15 Ekim 2011 Cumartesi

"Tebyinül Kur'an"dan Tahrifül Kur'an Örnekleri 10 (Ashabı Kehf Kıssası)

"Tebyinül Kur'an" dan Tahrifül Kur'an örnekleri başlıklı seri yazılarımıza eserdeki  , Kehf suresinde geçen "Ashabı Kehf" kıssası ile ilgili yazılanlardan örnekler vererek tahrif edildiğini iddia ettiğimiz kısımları sizlerle paylaşacağız. Önce eserden ilgili ayet meallerini ve o ayetler ile ilgili olarak yapılan yapılan örnekleri alıntılayalım.

"9.         Yoksa sen, Kehf [Büyük Mağara] ve Rakim [Yazıt] Ashabı'nın şaşılacak Âyetlerimizden olduklarını mı sandın?
10.        O yiğitler, Kehf'e [Büyük Mağara'ya] sığınınca: "Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve bizim için şu işimizden akıl gelişmişliği hazırla" dediler.
11.        Bunun üzerine Biz, onların kulakları üzerine o büyük mağarada nice yıllar vurduk.
12.        Sonra da iki gurubun hangisinin, onların bekledikleri süreyi daha iyi hesapladığını bilelim diye onları [Rakim / Yazıt Ashabı'nı] gönderdik."   

Kıssa ile ilgili olarak 9-13. ayetlerin meallerini verdikten sonra  yazar şunları demektedir.

"Pasajı okumaya başlamadan önce dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da, kıssada sadece Ashab-ı Kehf'ten değil, Ashab-ı Kehf ile beraber Ashab-ı Rakim'den de bahsedilmiş olmasıdır. Bu nedenle, pasajdaki zamirlerin bir bölümü Ashab-ı Kehf'e, bir bölümü de Ashab-ı Rakim'e racidir.
Âyetlerin metninden açıkça anlaşıldığı üzere, Sûrenin bu bölümünde, Kur'ân'ın indiği döneme göre henüz gerçekleşmemiş, asırlarca sonra gerçekleşecek olan ve insanların yok olmadığını, zamanı gelince sağda solda dağınık olarak bulunan hücrelerin emaneten durdukları yerlerden alınıp birleştirileceği gerçeğine ve ahiretin kesin varlığını bilimsel olarak ortaya koyacak kişilere ve olaylara değinilmiştir.
"Kehf" ve "Rakim Ashabı" konularının iyi anlaşılabilmesi için öncelikle 21. Âyete dikkat edilmesi gerekmektedir:"  

9. ayetteki "Rakım Ehli" nin kim olduğu konusu başka tefsirciler tarafındanda tartışılmıştır. Ancak düşüncemiz, "kehf ve rakım ehlinin" aynı insanlar olduğu yönündedir. "Rakım " kelimesinin anlamını Ragıp el İsfahani "Elmüfredat"ta şöyle açıklar."Kalın bir şekilde iz işaret bırakmak,çizmek veya yazmak. "Ashabul Rakım" için ,bunun bir yer adı olduğu söylenmiştir.Bir görüşe göre "üzerine isimlerinin yazıldığı taşa nisbet edilerek böyle adlandırılmıştır." demektedir. 

Ashabı Kehf'in yaşadığı olayları kıssadaki ayetlerin arka planını göze alarak bakacak olursak, kurulu olan şirk düzenine karşı kıyam ederek bulundukları toplumu terk edip ve bir daha izine rastlamayan bu gençlerin,terk ettikleri toplum için bir efsane kaynağı olmuşlardır. Bu yaptıkları kıyam onları destanlaştırmış ve geriden gelenlerinde hatırlamaları için onlar hakkında yazıtlar kitabeler taşlara kazınmıştır. 

Günümüzdeki arkeolojik bulgulara baktığımız zaman eski çağlardaki insanların yaşadıkları önemli olayları ,geriden gelen nesillerin unutmamaları için taş kitabeler ihdas ederek olayları o taşların üzerlerine yazdıklarını görmekteyiz. "Rakım" kelimesinin anlamına baktığımız zaman "ashabı kehf ve rakım ehlinin" aynı kişilerden bahsettiğini düşünenlerin bu yorumlarının daha doğru olduğu kanaatindeyiz. Ayete baktığımız zaman "ashabel kehf verrakım" ifadesinin aynı kişilere işaret ettiği anlamı daha uygun gelmektedir. Kur'anda farklı guruplardan bahseden ayetlere baktığımız zaman, 7-48 ve50 de "ashabun nar ve ashabul cenne",59-20 de"ashabun nar ve ashabul cenne" şeklindeki terkiplere rastlamaktayız.  

Ashabı kehf kıssasına baktığımız zaman bize kıssada bizlere ibret ve örnek olması gereken mesajlar vardır.En önemli hisse ise o gençlerin şirk düzenine kıyam ederek yönetime başkaldırmalarıdır. Bu bölümden bizler için hise alınması gereken yer ,şirk düzenlerine karşı vermemiz gereken tepkinin ne olması gerektiğinin örneklerinden birinin YAŞANMIŞ bir olay olarak aktarılmasıdır. 

Yani rabbimiz bizlere "şirke karşı kıyam edin" emrinin yaşanmış bir örneği sunularak ,her devir ve her çağda şirke bulaşmamak için yapılması gereken kıyam çeşitlerinden bir örnek vermektedir. Ancak eser sahibinin bu kıssa hakkındaki yorumları bu kıssanın vermek istediği mesajı örterek hedef saptırma mesabesindedir. "tebyin" adını verdiği eserden şimdiye kadar verdiğimiz örneklere bakacak olursak bu hedef saptırmasını da doğal karşılamaktayız. Çünkü eseri ve kendisi araf suresi 175 ve 176 ayetlerinde geçen prototip şahsiyetin günümüz türkiye temsilcilerindendir. Kıssa hakkındaki yorumları eserden alıntılamaya devam ediyoruz. 

"Kehf ve Rakim Ashapları bize bir kıssa olarak anlatılmamıştır. Geçmişteki kıssaların gelecekteki kıyamete kanıt olması zaten düşünülemez. Anlatımda kullanılan fiillerin geniş veya gelecek zaman kipleriyle verilmesi de anlatılanların geçmişe değil de geleceğe yönelik olmasından dolayıdır.
Bu açıklamalardan sonra, Ashab-ı Kehf hakkında verilen bilgilerin "Ashab-ı Kehf Kıssası" olarak kabul edilmesini sağlayan nakillere göz atılması yararlı olacaktır. Rivayet kitaplarında Ashab-ı Kehf'e ait nakledilen kıssalar oldukça ayrıntılı ve birbirinden farklıdır. Biz, Kur'ân'da sözü edilen Ashab-ı Kehf ile efsanelerdeki Ashab-ı Kehf'in birbiriyle alakasının olmadığına kani olsak da, sırf mukayese yapılabilsin diye, merhum Mevdudi'nin hazırladığı en derli toplu nakil derlemesini aşağıda naklediyoruz:"  

Bunun bir kıssa olmadığını iddia eden sayın yazar bunu kıssa olarak anlamanın geleneksel nakiller! olduğunu iddia ederek kur'anda anlatılan "ashabı kehfin" bunlardan ayrı olduğunu söyleyerek "mevdudi" nin eseri"tefhimül kurandan" örnekler verir ve devamında "ashabul kehf verrakım" kelimelerinin sözcük anlamları üzerinde durmaktadır.  "kehf" ve "rakım" kelimelerine doğru anlamlar veren sayın yazar devamında bu kelimelere yüklediği anlam ile konuyu saptırmaya devam etmektedir.  

"Demek oluyor ki, bu pasajda, "Büyük Mağara"da gelişecek bir takım olaylar anlatılmaktadır. "Büyük Mağara"da çalışanlar ile "Yazıt Ashabı" arasında bir şeyler olacaktır. Mağarada olacak olayların anlatıldığı Âyetlere bakılırsa, bu büyük mağara bir "dağ oyuğu" değil bir laboratuar ve ses geçirmez bir stüdyo'dur."

Kehf ve rakım ehlini iki ayrı guruba ayıran sayın yazar mağarayıda stüdyoya benzeterek senaryoyu hazırlamaya devam etmektedir. Senaryoya uygun düşmesi için "müstakarr" ve müstevde" kelimeleri ile ilgili örnekler vererek devam eden sayın yazar, örnek verdiği kıyamet s 13. ayeti ile ilgili şu yorumu yapmaktadır.  


"(Kıyamet: 13) "O gün, o insan, önden yolladığı ve geriye bıraktığı şeyler ile haberlenir.
اليوم - Yevm sözcüğü Kur'ân'da sadece "gün" anlamında değil, "evre, devre, etap" anlamlarında da kullanılmıştır. Bu sözcük Kur'ân'da bazen kısa bir "an"ı, bazen de uzun "yıllar"ı işaret etmektedir. Meselâ Rahmân Sûresinin 29. Âyetinde "an" anlamına gelen "yevm" sözcüğü, Hûd Sûresinin 7 ve Fussılet Sûresinin 9, 10. Âyetlerinde de "uzun yıllar" anlamına gelmektedir.
Bize göre, bu Âyetlerdeki "o gün", yukarıdaki olayların meydana geldiği ve inançsızların "Kaçacak yer neresi! " diyerek âdeta kaçacak delik aradığı, yani gözün fal taşı gibi açıldığı, Ay'ın tutulduğu, Güneş ve Ay'ın birleştiği gündür, ölüm anıdır. 

 Kıyamet suresindeki ayetlerin bağlamının yeniden dirilişten sonraki hali tasvir etmesine rağmen , ayetteki "o gün" den kastın ölüm anı olduğunu iddia eden sayın yazar, yine ölümden sonraki diriliş ile ilgili olan, kıyamet s 13. ayet ile aşağı yukarı aynı metne sahip olan infitar s. 5 ayeti ile ilgili olarak,
 "Bu ayet gurubunda, insanın kıyamet sonrasında, dünyada yaptıklarının, yapması gerekirken yapmadıklarının ve sonradan kendi adına yapılanların hepsini öğrendiği bildirilmektedir." diyerek kur'an bütünlüğünü gözetmek iddiasının neresinde olduğunu göstermektedir. Devamında uzun uzun açıklamalar yaparak vardığı nihai kararı şöyle açıklar.  


"Bu uzun açıklamalardan sonra Allah'ın izniyle diyebiliriz ki, Ashab-ı Rakim , geçmişte yaşamış insanların kaybolmamış ve kaybolmayacak bellek hücrelerini [yazıtları] taşıyan kimselerdir. Ashab-ı Kehf de, sessiz bir ortamda, laboratuarda, stüdyoda, hipnoz yöntemiyle bu insanların taşıdıkları başkasına ait hücreleri deşifre eden, kaybolmadığını, kaybolmayacağını, Rabbimizin her bir şeyi yok olmadan durdurduğunu bilimsel olarak ispat edecek yiğitlerdir.""

Senaryoyu ve stüdyoyu!! hazırlayan sayın yazarımız yolunun üstündeki taşları temizledikten yola rahatlıkla yola (ayetleri tahrife) devam etmektedir. 13. ayet ile 16. ayeti birleştirerek verdiği 13-14-15-16. ayetlerin mealini de şöyle verir.

"13–16.     Biz sana onların [Kehf ve Rakim ashablarının] önemli haberlerini gerçek olarak kıssalaştıracağız. Şüphesiz onlar, Rablerine iman etmiş birkaç genç yiğitler idi. Biz de onlara kılavuzluğu arttırdık: "Mademki siz, onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız, o halde o büyük mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetinden yayıversin ve işinizden size rast getirip faydalı olanı hazırlasın."
14–15.     Ve Biz onlar ayaklanıp da: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz, O'nun astlarına ilâh olarak yalvarmayız, yoksa kesinlikle saçma sapan konuşmuş oluruz. Şunlar, Allah'ın astlarından ilâhlar edinen bizim kavmimizdir. Onlara dair açık bir delil getirselerdi ya! Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir" dediklerinde onların kalplerini sağlamlaştırdık.

Kurduğu senaryoya! uymayan ayetlerin pek çok surede yaptığı burada da yaparak mushaftaki diziliş sırasını da değiştiren sayın yazar böylece asıl amacı olan hedef saptırmaya yönelik adımlarını sıklaştırarak şöyle devam etmektedir. 

"Bu Âyet grubunda Kehf Ashabı'nın çalışmaya başlamaları nakledilmiştir. Âyetten anlaşıldığına göre, bir grup inançlı genç, "Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve bizim için şu işimizden akıl gelişmişliği hazırla" diyerek ayaklanınca [işe başlayınca], Rabbimiz de onlara "Mademki siz, onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız, o halde o büyük mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetinden yayıversin ve işinizden size rast getirip faydalı olanı hazırlasın" diyerek kendilerine imkân sağlamıştır.
16. Âyet gerek teknik gerekse semantik olarak 13. Âyetin parçasıdır. O nedenle 13 ve 16. Âyetleri birlikte sunduk."  

Kurduğu senaryo üzerine ashabı kehfi stüdyoda çalıştırmaya başlatan ! sayın yazar, surenin 10. ayetinde gördüğümüz ""Rabbimiz! Bize katından bir rahmet ver ve bizim için şu işimizden akıl gelişmişliği hazırla"" şeklindeki dualarının karşılığını 16. ayetteki " "Mademki siz, onlardan ve Allah'tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız, o halde o büyük mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetinden yayıversin ve işinizden size rast getirip faydalı olanı hazırlasın"" ayetinin karşılığı olarak rabbimizin bir sözü olduğunu iddia etmektedir. Kendisine yöneltilebilecek olan, neden "rableri kendilerine imkan sağlamıştır" dediniz? şeklinde sorulacak bir soruya muhtemelen vereceği cevabı, "ayette "mademki siz ayrıldınız" şekli ile gelen cümleye bakarak bunu ashabı kehften biri söylese " mademki biz ayrıldık" şeklinde olması gerekirdi " şeklinde bir cevap vermesi muhtemel olan sayın yazar,19. ayetteki " ne kadar kaldınız" diye soran kimse için, neden " ne kadar kaldık"şeklinde bir soru sormamış acaba diye bir soru sorduğumuzda vereceği cevap ayeti tahrif ederek soran kişi mağara ashabından değil onları bulan rakım ashabındandı diyecektir. 

Halbuki 16. ayette " mademki siz onlardan ayrıldınız" şeklinde gelen cümleye bakıp bu sözü söyleyen kişininde ashabı kehften olduğu rahatlıkla , 19. ayetteki " ne kadar kaldınız " sorusunun kur'andaki diğer ayetlerdeki geçişlerine bakarak çıkarabilirdi. Kıyamet sonra yeniden dirilen insanların birbirlerine sordukları " ne kadar kaldınız" sorusu onların haricindeki biri tarafından değil yine dirilenlerin birbirlerine sorduğu sorulardandır. Yani aynı hal içindeki insanlar "ne kadar kaldık" demeyip "ne kadar kaldınız" şeklinde birbirlerine sormaktadırlar.

17-18-19-20. ayetlerede verdiği meal şu şekildedir.   
17.        Ve sen, doğduğu zaman, güneşi, onların o büyük mağaralarından sağ yana yöneldiğini, battığı zaman da onları sol yandan keser–geçer göreceksin. Kendileri de ondan geniş bir boşluktadırlar. Bu, Allah'ın Âyetlerindendir. Allah kime kılavuzluk ettiyse artık o, doğruyu bulmuştur. Allah kimi şaşırttıysa da, artık sen ona yol gösteren bir yakın Kimseyi asla bulamazsın."
18.        Ve sen onları [Ashab–ı Rakim'i] görseydin uyanık sanırdın. Hâlbuki onlar uykudadırlar. Ve Biz onları sağ yana ve sol yana çeviririz. Köpekleri de girişte ön ayaklarını ileri doğru uzatmıştı. Eğer sen onlara muttali olsaydın, kesinlikle, kaçarak onlardan uzaklaşırdın ve onlardan ürpertiyle dolardın.
19–20.     Ve böylece kendi aralarında soruşsunlar diye onları [yazıt ashabını] gönderdik. Onlardan bir sözcü: "Ne kadar durup kaldınız?" dedi. Onlar [diğerleri]: "Bir gün ya da günün bir parçası kadar kaldık" dediler. Onlar [Yazıt ashabından diğerleri]: "Ne kadar durduğunuzu, Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi, bu varakınızla [gümüş paranızla] Medine'ye [şehre] gönderin de baksın, hangi yiyecek daha temiz ise, ondan size yiyecek getirsin. Ve çok nazik davransın ve sizi kimseye sezdirmesin. Şüphesiz onlar [şehir halkı], sizin üzerinize galip gelirlerse sizi taşlayarak öldürürler veya sizi kendi milletlerine döndürürler. O zaman da siz, ebedi olarak, asla kurtuluşa eremezsiniz."

Bu guruptaki ayetlerin arasına (ashabı rakım- yazıt ashabı) parantezlerini koyarak kıssanın başında iddia ettiği üzere "rakım ashabının" ayrı insanlar olduğu iddiasını bu ayetlerde parantez içi tahrife giderek dile getirip şöyle devam etmektedir. 
"Bu Âyetlerde Kehf Ashabı'nın çalışmaları yer almaktadır. Kehf Ashabı, uyguladıkları hipnoz yöntemiyle Rakim Ashabı'nın emaneten taşıdığı yazıtlardaki [bellek hücrelerindeki] geçmişte yaşamış kişiye ait kayıtları deşifre etmektedirler. Böylece hem Kur'ân'ın mucizeliği hem de Allah'ın vaadinin hak olduğu ve Kıyamet'te hiç şüphenin olmadığı bilimsel olarak ortaya çıkmaktadır.


Kurduğu senaryo ve stüdyo ile (mağaranın stüdyo olduğu iddiasındadır) kıssayı bilim kurgu filmi ! haline getiren yazarımız ,17. ayetteki "güneş" sağ ve sol" kelimelerinin hakiki değil mecaz anlam olduğunu iddia ederek şunları yazar. 
"Burada konu edilen Şems " Güneş," yıldız olan Güneş olmayıp mecaz anlamıyla Kur'ân'dır. Şems [Güneş]" sözcüğünün mecaz anlamıyla Kur'ân demek olduğunu daha evvel "Şems" Sûresinde açıklamıştık. [69–21]
Evet, burada olup bitenlerin Kur'ân ile sağlaması yapılacak olursa, yani olanlar Kur'ân büyüteci altında değerlendirilecek olursa, sağ yöne yöneldiği [tam isabetle, hayırlı bir iş yapıldığı] görülecektir. Yok, Kur'ân açısından bakılmazsa, bu kez sol yöne kayıp gidecektir [uğursuz, anlamsız bir olay olarak kalacaktır, çalışmalara yazık olacaktır.] Sağ sözcüğünün "uğur", sol sözcüğünün "uğursuzluk" anlamında kullanıldığını daha evvel "Ashab-ı Meymene ve Ashab-ı Meş'eme" başlığı altında detaylı olarak açıklamıştık. [69–22]


19. ayette (parantez içi ) tahrifle , ayeti "Ve böylece kendi aralarında soruşsunlar diye onları [yazıt ashabını] gönderdik" şeklinde meallendiren yazar,senaryoya uygun düşmesi için "ba e se" kelimesini de tahrif etmek zorundadır. Ve kılıfı şunları diyerek uydurmaktadır.   "12. ve 19. Âyetin orijinalindeki بعث - bea'se fiili genellikle "diriltti" diye tercüme edilmiştir. Biz ise aynı fiili her iki Âyette de "göndermek" anlamıyla çevirmiş bulunuyoruz. Böylece 12. Âyettekine "gönderdik", 19. Âyettekilere ise "gönderdik" ve "gönderiniz" şeklinde anlam verdik. Bunun nedeni, Arapça dilbilgisi kurallarının bu anlamı gerektiriyor olmasıdır." diyen yazar 12. ve 19 ayette aynı kalıpta geçen "baasnahum" kelimesine bir ayette başka bir ayette başka anlam verilmesi gerektiği şeklinde gülünç bir iddia ortaya atarak yeri geldiğinde arapça gramer kaidelerini de kendisi tesbit edecek kadar arap dili uzmanı!! olduğunu göstermektedir. Halbuki 12. ve19. ayetlerdeki "baase" kelimesinin anlamı kendisinin iddia ettiği şekilde değildir. Bu iddiasını önce bu kelimeye verdiği anlamı değiştirerek dile getirmektedir. B u kelime ilgili şunları der yazarımız. 
"Bu sözcük lügatte "tek başına veya birisiyle birlikte göndermek" demektir. [69–25]
Kur'ân'a bakıldığında, bu sözcüğün "yeniden diriltme" anlamından çok, "gönderme" anlamında kullanıldığı görülmektedir. Sözcüğün "diriltme" anlamı da aslında "mezardan gönderme" anlamından kaynaklanmaktadır. Ayrıca Kur'ân'da Elçi göndermenin بعث - bea'se fiiliyle ifade edildiği birçok Âyet vardır. Biz burada "kişi" ve "gurup" gönderme anlamıyla birkaç Âyeti örnek vereceğiz:"" 

"Tacü'l arus" tan aldığı anlamın sadece bir cümlesini vermekle yetinen yazarımız , bu kelimenin esas anlamının" harekete geçirmek" olduğu" gönderme ve diriltme" anlamlarının bu kelimenin esas anlamından harektle kullanıldığını ve neden verdiği örnek ayetlerde sadece " gönderme" anlamında kullanılan ayetlere ver verdiğini "diriltmek" anlamının geçtiği ayetleri neden  örttüğünü söylemesine gerek yoktur. 

Kıssada verilmek istenen mesajlardan biride sayın yazarın iddia ettiği gibi kıyametin ve yeniden dirilişin hak olduğu mesajıdır. Eser sahibi bu mesajı görmüş ancak kıssadaki en önemli mesaj olan KÜFRE KARŞI KIYAM mesajını örtmek adına   bu konuyu da "baase" kelimesinin "göndermek" anlamında kullanıldığını iddia ederek bu  konuyu da bilim kurgu filmine çevirmiştir. 19. ve 20 ayetlerde "yazıt ashabı" şeklinde dile getirdiği ve ashabı kehften ayrı tutarak onları bulan insanlar olduğunu iddia etmesine rağmen "ashabı kehfi " bulan kimseler 21. ayette dile getirilmektedir. 

Sonuç olarak, kur'anın en önemli mesajlarından biri olan zalime karşı başkaldırının geçmişte canlı bir örneği olan "ashabı kehf" kıssasını bu mesajı örtmek adına hedef saptırma yolu ile mağarayı stüdyo diyerek kıssayı bilim kurgu filmi haline getiren  sayın yazarımız, alışılmış metodlarından birini de bu kıssa üzerinde oynayarak göstermeye gayret etmiştir.Kıssada aynı kalıpta geçen bir kelimeye "öyle gerekmekte" diyerek arap dili konusunda uzmanlığını! sergileyen sayın yazar ,kur'anın kendi sağlamasını kendi içinde yapmasının bir sonucu olarak bir yerde bozduğu bir kelimeyi başka yerde ya unutmak suretiyle doğu meallendirip kendi çelişkisini sergilemiş yada arap dili uzmanlığının! sonucu olarak gramer kaidelerini değiştirme yolu ile hevasından ürettiği ön kabullerle sonuca varmaya çalışmaktadır. Kur'an, kendisini ancak halis niyet ile yaklaşanlara açan bir kitaptır,art niyetle yaklaşanları ise rezil rüsva eden bir kitaptır. 
                      EN DOĞRUSUNU ALLAH BİLİR.

4 Ekim 2011 Salı

Meryem s. 71. Ayeti: Cehenneme Giriş ve Oradan Çıkış Olacak mı ?

Kur'anı kerimi doğru anlamak için gerekli olan en önemli olan hususlardan biri olan , konu bütünlüğü (siyak sibak) veya kur'an bütünlüğü gözetilmeden yapılan bir anlama çalışması bizlere o konu hakkında doğru bir bilgi vermez.

Kur'an bütünlüğü gözetilmeden anlaşılmaya çalışılan bazı ayetler günümüze kadar gelen ihtilaflı konuların kaynağını oluşturmuştur. Ayetlerin bağlamından kopuk olarak okunması ve bu kopuk okuma neticesinde oluşturulan  anlayışlardan biriside Meryem suresi 71. ayeti ile ilgilidir. Önce sadece Meryem suresi 71. ayetinin mealini vererek sonrada bu ayet üzerinde oluşturulan anlayışı ve bu oluşturulan anlayışın ne derece doğru olduğunu görelim. 


71- Sizden ona uğramayacak hiç kimse yoktur. Bu, Rabbinin kesin olarak üzerine aldığı bir karardır.  


Bu ayet bağlamından kopuk okunduğu zaman "sizden " kelimesinin kapsadığı mana olarak müminler ve kafirlerin hepsi birlikte cehenneme uğramaları  ve daha sonra cehennemden müminlerin çıkarılacakları anlaşılmıştır.Gördüğümüz meallerde genellikle "uğramayacak", "girmeyecek". "gitmeyecek" şeklinde bazı farkılıklar olmasına rağmen meallerde ki ağırlıklı anlam" sizden ona uğramayacak hiç kimse yoktur" şeklindedir. Ayetten çıkarılan ağırlıklı anlayış, mümin olsun kafir olsun herkes cehenneme uğrayacaktır ancak müminler sonra oradan kurtulacak şeklindedir. Burada ayette geçen "variduha"(uğramayacak) şeklinde anlam verilen kelimenin kur'andaki diğer ayetlerde geçişlerine ve orada verilen anlamlarına baktığımız zaman 71. ayet ile aynı paralelde anlam verilmediğini görüyoruz.  


Sözlük anlamı "suya yönelmek " olan bu kelimenin hakiki anlamı ile kullanıldığı ayetler mevcuttur. Biz konumuz ile ilgili ayetler ve onlara verilen anlamlar üzerinde durmak istiyoruz.Enbiya suresi 97-99. ayetlerinin meali şu şekildedir. 

"97- Gerçek olan va'd yaklaşmıştır, işte o zaman, inkar edenlerin gözleri yuvalarından fırlayacak: "Eyvahlar bize, biz bundan tam bir gaflet içindeydik, hayır, bizler zalim kimselerdik" (diyecekler).
98- Gerçekten siz de, Allah'ın dışında taptıklarınız da cehennemin odunusunuz, siz ona varacaksınız.
99- Eğer onlar (gerçek) ilahlar olsalardı, ona girmeyeceklerdi. Oysa onların tümü içinde temelli kalıcıdırlar."

99. ayetin mealindeki " girmeyeceklerdi" kelimesinin Arapça metni "vereduha" şeklindedir.Gördüğümüz hiç bir mealde Meryem s. 71. ayetine verildiği şekli ile "uğramayacaklardı" şeklinde bir anlam verilmemiştir. Yine Hud suresi. 98. ayetinde firavunla ilgili olarak " O, kıyamet günü halkının önüne düşecek, onları ateşe götürecektir. Vardıkları o yer ne fena bir yerdir!" yine bu ayettede "götürecektir" şeklinde meallendirilen kelimenin arapça metni "fe evredehum" dur yine ayetteki "vardıkları yer" olarak meallendirilen kelimenin arapça metni "elvirdü"şeklindedir


Enbiya suresi 98. ayetinde " Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, cehennemin yakıtısınız; oraya gireceksiniz" mealindeki ayette de "gireceksiniz" şeklindeki mealin Arapça metni "varidune" dir. Aynı kökten türeyen kelimelerin kullanıldığı ayetlerde Meryem suresi 71. ayeti hariç hepsinde "gireceksiniz" şeklinde meal verilen bu kelimeye Meryem s. 71. ayetinde ağırlıklı olarak ( bütün mealleri kastetmiyoruz) "uğramak" şeklinde bir meal verilmesi akidevi bir konu, olan günahkar Müslümanların , günahlarının cezasının çektikten sonra cennete gitmeleri ile ilişkilendirilmektedir. Biz bu konuya burada girmek istemiyoruz. Ancak günahkar Müslümanların cehenneme girip girmeme meselesi Meryem suresi 71. ayeti ile bir bağlantı kurarak delil getirmenin pek doğru olmadığını düşünüyoruz.

Dolayısı ile diğer ayetlerde verilen "girmeyecek" anlamının 71. ayete de verilmesi gerekmektedir."Uğramak" şeklinde verilen meallerin hatalı olduğunu düşünmekteyiz. Şimdi konu ile ilgili ayeti anlamak için ayetlerin konu bütünlüğü içinde meallerini vererek anlamaya çalışalım. 


66- İnsan demektedir ki: "Ben öldükten sonra mı, gerçekten diri olarak çıkarılacağım?"
67- İnsan önceden, hiçbir şey değilken, gerçekten Bizim onu yaratmış bulunduğumuzu (hiç) düşünmüyor mu?
68- Andolsun Rabbine, Biz onları da, şeytanları da mutlaka haşredeceğiz, sonra onları cehennemin çevresinde diz üstü çökmüş olarak hazır bulunduracağız.
69- Sonra, her bir gruptan Rahman (olan Allah)a karşı azgınlık göstermek bakımından en şiddetli olanını ayıracağız.
70- Sonra Biz ona (cehenneme) girmeye kimlerin en çok uygun olduğunu daha iyi biliriz.
71- Sizden ona girmeyecek hiç kimse yoktur. Bu, Rabbinin kesin olarak üzerine aldığı bir karardır.
72- Sonra, takva sahiplerini kurtarırız ve zulmedenleri diz üstü çökmüş olarak bırakıveririz.
73- Onlara apaçık ayetlerimiz okunduğunda, o inkar edenler, iman edenlere derler ki: "İki gruptan hangisi, makam bakımından daha iyi, topluluk bakımından daha güzeldir?"
74- Onlardan önce nice insan- nesillerini yıkıma uğrattık, onlar mal (giyim, kuşam ve tefriş) bakımından da, gösteriş bakımından da daha güzeldiler.
75- De ki: "Kim sapıklık içindeyse, Rahman (olan Allah), ona süre tanıdıkça tanır; kendilerine va'dedileni -ya azabı veya kıyamet saatini- gördükleri zaman artık kimin yeri (makam, mevki) daha kötü, kimin eyaaskeri- gücü daha zayıfmış, öğreneceklerdir.
76- Allah, hidayet bulanlara hidayeti arttırır. Sürekli olan salih davranışlar, Rabbinin Katında sevap bakımından daha hayırlı, varılacak sonuç bakımından da daha hayırlıdır.

66. ayete baktığımız zaman yeniden dirilişi inkar eden birisinin sözlerini görmekteyiz. Konu bu inkarcı tipler ve ahiretteki cezaları ile ilgili olup 71. ayetteki "sizden " kelimesinin kapsadığı kısım müminler ile alakalı olmayıp yeniden dirilişi inkar edenler ile ilgilidir. Alaka kurmamız gereken kısım yeniden dirilişi inkar eden kafirlerin cehennemdeki halleri ve hayatta olan inkarcılara hitaben " sizden oraya girmeyecek yoktur" denmektedir. 72. ayetteki "sonra takva sahiplerini kurtarırız" sözü, sanki onları cehenneme atılmış ta sonradan çıkarılmış gibi bir yanlış anlamaya sebebiyet verilmiştir. Kur'anın hiç bir yerinde takva sahiplerinin cehenneme atılacakları ve sonradan çıkarılacaklarına dair bir bilgi yoktur. Aksine takva sahiplerinin yerlerinin cennet olduğu bilgisi vardır. 

 [044.056]  İlk tattıkları ölüm dışında, orada artık ölüm tatmazlar. Ve Allah onları cehennem azabından korumuştur (sürekli hayata kavuşmuşlardır).

 [052.018]  Rablerinin kendilerine verdiği ile sefa sürmektedirler. Rableri onları, cehennem azabından korumuştur.

 Duhan suresi 56. ve Tur suresi 18. Ayetlerine baktığımızda , takva sahiplerinin Cehennem azabından korunduğundan bahsedilmektedir , "Vaqahum" (korumuştur) olarak geçen kelimenin anlamı "Bir nesneyi kendisine eza ve zarar verecek şeylerden korumak" olup konumuz olan Ayette geçen "Müttaki" kelimesi de bu kökten türemiştir. 

Şimdi soruyoruz ; Allah (c.c) "Müttaki" olarak nitelendirdiği kullarını Kitabının bir yerinde Cehennem azabından koruyacağından bahsederken , bir başka yerinde yine "Müttaki olarak nitelendirdiği kullarını Cehennem azabına attıktan sonra çıkarmaktan bahsedermi? . Böyle bir düşünce Kitabı bütünlüğü içinde okumamaktan kaynaklanmakta olup bilmeden Allahın Kitabını çelişkili bir Kitap haline düşürmekten başka bir işe yaramaz.

 [003.015]- De ki: Size bunlardan daha iyisini bildireyim şi? Takvâ sahipleri için Rableri yanında, içinden ırmaklar akan, ebediyyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin üstünde) Allah'ın hoşnutluğu vardır. Allah kullarını çok iyi görür.
[013.035] - Takvâ sahiplerine vâdolunan cennetin özelliği (şudur): Onun zemininden ırmaklar akar. Yemişleri ve gölgesi süreklidir. İşte bu, (kötülüklerden) sakınanların (mutlu) sonudur. Kâfirlerin sonu ise ateştir
[039.020]- Fakat Rablerinden sakınanlara, üstüste yapılmış, altlarından ırmaklar akan köşkler vardır. Bu, Allah'ın verdiği sözdür. Allah, verdiği sözden caymaz.
[039.061]- Allah, Kendisine karşı gelmekten sakınan takvâ ehlini ise, iman ve takvâları sayesinde, o cehennemden kurtarıp muratlarına kavuşturur. Onlara hiçbir fenalık dokunmaz. Onlar asla üzülmezler de.

Sonuç olarak, Meryem suresi 71. ayeti örneğinde gördüğümüz gibi ,kur'an bütünlüğü veya siyak sibak gözetilmeden yapılan bir okuma bir ayeti yanlış anlamaya sebebiyet vermektedir. Kur'anın hiç bir yerinde günahkar Müslümanların günahlarını çektikten sonra cennete gireceği bu ayet üzerinden delillendirilmeye çalışılsa dahi ayetlerin anlamları ve kur'an bütünlüğündeki ayetler bizlere Meryem s. 71 ayetinden böyle bir çıkarım yapmaya izin vermemektedir.

                        EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR. 

2 Ekim 2011 Pazar

"Tebyinü l Kur'an" dan Tahrifü l Kur'an Örnekleri 9 ( İbrahimin Misafirleri)

"Tebyinül Kur'an" dan Tahrifül Kur'an örnekleri adlı yazı serimize adı geçen eserdeki Hud ve Zariyat surelerinde geçen "İbrahimin misafirleri" kıssası ile ilgili yapılan yorumları yine adı geçen eserden yaptığımız alıntılarla tahrif olduğunu iddia etiğimiz düşünceleri, sayın yazarın eserindeki Kur'an bütünlüğünü hesaba katmadan yaptığı çelişkiler ile ortaya koymak istiyoruz. 

Önce Hud suresi 69. ayetinden itibaren başlayan "İbrahimin misafirleri" kıssası ile ilgili verilen mealleri ve yorumları sayın yazarın eserinden yaptığımız alıntılar ile görelim.

"69-Ve andolsun ki, İbrâhîm'e de elçilerimiz müjde ile geldiler; "Selâm!" dediler. O; "Selâm!" dedi, sonra da saf hâle getirilmiş buzağıyı getirmekte gecikmedi."

Sayın yazar 69. ayet ile ilgili yorumunda, önce "elçilerimiz"(rusuluna) kelimesi hakkındaki düşüncelerini açıklayarak şunları söylemektedir.

"Elde herhangi bir kanıt bulunmamasına rağmen klâsik kaynaklarda bu elçilerin "melek" olduğu dayatılmıştır. Bizim kanaatimize göre ise; bu elçiler İbrâhîm peygamberin o güne kadar tanımadığı, varlıklarından haberdar olmadığı, o yöredeki beşer elçilerdir [peygamberlerdir]. Sayılarının "bir"den fazla olması bu konuda tereddüde mahal vermemelidir; çünkü Yâ-Sîn Sûresinde de bir kente art arda üç elçi gönderildiği bildirilmiştir

Daha önceki yazılarımızda ele aldığımız üzere "melek" kavramı hakkında kur'ani bir düşünce sahibi olmayan sayın yazar "klasik kaynaklardaki dayatma" olarak düşündüğü bu kavrama kendi önkabulleri doğrultusunda ayrı bir anlam yükleyerek ibrahim as a gelen elçilerin "beşer" olduğu dayatmasını yapmaktadır. Bu dayatmayı yasin suresinden konu ile alakası olmayan verdiği bir örnekle destekleme yoluna gitmektedir. Sayın yazarın hacc suresi 75. ayetine kendi sitesinde verdiği meal çelişkisini ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir.Bu ayete "75-76. Allah meleklerden, elçiler seçer, insanlardan da. Şüphesiz Allah en iyi işiten, en iyi görendir, ellerinin arasında olanı ve arkalarında olanı bilir. Ve işler yalnızca Allah'a döndürülür." şeklinde bir meal veren sayın yazar hac suresi 75. ayetine verdiği meal ile hud suresi 69. ayetine verdiği anlam arasındaki çelişkiyi farkederek tutarlı olmak!! açısından kitap haline getirilmiş mealinin 2011 baskısında o ayetide tahrif etmek gerektiğini farkederek hac suresi 75. ayetine ,"Allah haberci ayetlerdende elçiler seçer,insanlardanda elçiler seçer" şeklinde bir meal vererek aradaki tutarsızlığı gidermiştir!!.

69. ayetteki "biiclin hanizin" kızartılmış buzağı kelimesi ile ilgili olarakta şu yorumu yapmaktadır

"İbrâhîm peygamberin misafirlerine sunduğu buzağı, bu Âyette hanîz sözcüğüyle, Zâriyât Sûresinin 26. Âyetindeki semîn sözcüğüyle nitelenmiştir. Gelenekçiler bu iki nitelemeyi –sırasıyla– "kızartılmış" ve "semiz" olarak aktarmışlardır. Ne var ki, koskoca buzağının kızartılamayacağını ve aynı buzağıyı niteleyen "kızartılmış" ifadesi ile ancak canlı bir hayvan için kullanılan "semiz" ifadesi arasındaki çelişkiyi hiç dikkate almayarak bariz bir hata içine düşmüşlerdir. Çünkü misafire tavuk hatta kuzu kızartılıp ikram edilmesi makul olmakla beraber bir buzağının kızartılıp bütünüyle ikram edilmesi akıllardan uzak bir durumdur. Ayrıca gelenekçilerin nitelemelerine göre, konumuz olan Âyetteki buzağı "kızartılmış" yani ölü bir buzağıdır. Zâriyât Sûresinin 26. Âyetinde ise aynı buzağı "semiz" yani canlı bir buzağıdır. Bu durumda iki Âyet arasında bir çelişki söz konusu olmaktadır ki, bu asla mümkün değildir.
Bize göre, bu olaydaki "buzağı" ile kastedilen anlamın te'vîline o buzağının sıfatları olarak bildirilen "hanîz" ve "semîn" sözcüklerinin gerçek anlamlarından yola çıkarak ulaşmak gerekmektedir."

 Sayın yazar burada kendi önkabulleri ve vahye tabi olmayan aklını devreye sokarak buzağının kocaman olduğunu dolayısı ile tavuk veya kuzu kızartmasının daha makul!! olduğunu iddia etmektedir. Halbuki "misafir umduğunu değil bulduğunu yer " atasözü gereği ibrahim as da misafirlerine evinde olan bir yiyeceği  ikram etmeye kalkmıştır. Ayrıca zariyat suresi 26. ayetindeki "biiclin seminin" semiz buzağı tabiri ile, hud suresi 69. ayetindeki "biiclin hanizin" kızartılmış buzağı tabirini çelişki olarak görüp kızartılan bir buzağının ölü, semiz bir buzağının diri olması gerektiğini iddia ederek arada bir çelişki olduğunu iddia etmektedir. Sayın yazar ,buzağının kocaman bir hayvan olduğunu ve onun kızartmanın zor olduğunu düşünüp, ibrahim as ın misafirleri için "semiz bir buzağıyı" kızartmış olabileceğini düşünmemesi dikkat çekicidir. Madem aklı öne çıkarıyorsun  buradada şöyle bir mantık yürütüpte, ibrahim as ın " kızartılmış semiz bir buzağıyı" gelebilecek olan misafirleri için her zaman hazır tuttuğu ve gelen resullerede bu hazır olan "kızartılmış semiz buzağıyı" onlara ikram ettiğini neden hesap etmiyorsun diye biri çıkıp sormazmı acaba? 

"Haniz" kelimesine "lisanul arap" ta verilen "arıtılmış, içindeki fazlalıklar atılmış" anlamından hareketle bir hayvanı kızartmak için içinin temizlenmesi gerektiği , dolayısı ile ibrahim as ın gelen misafirlerine " içi temizlenmiş taze bir buzağı kızartması" sunmuş olacağı anlamını kendi önkabulleri açısından yanlış olduğunu düşünen yazar " semin" kelimesi içinde " güç veren anlamını kullanmıştır. Ancak yusuf suresinde 43. ve 46. ayetlerinde "simanin" olarak geçen bu kelimeye yine kendi yaptığı mealde "semiz" anlamı vermiştir.

Yazar 69. ayet ile gerekli tahrifatları yaptıktan sonra bomba haberi patlatarak şunları yazar. 

"Buzağının sıfatları olarak verilen her iki sözcüğün yukarıda belirttiğimiz anlamları birleştirildiğinde, buradaki buzağının "saf hâlde bulunan" ve "güç veren" bir buzağı olduğu anlamına ulaşılmaktadır. Bundan dolayıdır ki, biz bu buzağının A'râf Sûresindeki "aldatıcı sesi olan ceset buzağı" gibi "altın" olduğu kanaatini taşımaktayız. Bu te'vîlimize göre, İbrâhîm peygamber müjdeci elçilere müjdelik olarak "altın" vermiştir."  

"Haniz" kelimesini "saf halde bulunan" , "semin" kelimesinide "güç veren" olarak tahrif eden yazarımız, bomba haberinde, ibrahim as ın gelen misafirlerine, getirdikleri müjde karşılığında "altın buzağ ıhediye ettiği iftirasını pişkinlikle yazmaktadır. Artık burada tahrifi bile şirazesinden çıkarmıştır. Yazarın iddia ettiği gibi ibrahim as gelen misafirlerine, getirdikleri müjde karşılığında altın vermesini bir an için kabul ettiğimiz düşünecek olursak hediye edilen altın buzağı müjde verilmeden öncedir. Hangi gelenekte müjde verilmeden önce hediye verildiğini sayın yazar burada belirtmemiştir. Sayın yazar konuya şu şekilde devam etmektedir.

"Âyetten anlaşıldığına göre, İbrâhîm peygamberin ikram olarak takdim ettiğine ['altın'a], misafirleri [elçiler] el sürmemişler, daha doğrusu sürememişlerdir. Çünkü onlar elçidir ve daha evvel birçok Âyette bildirildiği gibi, görevleri gereği yaptıklarına karşılık herhangi bir ücret almaları söz konusu değildir.
Verilen hediyeyi almamaları üzerine İbrâhîm peygamberin korkuya kapılmasından, verilen hediyenin veya yapılan ikramın reddedilmesinin o günün geleneğinde husumet ve düşmanlık belirtisi sayıldığı anlaşılmaktadır. İbrâhîm peygamber gaybı bilmediği, kendileri açıklayıncaya kadar misafirlerin elçi olduğunu anlamadığı için geleneğe göre düşmanca sayılan bu davranıştan dolayı korkuya kapılmıştır.
Bu durumdan çıkan bir diğer sonuç da Allah bildirmediği sürece peygamberlerin gaybı bilmesinin mümkün olmadığıdır. "

"ibrahimin misafirleri" kıssası kur'anda 3 yerde geçmektedir. hud suresindeki kısmında, yazarın iddia ettiği verilen müjde karşılığında altın buzağının!! hediye edilmesi ibrahim as a çocuk müjdesi verilmeden önce , hicr suresindeki kısmında altın buzağı!! hediye edilmeden müjde verilmektedir, zariyat suresindeki kısmında ise altın buzağı !! hediye edilmesi verilen müjdeden öncedir. Kıssanın hicr ve zariyat surelerinde geçen bölümlerinden görüldüğü üzere ibrahim as gelenekleri ters yüz ederek müjde verilmeden önce gelen müjdecilerin hediyesini takdim etmeye kalkmıştır!!. Halbuki kur'an dışı önkabuller ile kıssaya bakmak yerine kur'ani bir gözle bakmayı deneseydi böyle saçma ve iftira dolu bir çıkarımda bulunup kendini traji komik bir duruma düşürmeyebilirdi. 

Kıssaya baktığımız zaman, gelen misafirlerin insan şeklinde gelmeleri hasebiyle onların tanımayan ibrahim as onlara diğer misafirlerine ikram ettiği gibi ikramda bulunmuştur. Zariyat suresi 27. ayetinde gördüğümüz üzere onlar "ele te'kulun" diye yemelerini teklif etmiştir. İkram edilen" kızartılmış semiz buzağı"eğer sayın yazarın iddia ettiği gibi "altın buzağı" olsaydı misafirler bunu nasıl yiyeceklerdi? yada eğer bu yenmesi gereken bir şey olmasaydı ibrahim as neden "yemezmisiniz" diye sormuştur ?. Yazar zariyat suresi 27. ayetindeki "ele te'kulun" yemezmisiniz? kelimesinide "nasiplenmezmisiniz" şeklinde çevirerek bunuda halletme! yoluna gitmiştir.

71. ayetteki karısının ayakta olması ile ilgili  olarak şu yorumda bulunmaktadır yazarımız. 

"Ayette İbrâhîm peygamberin karısının قائمة - gâime olduğu ifade edilmiştir. Bu ifade mealciler tarafından genellikle "ayakta dikiliyordu" şeklinde çevrilmiştir. Hâlbuki kıssadaki anlatıma göre olayların gelişiminde İbrâhîm peygamberin karısının ayakta durmasının veya oturmasının yahut da yatmasının hiçbir önemi yoktur. Dolayısıyla buradaki gâime ifadesinin başka bir anlamı olmalıdır.
Bize göre, buradaki gâimelik "ayaklanmışlığı, baş kaldırmışlığı" ifade etmektedir. Buna göre, İbrâhîm peygamberin karısının gâime oluşu, onun kocası ile arasının açık olduğunu ifade etmektedir. Bu durum, İbrâhîm peygamber ile karısının ayrılma, boşanma safhasında olduklarını göstermektedir. Nitekim gıyâm sözcüğü "siyasî baş kaldırma" anlamında olup sözcüğün Kur'ân'da bu anlamda kullanıldığı birçok Âyet vardır:" 
Ayetteki "gaimetün" kelimesinden ibrahim as ın karısının ona başkaldırdığı ve boşanma safhasında olduları çıkarımını yapan sayın yazar gelen resullerin ibrahim as ın eşine hitaben " Allahın rahmeti ve bereketi sizin üzerinizedir ey ev halkı" demesi ile ibrahim as ın karısının ona başkaldırmış biri olduğunu ve boşanma safhasında nasıl bağdaştırdığını anlamak zordur desek bizim için pek zor değildir. Sayın yazarın bu ve bundan önceki yazılarımızda örneklerini verdiğimiz tahriflerinden çıkardığı sonuçlar bu çıkarmış olduğu sonuçlar ile aynı sayılır. 

Bu tahrifini 72. ayet içine koyduğu parantez ile pekiştirmeye çalışan yazar bu ayete verdiği mealde açtığı parantez içi yorum dikkate şayandır. ( O [İbrâhîm'in karısı] dedi ki: "Vay be! Ben mi doğuracağım! Ben bir "acuz"um [kocası işe yaramaz bir zavallıyım, bahtsız bir karıyım]. Şu kocam da yaşlı bir adam iken! Şüphesiz bu, çok tuhaf bir şey!)  Önkabulleri doğrultusunda yaptığı parantez içi tahrif ile ibrahim as ı bile incitmekten çekinmeyen yazar başkalarını mesnetsiz nakiller ile suçlayıp kendisnini mesnetli !!! nakillerini bu şekildeyapmaktan imtina etmemektedir. 

Sayın yazarın eserinin bir çok yerinde olduğu gibi buradada kelimelerle nasıl oynadığının örneğini "acuzun" kelimesi üzerine yazdıklarından örnekler vermek istiyoruz.  

"'ACÛZ SÖZCÜĞÜ:

Bu sözcük "yaşlı" demek olduğu gibi, "geniş kalçalı" veya "kocası yaşlı, kendine uygun kocası olmayan, dengini bulmamış, zavallı, bahtsız, kara bahtlı genç hanım" anlamlarına da gelmektedir. [52–20]
Yukarıdaki anlamlardan ele aldığımız konuya en uygun düşeni sonuncusudur. Çünkü İbrâhîm peygamberin karısının 72. Âyette bildirilen Vay be! Ben mi doğuracağım! Ben bir 'acûz'um [kocası işe yaramaz bir zavallıyım, bahtsız bir karıyım]. Şu kocam da yaşlı bir adam iken! Şüphesiz bu, çok tuhaf bir şey şeklindeki sözleri, onun genç, doğurmaya elverişli bir kadın olduğunu göstermekte, buna karşılık İbrâhîm peygamberi ise yaşlı (Zâriyât Sûresinin 26. Âyetine göre agîm, kısır) biri olarak tanıtmaktadır. Dolayısıyla İbrâhîm peygamberin karısı, verilen müjdeye kocasının yaşlılığı ve kısırlığı dolayısıyla gülmüştür. Onun bu anlayışı, içinde bulunduğu durum sebebiyle kendini nitelediği 'acûz sözcüğünü "zavallı, çileli, dengini bulmamış" anlamında kullanmış olmasını gerektirmektedir. Nitekim müjdeye şaşıran İbrâhîm peygamber de –Hicr Sûresi'nde– şaşkınlığına gerekçe olarak yaşlılığını göstermiş, karısı ile ilgili herhangi bir açıklama yapmamıştır:""

Kelimeler üzerinde nasıl oynadığını görmek için A-CE-ZE kelimesinin lügat anlamını ele almak istiyoruz. Bu kelime "elmüfredat"ta şu şekilde açıklanmaktadır."insanını arka geri kısmı tarafı(yani kaba eti).Başak şeylerin arka geri kısmıda buna benzetilmiştir (kamer s.20 örneğinde). "aczun" sözcüğü temelde" birşeyden geride arkada olmak yada kalmak,ve onun bir işin, meselenin "aczunda" yani arkasında meydana gelmesi demektir. Yaygın kullanımda"bir nesneyi yapmada eksik gelmenin, ona güç yetirememenin anlamı haline gelmiştir."kudret" sözcüğünün zıddıdır. "EL ACUZ"( kocakarı) "pek çok işi yapmaktan ACİZ kaldığı için böyle adlandırılmıştır.  

Yazarın bu kelimeye verdiği ""geniş kalçalı" veya "kocası yaşlı, kendine uygun kocası olmayan, dengini bulmamış, zavallı, bahtsız, kara bahtlı genç hanım" "anlamları "aceze" kelimesinin esas anlamları ile bir alakası yoktur. Verdiği anlama göre ibrahim as ın karısı genç ve doğurgan ve kara bahtlı zavallı bir kadındır!!, Şuara s. 171. ayetinde ve saffat s.135. ayetinde lut as ın hanımı içinde "acuzen" şeklinde kullanılan bu kelimeyede "zavallı ve bahtsız" kadın olarak meal veren yazar o kadının ve ibrahim as karısının acaba resul karıları oldukları içinmi zavallı ve bahtsız şeklinde bir meal vermiştir. Lut as ın karısının ona iman etmediği ve geri kalıp helak olanlardan olduğu malumdur.Sayın yazara göre ibrahim as ın karısının "acuzluğu" lut as ın karısı gibi bir müşrik olmasımıdır? yoksa haşa ibrahim as gibi bir kocaya düşerek dengini bulmamış ,zavallı,bahtsız kadın olmasımıdır? bu tarafı izaha muhtaçtır. 


Parantez içi tahrif yapmadan " Vay, dedi, doğuracak mıyım? Ben bir acuz, kocam da bu bir pir iken, her halde bu çok acîb bir şey""olan hud s.72. ayetinin mealine bakarsak ibrahim as ın karısının ah vah etme sebebi kocasının ve kendisinin çocuk sahibi olmayacak kadar yaşlı olmalarıdır. Ancak sayın yazar tahrifte şiraze tanımayıp gelen resuller konusunda onları "beşer" yapmakla yetinmeyip ibrahim as ın karısı üzerinde kelime üzerinden spekülasyonlar yapıp adeta"tahrifte sınır yoktur" sloganı ile yola çıkmasının hakkını vermeye çalışmaktadır. 


                  EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.
 

29 Eylül 2011 Perşembe

Müslümanlar Üzerinde Oynanan Oyunlar "Kıble" "Hacc" " Namaz" Düşmanlığı

Allah cc Ademi yaratıp meleklerin ona secde etmelerini emredip, iblisin bu emre isyan etmesinin ardından " Şeytan " vasfını alması, kendisi ve yandaşları ile Ademoğullarına kıyamete kadar düşman olacağını, Allah'ın doğru yolunun üzerine oturup kullarını saptırmaya çalışacağını beyan etmesi ile başlayan süreç bildiğimiz gibi kıyamete kadar devam edecektir. Bu kıyamete kadar gelecek zaman içinde şeytanlar insanları Allah'ın yolundan alıkoymak için ellerinden geleni yapacaktır. Burada konuyu günümüzdeki şeytanların Müslümanlar üzerinde ne gibi oyunlarla Allah'ın doğru yolu üzerinde durarak Müslümanları iğva ettikleri konusu üzerinde durmak istiyoruz. 


"Kafir" ve " Münafık " , Kur'anda bazı insanlar için kullanılan  iki kavramdır. Müslümanlar açısından en tehlikeli olan insan tipi" Münafık" olanlardır. Yazımızda bu münafık karakterli insanların Müslümanlar üzerindeki oynamak istedikleri Bizans oyunlarını , özellikle bu oyunlarının merkezi durumunda olan ritüel ibadetlerin (Namaz,Hac, Oruç, Abdest,Kabe   vs gib) klasik anlamdaki tatbik şeklinin Kur'an ile bir ilgisi olmadığını iddia ederek nasıl kendi hevalarına uygun bir biçimde anlam yükleyip nasıl  yorumladıklarını ve bu yorumlarının gayesini ortaya koymak istiyoruz.


Türkiye'deki duruma gelecek olursak günümüzde "Kur'an merkezli düşünce" söylemi etrafında bulunanların içine yerleşmiş olan bazı münafıklar kur'an metninde yaptıkları tahriflerle, tahrif yapamadıkarı yerde determizm, pozitivizm gibi kiralık fikirlerle Kur'anı nasıl yorumladıklarının örneklerini " Tebyinül Kur'andan Tahriful Kur'an örnekleri" isimli seri yazılarımızda ortaya koymaya çalışıyoruz.  



Bu yazımızda , Araf suresi 175. ve 176 ayetlerinde anlatılan bir prototip olan, adı " Bel'am" olarak sembolleşen kişilerin günümüz Türkiye'sindeki temsilcilerinden olan "Hakkı Yılmaz" ın kendi sitesinde bundan birkaç yıl önce yayınladığı "Kıble" ve "Hacc" isimli makalelerinden örnekler aktararak , hem bu çalışmaların kaynağını ve bugün, daha önce Müslüman olan kişilerin geldiği düşünce noktasını göstermek istiyoruz.  Önce yazarın yazdıklarından örnekler vererek , bu ritüel ibadetlere karşı olan düşmanlığın arka planında yatan gerçeğin ne olduğunu bugün gelinen noktaya bakarak görelim.

                                                          KIBLE

""Salât konusunda açıklığa kavuşturulması gereken bir diğer önemli husus da “kıble”dir. Çünkü bazıları, kıblenin konu edildiği Bakara/142-151 âyetlerinin, “yönelişte birliği sağlamak üzere namazda yüzün Ka‘be'ye çevrilmesi şartını getirdiği” yolunda iddialar ortaya atmış ve “salât” kavramı gibi “kıble” kavramının da içini boşaltarak asırlardır bu şekilde dayatmışlardır. Hâlbuki aşağıdaki tahlillerinde görüleceği gibi, zikredilen âyetlerde “namaz”, hatta “salât” diye bir sözcük bulunmadığı gibi, kıble konusunun da namaz ile uzaktan-yakından bir alakası bulunmamaktadır."

                                                                   HACC

“Hacc” kavramı, tıpkı “salât” ve “kıble” kavramları gibi zaman içerisinde maalesef yozlaştırılmış ve uzun süreden beri Kur’an dışı olarak; “dünyanın çeşitli yörelerinden renk, dil ve ülke ayırımı gözetmeksizin milyonlarca Müslümanı bir araya getiren ve bu Müslümanların tanışıp, görüşmelerini, ekonomik açıdan işbirliği yapmalarını, aralarındaki kardeşlik bağlarının güçlenmesini sağlayan bir ziyaret” olarak anlaşılır olmuştur.
Fıkıh ve ilmihal kitaplarında da “hacc”; “Yılın belli günlerinde (kameri aylardan Zilhicce ayında) kurallarına uygun şekilde ihram denilen örtüye bürünerek Arafat’ta ayakta durmak ve Ka’be’yi tavaf etmektir. Bu kutsal yerleri belirli zamanlarda ziyaret eden kimseye hacı denir.” şeklinde tanımlanmış ve böylece Kur’an’da emredilen “hacc”dan başka bir şekle sokulmuştur."



Sayın yazarın kıble konusunda yazdıkları esas amacını kendisinin itiraf etmesi açısından önemlidir. Bu yazının yazıldığı zamanlarda namazın reddi konusu daha açık açık ifade edilmemektedir. Yazarın klasik taktiği olan " minareyi çalmadan kılıf uydurma" metodu yukarıdaki alıntıdan ortaya çıkmaktadır. "yönelimdeki birlikteliğin" öneminin farkında olan yazar bu yönelimi kaldırmadan önce birlikteliği yıkmak gibi bir misyona soyunup önce kıble meselesini halletmeye kalkmaktadır. Peki bu şeytanca planın arkasındaki esas yapılmak istenen nedir? diye bir soru sorulduğu zaman önce Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliğin önemi üzerinde durmak,sonrada birlik ve beraberlik kaynaklarından ayrıldığımız zaman acı sonuçları olan fitne olaylarını hatırlamamız gerekir. Rabbimiz kitabında birlik ve beraberliğin önemini bizlere müteaddit ayetlerde hatırlatmaktadır.

“Hep birlikte Allah’ın ipine yapışın, fırkalara bölünüp parçalanmayın; Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Birbirinizin düşmanı idiniz, Allah kalplerinizi uzlaştırıp kaynaştırdı da O’nun nimeti sayesinde kardeşler haline geldiniz. Ateşten bir çukurun kenarında idiniz; sizi oradan kurtardı. Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki, doğruya ve güzele yol bulasınız.” Ali İmran / 103

[003.105- Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır.

[008.046] [DI] Allah'a ve Peygamberine itaat edin; çekişmeyin, yoksa korkar başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz gider. Sabredin, doğrusu Allah sabredenlerle beraberdir.


" Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah'tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz. (Hucurat Suresi, 10)"

Bu ve buna benzer ayetlerde birlik ve beraberliğin öneminin vurgulanmasını maalesef Müslümanlardan çok şeytan ve işbirlikçileri anlamış Müslümanlar içine çeşitli fitneler sokarak bu birlikteliği çoğu zaman bozmaya muvaffak olmuşlardır. Asrı saadette Medine de yaşanan "dırar mescidi " olayı bizlere güzel bir örnektir . Münafıklar Müslümanlar arasındaki birliği yıkmak amacıyla ayrı bir mescit kurmuşlar ve bu mescit Muhammed sav tarafından yıktırılmıştır. Bugün o münafıkların torunları tarafından "Dırar Mescidi" örneğinden hareketle bu sefer bu şeytanca bir  plan düşünülerek" namazda kıbleye dönmek gibi bir mecburiyet olmadığı" fitnesi ortaya atılmıştır. Tabi ki bu düşünce daha namazın reddinden öncedir. Bu fitnenin bugün geldiği nokta artık namazında rer edilmesidir.



"Kabe" nin kıble olarak  yönelinmesine karşı çıkan zihniyetin gönlündeki en büyük arzu tek bir yöne yönelmenin Müslümanlar tarafından bugün için ne kadar fark edilmemiş olmasına rağmen şeytan ve yandaşları tarafından fark edilerek bunun önleminin alınmak istenmesidir. Hak ve batıl herhangi bir fikrin içinde olanların en önemli kozları fikir birliğidir. Bu fikir birlikteliklerini herhangi bir kitap veya obje ile sağlayabilirler. Müslümanlar için bu kitap "kur'an" ve bu obje" Kabedir" bütün Müslümanların ağzında slogan olan bir söz olan " kitabımız bir kıblemiz bir" sözü önemli bir sözdür , ancak bu sözün önemini Müslümanlardan çok şeytan ve yandaşları fark etmektedirler. 


Mehmet Akif Ersoy'un şiirinde " tefrika girmeden bir millete düşman giremez, toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez" dediği gibi tefrika sokarak bölmeyi amaçlayanlar "doğuda batıda Allah'ındır. Her nereye dönerseniz Allah'ın vechi oradadır" ayetini "bak Allah nereye dönerseniz dönün diyor Kabeye dönmene gerek yok" diye şeytanca bir iğva ile Kur'an ayetlerini kullanarak Müslümanları saptırmaya cüret etmektedirler. Böyle bir amacın gerçekleşmesi sonucunda herkesin kendine göre bir kıble belirleyecek olduğunu bilen münafıklar bu oyunun devamında Müslümanların kendi aralarında " benim kıblem senin kıbleni döver" savaşlarına başlayacaklarını gayet iyi bilmektedirler. 


Sayın yazarın hacc ritüeli hakkındaki yazdıkları da tıpkı kıble konusundaki niyeti ile aynıdır. Hacc zamanı milyonlarca Müslümanın bir araya gelmesini hazmedemeyen yazar bu amacın yozlaştırılmış! bir amaç olduğunu iddia etmesi niyetini gözler önüne sermektedir. 


Müslümanların birlik ve beraberliklerini ve tevhidi duruşlarını göstermesi yönünden en önemli ibadet ve mekanlar olan namaz, kıble ,hacc ve kabe gibi semboller bugün Müslümanlar tarafından öneminin anlaşılmayarak içinin boşaltılmasına karşın, önemi şeytan ve yandaşları tarafından çok iyi bilinmektedir. Bugün Müslümanlara düşen görev şeytan ve yandaşlarının fark ettiği şekilde bu ibadetlerin kur'ani anlamına dönülerek içinin kur'anla doldurulması namaz ibadetinin tevhidi bir eylem olduğunun anlaşılması bu namazdaki yönelinen "Kabenin" taşının bir  kutsallığından öte ona kur'anın yüklediği anlamın yüklenmesi yine hacc ibadetinde de şeytan ve yandaşlarının fark ettiği şekli ile onun belli zaman ve mekanda yapılan birlik beraberlik ve tevhit eylemi olduğunun tekrar hatırlanmasıdır. 

Bugün maalesef çoğunluk Müslümanda hakim olan düşünce namaz, oruç veya hacc gibi ibadetlerin veya birlikteliğin sembol mekanı olan Kabenin gerçek işlevinin anlaşılmaması yönündedir. Bunun öneminin Müslümanlardan daha fazla farkında olan şeytan, yandaşlarına gerektiğinde 11 ciltlik "Tebyinül Kur'an" adlı bir eser yazarak kuranı tahrif etmelerini,ibadet ve sembollerin esas amaçlarının kendi bildikleri gibi olmadığını söylemesini vahyederek aralarına fitne ve fesad yaymaya çalışmaktadır. Yine maalesef bugün bazı saf kişiler bu iğvalara kapılarak bu şeytan fısıldamalarına alet olmuşlardır. Rabbimizden duamız onlara hidayet nasip etmesidir.

28 Eylül 2011 Çarşamba

BAHÇE SAHİPLERİ ve KARUN ÖLMEDİ YAŞIYOR

Kur'anda "kehf" ve "kalem" surelerinde bizlere "bahçe sahipleri" adı altında ve kasas suresinde "karun" la ilgili 3 tane kıssa anlatılır. Bu kıssalar, tarihin herhangi bir döneminde yaşamış geçmiş olan bir takım insanların hikayesi değildir. Aksine kıyamete kadar yaşayacak olan insanoğlunun açgözlülüğünün , cimriliğinin, inkarcılığınınve bencilliğinin canlı olarak anlatımıdır. "bahçe sahipleri" deyimi ile sadece bahçeleri olan insanlar anlatılmak istenmez. Bu deyimin sembolize ettiği her türlü maddi zenginliğin sahipleri gözler önüne serilerek dünyadaki maddi zenginliğin kaynağının sadece onların kendi gayretlerinin ürünü olmadığı ve ellerinde servetin o insanlara, Allah cc nin bir imtihan olarak verdiği , ancak  kıssalardaki anlatılan kişilerin bu imtihana karşı nankörlük ettiği ve buna karşılık olarak servetlerinin helak bildirilir. Kıssaların meallerini vererek devam edelim.


         KEHF SURESİNDEKİ BAHÇE SAHİPLERİ KISSASI
 
32- Onlara iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik. 33- İki bağ da yemişlerini vermiş, ondan (verim bakımından) hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında bir ırmak fışkırtmıştık.
34- (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: “Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm.”
35- Kendi nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): "Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum" dedi.
36- "Kıyamet-saatinin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım."
37- Kendisiyle konuşmakta olan arkadaşı ona dedi ki: "Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün (eli ayağı tutan, gücü kuvveti yerinde) bir adam kılan (Allah)ı inkar mı ettin?"
38- "Fakat, O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam."
39- "Bağına girdiğin zaman, 'MaşaAllah, Allah'tan başka kuvvet yoktur' demen gerekmez miydi? Eğer beni mal ve çocuk bakımından senden daha az (güçte) görüyorsan."
40- "Belki Rabbim senin bağından daha hayırlısını bana verir, (seninkinin) üstüne gökten 'yakıp-yıkan bir afet' gönderir de kaygan bir toprak kesiliverir."
41- "Veya onun suyu dibe göçüverir de böylelikle onu arayıp-bulmaya kesinlikle güç yetiremezsin."
42- (Derken) Onun ürünleri (afetlerle) kuşatılıverdi. Artık o, uğrunda harcadıklarına karşı avuçlarını (esefle) oğuşturuyordu. O (bağın) çardakları yıkılmış durumdaydı, kendisi de şöyle diyordu: "Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım."
43- Allah'ın dışında ona yardım edecek bir topluluk yoktu, kendi kendine de yardım edemedi.
44- İşte burada (bu durumda) velayet (yardımcılık, dostluk) hak olan Allah'a aittir. O, sevap bakımından hayırlı, sonuç bakımından hayırlıdır.

Kıssada sahneye  iki kişi çıkarılmaktadır. Bu ikiside bahçe sahibi olmasına rağmen servetleri eşit değildir. Serveti az olan kişi mümin , serveti çok olan kişi inkarcıdır. Bu iki kişininde bahçelerinde her türlü ürün bulunmasına rağmen serveti çok olan kişi dünya malının geçiciliğini unutarak ötekini küçümsemeye kalkar. Ancak bu kişi karun kıssasında karşımıza çıktığı gibi "keşke ondaki servet kadar bendede olsa" diye bir hevese kapılmadan ona bu düşüncesinin yanlış olduğu tebliğini yapar. Çünkü kur'anda ve ondan önceki kitaplarda dünya malının geçici olduğu baki olanın ahiret hayatı olduğu , ahiretteki mutluluğun dünyadaki yapılan salih ameller neticesinde olduğu insanlara bildirilmiştir.Kıssada dikkatimizi çeken bir hususta şudur;İnkarcı bahçe sahibi gücünü yanındaki kendisinden güçzüz  olan arkadaşı ile mukayese ederek haşa Allaha karşı efelenmeye kalkmaktadır.Halbuki arkadaşının hatırlattığı gibi bütün güç ve kudretin Allaha ait olduğunu kabul edip arakadaşının ona dediğini söylemesi gerekirdi.


003.014- Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir. Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.
[057.020- Bilin ki, dünya hayatı oyun, oyalanma, süslenme, aranızda övünme ve daha çok mal ve çocuk sahibi olmaktan ibarettir. Bu, yağmurun bitirdiği, ekicilerin de hoşuna giden bir bitkiye benzer; sonra kurur, sapsarı olduğu görülür, sonra çerçöp olur. Ahirette çetin azap da vardır. Allah'ın hoşnudluğu ve bağışlaması da vardır; dünya hayatı ise sadece aldatıcı bir geçinmedir.

Bu ve buna benzer birçok ayetler bulunan kur'ana rağmen servetlerinin çok olması o kişilere iman etmelerini sağlamaları gerekirken aksine çoğu kimsenin küfrüne sebeb olmaktadır. Burada inkarcı bahçe sahibinin arkadaşınıda unutmamak gerekir. Çünkü o kişi arkadaşı kadar servete sahip olmamasına rağmen o kişiye bu yaptığının yanlışlığını hatırlatmaktadır.Araf suresi 163- 166 . ayetleri arasında anlatılan " deniz kenarındaki kasaba" kıssasında 3 tip insan karşımıza çıkmaktadır. 1-kötülüğü işleyenler,2-kötülüğe mani olmaya çalışanlar, 3- kötülüğe mani olanları engellemeye kalkanlar. Anlatılan kıssada bu üç guruptan ikisinin helak edildiğini sadece kötülüğe engel olanların helaka uğramadıklarını görüyoruz. Göreceğimiz her 3 kıssadada azgın servet sahiplerine karşı onları uyaran insanların bulunmaktadır. Buradan çıkarmamız gereken sonuç , her devirde ortaya çıkan müstekbirlere karşın onlara hakkı tebliğ edenlerin olacağı ve olması gerektiğidir. Bu kıssada dikkatimizi çeken bir başka hususta o kişinin kıyametin kopmayacağını iddia etmesi , kopsa bile orada bu serveti sayesinde güzel bir yere sahip olacağını iddia etmesidir .Bu kişilerin ahiretteki akıbetleri hakkında kur'anda şu ayetleri görmekteyiz. 
[003.010] - İnkar edenlerin malları ve çocukları, Allah'a karşı onlara bir şey sağlamaz. İşte onlar ateşin yakıtlarıdır.
[003.116] - İnkar eden kimselerin malları ve çocukları, Allah'tan yana, onlara bir fayda vermeyecektir. İşte onlar cehennemliklerdir, onlar orada temellidirler.
058.017] - Malları ve çocukları, onlara, Allah katında bir fayda sağlamaz. Onlar cehennemliklerdir, orada temelli kalacaklardır.
[009.055] - Artık onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Allah bunlarla onlara dünya hayatında azabetmek ve canlarının inkarcı olarak çıkmasını ister.
[009.085] - Malları ve çocukları seni hayrete düşürmesin; Allah bunlarla onlara dünyada azabetmek ve canlarının inkarcı olarak çıkmasını ister


                      KALEM SURESİ BAHÇE SAHİPLERİ KISSASI 


17- Gerçek şu ki, Biz o bahçe sahiplerine bela verdiğimiz gibi, bunlara da bela verdik. Hani onlar, sabah vakti (erkenden ve kimseye haber vermeden) onu (bahçeyi) mutlaka devşireceklerine dair and içmişlerdi.
18- (Bu konuda) Hiçbir istisna yapmıyorlardı.
19- Fakat onlar, uyuyorlarken, Rabbin tarafından dolaşıp-gelen bir bela' onun üstünü sarıp-kuşatıverdi.
20- Sonunda (bahçe) kökünden kuruyup-kapkara kesildi.
21- Nihayet sabah vakti birbirlerine seslendiler.
22- "Eğer ürününüzü devşirecekseniz erkence kalkıp-çıkın."
23- Derken, aralarında fısıldaşarak çıkıp-gittiler:
24- "Bugün sakın oraya hiçbir yoksul girip de karşınıza çıkmasın."
25- (Yoksulları) Engellemeye güçleri yetebilirmiş gibi erkenden gittiler.
26- Ama onu görünce: "Muhakkak biz (gideceğimiz yeri) şaşırmışız" dediler.
27- "Hayır, biz (herşeyden ve bütün servetimizden) yoksun bırakıldık."
28- (İçlerinde) Mutedil olan biri dedi ki: "Ben size dememiş miydim? (Allah'ı) Tesbih edip yüceltmeniz gerekmez miydi?"
29-Dediler ki: "Rabbimiz Seni tesbih eder, yüceltiriz; gerçekten bizler zalim imişiz."
30- Şimdi birbirlerine karşı kendilerini kınamaya başladılar.
31- "Yazıklar bize, gerçekten bizler azgınmışız" dediler.
32- "Belki Rabbimiz, onun yerine daha hayırlısını verir; şüphesiz biz, yalnızca Rabbimiz'e rağbet eden kimseleriz."
33- İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise, muhakkak çok daha büyüktür; bir bilseler.

Kalem suresindeki bu kıssanın önceki ayetlerinde kendisine gelen vahye karşı tekebbür edenlerden bahsedilerek onlar bahçe sahiplerinin uğradığı bir belaya uğratılabilecekleri tehdidinde bulunulmaktadır.17 ve18. ayetteki "sabah ürünü mutlaka devşireceklerine dair hiç istisna yapmamaları" ve buna karşılık hayal kırıklığına uğramalarına karşın rabbimizin şu ayeti bizim için önemli bir ikazdır.
[018.023-4]- Allah'ın dilemesine bağlamadıkça (inşâallah demedikçe) hiçbir şey için «Bunu yarın yapacağım» deme. Bunu unuttuğun takdirde Allah'ı an ve: «Umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın olan bir yola iletir» de.
Ürünlerini sabahleyin mutlaka devşireceklerini uman bahçe sahipleri , fakir fukara hakkınıda hesap edip onlarında hakkını vermeme hesapları yapar halde bahçelerine geldikleri vakit yollarını şaşrıdıklarını sanarak bahçelerinin helak olmalarına bir anda ihtimal verememişlerdir.Ancak akılları başlarına gelince yaptıkları hatayı anlayarak içlerindeki birinin uyarmalarını kulak ardı ettikleri ve neticede ellerinin bomboş kaldığını görmekteyiz.

Her iki kıssada bizler için nasıl bir mesaj olabilir diye düşündüğümüz zaman, rabbimiz bizlere helak olan bahçeler ile dünya hayatını aynı bağlamda düşünmemizi, Bahçe sahiplerinin verilen bu servet karşılığında servetlerinin karşılığı olan şükür ve infakı düşünmeden sadece dünyevi hesaplar peşinde koşmalarına karşılık bahçelerinin servetlerinin helak olması ile gelen pişmanlığı bize örnek göstererek son pişmanlığın fayda vermeyeceğini ,ölmeden önce kişinin ahiret hayatını garanti altına alacak salih ameller yapması gerektiği ,aksi takdirde helak olan bahçeler gibi kişininde ahiretinin berbat olacağnın canlı bir mesajı verilmektedir.


                                        KARUN  KISSASI 

76- Gerçek şu ki, Karun, Musa'nın kavmindendi, ancak onlara karşı azgınlaştı. Biz, ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarları, birlikte (taşımaya) davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Hani kavmi ona demişti ki: "Şımararak sevinme, çünkü Allah, şımararak sevince kapılanları sevmez."
77- "Allah'ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama. Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez."
78- Dedi ki: "Bu, bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir." Bilmez mi, ki gerçekten Allah, kendisinden önceki nesillerden kuvvet bakımından kendisinden daha güçlü ve insan-sayısı bakımından daha çok olan kimseleri yıkıma uğratmıştır. Suçlu-günahkarlardan kendi günahları sorulmaz.
79- Böylelikle kendi ihtişamlı-süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını istemekte olanlar: "Ah keşke, Karun'a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sahibidir" dediler.
80- Kendilerine ilim verilenler ise: "Yazıklar olsun size, Allah'ın sevabı, iman eden ve salih amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz" dediler.
81- Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah'a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi kendine yardım edebileceklerden de değildi.
82- Dün, onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında: "Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten inkar edenler felah bulamaz" demeye başladılar.
83- İşte ahiret yurdu; Biz onu, yeryüzünde büyüklenmeyenlere ve bozgunculuk yapmak istemeyenlere (armağan) kılarız. (Güzel) Sonuç takva sahiplerinindir.

Musa as ın kavminden olmasına rağmen Allahın kendisine verdiği malı kendisinin kazandığını sanıp azan karun kıssasındada karşımıza ayrı iki insan tipi çıkmaktadır. 1- karunun zenginliği karşısında azmamasını hatırlatanlar, 2- bu zenginliğe heves edip keşke bizdede olsa diyenler. Kur'anda müteaddit ayetlerde karşımıza çıktığı üzere, rabbimizin rızkı dilediğine yayıp dilediğine kıstığı ve başkasına verilen servete kimsenin göz dikmemesi gerektiği bütün bunların bir imtihan vesilesi olduğu hatırlatılmasına rağmen çoğumuzda hakim olan düşünce,  serveti bizden çok olanlara özenmemizdir. Kıssa bu özenmenin sonunun pişmanlık olacağını dikkat çekmektedir. Karun, yeryüzünde kendisine ölçüsüz servet verilerek imtihan edilen , ancak bu imtihanı kaybeden sembol bir tiptir. 


Sonuç olarak  bu kıssalar, Rabbimizin, kur'anda birçok ayette belirtmiş olduğu, dünya hayatının geçici olduğu ve bu hayat içinde insanın kendisine verilen servet ile imtihan edileceği, kişiye verilen zenginliğin doğru yolda harcanması gerektiği , kıssadaki kişilerin bahçelerinin bir nevi dünya hayatı ile özdeşleştirilerek bu hayatın doğru bir yolda harcanmamasının kişiyi ahirette helak edeceği ve son pişmanlığın fayda vermeyip kişinin dünya hayatında iken ahirete hazırlanması gerektiğini bizlere görsel olarak hatırlatmaktadır.  Bahçe sahipleri ve karun kıssası yaşanmış bitmiş ve bir daha yaşanmayacak olan bir kıssa değil , aksine halen yaşanan ve kıyamete kadar yaşanacak olan kıssalardır.    

                                    EN DOĞRUSUNU  ALLAH  CC BİLİR.

24 Eylül 2011 Cumartesi

"Tebyinül Kur'an" dan Tahrifül Kur'an Örnekleri 8 (Necm Suresi)

"Tebyinül kur'an" dan tahrifül kur'an örnekleri başlıklı seri yazımıza eserdeki necm suresi 1-18 ayeterinde vahyin kaynağı ile ilgili olarak geçen ayetlerdeki anlatımlar üzerinde durmak istiyoruz. Daha önce yine bu başlık altındaki yazılarımızın 3. bölümünde sayın yazarın "cebrail" ile ilgili bir makalesini ele alarak vahiy meleği diye bir olguyu kabul etmediğini  ve bu  sonuca ulaşmak için bazı ayetler üzerinde nasıl oynadığını görmüştük. Bu yazımızda necm suresi örneğinde , Allah cc den aldığı  vahyi muhammed sav e ulaştıran vahiy meleğini devre dışı bırakmak gayesi ile yaptığı oynamaları ele almaya çalışacağız. Bu konu ile ilgili başka surelerde geçen ayetleride aynı amaca ulaşmak için (vahiy meleğini inkar amacı) tahrif ettiği için o sureler üzerindede inşaallah duracağız. Önce sayın yazarın eserinden necm suresi 1- 18. ayetlerine verdiği mealleri ve konu ile ilgili düşüncelerinin alıntılarını verelim. 


RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA.
1. İndiği zaman necme kasem olsun ki, [Parça parça inmiş Âyetlerin her bir inişi kanıttır ki]
2. arkadaşınız sapmamıştır, azmamıştır.
3. O, hevasından da konuşmuyor.
4. O, kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir.
5. Ona, onu müthiş kuvvetleri olan öğretti.
6. O, üstün akıl sahibi. Ki istiva etmiştir O.
7. Ve O, en yüksek ufukta idi.
8. Sonra yaklaştı ve hemen sarktı.
9. İki yay uzunluğu kadar, ya da daha yakın olmuştu.
10. Hemen de kuluna vahyettiğini vahyetti.
11. Gönlü, gördüğünü yalanlamadı.
12. Onun gördüğü şeyden kuşku mu duyuyorsunuz? [onun gördüğü şey hakkında onunla mücadele mi ediyorsunuz?]
13. Andolsun onu, başka bir inişte daha gördü.
14. Son sidrenin yanında.
15. Ki onun yanında oturulan bahçe vardır.
16. O zaman sidreyi kaplayan kaplıyordu.
17. Göz şaşmadı ve azmadı.
18. Andolsun, Rabbinin Âyetlerinin en büyüğünü gördü. 

Surenin 1. ve 4. ayetlerinde muhammed as ın tebliğ ettiği sözlerin kendi hevasının ürünü olmayıp  kendisine ilka edilen vahiy olduğu anlatıldıktan sonra devam eden ayetlerde bu vahyin muhammed as a nasıl ulaştığından bahsedilmektedir. Tebyin sahibinin sıkıntısıda burada başlamaktadır . "Vahiy meleği" olgusunu red ettiğini daha önceden belirttiğimiz üzere necm suresindeki bu konu ile ilgili ayetleri oluşturmuş olduğu red olgusu üzerine oturtmak için ayetler üzerinde oynamalarını kendi açısından haklı göstermek amacıyla önce kılıf uydurmaya çalışmaktadır. Tefsir kitaplarında necm suresinde bu konu ile ilgili olarak geçen bahislere baktığımız zaman muhammed sav e vahyi kimin öğrettiği konusunun tartışılmış olduğunu görmekteyiz. Vahyi direk Allahınmı verdiği yoksa vahiy meleği vasıtası ilemi verilmiş olduğu bu sured ile ilgili tefsirlerde konu edilmiştir. Vahyin muhammed as a ulaştırılması ile ilgili olarak hiç bir tefsirde "cibril"veya " ruhul emin"diye isimlendirilen vahiy meleği tümden yok sayılmamıştır. Ancak sayın yazar bu olguyu toptan yok sayarak iddialarını ayetler üzerinde oynayarak delillendirmeye çalışmaktadır. Sayın yazar necm suresi 5 ve 6 . ayetleri üzerinden konuya şu şekilde giriş yapmaktadır. 

"Peygamberimizi göğe, Allah'ın yanına çıkarmayı marifet bilen zihniyet bu Âyetleri de çarpıtmış ve Allah'a ait olan nitelikleri maalesef Cebrâîl'e yakıştırmıştır. Görüldüğü gibi, Sûrenin 5-6. Âyetlerinde Kur'ân'ı kimin öğrettiği herhangi bir isimle değil, sıfatlarla açıklanmıştır. Ne var ki, rivayetçiler bu sıfatları Cebrâîl'e vermişler fakat böyle yapınca da 10. Âyette Muhammed (a.s)'ın Cebrâîl'e kul olması anlamı ortaya çıkmıştır. Bu kez de sırf bunu izale etmek için yığınlarca safsata uydurmuşlar, yorum yapacağız derken işin içinden çıkamayarak daha da batmışlardır.
Peygamberimize Kur'ân'ı öğretenin kim olduğu konusunda hiçbir şüphe ve tereddüde yer yoktur. Kur'ân'ı ona öğreten Cebrâîl değil, kesin olarak Rahmân [Allah]' dır."

Genel olarak kullandığı, gelenekteki yanlış aktarımları kalkan yaparak, "başkasının yanlışının üzerine kendi yanlışını bina etmek" şeklindeki uslubuna buradada devam ederek, geleneğin muhammed sav i göklere çıkarmak şeklindeki yanlışına karşı kendiside haşa Allahı yere indirmeye çalışmaktadır. 
 " ona müthiş kuvvetleri olan öğretti" ayetinde direk olarak belli bir kişiden bahsedilmemesinden hareketle " müthiş kuvvetleri olan" varlığın Allah cc olduğunu iddia etmektedir.Rahman suresi 1ve 2. ayetlerindeki " rahman olan Allah kur'anı öğretti" ayetine dayanarak Kur'anı Allahın öğrettiğini cebrailin öğrettiği iddiasının yanlış olduğunu söylemektedir. Kur'anı rahman olan Allahın öğrettiğinden şimdiye kadar aklı selim sahibi hiç bir müslümanın şüphesi olmamıştır. Vahiy meleğinin vazifesini diğer surelerdeki anlatımı ile birlikte düşündüğümüz zaman onun görevinin Allahtan aldığı vahyi muhammed sav e öğretmek olduğu anlaşılır. Yani cibril başlı başına vahiy öğreticisi değil, Allahtan aldığı vahyi öğreten bir elçidir.
Ayette geçen "el kuva" kelimesi üzerinde duran sayın yazar bu kelime ile ligili olarak şunları der.
" Âyette geçen شديد القوى - şedîdü'l-quvâ = kuvvetleri çok güçlü olan ifadesi, قدير – qadîr  sözcüğünün başka türlü ifadesidir; yani "çok güçlü olan" anlamındadır. Bu anlamı "Kuvvet" kökünden gelen bir sözcükle ifade etmek gerekirse, mübalağa ism-i fail kalıbıyla قوىّ - kavîyyün sözcüğünü kullanmak gerekir. Zaten "kaviyyün" sözcüğü de Allah'ın sıfatlarından birisidir. Kur'ân'da 9 kez yer alır:"
  Burada sayın yazarın son cümlesi olan "kaviyyun sözcüğünün Allahın sıfatlarından olduğu 9 kez kur'anda geçmesi " üzerinde durmak istiyoruz. "şedidü'l-quva" kelimesini Allah için kullanılmasının delilini "kaviyyun" kelimesinin kur'anda Allahın sıfatlarından olmasına bağlamak istemektedir. Ancak sayın yazar burada "kaviyyun" kelimesinin geçtiği yerleri ve ne şekilde geçtiğini şaşırmıştır. Bu kelime kur'anda 11 yerde geçmektedir (8.52-11.66-22.40.74-27.39-28.26-40.22-42.19-57.25-58.21)"kaviyyen" kelimesi ilede bir ayette geçmektedir(33.25) ancak 27.surenin 39. ayetinde ve 28. surenin 26. ayetinde Allah için kullanılmamaktadır. Sayın yazarın  eserinde bu iki ayeti neden liste bıraktığının  takdirini okuyuculara bırakıyoruz.  
Ayetlerle oynamanın sırası 6. ayete gelmiştir . Bu konu ile ilgili olarak sayın yazar şunları söylemektedir
Yine 6. Âyetteki استوى - istiva eden ifadesi ile kastedilen de Allah'tır. Çünkü İstiva Allah'ın sıfatlarındandır, meleğin veya kulların sıfatı değildir. İstiva mecazen "egemenlik kurdu, kontrolü altına aldı" demektir. Müteşabih olan bu kavram Âyette mecaz olarak kullanılmıştır. İstivasözcüğü, aşağıdaki Âyetlerden başka, Yûnus Sûresinin 3; Ra'd Sûresinin 2; Furgân Sûresinin 59. ve Secde Sûresinin de 4. Âyetinde bu şekilde geçmektedir."
Sayın yazar "isteva" kelimesinin burada kur'andaki geçtiği ayetler hakkında bir bilgi vermemektedir ancak parantez içinde bu kelimenin anlamları olan "doğrulup dikildi,egemenlik kurdu, yerleşti" anlamlarını vermiştir."egemenlik kurdu ve yerleşti" anlamları dışındaki "dikildi" anlamı feth suresi 29. ayetinde müminlerin vasıflarından bahsederken verilen bir misal olarak "gövdesi üzerine dikilmiş"cümlesinde geçen necm s. 6 ayeti ile aynı kelime olan "festeva" ile kasas s.14. ayetindeki musa as için kullanılmasını göz ardı etmektedir. Yazarımız burada "şark kurnazlığı" göstererek fetih s. 29. ayeti ile bir bağlantı yapmaya yanaşmamaktadır. Çünkü yanaştığı takdirde gövdesi üzerine dikilen ağacın somut bir varlık olması ile muhammed as ın gözü ile gördüğü varlık arasında bir bağ kurması gerekecek ve muhammed sav in gözü ile gördüğü varlığın Allah olamayacağını çok iyi bilmektedir. Onun için yazarımız burayıda es geçmek zorunda kalmıştır. 
Surenin 7. ve 10. ayetleri ile ilgili olarak şunları söylemektedir.


"Bu Âyetlerle Allah'ın Muhammed (a.s)'a ilk kez nasıl vahyettiği Alak Sûresinin inişi tasvir edilerek heyecanlı bir sahne sergilenmiştir. müteşâbih Âyetleri ve mecazları anlamayan zihniyet, bu Âyetlerdekimüteşâbih ifadeleri çarpıtarak fiillerin öznelerini Cebrâîl olarak yorumlamıştır. Bu zihniyet sahiplerine göre, peygamberimiz orada Cebrâîl ile karşılaşmış, birbirlerine yaklaşmışlar, peygamberimiz Cebrâîl'e [hâşâ] kul olmuş, Cebrâîl de ona vah yedeceğini vahyetmiştir."  

Aklı başında hiç bir müslümanın söyleyemeyeceği ve bugüne kadarki tefsirlerde bu şekilde hiç bir anlam verilmeyen şekilde bir anlam verildiğini savunarak tahriflerine ilaveten birde iftira katan sayın yazar kendi düşüncesini doğrulatmak için peygamberimizin cebraile kul edildiği iftirasını atmaya kalkmaktadır.Yazarımız ,surenin 1.ve 18. ayetlerini ve kur'andaki vahyi ulaştıran varlık ile ilgili ayetleri mü'mince bir okuma tarzı ile okumaya kalksaydı kendini haklı çıkarmak amacı ile ne ayetleri tahrife nede iftiraya gerek duymadan kendisininde bildiği üzere tefsir usulunde bir kural olan "hazf" kuralına riayet edip oradaki hazfedilen yere gereken kelimeyi koyması gerekirdi. 

Konunun altından kalkamayacağını farkeden yazarımız topu taca atarak şu şekilde devam etmektedir. 

"7–10. Âyetlerde, vahiy anında neler olduğu hakkında bize açık bir bilgi verilmemiştir. Ama sanki bir cismin [helikopter gibi] gökten aşağıya doğru inişini çağrıştıran bir ifade kullanılmıştır. Bu konuyu araştıranlar, Allah izin verdiği takdirde, o gün olanların izahını tartışma şeklinde yapacaklar ve en büyük mucizelerden birini veya bir kaçını daha açıklayarak insanlığa büyük bir hizmet yapmış olacaklardır."

11.12.13. ayetler ile ilgili olarak şunları söylemektedir.

"Bu Âyetler, ilk vahiy anında olanların bir zann [sanı], bir rüya, bir hayal, bir halüsinasyon olmadığını, sağduyunun kesinlikle yanılmadığını vurgulamakta ve bu sahnenin iki kere yaşandığını açıklamaktadır. İlk vahiy olan Alak Sûresinin akışından anladığımıza göre bu inişlerin birincisi اقرأ - ikra ile başlayan 1. ve 2. Âyetlerin gelişinde, ikincisi de yine ikra ile başlayan 3. ve 5. Âyetlerin gelişinde olmuştur."

Sayın yazara " sen ya matematik bilmiyorsun yada hiç dayak yemedin" dedirtecek kadar acı bir tablo buradada karşımıza çıkmaktadır. 13.ayette "andolsun onu diğer bir  inişde de gördü" ayetinden acaba alak suresinin akışından !! anlaşılan iki defa inmesimi anlaşılır?. Sayın yazar daha önceden topu taca attığı için burada inenin kim olduğunu söylememektedir. Ancak 14.15. ayetlerde resmen faul yaparak şöyle söylemektedir.  

14,15.     Son sidrenin yanında ki onun yanında oturmaya değer bahçe/ mesire yeri vardır.


"Bu Âyetlerde vahiy mahalli açıklanarak âdeta adres belirtilmektedir. Bu Âyetlere göre, 7–10. Âyetlerde anlatılan kompozisyon, [Allah'ın sarkması, yaklaşması ve kuluna vahy etmesi] yanında oturmaya değer bir bahçe olan son sidre ağacının yanında vuku bulmuştur.
Eski tefsirciler Kur'ân'a kendi anlayışlarına göre noktalama işaretleri [keyfiyyeti secavent] koyarak pasajın anlamını bozmuşlardır. Bilindiği gibi, Kur'ân'daki duraklara konulmuş olan ج - cim, م - mim, ط - tı velâm - elif gibi işaretler Kur'ân'dan değildir. Bu gibi işaretleri sonradan Kur'ân'a koyan kurralar [uzman okuyucular] ve tefsirciler, 13. Âyetin sonuna "lâmelif" koymak suretiyle Âyetin anlamının burada bitmediğini, Âyetin 14. Âyette tamamlandığını kabul etmişler ve 14. Âyetin başındaki عند nde mekân zarfını da 13. Âyetteki başka bir inişte daha gördü ifadesine bağlamışlardır. Hâlbuki عند nde mekân zarfının pasajdaki tüm olaylara bağlanması, en doğru olanıdır. Buna gramer açısından hiçbir sakınca yoktur."  
"Yavuz hırsız evsahibini bastırır" misali kendi hevasına uygun oluşturmaya çalıştığı ayetleri bir kalıba sokamayacağını anlayan yazarımız kabahati kendinde aramayarak başkalarında bulmaya çalışmaktadır.13. ayetteki görünen varlığı Allah olarak anlaşılmasının kendisini gülünç bir duruma sokacağını anlayan yazarımız kendi anlayışına uymayan secaventleri beğenmeyerek o secavenleri koyanlara kızmaktadır.Haşa Allahı sidrenin yanındaki oturmaya değer mesire yerine!! oturtan bir kişiye söylenecek sözün "meczup" olacağını bildiği için battıkça batan sayın yazarımız konuyu 13. ayette bitirip devamında gelen ayetlerin bu konu ile alakası olmadığını savunarak paçayı böyle kurtaracağını sanmaktadır.

17. ayette "göz şaşmadı ve azmadı" ile ilgili olarak fiziksel ve psikolojik bir yanlıgı olmadığını vemuhammed as ın her şeyi sağlıklı bir biçimde algıladığını ifade eden sayın yazar 18. ayette ise bu gördüğü şeyin isra suresi 1. ayetindeki gece yürüyüşü olduğunu ifade eder."Özrü kabahatinden büyük" dedirtircesine rivayetçilerin bu surede "miraç"hadisesi ile bir bağlantı kurmalarını eleştiren sayın yazar kendiside bu surede "isra" hadisesi ile bağlantı kurmaktan çekinmemiştir.

Kur'andan haberi olmayan ve kur'anı ilk defa okuyan bir kişinin bile necm suresi 1. ve 18. ayetlerini okuduğu zaman Ayetlerdeki bahsedilen varlığın Allahtan ayrı bir varlık olduğunu rahatça anlayabilmesine rağmen kafada oluşturulan ön kabuller neticesi ile vahyi Allahtan alıp muhammed as a ulaştıran bir varlığı kabul etmemek için ayetlerle nasıl oynandığına bu sure maalesef güzel bir örnektir.
Sayın yazarın , Allah cc nin muhammed as a gönderdiği vahyi bir melek vasıtası ile gönderdiğini red etmek için ayetler ile nasıl oynadığını,hiç çekinmeden iftiralara başvurduğunu, kendi hevasına uymayan secaventleri koyanlara nasıl kızdığını ve bazı ayetleri konu ile bağdaşmasını önlemek için nasıl es geçtiğini kendi eserinden yaptığımız alıntılarla ortaya koymaya çalıştık.Bu konu ile ilgili olarak yine tekvir suresindeki yaptığı oynamaları inşaallah gelecek yazımızda ortaya koymak istiyoruz
EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.