12 Kasım 2011 Cumartesi

"Tebyinül Kur'an"dan Tahrifül Kur'an Örnekleri 13 (Tashih Notları Taha s.)

"Tebyinül Kur'andan Tahrifül Kur'an örnekleri" seri başlıklı yazılarımıza adı geçen eserin internet ortamında yayınlanan sitesindeki " tashih notları"bölümünün "taha suresi" ile ilgili yapılan tashihleri üzerinde durmak istiyoruz. Önce surenin 9. ve 36. ayetlerinin meallerini adı geçen eserdeki şekli ile alıntılayalım.
 
9.         Sana Mûsâ'nın haberi de ulaştı mı?
10.        Hani o bir ateş görmüştü de ailesine-yakınlarına, "Kesinlikle ben bir ateş gördüm. Ondan size bir kor parçası getirmem yahut ateş üzerinde bir kılavuz bulmam için siz bekleyin!" demişti.
11–16.     Sonra onun yanına geldiğinde seslenildi: "Mûsâ! Ben, senin Rabbin olan Benim. Hemen yakınlarını ve mallarını burada bırak, şüphesiz sen temizlenmiş vadîde, Tuva'dasın/iki kere temizlenmiş bir vadîdesin. Ve Ben, seni seçtim; O hâlde vahye dilecek olan şeye; "Hiç şüphesiz ki Ben, Allah'ın ta kendisiyim. İlâh diye bir şey yoktur Benden başka. O hâlde Bana kulluk et ve Beni anmak için salâtı ikâme et. Şüphesiz ki o Sâ'at [kıyâmet] gelecektir. Onu Ben, herkes emeğinin karşılığını alsın diye neredeyse gizleyeceğim. O nedenle ona [kıyâmete] inanmayan ve kendi hevasına uyan kimse seni, ondan [kıyâmete iman etmekten] alıkoymasın; sonra helâk olursuna kulak ver.
17.        Sağ elindeki de nedir ey Mûsâ?
18.        O [Mûsâ], "O, benim asâmdır, ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkelerim ve onda benim için başka yararlar da var" dedi.
19–24.     O [Allah], "Ey Mûsâ! Onu bırak/çobanlığı bırakıp yerleşik hayata geç! Firavun'a git, şüphesiz o azdı" dedi.
20.        O da onu hemen bıraktı/yerleşik hayata geçti, bir de ne görürsün! O [sağ elindeki], koşan bir candır.
25–35.     O [Mûsâ], "Rabbim! Seni çok arındırmamız ve Seni çok çok anmamız için göğsümü aç, işimi bana kolaylaştır. Dilimden de düğümü çöz ki sözümü iyi anlasınlar. Ve ehlimden; kardeşim Hârûn'u benim için bir vezir kıl, onunla arkamı kuvvetlendir. İşimde onu bana ortak et. Şüphe yok ki Sen bizi görüp duruyorsun" dedi.
36.        O [Allah] dedi: "Ey Mûsâ! İstediğin sana verildi."
21–23.     O [Allah], "Sana en büyük Âyetlerimizden göstermemiz için tut onu, korkma! Biz onu ilk durumuna çevireceğiz. Diğer bir Âyet olmak üzere de gücünü/kanadına ekle, çirkinlik olmadan hiç kusûrsuz, mükemmelce çıkacaksın" dedi. 

Ayetlerin meallerinde görüldüğü üzere, 19.ve 35. ayetler  suredeki dizilişe göre değil sayın yazarın oluşturmak istediği düşünce doğrultusunda bir diziliş yapılarak bir çeşit sihir yapılmak sureti ile ayetlerin yeri karştırılmış ve meallerde tahrifat yapılarak maalesef çorba edilmiştir. Ayetlerin suredeki diziliş sırası konu ile tam bir uyum sağladığı için sayın yazarın işini güçleştireceğinden böyle bir karıştırmaya tabi tutmuştur.

Burada sayın yazarın "asa" kelimesi üzerindeki yaptığı göz bağcılığı ile kapama usulünun Arapça kuralları açısından uyum sağlayıp sağlamadığı üzerinde biraz durmak istiyoruz. 17. ayette " sağ elindeki nedir ? ey musa " sorusuna verdiği cevabı 18. ayette "hiye" müennes zamiri ile cevapladığını görmekteyiz " O"  şeklinde meallendirilen kelimenin arapça metindeki " hiye " müennes (dişil) zamiridir. 19. ayetteki " onu bırak" emrinin arapça metni "elgahe" dir yine burada da " he" müennes zamiri kullanıldığını görmekteyiz. Sayın yazar " asa " kelimesi için müennes zamiri kullanıldığını bilmeyecek kadar arapça cahili olmadığına göre birden 24. ayete atlayarak "dişil" zamiri musa as a nasıl raci ettiğini nasıl izah edebilir. Başka yazılarımızda örneğini gördüğümz üzere  "arapça dil kuralları yeniden tanzim edilecekse onuda ben ederim" mi diyor acaba?.
  
17-18-19.ayetlerden sonra birden 25. ayete atlayıp daha önceki araf suresi tashihinde "asa" üzerinde yaptığı tashihlerini!! burada da uygulama yoluna gidip, "onu at" emrini "çobanlığı bırakıp yerleşik hayata geç" şeklinde tashih ! etmiştir.20. ayette ise atılan asanın metinde "hayyetün" olarak ifade edilen yılan olma anlamını kabul etmeyen sayın yazar onuda harun as olduğunu iddia eder. Biz bunları yine eserden alıntı yaparak görmeye devam edelim.

"20–23. Âyetlerde, Mûsâ peygambere verilen iki Âyetten bahsedilmektedir. Bunlardan ilki, sağ eline çoban asâsının yerine verilen vahiy/kitap/Tevrât; ikincisi ise gücüne güç katacak olan Hârûn'dur. Aşağıdaki Âyetlerde Mûsâ peygamberin ifade yeteneğinin yeterli olmadığı, meramını iyi anlatması için kardeşi Hârûn'un kendisine yardımcı yapılmasını istediği ve bu isteğinin de verildiği görülecektir.

Sayın yazara göre musa as "asa" sını tuva da bırakıyor ve eline tevratı alıyor, musa ası asasız yola çıkaran yazar kur'anda bu olayın devamındaki "asa" ile ilgili geçen bölümleri de "birikim" olarak çevirmek zorunda kalmıştır.  


Firavun ve kavmine karşı isra s.101. ayetinde 9 tane ayet verildiği ve neml 12 ayetinde ise verilen 2 ayetin bu 9 ayet içinde olduğu zikredilir. Sayın yazar verilen bu iki ayetten birinin tevrat olduğunu iddia etmektedir. Ancak araf s. 142-147. ayetleri arasında musa as ın tur dağına çıktığı zaman ona levhaların verildiğini hatırlayacak olursak tuva vadisinde tevratın verildiğini iddia etmesi kendisini gülünç bir duruma düşürmektedir. Sayın yazarın iddia ettiği musa  as a verilen harun as olduğu iddiasına gelince surenin normal dizilişine göre okuduğumuz zaman verilen 9 ayetten ikisinin verilmesinden sonra harun as ın musa as a yardımcı  olarak verildiğini görürüz,ayetlerin normal tertibine göre bu iddiasındada gülünç duruma düşeceğini bilen sayın yazar tam bir sihirbaz mandreke ustalığı ile ayetlerin dizilişini karıştırıp metnide ona uygun olarak tashih! (tahrif demek daha uygun düşer) ettikten sonra bizlere sunmaktadır


Daha önceki araf suresi tashihinde "asa" ve "yed" kelimelerini nasıl tashih! ettiğini gördüğümüz sayın yazarın "hayye "  kelimesi üzerindeki tashihinde bu kelimenin lugat anlamalarını verdikten vardığı nihai kararı şu şekilde açıklar. 


"Özetlersek, bu sözcüğün anlamı, "hayat ve canlılık"tır. Dolayısıyla hayye sözcüğü, "yılan" demek olmayıp, "varlığın uzun ömürlü oluşu"nu nitelemektedir. Tâ-Hâ Sûresindeki حية تسعى - hayyetun tes'â = koşup duran tes'â ifadesinin, Türkçedeki tam karşılığı, "yedi canlı" deyimi olup bu da, "defalarca ölüm tehlikesiyle karşılaşmasına rağmen her seferinde sağ kurtulmak" anlamına gelir. Bu sözcük, birçok hastalıktan, bela ve felaketten kurtulan kişiler için kullanıldığı gibi, kedi ve yılan için de kullanılır.


Sayın yazarın tashih yaparken gözden kaçırdığını zannettiğimiz bir noktayı hatırlatmak yerinde olacaktır. üstte eserinden yaptığımız alıntıda " hayyetun tes'â = koşup duran tes'â " deyimindeki "tes'a" kelimesinin "koşup duran" anlamında olduğu malumdur "hayyetun" kelimesine de koşup duran şeklinde bir mana veren yazara göre olması gereken anlam " koşup duran, koşup duran" gibi bir anlama gelecek şekilde anlaşılmaz bir mana vermesini anlamakta güçlük çektiğimizi belirtelim. Bunu belki bir yazım hatası olabileceğini tahmin edip düzeltilmesi gereken bir yanlış olabileceğini umuyoruz. Musa as ın asası ile ilgili olarak geçen 3 kelimenin (hayye, sü'ban , cannun) ortak anlamlarının bir çeşit yılan cinsi olduğu bilgisinin bir tarafa atılarak sahibini nerdeyse fıtık edebilecek olan zorlamalarla anlamlarını değiştirmeye çalışıp hevaya göre bir sonuca varmak ancak ayetlerin mecaz olduğunu iddia etmek ve yerlerini değiştirip göz aldatmacası yapmak sureti ile olabileceğini adı geçen eserden yaptığımız alıntılar ile görmekteyiz. Sıradan bir ağaç parçasının bir anda yılan olması karşısında normal bir insan gibi korkan musa as ın bu tepkiside sayın yazar tarafından şu şekilde yorumlanmaktadır.  


"20. Âyetteki hayye sözcüğü, "yılan" olarak anlaşılınca, doğal olarak 21. Âyetteki korkmak sözcüğü de "yılandan korkmak" olarak anlaşılmıştır. Hâlbuki buradaki korku, bu Sûrenin 45–46. Âyetleri ile Şu'arâ Sûresi'nin 10–15; Neml Sûresinin 10. ve Kasâs Sûresinin 30. Âyetlerde konu edilen Mûsâ peygamberin görevden korkması, kaçmasıdır."  


Sayın yazar yine buradada kıssadaki anlatım sıralaması konusunda bir şaşıtmaca içine girerek konu ile ilgili üstte verdiği ayetlerin hangi olaydan sonra geçtiği konusunda bir yanılgı içine düşerek maalesef debelendikçe batan bir duruma düşmüştür şöyleki;

-Şuara suresinde musa as ın kıssasında "asa"nın yılana dönüşme sahnesi zaten yoktur.
-Neml s 10-11. ayetlerine verdiği mealde "asa" kelimesini "birikim" olarak vermesi sayın yazarın yine bir çelişkisini ortaya çıkarmaktadır. Musa as ın tuva vadisindeki anlatılan kıssası sayın yazarın yukarda taha suresi ile ilgili yaptığı tashihinde 18. ayette anlatıldığı gibi elindeki "asa"nın koyunlarına yaprak silkelemek için kullandığı bir araç olduğu kendisinin verdiği mealdede aynıdır. Bu olayda "asa"yı gerçek anlamında bir meal vermesine rağmen aynı olayın anlatıldığı neml suresinde "asa"yı "birikim" olarak meallendirmesi bizde tashihde unutulmuş bir yer olduğu hüsnü zannı oluşturmaktadır .

-Kasas s. 30 ayetine gelince neml s ayetlerinde düştüğü çelişkiye buradada düştüğünü görmekteyiz.Aynı olay anlatılmasına rağmen taha 18 de "asa" olan kelime buradada "birikim" şeklinde çevrilmiştir. Sayın yazara birileri  kıssada anlatılan aynı olaydaki bir objenin bir ayette "asa" diğer iki ayette "birikim" olarak çevirmenin yaman bir çelişki olduğunu söylemesi lazımdır. Sayın yazarın musa as ın "asa"nın yılan haline dönüştüğündeki korkusu ile "firavuna gidin" emri verilmesi ile duyduğu korku arasındaki farkı görememesi kendisine maalesef yakışmamaktadır. 


 22. ayetteki "elin beyazlaması" olayını harun as ın ona yardımcı olarak verilmesi şeklinde te'vil eden yazar bu te'vilinide şu şekilde delillendirmektedir. 

"22. Âyetteki, tahrücü [çıkacak] filinin öznesi "el" değil, "sen"dir. Bu ifade, fiil kalıbının "ikinci eril tekil şahıs" kalıbı ile "üçüncü dişil tekil şahıs" kalıplarının aynı kalıp olmasından karıştırılmıştır. Burada kastedilen de kendisine yedek güç olarak verilmiş olan vezir Hârûn'u devreye sokması, o'nun sayesinde ifadeleri kusûrsuz, lekesiz ve eksiksiz olarak tebliğ etmesidir.

Ayetin arapça metninde "tahruc" şeklinde geçmesine rağmen metni tahrif etmekten çekinmeyen sayın yazar kelimeyi "tahrücü" şeklinde ifade ederek "kul" vasfında olma durumundaki birinin eserine dahi yapılamayacak tahrifi Allahın kitabına reva görmekten haya etmez tahrif ettiği "tahrüc" kelimesini "tahrücü" şeklinde olduğunu söyleyerek o kelimenin tahlilini yaparak yavuz hırsız misali fiil kalıplarının  karıştırıldığını iddia ederek kendi tahrifini örtmek istemektedir. 

Neml suresi 10-11-12. ayetlerinin, firavun ve kavmine verilen dokuz ayetten ikisinin tuva vadisinde verildiği yolundaki açık beyanına rağmen ve araf s142-147. ayetler arasında musa as ın tur dağına çıkıp oradan levhalar halinde kitabı aldığı beyanına rağmen, furkan suresi 35 ve 36 da "Ve andolsun ki Mûsâ'ya Kitab'ı verdik, kardeşi Hârûn'u da onunla birlikte vezir kıldık. Sonra da, "Haydi Âyetlerimizi yalanlayan o kavme gidin!" dedik. Sonunda da parçalayıp yok ettik."mealindeki ayetleri destek alarak  musa as a verilen 2 ayetin tevrat ve harun olduğunu bu ayetlerden çıkarmak istemektedir. Furkan 35.36 ayetleri musa as kıssası ile ilgili tek bir ayetmiş gibi onlara can simidi gibi sarılan yazar diğer ayetleri kendi düşüncesine uygun düşmediği gerekçesi ile tahrif edebilmektedir. 


Tashihlerinin!! devamında sayın yazar taha s 37-67. ayetlerinin mealini verir. Ancak sayın yazarın, musa as a verilen ayetlerden biri olduğunu iddia ettiği harun as orada ayet olarak değil firavuna musa as ile beraber gönderilen bir resul olarak karşımıza çıkmaktadır  ""Sen ve kardeşin Âyetlerim ile gidin ve Beni anmakta gevşeklik etmeyin" mealindeki ayetle birlikte şu soruyu sormak gerekir. " Sayın tebyin sahibi harun eğer ayet ise neden musa as ile birlikte ayetlerim ile birlikte gidin denilip harun as o ayetlerin dışında tutuluyor?" . İlgili ayetlerden anlaşıldığı üzere musa as a" tuva" da firavun ve kavmine gönderilen iki ayetten bahsediliyor eğer harun ayet olsa geriye bir ayet kalırdı o zaman ayette ,"sen ve kardeşin ayetimle gidin" denilirdi . Şimdi bize şunu demek düşüyor " sayın yazar ya siz matematik bilmiyorsunuz,yada hiç dayak yemediniz ,yada kur'anı hiç bilmiyorsunuz".

68-79. ayetlerin mealini verdikten sonra çağdaş israiliyata örnek olmak üzere şunları yazmaktadır.
"Bu Âyetlerde, Mûsâ peygambere, kavmini geceleri çalıştırarak suda/Nil nehrinde –haşyet duymadan ve yakalanma korkusu olmadan– kuru yollar oluşturmasının vahye dildiği, sonra da onları izleyen Firavun'un ordusuyla birlikte o nehirde boğulduğu nakledilmektedir.
Burada dikkat çeken nokta, bol suda/nehirde açılacak yolun gece yürüyüşü sayesinde gerçekleşeceğidir. Bununla Mûsâ peygambere, "İnsanları geceleri çalıştırmak sûretiyle kimseye sezdirmeden, göze batmadan bu işi yavaş yavaş hallet" denmiş olmaktadır.
Kur'ân'daki ifadelerden anlaşıldığına göre bu olaylar, birkaç dakika veya saatte değil, uzun bir süreçte gerçekleşmiştir. Mûsâ peygamber Mısır'a döndüğünde toplumu içerisinde yıllarca faaliyet göstermiştir."

Sayın yazarın bundan önceki araf s. tashihinde!! "bahr" ve "yemm" kelimeleri hakkındaki çelişkilerini ortaya koymaya gayret etmiştik. Bu suredeki tashihinde!! 77. ayette geçen "bahr" kelimesini "nehir" olarak çevirip israiloğullarını geceleri nehirde amelelik yaptırarak kuru yollar açtırmakta, ancak burada gece açılan kuruyolun gündüz neden su ile dolmadığını ve israiloğullarının gece açtıkları kuruyolları gündüzleyin firavun ve kavminin nasıl göremediğini izah etmemektedir. Ayrıca "bahr"kelimesini "nehir " olarak çevirirken şura s.32 de ve rahman s 24 de, kehf 109 da, geçen "bahr" kelimelerini "deniz" olarak çevirip olağan çelişkilerine devam etmiştir. 

Kasas s. 14 ve ahkaf. 15. ayetlerine dayanarak musa as ın peygamberlik yaşınıda bulan sayın yazar kasas 14. ayetindeki "ve lemma beleğa eşeddehu" (ergenlik çağına ulaştığında) cümlesi ile ahkaf suresindeki "ergenlik çağına ulaşınca ve kırk yaşına varınca" cümlesindeki "ve" harfinin insan hayatındaki iki evre olan ergenlik ve olgunluğu birbirinden ayırıp "her iki evresindede" şeklinde bir anlam olmasına rağmen musa as ı 40 yaşında peygamber yapmıştır. "Eşüddehu" kelimesinin geçtiği bazı ayetlere baktığımız zaman görürüzki "yetimin malına ergenlik çağına kadar yaklaşmayın " şeklinde emirler verilir eğer "eşüddehu" kelimesini 40 yaş olarak almak gerekiyorsa yetimler 40 yaşına gelen kadarmı malına yaklaşılmayacak?. Musa as ın hayatını muharref tevrattan değilde kur'andan öğrenmeye kalktığımız zaman musa as ın daha erken bir        yaşta  peygamber olduğu ortaya çıkacaktır. Bu  yaş meselesinin pek önemi olmadığı halde sayın yazarın düştüğü yanlışlardan bir yanlış olduğu için bizde konu ile ilgili düşüncemizi serdetmek istedik. 

Kur'an kıssalarının günümüze vermek istediği mesaj konusunda hiç bir kaygısı olmadan sadece ön kabuller doğrultusunda kıssaları anlama amaçlı olarak tebyin!! çalışması yapan sayın yazar bu tebyin! çalışmasında tashih !! edilmesi gereken yerler olduğunu söyleyip böyle tashihler!! yapmaktadır. İnsan sormadan edemiyor "tashih edilmiş hali böyle ise tashih edilmeden nasıldı acaba bu ayetlerle ilgili yapılan tebyin çalışmaları?"

                       EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

10 Kasım 2011 Perşembe

"Tebyinül Kur'an" dan Tahrifül Kur'an Örnekleri 12 ( Tashih Notları Araf s.)

"Tebyin'ül kur'andan tahrifül kur'an örnekleri" seri başlıklı yazımıza adı geçen eserin internetteki sitesinde yayınlanmış bulunan "TASHİH NOTLARI" adlı bölümdeki tashih adı altındaki tahrifler üzerinde durmaya çalışacağız. Tashihlerinin araf suresi ile ilgili kısmına "asa " kelimesini tashih ettiği bölümde 103-108. ayetlerin mealini vererek başlamaktadır.       
 
"103.       Sonra onların [o elçilerin/o toplumların] arkasından Mûsâ'yı alâmetlerimizle; göstergelerimizle Firavun'a ve ileri gelenlerine gönderdik de onlar, onlara [alâmetlere/göstergelere] zâlimlik ettiler. Hele bir bak, o bozguncuların âkıbetleri nasıl oldu!
104–105.   Ve Mûsâ, "Ey Firavun! Ben kesinlikle âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim. Allah hakkında hakktan başkasını söylememek bana bir yükümlülüktür. Gerçekten ben size Rabbinizden apaçık bir delil ile geldim. Bu nedenle İsrâiloğulları'nı gönder benimle" dedi.
106.       O [Firavun], "Eğer bir alâmet; gösterge ile geldiysen, getir hemen onu, tabii eğer doğrulardan isen" dedi.
107–108.   Bunun üzerine o [Mûsâ], birikimini ortaya attı, o da birdenbire apaçık bir "silip süpüren" kesiliverdi. Gücünü de sıyırıp açığa koydu; artık gücü, izleyenler için mükemmel, tam kusûrsuzca idi."
 
"Kur'ân'daki Mûsâ peygamber kıssalarının doğru anlaşılması için, İsrâiliyâtın etkisiyle oluşmuş peşin kabullerin aşılıp bu kıssalarda kullanılan sözcüklerin gerçek anlamının tespit edilmesi gerekir. Bunlardan biri olan asâ sözcüğü, nüzul sırasına göre ilk olarak burada [A'râf Sûresinde] geçtiğinden bu sözcüğün burada tahlil edilmesi uygun olur:"şeklinde klasik bir giriş yaparak kendi düşüncesinin hilafına olan düşünceleri "israiliyat" şeklinde ifade edip kendisi ondan aşağı kalmayacak şekildeki yorumlarına başlar. Kur'an kıssaları hakkındaki düşüncelerini bundan önceki yazılarımızda paylaştığımız üzere sayın yazarın kur'an kıssalarındaki önkabullere dayalı düşünceleri buradada " asa" kelimesi üzerindede karşımıza çıkmaktadır. Yazısına "asa" kelimesinin tahlili ile devam eden yazar bu kelime ile ilgili vardığı nihai karar şudur. 

"Asa" kelimesine ," birikim ve sıkı tutulan şey" anlamının üzerinden yola çıkarak musa as ın asasının sadece taha s. 18. ayetinde hakiki anlamı ile kullanıldığını diğer ayetlerde ise musa asın bilgi birikimi şeklinde kullanıldığını iddia eder. Sayın yazarın ve onun paralelinde düşünen bazı kişilerin kaçırdıkları bir noktayı biraz açmak yerinde  olacaktır. Geleneksel tefsir anlayışında kur'an kıssaları israiliyat ile doldurularak kıssadan hisse almak gibi önemli bir noktanın gözden kaçırıldığını görmekteyiz. Aynı şekilde modernist tefsir anlayışıda buna paralel olarak kıssadaki bazı olayların ve objelerin mecaz anlamda olduğunu iddia ederek kıssayı günümüze taşıyamama noktasında geleneksel anlayış ile bir paralellik arzetmektedir.  

Musa as ın asasının bugün için bizlere ne ifade etmesi gerektiği üzerinde düşünmek gerekirse bizlere şöyle mesajlar çıkabilir. Öncelikle musa as ın asası kur'anda geçtiği bütün ayetlerde aynıdır. Sayın yazarın iddia ettiği gibi taha s. 18. ayetinde hakiki anlamda diğer ayetlerde mecaz anlamda kullanıldığı iddiası zorlama bir iddiadır. "Asa" nın bizler için bugüne mesaj veren yönü asanın ağaçtan olan kısmı ile ilgili değil , Allah cc nin gücü ve kudretinin görsel bir tezahürüdür. Bugün için o asanın yerini tutan şey "KUR'AN" dır. Sayın yazar bu doğru noktada bir tesbit yapmış fakat asanın o günkü halini mecaz olarak algılaması yönünde hataya düşmüştür. O gün basit bir ağaç parçası olan asa musa as ın firavun karşısındaki tevhidi duruşu ve kararlılığı karşısında Allah cc nin kudreti ile firavun ve sihirbazlarına karşı galip gelmiştir. Bugün ise elimizde olan "KUR'AN" "ASA" nın gücüne eş değerde bir kitaptır. Bizler eğer elimizdeki kur'anın değerini anlayıp firavunlara karşı musa ve harun as gibi tevhidi duruşumuzu ve kararlılığımızı sergilediğimiz müddetçe o kitapla  çağdaş firavunları ve yandaşlarını mağlup edip imkansız olarak gördüğümüz olaylar denizin yarılması misalinde olduğu gibi gerçekleşecektir.  

Sayın yazar "tashih notları" şeklinde ifade ettiği kısımda " asa" sözcüğünün kuranda geçtiği yerlerin sayısını 6 olarak vermektedir ancak kur'ana baktığımız zaman bu kelimenin geçtiği yerlerin "asake" şeklinde 6 yerde, "asahu" şeklinde 3 yerde, "asaye" şeklinde 1 yerde olmak üzere toplam 10 yerde olduğunu görmekteyiz.  

Tashihlerin devamında 107. ayette geçen "sü'ban " kelimesi üzerinde durulmakta ve kelime tahlillerinden sonra varılan kararı şöyle açıklamaktadır.
"Âyetteki su'bân sözcüğü, ister "önüne geleni sürükleyen sel"; ister "fare avlayan yılan" anlamında ele alınsın, burada, Mûsâ peygamberin birikiminin, karşısındaki her şeyi silip süpürdüğü/yuttuğu, yani Mûsâ peygamberin ortaya koyduğu fikirlerin, bilgilerin, Firavun'un ve ziynet günü yapılan müsabakada sihirbazlarının tezlerini çürüttüğü, iptal ettiği anlatılmaktadır. Çünkü vahyin önünde hiçbir şey duramaz. Bu nitelik Kur'ân için de birçok yerde zikir edilmiştir:"
Yine burada bizlere verilmek istenen mesajı doğru algılamasına rağmen "su'ban" sihirbazların sihirlerini yutan bir yılan olmasının hakiki değil mecazi anlamda anladığını görmekteyiz. Bizlerden hiç biri o gün firavun ve musa as ın yanında değilidik ama kur'anın metni ve bütünlüğü bu olayı bizlerin mecaz olarak yaşandığını anlamamız yönünde herhangi bir işareti yoktur. Yazarın tesbitine katıldığımız nokta, bugün için o " asa" nın muadili olan elimizdeki kur'anı doğru kullandığımız müddetçe, "asa" nın sihirbazların yaptıklarını ortadan kaldırdığı gibi kur'anında bu görevi görmesidir.  


108. ayetteki "yed'i beyza" (beyaz el) tamlaması içinde şunları söylemektedir. 

- YED:

Âyette geçen ve genellikle "el" diye çevrilen يد - yed sözcüğü, mecâzen "kuvvet, zenginlik, iktidar, saltanat, nimet, yay, elle yapılan işlerin tümü" anlamında kullanılır.
Burada konu edilen güç, diğer Âyetlerde[ Neml Sûresinin 12, Kasâs Sûresinin 32. Âyetlerinde], "cebindeki/koynundaki güç olarak nitelenmektedir. Bu güç ise, "Hârûn"dur.

بيضاء - BEYZÂ':

Bu sözcükle ilgili şu bilgiler verilmektedir:
Biyz, "yumurta", beyaz da "yumurta rengi" demektir. Bu sözcüğün beyzâe kalıbı, "aşırı beyazlığı, parlaklığı" ifade eder. Güneşe, beyaz yüzlü lekesiz kadına, üzerinde hiç bitki olmayan toprağa, kamerî ayların 14–15. geceki görünümlerine beyzâ' denir. Yed-i beyzâ', tamlaması, "ispatlanmış, kanıt" demektir. 25
Bu açıklamalara göre bu sözcüğe, "bembeyaz" karşılığı verilebilir ki bu da, mükemmellik ve kusûrsuzluğun mecazi ifadesidir.
Yed'in/güc'ün, görenlere karşı bembeyaz [kusûrsuz, mükemmel] olmasıyla da, Hârûn'un ifade ve hitabet yeteneği kastedilmektedir. Tâ-Hâ Sûresinin 28. Âyetinde n açıkça anlaşıldığına göre Mûsâ peygamberin ifade yeteneği zayıftı. Mûsâ peygamberin bu zayıflığı, kardeşi Hârûn'un o'na vezir [sekreter, sözcü] olarak verilmesiyle giderilmiştir. Bunu Tâ-Hâ Sûresindeki pasajda açıkça göreceğiz. 

"Yed" kelimesi ile ilgili tahlillerin sonucunda vardığı karar yine diğer kararları doğrultusunda olan olayın mecaz bir anlatım şeklinde olduğu ve bahsi geçen " beyaz el" in harun as olduğudur. Sayın yazarın burada görmezlikten geldiği bir nokta vardır. Neml suresi 12. ayetinde buyurulduğu üzere "asa" nın yılan olması, elin beyazlaşması, gibi olaylar firavun ve kavmine verilen 9 ayetin içindedir. Buradaki "ayet" kelimesinden anlamamız gereken anlam, onların iman etmesini sağlamak amacı ile meydana getirilen olağan dışı olaylardır. Bu olayları aklileştirip mecaz olarak yaşandığını iddia etmek bir nevi Allahın gücünü inkar etmektir. 

Sayın yazar tashihlerine aynı surenin 109-139. ayetlerinin meallerini vererek devam etmekte ve meallerin sonunda şöyle demektedir. 
"Mealde, "bol su; nehir" diye çevirdiğimiz sözcük, بحر - bahr'dır. Kur'ân'da geçen Mûsâ peygamber pasajlarının doğru anlaşılabilmesi için بحر - bahr ve يمّ – yemm sözcüklerinin anlamının da doğru olarak tespit edilmesi gerekir.
Bu iki sözcük genellikle "deniz" diye çevrildiğinden, doğal olarak Mûsâ peygamberin İsrâil oğullarını Kızıldeniz'den geçirdiği ve Firavun ile avenesinin de Kızıldeniz'de boğulduğu kabul edilir. Ne var ki Kur'ân ve Arap dili buna izin vermez. İşin doğrusunun kavranabilmesi için bu sözcüklerin gerçek anlamını takdim ediyoruz."
Tashih notundan anlaşıldığı gibi bu bölümdeki iddiası firavunun kızıldenizde boğulmadığıdır. Bu gerekçesini "kur'an ve arap dili buna izin vermez" şeklinde ifade eden sayın yazar şöyle devam etmektedir.

- BAHR:

Bahr, "ister tatlı ister tuzlu olsun çok su" demektir. Bu sözcük "kara parçası" sözcüğünün karşıtıdır. Bu sözcüğün aslı "yarmak" demektir. Su, kara parçasını yardığı için bu isimle isimlenmiştir. Eski Arap şiirlerinde de Fırat nehri bahr sözcüğüyle yer almaktadır. Büyük, tuzlu sulara [denizlere]bahr denmesi yaygındır. 26

اليمّ - YEMM:

Yemm, "bahr/çok su" demektir. Leys bu sözcüğü, "derinliği ve kıyıları bilinemeyen deniz" olarak tarif etmiştir. Ama Kur'ân'da Tâ-Hâ Sûresinin 39. Âyetinde, Mûsâ peygamberin annesine bebeği "yemm"e bırakması vahye dildiği ve Mûsâ peygamberin sandığının yemm'de sahile vurduğu açıkça belirtildiğine göre bu iddia doğru olamaz. Zira Mûsâ peygamber Nil nehrine bırakıldı ve sandık nehrin kenarına yanaştı.
Bu sözcüğün Süryaniceden Arapçalaştırıldığına da inanılır. 27
Bu sözcük, A'râf Sûresi'nin 136; Tâ-Hâ Sûresinin 39 (iki kez), 78, 97; Kasâs Sûresinin 7, 40 . ve Zâriyât Sûresinin 40. Âyetlerinde geçer.
Mûsâ peygamberin ailesinin ve Firavun'un yaşadığı yerler dikkate alındığında, Mûsâ peygamber pasajlarında geçen bahr ve yemm kelimelerinin, "bol su/nehir" olarak çevrilmesinin daha uygun olduğunu düşünüyoruz. Bu durumda Firavun, Mûsâ peygamber bebekken bırakıldığı suda boğulmuştur, denizde/ Kızıldeniz'de boğulmamıştır.

 Burada anlamakta zorlandığımız bir nokta vardır, Firavun ve avanesinin kızıldenizde boğulmadığı iddiasına delil olarak  "bahr" ve " yemm" kelimeler ile ilgili yaptığı tahlilde vardığı sonuçta, musa as ın bebek iken bırakıldığı suyun kur'anda " yemm" olarak ifade edilmesinden yola çıkarak ve bu kelimenin deniz anlamına gelmediği ve dolayısı ile firavunun kızıldenizde değil nil nehrinde boğulduğu iddia etmektedir. "Bahr" kelimesinin musa as ile geçtiği 6 ayete baktığımız zaman "yemm" kelimesi ile aynı bağlamda kullanıdığını görmekteyiz. Yani musa as kıssasında geçen "yemm" ve "bahr" kelimelerinin kıssada kullanıldığı anlam aynıdır ancak sayın yazar burada kastını anlayamadığımız bir biçimde bu kelimenin lugat anlamları üzerinde fikir yürüterek "arap dili ve kur'an buna izin vermez" şeklinde bir söz ile bir kelimenin lugat anlamını kur'ana göre değil kur'anı o kelimenin lugat anlamına göre anlamak gibi bir yola başvurmaktadır. "Kur'an buna izin vermez" ifadesi başlı başına bir tezattır "yemm" ve " bahr" kelimelerini nasıl kullanılacağını Allaha öğretmek gibi duruma düşen sayın yazara Allah cc den hidayet dilemekten başka bir diyeceğimiz yoktur. Kendisi bu gibi yaklaşımlarla bir kıssanın bu güne vermek istediği mesaj nedir ? gibi bir soruya cevap aramak derdinde olmadığı aksine  geleneğin içine düştüğü hatalardan olan "kıssa içinde dönüp dolaşmak" şeklinde tabir ettiğimiz yanılgının içine düşmüştür. Kıssanın bize vermek istediği , gelen bir resulu inkar eden bir kavmin helak edilmesi mesajıdır nerede ve nasıl boğulduklarının adresi değildir ancak kıssa bu konuda açık bir bilgi vermesine rağmen sayın yazar bunu görmek istememektedir. 


Araf suresi ile ilgili tashihlere !! 160 . ayet ile devam eden yazar bu ayet aynı konu ile alakalı olan bakara s. 60 ayetine şu şekilde meal vermiştir.  

"160.       Ve Biz, onları on iki torun liderleri olan oymak topluluğa ayırdık. Ve kavmi kendisinden su istediği zaman Mûsâ'ya, "Birikimini o taş kalpli kavmine uygula" diye vahyettik. Hemen ondan [o taş kalpli kavimden] on iki toplum, belde halkı oluşuverdi. Halkın her biri su alacağı yeri iyice öğrendi. Ve bulutu da üzerlerine gölge yaptık. Onlara kudret helvası ve bal/bıldırcın indirdik; size rızık olarak ihsan ettiğimiz nimetlerin temizinden yiyiniz! Onlar, Bize zulüm yapmadılar, kendi kendilerine zulmediyorlardı.
Bu Âyetin bir benzeri de Bakara Sûresinde bulunmaktadır:
(Bakara: 60) Ve hani bir zamanlar Mûsâ, kavmi için su istemişti de, Biz, "Birikimini taş kalpli kavmine uygula!" demiştik. Bunun üzerine ondan [o taş kalpli kavimden] taştan on iki toplum-belde halkı ayrışmıştı. Her kısım insan kendi su alacağı yeri kesinlikle öğrendi. –Allah'ın rızkından yiyin-için ve bozgunculuk yaparak yeryüzünde taşkınlık yapmayın.–"

Sayın yazarın "tashih" olduğunu belirttiği bu kısımda " tashih "adına yapılan bir tahrif bariz bir biçimde karşımıza çıkmaktadır. Yukarda ele aldığımız tashih!! notlarında " asa" kelimesine yüklediği anlamı burada yapacağı tahrife kılıf olarak hazırlamış olduğu ortaya çıkan sayın yazar ayette geçen "taş" , "darb" ,ve "ayn" kelimeleri üzerinde durarak ayetlere vermiş olduğu anlamı pekiştirmeye şu şekilde çalışır. 
"Taş" kelimesini hakiki anlam olarak değil mecazi anlam olduğunu iddia edip "taş kalpli israiloğulları" ifadesini kullanmıştır ancak ayetin metni bu tür bir ifadeye izin vermez ama"ben yaptım oldu" mantığı içinde yazarımız bunu halleder.
"darb" kelimesininde aynı şekilde mecazi olarak anlama yoluna giden sayın yazar "ayn" kelimesi için "pınar"  olarak çevrilen anlamını oluşturduğu önkabule uygun düşmediği için reddederek bu kelimeye "toplum belde halkı" anlamını vermiştir halbuki halis niyetle yapılmış bir anlama çalışmasında "ayn" kelmesinin geçtiği diğer ayetlere bakılıp bağ kurulmaya çalışılsaydı traji komik bir duruma düşmek zorunda kalmazdı. Sayın yazar bu iddiasına delil olarakda maide s.12. ayetini delil gösterir ancak araf 160 ve bakara 60 ayetlerinde görüldüğü üzere israiloğulları 12 ayrı kol olduğu ve her kol için ayrı su çıktığı beyan edilir. Maide s. 12. ayetide bu 12 kola gönderilen nakiblerden bahseder. Suyun insan hayatındaki öneminin yadsınamaz bir gerçek olduğu hepimizin malumudur , rabbimizin israiloğullarına verdiği nimetlerden en önemliside su nimetidir bu suyu onları günlerce yeri kazarak bulmaları yerine onlara gücünün ve kudretinin kadrini takdir etmeleri amacıyla musa as ın asası ile taşa vurdurarak oradan her kabile için ayrı ayrı olmak üzere 12 pınar çıkartmış ve bu nimetin kadrini bilmeyen israiloğulları bu büyük mucize karşısında o su çıkan taşlardan daha katı kalpli olmuşlardır. 

Sayın yazarın "tashih notları" olarak belirttiği araf suresi ile ilgili bölümlerde görüldüğü üzere daha önceki yazılarında olduğu gibi özellikle kur'an kıssaları üzerindeki ön kabullerinin etkisi ile ayetler üzerinde tahrife gitmekten çekinmeyen sayın yazar bu adetini "tashih" adı altındada buradada devam ettirmektedir. Kur'an kıssalarındaki mesajı güne taşıma şeklinde bir gaye gütmeyen geleneksel anlayış ile aynı paralelde bir düşünceye sahip olan yazarımız bu kıssada özellikle hakiki anlamda anlaşılması gereken kelimeleri mecaz olarak anlayarak kendi hevasına uygun yorumlar getirmiştir. Rabbimiz bizleri kur'anı ön kabuller ile değil sadece kur'andan anlayan kaullarından kılsın.  
                          EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

9 Kasım 2011 Çarşamba

Yevm'ül Cem Toplanma Günleri

Mü'min veya müşrik olsun bütün insanların yaratılışından gelen birlikte yaşama ihtiyacının bir gereği olarak belirlenmiş zamanlarda bir araya gelerek görüşüp tanışmaları fikir alışverişinde bulunmaları doğal hatta gerekli bir durumdur. Dünyanın herhangi bir bölgesinde ikamet eden insanları bir araya getiren en önemli olay o insanların (mü'min veya müşrik farketmez ) dua ettikleri ilahlarına bağlılıklarını sergiledikleri "toplanma günleridir". Bu günlerde insanlar birbirlerini bir araya getiren inançlarının gereği olarak bir nevi gövde gösterisinde bulunarak, yine insanın fıtratında olan " çoklukla öğünme"nin gereğini yerine getirirler. 

"Toplanma günlerinde" bir araya gelen insanlar dua ettikleri ve gücüne iman ettikleri ilahlarına karşı olan bağlılıklarını ifade etmek için kur'an dilinde " SALAT" adı verilen bir takım ritüellleri yerine getirirler. O insan guruplarından müşrik olanları, gücüne inandıkları ilahlarına bağlılıklarına yerine getirmek için yani kendi" salatlarını ikame etmek" için belirledikleri ritüelleri topluca yerine getirerek birlikte olduklarının ve birlikte düşündüklerinin bir nevi ilanını yaparlar. İnsan guruplarının mü'min veya müşrik farkı olmadan üzerinde önemle durdukları diğer bir noktada kendi düşüncelerinin ne kadar eskiye dayandığıdır.


İnsan fıtratının bir gerçeği de inandığını iddia ettikleri o düşüncenin kendilerine atalarının yolu ile gelmesi ve bu düşüncenin dayandığı noktanın kendilerine atalarının vasıtası ile gelmiş olmasının kendilerine bir haklılık payı kazandırdığı iddiasıdır . Kur'anda kendilerine gönderilen resulleri inkar edenlerin en önemli argümanı " sen bizi atalarımızın dininden geri çevirmeyemi geldin ?" şeklindeki sözlerdir. İnsan için öemli olan taşıdığı düşüncenin eskilere dayanan bir temeli olması ve bu düşünceyi paylaşan başka insanların olmasıdır bu inanç mü'min ve müşrik olsun her insanda aynıdır.  


Kur'anda gördüğümüz üzere muhammed sav in getirdiği kitabın özelliklerinden biri , kendinden önce gelen kitapları tasdik etmesi ve muhammed sav e vahyedilen bilginin şura 13 . ayeti ve daha benzer ayetlerde gördüğümüz gibi kendinden önce gelen bütün resullere verilen bilgi ile aynı olduğu şeklindeki ifadelerden anlaşılabilecek olan noktalardan biri taşıdığımız inancın ne kadar eski ve köklü bir inanç olduğudur. Bizlerde atalarımız olan nuh, ibrahim ,musa ve isa as ların getirdiği dine tabi olan mü'minleriz .Karşı taraftaki insanlarda ataları olan iblisin verdiği vesvese ile oluşturulan şirk dininin tabileri olan müşriklerdir. Ancak mü'min veya müşrik olsun farketmeden insanların ortak paydaları tabi oldukları ilahlarına belli zamanlarda bir araya gelmek sureti ile bağlılıklarını ifade ettikleri  bazı "nusuk"lar yolu ile ona yakınlaşmaya yol aramalarıdır. 
Biz burada insanlardan mü'min olanların yakınlaşma vesileleri üzerinde durmak istiyoruz.  


                 "NUSUK " VE " SALATIN"  İNSAN  HAYATINDAKİ   ÖNEMİ 


-6.162 - De ki: «Salatım, nusukum, hayatım ve ölümüm, alemlerin Rabbi Allah içindir.

-002.196- Başladığınız hac ve umreyi Allah için tamamlayın. Alıkonursanız, kolayınıza gelen bir kurban gönderin. Kurban, yerine ulaşıncaya kadar, başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizde hasta olan veya başından rahatsız bulunan varsa fidye olarak ya oruç tutması, ya sadaka vermesi ya da kurban kesmesi gerekir(nusuk). Güven içinde olursanız, hacca kadar umreden faydalanabilen kimseye kolayına gelen bir kurban kesmek, bulamayana, hac esnasında üç gün ve döndüğünüzde yedi gün, ki o tam on gündür oruç tutmak gerekir. Bu, ailesi Mescidi Haram'da oturmayan kimseler içindir. Allah'tan sakının ve Allah'ın cezasının şiddetli olacağını bilin.
-2.128- «Rabbimiz! İkimizi Sana teslim olanlardan kıl, soyumuzdan da Sana teslim olanlardan bir ümmet yetiştir. Bize ibadet yollarımızı göster(menasikena), tevbemizi kabul buyur, çünkü tevbeleri daima kabul eden, merhametli olan ancak Sensin».
-002.200- Hac ibadetinizi bitirdiğinizde(menasiküküm), babalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha kuvvetli bir anışla Allah'ı anın. «Rabbimiz! Bize sadece dünyada ver» diyen insanlar vardır, öylesine, ahirette bir pay yoktur.
-022.034-Biz; her ümmet için kurban kesmeyi(mensek) meşru kıldık ki Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanların üzerine O'nun adını ansınlar. Sizin tanrınız, bir tek tanrıdır. O'na teslim olun. Sen mütevazı olanları müjdele-22.067-Biz, her ümmete, uygulamakta oldukları bir ibadet tarzı gösterdik(mensek). Öyle ise onlar (ehl-i kitap) bu işte seninle çekişmesinler. Sen, Rabbine davet et. Zira sen, hakikaten dosdoğru bir yoldasın.

"Nusuk" ve "salat" kelimesi ıstılahi anlam olarak Allaha yakınlaşmak için yapılan ibadetler için kullanılmasına karşın bu kavrama daha geniş bir açıdan bakmak gerekirse bu kelimelerin anlam alanlarını " mü'min veya müşrik olsun , insanların dua ettikleri ilahlarına yakınlaşmak için kullandıkları yol" olarak genişletmek mümkündür. Yani insanlar mü'min veya müşrik farkı olmadan dua ettikleri ilahlarına  yakınlaşmak için kullandıkları yolların şemsiye adı " nusuk " ve salattır".

"Salat" kavramı geleneksel anlayış çerçevesinde çok dar anlamda anlaşılarak sadece namaz olarak anlaşılması bu kavramın gerçek anlamda ve daha geniş olarak anlaşılmasına maalesef engel olmuş ve bazı art niyetli çevrelerce istismar konusu olmuştur.  


Mü'minlerin dua ettikleri ve tek ilahları olarak kabul ettikleri ALLAH cc kullarının kendisine yakınlaşma vesilesi olarak onlara bildirdiği ibadetlerin ortak ismi "nusuk" ve "salattır" . Kullar bu kavramların içine giren bazı kurallar ile ilahına karşı olan bağlılığını ifade eder. "NUSUK" kelimesi arapların anlamını bildikleri ancak bu kelimenin anlamını şirk koştukları putları ile doldurdukları gerçeğinden yola çıkarak yukarda mealin verdiğimiz enam s. 162. ayetini anlamak kolaylaşır . Hayat ile ölümümüz arasındaki yaptığımız eylemlerin genel bir özeti "salat" ve nusuk" ların yapıması gereken merci sadece Allah cc dir , mü'min olma iddiasında olan bir kişinin yaşadığı zaman içinde yaptığı tüm eylemler Allahın emrettiği şekilde olması gereklidir. Kur'anda "nusuk" kelimesinin anlam alanlarına baktığımız şekli ibadetler dediğimiz "hac" ve kurban" ibadeti olarak kullanıldığını görmekteyiz.  


"Kurban" kelimesi anlam olarak yakınlaşmak demektir bu kelimenin anlamına dua etmekte oldukları ilaha karşı yapılan yakınlaşma eylemlerinin genel bir adı olarak bakılabilir. Eti yenen hayvanlardan kesilmek sureti sunulan yakınlaşma ibadeti insanların mü'min veya müşrik farkı olmadan yaptıkları bir ibadettir. Kur'anda "üzerine Allah adı anılmayan hayvanları yemeyin"(enam 121) emri bu ibadetin müşrikler tarafındanda yapıldığının ancak Allahtan başkası adına sunulan bu ibadetin "fısk" ve şeytan fısıldamaları olduğu ifade edilir. 

Rabbimiz bu şekildeki bir ibadetin sadece kendisi için yapılması gerektiğini bizlere bildirerek ona karşı olan kulluğumuzun göstergesi olarak belirlemiştir. Eti yenen hayvanların belli günlerde kesilerek Allah cc ye bağlılığın bir ilanı olan bu şekildeki bir kurban ibadeti atamız ibrahim as dan öncesine dayanan bir ibadet olmasına karşın oğlu ismail as ı kurban etme imtihanını başarı ile geçmesinin bir anma vesilesi ve bu özverinin bizler için bir örnek olması ve bu olayın bütün mü'minler tarafından devamlı olarak hatırda tutulmasının bir gereği olarak bu şekil bir ibadetide bizler rabbimize sunmaktayız.  


"SALAT" kelimesi anlam olarak çok geniş bir alana sahip olmasına karşın " dua ve destek olmak" anlamı konumuzun ilgi alanı içine girdiği için bu anlamlarının üzerinde durmak istiyoruz. Mü'min veya müşrik olsun bütün insanların dua ettikleri ilahlarına karşı bağlılıklarını ifade ettikleri fiillerin genel adı "salattır". Bu kavram meallerde genelde "namaz" olarak çevrilmesine rağmen her ayette namaz karşılığı vermek yanlıştır mesela enfal s. 35. ayette müşriklerin" beytin yanındaki salatlarının ıslık çalmak ve el çıpmak" olduğu ifade edilir maalesef bazı meallerde o ayetteki "salatühum" kelimesinin namaz olarak çevrildiğine şahid olmaktayız. Üzülerek şahid olmaktayızki bu tür yanlış mealler bazı art niyetli insanların ekmek kapısı olmuş ve kendi yanlışlarına dayanak yapmak için başka yanlışları kullanır olmuşlardır.  


"SALAT" kavramının genel anlamına uygun olarak, mü'min veya müşrik olsun bütün insanlar ihdas edilen belli günlerde düşünce birlikteliklerini sergilemek amacı ile yaptıkları bir takım şekilsel ibadetler bu kavramın anlamına dahildir diyebiliriz. Biz mü'minler için ihdas edilen toplantı günlerinde yapmış oldukları rablerine karşı olan bağlılık ifadesinin en güzel bir ifadesi olan "NAMAZ" salatı üzerinde biraz durmak istiyoruz.  


Ruku , secde,dua ve kıyam kelimeleri ıstılahi anlam olarak kulun rabbine karşı olan kulluk vazifelerinin bir ifa ettiği rirüellerin adıdır. İnsan kendisini yaratan, besleyip büyüten, hasta oldumu şifa veren, dua ettiğinde kendisini duyan yüce bir varlığın karşısında boyun eğmesinin ifadesini bu ritüeller ile gerçekleştirir.Bu ritüellerin hepsini bir arada toplayan ibadetin adı "NAMAZ" dır. Haftanın bir gününde toplanma günü  adı verilen " yevm'ul cumua"da ve yılda iki defa olarak kutlanan bayram günlerinde mü'minler bu görevlerini topluca yerine getirerek deyim yerindeyse gövde gösterisi yaparlar. Bu salatın bir çeşidi olan namaz ritüeli ile rablerine ve birbirlerine ve müşriklere bir nevi " TEVHİD MESAJI"  verirler. Bu olay mü'min olmanın tabii bir sonucudur. 


RİTÜELLERİN  BİRLİK  VE BERABERLİĞİ GÜÇLENDİRMESİ


“Tefrika girmeden bir millete düşman giremez,
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez!”
                                                              Mehmet akif Ersoy

Birlikte yapılan ritüel ibadetlerin en önemli boyutlarından biriside mü'minler arasındaki kardeşlik bağlarının güçlenmesine vesile olmasıdır. Kur'anın önemli mesajlarından biriside "mü'minlerin birlikte Allahın ipine sarılmaları","mü'minlerin kardeş oldukları" dır. Kur'anın  bu emirleri doğrultusunda yukardaki dizeleri yazan mehmet akif inde belirttiği gibi bir düşünceyi çöketmenin en kolay yolu o düşünceyi içinden yıkmak sureti ile olur. Allaha yapılan bu ibadetlerin arka plan mesajından habersiz olarak sadece şekli elinde kalan müslümanların üzerinde bugün daha şeytani planlar yapılarak bu "toplanma günlerinin" veya ritüellerin kur'anda olmadığı gibi düşünceler yayılmak istenerek içerden yıkılmaya çalışılmaktadır. 

Özellikle," NAMAZ, KIBLE, KABE, HACC, KURBAN" gibi ibadetlerin içini boşaltarak sadece şekli ile yatinen çoğunluk bir kısım müslümanın bu şekildeki anlayışlarını bile bir tehlike olarak gören şeytani güçler son yıllarda içerideki bazı yerli işbirlikçileri vasıtası ile kur'anı kullanarak müslümanlar arasında birlik ve beraberlik bağlarının güçlenmsine vesile olması gereken ibadetlerin kur'anda olmadığı yolunda iddialar serdetmeye başlamışlardır.  


Bu tür ibadetlerin olup olmadığı yolunda düşünceler ortaya atarak hedef saptırma veya gündem değiştirme çabası içinde olanlara bilerek veya bilmeyerek bir kısım kur'anı öncellediğini iddia eden kişiler alet olmaktadırlar. Bugün müslümanlar arasında gündem olması gereken konu bu tür ibadetlerin olup olmadığı yolundaki tartışmalar değil aksine bu ibadetlerin kur'ani anlamda içinin nasıl doldurlması gerektiğidir. İşte burada şeytani güçler devreye girerek gündemi saptırma ve suni gündemler oluşturma çabalarına girerek kafaları bulandırmaya gayret etmektedirler. 


Burada halis niyetli mü'minlere bir çağrı yapmak istiyoruz. Bu oynanan oyunların arka planındaki gerçeği görerek , namaz hacc veya kurban gibi ibadetlerin mü'minler için ne ifade etmesi gerektiğini iyi düşünerek bilmeden alet oldukları oyunun kimin ekmeğine yağ sürdüğüne bakmalarıdır. Kıyamete kadar mü'minlerin yolunun üzerine oturarak onları doğru yoldan çevireceğini vaad eden iblis ve yardakçılarının oyunlarına gelmemelidirler. "Şeytan " kavramını bile tartışmaya açarak "var mı ? yok mu?" şeklinde kafaları karıştıran iblisin bizler ne gibi tehlikeler hazırladığını kur'anı mü'mince anlamaya gayret ederek bilmek zorundayız.  Aksi takdirde şeytani güçlerin mü'minlerin birlik ve beraberliklerini bozarak onları içeriden çökertme çabaları azda olsa semeresini verecektir. 


Sonuç olarak, insan fıtratının bir gereği olan dua ettikleri ilaha karşı olan bağlılıklarını gösterme ve bir mesaj vermeye yönelik olan ritüel ibadetlerden olan mü'minlerin yaptıkları NAMAZ, HACC KURBAN  gib ibadetleri "kur'anda böyle bir şey yok " şeklinde iblise bile parmak ısırtacak kadar şeytani bir planla yürürlüğe koymaya karşı mü'minlerin yapmaları gereken şudur. NAMAZ ,HACC,KURBAN gibi ibadetlerin tevhidi boyutlarını gündeme getirip kurani manada anlaşılmasını sağlamak ve safları daha sıkı tutmaktır. 

ALLAHIN SELAMI ŞEYTANİ GÜÇLERİN OYUNLARINA ALET OLMAYAN MÜ'MİNLERİN ÜZERİNE OLSUN.











2 Kasım 2011 Çarşamba

Süleyman a.s Kıssası

Süleyman as kıssası kur'anda kıssaları anlatılan resuller içinde sıra dışı bir yer tutma bakımından diğer kıssalardan ayrılmaktadır babası davud as ile mülk verilen bir resul olma hasebiyle diğer resullerin aksine kavmi ile herhangi bir mücadelesi kur'anda anlatılmaz aksine mülkü insanlar,cinler,hayvanlar ve rüzgarlar üzerinde hakim bir resuldur. Ancak süleyman as ın kıssasıda modernist yaklaşımlar sonucu, kıssada geçen karınca ve cinler ile olan konuşmaların kur'an dışından alınan anlama yöntemleri ile anlaşılmaya çalışıldığına şahid olmaktayız. Geleneksel tefsir anlayışındaki bilgi kirliliği ile modernist yaklaşımlar kıssanın bugün için bize ne gibi bir hisse verdiğinden uzak olarak "kıssa içinde dönüp dolaşmak" şeklinde tabir ettiğimiz bir yöntemle kıssayı okumuş ne geleneksel anlayışta nede modernist anlayışta bu kıssanın bugün bize ne vermek istediği konusu üzerinde pek durulmamıştır. Biz bu yazımızda süleyman as ın kıssasının geçtiği ayet meallerini verip bu ayetleri kur'an bütünlüğü içinde anlamaya gayret edeceğiz. Süleyman as ın kıssası kur'anda, sad,sebe ve neml surelerinde geçmektedir bu surelerdeki kıssa ile ilgili mealleri verip kıssa ile ilgili düşüncelerimizi paylaşalım.   


                SAD   SURESİNDE   SÜLEYMAN  AS  KISSASI
Süleyman as ın kıssası sad suresinde 30. ve 40. ayetleri arasında geçmektedir ayetlerin meali şu şekildedir.  
30- Biz Davud'a Süleyman'ı armağan ettik. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah'a) yönelip-dönen biriydi.
31- Hani ona akşama yakın, bir ayağını tırnağı üstüne diken, öbür üç ayağıyla toprağı kazıyan, yağız atlar sunulmuştu.
32- O da demişti ki: "Gerçekten ben, mal (veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim." Sonunda bu atlar (koştular ve toz) perdesinin arkasına saklandılar.
33- "Onları bana geri getirin" (dedi). Sonra (onların) bacaklarını ve boyunlarını okşamaya başladı.
34- Andolsun, Biz Süleyman'ı imtihan ettik, kürsisinin üstünde bir ceset bıraktık. Sonra (eski durumuna) döndü.
35- "Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz Sen, karşılıksız armağan edensin."
36- Böylece rüzgarı onun buyruğu altına verdik. Onun emriyle dilediği yöne yumuşakça eserdi.
37- Şeytanları da; her bina ustasını ve dalgıç olanı.
38- Ve (kötülük yapmamaları için) sağlam kementlerle birbirine bağlanmış diğerlerini.
39- "İşte bu, bizim vergimizdir. (Ey Süleyman) Artık sen de hesaba vurmaksızın, ver ya da tut."
40- Şüphesiz, onun Bizim Katımız'da gerçekten bir yakınlığı ve varılacak güzel bir yeri vardır.

30. ayetten anlaşıldığı üzere süleyman as davud as ın oğludur ve " evvab" bir kişi olduğu vurgusu yapılmaktadır. "Evvab" (Allaha çokça dönen) kavramı bu surede , davud as ve eyyub as içinde kullanılarak öne çıkarılmaktadır.. Bu kavramın davud, süleyman ve eyyub as için kullanılması bizim için ne anlama gelmelidir? diye soracak olursak şu cevabı vermek mümkündür. Davud ve süleyman as ların kıssalarından anladığımız üzere bu iki resule hesapsız bir mülk, eyyub as ın kıssasında anladığımız üzere onada çok büyük sıkıntılar verilmiştir. Hesapsız varlık sahibi bu iki resul ile büyük sıkıntılar sahibi eyyub as arasındaki bu "evvab" olma bağından bizim için çıkarılabilecek olan hisse, zenginliğin ve fakirliğin bir imtihan olduğu, bu imtihan ile denenen bu üç resulun şahsında bizlerin ne kadar zenginlik veya ne kadar yoksulluk sahibi olsakda Allaha "asi" değil "evvab" olmamız gerektiğidir.   


Ayetlerin devamında süleyman as ın yaşantısından bir kesit sunulmakta ve dünya malı sevgisinin bir an için ağır bastığı görülmekte ve bunun süleyman as için bir "fitne" yani deneme olduğu ve  tahtının ayak ucuna (kürsisine) bir ceset bırakılarak ona ölümün hatırlatıldığı ve onunda bu hatırlatmaya olumlu bir cevap verdiği görülüyor. 34. ayetteki " kürsi" kelimesine karşılık olarak bu kelimenin "taht" şeklinde meallendirildiğini "kürsi" kelimesinin anlamının taht üzerine çıkmak için kullanılan bir araç olarak anlamak gerekmektedir çünkü "taht" kelimesinin kur'andaki karşılığı "arş " kelimesi ile ifade edilmiştir. 35. ayette denemeden geçirildiğinin farkına varıp tevbe eden süleyman as varlık ile imtihanın zorluğuna talip olarak bu sefer rabbinden kendisinden sonra kimseye nasip olmayacak bir mülk duasında bulunur ve bu dua kabul edilir.  


Süleyman as a verilen bu mülkün ayrıntıları üzerinde durmak verilen bu mülk üzerinde dönüp dolaşmak kıssasın esas anlatım amacı olan zenginlik ile imtihan edilen bir kulun nasıl davranması gerektiği meselesini süleyman as kıssası örneğinde gösteren kur'anın mesajının anlaşılamamasını doğurur. Süleyman as ın kıssasında öne çıkan konu onun mülkünün hikayesi değil aksine "DÜNYADA KENDİNDEN SONRA KİMSEYE NASİP OLMAYACAK BİR MÜLKE SAHİP OLAN BİRİSİNİN BU MÜLKE KARŞI OLAN ŞÜKRÜNÜN ANLATILMASIDIR". Kıyamete kadar gelecek olan dünyanın en zengin insanlarının servetlerinin süleyman as ın mülkü  ile mukayese bile edilemeyecek kadar az olmasına rağmen kendilerinde olan bu servetin onları rablerine karşı nasıl asi olmalarına vesile olduğunu gördükçe süleyman as ın kıssasının özellikle servet sahipleri için örnek alınması gerektiği ortadadır.


            SEBE  SURESİNDE  SÜLEYMAN  AS  KISSASI


Süleyman as kıssası sebe suresinde 12-13-14. ayetlerde geçmektedir ayetlerin meali şöyledir.
12- Süleyman için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgara (boyun eğdirdik); erimiş bakır madenini ona sel gibi akıttık. Onun eli altında Rabbinin izniyle iş gören bir kısım cinler vardı. Onlardan kim Bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından taddırırdık.
13-Ona dilediği şekilde kaleler, heykeller, havuz büyüklüğünde çanaklar ve yerinden sökülmeyen kazanlar yaparlardı. "Ey Davud ailesi, şükrederek çalışın." Kullarımdan şükredenler azdır.
14- Böylece onun (Süleymanın) ölümüne karar verdiğimiz zaman, ölümünü, onlara, asasını yemekte olan bir ağaç kurdundan başkası haber vermedi. Artık o, yere yıkılıp-düşünce, açıkça ortaya çıktı ki, şayet cinler gaybı bilmiş olsalardı böylesine aşağılanıcı bir azap içinde kalıp-yaşamazlardı.

Kıssanın bu suredeki bölümündede yine süleyman as a verilen mülkten örnekler verilmekte ve karşılığında "şükredilmesi" emredilmektedir. Yine burada öne çıkarılan nokta verilen mülkün niceliğinden öte bu mülke karşı olan sorumluluğun icabının yerine getirilmesinin istenmesidir. 14. ayette süleyman as ın ölümü ile sıradışı bir durum sözkonusudur. Burada bir hatırlatmada bulunmak gerekmektedir, süleyman as ın emrine verilen cinler hakkında bazı modernist düşünce sahipleri daha önce cinlere yükledikleri anlam gereği onların insanlardan ayrı bir varlık olmadığı, onların yabancı insanlar olduğu yolunda bir düşünceye sahiptirler. "Cin kavramı" hakkında bundan önce yazılarımız bulunduğu için burada bu kavram hakkında herhangi bir mülahazada bulunmak istemiyoruz , ancak şu noktayı hatırlatmak yerinde olcaktır. Kur'anın hiç bir yerinde "cin " kelimesi "yabancı insanlar" anlamında kullanılmamıştır ,cinler insanlardan ayrı ontolojik yapıları olan bir varlıktır , onların gaybi varlıklar olması bizi  onlar hakkında yabancı insanlar olarak anlaşılan bir düşünceye götürmemelidir . Süleyman as ölmüştür ama cinler onun öldüğünün farkında değillerdir. Burada öne çıkarılan nokta bir insanın öldüğü zaman nasıl ayakta durduğu değildir rabbimizin bu ölümü cinlere farkettirmemesindeki kastı  onların gayb bilgisine vakıf olmadıklarının bir göstergesidir. Bu konuyu daha iyi anlamak için nuzul öncesi mekke müşriklerinin cinlere yükledikleri değeri bilmek gerekmektedir. Kur'anda cinlerden bahsedilen bazı ayetlerde onların insanların sapmalarına vesile olduklarını görmekteyiz. İnsanların bu sapmalarınının nedenlerinden biri cinlerin o insanlara gaybtan haberler verdikleridir. Rabbimizin sebe s. 14 ayetinde, cinlerin gaybı bilmek gibi bir marifetleri olmadığının canlı göstergesini bizlere sunarak bizlere " CİNLERİN GAYBA DAİR BİR İLGİSİ ASLA OLAMAZ. BÖYLE BİR ŞEY OLSAYDI SÜLEYMAN AS IN ÖLÜMÜNÜ DAHİ BİLEMEYEREK BİR AĞAÇ KURDUNUN VERDİĞİ BİR HABERE MUHTAÇ OLARAK REZİL BİR HAYAT SÜRMEZLERDİ".

                      NEML  SURESİNDE  SÜLEYMAN  AS  KISSASI 
Süleyman as ın kıssası neml suresinde 15-44. ayetleri arasında anlatılmaktadır konu ile ilgili ayet mealleri şöyledir.
15- Andolsun, Davud'a ve Süleyman'a bir ilim verdik: "Bizi inanmış kullarından birçoğuna göre üstün kılan Allah'a hamd olsun." dediler.16- Süleyman, Davud'a mirasçı oldu ve dedi ki: "Ey insanlar, bize kuşların konuşma-dili öğretildi ve bize herşeyden (bol bir nimet) verildi. Gerçekten bu, apaçık bir üstünlüktür."
17- Süleyman'a cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları toplandı ve bunlar bölükler halinde dağıtıldı.
18- Nihayet karınca vadisine geldiklerinde, bir dişi karınca dedi ki: "Ey karınca topluluğu, kendi yuvalarınıza girin, Süleyman ve orduları, farkında olmaksızın sizi kırıp-geçmesin."
19- (Süleyman) Bu sözü üzerine tebessüm edip güldü ve dedi ki: "Rabbim, bana, anne ve babama verdiğin nimete şükretmemi ve hoşnut olacağın salih bir amelde bulunmamı ilham et ve beni rahmetinle salih kulların arasına kat."
20- Kuşları denetledikten sonra dedi ki: "Hüdhüd'ü neden göremiyorum, yoksa kaybolanlardan mı oldu?"
21- "Onu gerçekten şiddetli bir azapla azaplandıracağım, ya da onu boğazlayacağım veya o, bana apaçık olan bir delil getirmelidir."
22- Derken uzun zaman geçmeden geldi ve dedi ki: "Senin kuşatamadığın (öğrenemediğin) şeyi, ben kuşattım ve sana Saba'dan kesin bir haber getirdim."
23- "Gerçekten ben, onlara hükmetmekte olan bir kadın buldum ki, ona herşeyden (bolca) verilmiştir ve büyük bir tahtı var."
24- "Onu ve kavmini, Allah'ı bırakıp da güneşe secde etmektelerken buldum, şeytan onlara yaptıklarını süslemiştir, böylece onları (doğru) yoldan alıkoymuştur; bundan dolayı onlar hidayet bulmuyorlar."
25- "Ki onlar, göklerde ve yerde saklı olanı ortaya çıkaran ve sizin gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı bilen Allah'a secde etmesinler diye (yapmaktadırlar)."
26- "O Allah, O'ndan başka İlah yoktur, büyük Arş'ın Rabbidir."
27- (Süleyman:) "Durup bekleyeceğiz, doğruyu mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun?" dedi.
28- "Bu mektubumla git, onu kendilerine bırak sonra onlardan (biraz) uzaklaş, böylelikle bir bakıver, neye başvuracaklar?"
29- (Hüdhüd'ün mektubu götürüp bırakmasından sonra Saba melikesi Belkıs:) Dedi ki: "Ey önde gelenler gerçekten bana oldukça önemli bir mektup bırakıldı."
30- "Gerçek şu ki, bu, Süleyman'dandır ve 'Şüphesiz Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla' (başlamakta)dır."
31- (İçinde de:) "Bana karşı büyüklük göstermeyin ve bana Müslüman olarak gelin" diye (yazılmaktadır).
32- Dedi ki: "Ey önde gelenler, bu işimde bana görüş belirtin, siz (herşeye) şahidlik etmedikçe ben hiçbir işte kesin (karar veren biri) değilim."
33- Dediler ki: "Biz kuvvet sahibiyiz ve zorlu savaşçılarız. İş konusunda karar senindir, artık sen bak, neyi emredersen (biz uygularız).
34- Dedi ki: "Gerçekten hükümdarlar bir ülkeye girdikleri zaman, orasını bozguna uğratırlar ve halkından onur sahibi olanları hor ve aşağılık kılarlar; işte onlar, böyle yaparlar."
35- "Ben onlara bir hediye göndereyim de, bir bakayım elçiler neyle dönerler."
36- (Elçi hediyelerle) Süleyman'a geldiği zaman: "Sizler bana mal ile yardımda mı bulunmak istiyorsunuz? Allah'ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır; hayır, siz, hediyenizle sevinip öğünebilirsiniz" dedi.
37- "Sen onlara dön, Biz onlara öyle ordularla geliriz ki, onların karşı koymaları mümkün değil ve Biz onları ordan horlanmış-aşağılanmış ve küçük düşürülmüşler olarak sürüp çıkarırız."
38- (Elçinin gitmesinden sonra Süleyman:) "Ey önde gelenler, onlar bana teslim olmuş (Müslüman)lar olarak gelmeden önce, sizden kim onun tahtını bana getirebilir?" dedi.
39- Cinlerden ifrit: "Sen daha makamından kalkmadan, ben onu sana getirebilirim, ben gerçekten buna karşı kesin olarak güvenilir bir güce sahibim." dedi.
40- Kendi yanında kitaptan ilmi olan biri dedi ki: "Ben, (gözünü açıp kapamadan) onu sana getirebilirim." Derken (Süleyman) onu kendi yanında durur vaziyette görünce dedi ki: "Bu Rabbimin fazlındandır, O'na şükredecek miyim, yoksa nankörlük edecek miyim diye beni denemekte olduğu için (bu olağanüstü olay gerçekleşti). Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim Gani (hiçbir şeye ve kimseye ihtiyacı olmayan)dır, Kerim olandır.
41- Dedi ki: "Onun tahtını değişikliğe uğratın, bir bakalım doğru olanı bulabilecek mi, yoksa bulmayanlardan mı olacak?
42- Böylece (Belkıs) geldiği zaman ona: "Senin tahtın böyle mi?" denildi. Dedi ki: "Tıpkı kendisi. Bize ondan önce ilim verilmişti ve biz Müslüman olmuştuk."
43- Allah'tan başka tapmakta olduğu şeyler onu (Müslüman olmaktan) alıkoymuştu. Gerçekte o, inkar eden bir kavimdendi.
44- Ona: "Köşke gir" denildi. Onu görünce derin bir su sandı ve (eteğini çekerek) ayaklarını açtı. (Süleyman:) Dedi ki: "Gerçekte bu, saydam camdan olma düzeltilmiş bir köşk-zemindir." Dedi ki: "Rabbim, gerçekten ben kendime zulmettim; (artık) ben Süleyman'la birlikte alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum."

Neml suresindeki kıssa diğer surelerdeki kıssalara göre biraz daha teferruatlıdır. Kıssaya 15. ayette davud ve süleyman as ların verilen nimete karşı olan hamdleri ile başlanıyor ve süleyman as ın davud as ın yerine geçtiğinden bahsediliyor. Kıssanın bu bölümünde süleyman as ın ordusu ile birlikte karıncaların olduğu bir vadiden geçerken karıncanın konuşmasını duyması ve diğer surelerde öne çıkarılan verilen mülke karşı şükretmesini burada görüyoruz. 19. ayet bizim için gerekli mesajı taşıyan bir ayet olma özelliğindedir. Kendisine verilen bu özellik sayesinde gurur ve kibire kapılmayarak bu özelliği kendisine bahşeden rabbini hatırlaması bizim için örnek olması gereken bir durumdur. Burada modernist anlayışların etkisi ile kur'anı anlama metodunu seçenler , ayette bahsi geçen karıncanın bir hayvan değil "karınca vadisi" ile adlandırılan halktır şeklinde bir düşünce içindedirler. Bu düşünceye varırken kullandıkları argümanda şudur, 18. ayetteki dişi karıncanın " ey karınca topluluğu meskenlerinize girin " şeklindeki ayette " meskenlerinize" şeklinde meal verilen kelimenin arapça metni " mesakinüküm" dür. Bu kelimeden hareketle "mesken" kelimesinin insanların barındığı evler olduğu bu kelimenin karınca yuvası için kullanılamayacağı yolundaki düşüncelerdir. Ancak kur'anı kur'andan anlamayı pek düşünmeyen bu modernist kafalar, nahl s. 68. de" Rabbin bal arısına da şöyle vahyetti: «Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kuracakları kovanlardan göz göz evler edin!"mealindeki ayette geçen "evler" kelimesinin arapça metni olan " buyuten"kelimesinin insanlar için kullanıldığı veya ankebut suresi 41. ayetinde örümceğin evi için "beyten" (evi) kelimesinin kullanıldığı ayetler hakkında ne diyeceklerdir?. 


Kıssada süleyman as ın kuşları denetleme sahnesinde ortaya çıkan " hüdhüd" adlı kuş, modernist anlayışa kurban edilmeye çalışılarak onun bir kuş değil insan olduğu düşüncesi ortaya atılmıştır.Düşünce temellerinde kur'an kıssalarındaki olağan üstü olayları akla uydurmak olan bu düşünce sahipleri kur'an metnini dahi hiçe sayarak bu düşüncelerini ortaya atmaya cesaret edebilmektedirler. 20. ayette "kuşları denetlemesinden " bahsedilen süleyman as ın görmediği kuş nasıl insan olabilir?. Hüdhüd gelipte geç kalma sebebini izah ederken sebe ülkesinden getirdiği haberler içindeki mesajları düşünmeden " bir kuş bunları nerden bilir ?" diye "parmak ayı gösterirken aya değil parmağa bakmak" misali bir tutum sergilemektedirler. Hüdhüd adlı kuşun bizim için önemli olan yönü 24-25-26. ayetlerde onun vasıtası ile anlatılan mesajdır.

Kıssanın devamında, hüdhüd adlı kuşun getirdiği haberdeki kadın hükümdara gönderilen mektup ve o hükümdarın , kendisine bırakılan  bu mektup ile ilgili konuşmaları vardır. Süleyman as yanındakilere, hükümdarın tahtını o hükümdar kendisine gelmeden önce kimin getireceğini sorması ve cinlerden bir ifritin "yerinden kalkmadan getiririm" demesine karşılık kıssada "kitaptan ilmi olan " olarak ifade edilen birisi onu daha kısa zamanda süleyman as ın huzuruna getirir. Bu bölümde özellikle tasavvufçular tarafından istismar konusu yapılan bir taraf vardır. "Kitaptan ilmi olan " kişinin tahtı bir anda getirmesinden yola çıkılarak bir sürü kerameti kendinden menkul şeyhler türetilmiş ve onlara gayb bilgisinin verildiği yolunda kıssa ile alakası olmayan yorumlar türetilmeye çalışılmıştır. Tahtın bir anda gelmesi olayının bize örnek olması gereken yönü süleyman as kıssasının genelinde hakim olan , verilen o üstünlüğe karşı süleyman as ın tepkisidir . 40 ayetteki bizim için dikkatli okunması gereken kısm ayetin "Bu Rabbimin fazlındandır, O'na şükredecek miyim, yoksa nankörlük edecek miyim diye beni denemekte olduğu için (bu olağanüstü olay gerçekleşti). Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim Gani (hiçbir şeye ve kimseye ihtiyacı olmayan)dır, Kerim olandır. " şeklindeki cümleleridir , tahtın nasıl ve ne şekilde geldiği bizim için önemli bir nokta olsaydı rabbimizi bize onuda bildirirdi bize bildirdiği kısım nimete şükretme kısmıdır. 

 Sonuç olarak, kur'anda kıssaları anlatılan diğer resullerin aksine sıradışı resullerden olan süleyman as ın kıssasında bizim için örnek alınması gereken en önemli nokta, kendisinden sonra hiçbir kimseye nasip olmayacak mülke sahip olan bir resulun bu verilen mülke karşı olan şükrü ve onun örneğinde diğer servet sahiplerinin ,süleyman as ın mülkü ile kıyas kabul edilmeyecek kadar küçük bir servete sahip olmaları karşısında bile gurura kapılarak Allaha baş kaldırmamaları öğütlenmekte ve bu öğüdü dinlemeyipte Allaha başkaldıranların "karun "  kıssası örneğinde akibetleri kur'anda hatırlatılmaktadır. Süleyman as kıssası bizlere , dünyada hadsiz bir servete sahip olan birinin üstünde ondan daha zengin ve kudretli bir hükümdarın olduğunu ve süleyman as ın bunu çok iyi bilerek bir an için dahi gurur ve kibire kapılmadan kendisininde üstünde bir hükümdarın olduğunu çok iyi bildiğini göstererek onunla kıyaslanamayacak kadar dahi servet sahibi olanların " küçük dağları ben yarattım " edalarında olmamalarının gereğini hatırlatmaktadır.

                   EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

28 Ekim 2011 Cuma

Ayetlerin Rivayetlere Feda Edilmesi

Bugüne kadar çoğunluk müslümanlar üzerinde hakim olan din anlayışı, dinin iki kaynağı sayılan "kitap" ve "sünnet" in birbiri arasındaki hiyerarşik düzenin sıralamasının ters çevrilmesi şeklinde tezahür ederek kitabın ikinci kaynak haline getirilmesi ve bunun neticesinde rivayetlerin kur'anla sağlamasının yapılarak anlaşılması yerine kur'anın rivayetlerle sağlaması yapılarak anlaşılması metodunun hakim kılınmasıdır. Bu anlayışın neticesinde kur'anda bildirmeyip rivayetlerde bildirilen bazı konular kur'ana rağmen kabul edilmiş ve bu kabul edilme yoluda ayetler arasına parantez açılarak sanki ayettenmiş izlenimi verilmek suretiyle veya ayetler tahrif edilmek suretiyle yapılmaya çalışılmıştır. Yazımızda bu düşünceye nasıl varıldığı ve bu düşünce neticesinde oluşturulan  din anlayışlarından bahsetmek istiyoruz.  


         SAHABENİN   RESULULLAHI  ANLAYIŞ  FARKLILIKLARI

Resulullah daha hayatta iken onun sözleri ve bazı fiileri sahabe tarafından farklı algılanmıştır. Bu farklı anlayışların tezahürleri siyer ve hadis kitaplarında mevcuttur. Örnek olarak verebileceğimiz bir kaç olay şunlardır. Beni kurayzaya gönderilen birliğe resullullah sav öğle veya ikindi namazını beni kurayza topraklarında kılmalarını emreder , ancak sahabenin bir kısmı oraya varılınca namazın vaktinin geçeceği düşüncesi ile namazlarını oraya varmadan kılarlar , bir kısım sahabe ise resullullah sav in namazın beni kurayzada kılınmasını emrettiği için o namazı vaktinin geçmesine rağmen namazlarını  beni kurayzaya ulaşınca kılmıştır. Uhud harbi öncesi resul as ın önerdiği stratejiyi kabul etmeyip başka bir plan öneren sahabelerin önerisini resul as ın kabul ettiğini biliyoruz. Hudeybiye anlaşması sonucu resul as ın sahabeye başlarını tıraş etmeleri emri kabul görmeyince önce kendisi başını tıraş ettiği ardındanda sahabenin başlarını traş ettiğini kaynaklarımızda mevcuttur. Özellikle beni kurayza seferi örneği dikkate değer bir örnektir şöyleki, resul as ın sözlerindeki maksadı önceleyen bir gurup sahabe namazın vaktinin geçmesine razı olmayarak namazı yolda kılmış,resul as ın sözlerindeki maksadı değil lafzı önceleyen diğer sahabe gurubu namazın vaktinin geçmesini dahi göze alarak namazlarını beni kurayza topraklarında kılmıştır. Bu olay ve bazı diğer olaylar daha resul as hayatta iken sözlerinin sahabe tarafından farklı anlaşıldığının göstergesidir. Abdullah ibni ömer ve ebu hüreyre gibi bazı sahabeler resulullahın sözlerindeki veya fiilerindeki maksadı öncelemeden onu taklit etmeleri (abdullah ibni ömerin yolda giderken resul as ın bevl ettiği aynı yerde bevl etmesi bunun örneğidir) , hz aişe ve ömer gibi bazı sahabelerin lafza değil maksada önem vermeleri sahabe sonası oluşan iki farklı anlayışın temelini teşkil etmiştir.  


İki farklı sahabe gurubunun oluşturduğu anlayış daha sonraki yıllarda "ehli hadis" ve "ehli rey" okullarının ortaya çıkmasında temel faktör olmuştur. "Ehli rey" okulunun hadisleri daha seçmeci bir yaklaşımla ele almasına rağmen "ehli hadis" okulu hadislerin metnini değil senedini esas alarak hadislerin sahih veya zayıf olduğu kanaatına varmış ve bu "Ehli hadis" okulunun temel anlayışı günümüzdede devam ederek yanlış din algılarının temelini oluşturmuştur. Bu okulun anlayışlarının yansıması günümüzde "ehli rey" okulunun başını çeken ebu hanifenin mezhebine bile sirayet ederek devam etmektedir. Bu okulların oluşum yıllarında şiddetli fikir çatışmaları olmuş ve ebu hanife iki defa küfre düştüğü gerekçesi ile tevbeye davet edilmiştir. İmam buharinin ebu hanifeye çok şiddetli eleştirileri yine bu düşünce sahiplerinin birbirileri ile olan çatışmalarına örnektir. Bugün "ehli hadis" okulunu devam ettirme iddiasında bulunan "selefiye" mensupları ebu hanifeye iyi bir gözle bakmamaktadırlar. Ancak ne gariptirki ebu hanifenin mezhebine mensup olduğunu iddia eden türkiye müslümanlarının kahir ekseriyetine göre imam buharinin hadis kitabı kur'andan sonra ikinci sahih kaynak mesabesindedir. Hanefi olduğunu iddia edipte kendi mezhep imamlarına iyi gözle bakmayan birisinin kitabını kur'anla ölçmeye kalkanların durumuda tam bir tezattır.

Bu arka plan çerçevesinde günümüze dönecek olursak "işte sizin dininiz budur" diye bize takdim edilen din anlayışlarının oturduğu temele bakacak olursak önceliğin rivayetlerden oluşan dini meseleler üzerinde yoğunlaştığını görürüz. Peki rivayetler derken" muhammed as ın söyledikleri yanlışmı?" diye bir itiraz muhakkak gelecektir. Bizim kastettiğimiz rivayetler muhammed as adına söylenip onun kesinlikle söylemeyeceği hadislerin sanki o söylemiş gibi lanse edilmesi üstelik bunları red etmenin kişinin küfre düşmesine sebebiyet vereceği iddiasıdır. Bu iddialar ortaya atılmadan önce kılıf hazırlanmış ve hadislerinde vahiy olduğu teorisi yalanı üzerine din bina edilmeye çalışılmıştır. Bu çürük binanın temelide necm s. ilk ayetlerine dayandırılmaktadır.  


                    MUHAMMED  SAV  İN HER  SÖYLEDİĞİ  VAHİYMİDİR ?  


Kur'anı öteleyerek hadisler üzerine din bina edenlerin en büyük dayanağı  necm s. nin ilk ayetleridir. Bu ayetlerde onun hevasından konuşmadığı ve konuştuklarının kendisine bildirilen vahiy olduğu üzerinde durulur. Sure ve kur'an bütünülüğünden yoksun , ön kabullerin etkisinde kalınarak yapılan bir okuma sonucu muhammed as ın kur'an harici söylediği sözleride "vahiy" kapsamına alınmıştır. Sadece necm suresini konu bütünlüğünde okusak bile devam eden ayetlerde görürüzki kendisine bildirilen vahyi kimin öğrettiği ve bu vahyi öğreten kişinin ona kur'anı öğretmekle görevli " vahiy meleği" olması onun konuştuğu vahyin kur'an olduğu ve bunu hevasından uydurmadığını  açıkça ortaya çıkar. Ancak kafalarını hadisleri kur'ana eşdeğer yapmaya ayarlayanlar , ilgisi olmasa dahi bektaşi misali ayetin hepsini okumadan "bu böyledir " mantığı içinde çürük düşüncelerini kur'ana onaylattırma yoluna gitmektedirler. 


Muhammed sav in kur'an harici söylemiş olduğu sözleri "gayri metluv vahiy" adını vererek kur'ana eşdeğer tutmak basit bir hata olmayıp Allaha iftira mahiyetinde bir yalandır. Öyleyse muhammed sav in kur'anda bizlere bildirilen durumu ve vazifesi nedir ?  


                     KUR'ANDA    MUHAMMED    SAV İN  VAZİFESİ  

Tarih boyunca Allah cc tarafından gönderilen resullere karşı çıkanların önde gelen argümanlarından birisi gelen resulun kendileri gibi bir beşer olduğu ve neden bir melek gönderilmediği şeklinde sözleridir. Bu sözler muhammed as ın inkarcı muhatapları tarafındanda dile getirilmiştir . Kur'an bu sözlere karşılık yeryüzünde gezenler melek olsaydı onlara melek gönderirdik demekte , gelen resulun kendileri gibi bir beşer olduğu gaybı bilmediği daha önce gönderilen diğer resuller gibi bir resul olduğu vurgusunu bir çok ayette vurgular. Bu ayetlere iman ettiğini söyleyen müslümanlar bile " melek resul" özleminin bir eseri olarak muhammed sav i kur'anın ve kendisininde onaylamadığı bir şekilde aşırı bir yüceltmeye tabi tutmuşlardır. "Hasais" türü kitaplarda muhammed sav için uydurulan özelliklere baktığımız zaman sanki insan değil bir melek olduğu adeta vurgulanmak istenir. Bedenini aşırı yüceltme düşüncesi bazı tasavvuf ehli tarafından " muhammed eşittir Allah" sözleri ile getirilmektedir. "Ehli hadis " okulunun onun sözlerini vahiy sayarak Allahın sözleri ile eşitleme çalışması ile tasavvuf ehlinin bedenini yücelten düşünceleri her iki gurubuda muhammed sav i yarı ilah ve melek derecesinde görmek istemenin bir sonucu olsa gerektir. 


Muhammed sav i kullarına resul olarak gönderen rabbimizin ona verdiği elçilik vazifesini az gören bazıları onu insan olmaktan çıkarıp kur'an dışı düşüncelerle onun misyonunu öteleyip sözlerinin ve bedenininin kutsanması gereken birisi konumuna getirmişlerdir , muhammed as ın elçi olması hasebiyle ilk görevi gelen vahyi muhataplarına tebliğ etmesidir. "23 yıllık risaleti boyunca sadece inen kur'an ayetlerinimi konuşmuştur?" sorusuna tabiki hayır deriz , bütün problem kur'an harici konuşupta bize rivayetler şekilde gelen o sözlere atfedilmesi gereken değer nedir? sorusunun cevabıdır, bu sorunun cevabı etrafında yüzyillardır müslümanlar konuşmaktadırlar . Bu konuda konuşulupta doğru olduğunu düşündüğümüz fikirler şu şekildedir. 

Muhammed sav in söylediği iddia edilen sözlerin öncelikle "gayri metluv vahiy" kategorisine sokularak kur'ana eşdeğer hale getirilmesi Allaha iftira mahiyetinde bir günah olup onun söylediği rivayet edilen sözler kur'an gibi harfi harfine yazılıp muhafaza edilerek kayda geçmemiş olup büyük bir kısım sözleri vefatından en az 200 yıl sonra derlenip kayda geçmiştir. Vefatından sonra meydana gelen siyasi olayların itikadi mezhepler haline dönüşmesi ve bu mezheplerin kendi düşüncelerinin haklı olduğunu kanıtlamak için hadisler uydurma yoluna gitmeleri hadislerin üzerine kara gölge gibi düşmüştür. Bu kara gölge bugün dahi islam dünyasının üzerinde durmakta olup bu uydurma hadisler üzerinden itikad sahibi olanların, bu bulutların dağılmasından tir tir titredikleri görülmektedir.Kara bulutların dağılmasını önlemek için giydirdikleri kılıfları din olarak sunan bu fırkalar,"bu hadisleri kur'ana götürüp sağlamasını kur'an ile yapalım"sözlerine şiddetli bir şekilde karşı çıkmaktadırlar.


Ümmetin üstünde kara bulutlar mesabesinde duran uydurmalar üzerinde bina edilen din, kur'an ile dağıtılınca saf bir din haline geleceği için önce kur'anı anlamak için yola çıkanların yollarına bir sürü taş dökmeye çalışmaktadırlar. Kur'anı herkesin anlayamayacağı, onu anlamak için bir sürü ilmi bilmenin gerektiği gibi engeller koyarak kur'ana rağmen oluşturulmuş sahte dinlerini müdafaa etmek istemektedirler.

       KUR'ANA  RAĞMEN  OLUŞTURULAN SAHTE  DİN  ANLAYIŞLARI 


Kur'anda yer almayıpta uydurma hadislerden yola çıkılarak oluşturulmuş ve ümmetin üzerinde kara bulutlar gibi dolaşan sahte din anlayışlarından birkaçı şöyle sıralayabiliriz.
 -ŞEFAAT İNANCI= Kur'anda tamamen müşrik iddialarını red sadedinde gelen şefaat ayetleri uydurma hadisler vasıtası ile ahirette bazılarının bazıları için Allahtan ricacı olup günahlarını affettirme şekline dönüştürülüp kerameti kendinden menkul din baronlarının ekmek teknesi haline gelmiş, saf müridlerini kandırarak rant elde etme aracı olmuştur.
-KABİR AZABI=Bu konu ile kur'anda hiç bir şekilde ilgili ayet bulunmamasına rağmen uydurma rivayetlerin yardımı ile kabir azabı konusu din haline getirilmiş bulunmadığına dair onca ayet rivayetlere kurban edilmiştir. 
-İSA AS IN NUZULÜ= İsa as ın öldüğüne dair ayetler arkaya atılarak onun ölmediği ,kıyamete yakın yeryüzüne ineceğine dair hadisler uydurularak  akide haline getirilip bizlere sunulmuştur. İşin garip bir yanıda, selef düşüncesinde mevcut olan Allaha mekan biçip onu semada oturtan anlayış ile "ehli sünnet" akidesi adı altında seleflerin bu düşüncelerine şiddetle karşı çıkanlar bu konuda seleflerle aynı düşünceyi paylaşmış ve isa as ı Allahın yanına çıkarmışlardır.
-MEHDİ İNANCI= Bu konudada kur'anda hiç bir şekilde bir işaret olmamasına rağmen uydurmalarda neredeyse ayakkabı numarası dahi haber verilebilen bir mehdi inancı ihdas edilmiş ve akide konusu haline getirilip bazı açıkgöz din baronları tarafından rant aracı haline getirilmiştir.


Sonuç olarak, kur'anın aksi ifadelerine rağmen muhammed as ı aşırı bir yüceltmeye tabi tutup sözlerini kur'ana eşdeğer tutan düşünce sahipleri Allaha ve resule iftira mahiyetinde uydurdukları hadislerle sahte bir din anlayışı ihdas edip bu iddialarına karşı çıkan düşünceleri "küfür" olduğu gerekçesi ile yavuz hırsız misali mahkum etmeye kalkmaktadırlar. Esas "küfür" olan onların kur'ana rağmen uydurma hadisler vasıtası ile kurmaya çalıştıkları din anlayışları olup mahkum edilmesi gereken onların bu düşünceleridir. Kur'an tek geçer ölçü kabul edilip onun harici gelen bütün bilgiler onun ışığında doğruluk testinden geçirilmedikçe uydurma rivayetler üzerine kurulan din anlayışlarını yıkmak mümkün değildir. 


                EN DOĞRUSUNU  ALLAH  CC BİLİR.

25 Ekim 2011 Salı

"Tebyinül Kur'an" dan Tahrifül Kur'an Örnekleri 11 (Bakara .97,Nahl 102,Şuara 193 Ayetleri)

"Tebyinül Kur'an" dan Tahrifül Kur'an örnekleri serisine,eserdeki "Cebrail " ile ilgili olan Bakara s. 97-98, Nahl s. 102, Şuara s. 193. ayetlerindeki tahrifleri ele alarak devam ediyoruz. Daha önceki yazılarımızda eser sahibinin kur'anın indirilişi ile ilgili olan "Cebrail" kavramını kur'an dışı bir anlam yükleyerek tahrif edip sonra "Cebrail" ile ilgili anlayışını bu tahrifler üzerine nasıl bina etmeye çalıştığını görmüştük. Bu yazımızda da yine Kur'anın indirilişi ile ilgili ayetleri nasıl tahrif ettiğini görmeye çalışacağız .  


Önce eserden bakara s 97-98. ayetlerinin meallerini ve o ayetlerle ilgili görüşleri nakledelim. 
"97–98.     De ki: "Kim Cibrîl'e düşmansa, bilsin ki şüphesiz Allah, onu [Cibrîl'i], Kendisinin bilgisi gereği, iki eli arasındakileri doğrulayıcı, inananlar için bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine indirmiştir. Kim ki, Allah'a, meleklerine, Elçilerine, Cibrîl'e, Mîkâl'e düşman olursa bilsin ki, şüphesiz Allah da inkârcılara düşmandır."

Ayetlere bu şekilde bir meal veren eser sahibi bu ayetlerle ilgili olarak tefsirlerden bazı alıntılar yaptıktan sonra  şunları yazmaktadır.


"Bu rivâyetler, Cebrâîl ve Mikail'in iki melek olduğu kabulüne göre kurgulanmıştır. Hâlbuki Kur'ân ifadeleri böyle bir anlayışa izin vermez. Çevirimizde de görüldüğü üzere Cebrâîl, indiren değil, inendir; dolayısıyla da, "Kur'ân"dır.
Cebrâîl için, Meryem Sûresinin sonundaki "Rûh, Rûhu'l-Kudüs ve Cebrâîl" başlıklı tahlilimize bakılabilir. [87–59]
Burada, Cebrâîl'in, "Allah'ın onarması, reform yapması" anlamına geldiğini, vahyin farklı bir ifadesi, yani "Kur'ân" olduğunu belirtmekle yetiniyoruz."  

 Eserdeki ifadelerden anlaşılacağı üzere "cebrail" kelimesinin anlamınının  "indiren değil inendir" diye bir anlam vererek kur'an olduğunu iddia etmektedir. Bu iddialar acaba kur'an metnine uygun bir çevirinin sonucumudur , yoksa ön kabullerin etkisinde kalınarak yapılmış bir çevirinin sonucumudur onu görmeye çalışalım.  



Ayette "nezzelehu" ( onu indirdi) kelimesine parantez içine "Cibrili" şeklinde anlam yükleyerek inenin cibril olduğunu ama cibril ile inen başka bir şeyinde olduğunu görmezlikten gelmektedir. Aynı ayetteki " beyne yedeyhi " (önündekini) kelimesinede tahrifiyle uyum sağlaması için "iki eli arasındakileri " şeklinde çevirmiştir. "nezzelehu" (onu indirdi) ve "beyne yedeyhi" (önündekini) kelimelerini kelimelerini tahrif eden eser sahibi artık doğru meali!!! bulmuş ve "cibrilin" ayrı bir varlık değil kur'an olduğunu , arap dili uzmanlarına ve kur'an araştırmacılarına parmak ısırtacak bilgisi sayesinde!! çıkarmıştır.   


Eser sahibinin bu çıkarımı arap dili kurallarına ve kur'an bütünlüğüne uygun bir çıkarım olup olmadığına bir bakalım. " gul men kane aduvven licibrile" ( deki kim cibrile düşmansa) "feinnehu nezzelehu "( muhakkakki o, onu indirmiştir)" ala galbike biiznillahi" (Allahın izni ile senin kalbinin üzerine)" musaddikan"( tasdik edici olarak) "lima beyne yedeyhi"(önündekini) " ve hüden ve buşra lilmü'ninine"( müminler için hidayet ve müjde verici olarak).

97. ayette , eser sahibinin klasik yöntemi buradada devreye girmiş yapılan meallerin yanlış olduğu !! kendi verdiği mealin kur'ana daha uygun olduğu !! iddiası  burada da tekrarlanmaktadır. Ayet bize Cibril isimli bir varlığın Allahın izni ile Muhammed as ın kalbine indirilen bir şeyin olduğu ve bu indirilen şeyin vasıfları aynı ayet içinde bizlere bildirilmektedir.Eser sahibi ön kabullerinin neticesi olarak "Cibril" isimli bir varlığı kabul etmediği , ancak kur'an bu düşünceye izin vermediği için yapabileceği tek yöntem olan metni tahrif yolu ile hevaya uygun bir anlam yükleme metodunu burada da seçtiğini görmekteyiz. 

                             NAHL S. 102. AYETİ İLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ 


Nahl suresi 102. ayete, adı geçen eserde verilen meali ve ayet ile ilgili yazılanlarda şu şekildedir.
"102.       De ki: "İman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, senin Rabbinden ona birçok Ruhü'l–Kudüs hakk ile inmiştir."

102. ayete bu şekilde meal veren eser sahibinin bu ayet ile ilgili görüşleride şöyledir.

"Bu Âyetlerde Kur'ân'ın indirilişi konusuna tekrar değinilmiş, Kur'ân hakkında ileri sürülen şüpheler nakledilerek bu şüphelere makul ve tatmin edici cevaplar verilmiştir.
Görüldüğü gibi, 101. Âyette açık ve net olarak Kur'ân'ın "Allah'ın indirmesi" olduğu bildirilmektedir. 102. Âyetteki Rûhu'l-kudüs ifadesini "Cebrail" olarak yorumlayanlar ise bu yorumlarına dayanarak Kur'ân'ı Cebrail adlı meleğin indirdiğini ileri sürmektedirler.
Bu nedenle daha evvel ayrıntılı olarak ele aldığımız "Ruhu'l-Kudüs" ve bununla ilgili konuları tekrar hatırlatma gereği duyuyoruz."  

101. ayetteki "Allah ne indirdiğini gayet iyi bilir" cümlesinden hareketle kur'anın Allahın indirmesi olduğunu "Ruhül Kudüs" ifadesini Cebrail olarak yorumlayanların hata yaptığını ileri sürmektedir. Kur'anı muhakkaki Allah cc indirmiştir, ancak Muhammed as a indirilen bu kur'anı bir elçi vasıtası ile indirdiğini bildiren Rabbimizin aksine bir söylem olarak eser sahibi bunu red etmektedir. "Ruhül Kudüs" kelimesinin tahlili ile yorumlarına devam eden sayın yazar bu kelime tahlili sonucunda ulaştığı kararını şu şekilde açıklar.   

"Sonuç olarak, kudüs sözcüğünün geliş yerinin farklılıkları da hesaba katılarak yapılan tahliller, Rûhu'l-Kudüs ifadesinin "Allah'ın ruhu, Allah'ın vahyi, Allah'tan gelen bilgi" anlamlarına geldiğini göstermektedir. Rûhu'l-Kudüs tamlamasının bu anlamı taşıdığı, tamlamanın geçtiği Âyetlerden de kolayca anlaşılmaktadır.

102. ayette tahrif ettiği " senin Rabbinden ona birçok Rûhu'l-Kudüs hakk ile inmiştir."cümlesi ile ilgili olarak böyle bir anlamı neden verdiği şu şekilde açıklar.  


"Görüldüğü gibi, 101. Âyette açık ve net olarak Kur'ân'ın "Allah'ın indirmesi" olduğu bildirilmektedir. Oysa 102. Âyetle ilgili olarak Kur'ân'ı Cebrail adlı meleğin indirdiği yolundaki Kur'ân dışı kabul, 102. Âyet ile 101. Âyetlere verilen anlamlar arasındaki çelişkinin görmezden gelinmesine ve 102. Âyette bir dilbilgisi kuralının ihlâl edilmesine yol açmıştır. Şöyle ki:
102. Âyette geçen nezzele filinin aslı nezele 'dir ve anlamı "indi" demektir. Geçişsiz bir fiil olan "nezele" fiili, kural gereği burada Tef'il babından nezzele 'ye dönüştürülmüştür. Bu kalıba sokulan sözcükler sadece fiilde, failde veya mef'ulde çokluğu ifade ederler. Bu kurala göre, Âyetteki nezzele fiili "çok çok indi" anlamına gelir. Geçişsiz bir fiil olan nezele sözcüğünün geçişli hâle dönüşmesi ve "indirdi" olarak anlamlandırılması ancak bir teaddi edatı kullanılmasıyla veya fiilin enzele kalıbına dönüştürülmesiyle sağlanır. Âyette geçen bi'lhakkı ifadesindeki be harf-i cerri ise musahabe anlamında olduğundan teaddi edatı sayılamaz. Arapça dilbilgisinin bu kuralları gereği Âyetteki nezzelehü rûhu'l-kudüsü" ifadesinin anlamı, "Ona birçok rûhu'l-kudüs [vahy] inmiştir" demektir. "Rûhu'l-Kudüs" ü, yani "vahy"i kimin indirdiği ise 101. Âyette belirtilmiş ve indirenin Allah olduğu açıkça ifade edilmiştir."  

Klasik metodlarından olan "minareyi çalmadan kılıf hazırlama" yolunu bu ayetle ilgili yorumundada işleten eser sahibi ,kur'anın cebrail vasıtası ile indiği düşüncesini kur'an dışı!! deyip kendi kur'an içi!! düşüncesini koymak için Arap dil bilimcilerine taş çıkartan!!!! Arapça bilgisini konuşturarak dilbilgisi kurallarının ihlal edildiğini ileri sürer. "Tef'il babının" sadece fiilde ,failde veya mef'ulde çokluk ifade ettiği ileri sürerek " çok çok indi" anlamına geldiğini iddia eder. Arapça "sarf" kitabı olan binayı okusa dahi , tef'il babının özelliklerini orada bulabilecek olan eser sahibi tahrif uğruna , diğer  ayetlerde örneğini gösterdiği Arapça gramer kaidelerinde de değişikliğe gitmekten yılmamaktadır. Arapçada "tef'il" babının özelliklerinden biri çokluk olduğu gibi geçişsiz fiili geçişli yapmasıdır . "nezele"(indi) fiili "nezzele "kalıbı ile geçişli yapılarak "indirdi" anlamına kullanılmıştır. Tef'il babının bu şekildeki kullanımı ile verilecek bir mana eser sahibinin tahrifine uygun düşmeyeceği için gramer kurallarını da örterek "sadece benim ettiğim kurallar doğrudur" edalarında dır.  

Sayın yazar, "nezzele fiiline verdiği "çok çok indi " şekildeki manayı bu fiilin kullanıldığı (2-174,3-3 ,4-136,140) gibi ayetlerde "indirdi " manasını verip "çok çok indi" manasını vermeyerek  kendisinin koyduğu kuralı yine kendisi çiğnemiştir. Buda kur'anın "muciz" bir kitap oluşunun gereği olarak Allahı aciz bırakmak isteyenlerin onun kitabı karşısında aciz kalmasının bir örneğidir. 

Nahl suresi 102. ayetinin metne uygun olan mealini vererek diğer ayete geçelim. 
"gul "(deki) "nezzelehu ruhul kudusi" (onu ruhul kudus indirdi) "min rabbike bilhakki" (senin rabbinden hak ile) "li yusebbitellezine amenu"( iman edenlere sebat vermek için)" ve hüden ve büşra lil müslümine" ( müslümanlara hidayet ve müjde için).  

                 ŞUARA S.  193. AYETİ İLE İLGİLİ GÖRÜŞLERİ  

Eser sahibinin bu ayete verdiği meal şu şekildedir.

"Şu'arâ: 192–194) Kesin olan şu ki o, âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onunla, uyarıcılardan olasın diye senin kalbine "er-rûhu'l-Emîn [Güvenilir Ruh]" indi."

Bu ayet ile ilgili düşüncelerini nahl suresi 102. ayetinin devamında belirten eser sahibi şunları yazmaktadır.  

"Şu'arâ Sûresinin 193. Âyetinde bir sıfat tamlaması olarak er-rûhu'l-emîn şeklinde yer alan bu ifade, bir isim tamlamasıymış gibi ruhü'l-emîn şeklinde telâkki edilmekte ve böylece büyük yanlışlıklara sebebiyet verilmektedir. Nitekim Kur'ân'ın Cebrail adındaki melek tarafından indirildiği yolundaki peşin kabule dayanan geleneksel anlayış, bu Âyeti de "Onu rûhu'l-emîn [Cebrail] indirdi" diye yanlış meallendirmiş ve zihinlerde bu yanlışla yer etmesine yol açmıştır. Oysa bu meal, Âyetin lâfzî manasına uygun olmadığı gibi, hem Şu'arâ Sûresinin 192. Âyetinde O, âlemlerin Rabbinin [Allah'ın] indirmesidir ifadesiyle hem de Kur'ân'ın Allah tarafından indirildiğini bildiren yüzlerce Âyetle de çelişmektedir. Bu çelişki de yine nezele [indi]"fiilinin geçişsiz olmasına rağmen geçişli anlama gelecek şekilde "indirdi" olarak ifade edilmesinden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki yüzlerce Âyetin anlamıyla oluşturulan bu çelişkinin ortadan kaldırılması için, Âyette geçen bihi ifadesindeki be harf-i cerrinin "ilsak" için değil de "musahabe" için alınması yeterlidir. Bu takdirde nezele fiili geçişsiz anlamı ile "onunla indi" olarak ifade edilir ve diğer Âyetlerle oluşturulmuş olan çelişki de ortadan kalkmış olur"

Ön kabulleri doğrultusunda " Cibril'in" ayrı bir varlık olduğu düşüncesini ret eden eser sahibi bu düşünce ile meallendirilen ayetleri yanlış!!! olarak görmekte ve kendi doğrusunu gramer kurallarını kendisi tesbit ederek!! koymaktadır. Öncelikle kelime oyununa girerek yüzlerce ayette kur'anın Allah'ın indirmesi olduğunu öne sürerek , Allah'ın bu kitabı Muhammed as a Cebrail vasıtası ile indirdiği gerçeğini örtmeye kalkışmaktadır.Hiçbir Müslüman kur'anın Allah'tan başka biri tarafından indirildiğine inanmaz ancak bu kitabın kulu Muhammed sav e Allah'ın bir elçisi olan Cebrail aracılığı ile indirildiğine iman eder.

193. ayetteki "nezele" (indi) fiilinin geçişsiz olduğuna dayanarak, devamında gelen"bihi" deki "be" harfi cerrinin geçişsiz fiilleri geçişli yaparak "indirdi" şeklinde anlamı olmasına rağmen , kuranı, ayetteki "ruhul emin" indirmesi ile diğer ayetlerde geçen Allah'ın indirmesi arasında bir tenakuz olduğunu öne sürerek kelime oyunlarına girmektedir. Eğer gerçek olarak kur'an bütünlüğüne vakıf ve samimi olarak bu ayetlere baksa kur'anı Allah cc nin bir elçi aracılığı ile kulu muhammed sav e indirdiğini çok kolay bilebilirdi.

Sayın yazarın "be" harfi cerrine verdiği anlam ile "indirdi" anlamını reddetmesi , "be" harfi cerrinin yusuf s. 13 ve 15. ayetlerine verdiği anlam ile çelişki arzetmektedir. 13. ayetteki "en tezbehu bihi" cümlesine "Onu götürmeniz" anlamı vererek" tezbehu" kelimesini "be" harfi cerri ile geçişli anlam vermiştir. Aynı çelişki yusuf s. 15. ayettede göze çarpmaktadır, "felemma zehebu bihi" cümlesinede "Nihayet onlar [Yûsuf'un kardeşleri], onu [Yûsuf'u] götürdüler" anlamı vermiştir. Sayın yazarın eserinin sadece kendisi değil farklı kişiler tarafından yazılmış görünümü veren bu tür çelişkiler kur'anı tebyin çalışması değil ancak kendi önkabullerini tebyin çalışması olmaya daha layık görülmektedir.

Sonuç olarak , daha önceki yazılarımızda örnekleri vermeye çalıştığımız , Kur'anın Muhammed sav e indirilmesinde elçilik vazifesi gören " Cebrail" isimli varlığı red eden eser sahibi yukarda verdiğimiz, bakara 97,nahl 102, şuara 193. ayetlerinde de bu iddiasını sürdürmektedir. Ancak bu iddiasını yaparken dayanak olarak ayetleri doğru bir biçimce anlamak yerine metin üzerinde tahrife giderek veya arapça gramer kaidelerini kendisi tesbit ederek Arapça uzmanlığını!! konuşturmaktadır. Ancak Kur'anın "muciz" bir kitap olması sayesinde bir yerde tahrif ettiği aynı kelimeyi başka bir yerde tahrif edemeyerek kur'an karşısında aciz kalmaktadırlar. 

                       EN DOĞRUSUNU  ALLAH  .CC BİLİR.