Kur'an etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kur'an etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Ocak 2023 Salı

Araf s. 110. Ayeti Örneğinde Kur'an Çevirilerindeki Hatalar

 Kur'an çevirilerinin bazılarına baktığımızda edebi bir üslup olan "Hazf" yani bir ibarede bulunan veya bulunması gereken bazı kelimelerin kaldırılması yolu ile yapılan söz kısaltmasının dikkatlerden kaçırıldığını  görmekteyiz. Bu dikkatsizlik yapılan çevirinin okuyucu tarafından anlaşılmamasına yol açmaktadır. Kur'an'da bulunan bu tür hazf örneklerinin parantez içi izahlarla dikkate alınarak çeviriye yansıtılması, daha sağlıklı bir çeviri yapılmış olmasını da sağlayacaktır.

Ne demek istediğimizi Araf . 110. ayeti üzerinde göstermeye çalışalım. Konu Musa (a.s) ile Firavun ve melesi arasında geçmektedir.

Araf s. 109--قَالَ الْمَلَاُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ اِنَّ هٰذَا لَسَاحِرٌ عَل۪يمٌۙ

Firavun'un toplumundan ileri gelenler dediler ki: "Bu bilgin bir büyücüdür.

Araf s. 110--يُر۪يدُ اَنْ يُخْرِجَكُمْ مِنْ اَرْضِكُمْۚ فَمَاذَا تَأْمُرُونَ

“Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne buyuruyorsunuz?"

Araf s. 111--قَالُٓوا اَرْجِهْ وَاَخَاهُ وَاَرْسِلْ فِي الْمَدَٓائِنِ حَاشِر۪ينَۙ

"Onu ve kardeşini şimdilik beklet. Sonra şehirlere toplayıcılar gönder.

Yukarıdaki ayetlerde geçen konuşma Firavun ve onun melesi arasında geçmektedir. Fakat bazı çevirilerde bu konuşma sadece Firavun melesi tarafından yapılıyor gibi gösterilmektedir. Halbuki 109. ayette geçen "Bu bilgin bir büyücüdür" , ve 110. ayette geçen Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor" sözleri Firavun melesi tarafından söylenmiş, yine 110. ayette geçen "Ne buyuruyorsunuz?" sözü ise Firavun tarafından söylenmektedir.

Bunu nereden mi anlıyoruz?.

111. ayette geçen cevabı verenler Firavun melesi olup, 110. ayette geçen "Ne buyuruyorsunuz?" sorusunun cevabını vermektedirler. Bu soruyu soran ise haliyle Firavundur, yoksa kendileri Firavun'a soru sorup yine kendilerinin sordukları soruyu cevaplayacak halleri yoktur. 

Öyleyse metinde hazfedilmiş bir ifade vardır ve o da "Firavun dedi ki" ifadesidir. Bu durumda anlaşılabilir bir çeviri için çevirinin şu şekilde yapılması daha uygun olacaktır.

Araf s. 110 -- Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor. (Firavun dedi ki) Ne buyuruyorsunuz?.

Hazfedilmiş bu ifadenin bir çok çeviride dikkate alındığını da burada belirtmek istiyoruz. Ancak bazı çevirilerde bu hazf dikkate alınmamış, dolayı ile çeviride anlaşılmazlık ortaya çıkmıştır.


                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C.) BİLİR.

19 Ekim 2017 Perşembe

Kur'an Müslümanlığının Ebu Hüreyre İle İmtihanı

Kur'an'ın Türkiye gündemine oturması ile hadis konusunda yapılan tartışmalarında gündeme geldiği, bu konuda şiddetli tartışmaların yaşandığı bir gerçektir. Hadis rivayeti denildiğinde akla gelen ilk isim olan Ebu Hüreyre, bu tartışmalardan fazlası ile nasibini alan bir kişi olarak gündemdeki yerini halen korumaktadır. Yazımızda Kur'an'ı öncelleyerek rivayetleri ret edenlerin, Ebu Hüreyre konusunda rivayetleri esas almalarının yarattığı çelişki üzerinde duracağız.

Elimizde bulunan hadis külliyatı içinde en fazla hadis rivayet eden kişi olarak karşımıza çıkan Ebu Hüreyre adına isnat edilen hadislerin bir kısmının Kur'an ile çelişki arz ettiğinin, yani sahih olmadığının, hadis usulcüleri tarafından dahi dile getirilmekte olduğu malumdur. Ancak ona isnat edilen bu rivayetlerin gerçekten Ebu Hüreyre tarafından söylenip söylenmediği de kesin değildir. Bir kısım uydurmaların bu isme isnat edilerek, sahihliği konusunda güven kazandırılmak istenilmesi imkan dahilindedir.

Kur'an'ın gündeme gelmesi ile Kur'an'a aykırı olduğu iddia edilen hadislerin bir çoğunda Ebu Hüreyre isminin bulunması, bazı kimselerin bu isim hakkında bir takım olumsuz kanaatler beslemesine sebep olmuştur. İşin garip tarafı ise, rivayet konusunda bu kadar dikkatli olan kimselerin, Ebu Hüreyre ile ilgili bilgiler konusunda rivayetleri esas alarak, bu olumsuz kanaatlerini bu rivayetlere dayamış olmalarıdır. 

Mahmud Ebu  Reyye tarafından yazılan, Türkçeye Muhammedi Sünnetin Aydınlatılması adı ile çevrilen kitap, Kur'an Müslümanlarının Ebu Hüreyre konusunda güvendikleri bir kitaptır. Bu kitap içinde bulunan Ebu Hüreyre ile ilgili bilgilerin tamamı rivayetlerden oluşmuştur. Ancak rivayetlerin zan içerdiği, kesin bilgi ifade edemeyeceği konusunda mangalda kül bırakmayanlar, Ebu Hüreyre konusunda bu söylediklerini bir kenara atmakta, bu sahabe hakkında yazılan bilgileri yazan kişinin, sanki Ebu Hüreyre ile aynı çağda yaşamış ve onu görmüş gibi onun yazdıklarına güvenmektedirler.

Mustafa Sıbai tarafından yazılan, Türkçeye İslam Hukukunda Sünnet adı ile çevrilen kitapta ise, Ebu Reyye tarafından Ebu Hüreyre'ye yöneltilen ithamlar ele alınarak cevap verilmesine rağmen, bu kitap Ebu Reyye tarafından yazılan kitap kadar rağbet görmemiştir. Biz Sıbai tarafından yazılan kitaptaki bilgileri tercih ettiğimizi iddia etmemekle birlikte (o kitaptaki bilgilerde elbette rivayetlerden oluşmaktadır), eleştiride objektif olmanın gereğine vurgu yapmak amacında olduğumuz bilinmelidir.

Kur'an Müslümanı olduğunu iddia eden kimseler, gerçekten bu iddialarında samimi iseler, Ebu Hüreyre hakkındaki bilgilerin de zan içerdiğini, doğruluk ve yanlışlık payı olabileceğini düşünerek, bu konuda laf etmekten geri durmaları, eğer laf söylenecek ise Ebu Hüreyre'nin şahsı hakkında değil, ona isnat edilen hadisin tenkidi konusunda laf edilmesi gerektiğini bilmelidirler.

Ebu Hüreyre hayatta olmadığı için kendisine yöneltilen ithamlara cevap veremeyecek durumda olması, onun eleştirisi konusunda daha dikkatli olunması gereğini ortaya çıkarmaktadır. Hakkında yapılan ithamlara cevap veremeyecek bir durumda olan kişinin itham edilmesi kadar gayri etik bir durum olamaz. Çünkü yapılan bu ithamların gerçekle alakası olmama ihtimali her zaman mevcuttur.

Bir kişi veya topluluk hakkındaki kinimizin bizi adaletsizliğe sürüklememesini emreden kitabı öncellediğini iddia ederek, hadis konusundaki bazı düşüncelerimizden kaynaklanan sorunları kendisini savunamayacak bir kimseye yüklemek, bir Müslümana asla yakışan bir durum değildir. Kur'an Müslümanı olma iddiasında olan bir kimsenin bu konuda karar vermesi için kesin ve zan içermeyen bir bilgiye sahip olması gerekmektedir ki, Ebu Hüreyre hakkında böyle bir bilgi ise asla mevcut değildir.

Ebu Hüreyre de elbette bir insandır, ve yaşadığı hayat içinde hata yapmış olabilir, ancak onun yaptığı iddia edilen hataların kaynağı yine rivayetler olup, kesin bilgi içermemektedir. Zan içeren bilgiler üzerinden giderek bir kişi hakkında yapılan ithamlara güvenmek problemli bir düşüncedir. Tarih ve tarihte yaşamış kişiler konusundaki mevcut bilgilerin o tarihi yazan kişilerin kanaatleri doğrultusunda yazıldığını dikkate aldığımızda, kişileri karalama konusunda elimizdeki mevcut bilgilerin daha dikkatli olarak incelenmesi gereği ortadadır.

Ne Ebu Hüreyre hakkında olumsuz kanaatler ortaya koyan rivayetlere, ne de onun hakkında olumlu kanaatler ortaya koyan rivayetlere sarılarak bu kişi hakkında söz söylemeye çalışmak bize kesin bilgiler vermeyecektir. Çünkü onun hakkında olumlu veya olumsuz söz söyleyenler başka kimseler olup, o sözü söyleyenlerin güvenilirliği her zaman tartışmaya açıktır.

Sonuç olarak; Kur'an Müslümanlığı hadis eleştirisi konusunda hadisin kendisini değil, onu rivayet ettiği iddia edilen Ebu Hüreyre hakkında yapılan bazı ithamlara sarılarak, onu değersiz kılmaya çalışmak ile bu konuda sınıfta kalmıştır. Kendisi hakkında yapılan ithamlara cevap verecek bir durumda olmayanı yargılamak adil bir yargı biçimi olmayıp, bu konuda en hassas olması gerekenler bu yanlışı yapmaktadırlar.

Rivayetlere güven olmayacağını iddia ederek, hadis rivayetlerinin tamamını çöpe atmayı teklif edenlerin, Ebu Hüreyre konusunda yapılan ithamların rivayetler neticesinde oluştuğunu görmezden gelmeleri büyük bir çelişkidir.

Amacımızın Ebu Hüreyre gerçekten kendisi hakkındaki yapılan ithamları hak eden birisi ise onu temize çıkarmak olmadığı bilinmeli, amacımızın rivayetler kanalı ile gelen bilgilerdeki seçiciliğin, Ebu Hüreyre konusunda da gösterilmeye çalışılmasına, söyleyen üzerinden değil söylenen üzerinden yorum yapılması gereğine dikkat çekmektir.

2 Ekim 2017 Pazartesi

Recm Cezası Örneğinde Allah'ın Ayetlerinin Geçersiz Kılınması ve Bu Cezanın Kur'an Ayeti Olduğu İftirası Üzerine Bir mülahaza

Bugün bir çok Müslümana şayet, "İslam hukukunda zina eden evli bir erkek ile, evli bir kadının cezası nedir?" diye sorulacak olsa alınacak olan cevap, "Recm edilmek yani taşlanarak öldürülmek" şeklinde olacaktır. Ancak Kur'an zina eden kimseler için  böyle bir ceza emretmemekte, fakat bu ceza Kur'an'da böyle bir ayetin inmiş olduğu, Muhammed (a.s) ın vefatı sırasında bu ayetin yazılı olduğu sayfaların keçi tarafından yenmesi sureti ile Kur'an'a konulmadığı gibi, neresinden baksanız yalan ve iftira olan bir rivayetle desteklenerek, veya bu cezanın Muhammed (a.s) tarafından uygulandığı iddia edilerek, İslam hukuku içine sokulmuş, dahası bu cezayı ret etmek ise küfrü gerektiren bir cürüm haline sokulmuştur.

Yazımızın konusu, bu ceza örneğinde Allah'ın ayetlerinin geçersiz kılınmasına nasıl kılıflar geçirildiğini ortaya koymaya çalışmak olacaktır. 

Recm cezasının Kur'an'a rağmen İslam hukuku içine sokulmasının yollarından birisinin, bu cezanın ayet olarak indiği şeklinde bir iddia ile gerçekleştiğini yukarıda söylemiştik. Elimizdeki mushaf içinde olmayan bu ayet, Nesh Teorisi ile işler hale getirilmiştir. Bilindiği gibi bu teoride Metni mensuh hükmü baki şeklinde bir kategori bulunmaktadır. Bu kategorinin açılma sebebi ise sadece recm cezasının Allah'ın bir ayeti olduğu inancını sağlamlaştırmak amaçlıdır.

Allah (c.c) nin Muhammed (a.s) a indirdiği iddia edilen ve keçinin yediği !! recm ayeti rivayetlerde şu şekildedir;

Evli erkek (eşşeyhü) ve evli kadın (eşşeyhetü) zina ederlerse, Allah'tan bir ceza olmak üzere onları recm edin. Allah aziz ve hakimdir.

İddia, bu mealdeki bir ayetin Allah (c.c) tarafından indirildiği, fakat Muhammed (a.s) ın vefatı sırasındaki telaştan dolayı, Aişe validemizin yatağının altında yazılı bulunan bu ayetin keçi tarafından yendiği, bundan dolayı metninin mushaf içinde olmasa dahi, hükmünün geçerli bir ayet olarak yürürlükte olması gerektiği yönündedir. 

[004.082] Onlar halâ Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar (çelişkiler, ihtilâflar) bulacaklardı.

Bu iddia bir çok yönden ele alınarak ne kadar yalan ve iftira ile dolu olduğu ortaya konulabilir. Biz konuyu Kur'an'ın çelişkisiz bir kitap olması yönünden ele almaya, Nur s. içinde bulunan zina ile ilgili ayetlerin evlileri de kapsadığını ortaya koymaya çalışarak, eğer böyle bir ayet inmiş olsa idi ki inmesi imkansızdır, Kur'an'ın kendi içinde çelişki barındıran bir kitap durumuna düşeceğine dikkat çekmeye çalışacağız.

[024.001]  Bu, indirip, hükümlerini kesinleştirdiğimiz suredir. Öğüt alasınız diye onda apaçık ayetler indirdik.

Nur s, 1. ayetinde Allah (c.c) bu sure için Faradnahe yani hükümlerini kesinleştirdiğini buyurmaktadır. Bu ikaz konumuz olan aynı sure içindeki zina hükümlerini içeren ayetler içinde geçerli olduğu asla unutulmamalıdır.

الزَّانِيَةُ وَالزَّانِي فَاجْلِدُوا كُلَّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا مِائَةَ جَلْدَةٍ ۖ وَلَا تَأْخُذْكُمْ بِهِمَا رَأْفَةٌ فِي
دِينِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ ۖ وَلْيَشْهَدْ عَذَابَهُمَا طَائِفَةٌ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ

[024.002] Zaniye ve zanî, hemen bunlardan her birine yüz değnek vurun, Allahın dininde bunlara bir acıyacağız tutmasın, Allaha ve Âhıret gününe gerçekten inanıyorsanız, hem mü'minlerden bir taife azâblarına şâhid olsun

Hükümlerinin kesinleştirildiği beyan edilen surenin 2. ayeti, zina eden kadın ve erkeğe verilecek cezayı bildirmektedir. Zina eden kadın ve erkeğe verilecek olan ceza, ayette 100 değnek olarak bildirilmektedir. 

Ancak bu cezanın bekar olanları kapsadığı, evli olanlar için ayrı bir ayet indiği, inen bu ayetin başına neler geldiği !! herkesçe malumdur. Biz bir an için recm ayetinin Allah (c.c) tarafından indirilmiş olduğunu, elimizdeki mushafın herhangi bir suresinin içinde olduğunu farz ederek, Nur s. içindeki diğer ayetlerde evli olan bir kimsenin zina cezasının nasıl olduğunu görmeye çalışalım.

[024.006]  Kendi eşlerine (zina suçu) atan ve kendileri dışında şahidleri bulunmayanlar ise, onlardan da her birinin şahidliği, Allah adına dört (kere yemin) ile kendisinin hiç şüphesiz doğru söyleyenlerden olduğuna şahidlik etmektedir.
[024.007]  Beşinci defada da, eğer yalan söyleyenlerden ise Allah'ın lanetinin kendi boynuna olmasını ifade etmelidir.

Nur s. 6. ayetinden itibaren, eşleri hakkında zina isnadında bulunan, fakat eşlerinin ceza görmesi için gerekli olan 4 şahidi bulunmayanlar için gerekli olan prosedür beyan edilmekte, zina eden evlinin cezası da bu ayetler içinden çıkmaktadır. Eşinin zina ettiğine dair 4 şahidi olmayan kimse, bu şahitler yerine kendisi 4 defa yemin edecektir. Ayetteki olay karısı zina eden bir erkekmiş gibi anlatılmış, fakat aynı durum kocası zina eden bir kadın için de geçerlidir. 

وَيَدْرَأُ عَنْهَا الْعَذَابَ أَنْ تَشْهَدَ أَرْبَعَ شَهَادَاتٍ بِاللَّهِ ۙ إِنَّهُ لَمِنَ الْكَاذِبِينَ

[024.008] Kadının dört defa: «Allah'a yemin ederim ki, o muhakkak yalancılardandır!» diye şahitlik etmesi kendisinden azabı kaldırır.
[024.009] Beşincisinde ise, eğer o (kocası) doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını ister.

Nur s. 8. ve 9. ayetlerde, kendisine zina isnadında bulunulan kadın şayet 4 defa zina yapmadığına dair yemin ederse, zina cezası almaktan kurtulmaktadır. 

Burada şöyle bir soru sorulmalıdır, bu soruya alacağımız cevap, Kur'an'ın evli kadın ve erkek zaniye verdiği cezayı ortaya çıkaracaktır.

Eğer bu kadın zina ettiğini itiraf etmiş olsaydı alacağı ceza ne olacaktı?

Bu sorunun cevabı için surenin 2. ayetinde geçen ve zina eden kadın ve erkeğe verilen 100 değnek cezası için kullanılan, ve bu cezanın açık bir alanda ve herkesin görebileceği bir şekilde olmasını emreden cümle içinde geçen Azabehuma kelimesi anahtar bir mahiyet arz etmektedir.

Nur s. 8. ayetine baktığımızda zina etmediğine dair yemin etmesinin o kadından cezayı kaldıracağı bildirilmekte, bu beyanın Arapça metni ise, Ve yedreu anhel azabe şeklindedir. 

Burada şöyle bir sorulacaktır; 

Kadından kalkan azap yani ceza, hangi cezadır?

Cevap= Nur s. 2. ayetinde geçen Azabehüma kelimesi 100 değnek cezasının ifade ettiğine göre, Nur s. 8. ayetinde geçen kendisine yapılan zina isnadını ret eden kadından kalkan ceza 100 değnek cezasıdır. 

YANİ EVLİ KADIN ŞAYET ZİNA ETTİĞİNİ İTİRAF ETMİŞ OLSAYDI, ALACAĞI CEZA 100 DEĞNEK CEZASI OLUP, KENDİSİNE YAPILAN ZİNA İSNADINI RET ETMEK SURETİ İLE İTİRAFI HALİNDE ONA UYGULANACAK OLAN 100 DEĞNEK CEZASI ONDAN KALKMIŞTIR.

Şimdi soruyoruz, Allah (c.c) zina eden kadın ve erkeğin, evli veya bekar olduğuna bakmadan, 100 değnek ile cezalandırılması hükmünü kesinleştirdiğine göre (Nur s.1 ayet), aynı kitap içinde zina eden evliler için ayrı bir ayet indiğini iddia etmek, Kur'an'da çelişki olduğu iftirasını atmak değil midir?. Recm cezasını savunmak demek, aynı zamanda Kur'an'a karşı yapılmış bir çelişki isnadını da savunmak anlamına gelmektedir. 

Recm cezası, Allah'ın ayetlerinin nasıl işlevsiz bırakılabileceğine dair verilebilecek bir örnektir. Allah (c.c) nin zina suçuna verdiği cezayı beğenmeyerek, farklı ceza uygulaması isteklerinin Allah'ın ayetlerine ve elçisine yalan iftiralar düzmek sureti ile İslami bir kılıf uydurma çalışmaları, biz Müslümanların yüz karalarından bir tanesidir. Nur s. 2. ayetine bakıldığında bu cezanın Allah'ın Dini olduğu beyan edilmektedir. Bu cezanın dışında bir cezayı dine yamamaya kalkmak, Allah'ın dininin üzerine din bina etmeye çalışmaktan başka bir şey değildir.

İşin daha acı bir yönü ise, recm cezasını kabul etmeyenlerin, Kafir, Zındık, Hadis sünnet inkarcısı gibi yaftalarla suçlanmış olmasıdır. Yine işin daha ahlaksızca bir yönü ise, recm cezasını ret edenlerin zina etmeyi meşru gören, fakat bu suçun cezasının bu kadar ağır olmasını istemeyenler oldukları iddiasıdır.

Ayrıca bu cezanın Muhammed (a.s) tarafından uygulandığı iddiaları da, ona yapılmış ayrı bir iftiradır. Kendisine inen kitabın ayetlerinin hükmüne aykırı hareket eden bir elçi portresini Muhammed (a.s) için düşünmek, ona yapılmış en büyük iftiralardan birisidir. Recm cezası neresinden tutsak maalesef elimizde kalmaktadır.

Recm konusu aynı zamanda biz Müslümanlar için Kur'an'ın ne ifade ettiğini de ortaya koyan bir imtihan konusudur. Kur'an'ın beyan ettiği bir cezanın karşısına başka bir ceza ile çıkmak demek olan recm cezası, bu cezayı savunanların Kur'an'ı nasıl arkalarına attıklarının canlı bir örneğidir. 

Mütevatir sünnet Kur'an ayetini nesheder şeklinde bir hezeyan dolu iddia ise, recm cezasını meşrulaştırmak için ortaya atılmış iddialardan bir tanesidir. Kur'an'a aykırı hareket ettiği iftirası ortaya atılan Muhammed (a.s) ın recmi uyguladığı iddiası, bu konudaki Kur'an ayetinin hükmünü kaldırabileceği tezinin ortaya atılmasına sebep olmuştur. Yani Muhammed (a.s) Allah'ın zina konusundaki cezasını az görerek, daha etkili bir ceza uygulamış, ve bu ceza ile Kur'an ayetinin hükmünü kaldırma yetkisi olduğu zannı yayılmaya çalışılmıştır.

Yine bu cezanın Tevrat'ta olduğu, Nur s. 2. ayeti gelene kadar, Muhammed (a.s) ın recm cezasını uyguladığı, ayet indikten sonra bu cezayı uygulamadığı iddiaları ortaya atılmaktadır. Başka bir yazıda bu konuyu ele almaya çalıştığımız için burada sadece recm cezasının Tevrat'ta Allah (c.c) tarafından indirilen bir ceza olmadığı, şayet var ise İsrailoğullarının böyle bir cezayı Tevrat'a dahil etmiş olmalarının kuvvetli bir ihitmal olduğunu, burada kısaca söylemek istiyoruz.

Sonuç olarak; Kur'an zina eden kadın ve erkeğe evli bekar ayrımı yapmadan 100 değnek cezası vermiş olmasına rağmen, bu cezanın bekarlar için geçerli olduğu, evliler için recm cezası uygulanması gerektiği, İslam dünyasında yaygın olan bir görüştür. 

Allah'ın evliler için ayrı bir ayet indirdiği, bu ayetin mushafta metni olmasa dahi hükmünün geçerli olduğu iddiası, akıllara zarar bir teori ile ortaya konulmakta, fakat bu teorinin yol açtığı tehlikeler görmezden gelinmektedir. Böyle bir iddianın yol açtığı tehlikelerden sadece bir tanesi, Allah'ın çelişkisiz bir kitap olarak beyan ettiği kitabına karşı, o kitapta çelişki olduğu iddiası olup, bu tehlikenin ne yazıktır ki farkına dahi varılmamakta, bu  cezayı ret edenler tekfir edilmektedir.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


21 Temmuz 2017 Cuma

Kur'an Müslümanlığı'nın Gidişatı Hakkında Bir Öz Eleştiri

Türkiye gündemine yaklaşık 50 sene kadar önce giren ve geleneksel din anlayışının rivayeti öncellemesine karşı, Kur'an'ın öncellenmesini öneren bir düşünce akımı olan Kur'an Müslümanlığı, kişisel gözlemlerimize dayanarak vardığımız kanı sonucunda artık tıkanma noktasına gelmiş, antitez ve ilmi bir temelden yoksun olarak ortaya çıkmasının sonucu, elle tutulur gözle görülür herhangi bir düşünce üretememiş olmasından dolayı, kendilerini daha önce bu isimle tanıtan bazı kimseler tarafından, Kur'an'ın bugün bizim için ne ifade ettiği şeklinde sorgulamaları ve Kur'an'dan kaçışları gündemdeki yerini almaya başlamıştır.

Allah (c.c) yi yaratıcı olarak tanıyan, fakat onun yarattığı kulları üzerinde tasarruf hakkını hatırlatan elçi ve kitapları ret eden bir düşünce akımı olan Deizm, daha önce kendisini Kur'an'a nisbet ederek tanıtan bazı kimseler arasında revaç bulmaya başlamış, bir kısım kimsede ise, bu akımın kitaba ve elçiye iman eden fakat kitap ve elçinin hayat içinde işlevini yansıtmayan, Deizm'e farklı bir boyut kazandıran Kuran'cı Deizm akımı oluşmaya başlamıştır

Yazımızda bu akımın neden bu noktaya geldiği hususundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışarak, daha sonraki Kur'an'ın hayatımız içindeki anlamı ve yeri nasıl olmalıdır? konulu yazılarımıza zemin hazırlamaya gayret edeceğiz. Kur'an Müslümanlığı deyimini kullanmış olmamız, genelde bu isimle bilindiği için olup, bu deyimi kullanmanın sakıncaları konusunu daha önce işlemeye çalışmıştık.

Kur'an Müslümanlığı, rivayet ve kişilerden beslenen din algısına karşı Kur'an'ın dinde belirleyici olması düşüncesi etrafında toplanan az sayıda Müslüman'ın gayretleri sonucunda Türkiye gündemine oturmuştur. Fakat bu hareket bugün, daha önceleri kendisini Kur'an Müslümanı olarak niteleyen bazı insanların nezdinde miadını doldurmuş bir hareket olarak görülmekte, ve Kur'an'ın insan hayatı için pek de gerekli bir kitap olmadığı düşüncesinden yola çıkılarak, kökü batı kaynaklı Deizm olan, fakat Türkiye genelindeki tabanı daha önce İslam'ı savunan bir kısım insan tarafından oluşturulan bir inanç sistemi etrafında toplanılmaya başlandığı gözlemlenmektedir. 

Deizm, felsefe olarak insanın fıtratındaki sese kulak vermesi ve bu sesin ona kendisini ve yaşadığı alemi bir yaratan olduğunu ve ona inanması gerektiğini söylemesi bakımından belki makul bir düşünce akımı olarak görülebilir. Fakat bu makuliyetin, hayatında kitap ve elçi ile muhatap olmamış insanlar için geçerli olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır. Hayatında kitap ve elçi ile muhatap olmuş, hele bir de kendisini bir zamanlar Kur'an Müslümanı olarak tanıttıktan sonra Deist olmuş insanlar için, bu düşünce artık bir inkarcılık felsefesi haline dönüşmektedir.

Kur'an'ın neden bu insanlar nezdinde artık gözden düşmeye başladığı meselesi uzun uzadıya ve bir çok yönden bakılarak irdelenebilecek bir konudur. Biz bu noktaya gelme sebeplerine bu akımın Türkiye genelindeki tarihçesini kısaca özetleyerek başlayabiliriz. 

Bu akımı başlatanlar samimi ve gayretli insanlar olmakla birlikte, akademik ve ilmi alt yapıdan yoksun olmaları nedeniyle, işe öncelikle rivayet kültürünü şiddetli biçimde eleştirerek başlamışlar, bundan dolayı rivayet kültürü savunucuları ile aralarında müthiş bir düşmanlık belirmiştir. Bu düşmanlık halen sürmekte olup, özellikle Kur'an'ı savunan kesimin tebliğ ve insanlara yaklaşım konusunda, savundukları kitabın önerdiği metodu ısrarla kullanmadığını üzülerek söylemek istiyoruz. 

Kur'an'ı savunan kesimi özellikle suçlama sebebimiz, Kur'an'ı öncellediklerini iddia etmiş oldukları halde, farklı düşüncelere yaklaşım konusunda kitaba uygun davranışlar sergilememiş olmalarından ötürüdür. Aslında her iki tarafın da birbirlerine olan yaklaşımları üslup ve edep bakımından, İslam adına hareket ettiğini iddia edenlere asla yakışmamaktadır.

Yıllardır ve halen Kur'an Müslümanlığı adına söz söyleyenlerin ve üretim yapanların büyük bir çoğunluğu, Hadis, Sünnet, Mezhep, Tarikat v.s gibi geleneksel din algısına karşı ilan edilen bir savaşın erleri olarak savaş meydanlarında yerini almış, karşısındaki düşmanı yerle bir etmek için ellerinden geleni yapmaktadır. Halbuki bu insanlar tez olarak Kur'an üzerinde yoğunlaşan bir tebliğ ve çalışma yöntemi kullanmış olsalardı, bugün rivayet kültürünü savunan birçok kimse, savundukları yanlışları görme fırsatına sahip olabilirdi. Fakat ne yazık ki, kullanılan yanlış yöntemler, rivayet kültürü savunucularının sahip oldukları düşünceye daha sıkı sarılmalarına sebep olmaktadır.

Bazı kimselerin inandıkları din ile yaşadıkları hayat arasındaki uçurumu kapatamamaları, Kur'an'dan kaçışı hızlandıran bir etken olarak önümüzde durmaktadır. Yaşadığı seküler hayattan taviz vermeden Kur'an Müslümanı olmak isteyenlerin bir kısmı, bu işin böyle olmayacağını anladıklarında, yaşadığı hayatı terk etmeyi değil, inandıkları kitabı terk etmek sureti ile yaşadıkları ikilemden kurtulmayı denemektedirler.

Kısacası halen Kur'an Müslümanlığı akımı, yöntem ve metodoloji sıkıntısı içinde bocalayan bir hareket olarak, bu hareket içinde yıllarca kalmış bazı insanlar arasında bir doyum ve bıkkınlık meydana getirmiş, bu insanların bir kısmının artık Küstüm ben oynamıyorum diyerek meydandan  çekilmelerine sebep olmaktadır.

Kur'an'ın yakın yıllarda ilahiyat alanında çalışan akademik kariyer sahibi insanların da gündemine gelmesi, Kur'an'ın anlaşılması konusundaki yöntem hatalarının da onlar tarafından konuşularak daha ciddi bir şekilde gündeme gelmesine, ve yöntem konusunda yeni öneriler getirilmesine sebep olmuştur. 

Olayları, içinde bulunduğu tarihsel koşulları dikkate alarak anlamaya çalışan batı kaynaklı bir düşünce akımı olan Tarihselcilik, Kur'an'ın doğru anlaşılması için teklif edilen bir yöntemlerden birisi olarak Türkiye gündeminde tartışılmaya başlanmıştır. Tarihüstücülük  olarak niteleyebileceğimiz, Kur'an'ın doğru anlaşılmasında, bu kitabın nazil olduğu toplumun sosyal ve ekonomik şartlarının göz önüne alınmaması sonucunda ortaya çıkan Kur'an anlayışlarının nereye vardığı dikkate alındığında, Kur'an'ın tarihsel döneminin anlaşılması büyük önem arz etmektedir.

Türkiye bazında Kur'an'ın tarihsel yöntem ile anlaşılmasını savunan akademisyenlerin, Kur'an'ın tarihsel bir kitap olmasından ötürü artık bu kitabın bize dair söyleyebileceği herhangi bir şey olmadığını savunduklarını söylemenin, onlara karşı yapılabilecek bir haksızlık olacağını öncelikle söylemek istiyoruz. Bu kimselerin ortaya koyduğu düşüncenin temelinin, Kur'an'ın tamamen evrensel bir kitap olduğuna dair ortaya konulan düşüncelerin yanlışlığının dile getirilmesi olduğunu söyleyebiliriz. 

Kur'an'ın tarihsel bir kitap olarak artık bugün bize herhangi bir şey söylemediği iddialarının ise, bu kimselerin açtığı tarihselcilik düşüncesi ile yetinmeyerek daha ileri gitmek isteyen kimselerin, Kur'an konusunda düştükleri çıkmazın çözümü için ortaya attıkları düşünceler olduğunu söylemek mümkündür. Ancak tarihselciliği ortaya atanları bu konuda suçlamamakla birlikte, bu düşüncenin ortaya atılmasıyla, Kur'an'dan kaçmanın bazı kimseler arasında daha hızlandığı, ve bu kaçmaya gerekçe olarak tarihselcilik düşüncesinin merdiven hazırladığını da görmekteyiz.

Tarihselciliğin bazı kimseler arasında, Kur'an'ın artık geçmişte kalmış ve o çağın Araplarına söylediği bir söz olduğu, bu kitabın evrensel olarak görülebilecek ayetlerinin ise zaten insan fıtratında bulunan bilgiler ile bilinebileceği, dolayısı ile bugün yaşayan insanların kutsal kitapların tahakkümüne !! ihtiyacı olmadığı olarak görülmesi, tarihselcilik düşüncesinin bir ileri adımı olarak, eskiden kendisini Kur'an Müslümanı olarak niteleyen insanların bir kısmında rağbet görmektedir.

Kısacası, kendisini daha önce Kur'an Müslümanı olarak niteleyen, fakat inandıkları kitap konusunda bazı sıkıntılar yaşayan insanlar, bu kitabı ve bu kitabın önerdiği hayatı terk etmek için gerekli olan alt yapıyı, maalesef tarihselcilik düşüncesinin kendilerine verdiği cesaretten almaktadırlar. Tarihselciliğin böyle bir düşünceye kapı aralamasını iddia etmiş olmamız, bu düşüncenin tamamen mahkum edilmesi gerektiğini savunanların yanında olduğumuzu da göstermemelidir.

Kanaatimiz o dur ki, Kur'an'ın kendi tarihinde okunması ve anlaşılması ile, onun tarihsel bir kitap olarak görülerek tamamen terk edilmesi düşüncesi arasında bir fark olması gerektiğinin anlatılması ve anlaşılması gerekmektedir. Aksi takdirde insanlar bu kitabın sorumluluğundan kendilerini kurtarmanın yolu olarak tarihselcilik düşüncesini göstermek sureti ile, kaçışlarına meşruiyet kazandırmaya çalışacaklardır.


Kimsenin üzerinde vekil olmadığımızı, kimseye vekil olarak gönderilmediğimizi elbette bilmekteyiz. Ancak Allah (c.c) nin gönderdiği kitap ve elçileri ret eden bir hayattan hesap gününde sorumlu tutulacağımıza olan inancımız, bizleri bu kaçışların en aza inmesi, ve konuda çözümlerin üretilmeye çalışılması gerektiğini düşündürmektedir.

Yazımızın başlığında da belirttiğimiz üzere, bu yazımız bir öz eleştiri mahiyetinde olup, Kur'an konusunda çıkmaza düşerek, düştüğü çıkmaz sonucunda bu kitabın artık hayat için gereksiz olduğu yönünde üretilen düşüncelere tutunmanın çözüm olmadığını söylemek için, önce bu noktaya nasıl gelindiğinin ortaya konulması, yapılan hataların dile getirilmesi gerekmektedir. Bundan sonra elimizden geldiğince, düşülen hatalara dikkat çekmeye çalışacak, hataların telafisi için gereken çözüm önerilerini sunmaya çalışacağız.

Buradan Kur'an üzerinde düşünen, okuyan, yazan ve konuşan kesime bir çağrıda bulunmak istiyoruz;

Kısır tartışmalar yerine insanların neden böyle bir duruma geldiğini düşünerek, bu durumu hızlandıracak kavgaları bırakarak, elle tutulur gözle görülür somut öneriler sunmak sureti ile, Kur'an konusunda düşünen insanlara ışık tutmaya çalışmanız, sizler ve herkes için daha faydalı olacaktır.

10 Temmuz 2017 Pazartesi

Kur'an Müslümanlığı Deyimi ve Ayrıştırıcı Söylemlerin Müslümanlar Üzerindeki Zararları

Kur'an Müslümanlığı, Kur'an'ın Türkiye'de yaşayan Müslümanların gündemine gelmesi ile ortaya çıkan bir deyimdir. Bugün Türkiye genelinde bazı Müslümanların kendilerini bu deyimin ifade ettiği anlam çerçevesi etrafında tanıtmalarına sebep olan etkenlerden bir tanesi, klasik din anlayışında Kur'an'ın belirleyici olmaması, din adına belirleyici olan şeyin rivayet kitapları, ve isimleri etrafında karizmatik bir yapı oluşturulmuş olan kişiler olmasıdır.

İslam adına ortaya konan düşüncelerin Kur'an tarafından onay almasının olmazsa olmazlarımızdan olması gerektiği noktasında hemfikir olmamıza rağmen, bu söylemin birleştirici bir söylem olmak yerine, ayrıştırıcı bir söylem haline gelmiş olmasının ortaya çıkardığı bazı olumsuz durumlara dikkat çekmeye çalışmak, bu yazının konusu olacaktır.

Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçip-beğendim. (Maide s. 3)

Bugün yeryüzünde İslam dinine mensup olduğunu iddia eden, yüz milyonlarca kişi bulunmaktadır. Herhangi bir din veya ideolojinin temelinde, insanların birbiri ile daha sıkı bağlar kurmasını amaçlamak yatmakta iken, bugün kendisini İslam'a mensup olarak gören insanların aralarında böyle bir bağı kuramamış olmaları ilginç olduğu kadar da üzüntü vericidir. 

Bugün yeryüzünde mevcut olan topluluklara baktığımızda, kendi içlerinde birbirlerine düşman olan toplulukların başında kendisini İslam'a mensup olarak görenler yatmaktadır. Bu dine mensup olanların birbirleri ile ilişki kurmaları ve birbirlerini sevmeleri için, aynı dine mensup olmanın verdiği üst kimliği dikkate almaları gerekirken, mezhep, meşrep, tarikat, cemaat v.s gibi unsurları öne çıkararak, alt kimlikler üzerinden aidiyet oluşturmaya çalıştıkları gözlemlenmektedir.

[041.033]  Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve: «Gerçekten ben müslümanlardanım» diyenden daha güzel sözlü kimdir?

Ben Müslümanlardanım diyerek en geniş çerçevede birliktelik oluşturması gereken Müslümanlar Muhammed (a.s) ın vefatının sonrasında çeşitli saiklerle birbirlerine düşman olmuşlar, ve o düşmanlıklar hız kesmeden bugüne kadar sürmüş, halen de sürmektedir. 

                                       Müslümanları birleştirici bir kitap olarak Kur'an

Kur'an, İslam dininin temel kitabı olarak tüm Müslümanların iman ettiklerini iddia ettikleri bir kitaptır. Bu kitaba gerçek olarak iman etmek demek, sadece ona dil ile iman ettiğini söylemek şeklinde değil, muhteviyatını hayat içinde pratiğe aktarmakla mümkündür. 

[003.103] Toptan Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Allah'ın size olan nimetini anın: Düşmandınız, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı. Allah, doğru yola erişesiniz diye size böylece ayetlerini açıklar.

Bu kitabın muhteviyatında bulunan bazı ayetler, ayrılığın getireceği zararları, ve birleşmenin getireceği faydaları bizlere hatırlatmaktadır. Kur'an'ın rehberliğinden kendisini soyutlamış olan Müslümanlar, bir çok mezhep ve hizbe bölünerek birbirlerine düşman olmuşlardır. 

Kur'an'ın birleştiriciliğinde buluşmanın gereğine inananların büyük çoğunluğunun bu birleştiriciliği en geniş çerçevede anlamak ve uygulamak yerine, eleştiri konusu yaptıkları hizip ve fırkalarla aynı kulvara düşerek kendilerini Kur'an Müslümanı olarak tanımlamaları, onlarında başka bir fırka olarak ortaya çıkmalarını beraberinde getirmiştir.

Bugün kendisini Kur'an Müslümanı olarak tanımlayan insanların İslam adına ortaya koydukları söyleme baktığımızda,hadis ve tasavvuf menşeli İslam anlayışını kıyasıya eleştirmek olduğunu görmekteyiz. Hadis ve tasavvuf menşeli İslam anlayışının elbette eleştiri konusu yapılabilecek bir çok yönü vardır, fakat bu eleştiriyi yaparken ortaya konan söylemin problemli olduğunu düşünmekteyiz. 

Kendilerin Kur'an Müslümanı olarak niteleyenlerin birçoğunun, hadis ve tasavvuf merkezli din anlayışını savunan kimseleri düşman olarak ilan ettikleri görülmektedir. Halbuki Kur'an'ı merkeze aldığını iddia eden bu insanların, tebliğ yöntemlerini de bu kitap içinden alması gerektiği önemli bir noktadır. 

[016.125]  Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir.

Şu nokta iyice kavranmalıdır ki, Kur'an'ı öncellemek demek, hiç kimseye bu kitabın dışında başka kitapları öncelleyenleri tahkir etmek hakkını vermez. Kur'an etrafında bir söylem üretmek demek, bu söylemi ulaştıracağımız insanlara karşı nasıl davranmamız gerektiğini de bu kitaptan öğrenmek ve hayata geçirmek demektir. Çağrıyı ulaştıracağı kimseyi dışlayarak, ötekileştirerek, tahkir ederek yapacağı davranışlar, bu çağrının gerekli kişilere ulaşmasını engellediği gibi, Kur'an'a karşı daha sert bir şekilde sırt dönülmesine sebep olacaktır.

Özellikle sanal ortamın verdiği imkanları kullanarak din adına inandıkları doğruları diğer insanlarla paylaşmaya gayret eden kimselerin bu doğruları paylaşırken birbirlerine karşı kullandıkları üslup maalesef içler acısı bir durum arz etmektedir.


Sanal ortamda yaptığı paylaşımlarda Kafir, Müşrik gibi dini kavramları günde en az 100 defa paylaşmaz ise Allah (c.c) katında sanki sorumlu olduğunu zanneden bir kısım insan, bu sayıyı doldurmak için önüne gelene bu kavramları kullanarak önüne geleni tekfir ve tahkir etmeyi marifet sanmakta, yaptığı yanlışın sebep olduğu yıkımın farkına bile varmadan büyük bir cihat yaptığını zannetmektedir.

[022.078] Ve Allah için hakkıyla cihad edin. O, sizi seçmiş ve babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamaıştır. Daha önce resulün size şahid olması, sizin de insanlara şahidler olmanız için size müslüman adını veren O'dur. Şu halde namaz kılın, zekat verin ve Allah'a sarılın. O'dur sizin Mevlanız. Ne güzel Mevla, ne güzel yardımcı.

Bize Müslüman adını veren Allah (c.c) nin verdiği bu ismin önüne veya arkasına takılacak her türlü ilave, ki bu Kur'an olsa dahi gereksiz bir ilavedir. Müslüman olduğunu iddia eden bir kimsenin, zaten Kur'an'ı temel kaynak olarak görmek, inancını bu kitabın onayına sunmak gereği vardır. Kur'an'ı temel kaynak olarak görmeyenlere tepki olarak ortaya konulacak her türlü söylem, ayrıştırıcı ve ötekileştirici olması bakımından tavsiye edilen bir söylem değildir.

Fırka ve hizipçiliği yasaklayan bir kitabın, fırka ve hizipçiliği körükleyen söylemleri desteklemesi ve onaylaması elbette mümkün değildir. Kur'an'ı eline alarak inancını bu kitabın onayına sunan kişilerin dikkate alması gereken en önemli konu, ortaya koyacakları söylemin birleştirici ve nefret ettirici olmamasına gayret etmesi olmalıdır.

Din adına başka kaynak ve kişileri öncelleyen kimselere karşı tavsiye edilen tebliğ dilini kullanmak, ayrıştırıcı ve ötekileştirici söylemlerin yerini, birleştirici söylemlere bırakmasına, farklı düşüncede olanların ise bu düşüncelerini edep ve üslup dairesinde birbirleri ile konuşarak ortak bir noktaya varmalarına sebep olacaktır.

Sonuç olarak; Birlik ve beraberliği her zaman ihtiyacımız olan biz Müslümanlar, birlik ve beraberliğimiz bozacak her türlü kavgayı terk ederek, aramızda mevcut olan sorunları iman iddiasında bulunduğumuz kitabın bizlere öğrettiği yöntem dairesinde halletmeye gayret etmeliyiz.

Kendilerini Kur'an ile tanımlayan kimselerin ise bu noktada daha fazla sorumluluk sahibi oldukları hatırdan çıkarılmamalıdır. İnanç ve düşüncesini Kur'an'ın belirlediğini iddia ederek karşısındaki insana karşı nasıl bir üslup kullanacağını Kur'an'ın belirlemediği insanların ortaya koyacakları sözlerin inandırıcılığı maalesef olmayacağı gibi, aksi tesir yaparak Kur'an'a karşı cephe alınmasına sebep olacaktır.


Müslüman ismini yeterli görmeyenlere karşı, bu ismin önüne veya arkasına tepki olarak ortaya konan her türlü ilave isim, fırka ve hizipçiliği doğuracağı için bu konuda dikkatli davranılması gerekmektedir. 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

30 Haziran 2017 Cuma

Kıyamet Alametleri İle İlgili Rivayetlerin Kur'an Açısından Değerlendirilmesi

Kıyamet olarak bildiğimiz vakit, yaşadığımız dünyanın son bulması ile yeniden başlayacak ebedi bir hayatın merhalelerinden birisidir. Rivayet kitaplarında Kıyamet Alametleri başlığı altında verilen bilgilere baktığımızda, bu vakit gelmeden önce yaşanacak bazı olaylar hakkında Muhammed (a.s) tarafından verilmiş olduğu iddia edilen bazı bilgilere rastlamaktayız. Fakat Muhammed (a.s) a indirilen kitap içinde onun söylediği iddia edilen kıyamet alametleri ile ilgili rivayetleri bırakın doğrulamak, taban tabana zıt bilgiler bulunmaktadır. 

Yazımızda, bu konuda bize gelen hangi bilgilerin tercih edilmesi gerektiği, Kur'an haricindeki kıyamet alametleri ile bilgilerin tercih edilmesinin kişiler üzerinde oluşturabileceği bir takım tehlikelere dikkat çekmeye çalışacağız.

Kur'an'ın kıyamet saati ile ilgili verdiği bilgilere baktığımızda, bir çok ayette o saatin ansızın geleceği (6.31-7.187-12.107-22.5), o saatin vaktini Allah'tan başka kimsenin bilmediğini (31.34-33.63-41.47) gibi bilgiler bulunmaktadır. Ayrıca kıyametin gaybe dair bir alana dahil olmasını dikkate aldığımızda, yine Kur'an'da gaybı Allah'tan başka kimsenin bilmediğine dair bir çok ayet bulunmaktadır (27.65- 6.59). Gayb konulu ayetlere baktığımızda, Muhammed (a.s) ın gaybi alana dair herhangi bir bilgisi olmadığını da görmekteyiz (6.50-11.31).

Kur'an ayetlerini bu konuda kesin bilgi kaynağı olarak aldığımızda, rivayet kitaplarında karşımıza çıkan, kıyamet kopmadan önce vaki olacak bazı olayların, nasıl oluyor da Muhammed (a.s) tarafından haber verilebildiği sorusu sorulacaktır. Çünkü Kur'an'ın bu konuda verdiği bilgiler ışığında konuyu değerlendirdiğimizde, taban tabana zıt bir durum ortaya çıkmaktadır.

Hadislerin Kur'an'a değil rivayet zincirine bakarak sahih olup olmadığı yönünde karar veren klasik hadis usulüne bile baktığımızda, güvenilmez ve uydurma olma ihtimali yüksek olarak görülen rivayetlerin başında, geleceğe dair haberleri ihtiva eden  rivayetler gelmektedir. 

Ancak, Muhammed (a.s) dan geldiği rivayet edilen hadislere Kur'an'dan daha fazla itimat eden, hadisleri Kur'an ile eşdeğer tutan, hadis yolu ile gelen bir bilgi ile, Kur'an yolu ile gelen bilgi çeliştiği zaman, hadisleri tercih ederek aradaki çelişkiyi çeşitli tevillerle izah etmeye çalışan, tevil yapamadığı yerde ayeti hadisi doğrulayacak şekilde tahrif etmekten çekinmeyen bir damara sahip olmamız, kıyamet alametleri ile bilgiler konusunda hangi adrese müracaat edilmesi gerektiğini, hangi kanaldan gelen bilginin daha doğru ve güvenilir olduğu konusunda bir çok Müslüman'ın net bir fikir sahibi olmamasının başta gelen sebeplerindendir.

Biz daha çok Kur'an'ın bu konuda verdiği bilgilerin göz ardı edilerek, rivayetler kanalı ile gelen bilgilerin tercih edilmesinin, doğurabileceği bazı sonuçlara dikkat çekmeye çalışacağız.

Kıyamet alametleri ile ilgili olarak rivayetler kanalı ile gelen bilgi ile, Kur'an kanalı ile gelen bilgiyi mukayese ettiğimizde, rivayetler kanalı ile gelen bilgilerin genel mantığında, kıyamet saatinin gelmesi için bazı olayların gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu da demek oluyor ki, bu olaylar gerçekleşmeden kıyamet kopmayacaktır, örneğin;

Bilindiği üzere, İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir süre önce yeniden yeryüzüne ineceği, yeryüzünde yaşadığı zaman zarfında bir takım icraatlarda bulunacağına dair neredeyse Mütevatir Hadis olduğuna inanılan bir takım rivayetler bulunmakta, bu rivayetleri ret etmenin küfür olduğuna inanılmaktadır.

Bu rivayetlerin doğru olduğuna inananların penceresinden baktığımızda, İsa (a.s) halen yeryüzüne inmemiş, inmesi beklenmekte, ne zaman ineceği konusunda herhangi bir tarih verilememektedir. Aynı şekilde Aşura olarak bildiğimiz ayın faziletleri anlatılırken, kıyamet bu ay içinde, Cuma gününün faziletleri anlatılırken, kıyametin Cuma günü bir akşam vaktinde kopacağı, Mehdi'nin gelmesi rivayetlere rastlamak mümkündür. Kıyamet alametleri olarak bahsedilen, fakat şu anda halen gerçekleşmemiş daha bir çok olayın vaki olmadığı bilinmektedir.

Bu rivayetler bizlere zımnen şu mesajı vermektedir; Kur'an tarafından her ne kadar kıyamet saatinin ansızın geleceğini bildirmiş, Muhammed (a.s) ın gaybı bilmediğini defaatle beyan etmiş, gayb'ı sadece Allah'ın bildiği gibi ayetleri ihtiva etmiş olsa da, bu ayetlerin aslında hiç bir kıymeti harbiyesi yoktur, rivayetler bu konuda belirleyici konuma sahiptir.

Şimdi sorarız; İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir zamanda yeryüzüne ineceğine inanmamak mı küfürdür? , yoksa kıyametin ansızın kopacağını beyan eden ayetleri dikkate almayarak, İsa (a.s) ın yeniden yeryüzüne gelene kadar kıyametin kopmamasının kesin olduğuna inanmak mı küfürdür?.

Allah (c.c) tarih boyunca gönderdiği elçilerine indirdiği vahiy muhteviyatı içinde, kıyamet saatinin her an gelebileceğini haber vererek, hiç kimsenin bir saniye sonrası için güvende olmamasını, dolayısı ile her an ölüm ve hesaba hazır bir hayat sürerek, insanların her an teyakkuz halinde bulunmasını amaçlamıştır.

Ancak rivayet kitaplarında Kıyamet Alametleri başlığı altında verilen bilgiler, kıyametin aniden kopacağını değil, bazı olayların gerçekleşmesinin ardından kopacağını haber vererek, Kur'an tarafından bu konuda verilen bilgileri yalanlamaktadır. Ayrıca gayb'ı sadece Allah (c.c) nin bildiğine dair ayetleri bir tarafa koyarak, gayb alanına dair bilgilerin Muhammed (a.s) tarafından bilinebilmesi, gayb bilgisinin ilahlık ile yakından alakası olmasından dolayı, beşer bir elçi olan Muhammed (a.s) ın ilahlık konumuna yükseltilmesi söz konusu olmaktadır.

Ayrıca, ağzından Kur'an ile çelişen bir söz çıkması imkan ve ihtimal dahilinde olmayan bir kimseye isnat edilen bu tür rivayetler, onun adına uydurulan yalan ve iftira anlamına gelmektedir.

Ayrıca, İslam adına ortaya attıklarını düşüncelerini Kur'an'ın belirlediğini, hadis ve sünnet'e karşı son derece sert bir tutum takınarak, hepsinin toptan çöpe atılması gerektiği savunan bir kısım kimse, kendilerini şeyh edindikleri kimseler tarafından ebced hesabı ile çıkarılan bir tarihte kıyametin kopacağını iddia etmektedirler. 

Miladi 2280 yılı olarak verilen tarihte kıyametin gerçekleşeceğini iddia eden bu kimseler, rivayet kültürünün bir başka taraftarları olarak karşımıza çıkmaktadır. Kıyamet saati konusunda rivayet kültürü yanlıları tarafından yapılan hataların tamamı, bu kimseler tarafından yapılmakta, Allah'ın gayb konusunda bilgisine ortak olduklarını bir şekilde bu kimseler de iddia ederek, Kur'an' kalkan edinerek, yeni bir rivayet kültürü ortaya atmaktadırlar.

Sonuç olarak; Rivayet kitaplarında yer alan Kıyamet Alametleri başlığı altında yer alan bilgiler, her ne kadar hadis usulü ile ilgili kitaplarda Zayıf, Uydurma gibi görülmüş olsa da, bu rivayetlerin doğruluğuna inanmak, itikadi sorunlara yol açma tehlikesi bakımından dikkate alındığında, pek  masum yalan ve uydurmalar olarak görülmemelidir.

Kur'an her konuda olduğu gibi kıyamet konusunda da son sözü söylemiş olup, bu sözün üzerine söylenen ve onunla çelişen her söz yalan ve iftira olarak görülmelidir. 

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

25 Mayıs 2017 Perşembe

Hakkı Yılmaz'ın "KUR'AN'DA ORUÇ" Adlı Makalesinde Kur'an Adına Uydurduğu Sözler Üzerinde Bir Mülahaza

Din adına konuşan insanların, din adına söyledikleri sözleri, Allah böyle diyor veya Kur'an böyle diyor şeklindeki sözler ile savunması, din adına yapılabilecek en büyük hatalardan birisidir. Sadece Kur'an'ın meali ile konuşulsa dahi bu sözleri söylemek büyük bir cesaret istediği halde, bazı kimseler din adına konuştuğu sözleri Kur'an'a veya Allah'a mal ederek, büyük bir hata içine  düşmektedirler. Yazımıza konu edeceğimiz şahsın KUR'AN'DA ORUC (İNSANIN KENDİSİNİ TUTMASI) başlıklı makalesinde bulunan oruç hakkındaki verdiği bazı bilgileri, Kur'an'a mal etmesi üzerinde durmaya çalışarak konuyu dikkatlerinize sunmaya çalışacağız.

Mezkur şahıs makalesinin başında Bakara s. 183-184. ayetlerinin meallerini verdikten (bu ayetlere verdiği anlamı yutikune kelimesi ile ilgili olarak açtığı başlık ile ilgili kısımda ele almaya çalışacağız), ve Savm kelimesinin tarifini yaptıktan sonra şunları söylemektedir;

"Lisânu’l-Arab’ın ifadesinden de anlaşıldığı üzere savm sözcüğü, “konuşmamayı” da kapsamaktadır. Bakara/183-187′de Müslümanlar için farz kılınan savm, yememeyi, içmemeyi, cinsel ilişkide bulunmamayı ve konuşmamayı gerektirir. Fakat birçok lügat ve ilmihalde, savm’ın sadece “yeme, içme ve cinsel ilişkiyi bırakma” olduğu yazılmıştır, ki bunu, yalnızca sözcüğünün anlamını bozan bir hata olarak değerlendirmek doğru olmaz. Çünkü bize göre bu, dine karşı büyük bir iftiradır. Eğer “terk-i kelam” savm’ın kapsamından çıkarılsaydı, bunun Kur’ân’da yer alması (yani, bizzat Allah tarafından çıkarılması) gerekirdi. Nitekim, Sizden kim o aya [Ramazân ayına] tanık olursa o ayı oruçlu geçirsin (Bakara/185) talimatıyla getirilen yeme, içme ve cinsel ilişki yasaklarına, Orucun gecesi refes [kötü söz, cima] size helâl kılındı (Bakara/187) buyruğu ile refese [kötü söze, cimaya] istisnâ getirilmiş, böylece oruç tutma geceleri kapsam dışı bırakılmıştır. Dinde belirleme işte böyle olur.

Helâl kılındı” ifadesi, daha evvel harâmlaştırılmış bir şey için kullanılır. Eşyada aslolan ibaha olduğundan, eskiden helâl olan bir şey için “helâl kılındı” denmez. Ayrıca Meryem/24-26′da, Sonra ona aşağısından/aşağısındaki kişi seslendi: “Sakın üzülme, Rabbin alt tarafında bir su arkı akıttı. Hurma dalını kendine doğru silkele, üzerine olgunlaşmış taze hurmalar düşsün. Sonra ye, iç, gözün aydın olsun. Sonra eğer beşerden birini görürsen, ‘Ben Rahmân’a bir oruç adadım, onun için bugün hiçbir kimseyle konuşmayacağım’ de buyurulduğuna göre, “terk-i kelam”, orucun aslî unsurudur. Kur’ân’da, “terk-i kelam”ın savm’ın kapsamından çıkarıldığına dair herhangi bir işaret olmadığına göre, oruç esnasında konuşmanın da terk edilmesi gerekir. Kişiyi takvâ sahibi yapacak olan orucun, kimseyi takvâ sahibi yapmayıp aksine savurgan ve riyakâr yapmasının arkasındaki sebep, orucun İslâm’daki gerçek anlamından farklı uygulanması olsa gerek."

Dikkat edilirse sayın Yılmaz savm sözcüğünün anlamının konuşmamayı da kapsamına almasını delil olarak göstererek, oruç yasaklarına konuşmamanın da dahil olduğunu iddia ederek, bunun böyle olmamasının Dine karşı büyük bir iftira olarak değerlendirmektedir. Meryem suresi içindeki ayetlere istinaden, orucun asli unsurunun terk-i kelam (konuşmama) olduğunu iddia eden sayın Yılmaz, eğer verdiği ayetlerden orucun asli unsuru hakkında bir çıkarım yapılabilecekse ayet içindeki ye iç emrinden, orucun asli unsurunun yememek ve içmemek, Meryem'in savmının ise sadece konuşmamak ile sınırlı olabileceğini neden düşünememektedir?.

Kur'an'ın Ramazan orucu ile ilgili emrinin konuşmamayı da kapsayıp kapsamadığını yine bu konudaki ayetlerinden anlamak mümkündür. Bakara s. 187. ayetinin kendi yaptığı çevirisi üzerinden oruçlu bir kimsenin neleri yapmaması gerektiğini öğrenebiliriz. 

187. Karşılıklı, beraberce oruç tutma gecesinde kadınlarınıza cinsellikle ilgili sözler, cinsel ilişki, size helâl kılındı. Onlar, sizin için bir giysidir, siz de onlar için bir giysisiniz. Allah, sizin kendinize hâinlik ettiğinizi bildi de tevbenizi kabul etti ve sizi bağışladı. Artık kadınlarınıza yaklaşın ve Allah’ın sizler için yazdığı şeylerden arayın. Ve fecrden, beyaz iplik siyah iplikten iyiden iyiye sizin için açığa çıkıncaya kadar yiyin-için. Ve geceye kadar orucu tamamlayın. Ve siz ilâhiyat eğitim merkezlerinde programlı ibâdet hâlinde iken onlara yaklaşmayın. Bunlar, Allah’ın sınırlarıdır, artık Allah’ın sınırlarına yaklaşmayın. Allah, Kendisinin koruması altına girsinler diye âyetlerini insanlara işte böyle açıkça ortaya koyar.

Bakara s. 187. ayeti oruç gecelerinde cinsel ilişki, yemek ve içmenin helal olduğunu beyan etmektedir. Bu ayetin mefhumu muhalifi, oruçlu olunan zamanlarda cinsel ilişkinin, yemek ve içmenin yasak oluşudur. Eğer oruç yasaklarına konuşmamak dahil olmuş olsaydı ayet bunu belirterek bizlere, " Ve fecrden, beyaz iplik siyah iplikten iyiden iyiye sizin için açığa çıkıncaya kadar yiyin-için ve KONUŞUN  şeklinde bir beyanda bulunurdu. Böyle bir beyanın olmaması, oruç yasaklarına konuşmanın dahil olmadığının en bariz delili olmasına rağmen, sayın Yılmaz bu yasağı ısrarla Kur'an'a mal etmektedir. 

Sayın Yılmaz'ın oruç hakkında Kur'an'a söylettiği sadece bu değildir. "184. ÂYETTEKİ يطيقون[YUTÎQÛNE] FİİLİ"  başlığı altında şunları söylemektedir;


İbn Abbâs, ط[tı] harfini şeddesiz, و [vav] harfini şeddeli olarak, يطوّقون[yutavviqûnehu/zorlukla bu oruca güç yetirenler] şeklinde okumuştur.3 Bu kıraate göre veya sözcüğün if‘âl babından olup bu babın hemzesinin de “izale” için olmasından hareketle ibare, “oruca güç yetirmiş [tutabilmiş] olanlar üzerine de bir yoksulun yiyeceği fidye vardır [borçtur]” şeklinde de anlaşılmıştır ki bu durumda, kişi hem oruç tutmak hem de fidye vermek durumundadır. 
Bizce bu âyet geçmiş ümmetlere ait oruç hükümlerini bildirdiğinden müslümanları ilgilendirmez. Müslümanlar, 185. âyette gösterilen kolaylık nedeniyle bu hükümlerden muaf tutulmuştur.Bu durumda, 184. âyetteki sayılı günler ifadesi, geçmiş ümmetlere farz kılınan orucun zamanını ifade etmekte olup Müslümanlara farz kılınan orucun zamanı [Ramazân ayı] ile ilgisi yoktur.Sayılı günler’in, hangi günler ve kaç gün olduğuna dair Kur’ân’da herhangi bir ifade yer almamaktadır. Herhangi bir değeri olmamakla birlikte bu husustaki görüşleri naklediyoruz:
Sayın Yılmaz Sayılı günler deyiminin Ramazan ayı ile ilgili olmadığını, bunun geçmiş ümmetler ile alakalı olduğunu söylemektedir. Bu iddiasını ise Bakara s. 183. ve 184. ayetlerini birbirine karıştırmak sureti ile ortaya koymaktadır. 

183,184Ey iman etmiş kimseler! Karşılıklı, beraberce oruç tutmak, Allah’ın koruması altına giresiniz diye, sizden öncekilere, ‘sayılı günlerde, o nedenle sizden her kim hasta olursa veyahut çiftçilik, ticaret, askerlik, eğitim- öğretim gibi gidiş gelişli; hareketli bir iş üzere olursa diğer günlerden sayısıncadır. Oruca gücünü kaybetmiş olanlar/gücü yetenler üzerine ise bir yoksulun yiyeceği, kurtulmalık olarak borçtur. Kim de gönüllü hayır-iyilik yaparsa bu kendisi için çok hayırlıdır/yararlıdır. Ve eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için hayırlıdır/yararlıdır’ şeklinde farz kılındığı gibi, size de farz kılındı.

"Teknik yapısı itibariyle 184. âyetin bağımsız bir cümle değil, 183. âyetin bir parçası; tümleci olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda 184. âyet, 183. âyete iki şekilde bağlanabilir:" diyerek şöyle devam etmektedir;

"A) 184. âyet, 183. âyetteki, size yazıldı fiiline bağlanabilir. Buna göre anlam, “Ey iman etmiş kimseler! Oruç tutmak, takvâ sahibi olasınız diye, sizden evvelkilere yazıldığı gibi size de sayılı günlerde, o nedenle sizden her kim hasta olursa veyahut yolculuk üzere olursa diğer günlerden sayısıncadır. Oruca takati zail olmuş olanlar/gücü yetenler üzerine ise bir yoksulun yiyeceği fidye vardır [borçtur]. Kim de gönüllü hayır [iyilik] yaparsa bu kendisi için çok hayırlıdır [yararlıdır]. Ve eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için hayırlıdır [yararlıdır] şeklinde yazıldı [farz kılındı]” şeklinde olur." 

Şeklinde yani bütün meallerde gördüğümüz anlamı verdikten sonra, bu anlam için şunları söylemektedir;

"Bu durumda, ya mü’minlere Ramazânın haricinde başka “sayılı günlerde” orucun faz kılındığı, ya da 185. âyetin 183-184. âyetlerin açılımı olduğu kabul edilecektir. Bu ise, 185. âyetteki mesaj dikkate alındığında tercihe şayan olmaz."

Yani sayın Yılmaz, bütün meallerde gördüğümüz şekilde verilen bir anlamın, Ramazan ayı haricindeki günlerde de orucun farz kılınmış olabileceği anlamı çıkacağı için, bu tür anlam vermenin tercih edilemeyeceğini söylemektedir. Halbuki sadece 183. ayetin sonundaki Lealleküm tettekune ibaresinin ayet sonu olduğunu, ve bunun başka ayetlerde de aynı şekilde olduğunu dikkate almış olsaydı, her iki birbirine karıştırmak sureti ile anlamı bozmaya cesaret edemezdi. Sayın Yılmaz, orucun Ramazan ayı içinde tutulması gerektiğini düşünmekle birlikte, bu konuda girdiği zorlama yorumların sebebi merak konusudur. 

Oruç konulu ayetleri bir çocuk dahi okumuş olsa kolayca anlayabilecek iken, mezkur şahsın bu ayetler üzerinde oynamalar yaparak, farklı yorumlar çıkarmaya çalışmasının amacını düşünmek gerekmektedir. Ancak yaptığı Kur'an çevirisinde ayetleri birbirine karıştırmak sureti ile yaptığı bazı anlam bozmalarını dikkate aldığımızda, bunu bilerek ve sadece ön kabullerini Kur'an'a onaylatmak amacı ile yaptığını anlamak zor olmayacaktır.

KÜLÛ VE’ŞREBÛ (Yiyiniz ve içiniz) başlığı altında susuzluğun insan vücuduna verdiği zararları ele aldıktan sonra, "Vücudun özellikle de beynin su ihtiyacı dikkate alındığında ise beyni hasta etmeyecek; zihinsel fonksiyonlarda noksanlık oluşturmayacak ölçüde, yani beyni koruyacak ölçüde su alımının oruçta sakıncasız olması gerektiği ortaya çıkmaktadır.
diyerek, oruç yasaklarına dahil olan yeme ve içmeden su içmenin istisna edilmesi gerektiğini söylemektedir. 

Kur'an ile ilgili konularda konuşmaya soyunanların dikkat etmesi gereken ilk nokta, yazdıkları yazının başlığının Kur'an'da ......., veya Kur'an'a göre ........... şeklinde olmaMAsına dikkat etmeleridir. Bu tür başlıklar altında yazılanlar, Kur'an'ın bu konuda ne dediğini dile getirmek anlamını taşımaktadır. Halbuki kim olursa olsun, Kur'an ile ilgili yazdıkları okuduğu ayetten anladığı veya anlamak istediği olup, bunların Kur'an'dan olduğunu iddia etmek hakkına sahip değildir. 

Sayın Yılmaz, Kur'an'da Oruç şeklinde bir başlık atarak, bu konudaki düşüncelerini Kur'an'a onaylatmaya çalışması bakımından ilk başta yanlışa düşmüştür. Oruç yasaklarına konuşmamayı da ilave eden sayın Yılmaz, acaba bu yasağı kendisinin bir Ramazan boyunca uygulayarak, Ramazan orucunu eda edip etmediği merak konusudur. Oruç günlerinde su içmenin yasak olmasını, susuzluğun insan vücuduna olan zararlarını dikkate alarak değerlendirerek, beyni koruyacak miktarda içmenin orucu bozmaması gerektiğini iddia eden sayın Yılmaz, din koyuculuğa soyunmakta olduğunun acaba farkında mıdır?.

Oruca güç yetiremeyenlerin oruç tutmamalarına dair ruhsat vermek yerine, ihtiyacı olduğu zaman biraz su içerek oruç tutmaları emredilemez miydi?.

İnsan vücudunun suya olan ihtiyacını sayın Yılmaz'dan daha iyi bilen Allah (c.c), neden oruç günlerinde bir miktar suya izin veren bir beyanda bulunmamıştır. Acaba bu izinleri Hakkı Yılmaz veya benzerleri olan kulları gibi, insanı Allah'tan daha iyi tanıyan !! kimselere mi bırakmıştır?.

Makalesinde " oruç, imamın, müezzinin, din adamının açıklamasına bırakılacak bir ibâdet değildir" şeklinde bir iddiada bulunan sayın Yılmaz için biz de şunu söyleyebiliriz. 

      Bu Kur'an Hakkı Yılmaz'ın açıklamalarına bırakılabilecek bir kitap değildir.


20 Mart 2017 Pazartesi

Kur'an Av Köpeğinin Nasıl Yetiştirileceğini Yazıyor mu? (Kur'an'da Namazı Bulamayanlara)

Yazımızın başlığını okuyanların Böyle soru mu olur, Kur'an'da böyle şeyler yazar mı? şeklinde itirazlarının olması gayet doğaldır. Yazımıza böyle bir başlık atma sebebimiz, Kur'an içinden böyle bir sorunun cevabını aramak değil, Kur'an'da her şeyin teferruatlı olarak bildirildiği iddiası üzerinden, namazın Kur'an'da teferruatının bildirilmemiş olmasına dayanılarak,
Kur'an'da namaz yoktur iddiasının ortaya atılmasının, ne kadar tutarlı bir iddia olduğunu ele almaya çalışmaktır.

[005.004] Sana, kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar. De ki: «Bütün temiz şeyler size helal kılındı.» Allah'ın size öğrettiği gibi öğretip yetiştirdiğiniz avcı hayvanlarının yakaladıklarından da -üzerlerine Allah'ın adını anarak- yiyin. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, hesabı çabuk görendir.

Maide s. 4. ayetinde, kendilerine neyin helal olduğunu soranlara verilen cevabın içindeki, "Allah'ın size öğrettiği gibi öğretip yetiştirdiğiniz avcı hayvanlarının yakaladıklarından da" cümlesinde, Allah (c.c) nin insanlara av için köpek yetiştirmeyi öğrettiğini beyan etmiş olduğunu görmekteyiz. 

Şimdi bu konuyu Kur'an'da her şey teferruatlı şekilde var diyen, namazın nasıl kılındığının Kur'an'da teferruatlı olarak anlatılmamış olduğundan yola çıkarak namazı ret eden, hatta bu ibadeti şirk olarak niteleyen, bazı kimselerin mantığı üzerinden incelemeye çalışalım.

Dikkat edilirse ayet içinde avcı köpekler için, Allah'ın size öğrettiği gibi ifadesi kullanılmaktadır. Bu kimselere bu öğretmenin teferruatının Kur'an'ın neresinde olduğu sorulacak olsa, haklı olarak böyle bir teferruatın olmadığı söyleyeceklerdir, zaten Kur'an'da böyle bir bilginin olması da beklenemez. Yine bu kimselere, Peki bu insanlar köpek eğitmeyi nasıl öğrendiler? diye soracak olsak, bu bilginin insanlığın ortak hafızasının bir ürünü olduğu, bu ayete ilk muhatap olan insanların, kendilerinden önce yaşamış insanların bilgi birikiminin bir sonucu olarak, avcı köpek yetiştirmeyi bildikleri söyleyecekler, ve bu söylediklerinde de kesinkes haklı olacaklardır.

Evet Kur'an'ın ilk muhatapları avcı köpek yetiştirmeyi, binlerce senedir devam eden insan neslinin tecrübi bilgiler sonucunda sahip olduğu ve ortak hafıza haline gelmiş bilgi birikimlerinin bir sonucu olarak bildikleri için, Kur'an avcı köpeklerin nasıl yetiştirileceği konusunda herhangi bir bilgi vermemiş, zaten böyle bir bilgiyi vermesi de beklenemezdi.

Kur'an 1500 sene önce Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan insanlara inerken, bu insanlar yeryüzünde ilk olarak yaratılan, hiç bir şeyden habersiz yaşayan insanlar değildi. Bu insanlar binlerce yıldır yeryüzünde yaşayan insanlık ailesinin, Arap yarımadasında yaşayan fertleri idi. Bu insanların sahip oldukları bilgiler, kendilerinden önce yaşamış olan insanların, binlerce yıldır çeşitli evrelerden geçerek öğrendiği tecrübi bilgilerden başka bir şey değildi. 

Av için köpek yetiştirmek, binlerce yıllık geçmişi olan insanlığın sahip olduğu tecrübi bilgilerden bir tanesi olup, Araplar da bu bilgiler yolu ile av köpeği yetiştirmeyi bilmekteydiler. Binlerce yıllık insanlık ailesinin fertleri olan Mekke ve Medine'de yaşayan insanlara inen Kur'an içindeki bilgiler, bu insanların daha önce hiç duymadıkları, ilk defa Muhammed (a.s) ın ağzından dökülen ayetler sayesinde öğrendikleri bilgiler hiç değildi.

Kur'an'da namaz olmadığı iddiası içinde olan kimselerin asıl sorunu, Kur'an'ın ne liği konusunda sahip oldukları bilgilerin problemli olmasıdır. Bu kimseler, Mekke ve Medine'de yaşayan insanların yeryüzünde yaşayan ilk insan topluluğu, Kur'an'ın insanlar için inen ilk kitap, Muhammed (a.s) ın ise ilk peygamber olduğu gibi bir düşünce içinde Kur'an'a yaklaşım sergiledikleri için, bazı konularda vardıkları sonuçların bir çoğu da bu yüzden problem arz etmektedir.

Böyle bir yaklaşım içinde Kur'an'ı okuyan bu kimselerde, bugün insanlar tarafından ifa edilen namaz ibadetinin detaylarının Kur'an içinde olması gerektiği zannı hakim olduğu için, namaz ibadetinin detaylarının Kur'an'da verilmemiş olmasının, böyle bir ibadetin Kur'an'ın emri olamayacağı düşüncesini doğurmuştur.

Bazı Kur'an ayetlerinin bağlam ve bütünlük gözetilmeden okunması sonucunda yanlış anlaşılması, bu kimselerin sahip oldukları kanıyı güçlendirdiğini zannetmelerine de sebep olmaktadır. 

Enam s. 38. ayetinde BİZ KİTAP'TA HİÇ BİR ŞEYİ EKSİK BIRAKMADIK cümlesindeki KİTAP kelimesinin Kur'an'ı kast ettiği düşüncesi, bu kimselerin düştükleri en büyük yanılgılardan bir tanesidir. Bu ayet içindeki kitap kelimesinin Kur'an'ı işaret ettiğini düşünen kimseler, Demek ki bu kitapta hiç bir şey eksik değilmiş namaz anlatılmadığına göre öyleyse namaz diye bir şey de yoktur diyerek, büyük bir hataya düşmektedirler.

El Kitap kelimesi, Kur'an içinde en fazla geçen kelimelerden bir tanesi olup, geçtiği ayet içinde anlamını bulan bir kelimedir. Bu kelime bazı yerlerde Kur'an'ı işaret etmesine rağmen, Kur'an içinde geçtiği bütün ayetlerde Kur'an anlamına gelmez. Enam s. 38. ayetinde geçen bu kelime, Allah (c.c) nin ilmini ifade etmekte, ve hiç bir şeyin bu ilmin dışında olmadığını ifade etmektedir.

Kur'an ilk defa yaşam sahasına inen insanlara hitap eden bir kitap olmadığı için, bu kitap içinde her şeyin detayını aramak doğru bir yaklaşım değildir. Kur'an'ın eksiksiz olduğunu iddia etmek için bağlam ve bütünlük gözetmeden bir okuma yaparak eksik olmadığına dair delil bulduğunu zannetmek ise hiç doğru bir yaklaşım değildir.

Kur'an'ın namaz adı ile bildiğimiz ibadetin detaylarını vermemiş olmasının sebebi, bu ibadetin ilk defa Mekke ve Medine'de yaşayan insanlara, Muhammed (a.s) a nazil olan Kur'an tarafından emredilmemiş olduğundan dolayıdır. Kur'an nazil olmadan önce bu ibadet, insanlar tarafından bilinen ve icra edilmekte idi. Bu ibadetteki asıl problem şekillerinde değil, kime karşı icra edileceğinde idi. Kur'an bu ibadetin icra ediliş şeklini vaz etmek için değil, Allah (c.c) dışındaki putlara karşı yapılmasından dolayı insanların şirk içine düştüklerini, bu ibadetin yapılması gereken tek ve yegane ilahın Allah (c.c) nin kendisi olduğunu yeniden hatırlatmak için gelmiştir.

Bu noktada, Bu ibadetin önceden bilindiğine ve icra edildiğine dair olan bilginin kaynağı nedir? sorusu sorulacak ve cevabı istenecektir. 




Kur'an'da namazın olmadığını iddia edenler, bu ibadeti müşrik ibadeti olduğu gerekçesi ile ret ettiklerini öne sürmektedirler. Bu iddialarına sundukları delil ise, arkeolojik bulgularda ele geçen, namazın şekillerini icra eden insan heykelleridir. Salim bir akılla düşünen insan için bu heykeller, namazın insanlığın kadim bir ibadeti olduğuna dair en büyük görsel delili teşkil etmektedirler. Arkeolojik bulgular ile Kur'an arasında bağ kurmasını iyi bilen bir kimse için, bu bulgular, namazı ret etmek için değil kabul etmek için delil olabilecek önemli bulgulardır.

Bizim namaz adı ile bildiğimiz ibadet şekilleri insanlığın tarih boyunca icra ettiği ritüellerden olup, asıl mesele onun şeklinde değil, bu şekilsel ibadetin kime karşı yapılması gerektiği noktasında, yani özünde düğümlenmektedir.

İnsan, fıtratında kendisinden yüce olduğuna inandığı varlığa karşı tazimde bulunmak gibi özelliğe sahip olarak yaratılmıştır. İnsan, tarihin bazı zamanlarında kendisinde bulunan bu özelliği nasıl kullanacağı yönünde sapmalar göstermiş, Allah (c.c) bu sapmalara karşı doğru olanı göstermek için tarih boyunca elçiler ve onlarla beraber kitaplar göndermek sureti ile yanlışlara karşı onları uyarmıştır.

Kur'an'ın nüzulü öncesi Mekke, bu sapmaların yaşandığı bir şehir olarak tarih sahnesinde yer alan şehirlerden birisidir. Kur'an bu şehirde yaşayan insanlara, içinde bulundukları şirk inancının onları nereye götüreceğini haber vermek sureti ile yanlışlarına karşı uyarmış, doğruları hatırlatmıştır. Bizim namaz olarak bildiğimiz, Kıyam-Rüku-Secde'den müteşekkil olan ritüel, Arap toplumunda insanlığın ortak hafızasının bir ürünü olarak icra edilen ibadetlerden bir tanesidir. 

Mekkeliler tarafından icra edilen bu ibadet, bilinen formları ile uygulanışı Allah'a değil, ona ortak koştukları putlara has kılınmak sureti ile şirk bulaştırılmış bir hale sokulmuş olmasından dolayı, Kur'an bu konu üzerinde yoğunlaşmış, insanların bu yanlıştan nasıl kurtulacaklarına dair bilgiler vermiştir. 

Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın yanlışlığı.

Bu hataları yaşamış bir insan olarak, Kur'an konusunda yaptığımız ilk yanlış, geleneğin hatalarına karşı çıkmakta kullandığımız argümanlar ve üsluptur. Yıllar önce elimize ilk Kur'an aldığımız zaman, Kur'an'ın anlattığı din ile, diğer kitapların anlattığı din arasındaki farkı gördüğümüzde, hepimizin gözleri fal taşı gibi açılmış, geleneğe karşı amansız bir savaş başlatmıştık. Yıllar geçtikten sonra, geleneğe karşı açtığımız bu savaşta stratejik hatalar yaptığımızı fark ederek, bu hataları telafi etmek yoluna gitmeye çalışmamıza rağmen, bizim tekrarladığımız hataların aynısının tekrarlandığını gördüğümüz için, bazı uyarılar yapmanın gerekli olduğuna inanmaktayız.

Gelenekteki din algısının yanlış olduğu düşüncesini aynen korumakta olduğumuzu hatırlatarak, Kur'an üzerine kuracağımız din algısının değişmesi gerektiği üzerinden yola çıkarak, bu kitabın önce ne ve nasıl bir kitap olduğu konusunda yeniden bir düşünce arayışlarına girdik. Geleneksel din anlayışının Kur'an'ın önüne geçirdiği kitaplara yönlenmeden bu kitabın doğru anlaşılmasının yolunun yine kendi içinde olduğunu gördük.

Yaptığımız ilk ve önemli hata, Kur'an'ın 1500 sene önce Arap yarımadasında yaşayan, ve binlerce yıllık insanlık tarihinin fertleri olan bir topluluğa inmiş olduğu gerçeğini ıskalamış olmak idi. Geleneksel din algısını ret edelim derken nerede durulması gerektiği bilmeden, geçmişe ait önümüzde ne var ne yok süpürerek büyük bir hata içine girmiş olduk. Birde bunlara yaşadığımız hayat içinde gördüğümüz dindar bir hayat yaşayan, fakat dinleri onları kötülüklerden alıkoymamış Müslümanları gördüğümüzde, onlar gibi olmamak adına, bazı dini ritüelleri inkar etmeyi bir görev saymayı ilave edince her şey tamam oldu sandık.

Nazil olduğu toplumun yaşam gerçeklerini hesaba katmadan okunan bir Kur'an, bir çoğumuzu tatmin etmeyerek, deizme hatta ateizme kaymasına sebep oldu. Çünkü okuduğumuz kitabın hitap ettiği İlk Muhataplar olarak isimlendirebileceğimiz bir kitlesi vardı, ve ayetler önce bu kimselerin yaşadığı sosyokültürel ortam dikkate alınarak nazil olmuştu. Bu durumu dikkate almayan okumalar yapmamızın sonucunda Kur'an'da bir çok hata bularak !!! bu kitabı ret eden insanlara şahit olmanın acısını hala içimizdedir.

Kur'an'ın belirli kişiler tarafından anlaşılacağı iddiasına karşılık, bizlerin bu kitabı herkesin anlayacağı iddiası, dürüst ve samimi bir iddia olmasına rağmen, nasıl anlaşılacağı konusunda yaptığımız yöntem hataları, bugün namaz, oruç, hac, kıble gibi hayati kelimeler üzerinde tartışmalar yapmamızı beraberinde getirmiştir. 

Kur'an'ın çağlar üstü tevhidi merkezli mesajı şayet doğru anlaşılmış olsaydı, bugün bunları tartışmak yerine insanların şirk batağından nasıl kurtulabileceğine dair çözümler üretmeye çalışarak, elçilerin yolunun yılmaz bir takipçisi olabilirdik.

Böyle bir öz eleştiriyi neden yapmak ihtiyacı duyduk?. 

İnsanlar sahip oldukları bilgileri birbirlerinden öğrenerek hayat yolunda ilerlerler. Tecrübi Bilgi dediğimiz şey, insanların binlerce yıldır deneme yanılma yolu ile öğrendiği ve bir sonraki nesillere aktardıkları bilgidir. İnsanlar kendilerinden öncekilerin sahip oldukları bilgilerin üzerine ilaveler yaparak bugüne gelmişlerdir. Tekerleğin icadından itibaren başlayan ve binlerce yıldır süren insanlığın sahip olduğu bilgiler, bizleri bugüne getirmiştir. Bugün sahip olunan bilgilerin üzerine yeni bilgiler konulmak sureti ile insanlar yeni bilgilere kavuşacak bu süreç kıyamete kadar böyle devam edecektir. 

Bizde geçmişte yaşadığımız tecrübeleri aktarmaya çalışarak, bizim yaptığımız hataları başkalarının tekrarlamamasını amaçlayarak, Kur'an adına sahip olacağımız bilginin daha doğru nasıl elde edilebileceği konusundaki düşüncelerimizi elimizden geldiğince aktarmaya çalışmaktayız 


Sonuç olarak; Kur'an'ın nazil olduğu sosyokültürel arka planın dikkate alınmamak sureti ile anlaşılmaya çalışılması, beraberinde bir takım yanlış çıkarımlara sebep olmuş, bu yanlışların başında ise, insanlığın kadim ibadeti olan namazın müşrik ibadeti olduğu sonucuna varılmıştır. 
Bu ibadetin müşrikler tarafından icra edilmesinin sebepleri eğer dikkatlice araştırılmış olsa idi, bu iddianın ne kadar tutarsız bir iddia olduğu anlaşılabilirdi. Kur'an nazil olduğu toplumdaki yanlış inançları doğruya kanalize etmek için inen bir kitap olduğuna göre, müşrikler tarafından icra edilen namazın nasıl doğru bir şekilde icra edileceğini de öğretmektedir. 

Namazın şeklinin Kur'an'da tarif edilmemiş olmasının sebebi, bu ibadetin şeklen müşrikler tarafından önceden beri ifa ediliyor olmasındandır. Bu noktada asıl sorun namazın şirk bulaştırılmış olarak ifa ediliyor olmasındadır. Kur'an bu yanlışı düzelterek, şirk eylemi olarak icra edilen bir ritüeli tevhit eylemi haline çevirmiştir. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


15 Kasım 2016 Salı

Araf s. 204. Ayeti : Kur'an Okunduğu Zaman Dinlemenin ve Susmanın Hayat İçindeki Anlamı

Kur'an'ın bazı ayetleri , Muhammed (a.s) ın vefatı sonrası, asıl mesajı içeren anlamlar yerine , farklı yönlere çekilmek sureti ile anlam kaymasına uğratılarak , hayatın merkezine hitap eder olmaktan çıkarılmış,  mistik hikayeler , ön yargılara kurban edilen , rivayetleri onaylayan , güzel sesli hafızlar tarafından okunduğunda ağlanması gereken , ağlayamayanlar için ise ağlıyor gibi rol yapması gereken ayetler  haline getirilmiştir. 

Yazımıza konu edeceğimiz Araf s. 204. ayeti , böyle bir anlam kaymasına kurban edilen ayetlerdendir . Kur'an okunduğunda dinlenilmesinin ve susulmasının sadece literal olarak anlaşılması sonucu , Kur'an okunurken gıkını dahi çıkarmayanların bir çoğu , bu kitabın bazı hükümleri dile getirildiğinde hop oturup hop kalkarak, "Ama kardeşim ......." şeklinde bir çok itirazlar sıralayarak , okunduğu zaman dinlemek ve susmaktan kast edilen asıl amacı ötelemektedirler.

[007.204] Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.

Bu ayetin literal anlamı , bir kimse tarafından Kur'an okunduğu zaman susulması ve dinlenilmesidir. Bu anlam elbette doğrudur ,Kur'an okunduğu zaman dinlenilmeli ve susulmalıdır. Ancak bu ayet sadece cami veya belirli yerlerde , güzel sesli kariler tarafından okunan Kur'an'ın dinlenilmesi ve okunurken susulması ile sınırlandırılarak , verilmek istenen asıl mesajı arkaya atılmıştır. 

Bu ayetin asıl mesajı ne olabilir ? . 

Bu kitabın indiriliş gayesi , insan hayatını tevhit merkezli bir düzene koymak , şirk'i hayattan atmak amacına dayalıdır. Ayetleri sadece sesi güzel hafızların okuması sureti ile ağlamak veya ağlıyor görünmek için indirilen bir kitap değildir. Bu kitap insan hayatını yönlendiren , hayatı içinde karşılaştığı sorunlara yol gösteren bir kitap olup , sadece Arapça metninin okunması ile sevap umulan , ambalajı kutsanan , tabiri caizse bir put muamelesi görmeMEsi gereken bir kitaptır.

Bu kitap , insanları sadece Allah (c.c) nin ilah ve rab olarak bilindiği bir sisteme dayalı hayat sürülmesi gerektiği beyan eden , onun dışındakilerin kendi alanına girmesini "Şirk" olduğunu beyan ederek , bu kitabın rehberliğinde sürülen hayatların dünya ve ahirette kurtuluşa ereceğini beyan etmektedir. 

Kur'an okunduğu zaman dinlemek ve susmak hayat içinde nasıl anlamını bulur ?. 

Kur'an okunduğu zaman dinlemek , okunan ayetlerin bizlere dair olan emirlerini anlamak , susmak ise ayetlerin hilafına söz ederek "Ama kardeşim ......." diyerek bu kitaba muhalif söz ve fiilde bulunmamak anlamındadır.
 


Müslümanlar olarak hepimiz okunduğu zaman Kur'an'ı dinlemekteyiz , ancak okunduğunda susma eylemi maalesef bir çoğumuzda gerçekleşmeyerek , Kur'an'ın beyan ettiği bir hüküm bizim hayatımızda yer  bulmamakta ve akidevi konularda ve sosyal hayatta , başkaları tarafından vaz edilen bilgiler ve hükümler tercih edilmektedir. 

Bir çoğumuzun malumu olduğu üzere , itikadi konular bazında olaya baktığımızda , Araf s. 204. ayetindeki emrin hayat içinde yerini pek bulmadığı görülecektir. Bugün din adına ortaya konulmuş bir çok görüş ve fikir , Kur'an kaynaklı değil , rivayet kaynaklı olup , bu konuda büyük bir çatışma yaşanmaktadır. 

Rivayetler kanalı ile din adına gelen bilgilerin bir çoğu, Kur'an ile çelişki arz etmesine rağmen , yüzyıllardır İslam dünyasında karizmatik bir yapıya büründürülerek , dokunulmazlık atfedilen kişi ve kitaplar tarafından ortaya konulan din algısının oluşturduğu inanç ve düşüncelere ,  Kur'an delil gösterilerek yapılan itirazlar bir kısım Müslüman tarafından " Ayet var diyorsun ama hadis var kardeşim" gibi itirazlarla, ve sert tepkilere neden olmaktadır.

Kur'an okunurken en küçük bir ses çıkarmamak konusunda son derece titizlik gösteren bu kimseler , din adına bildiklerinin yanlış olduğu, Kur'an referans gösterilerek ispat edildiğinde , bu yanlışları ortaya koyan kişilere karşı hakaretvari ve aşağılayıcı cümleler kurmaktan dahi geri durmamaktadırlar.  

Bugün İslam dünyasında yaşanan düşünce sorunlarının temelinde, Araf s. 204. ayetinin hayata yansıtılmamış olması yatmaktadır. Her konuda hakem olması gereken bir kitap, duvarlara asılarak dokunulmaz ilan edilmiş , onun yerine beşeri kaynaklı rivayet kitapları hakem olarak ihdas edilerek , vahiy merkezli bir dinden , kişi merkezli bir dine geçilerek , ihtilafların bitmediği bir din ortaya çıkarılmıştır. 

Eğer Müslümanlar Kur'an okunurken dinlemeyi ve susmayı , kitabı doğru anlamak, hayata geçirmek ve onun sözünün üzerine söz koymamak olarak anlamış olsalardı , bugün dinde bu kadar çok başlılık sorunu çıkarak, binlerce fırkaya bölünmüş bir topluluk ortaya çıkmazdı. 

Kur'an okunurken dinlemek ve susmak, sadece itikadi alana dair konularda değil , bu kitabın sosyal hayat dair hükümleri olması ve bu hükümlerin hayat alanında hakim olmasının gerekmesi nedeniyle de şarttır. 

Kur'an bilindiği gibi yaşanan hayatları tevhit merkezli bir düzenlemeye tabi tutan kitaptır. Allah (c.c) yi tek ilah ve rab olarak gören bir yaşam önerisi, Kur'an'ın asıl mesajıdır. İnsanların fıtratları gereği doğan birlikte yaşama gereği , bu yaşamanın getirdiği bir takın sorunları da beraberinde getirmiş , bu yaşamanın belirli kurallar dahilinde olmasını gerektirmiştir.

Allah (c.c) insanların ilah ve rabbı olmasının kendisine vermiş olduğu hak ile , tarih boyunca elçi ve kitaplar göndererek , kullarının hayatlarını düzenleyecek kurallar beyan ederek , bu kurallar üzere yaşamanın dünya ve ahiret mutluluğuna sebep olacağını haber vermiştir. Kur'an , en son inen kitap olarak , insanların yaşamlarını nasıl bir sistem dahilinde sürdürmeleri gerektiğine dair bilgiler içermektedir.

Bu kitabın bugün sosyal hayat içinde hakim olması konusunda bir takım kimselerden yükselen farklı itirazlar , Araf s. 204. ayetinin hayat içinde anlamını bulmaması demektir. Yaşadığımız çağın getirdiği gereksinimlerin, Kur'an hükümlerinin artık uygulama safhasına konulmasının imkansız hale getirmiş olduğu , beşer kaynaklı sistemlerin , Allah kaynaklı sistemden daha yaşanabilir hükümler vaz edebileceği düşüncesi , kendisini Müslüman olarak ifade eden insanların dilinde bile dolaşıyor olması , maalesef günümüzün acı bir gerçeğidir.

Kur'an'ın sosyal hayat içinde işlevinin artık olamayacağına dair getirilen her türlü iddia , onun okunduğunda dinlenilmeMEsi ve susulmaMAsı anlamına gelmektedir. 

Sonuç olarak : Araf s. 204. ayeti , Kur'an ayetlerinin konuştuğu yerde dinlenilmesi ve susulmasını emrederek , başkasının konuşmasına artık meydan bırakmamaktadır. Ancak ayetin sadece literal anlamı Müslüman hayatında yer bularak , hafızların okuduğunda dinlenilmesi ve susulması olarak anlaşılmak sureti ile dar bir alana hapsedilerek , bu ayet anlam kaymasına uğratılmıştır.

Kur'an itikadi alanda tek söz sahibi olması gereken bir kitap muamele görmesi gerekirken , geri plana atılmış , itikadi alanda söz sahibi olma hakkı, başka kitaplar  ve kişilere verilmek sureti ile , bu kitap dinleniliyor gibi görünen , fakat gerçekte dinlenilmeyen, ve okunduğu zaman susulmayan bir kitap durumuna düşürülmüştür. 

Bu kitap, sosyal alanda da hükümler vaz etmesi nedeniyle, okunduğu zaman dinlenilmesi ve susulması gereken kitap olarak muamele görmesi gerekirken , bir takım gerekçelerle bu kitabın hayat içinde artık hüküm süremeyeceği , hüküm sürmesi gereken başka kişi ve kitapların hükümleri olduğunu iddia etmek , bu kitabın dinlenilmemesi ve okunmaması anlamına gelecektir. 

Araf s. 204. ayetinde emredilen , Kur'an okunduğu zaman dinlemek ve susmanın hayat içindeki anlamı , bu kitabın insana dair olan emirlerinin , başka kişi ve kitaplar tercih edilmek suretiyle arkaya atılmaması , yaşamın her alanında hakem kitap olarak muamele görmesi ile gerçekleşecektir. 

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

25 Eylül 2016 Pazar

Nahl s. 102. Ayetinin Tebyinül Kur'an Adlı Eserdeki Çeviri ve Yorumu Üzerine Bir Mülahaza

Kur'anı , oluşturulmuş olan ön yargıların tasdik ettirilmesine yönelik olan okuma yönteminin gerçekleşmesi için yapılması gereken işlemleri , ilgili ayetlerin gramer kaidelerinin hiçe sayılması , veya metin içindeki bazı ibarelerin yok edilmesi , veya metnin anlamının istenilen şekilde verilmesi şeklinde sıralamak mümkündür. Bu anlam saptırma işleminin adını ise tek kelime ile ifade edecek olursak TAHRİF tir. 

Bu tahrif işlemine örnek olarak daha önce vermeye çalıştığımız Bakara s. 97. ayeti ile (ilgili yazının adresidir https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2016/09/bakara-s-97-98-ayetleri-cibrile-dusman.html) konu ilişkisi bulunan Nahl s. 102  ayetindeki anlam saptırmasının nasıl yapıldığını bu yazımızda ele almaya çalışacağız. 

Bakara s. 97. , Nahl s. 102. ve Şuara s. 195. ayetleri , Kur'anın inişi ile ilgili bir bağlam dahilinde olup , Allah (c.c) nin Hac . 75 ve Nahl s. 2. ayetlerinde beyan ettiği üzere, keyfiyetini idrak edemediğimiz , ancak neden böyle bir yol izlenmiş olabileceğinin hikmetini kavrayabileceğimiz, Kur'anın melek aracılığı ile indirilmiş olmasını anlatmaktadır. 

Yazımızın başlığına konu olan eserin müellifi sayın Hakkı Yılmaz, böyle bir indirilme şeklinin olmadığını iddia ederek , ilgili ayetlerde bahsi geçen "Cibril" , "Ruhul Kudüs" ve "Ruhul Emin" terimlerine farklı anlamlar bindirmek sureti ile , iddiasını delillendirmek yoluna gitmektedir. Ancak kanaatimize göre izlediği yol , ilgili ayetleri ön yargılı bir biçimde okumasından kaynaklanan bir bakış açısı ile okumaya ve çevirmeye çalıştığı için yanlış olup , ayetlere karşı yaptığı işlemin adı TAHRİFÇİLİK tir. 

Sayın müellifin önce Nahl s. 102. ayetine verdiği anlam üzerinde durmaya çalışacağız. 

Müellifin Nahl s. 102. ayetine verdiği anlam şöyledir;

."De ki: “Allah, onu; indirdiğini, Rabbinden ruhulkudüs; Toplumu canlandıran Allah ilkesi olarak,  iman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, hak ile İNDİRMİŞTİR." 

Müellif eserindeki bazı yerleri arada yeniden tashih ederek değiştirdiği için, bundan 5 sene öncesinde yazmış olduğumuz yazımızda, onun sitesinden alıntı yaptığımız ve yanlış olduğunu hatırlattığımız, Nahl s. 102. ayeti ile ilgili çevirisi şu şekildedir. 

"De ki: "İman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, senin Rabbinden ona birçok Ruhü'l–Kudüs hakk ile İNMİŞTİR.

Müellif , Nahl s. 102. ayetinde geçen "Nezzelehu" ibaresini, neden "İnmiştir" olarak çevirdiğinin gerekçelerini şu şekilde açıklamaktadır:

""Görüldüğü gibi, 101. Âyette açık ve net olarak Kur'ân'ın "Allah'ın indirmesi" olduğu bildirilmektedir. Oysa 102. Âyetle ilgili olarak Kur'ân'ı Cebrail adlı meleğin indirdiği yolundaki Kur'ân dışı kabul, 102. Âyet ile 101. Âyetlere verilen anlamlar arasındaki çelişkinin görmezden gelinmesine ve 102. Âyette bir dilbilgisi kuralının ihlâl edilmesine yol açmıştır. Şöyle ki:
102. Âyette geçen nezzele filinin aslı nezele 'dir ve anlamı "indi" demektir. Geçişsiz bir fiil olan "nezele" fiili, kural gereği burada Tef'il babından nezzele 'ye dönüştürülmüştür. Bu kalıba sokulan sözcükler sadece fiilde, failde veya mef'ulde çokluğu ifade ederler. Bu kurala göre, Âyetteki nezzele fiili "çok çok indi" anlamına gelir. Geçişsiz bir fiil olan nezele sözcüğünün geçişli hâle dönüşmesi ve "indirdi" olarak anlamlandırılması ancak bir teaddi edatı kullanılmasıyla veya fiilin enzele kalıbına dönüştürülmesiyle sağlanır. Âyette geçen bi'lhakkıifadesindeki be harf-i cerri ise musahabe anlamında olduğundan teaddi edatı sayılamaz. Arapça dilbilgisinin bu kuralları gereği Âyetteki nezzelehü rûhu'l-kudüsü" ifadesinin anlamı, "Ona birçok rûhu'l-kudüs [vahy] inmiştir" demektir. "Rûhu'l-Kudüs" ü, yani "vahy"i kimin indirdiği ise 101. Âyette belirtilmiş ve indirenin Allah olduğu açıkça ifade edilmiştir."  

Yukarıdaki paragraf , sayın müellifin Nahl s. 102. ayetinde geçen, ve sitesinden 5 sene öncesi alıntılamış olduğumuz "Nezzelehu" ibaresini neden, "inmiştir" şeklinde çevirdiğine dair yazdığı gerekçedir. Bu gerekçede , "Nezzelehu" ibaresinin "indirmek" olarak çevrilmesinin YANLIŞ olduğunu iddia etmektedir. Aynı kişi ilerleyen zaman içinde bu kelime ile ilgili düşüncesini değiştirerek , dün yanlış dediğine bugün doğru demektedir.

 Herhangi bir Kur'an ayetinin yorumu ile ilgili olarak , olumlu veya olumsuz anlamda ,kişilerde zaman içinde değişik düşünceler hakim olabilir. Bu durum kişinin düşünsel tekamülü ile ilgili bir durum olarak normal olarak algılanabilir.  

Ancak "Nezzelehu" (onu indirdi) kelimesinin daha önce "İnmiştir" olarak çevrilmiş olması, bir taraftan bakıldığında bardağın dolu tarafını görmek misali , yapılan hatanın anlaşılması ve düzeltilmesi olarak görülebilir. Bardağın bir de boş tarafı vardır,  onu görerek olaya baktığımızda , 11 ciltlik bir tefsir kitabı yazan bir kimsenin, böyle basit bir gramer hatasına düşmesi mazur görülemeyecek bir hatadır. Acaba , "Nezzelehu" kelimesinin daha önce " inmiştir" olarak çevrilmesine sebep olan gramer kaidesi, bir kaç sene içinde değişiklik göstererek, "indirmiştir" olarak çevrilmesini mi gerektirmiştir?. 

Müellif , Nahl s. 102. ayetinde geçen "Ruhül Kudüs" terimi ile ilgili olarak yaptığı izahatı şu şekilde bitirmektedir . 

"Sonuç olarak, “kudüs” sözcüğünün geliş yerinin farklılıkları da hesaba katılarak yapılan tahliller, “Ruhü’l-Kudüs” ifadesinin “ALLAH'IN RUHU , ALLAH'IN VAHYİ  , ALLAH'TAN GELEN BİLGİ” anlamlarına geldiğini göstermektedir. “Ruhü’l-Kudüs” tamlamasının bu anlamı taşıdığı, tamlamanın geçtiği ayetlerden de kolayca anlaşılmaktadır."

Müellif , devamında diğer meallerde bu ayetteki Ruhul Kudüs terimine, Cebrail olarak anlam verilmesinin yanlış olduğunu söyleyerek, şöyle devam etmektedir.

Oysa bizim çevirimizde “Ruhü’l-Kudüs”ün indirmesi değil, inmesi söz konusudur. Ayetin “Kul [De ki]” ifadesiyle başlaması, bu ayetin birilerine cevap niteliğinde olduğunu göstermektedir. Bu sebeple ayet, paragrafı oluşturan diğer ayetlerle birlikte değerlendirilmelidir. Ayetin ait olduğu paragraf 101–103. ayetlerden oluşmuştur. Buna göre paragraf şöyledir:
101.Ve Biz bir âyet yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman –Allah ne indirdiğini daha iyi bilen olmasına rağmen– onlar, “Sen, ancak bir uydurucusun” dediler. İşin doğrusu onların çoğu bilmiyorlar.
102.De ki: “Allah, onu; indirdiğini, Rabbinden ruhulkudüs; Toplumu canlandıran Allah ilkesi olarak,  iman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, hak ile indirmiştir.
103.Ve kesinlikle Biz biliyoruz ki, onlar “Sadece, o’na bir beşer öğretiyor” diyorlar. Peygamber’e öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Kur’ân ise apaçık bir Arapça’dır.

Müellif devamla "Görüldüğü gibi, 101. ayette açık ve net olarak Kur’an’ın “Allah’ın indirmesi” olduğu bildirilmektedir. Oysa 102. ayetle ilgili olarak Kur’an’ı Cebrail adlı meleğin indirdiği yolundaki Kur’an dışı kabul, 102. ayet ile 101. ayetlere verilen anlamlar arasındaki çelişkinin görmezden gelinmesine yol açmıştır.diyerek Kur'anın Cibril aracılığı ile inmediğine dair olan düşüncesini ortaya koymaktadır. Kur'anın elbette Allah (c.c) indirmiştir. Onun Kur'anı Cibril veya Ruhul Kudüs aracılığı ile indirmiş olduğunu beyan etmesi , onu kendisinin indirmemiş olduğunu göstermez . Bir hükümdarın fermanını , başka bir hükümdara iletmekle görevli olan elçinin ilettiği söz nasıl elçinin kendi sözü olmuyorsa , beşer elçiye melek elçi aracılığı ile iletilen söz de elçinin kendi sözü değil, hükümdarın sözüdür. 

Müellif, ön yargısını kabul ettirmek amacı ile,  resmi mushafta çelişki olduğunu iddia dahi ederek bu çelişkiyi düzeltme !!! yoluna şöyle gitmektedir :

"Resmi mushaftaki bu ÇELİŞKİ iki yolla çözülür. Şöyle ki:

101. ayetteki “والله اعلم بما ينزل” ifadesi dikkate alındığında 102. ayetteki “ نزلnezzele” fiilinin failinin “ اللهAllah” olması gerekmektedir. Bu takdirde “ هHu” zamirinin mercii de “101. Ayetteki “ ماma” ismi mevsulü olacaktır. Bu gerçekler karşısında da ayet metnindeki  ref halinde  okunan  “ روح القدسruhulkudüs”  olarak okunan ifade de “ruhalkudüs” şeklinde  “hal” olarak okunmalıdır.
Ortaya çıkan sonuç özet olarak şudur: Kur’an’da geçen “Ruhü’l-Kudüs” ifadeleri, “Vahy, Allah’tan gelen temiz, sağlam bilgiler” demek olup kesinlikle “Cebrail adı verilen vahiy meleği” demek değildir.
Eleştirmiş olduğu meallerde Ruhul Kudüs'ün Cebrail olduğunun peşinen kabul edildiğini söyleyen müellifin , kendisi de aynı peşinciliği yaparak, Ruhul Kudüs'ün Cebrail olmadığı üzerine anlam örgüsünü kurmaya çalışmaktadır. Şimdi biz de , önce Nahl s. 102. ayetindeki ibareleri kelime kelime ele alarak bu ayete bir anlam vermeye , sonra da müellifin verdiği anlam ile karşılaştırmaya çalışalım.
qul=  de ki / nezzelehu=  onu indirdi/ ruhul qudüsü=  ruhul qudüs/min rabbike= senin Rabbinden / bilhaqqi=hak ile/ li yusebbite= sağlamlaştırmak için/ellezine = o kimseler ki /amenu= iman ettiler /ve hüden= hidayet edici , yol gösterici olarak/ ve büşra= müjdeci olarak/ lilmüslimine=teslim olanlar , Müslümanlar için

"De ki, Ruhul kudüs onu , mü'minlerin imanını sağlamlaştırmak , Müslümanlara yol gösterici ve müjdeci olmak üzere senin Rabbinden hak ile indirmiştir." 

Şimdi bir daha Nahl s. 102. ayetine Hakkı Yılmaz'ın verdiği anlamı vererek ikisini mukayese edelim .

"De ki: “Allah, onu; indirdiğini, Rabbinden ruhulkudüs; Toplumu canlandıran Allah ilkesi olarak,  iman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, hak ile indirmiştir"


Sayın Hakkı Yılmaz'ın Nahl s. 102. ayetindeki "Ruhul Kudüs" terimine kendi yüklediği anlamı yükleyerek verdiğimiz zaman şu şekilde bir anlam oluşmaktadır . 

"De ki onu Rabbinden Ruhul Kudüs (Temiz ilahi bilgi Allahtan gelen sağlam bilgiler) toplumu canlandıran Allah ilkesi olarak , iman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara müjde ve klavuz olmak üzere hak ile indirmiştir."

Ruhul kudüse sayın müellif'in vermiş olduğu "vahiy" anlamını yüklediğimizde ortaya çıkan durum VAHYİN KENDİSİNİ İNDİRMİŞ OLMASIDIR YANİ VAHYİ , VAHİY İNDİRMEKTEDİR.

Müellifin Nahl s. 102. ayetine vermeye çalıştığı anlam zorlama ve anlaşılmaz bir şekilde okuyucunun defalarca okumasını gerektirecek derecede karışık bir anlamdır. Verilen anlamı anlayan bir kişi bu seferde , Ruhul Kudüs terimine yüklediği vahiy anlamının kendi kendisini nasıl indirebileceğini düşünerek, kafasının büsbütün allak bullak olmasına sebep olacaktır. 

Okuyucu , müellifin ön yargılarını tasdik amaçlı bir anlam yükleme çalışması yaptığını anladığında ise, yapılan yanlışın vehametini görerek , müellifin bu konudaki düşüncelerinin ne kadar saçma olduğuna şahit olacaktır.

Sonuç olarak; Bundan yaklaşık 5 yıl öncesinde Nahl s. 102. ayetine verdiği anlam üzerinde eleştirilerimizi yönelttiğimiz sayın Hakkı Yılmaz , eserinde yapmış olduğu tashihler sebebi ile Nahl s. 102. ayeti ile ilgili düşüncelerini tashih etmek ihtiyacı duymuş , 5 yıl önce Nahl s. 102. ayeti ile ilgili yaptığı gramer çözümlemesinde "Yanlış" olarak iddia ettiğini, bugün "Doğru" olarak iddia etmektedir. Fikir ve düşüncelerde zaman içinde elbette farklılık olabilir , ama değişkenlik arz etmeyen gramer konusunda dün ayrı , bugün ayrı şey söylenildiği zaman bu hatayı yapan kişiye "Daha önce aklın neredeydi?" diye sorulur. 

Kur'anı ön yargılarının esiri olmuş biçimde okuyanlar , yaptıkları hatalar sonucu iyice dibe batarak kendilerini gülünç duruma dahi düşürebilmektedirler. Ruhül Kudüs terimine "Vahiy" anlamını yükleyen sayın Hakkı Yılmaz , Nahl s. 102. ayetine verdiği anlam ile Kur'anın Ruhul Kudüs'ün indirdiğini söylemektedir. Bu indirmeyi Kur'an bu şekilde söylemektedir , ancak müellif bu terime "Vahiy" anlamı yükleyerek , Kur'anı Ruhül Kudüs'in yani vahyin indirdiğini iddia ederek kendisini komik duruma sokmaktadır. 

Hangi eser olursa olsun , veya kimin eseri olursa olsun , bu eser eğer bir tercüme faaliyetine tabi tutulacak ise , bu eserden anlaşılmak istenen değil , bu eserin anlatmak istediğini yansıtmak , mütercimin görevidir. Metinde herhangi bir ibareyi beğenmemek veya o ibare onun inançları ile aykırılık göstermiş olsa dahi , ahlaki kurallar mütercimin o eserde herhangi bir artırma , eksiltme veya tahrif yapmasını asla mazur göstermez.

Sayın müellifin zaman içinde eserinde değişiklikler yapması bir bakıma olumlu bir yönü olup , bu olumlu yönünü , bazı ayetlerde yaptığı ön yargılı okumalar sonucunda düştüğü hatalarda da göstererek , doğruya yönelmesini hem kendisi hem de eserini okuyanlar kişiler açısından sevindirici olacaktır. 
                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.