerine getirmemeleri olarak okuduğumuzda , ekonomi ile ilgili yasaları hayatlarına yanlış olarak uygulayan toplumların helak olmalarının kaçınılmaz olduğu şeklinde okuyarak , yine bu helakın evrensel bir boyutu olduğunu görebiliriz. 

Lut (a.s) ın kavminin helak olmasına sebep olan o kavmin fıtratın gerektirdiği  cinsellik yerine çarpık ilişkileri tercih ettiğini ve bunun sonucunda başlarına gelenlerin evrensel bir mahiyet arz ettiğini düşünerek okuduğumuzda , bırakın başka yerlere bakmayı, kendi ülkemizde olan ahlaksızlık boyutlarını düşündüğümüzde bu helakın bizler için gerçekleşebileceğini okuyabiliriz. 

T.V kanallarında yayınlanan dizilere bakıldığında , o dizilerdeki ana temanın nikahsız ilişkiler ve zina sonucu doğan çocuklar etrafında yoğunlaşarak , bu ilişkilerin artık normal olduğu gibi şuur altına yerleştirmeler yapılmaktadır.

Salih (a.s) kavminin şirki nin insan dışındaki hayatların yaşam hakkı konusunda Allah (c.c) nin değil ,o kavmin melesi nin belirleyici olması şeklinde ortaya çıktığını , Şuayb (a.s) ın kavminin şirkinin , o kavmin ekonomik hayatın gereği olan belirlemeyi Allah (c.c) nin değil , o kavmin melesinin yaptığı , Lut (a.s) kavminin şirkinin , ahlaki kuralları Allah (c.c) nin değil yine o kavmin mele sinin belirleyiciliği olarak görmekteyiz.

Şimdi bunlardan sonra hangimiz ," Bu kavimler sadece taştan tahtadan putlara tapmak sureti ile şirk işledikleri için helak edildiler" şeklinde bir iddiayı ortaya atabilir ?.

Kur'anın kavimlerin helak edilme biçimleri ile ilgili anlattıkları , din dilinin ifade kalıpları dahilinde olduğu için , bu tür helakların  artık olmayacağı gibi bir düşünce bizleri yanıltabilir. Tarih boyunca geçmiş olan bir çok devletin yıkılma biçimlerini tetkik  ettiğimiz zaman, bizlerin yıkılıştan emin bir hayat geçirmemizi engelleyerek diken üzerinde durmamızı sağlayacaktır. 

Bu gün dünya üzerinde belirli zamanlarda çıkan ekonomik krizler ile , kişilerin ve devletlerin zor duruma düşmeleri , daha çok üretmek ve daha çok kazanmak adına işlenen doğa katliamlarının insan bedenine olan etkileri , geçmişteki helak olaylarının tekrarından başka bir şey değildir. Bu hataların önü alınmadığı takdirde , daha şiddetli yıkımların olması kaçınılmaz olacaktır.

Bizler "Din" denilince sadece ritüel ibadetleri , "Şirk" denilince taştan tahtadan putlara tapmayı anladığımız müddetçe , bu din tapınaklarda yaşanan bir din olmaktan öteye geçmeyecektir. Halbuki "Din" denilince kişinin yaşamının her anını kaplayan değerler bütünü , "Şirk" denilince hayatın Allah (c.c) nin vaz ettiği sistem yerine onun kullarının vaz ettiği sistem dairesinde şekillenmesi anlaşılmış olsaydı , yaşadığımız hayatların ne kadar islami olduğu konusunda daha net fikir sahibi olmamız kolaylaşarak , Kur'anın anlattığı helak olaylarının sebepleri dikkate alınarak , onun doğrultusunda hayatlar yaşanmaya gayret edilerek , aynı akıbete uğramamak için gayret edilirdi.

Sonuç olarak ; Kur'an , kavimlerin helak edilmesi ile ilgili bilgileri tarihi bilgiler olsun diye değil , eskilerin yapmış olduğu hataların , onlara neye mal olduğunu haber vererek , o hataların bizler tarafından tekrarlanmamasına ilişkin mesajlar olarak vermektedir. Bizler kıssaları böyle bir bakış açısı ile okuduğumuz zaman , bu kıssalarda anlatılan cürümlerin aynısının bu günde tekrarlanmakta olduğunu görerek, bu tekrarlanmanın sonucu , o kavimlerin başlarına gelenlerin aynısının tekrarlanmaması için gerekli olan tedbirlere yönelme ihtiyacı duyacağız. 

Kur'anın "Şirk" kavramı ile ifade etmek istediği net olarak anlaşılamadığı müddetçe , bu tehlikeden emin bir vaziyette geçirilen hayatın hiç beklenmedik bir anında helak gerçekleşerek geri dönüşü olmayan bir yola girilmesi her an mümkündür. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

4 Nisan 2015 Cumartesi

Kur'an Kıssalarının Sünnetullah İle Olan İlişkisi

Kıssalar, Kur'an içinde önemli bir hacme sahip olup  bu anlatımlar ile bizler , bizden öncekilerin yaşanmışlıklarından kesitleri okuyarak , Sünnetullah'ın nasıl tecelli ettiğini görmekteyiz. Kur'an kıssaları, klasik tefsirlerde sadece yaşanmışlık içine hapsedilerek israiliyyat dolu masallar olarak okunurken,  modernist okumalarda yaşanmışlık içinde anlatılan bazı sıra dışı olaylar red edilerek, yapılan anlatımların mecaz türünden anlatımlar olduğu düşüncesi öne çıkarılarak okunmaktadır.

Kıssaları modernist okumaya tabi tutanların öne çıkan söylemlerinde , Kur'anın bir çok yerinde "Allahın sünnetinde değişme olmadığı" şeklinde beyan edilen Ayetler delil gösterilerek , bazı sıradışı olayların gerçekleşmesinin mümkün olmadığı iddia edilmektedir. "Musa (a.s) kıssası içinde okuduğumuz , Asanın yılan olması , Denizin yarılması , İbrahim (a.s) kıssası içinde okuduğumuz, ateşin onu yakmaması şeklindeki anlatımlar ile nasıl bir mesaj verilmek istenmiştir?" sorusunun sorularak cevabının aranması şeklinde yapılacak bir okuma yönteminin daha doğru sonuçlar doğuracağını düşünmekteyiz. 

Klasik okuma ile modernist okumanın birleştiği ve hatalı bir okuma olduğunu düşündüğümüz nokta şudur; Her iki okuma şekli kıssaları sadece yaşanmışlığı içinde hapsederek okuyup, mesaj içerikli olması noktasında herhangi bir düşünce üretmeye çalışmaktan uzak bir anlayış içine girerek kıssaları okumaya çalışmaktadırlar. 

Halbuki kıssalarda öne çıkan ortak nokta , Elçilerin ve onlara inananların Tevhid mücadeleleri ve bu mücadele içinde inananlara yardım eden Allah (c.c) nin , inanmayanları helak etmesi şeklinde gerçekleşmesinin, sadece Elçilerin yaşadığı zaman ve mekan ile sınırlı olmadığı , kıyamete kadar yaşanacak bir durum olması gerektiği düşünülecek olursa bu yardım ve helak sünnetinin her zaman işlemesi gerekmektedir. Kıssalardaki sıra dışı bir takım olaylara bu perspektiften baktığımız zaman ,yapılan anlatımın mecazi olduğu düşüncesi , onun gerçekleşmediği iddiası anlamına gelir ki , bu da Allah (c.c) nin hayata müdahelesinin söz konusu olmadığı düşüncesine götürür ve bu düşünce itikadi açıdan kişide problemlere yol açar.  
[055.029]  Göklerde ve yerde olan ne varsa O'ndan ister. O, her gün bir iştedir.

"Sünnetullah" terimini kısaca , "Allahın yarattıkları üzerindeki geçerli olan evrensel yasaları" biçiminde özetleyebiliriz. Bu terimi , tarih boyunca gelen Elçilerin mücadeleleri çerçevesinde okumaya çalıştığımız zaman , yasaların inananlar ve inanmayanlar üzerinde işleyişi olarak söyleyebiliriz. 

 [016.002]  Kullarından dilediğine, kendi emrini vahyile melekleri indiriyor ve: «Şu gerçeği bildirin ki, Benden başka ilah yoktur, o halde Benden korkun!» buyuruyor.

Allah (c.c) tarih boyunca Elçiler göndererek , sadece kendisinin İlah ve Rab olarak kabul edilmesi ve bu yönde bir hayat sürülmesini emretmiştir. Ancak bir çok kişi bu emri kabul etmeyerek Elçilere karşı çıkmış ve neticede helak edilmiştir. Bu helak ediliş Sünnetullah'ın tecellisi olup sadece geçmiştekiler için geçerli bir durum değildir. Elçilerin ve onunla birlikte olanların yaptıkları mücadelenin aynısını bu gün bizler yaptığımız takdirde , aynı kurallar bizler içinde geçerli olacak , bizler arz'a varis olacak , onlarda helak olacaklardır. 

[021.105]  Andolsun, biz Zikir'den sonra Zebur'da da: «Hiç şüphesiz Arz'a salih kullarım varis olacaktır» diye yazdık.
 
[040.082-85]  Yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden daha çok, daha kuvvetli, yeryüzünde bıraktıkları eserler daha sağlam olan öncekilerin sonuçlarının nasıl olduğunu görmezler mi? Kazandıkları onlara bir fayda vermemiştir.Peygamberleri kendilerine apaçık belgeler getirdiği zaman, onlar, yanlarında olan ilimden dolayı sevinip-böbürlendiler de, kendisini alay konusu edindikleri şey, kendilerini sarıp-kuşatıverdi.Şiddetli azabımızı gördüklerinde: «Yalnız Allah'a inandık; O'na koştuğumuz eşleri inkar ettik» dediler.Ama baskınımızı görüp de öylece inanmaları kendilerine fayda vermedi. Bu; Allah'ın kulları hakkında öteden beri cari olan sünnetidir. Ve işte kafirler burada hüsrana uğramışlardır.

Allah (c.c) nin kafirleri helak etme yasasına paralel olarak , iman edenlere yardım yasası vardır. Kafirlerin helak edilmesi ile meydana gelen olayın diğer yüzü , Mü'minlere yardım edilmiş olmasıdır.

 
[040.051] Şüphe yok ki, Biz elbette resûllerimize ve imân edenlere dünya hayatında ve şahitlerin kâim olacakları günde yardım ederiz.
[012.110]  Öyle ki, peygamberler ümitsizliğe düşüp, yalanlandıklarını sandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmiştir. Böylece, istediğimizi kurtarırız. Azabımız suçlu milletten geri çevrilemeyecektir.
[014.015] Peygamberler, Allah'dan zafer dilediler, bunun üzerine bütün inatçı zorbalar hüsrana uğradılar.
[010.103]  Sonra biz, peygamberlerimizi ve iman edenleri böyle kurtarırız; mü'minleri kurtarmamız da bizim üzerimizde bir haktır.

Yukarıdaki Ayet meallerinde gördüğümüz yardım vaadi de Sünnetullah olup , sadece belirli zaman ve mekan ile sınırlı bir yardım sözü değildir. Maaleseftir ki bu konudaki Ayetleri sadece adı geçen Elçiler ve kavimleri ile sınırlı bir zaman mekan içinde geçerli olduğu zannı ile okunduğu için bu yasaların kıyamete kadar geçerli olduğu akla bile gelmemektedir.

Kıssalarda anlatılan sıradışı olay olarak görülen , Asanın yılan olması , Denizin yarılması ve Ateşin yakmamasını Sünnetullah'ın değişmesi olarak değil aksine Sünnetullah'ın değişmeMEsi olarak anlamak gerekmektedir. Allah (c.c) bu hadiseleri belli bir sebeb sonuç zincirine bağlamıştır ki , bu gün geçmiştekilerin yaşadığı olayların tekerrürü halinde yani Elçiler ve beraberinde olan Mü'minlerin kendilerine çizilen mücadele yolunda tavizsiz olarak yürüdükleri müddetçe bu olayların tekrarlanmayacağını kimse iddia edemez. Bu olaylar bu gün tekrarlanmıyor ise , tekrarlanması gerektirecek çalışmayı ve gayreti bizlerin gösterememiş olmasındandır.

Denizin yarılması veya Ateşin yakmaması gibi olayların tekrarlanmasından kastımız şu dur ; Bu olayların meydana gelmesine sebeb olan olaylar zincirini Kur'an içinde okuduğumuz zaman meydana gelen olayın sebebi , Allah (c.c) nin inananlara karşı olan yardım vaadi ve inanmayanlara karşı olan helak vaadidir. Bu yardım ve helak bir hakediş neticesinde olup bu hakedişin bu günkü karşılığı illaki denizin yarılması şeklinde olması veya ateşin yakmaması gerektiği şeklinde olması iddiasında değiliz. Geçmişte yaşanan bu olaylar , Allah (c.c) nin kullarına yardım ve helak vaadinin bi sonucu olduğuna göre bu gün veya yarın , bu yardımı ve helakı hak edenlere karşı, insanlar tarafından imkansız olarak görülebilen bir takım olağan üstülüklerin yaşanması gayet normaldir.

Kıssalarda gördüğümüz sıra dışı olayları sadece yaşanmışlığı içinde değerlendirdiğimiz zaman bu olayların olmuşluğu üzerinde şüpheye düşmek kaçınılmazdır.Kıssalarda ki sıradışı olayları doğru anlamak için önerdiğimiz yol , öncelikle olmuşluğu kabul ederek, bu olmuşluk üzerinden bizlere nasıl bir mesaj verilmekte olduğu üzerinde tefekkür etmeye çalışmak olmalıdır.

Kur'an kıssalarında gördüğümüz bu 3 olayı mesaj içerikli okuduğumuz zaman şunları söylemek mümkündür; Musa (a.s) , Elçilikle görevlendirildiği zaman Firavun gibi güçlü ve zalim bir hükümdara yanlış yaptığını söylemek gibi zor bir vazifeye atanmıştır. Bu vazife de yardımcı olarak kardeşi Harun (a.s) yanına yardımcı olarak verilmiştir. Görevi aldığı zaman elinde sadece bir asası olduğu halde Firavunun karşısına çıkmıştır. Bu çıkıştan önce görevi aldığı Alemlerin Rabbi nin ona bir takım sözler verdiğini görmekteyiz. 

Bu gün Asa yine elimizdedir sadece bir farkla , Musa nın elindeki Asa ağaç parçasıydı , bizim elimizdeki Asa kağıt parçası yani Mushaf halindeki Kur'andır. Kur'an bize sihirbazların yapmış oldukları sihirlerin nasıl ortadan kaldırılarak Tevhidin hakim kılıncağını geçmiş Elçilerin kıssaları ile açık seçik anlatarak , bizlerinde aynı metodu takip ettiği takdirde elimizdeki Kitabın , Musanın elindeki Asa misali zalimlerin bütün yaptıklarını yutabileceğini söylemektedir.

[028.035]  (Allah) Dedi ki: «Pazunu kardeşinle pekiştirip güçlendireceğiz; sizin ikinize de öyle bir 'güç ve yetki' vereceğiz ki, ayetlerimiz sayesinde size erişemeyecekler. Siz de, size uyanlar da galip olanlarsınız.»

Şuara s. 35. Ayetinde , Allah (c.c) onları destekleyeceğine dair bir söz vermiştir. Bu destek sözünün nasıl gerçekleşebileceğini ve sadece lafta kalmadığını , Musa (a.s) ın elindeki Asanın şeklini akıl almaz bir biçimde değiştirerek göstermiştir ki  Elçisinin, arkasında nasıl bir destek güce sahip olduğunu gözleri ile görsün ve mutmain olsun. Bu destek sadece Musa ya özel bir destek değildir , eğer bizler Musa misali Firavunların karşısında dimdik durarak , Rab ve İlah olarak sadece Allah (c.c) nin olduğunu korkmadan haykırdığımız müddetçe, Asa olarak bu gün bizlerin elinde bu Kitap adeta bir yılan misali bütün sihirleri ve ifkleri yutacaktır.

Musa (a.s) bu destek güce güvenerek , Firavun ile yıllar süren bir mücadeleye girişmiştir. Bu mücadele süreci Kur'anda uzun uzun yer alarak , bizlerin de çağdaş firavunlar ile nasıl bir mücadele yöntemi takip edileceği öğretilmiştir. Uzun yıllar mücadelede öne çıkan en önemli mesaj , Firavun ile hiç bir şekilde uzlaşıya gidilmemiş olmasıdır. Firavunun tüm baskılarına göğüs germeye çalışan Musa ve Harun (a.s) önderliğindeki İsrailoğulları , Sünnetullah yasalarına uydukları için artık yardımı hak etmişlerdir.

Denizin yarılma olayı , bazılarımız için olmamış bir olay gibi algılanmış olsa da bu yarılma Sünnetullah yasalarının değişmesini değil , aksine işlemesini yani yasanın değişmeMEsini göstermektedir .

Allah (c.c) Kur'anın pek çok yerinde Elçilerine ve inananlara yardım edeceğini vaad etmektedir, ancak bu vaad kuru kuruya bir vaad değildir.Kur'an içinde anlatılan bu tür sıradışılıklar bu vaadin gerçekleşmesini ve sadece ondan başkasının gücü yetmeyecek şeyleri inanan kulları için yapabileceğini göstermektedir , ancak bir şartla ; 

Bu şart, yardım talebinde bulunan kulların önce bu yardımın gerçekleşmesi için gerekli olan , gücünün son haddine kadar çalışarak , "Artık bittik" diyecekleri bir zamana kadar çalışmaktır ki , Allah (c.c) "Sizin bittiğiniz yerde ben varım" diyerek kullarına yardım etsin, bunun yasası bu dur. Bakara s. 214. Ayeti bu durumu açıkça beyan etmektedir. 

 [002.214] Sizden önce gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve onunla beraber müminler: «Allah'ın yardımı ne zaman?» diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı; iyi bilin ki Allah'ın yardımı şüphesiz yakındır.

Şöyle bir geriye giderek kendimizi Musa (a.s) ın kavmi olan İsrailoğullarının bir ferdi olarak düşünelim. Musa (a.s) birlikte yıllarca Firavun zulmune karşı mücadele etmişiz ve Musa (a.s) ın emri ile Mısırı terketmek üzere yola çıkmışız , öyle bir yere gelmişiz ki önümüzde Deniz arkamızda Firavun ordusu ve Deniz ile ordu arasında kalmış bizler , yani önümüzde ve arkamızda her halukarda ölüm tehlikesi.

Kul olarak elimizden geleni şimdiye yaparak artık bundan sonra elimizden başka bir şeyin gelmediği anda, olmaz denilen şey oluyor ve Deniz ortadan ikiye ayrılarak bizim kurtuluş vesilemiz oluyor ve aynı deniz, Firavun ordusunun helak vesilesi oluyor. Deniz bir tarafı felaha erdirirken , bir başka tarafı helak ediyor.

Aynı şekilde İbrahim (a.s) ı düşünelim , yıllarca en küçük bir taviz vermeden zalim hükümdara ve kavmine karşı mücadele etmiş , ve düşmanlarına öyle korku vermiştir ki ,onu ibret verici bir ceza ile öldürmekten başka bir çare kalmadığına karar vermişlerdir. Bu kararlarını uygulama alanına koymak için , Allah tan başkasının söndürmeye güç yetiremeyeceği bir ateş ile onu yakmaya karar vermişlerdir. Bu ateşi gören İbrahim (a.s) o ana kadar ölümü göze alarak inandığı yoldan geri dönmemiş o ateşi görerek yine ölümü tercih ederek boyun eğmemiş ve Sünnetullahın işlemesine hak etmiştir. 

Ateş İbrahimin kurtuluş vesilesi olurken diğerlerinin helak vesilesi oluyor ve kavmi helak ediliyor , İbrahim (a.s) ın kavminin helak edildiği diğer Elçiler gibi kıssaları içinde anlatılmaz , Tevbe s. 70 ve Hacc s. 43.44 . Ayetlerine baktığımızda helak edilen kavimler içinde İbrahim (a.s) ın kavminin de bulunduğunu görürüz.

Sünnetullaha aykırı diyerek bangır bangır bağırdığımız ateşin İbrahim (a.s) ı yakmamış olmasını, İsrailiyyat haberleri eşliğinde okuyanlar için ateşin gül bahçesi olduğu rivayetleri tabiki masaldır ve yalandır. Ancak Sünnetullah'ın işleme yasalarını Kur'andan okuyanlar için o ateş içine atılan İbrahimi yakamayan bir ateştir. Ateşin İbrahime karşı serin ve selamet olması Sünnetullah'ın değişmesi değil , aksine Sünnetullah'ın değişmeMEsinin ta kendisidir.

İbrahim (a.s) ateşe atılma anına gelene kadar , var gücü ile şirke karşı mücadelesini sürdürmüş ve artık gücünün son haddine gelmiş ve ölüm ile burunadır , kul olarak yapabileceğinin son haddine kadar yapan kul İbrahime, sadece Rabbi yardım edebilirdi ve öyle oldu , ateş ona serin ve selamet oldu.

Görüldüğü üzere bu olaylar aslında , Sünnetullah'ın değiştiğini değil asla değişMEdiğini göstermektedir. Olmuş olayı değil , olmuş olay üzerinden verilmek istenen mesaja odaklanıldığı zaman bu olayları daha doğru kavranılarak bize dönük mesajlar olarak okumak mümkündür. Peki Denizin yarılması veya Ateşin yakmaması şeklindeki olaylar bu gün veya yarın nasıl gerçekleşebilir?.

Bu olayların gerçekleşmesi için  öncelikle bizlerin, Elçi atalarımız ve onlarla birlikte olan Mü'minler gibi şirk ve tuğyana savaş açmamız gerekmektedir. Kur'an merkezli düşünceye sahip olmak demek , Kur'anda zikri geçen sıradışı olayların gerçekleşip gerçekleşmediği üzerinde saatlerce entel muhabbetler yapmak değil , zikri geçen Elçilerin ne amaçla gönderildiklerini okuyarak bizlerinde o yolu takip etmesi gerektiğini her zaman diri canlı tutmaktır.

Bizlere bu tür yardımların gelmesi için öncelikle bu yardımlara nail olan öncekilerin başlarına gelen zulüm , işkence , baskı , hakaret v.s gibi yollardan geçmemiz gerekir ki bu yoldan önceki geçenlerin başlarından geçenler bizimde başımızdan geçsin ve yukarıda mealini vermiş olduğumuz Bakara s. 214. Ayetinde beyan edildiği üzere , "Allah'ın yardımı ne zaman?" diyecek kadar dara düşelim ve elimizden gelenin son haddine kadar çalışmış olalım , yani Allah (c.c) nin öncekilere yaptığı yardımı nasıl hak ettilerse bizde onu hak edecek duruma gelelim. İşte o zaman gerektiğinde Denizler önümüzde yarılacak , gerektiğinde kimsenin söndüremez dediği ateşler bizlere serin ve selamet olacaktır.

Şurası asla unutulmamalıdır ki , Kur'anda yardım gördüğü beyan edilen bütün Elçi ve beraberindekilerin, bizden kul olarak hiç bir ayrıcalıkları yoktur. Sünnetullah'ın işleyiş kuralları onlar için nasılsa bizim içinde aynıdır asla değişmez. Bizler şayet bu gün Allah (c.c) nin yardımına mazhar olamıyorsak bunun suçunu Allah (c.c) de değil kendimizde aramamız gerekmektedir. 

Kur'an kıssalarını eskilerin masalları tadında okuyan geleneksel tefsirciler , yazdıkları tefsirlerde bu konuları hiç gündeme getirmedikleri için , yazdığı tefsir için hacmi ufak olmuş demesinler diye nerde rivayet , nerde israiliyyat varsa doldurarak , " Vay be adam bilmem kaç ciltlik tefsir yazmış helal olsun be" dedirtmeyi başarmışlardır.

Buna karşılık , modernist düşünceye sahip olan bir takım kişiler , aynı yanlışa düşerek "Kıssa içinde dönüp dolaşma" metodu ile bunları okumuşlar , bağlamsız ve ön kabullu okumaların örneklerini sergileyerek "Olmaz böyle şey" deyip işin içinden sıyrılmışlardır. Bu anlayışların kişiyi itikadi yönden sıkıntıya düşürdüğünü daha önce belirtmiştik şöyle ki;

Allah (c.c) nin bir çok Ayette vaadi olan , inanan kullarına Dünya hayatında yardım sözünün gerçekleştiğini beyan eden Ayetlerdeki bir takım sıradışı olayların vaki olmadığını iddia etmek , bu yardım sözünün gerçekleşmediğini iddia etmek anlamına gelir. Akla aykırı olduğu gerekçesi ile vakiliği red edilen bu olaylar neticede , Allah (c.c) nin "Ben sözümü yerine getirdim" ifadesini red ederek "Sen böyle bir şey yapmazsın yapamazsın" demeye getirmektir. 

Burada bir öz eleştiri yapmak istiyoruz; Kur'anı okuyan herkes bizde dahil, okuduklarımızdan  anladıklarımızı yazıya veya dile dökerek ifade ediyoruz. Söylediklerimizin doğru olduğuna dair olan sözlerimiz kendi okuduklarımızdan yaptığımız çıkarımlardır. Bizim yanlış olarak ifade ettiğimiz karşı düşüncelerin yanlışlığı , bizdede yanlış olma ihtimalini gözden ırak tutmamamızı gerektirir. Ancak yanlış olarak ifade ettiğimiz, kıssalardaki sıradışı olayların vaki olmadığı iddiasını dile getirenlerin delil olarak ortaya sürdükleri argümanların, neredeyse Kur'anı tahrife varan cüretkar düşünceleri gördüğümüzde , bu konuda o düşünce sahiplerini düşüncelerini yeniden gözden geçirmeleri gerektiği düşüncesi bizde daha ağır basmaktadır. "Tebyinül Kur'an" adlı eserdeki kıssalar ile ilgili yorumları ele aldığımız yazılara göz atılacak olursa, tahrif iddialarımızın havada kalmadığı görülecektir. 

Sonuç olarak ; "Allahın sünnetinde bir değişiklik bulamazsın" mealindeki Ayetleri kalkan edinerek , Kur'an kıssalarındaki sıradışı olayların vaki olmadığı iddia etmek , Sünnetullahı anlamaMAktan kaynaklanan bir düşüncedir. Sünnetullah asla değişmez geçmiş Elçilerin ve onların kavimlerinin başlarına gelenler veya o Elçilerde vaki olan sıradışı olaylar Sünnetullahın değişiklik arz ettiğini değil asla böyle bir değişimin sözkonusu olmadığını göstermektedir. Bu gün bu olaylar yeniden cereyan etmiyorsa etmesini gerektirecek aksiyonu biz iman ettiğini iddia edenlerin göstereMEmiş olmasındandır. Bizler Allah tan başka kimsenin söndüremeyeceği ateşlere atılmayı göze aldıkta ateş mi bize serin ve selamet olmadı , veya canımızı dişimize taktık yıllarca şirk ve tuğyana savaş açtık ta "Artık bittik" dediğimiz yerde Allah (c.c) yetişmedimi?. Sünnetullah değişmemesi bizim öncelikle o değişmemeyi hak edecek davranışlar içinde olmamıza bağlıdır.

                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

23 Ağustos 2014 Cumartesi

Haram Olan Yiyecekler ve Haramlığın Tespiti Meselesi

Allah cc tarih boyunca insanlar içinden seçtiği elçileri vasıtası ile emirlerini ve nehiylerini onlara bildirmiştir. Son elçi Muhammed as ile aynı durum tekrarlanmış ve din artık kemale erdirilmiştir. Kur'an içindeki bilgiler bizlere haram ve helalin tayininde de yeterli bilgiyi vermiş olmasına rağmen son elçi Muhammed as a yüklenen kur'an dışı görevde haram helal tayininde onunda Allah cc gibi yetkili olduğu gibi bir düşünce oluşturulmuş ve bu düşünce uydurma rivayetler ve kur'an içindeki bazı ayetlerin hevaya uygun te'vili sonucu çoğunluk tarafından kabul görmüştür.

Muhammed as ın ordu komutanı sıfatı gereği olarak savaş stratejisi içinde ehli eşeklerin kesilmemesi emri, sanki ehli eşek etinin kıyamete değin haram olduğu gibi bir algı oluşturmuş ve müslümanlar arasında elçinin haram ve helal koyma yetkisi tartışmalara sebeb olmuştur. Yönetici makamında olanlar durum gereği bir takım yasaklamalar koyarak toplumun menfaatleri doğrultusunda karar alma yetkisine sahiptirler ve Muhammed as da Medine de yönetici makamında olduğu için bir takım yasaklar getirmiştir , onun bu yasakları Allah cc nin koyduğu yasaklar ile aynı seviyede asla olamaz. Erike hadisi adı altında uydurulan rivayette , "kendisine kur'an ile beraber başka bir şeyin verildiği ve onun yasaklarının aynen kur'an yasağı gibi olduğu" gibi bir iftira uydurularak kitaplara sokulmuştur. 

Şu noktayı hatırlatmakta fayda görmekteyiz; Muhammed as ın haram helal koyma yetkisi gündeme geldiğinde , böyle bir yetkisi olmadığını düşünenler , böyle bir yetkisi olduğunu düşünenler tarafından tekfire varan sözlerle ilzam edilmektedir, Muhammed as "bende böyle yetki var" deyip te bizler onu red etmiş değiliz , ancak onlar kur'anın ona yüklemediği bir yetkiyi uydurma rivayetler ile yükleyerek ona iftira atmaktadırlar.

Bugün kola ,sigara, deterjan vs gibi bazı ürünlerin sahiplerinin yabancı olması ,sağlığa zararlı veya ondan elde edilen gelirlerin müslümanlar aleyhine kullanılması gibi bir durum hasıl olduğunda yöneticler o tür ürünler ile ilgili olarak yasaklama getirme yetkisine sahiptirler,
ancak bu yasaklamayı getirirken "haram" hüküm koymak gibi bir yetkileri asla yoktur.
Haram kelimesini ıstılahi anlamda yani sadece Allah cc nin yetkisinde olan bir yasaklama olarak değilde, lügat anlamı olarak kullandığımızda yöneticilerin veya bir doktorun hastasına bazı şeyleri yasaklamaların kendi yetkilerinde olduğunu söylemek mümkündür.

Elçi demek bir makamdan alınan mesajı makam sahibinin iletilmesini istediği kimselere iletmek anlamına gelmektedir , bunu derken Muhammed as ın sadece postacı seviyesinde olduğunu söylemek istemiyoruz , elçi getirdiği mesaj ile kendiside muhatap olduğu için o mesajın ona yüklediklerini  kendi hayatı içinde yaşayarak örnek olmuştur. Ancak mesaja haram helal şeklinde yeni hükümler ilave etmek gibi bir yetkisi asla yoktur.

Haram kelimesi , yasaklamak anlamında olup bu kelimenin kur'an içinde Allah cc ile ilgili anlamı onun bizler için koymuş olduğu kıyamete kadar geçerli olan bir takım kuralları kapsamaktadır. Bu kurallar içinde en geniş biçimde maide s. 3. ayetinde okuduğumuz yenilmesi haram olan yiyeceklerde bulunmaktadır. Bizler için seçmiş olduğu islamın yegane hüküm koyucusu olarak haram kıldığı yiyecekler şunlardır.  

 [005.003]  Leş, kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilenler, -canları çıkmadan önce kesmemişseniz, boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından süsülmüş, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş olanları- dikili taşlar üzerine boğazlananlar ile fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı; bunlar fasıklıktır. Bugün, inkar edenler sizi dininizden etmekten umutlarını kesmişlerdir, onlardan korkmayın, Benden korkun. Bugün, size dininizi bütünledim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslam'ı beğendim. Açlıktan darda kalan, günaha kaymaksızın yiyebilir. Doğrusu Allah Bağışlayan'dır, merhametli olandır.

Muhammed as ın bu yasaklara ilave olarak kıyamete kadar geçerli olacak bir yasaklama getirme yetkisine sahip olmadığına göre adı verilen liste harici bazı hayvanların kedi ,köpek vs etlerinin hükmü konusunda bir takım tereddütler oluştuğuna şahid olmaktayız. Muhammed as ın haram helal yetkisi ile ilgili diğer zamanlarda yazmış olduğumuz yazılar mevcut olduğu için konuyu uzatmamak adına teferruata girmiyoruz. 

 [005.001]  Ey İnananlar! Akidleri yerine getirin. İhramda iken avlanmayı helal görmeksizin, size bildirilecek olanlar dışında, hayvanlar(behimetül enam) helal kılındı; Allah dilediği hükmü verir. [022.030]  İşte böyle. Kim Allah'ın yasaklarına saygı gösterirse, bu Rabbinin katında kendi iyiliğinedir. (Haram olduğu) size okunanlar dışında kalan hayvanlar, size helal kılındı. O halde pis putlardan sakının; yalan sözden kaçının.

"Haram olduğu bildirilenler dışındakilerin helal olması" ibaresi önemli bir noktaya işaret etmektedir. Kemale erdirilmiş dinde yenilmesi haram olan olanları en teferruatlı biçimde maide s. 3. ayetinde görmekteyiz, bu demektirki okunanların dışında olanlar helaldir. 

"Eşyada asıl olan ibahadır" yani helal olmasıdır şeklindeki mecelle kaidesi doğru bir kaide olup bir şeyin haramlığına dair kesin nas yani hükmü ve delaleti kat'i olan bir karine olmadan "bu haramdır" şeklinde bir hüküm vermek asla doğru değildir. Delaleti ve hükmü zanni olan hadis rivayetlerini önce gayri metluv vahiy kategorisine koyup ayet hükmüne getirmek ,sonra delaleti ve hüküm kat'i nas yerine koyarak hadislerden haram esası çıkarmak nahl s. 116. ayeti ile bizleri yüzyüze getirir. 

 [016.116]  Diliniz yalana alışmış olduğu için, «şu haram, bu helaldir» demeyin, zira Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah'a karşı yalan uyduranlar ise, saadete şüphesiz erişemezler.

Bu tür ayetleri kendi üzerimize alma alışkanlığımız olmadığı için, "bu ayetin hükmü müşrikler içindir" demeden, din adına delaleti ve hükmü kat'i bir nas olmadan "şu haramdır bu helaldir" demenin ne anlam geldiğini beyan etmektedir.

İnsanlarda "damak tadı" denilen bir olgunun var olduğunuda burada belirtmek gerekmektedir, rivayetlerde Muhammed as ın kabak yemeğini sevdiği , keler etini , soğan ve sarmısağı sevmediği yönünde bilgilere rastlamaktayız, bu onun insan olmasının bir tezahürü olup onun sevdiği kabağı herkesin sevmesi , sevmediği keler etini veya soğan sarmısağı herkesin sevmemesi gibi bir zorunluluk yoktur. Damak tadı dediğimiz olgu kişilerin yaşadıkları topluma göre değişkenlik arz edebilir . Bir toplumda çok sevilen yiyecekler başka bir toplumda nefret edilen yiyecekler olabilir. 

İnsan olarak, herhangi bir yiyecek konusunda sevmek yada sevmemek gibi tercihlerimiz olabilir ama  "haramdır" şeklinde bir hüküm koymak hakkına sahip değiliz. Kur'anda beyan edilmeyen fakat dünyanın bazı ülkelerinde yenilen kedi, köpek ,böcek vs hayvanların haram olup olmadığı meselesi kafalarda soru işaret olarak gezmekte olduğu da malumdur. 

Kur'anda haram olarak beyan edilmeyen bazı hayvanları başkalarının mutfak kültürü içinde yer almış olması onların damak tadı ile ilgili bir durum olup haram helal gibi bir telakki içinde olaya bakmamaktadırlar. Bizlerin böyle bir damak tadı olmaması veya mutfak kültürümüzde yer almaması onların haram olduğunu göstermez. Fıkhi mezheplerden malikilere baktığımzda bu konuda diğer fıkhi mezheplerden daha geniş bir yelpazeye sahip olduklarını söyleyebiliriz. 

Sonuç olarak; kur'anda haram olarak beyan edilenlerin dışında "şu haramdır" şeklinde bir haramlılık tesbiti yapmak Muhammed as dahil kimsenin yetki dahilinde değildir. Kedi , köpek ,ayı ,yılan gibi bir takım hayvanların yenilmeme hükmü onların haram oldukları için değil, bizlerin alışkanlığı olmadığı için olup yiyemediğimiz hayvanlar olup, bu tür hayvanlar için "haramdır" hükmü vermek nahl s. 116. ayetinin hükmü içine girmek demektir. Bu gibi hayvanları yemek veya yememek haram veya helallik ölçüsünde değil genelde damak tadı ile ilgili bir durumdur. Ülkemiz genelini düşünecek olursak böyle bir kültürümüzün olmaması onları haram kategorisine koyulduğu için yenilmemesi gerektiği gibi bir düşünceye yol açmıştır. 

Bizim kur'ani bakış açısı olarak bakmamız gereken taraf , kur'anda adı konulan yiyeceğin haram olmasıdır , şayet adı konulmamış ise onun haram olma gibi bir durumu olamaz ve şayet yemekten bir tiksinti duymaz isek yiyebiliriz , onları yememenin ölçüsü asla haram oldukları için olmamalıdır, insan yapı itibarı ile helal olan şeyleride sevmeyebilir bu normal bir durumdur,ama ben yemiyorum diye haramdır diyemez , aynı şekilde kur'anda haram olarak geçmeyen fakat geleneksel kültürde yenilmeyen şeyleride haram kategorisine sokmaya kimsenin hakkı olamaz. Fıkhi mezheplerdeki gördüğümüz farklı haramlılık görüşleri olayı kur'ani boyutunun göz ardı edilmesi sonucu ortaya çıkmış olup kimsenin şahsi olarak bir şeye haram damgası vurmaya hakkı yoktur.  

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.