müslümanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
müslümanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Eylül 2017 Cumartesi

Cin s. 18- 20. Ayetleri: Yalnız Allah'a Dua Edenlerin Üzerine Üşüşen Müslümanlar

Tarih boyunca gönderdiği elçi ve kitaplar ile, yarattığı kullarının sadece kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmelerini isteyen Allah (c.c), bunun tersi bir yaşamı ŞİRK olarak nitelemekte, hayatlarını şirk temeli üzerine kuran kişi ve toplumların, dünya ve ahirette uğrayacakları akıbeti haber vererek, bundan sakınılmasını emretmektedir. Son elçi ile gönderilen son kitap olan Kur'an içinde pek çok ayet, şirk kavramının kişi ve toplum hayatında nasıl gerçekleştiğini bizlere haber vermekte, önceki nesillerin şirk temelli bir hayat sürmelerinin onlara neye mal olduğunu, yaşanmış kıssalar yolu ile bizlere anlatarak bu olaylardan ibret almamızı istemektedir.

Allah (c.c) nin yetki alanına giren konularda, ondan başkalarına yetki tanımak anlamına giren ŞİRK'in, Cin s. 18-19-20.  ayetlerinde insan hayatında nasıl pratiğe yansıdığı gösterilerek, bundan sakınılması emredilmiştir. Ne yazıktır ki şirk Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında değişmeye başlayan ithal din algıları ile biz Müslümanların hayatına özellikle tasavvuf ile yeniden girmiş, bu ekolün şirk içeren dini öğretileri bir çok Müslüman tarafından içselleştirilmiş, şirk içeren bu öğretiler öyle içselleştirilmiştir ki, Allah'ı birlemenin esaslarından biri olan yalnız Allah'a dua edilmesinin gerektiğini düşünmek ve dile getirmek, bu düşünceyi savunan bazı kimseler tarafından sert tepkilere dahi neden olmaktadır.

Yazımızda Cin s, 18-19-20. ayetlerini ele alarak, bu ayetlerdeki durumun biz Müslümanların hayatındaki yansımalarına dikkat çekmeye çalışacağız.

[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine duâ etmeyin.
[072.019]  Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar.
[072.020]  De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam.
                                                                                                                           (Elmalılı Hamdi Yazır meali) 

Bu ayetler ilk indiği zaman, ayet içindeki şirk içeren davranışlar, Mekke müşrikleri tarafından işlenmekte, Allah (c.c) ise elçisi vasıtası ile onları bu davranışlarından vazgeçmeye çağırmakta idi. Ancak ayetin tarihsel bağlamındaki yapılan yanlışların o zamanda yaşamış olan Mekke'li müşrikler tarafından yapılmasına karşın aynı yanlışların, kendilerini Müslüman olarak niteleyen bazı kimseler tarafından günümüzde de işlenmekte olması, bu ayetlerin yeniden hatırlanması ve bize dair nasıl bir mesaj vermiş olabileceğinin yeniden düşünülmesi gereğini doğurmuştur.

[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine duâ etmeyin.

18. ayette geçen El Mesacide (Mescitler) kelimesi, Se-ce-de kelimesinden türemiş bir kelime olup, öne eğilme, aşağıya bükülme, kendini alçaltma, kibrini ve gururunu kırma anlamındadır. Terim olarak kişinin İlah ve Rab olarak tanıdığına karşı yaptığı saygı gösterisi anlamına gelen kelime, Cin s. 18. ayette ismi mekan sigasında kullanılmaktadır.

Mescit kelimesini ilk işittiğimiz zaman zihnimizde namaz kılmak için imar edilmiş binalar canlanmaktadır. Kelime bu anlamı karşılamakla birlikte, daha geniş bir anlam alanına sahiptir. Bildiğimiz anlamda mescit kelimesi belirli zamanlarda kılınan namazlar için kullanılmasına karşın, namaz harici zamanlarda da kulun yaşamının her anında Allah'a secde halinde olması gerektiği hatırdan çıkarılmamalıdır.

Öncelikle mescitlerde Allah'tan başkasına dua etmenin dar anlamı diyebileceğimiz, dualarımızda Allah dışındaki kişileri onunla birlikte anmanın bizim hayatımızdaki yansımalarını, sonra da secde etmenin hayat içinde nasıl bir anlama sahip olması gerektiğini görmeye çalışalım.

İslam coğrafyasında hangi mescide giderseniz gidin, o mescitlerde gözümüze ilk çarpacak olan şey, Arap harfleri yazılmış olan 4 halifenin, cennetle müjdelenen !! sahabelerin isimleri, yan yana yazılmış Allah ve Muhammed yazılarıdır. Bu iki ismin yan yana yazılmış olması belki bir çok Müslüman için gayet normal olarak karşılanabilir, fakat İslam düşüncesindeki aşırı yüceltmeci peygamber algısını dikkate aldığımızda, yan yana yazılan bu iki ismin, Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) eşdeğer tutulması gibi bir düşüncenin ürünü olduğu görülecektir. Yanlışlıkla bir kimse böyle bir uygulamanın yanlış olduğunu iddia etse, cemaatin sert tepkisi ile karşılaşarak, o kimsenin mescitten sağlam bir vaziyette çıkması çok zordur.

İslam kültüründe hakim olan aşırı yüceltmeci peygamber anlayışı Müslümanların büyük çoğunluğunda öyle kemikleşmiş bir hale gelmiştir ki, Allah (c.c) den önce onun ismi anılmakta, elçinin ismi onu gönderenden daha fazla gündemde kalmaktadır. Bu durum peygamber sevgisi olarak görülmekte, onun konumunu Kur'an'ın belirlemesini istemek ise, peygamber düşmanlığı olarak görülmektedir.

Ayrıca tasavvuf kültüründe hakim olan kişi merkezli din algısında, yüce ve ulu olarak bilinen bazı kişilerin, Allah'ın yapacağı işleri üstlenme gücüne sahip olduğu iddia edilmekte, darda kalan bazı kimselerin Yetişşşşş yaaaaa .......... diye seslendiklerinde, onlara yardım etmeye güçlerinin yeteceği iddia edilmektedir. Tasavvuf kültüründe hakim olan bu inanç Allah ile birlikte başka birine dua etmek yani çağırmak anlamına gelmekte, bu inancın İslam literatüründeki karşılığı ise ŞİRKtir. Fakat bu inanç tasavvuf kültüründe öyle bir yerleşmiştir ki, böyle bir inanca sahip olmayanlar büyük bir gaflet içinde görülerek sapık ilan edilmektedir.

[072.019]  Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar.

Dün Mekke müşriklerinin bu inancını ret eden eylem ve söylem içinde bulunan Muhammed (a.s) ın karşılaştığı muamelenin bir benzeri, bugün Allah ile birlikte başkalarına dua edenler tarafından yerine getirilmekte, yalnız Allah'a dua edilmesi, onun yanına ortak olarak elçisi de olsa başka isimlere yer verilmemesi gerektiğini düşünen ve söyleyen kimselere uygulanmaktadır. Allah ile birlikte başka isimleri anmayı dinlerinin amentüsü haline getiren bu insanlar,  Allah yalnız olarak anıldığı zaman tüyleri diken olmakta, kendilerine itiraz eden kimseleri ise peygambere düşman olmakla suçlamaktadırlar.

[072.020]  De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam.

Secde kelimesinin en geniş anlamda, Allah'ın yarattığı bütün varlıkların onun kendileri için koyduğu ölçüler dahilinde yaşamlarını sürdürmesi anlamına geldiğini düşündüğümüzde, Mescit kelimesinin anlamı da sadece namaz kılmak için yapılmış binaları da içine alan bir anlamı da içine alan daha geniş bir anlama sahip olacaktır.

Mescitlerin Allah için olması demek, secdenin sadece ona olması demektir. Kulun secde halinin sadece belirli vakitlerde kıldığı namaz ile sınırlı değil, yaşamının her anını kapsaması gerekmektedir. Kul, yaşamının her anında Allah merkezli bir yaşam sürecek, yaptıklarını ve yapacaklarını Allah'ın nasıl değerlendireceği düşüncesi üzerine kurulu bir hayat sürmesi gerektiğini bilecektir. Bu anlamda sadece üzeri çatılı binalar mescit olarak değil, üzeri yıldızlarla kaplı olan yeryüzünün her tarafı mescit hükmünde olacaktır.

Allah (c.c) yarattığı kullarını başıboş bırakmamış, onların yaşamlarını nasıl ve ne şekilde sürdürmeleri gerektiğine dair bilgileri elçileri ve kitapları ile bildirmiştir. Elçi ve kitaplar ile bildirilen kuralları yaşamlarında pratize edenler, secde etmenin sadece Allah'a ait olmasının anlamını yerine getirmiş olacaklardır. Bugün Müslümanların hayatında secde etmenin anlamı sadece namaza indirgenmiş, namaz harici zamanlarda da sadece Allah'a secde edilmesi gerektiği unutulmuş, secde edilecek başka merciler ihdas edilmiştir. 

Kıldığı namaz içinde okunan faizin, içkinin, zinanın haram olduğuna, Kur'an'ın insan yaşamını yönlendirmesi gerektiğine dair ayetleri dinleyen, fakat namazdan sonra içkiyi, faizi, zinayı helal görebilen bir yaşam süren, veya bu haramları helal sayan sistemleri benimseyebilen bir Müslüman, secdenin Allah'a ait olmasını hayatında tam olarak ikame etmiş olmayacaktır.

Bir çok ayetinde kullarına dini sadece Allah'a has kılmalarını emreden Allah (c.c), bu emrin yaşam içinde nasıl gerçekleşeceğini öğreten elçiler göndermiştir. Din dediğimiz şey sadece mistik bir yaşam ve belirli zamanlarda icra edilen ritüellerle sınırlı değildir. Din, bir yaşam biçimi olup, yaşam biçimi önerme hakkına sahip olan tek merci o insanları yaratandır.


Elçileri ve onlar vasıtası ile gönderdiği kitaplarda bizim için benimsediği dinin adının İslam olduğunu bildiren Allah (c.c) başka dinlere tabi olmayı şirk olarak beyan ederek, bu fiili işleyen kişi toplumları ebedi cehennem ile tehdit etmektedir. Son elçi Muhammed (a.s) muhataplarına şirke düşmeden nasıl bir yaşam sürüleceğini öğretmesine rağmen, ona iman ettiğini iddia eden bir kısım Müslüman şirki bir yaşam biçimi haline dönüştürmüş, dönüştürmekle kalmamış bu inancı dinin bir gereği haline getirmiştir.

Bugün halkı Müslüman olan ülkelerin yönetim sistemlerine baktığımızda, sistemlerin temelinde Allah'ı değil, onun dışındakileri merkeze alan bir yönetim şekli olduğunu görebiliriz. Mescitlerde secdelerini Allah'a yapan Müslümanlar, mescit dışındaki sosyal, ekonomik ve siyasal hayatlarında maalesef Allah dışındakilere secde etmektedir. 

Şirk kavramının sadece taştan tahtadan putlara tapmakla sınırlı olduğunu zannederek, yaşamları içindeki şirk göremeyen birçok Müslüman, ne acıdır ki şirk bataklığı içinde debelenmekte, içinde bulundukları bu şirkin farkında bile değillerdir. Kur'an içindeki bu konudaki ayetlerin muhataplarının geçmişte kalmış Mekke müşrikleri olduğunu zannederek okumaları, bir çok Müslümanın bu konuda yanılgı içine  düşmesine sebep olmaktadır. 

Sonuç olarak; Şirki hayattan çıkarmak için gönderilen elçilerin sonuncusu olan Muhammed (a.s) ın ümmeti olmakla övünen bir çok Müslüman maalesef, şirki hayat sistemi haline getirmiş, ve hallerinden memnun bir vaziyette yaşamaktadır. Allah'ın yetki alanını onun dışındakilere hasretmek anlamına gelen şirk, Müslümanların hayatlarına yeniden girmiş, başta Muhammed (a.s) olmak üzere, dini alanda yüce ve ulu olarak bilinen bazı kimseler Allah (c.c) ile yetki paylaştırılır bir hale getirilmiş, yönetim alanında ise, Allah'ın haram kıldıklarını helal sayan yönetim şekilleri Müslüman toplumların tercihleri olmuştur. 

Dün Mekke'de Allah'ı birleyen bir inancı ret edenlerin elçiye uyguladıkları zulmün bir benzeri, bugün kendilerini Müslüman olarak gören fakat sahip oldukları düşünce İslam olmayan bazı kimseler tarafından Allah ile birlikte yanına herhangi bir isim, düşünce, ideoloji konulmaması gerektiğini savunanlara uygulanmaktadır.

Amacımız kimseyi müşrik olarak yaftalamak değil, içinde bulunduğu şirk batağının farkında olmayan bir yaşam sürenlerin zihinlerinde bir farkındalık oluşturmaya çalışmaktır. 

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

6 Ağustos 2017 Pazar

Mümeyyiz Aklın Eksikliği ve Bu Durumun Müslümanlar Üzerinde Çıkardığı Sorunlar

İyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırt edebilme kabiliyeti demek olan Mümeyyiz Akıl eksikliği, en geniş anlamda insanlığın, dar anlamda ise biz Müslümanların başta gelen sorunlarından bir tanesidir. Söylenen bir sözün doğruluğunu veya yanlışlığını söylenen söze göre değil de, sözü söyleyene göre tartmak olarak ifade edebileceğimiz bir yansıması olan mümeyyiz akıl eksikliği, biz Müslümanlar da fırkacılığı körükleyen etkenlerden bir tanesi olarak ta karşımızda durmaktadır.

Din adına söylenmiş bir sözü veya bir yazılmış olan bir makaleyi, önce kimin yazdığını öğrenerek, ona göre okumak, yorum yapmak veya o yazı hakkında bir şeyler söylemeye çalışmak, bir çok Müslümanın sıkça yaptığı yanlışlardan bir tanesidir. Çünkü bir çok kimsede okuduğu yazı hakkında bağımsız ve tarafsız olarak yorum yapabilme, okuduğu hakkında fikir beyan edebilme yeteneği maalesef bulunmasından kaynaklanan bir öz güven eksikliği bulunmakta, bundan dolayı önce yazıyı yazan kişinin kim olduğunu öğrenmek istemektedir.
Öz güven sahibi bir Müslüman yazıyı kimin yazdığını önemsemeden önce yazılanı okur, sahip olduğu bilgi birikiminin ona verdiği kriterler ile yazı hakkında olumlu veya olumsuz görüş belirtebilir.

Halbuki birçok Müslümandaki genel geçer durum şöyledir; Önüne gelen yazılı bir materyali önce kimin yazdığını öğrenmeye çalışır, sonra da yazılan hakkında yazan kişinin onun nezdindeki durumuna göre olumlu veya olumsuz yorum yapar. Yazıyı yazan kişi eğer sevdiği bir kimse ise, yazılanı tasdik eder, yazıyı yazan kişi eğer sevmediği bir kimse ise yazılan doğru olsa dahi ona bir kılıf uydurarak türlü bahanelerle onu ret etmeye çalışır. Bu durum özellikle sosyal medya ortamında birbirleri ile ilişkide olan Müslümanlar da sıkça rastlanmaktadır. İsim belirtmeden paylaşılan herhangi bir yazı ile ilgili olarak sorulan ilk soru Bu yazı kimindir? sorusu olmaktadır. 

Okuyacağı yazının kimin tarafından yazıldığını bilmek, mümeyyiz akla sahip olmayan kişinin o yazı hakkında yapacağı yorumda önemli bir faktördür. Çünkü okuduğunu veya dinlediğini bağımsız olarak okuma, anlama ve yorumlama kabiliyeti bir çok Müslüman da maalesef gelişme gösteremediği için yapacağı yorumda, yazısını okuduğu ve dinlediği kişi hakkındaki izlenimleri ona yol gösterecektir.

Müslümanların mümeyyiz akıldan yoksun oluşunun, aramızdaki fırkacılığı körükleyen unsurlardan bir tanesi olduğunu üzülerek müşahede etmekteyiz. Müslümanların bir çoğunun inandığı düşünceler doğrultusunda doğruları söylediğine inandığı, fikirlerini onun doğrultusunda yönlendirdiği kişi veya kişiler mutlaka bulunmaktadır. Olaylara o kişi veya kişilerin bak dediği yerden bakan Müslümanlar, o kişinin yanlışlarını görememekte, sevmediği diğer kimselerin söylediği sözler doğru olsa dahi, kendi fırkalarından olmadığı için o kişilerin sözlerine itibar etmemektedirler. 

Sözü söyleyen kişiye değil, söylenene göre değerlendirmeye çalışmak, Müslümanlar arasında ihtilafların çözümünde olumlu gelişmeler sağlayacaktır.

Müslümanların içinde bulunduğu sıkıntıları depreştiren önemli bir faktör olarak mümeyyiz akıl eksikliği ve bu eksikliğin Müslüman hayatına nasıl yansıdığına dikkat çektikten sonra, asıl meselemiz olan bu sıkıntını nasıl çözülebileceğidir. Çünkü sadece sorunlara dikkat çekmek tek başına yeterli değildir. 

Mümeyyiz aklın eksikliği bu sorunların başında gelen önemli bir faktör ise, mümeyyiz akla sahip olmak, bu sorunları önemli ölçüde çözecektir. Mümeyyiz akla sahip olmanın yolu ise, Müslümanların öncelikle okuduklarını anlama ve yorumlama konusunda başkalarını değil, kendilerini insiyatif sahibi yapmaya gayret etmelerinden geçmektedir.

Okuduğunu anlama ve yorumlama konusunda başkalarının söyledikleri üzerinden insiyatif sahibi olmayı terk etmenin yolu, kendisinin de diğer insanlar gibi akıl sahibi bir kimse olduğuna, okuduklarını başkalarının bak dediği yerden bakmaya ihtiyacı olmadığını bilmekten geçecek, bunun yolu ise öncelikle Müslümanların birbirleri ile Şeyh -Mürit ilişkisi içinde olmaktan vazgeçmeleri ile mümkün olacaktır. 

Bu söylediklerimizden Müslümanların birbirleri ile her konuda ihtilaf etmeleri gerektiği, sırf bir başkasının düşüncesini tasdik etmemiş olmak için, ona muhalif olmak gerektiğini iddia ettiğimiz, veya herkesin kendisinin fikir sahibi olması gerektiğinin kaosa neden olabileceği düşüncesi çıkarılmamalıdır. Demek istediğimiz, Müslümanların sorgusuz sualsiz bir başkasının aklına, bir başkasının söylediklerine körü körüne tabi olmamaları, bir başkasının söyledikleri ve yazdıkları konusunda kendileri fikir ve yorum yapabilme kapasitesine sahip olmaları gerektiğidir. Elbette Müslümanlar makul ve mantıklı olmak şartı ile birbirleri ile fikir birliğine varabilir, bu birlik ve beraberliğin önemli bir unsuru olarak zaten gereklidir.

Sözü söyleyeni değil, söylenen sözü dikkate alarak değerlendirme yapmak, fırkacılığın bir nebze de olsa geri plana atılmasını sağlayacaktır. 

Müslümanların önlerine gelen herhangi bir sözü söyleyen kişinin durumuna göre değil de, sözün kendisine göre değerlendirmemeleri, fırkacılığın daha çok yeşermesine sebep olduğunu söylemiştik. Şayet bu yol terk edilerek, sözü kimin söylediği bir tarafa bırakılmak sureti ile, sözün kendisi üzerinden bir değerlendirme yapılacak olduğunda, sözü söyleyenler geri planda kalarak, ön plana sözün kendisi çıkacak, bu ise şahısların etkinliğinin azalmasına, kişiler üzerinden bir takım spekülasyonlar yapılmasına engel olacaktır. Yargısız infaz konusunda Müslümanlar olarak hayli maharetli !! olduğumuzu düşündüğümüzde, söylemek istediğimiz daha net anlaşılacaktır.

Kim demiş ? diye sormak yerine, Ne demiş? diye sormak ötekileştirmenin de önünü kapatacaktır.

Müslümanların fırka ve hizip taassubunu bir kenara bırakarak, farklı düşünce sahipleri ile medeni bir şekilde konuşabilmesi ve tartışabilmesi, söyleyene değil, söylenene bakmak ile mümkün olacaktır. Söylenen söz doğru olsa bile söyleyen kişi kendi hizbine mensup olmadığı için o söze karşı çıkmak için binbir gerekçe ortaya koyan Müslümanlar var oldukça, birlik ve beraberlik her zaman hayal olarak kalacaktır.

Tarikat tipi oluşumlar bilindiği üzere Müslümanlara, sorgulamayan aklını bağlı bulunduğu şeyhe kiraya veren, şeyh lakaplı kişinin dediklerini tasdik etmeyi veya savunmayı kendilerine görev telakki etmelerini empoze ederler, ve herkesi bu tür bir teslimiyetin kişiye  ahiretteki getirisi ile aldatmaya çalışarak kendilerine kul köle etmeye çalışırlar. 

Bu tür düşünceler, tarikatlara karşı söylem üreterek Kur'an'ı öne çıkaran bazı kimselerde de maalesef görülebilmektedir. Sevdiği hocasının herhangi bir ayet veya konu hakkındaki yorumunu mutlaklaştırmak sureti ile onu tek doğru gören bir kimse, şiddetle eleştirdiği tarikat mantığı ile maalesef aynı kulvara düşmektedir.

Müslüman doğruların sadece kendi fırkasına mensup kişilerde değil, herkeste olabileceğine inanan kişidir. Futbol fanatiklerinin kayıtsız şartsız kendi takımlarını desteklemesinin diğer bir versiyonu olan, kayıtsız şartsız kendi yandaşına destek verme eylemi artık son bulmalı, kişiler hakkındaki görüşlerimiz Bizden veya Bizden değil şeklindeki sözlerle belirtilmemelidir.

Sonuç olarak; Mümeyyiz akıl sahibi olmak, okuduğu veya dinlediği herhangi bir konu hakkında bağımsız ve tarafsız yorum yapabilmenin vazgeçilmez bir şartıdır. Mümeyyiz akla sahip olmayan bir çok Müslüman okuduğu veya dinlediği şeyler konusunda başkalarının yorumlarına tabi olarak, bir nevi aklını bir yerlere kiraya vermektedir.

Müslüman camiada yaygın olan sözün kendisinin öne çıkarılması yerine, kimin tarafından söylendiği öne çıkarılarak, kanaat belirtilmesi beraberinde bazı sıkıntıları ortaya çıkarması açısından sakıncalıdır. Müslümanlar kişileri değil, sözü öne çıkararak belirtecekleri kanaatler, fırkacılığın önünü kesmesi açısından olumlu sonuçlar doğuracaktır. 

Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki, sevdiğimiz kişilerin bütün söyledikleri doğru olmayabileceği gibi, sevmediğimiz kişilerin de bütün söyledikleri de yanlış olmayabilir. 


29 Temmuz 2017 Cumartesi

Zümer s. 43. Ayeti: Allah'ın Aşağısından Olanları Şefaatçi Edinen Müslümanlar

Ön yargısız olarak okunduğu takdirde müşriklerin Allah'tan gelen herhangi bir delil olmadan kendi yanlarından ürettikleri bir inanç olduğu kolaylıkla anlaşılabilecek olan şefaat inancı, biz Müslümanlar tarafından sahiplenerek İslam inancı haline getirilmiş, Kur'an'da bu inancı kabul edenler Kafir, Müşrik olarak görülürken, zaman içinde bu inancı ret edenler Kafir, Müşrik olmakla suçlanmaya başlanmıştır.

Dünkü Mekke müşrikleri ile bugünkü birçok Müslümanı şefaat konusunda ayıran tek şey, Mekke'li müşriklerin şefaati taştan tahtadan yapılmış putlardan beklemesi, Müslümanların ise etten kemikten bir beşer olan ölü veya diri kimselerden beklemesidir. Bundan önceki bir çok yazımızda, Kur'an içindeki şefaat konulu ayetleri ele alarak, bu konuyu anlamaya çalışmıştık, bu yazımızın konusu Zümer s. 43. ayeti çerçevesinde şefaat inancını ele almak olacaktır.

أَمِ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللَّهِ شُفَعَاءَ ۚ قُلْ أَوَلَوْ كَانُوا لَا يَمْلِكُونَ شَيْئًا وَلَا يَعْقِلُونَ

Yoksa Allah'ın aşağısından olan şefaatçiler mi edindiler? De ki: hiç bir şey'e güç yetiremezler ve akıl erdiremezlerse de mi?.

[039.044] De ki: «Şefaatin tümü Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra da O'na döndürüleceksiniz.»

Ayet, Allah (c.c) dışında şefaatçi edinmiş olanlara bir soru sormakta, ve bu soru aynı zamanda şefaatçi olmak için gerekli olan kriterleri bildirmektedir. Şefaat, biz Müslümanların Allah tasavvurunun oluşmasında rol oynayan en önemli konulardan bir tanesidir. Allah tasavvuru Kur'an tarafından onay almayan bir inancın, dünya hayatında ve hesap gününde Müslümanlara fayda getirmeyeceği asla hatırdan çıkarılmamalıdır. 

Ayrıca bu inanç, bazı insanları Allah'a ortak olarak görmeyi beraberinde getirmesi açısından büyük bir tehlike arz etmektedir. Kendilerinde böyle bir yetki olduğunu zanneden bazı kimseler, insanlar üzerinde  maddi ve manevi baskı oluşturmak sureti ile onları sömürme yolunu şefaat inancı ile açmış, bunlara inanan birçok Müslüman ise şefaat beklentisi içinde bu kimselerin kapılarında kul köle olmaktadırlar.

[013.016] De ki: Göklerin ve yerin Rabbı kimdir? Allah'tır de. Yoksa O'nun aşağısından olan kendilerine bir fayda ve zararı olmayan veliler mi edindiniz? de. De ki: Hiç körle gören bir olur mu? Yahut karanlık ile aydınlık bir midir? Yoksa, Allah gibi yaratması olan ortaklar buldular da yaratmaları birbirine mi benzettiler? De ki: Her şeyi yaratan, Allah'tır. Ve O; Vahid ve Kahhar'dır.

[017.056] De ki: «Allah'tan başka, ilâh olduğunu sandığınız şeyleri çağırın, size yardım etsinler. Onlar, ne sizden sıkıntıyı kaldırabilirler, ne de değiştirebilirler.

[025.003]  O'nun aşağısından olan, bir şey yaratmayan; üstelik kendileri yaratılmış olan ve kendilerine ne bir zarar ne de bir fayda vermeyen, öldürmeye, diriltmeye ve ölümden sonra tekrar canlandırmaya gücü yetmeyen bir takım ilahlar edindiler.

[029.017] Siz Allah'ın aşağısından olan birtakım putlara tapıyor, asılsız sözler uyduruyorsunuz. Bilmelisiniz ki, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, size rızık veremezler. O halde rızkı Allah katında arayın. O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Ancak O'na döndürüleceksiniz.

[034.022] De ki: Allah'tan aşağısından olan, taptıklarınızı çağıran. Onlar ne göklerde, ne de yerde zerre kadar bir şeye sahib değildirler. Ve onların bu ikisinde ortaklığı da yoktur. O'nun bunlardan hiçbir yardımcısı da yoktur.

[035.013] Allah, geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar; belirli bir süre içinde hareket eden güneş ve ayı buyruk altına almıştır. İşte bu, Rabbiniz olan Allah'tır, hükümranlık O'nundur. O'nun aşağısından olan taptıklarınız, bir çekirdek kabuğuna bile sahip değillerdir.

[078.037] O Göklerin ve Yerin ve bütün aralarındakilerin rabbı, Rahman, bir hıtaba malik olamazlar ondan

Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri, Allah (c.c) nin El Melik (her şeyin gerçek sahibi ve hükümdarı) isminin ne anlama geldiğini bizlere bildirmektedir. Bu ayetlerin delaleti ile Zümer s. 43. ayetini okuduğumuz zaman, şefaat yetkisine sahip olmak için  El Melik  isminin taşıdığı şartlara sahip olmak gerekmektedir. Zümer s. 43. ayeti, hiç bir şeye malik olmayan, kendileri yaratılmış olanların şefaat gücüne sahip olamayacaklarını bildirmektedir. Yani böyle bir güce sahip olmak için öncelikle İlah olmak gerekmektedir.

Şefaat inancına sahip olan hiç bir Müslüman elbette Allah'ın dışında başka bir ilahın var olduğunu, veya şefaat yetkisine sahip olduğunu düşündükleri insanların Allah (c.c) ile denk olduklarını dil ile alenen ifade etmez, aksine böyle bir şeyin mümkün olmadığını dahi iddia eder. Şefaat inancına sahip olan bu kimselerin kafalarını karıştıran nokta, şefaat ile ilgili bazı ayetlerde geçen Allah'ın izin verdiği kimseler şeklindeki cümlelerdir.

Şefaat konusu gündeme geldiğinde, bu inancı savunanlar tarafından, hemen bu guruptaki ayetler öne sürülerek, Allah izin verdiği kimselere şefaat etme hakkı tanıyacakmış şeklinde sözler edilmektedir. Fakat bu insanlar bu konuda kulaktan duyma veya ön yargılı olarak bilgi sahibi oldukları için, Allah (c.c) nin bir yerde ret ettiği inanç için, diğer bir yerde bazı kimselere şefaat etme izni vereceğini düşünmenin, Kur'an'a çelişki izafe etmek anlamına geleceğinin farkında dahi olmamaktadırlar.

Allah (c.c) dışında bazı kimselerin şefaat etme yetkisi olduğuna inanmak, Müslümanlar içinde ayrı bir ruhban sınıfının doğmasına sebep olan etkenlerden bir tanesidir. Hristiyan dünyasında bu sınıfın insanlar üzerinde uyguladığı baskı ve tahakkümün zulüm düzeyine vardığı, bu gurubun kendilerini yeryüzünde Allah'ın sözcüsü yerine koyarak, ellerinde insanları cennete veya cehenneme yollama yetkisi olduğu zannını yaymaları, onların büyük bir güce sahip olmalarını sağlamıştır.

Ruhban sınıfının insanlar üzerinde kurduğu baskı ve hegemonya, Hristiyan dünyasının geri kalmasına sebep olan en büyük etkenlerden birisidir. Hristiyan dünyası, üzerindeki ruhban baskısını Rönesans olarak bildiğimiz hareket ile yenmiş, bunun neticesinde kevni ayetleri okumaya başlayarak, dünya üzerinde ekonomik, sosyal ve askeri bakımdan büyük bir hakimiyet sağlamışlardır. Onların bu hakimiyeti elbette tek taraflı olup Allah'ın kevni ayetlerini kullanma klavuzu olan elçileri ile gönderdiği kitabi ayetleri okumamak sureti ile, ruhban baskısından daha büyük zulümlere imza atmış, halen de atmaktadırlar.

İslam dünyası şu anda Rönesans öncesi Hristiyan dünyasının içinde bulunduğu durumun bir benzerini yaşamaktadır. Hristiyan dünyasında papazların oynadığı rolü, İslam dünyasında Hoca, Şeyh, Gavs, Kutup v.s lakaplı insanlar oynamakta, bu insanların diğer insanlar üzerinde oluşturduğu din algısı büyük bir korku imparatorluğunun kurulmasına yol açmıştır. Kurdukları bu imparatorlukla insanları maddi ve manevi yönden sömüren bu insanlar, İslam dünyasının geri kalmasında baş rolü oynamaktadırlar.

Rönesans sonrası sanayi devrimini yaparak kevni ayetleri okumaya yönelen Hristiyan dünyasının yaptığı öldürücü silahlardan korunmak için biz Müslümanların okuduğu kitabi ayetler maalesef hiç bir tesir göstermemektedir. Bunun sebebi ise kevni ve kitabi ayetlerin birbirinden ayrılarak okunmasıdır. Hristiyan dünyası sadece kevni ayetleri okuyarak kullanma klavuzu olmaksızın elde ettikleri silahları İslam dünyası üzerinde kullanmakta, İslam dünyası ise sadece kullanma klavuzunu okuyarak, bu silahlara karşı koyacağını zannetmektedir.

İslam dünyasındaki ruhban sınıfı ise halen kıl tüy ile uğraşarak, bunlar üzerinden kendilerine rant devşirmeye çalışmakta, insanları cennete veya cehenneme gönderme yetkisine sahip oldukları zannını oluşturarak Müslümanlar üzerindeki baskısını devam ettirmektedir. 

Müslümanların Allah'ın aşağısında olanları şefaatçi olarak edinmiş olmaları onları şirk içine sokmakla birlikte, ruhban sınıfının eline büyük bir koz geçirerek onları sömürmesine sebep olmaktan başka hiç bir şey ifade etmediğinin anlaşılması, Müslümanların yeniden ayağa kalkmaları için elzemdir. Söylemek istediklerimiz bugün ruhban sınıfının uğraştığı konular, din adına ortaya koyduğu argümanlar, insanları neye  çağırdıkları dikkate alındığında daha net ve kolay anlaşılacaktır. 

Sonuç olarak; Şefaat yetkisine sahip olmak için ilah konumunda olmak gerektiği, Kur'an içinde açık ve net şekilde beyan edilmiş olmasına rağmen, Müslümanların kendileri gibi insanları şefaatçi olarak görmeleri, onları ilah konumuna getirmeleri anlamına gelmektedir. Ayrıca beşer cinsinden olan bir kimseye böyle bir yetki tanınması bu insanların diğer insanlar üzerinde baskı ve hegemonya oluşturarak onları maddi ve manevi yönden sömürmelerine zemin hazırlamaktadır. 

Bugün kerameti müritlerinden menkul din baronlarının etrafındaki yığınlara baktığımızda, onlardan ahirette şefaat beklentisi içinde olduklarını görebiliriz. Bu kimseleri şefaat yalanları ile aldatmalarına karşılık onların etinden, sütünden, yününden faydalanan bu sahtekarların yaşadıkları hayata ve kontrol ettikleri maddi servete bakıldığında soygunun boyutu daha kolay anlaşılacaktır.

İslam dünyasının geri kalmışlığında baş rolü oynayan bu güruhun tasfiye edilmesi, İslam dünyasının yeniden ayağa kalkması için şarttır. Aksi takdirde Rönesans öncesi Hristiyan dünyasının yaşadığı içler acısı durum İslam dünyasında yaşanmaya devam edecektir. 

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

25 Temmuz 2017 Salı

Kendilerine İslam Dininin Sahibi ve Aforoz Yetkisi Biçen Müslümanlar

Aforoz Etmek deyimini işittiğimizde aklımıza, Hristiyan papazları tarafından uygulanan, bir Hristiyanı kilise topluluğu dışına atmak sureti ile onu kafir ilan etmek eylemi gelmektedir. Bu deyimin ifade ettiği anlam yüzlerce yıldır Müslümanlar arasında yaygınlaşmış, bir Müslüman kendisi ile aynı doğrultuda dini anlayışa sahip olmayan diğer bir Müslümanı kolaylıkla dinin dışına atarak onu Kafir, Müşrik, Zındık v.s gibi isimlerle yaftalayabilmektedir.

Bir Müslümanın diğer bir Müslüman üzerinde böyle bir aforoz hakkı olduğunu zannetmesindeki en büyük etken, herkesin kendisini İslam dininin sahibi rolü biçmiş olmasıdır. Halbuki bu dinin bir tek sahibi vardır o da Allah (c.c) den başkası değildir. Kullarından hiç kimseye, elçileri de dahil olmak üzere, kendisinin sahiplik hakkından en küçük bir pay dahi vermeyen Allah (c.c) nin dini üzerinde kendilerinin hak sahibi olduğunu düşünmek sureti ile, diğer düşüncedeki Müslümanları dinden aforoz etmek yetkisine sahip olduğuna inanan Müslümanlar, yüzlerce yıldır bitip tükenmeyen mezhep, meşrep, hizip, cemaat kavgalarının bugünlere taşınmasında en büyük pay sahibidir.

Peki neden bir Müslüman kendisini Allah'ın dininin sahibi sanır da diğer bir Müslümanın da böyle bir hakkı olabileceğini düşünmez?.

Bu sorunun cevabını, Bir insanın kendisini, karşısındaki insanın yerine koyarak onun düşüncelerini anlamaya çalışmak anlamına gelen EMPATİ YOKLUĞUnda aramak gerektiğini düşünmekteyiz. Şayet bir Müslüman kendisini, karşısındaki Müslümanın yerine koyarak onu anlamaya çalışsa idi, onun ile ilgili söylediği bütün olumsuz ifadelerin aynısını, karşısındaki Müslümanın da ona söyleme hakkı olduğunu anlayabilir, dolayısı ile kullanacağı ifadeleri seçmekte daha dikkatli davranabilirdi.

Ne yazık ki durum böyle olmamakta, empati yaparak karşısındaki Müslümanı anlamaya çalışmaya yanaşmayan Müslümanlar, kendilerini bu dinin sahibi zannederek, diğer Müslümanları dinin dışına atmak hakkına sahip oldukları düşünmekte, Hristiyanlıktaki aforozun İslam dinindeki versiyonu olan tekfircilik Müslümanlar arasında hızla yayılarak, herkesin birbirinin tekfir etmek için yarıştığı bir din haline dönüştürülmüştür. 

Bir Müslüman diğer bir Müslüman ile iletişim kurarken nasıl empati kurabilir?.

Müslümanlar birbirleri ile tartışırken din adına konuşma hakkının sadece kendilerine ait olmadığını, savundukları din anlayışının ise tek ve doğrular olmadığını bilmek zorundadırlar. Din adına konuşma hakkına en az kendisi kadar karşısındaki Müslümanın konuşma hakkı olduğunu, savunduğu din anlayışının tek ve nihai doğru olduğunu iddia etmeyen bir Müslüman, karşısındaki Müslüman ile daha rahat ve daha kolay iletişim kurabilecektir.

Bir Müslüman din sahibi rolü üstlenerek dini savunmak gibi bir misyona sahip olmadığını öncelikle bilmelidir. Çünkü kim olursa olsun bütün Müslümanların sahip oldukları dini bilgilerde mutlaka eksik ve hata payı mutlaka bulunmakta, söylediklerinde eksik ve hata ihtimali bulunanların ise, dinin sahibi rolünü üstlenmeye çalışmaları ise asla doğru bir davranış değildir.

Kendi anlayışını merkeze koymak sureti ile, başka anlayışları merkezin dışına atan, ve onları merkezin dışında gören kimseler, Müslümanlar arasındaki en büyük sorunlardan birisini oluşturmaktadır. Elbette herkesin savunduğu din anlayışını doğru olarak görmek hakkı vardır, ancak bu hak kimseye karşısındaki düşünceyi batıl olarak görerek onu mahkum etmeye çalışmak hakkı vermez.

Kendi düşüncesinin doğru, karşısındaki düşüncenin yanlış olduğunu düşünen bir kimse durum böyle olmuş olsa bile, karşısındaki kimseye söz hakkı vererek onu dinlemek, mevcut yanlışları sahip oldukları ortak payda doğrultusunda konuşmak zorundadırlar. Müslümanların sahip oldukları inanca ilahi bir misyon yüklemeleri, bu inancı Mahalle Baskısı haline getirmek sureti ile herkesi bu inancı kabul etmeye zorlamaları, kabul edilemez bir durumdur. 

Örneğin; Ehli sünnet vel cemaat itikadı adı altında oluşturulan dini anlayış etrafında toplanan Müslümanlar, kendilerini bu dinin sahibi olduklarını, din adına mevcut bütün doğruların bu isim altında toplandığını iddia etmek sureti ile, herkesi kendi anlayışına çağırmakta, bu anlayışı kabul  etmeyenleri aforoz etmek yetkisine sahip olduklarını düşünmektedirler. Halbuki mevcut duruma baktığımızda, kendilerini bu isim ile tanıtan Müslümanların dahi bölük pörçük olduğunu, herkesin kendisini Öz, Hakiki, Gerçek Ehli Sünnet olarak lanse ederek, karşıdakini Sahte olarak gördüğü bilinmektedir.

Din adına sahip olduğu ve doğruluğuna % 100 inandığı düşünceyi karşı taraf ile tartışmaya başladığında, kim olursa olsun bu doğruluk payı otomatikman % 50 ye düşecektir. Çünkü diğer % 50 lik pay, karşı tarafın düşüncesi için geçerli olacaktır. Bunun böyle olduğunu düşünmek, öncelikle karşı taraf ile medenice bir konuşma ortamının oluşmasını sağlayacaktır.

Din adına sahip olduğu düşünceyi tek doğru görmek sureti ile, diğer düşünceye hiç bir şekilde hayat hakkı tanımayan ve onu mahkum eden bir dil kullanan kimseler ile tartışma kapısı baştan kapanmış demektir. Bu kimselerle yapılacak her türlü tartışma havanda su dövmek gibi olacak, hakkı ortaya çıkarmak gibi bir gayeye matuf olmayacak, güreş veya boks karşılaşmasından farkı olmayan bir müsabakaya dönüşecektir.

Birbirleri ile tartışmaya giren Müslümanlar kendilerini Allah'ın dininin sahibi, karşısındakini ise aforoz edilmesi gereken bir düşman olarak gördükleri sürece, konuşmanın hiçbir faydası olmayacak, yapılacak konuşmalar fayda yerine zarar getirecektir.

Birbirleri ile tartışmaya giren Müslümanlar kendilerini Allah'ın dininin sahibi olarak, karşısındaki ise aforoz edilmesi gereken bir düşman olarak görMEdikleri sürece, yapılacak tartışmalar yapıcı olacak, ve farklı düşüncedeki Müslümanların birbirleri ile daha düzgün ilişkiler kurmalarına vesile olacaktır. 

Sonuç olarak; Hiç bir Müslüman kendisinin Allah'ın dininin sahibi, karşısındakini ise Allah'ın dinini savunacak bir düşman olarak görmemelidir. Allah (c.c) kullarına sadece dinini tebliğ etme hakkı vermiş, bu hakkı kullanmayı ise sahip olunan mezhep, meşrep, cemaat ile sınırlandırmamıştır. 


Kendisine Allah'ın dininin sahibi rolü biçerek, kendi düşüncesini tasdik etmeyenleri aforoz etme yetkisine sahip olduğunu zanneden Müslümanların yaptığı her türlü eylem sadece onların cehaletlerin göstermesi anlamına gelecektir.

10 Temmuz 2017 Pazartesi

Kur'an Müslümanlığı Deyimi ve Ayrıştırıcı Söylemlerin Müslümanlar Üzerindeki Zararları

Kur'an Müslümanlığı, Kur'an'ın Türkiye'de yaşayan Müslümanların gündemine gelmesi ile ortaya çıkan bir deyimdir. Bugün Türkiye genelinde bazı Müslümanların kendilerini bu deyimin ifade ettiği anlam çerçevesi etrafında tanıtmalarına sebep olan etkenlerden bir tanesi, klasik din anlayışında Kur'an'ın belirleyici olmaması, din adına belirleyici olan şeyin rivayet kitapları, ve isimleri etrafında karizmatik bir yapı oluşturulmuş olan kişiler olmasıdır.

İslam adına ortaya konan düşüncelerin Kur'an tarafından onay almasının olmazsa olmazlarımızdan olması gerektiği noktasında hemfikir olmamıza rağmen, bu söylemin birleştirici bir söylem olmak yerine, ayrıştırıcı bir söylem haline gelmiş olmasının ortaya çıkardığı bazı olumsuz durumlara dikkat çekmeye çalışmak, bu yazının konusu olacaktır.

Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçip-beğendim. (Maide s. 3)

Bugün yeryüzünde İslam dinine mensup olduğunu iddia eden, yüz milyonlarca kişi bulunmaktadır. Herhangi bir din veya ideolojinin temelinde, insanların birbiri ile daha sıkı bağlar kurmasını amaçlamak yatmakta iken, bugün kendisini İslam'a mensup olarak gören insanların aralarında böyle bir bağı kuramamış olmaları ilginç olduğu kadar da üzüntü vericidir. 

Bugün yeryüzünde mevcut olan topluluklara baktığımızda, kendi içlerinde birbirlerine düşman olan toplulukların başında kendisini İslam'a mensup olarak görenler yatmaktadır. Bu dine mensup olanların birbirleri ile ilişki kurmaları ve birbirlerini sevmeleri için, aynı dine mensup olmanın verdiği üst kimliği dikkate almaları gerekirken, mezhep, meşrep, tarikat, cemaat v.s gibi unsurları öne çıkararak, alt kimlikler üzerinden aidiyet oluşturmaya çalıştıkları gözlemlenmektedir.

[041.033]  Allah'a çağıran, salih amelde bulunan ve: «Gerçekten ben müslümanlardanım» diyenden daha güzel sözlü kimdir?

Ben Müslümanlardanım diyerek en geniş çerçevede birliktelik oluşturması gereken Müslümanlar Muhammed (a.s) ın vefatının sonrasında çeşitli saiklerle birbirlerine düşman olmuşlar, ve o düşmanlıklar hız kesmeden bugüne kadar sürmüş, halen de sürmektedir. 

                                       Müslümanları birleştirici bir kitap olarak Kur'an

Kur'an, İslam dininin temel kitabı olarak tüm Müslümanların iman ettiklerini iddia ettikleri bir kitaptır. Bu kitaba gerçek olarak iman etmek demek, sadece ona dil ile iman ettiğini söylemek şeklinde değil, muhteviyatını hayat içinde pratiğe aktarmakla mümkündür. 

[003.103] Toptan Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Allah'ın size olan nimetini anın: Düşmandınız, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı. Allah, doğru yola erişesiniz diye size böylece ayetlerini açıklar.

Bu kitabın muhteviyatında bulunan bazı ayetler, ayrılığın getireceği zararları, ve birleşmenin getireceği faydaları bizlere hatırlatmaktadır. Kur'an'ın rehberliğinden kendisini soyutlamış olan Müslümanlar, bir çok mezhep ve hizbe bölünerek birbirlerine düşman olmuşlardır. 

Kur'an'ın birleştiriciliğinde buluşmanın gereğine inananların büyük çoğunluğunun bu birleştiriciliği en geniş çerçevede anlamak ve uygulamak yerine, eleştiri konusu yaptıkları hizip ve fırkalarla aynı kulvara düşerek kendilerini Kur'an Müslümanı olarak tanımlamaları, onlarında başka bir fırka olarak ortaya çıkmalarını beraberinde getirmiştir.

Bugün kendisini Kur'an Müslümanı olarak tanımlayan insanların İslam adına ortaya koydukları söyleme baktığımızda,hadis ve tasavvuf menşeli İslam anlayışını kıyasıya eleştirmek olduğunu görmekteyiz. Hadis ve tasavvuf menşeli İslam anlayışının elbette eleştiri konusu yapılabilecek bir çok yönü vardır, fakat bu eleştiriyi yaparken ortaya konan söylemin problemli olduğunu düşünmekteyiz. 

Kendilerin Kur'an Müslümanı olarak niteleyenlerin birçoğunun, hadis ve tasavvuf merkezli din anlayışını savunan kimseleri düşman olarak ilan ettikleri görülmektedir. Halbuki Kur'an'ı merkeze aldığını iddia eden bu insanların, tebliğ yöntemlerini de bu kitap içinden alması gerektiği önemli bir noktadır. 

[016.125]  Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir.

Şu nokta iyice kavranmalıdır ki, Kur'an'ı öncellemek demek, hiç kimseye bu kitabın dışında başka kitapları öncelleyenleri tahkir etmek hakkını vermez. Kur'an etrafında bir söylem üretmek demek, bu söylemi ulaştıracağımız insanlara karşı nasıl davranmamız gerektiğini de bu kitaptan öğrenmek ve hayata geçirmek demektir. Çağrıyı ulaştıracağı kimseyi dışlayarak, ötekileştirerek, tahkir ederek yapacağı davranışlar, bu çağrının gerekli kişilere ulaşmasını engellediği gibi, Kur'an'a karşı daha sert bir şekilde sırt dönülmesine sebep olacaktır.

Özellikle sanal ortamın verdiği imkanları kullanarak din adına inandıkları doğruları diğer insanlarla paylaşmaya gayret eden kimselerin bu doğruları paylaşırken birbirlerine karşı kullandıkları üslup maalesef içler acısı bir durum arz etmektedir.


Sanal ortamda yaptığı paylaşımlarda Kafir, Müşrik gibi dini kavramları günde en az 100 defa paylaşmaz ise Allah (c.c) katında sanki sorumlu olduğunu zanneden bir kısım insan, bu sayıyı doldurmak için önüne gelene bu kavramları kullanarak önüne geleni tekfir ve tahkir etmeyi marifet sanmakta, yaptığı yanlışın sebep olduğu yıkımın farkına bile varmadan büyük bir cihat yaptığını zannetmektedir.

[022.078] Ve Allah için hakkıyla cihad edin. O, sizi seçmiş ve babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamaıştır. Daha önce resulün size şahid olması, sizin de insanlara şahidler olmanız için size müslüman adını veren O'dur. Şu halde namaz kılın, zekat verin ve Allah'a sarılın. O'dur sizin Mevlanız. Ne güzel Mevla, ne güzel yardımcı.

Bize Müslüman adını veren Allah (c.c) nin verdiği bu ismin önüne veya arkasına takılacak her türlü ilave, ki bu Kur'an olsa dahi gereksiz bir ilavedir. Müslüman olduğunu iddia eden bir kimsenin, zaten Kur'an'ı temel kaynak olarak görmek, inancını bu kitabın onayına sunmak gereği vardır. Kur'an'ı temel kaynak olarak görmeyenlere tepki olarak ortaya konulacak her türlü söylem, ayrıştırıcı ve ötekileştirici olması bakımından tavsiye edilen bir söylem değildir.

Fırka ve hizipçiliği yasaklayan bir kitabın, fırka ve hizipçiliği körükleyen söylemleri desteklemesi ve onaylaması elbette mümkün değildir. Kur'an'ı eline alarak inancını bu kitabın onayına sunan kişilerin dikkate alması gereken en önemli konu, ortaya koyacakları söylemin birleştirici ve nefret ettirici olmamasına gayret etmesi olmalıdır.

Din adına başka kaynak ve kişileri öncelleyen kimselere karşı tavsiye edilen tebliğ dilini kullanmak, ayrıştırıcı ve ötekileştirici söylemlerin yerini, birleştirici söylemlere bırakmasına, farklı düşüncede olanların ise bu düşüncelerini edep ve üslup dairesinde birbirleri ile konuşarak ortak bir noktaya varmalarına sebep olacaktır.

Sonuç olarak; Birlik ve beraberliği her zaman ihtiyacımız olan biz Müslümanlar, birlik ve beraberliğimiz bozacak her türlü kavgayı terk ederek, aramızda mevcut olan sorunları iman iddiasında bulunduğumuz kitabın bizlere öğrettiği yöntem dairesinde halletmeye gayret etmeliyiz.

Kendilerini Kur'an ile tanımlayan kimselerin ise bu noktada daha fazla sorumluluk sahibi oldukları hatırdan çıkarılmamalıdır. İnanç ve düşüncesini Kur'an'ın belirlediğini iddia ederek karşısındaki insana karşı nasıl bir üslup kullanacağını Kur'an'ın belirlemediği insanların ortaya koyacakları sözlerin inandırıcılığı maalesef olmayacağı gibi, aksi tesir yaparak Kur'an'a karşı cephe alınmasına sebep olacaktır.


Müslüman ismini yeterli görmeyenlere karşı, bu ismin önüne veya arkasına tepki olarak ortaya konan her türlü ilave isim, fırka ve hizipçiliği doğuracağı için bu konuda dikkatli davranılması gerekmektedir. 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

4 Mayıs 2017 Perşembe

Tevbe s. 30. Ayeti: Üzeyr ve İsa'yı Allah'ın Oğlu, Muhammed'i Allah'ın Habibi Yapan Yahudi Hristiyan ve Müslümanlar

Kur'an'daki bazı ayetler, Yahudi ve Hristiyanların yapmış olduğu bazı yanlışlara dikkatimizi çekmektedir. Kur'an'ın, bu toplulukların yaptıkları yanlışlara dikkatimiz çekme sebeplerinden birisi, o yanlışlara biz Müslümanların da düşmemesi gerektiği hususunda hatırlatmalarda bulunmaya yöneliktir.

[009.030] Yahudiler, «Üzeyr Allah'ın oğludur» dediler; Hıristiyanlar, «Mesih Allah'ın oğludur» dediler. Bu, daha önce inkar edenlerin sözlerine benzeterek ağızlarında geveledikleri sözdür. Allah onları yok etsin, nasıl da uyduruyorlar!.

Tevbe s. 30. ayetinde, Yahudilerin Üzeyr (a.s) için, Hristiyanların ise İsa (a.s) için, Allah'ın Oğlu sözünü kullandıkları ifade edilerek, onların bu iddiaları Allah (c.c) tarafından sert bir biçimde ret edilmektedir. Yahudi ve Hristiyanların bu iki beşer için neden böyle bir ifade kullandığı, neden bu iki beşere böyle bir paye vermek ihtiyacı duydukları üzerinde tefekkürde bulunarak, aynı yanlışa düşmemek konusunda hassasiyet göstermesi gereken biz Müslümanlar, elçileri yarıştırmak hastalığının bir uzantısı olan, Allah'ın kulu ve elçisi olan Muhammed (a.s) ı Allah'ın Habibi ilan ederek, onlardan aşağı kalmadığımızı göstermekteyiz. Hatta bazı Kur'an meallerinde Habibim de ki şeklinde ifade kullanılarak, bu ifadeyi sanki Kur'an'danmış gibi göstermek cüretine düşenler dahi bulunmaktadır.

İsa (a.s) ın bir elçi olduğu konusunda Kur'an'dan bilgi sahibi olmakla birlikte, Üzeyr (a.s) ın kim olduğu konusunda herhangi bir bilgi Kur'an'da yoktur. Fakat bazı rivayetler onun da elçi olduğunu söylemektedir. Bu iki insanın ortak yönü, Allah'ın insanlara olan mesajını iletmek gibi bir göreve sahip olmalarıdır. Biz gibi bir beşer olan iki insana, neden uluhiyet yüklenerek Allah'ın Oğlu mertebesine çıkarıldığı sorusuna cevap aramaya çalışırsak şunları söylemek mümkündür.

Allah ile aldatmanın, insanlığın kadim bir hastalığı herkesçe malumdur. İnsanlar üzerinde hegemonya oluşturarak, onları maddi ve manevi yönden sömürmenin en kolay yolu, buradan geçmektedir.

Bu iki beşere uluhiyet yüklenmesinin amacı , kişi merkezli din anlayışının ortaya çıkmasını sağlayarak, bu kişilerin toplum içindeki değerlerinin istismar edilmek sureti ile, onlar üzerinden insanları aldatmaktır. Elçi ve vahiy merkezli din anlayışında öne çıkan nokta kişiler değil, onlar tarafından gelen mesajlardır. Ancak bu mesajlara uymamayı ilke edinen kimseler, mesajı kendilerine uydurmak yolunu seçmektedirler. 

Mesajı kendilerine uydurmayı amaçlayan kişilerin en başta gelen silahları, Allah'ın elçilerinin vefatından sonra, onlar adına sözler uydurmaktır. Elçiler adına sözler uyduran bu insanların uydurduklarının toplum içinde kabul görmesi için, elçilerin Allah (c.c) ile olan ilişkilerinde yeniden düzenlemeler yapmak başta gelen bir husustur. Elçilerin beşer olmasının onlar için büyük bir engel teşkil etmesinden dolayı, elçiler Allah (c.c) ile aynı konuma çıkarılarak, onlar adına uydurulan sözler artık Allah'ın sözleri ile eşit haline getirilmiştir.

[009.031] Onlar Allah dışında hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu İsa'yı ilah edindiler. Oysa onlara sadece tek ilaha, kendisinden başka ilah olmayan ve onların yakıştırma ortaklarından uzak olan Allah'a kulluk etmeleri emredilmişti.

Devam eden ayet, Yahudi ve Hristiyanların Allah ile aldatmayı nasıl yaptıklarını bildirmektedir. Bu kadar ayete rağmen, bu kadim hastalık biz Müslümanlar içinde de rağbet görmüş, beşer bir elçi olan Muhammed (a.s) ilah konumuna çıkarılarak, söylediği rivayet edilen sözlerin Kur'an ile eşdeğer olduğu inancı ortaya atılmış, bu inanç Müslümanlar nezdinde büyük ölçüde rağbet görerek, elçi üzerinden insanlar aldatılmaya çalışılmış, halen de çalışılmaktadır.

Allah (c.c) nin elçileri olarak Allah (c.c) nin onlar indirdiği vahye aykırı söz ve fiilde bulunmaları imkansız olan bu elçilerin sonuncusu olan Muhammed (a.s) ın söylediği rivayet edilen sözlerin bir çoğunun Kur'an ile taban tabana zıt olması, ve bu sözleri toplandığı külliyatın sorgulanmasının dahi yasak olması ne ile izah edilebilir?.

Bir satıcı pazara getirdiği malının sağlamlığından emin ise, o malın her türlü kontrolünün yapılmasına hiç bir şekilde itiraz etmez, itiraz etmediği gibi, bu denetlemenin yapılmasını kendisi talep eder. Hadis külliyatını pazara getirilmiş bir mal olarak misallendirecek olursak, bu malın denetiminin Kur'an ile yapılmasına, bazı kimseler tarafından var güçleri ile neden karşı çıkıldığını anlamamak zor olmayacaktır.

Muhammed (a.s) ı sevmek ve ona saygı duymak, her Müslümanın olmazsa olmazlarındandır. Bu durumu fırsata çevirmek isteyen maneviyat rantçıları, insanlar üzerindeki hegemonyalarını sürdürmek için onu kullanmışlar, halen de kullanmaktadırlar. Allah'ın beşer cinsinden bir elçisi olan kimseyi Allah ile eşit konuma getirerek, ona atfen bazı sözler uydurmak sureti ile din ve iman kaideleri uydurmak sureti ile sahte din ortaya atmak, ancak insan şeytanlarının aklına gelebilecek cinsten işlerdendir. 

Üzeyr ve İsa (a.s) ların ilaha denk bir konuma yerleştirilmeleri, insanların başlarındaki liderlere karşı olan yanlış tutumlarının da bir yansımasıdır. Bu kimseler Allah'ın mesajını iletmekle görevli kimseler iken, mesajın değil onu getirenlerin öne çıkarılması, diğer insanlara da  ilahi bir misyon yüklenmesini beraberinde getirmiştir.

[003.144] Muhammed, sadece resuldür, elçidir. Nitekim ondan önce de nice resuller gelip geçmiştir. Şayet o ölür veya öldürülürse, Siz hemen gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim geri döner, dinden çıkarsa, bilsin ki Allah’a asla zarar veremez. Ama Allah hidâyetin kadrini bilip şükredenleri bol bol mükâfatlandıracaktır.

Al-i İmran s. 144. ayeti bizlere bu konuda önemli bir yol işaretidir. Elçilerin bütün insanlar gibi ölümlü olduğu, onlar ölse bile onların başlattığı hareketin ölmeyeceği belirtilerek, asıl olanın onlar değil, onların başlattıkları hareket olması gerektiği vurgulanmaktadır.

Sonuç olarak; Kur'an İsa (a.s) a yüklenen ilahlık mertebesinin Hristiyanları ne hale getirdiğini bir çok ayetinde haber vererek, aynı yanlışa düşülmemesini hatırlattığı halde, maalesef aynı yanlışa biz Müslümanlar da düşmüş, Muhammed (a.s) ilahi bir konuma yükseltilmiştir. Böyle bir konuma yükseltilen elçinin söylemediği sözler onun adına söylenmiş olduğu rivayet edilerek, vahiy merkezli bir din yerine elçi merkezli bir din yerleştirilmiştir. 

Kişi merkezli bir din haline getirilen İslam adına ortaya çıkan bir çok kimse de maalesef aynı konuma çıkarılmış, İslam adına ortaya çıkan hareketler zaman içinde kişilerin ve onların çevrelerindeki insanların maddi ve manevi olarak nemalandığı bir alan haline sokulmuştur. Bu durumun ortadan kalkması ancak vahyin öne çıkarıldığı, kişilerin yaptıklarının vahye göre değerlendirildiği, kimsenin ilahi bir konuma yükseltilmemesi ile mümkün olacaktır. 

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

23 Mart 2017 Perşembe

Bakara s. 113. Ayeti: Birbirlerine Karşı Hüküm Vericiliğe Soyunan Müslümanlar

Kur'an Kitap Ehli olarak nitelediği bazı toplulukların yapmış oldukları hataları bizlere anlatmak sureti ile, o hataların benzerini biz Müslümanların da tekrarlamaması için öğütler vermektedir. Bu toplulukların yaptığı hataların zikredildiği ayetler, eğer sadece kitap ehline has olduğu düşünülmek sureti ile, bize dair herhangi bir mesajı olmadığı zannı içinde okunacak olursa, asıl maksat hasıl olmayacaktır.

[002.113] Yahudiler dedi ki: «Hıristiyanlar bir şey (herhangi bir temel) üzere değillerdir. «; Hıristiyanlar da: «Yahudiler bir şey (herhangi bir temel) üzere değillerdir» dedi. Oysa onlar, Kitabı okuyorlar. Bilmeyenler de, onların söylediklerinin benzerini söylemişlerdi. Artık Allah, kıyamet günü anlaşmazlığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir.

Bakara s. 113. ayetini okuduğumuzda, Yahudi ve Hristiyanların birbirlerini yanlış yolda oldukları gerekçesi ile suçladıklarını görmekteyiz. Onların birbirlerine karşı yaptıkları bu suçlamalara karşı Allah (c.c), Yahudi ve Hristiyanlardan herhangi bir tarafı haklı görmeyerek, her iki topluluğun birbirlerine karşı yaptıkları suçlamaların yanlış ve cehalet eseri olduğunu bildirmektedir.

Biz eğer bu ayeti, sadece Yahudi ve Hristiyanların birbirlerine karşı yaptığı suçlamalar çerçevesinde okuyarak, ayetin bize dair herhangi bir mesajı olmadığını düşünecek olursak, ayet ölü bir metin olarak sayfaların arasında kalacaktır. Ancak bu ayetin bize dair neler söylemiş olabileceği yönünde bir düşünce geliştirmeye çalıştığımız zaman, ayet canlı ve muhataplarına mesajları olan bir hale gelecektir. 

Bu ayet biz Müslümanlara nasıl bir mesaj vermiş olabilir?.

Müslümanların bugün binlerce farklı hizip ve cemaate bölünmüş olduğu bir gerçektir. Farklı hizip ve cemaatlerin söylemlerine dikkat ettiğimizde, öne çıkan söylemleri, sadece kendilerinin haklı ve doğru yolda olduğu, diğer hizip ve cemaatlerin ise haksız ve yanlış yolda olduğu yönündedir. 

Bu durumu, konumuz olan Bakara s. 113. ayetinin bize dönük mesajı çerçevesinde düşündüğümüzde, A fırkası B fırkası için, B fırkası hiç bir şey üzerinde değildir derken, aynı sözleri B fırkası A fırkası için söyleyerek, A fırkası hiç bir şey üzerinde değildir demektedir. Bu fırkalar, cennetin sadece kendi fırkalarına mensup olanlar için hazırlanmış bir yer olduğunu, cehennemin ise kendi fırkalarından olmayanlar için hazırlanmış bir yer olduğunu düşünerek, cennetin ve cehennemin anahtarlarının kendi ellerinde olduğunu zannederek cennete ve cehenneme yerleştirme yapmaktadırlar.

Allah (c.c) nasıl Yahudi ve Hristiyanların birbirlerine karşı olan suçlamalarına karşı "Oysa onlar, Kitabı okuyorlar. Bilmeyen (bilgisiz) ler de, onların söylediklerinin benzerini söylemişlerdi. Artık Allah, kıyamet günü anlaşmazlığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir" buyurmuş ise, aynı durumda olan ve birbirlerini yanlış yolda olmakla suçlayan Müslüman fırkalar içinde aynı şeyi buyurmuştur.

"Oysa onlar, Kitabı okuyorlar"

Kitabı okumak demek, bu kitap içinden kendi fırkasından olmayanların yanlışlığına delil aramak, veya kendi fırkasının doğruluğuna delil aramak olmamalıdır. Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında ortaya çıkan fırkaların Kur'an üzerinde yaptıkları çalışmaların büyük bir kısmı, bu kitabın kendi fırkalarının düşünceleri doğrultusunda anlaşılma çalışmaları olduğunu dikkate aldığımızda, bugün bir çok Müslümanın bu kitabı hangi amaçla okudukları anlaşılabilir. 

Kitabı okumak demek, o kitap içinden mensup olduğu fırka, cemaat ve düşüncenin doğruluğunu tasdikletmeye, veya karşı tarafın yanlışlığını bulmaya yönelik okumalar yapmak değildir. Böyle okunan bir kitap hidayet rehberi olmaktan çıkarak, onun bunun düşüncelerini tasdikletmeye veye ret etmeye yarayan bir kitap haline gelecektir.

"Bilmeyenler de, onların söylediklerinin benzerini söylemişlerdi"

Kitabı okudukları halde, o kitabın onlara gösterdiği yolda değil, gitmek istedikleri yolda giderek, ve kitabı gittikleri yola uydurmak isteyenler, yukarıda cümle ile ifade edilmektedir. Yahudi ve Hristiyanların birbirlerine yaptıkları suçlamaların, aklı selim sahibi olan insanların yapacağı işlerden değil, Bilmeyenler olarak ifade edilen cahiller tarafından yapılabilecek olduğu bildirilmektedir. Kitabı okumak demek, geçmişte Hariciler adı ile bilinen fırkanın Kur'an sayfalarını mızrak ucuna takarak kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir edecekleri bir silah haline gelen bir malzeme olmamalıdır.

Bugün geçmişte Hariciler adı bilinen fırkanın yaptığı ameliye, artık bir çok fırka ve cemaat tarafından yapılarak, Kur'an ayetleri karşı tarafın Kafir-Müşrik-Zındık olduklarına dair delil bulmak için okunmaktadır. Sosyal medya ortamlarında boy gösteren Müslümanların bir çoğunun paylaştığı ayetlerin amacı, kendi fikirlerini taşımayan diğer Müslümanların, o ayetlere göre kafir ve müşrik olduklarına dair deliller sunmaktır.

Oysa kitabı okumanın nasıl olması gerektiğini yine kitap bize beyan etmektedir. 

[003.113-114] Hepsi bir değildir. Onlardan secdeye vararak geceleri Allah'ın ayetlerini okuyup dik duran bir topluluk vardır.Onlar; Allah'a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Hayırlara koşuşurlar, işte onlar salihlerdendir.

[035.029] Şüphesiz ki Allah'ın kitabını okuyanlar, salatı ikame edenler ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli, açık infak etmekte bulunanlar; bitmez tükenmez bir ticaret umabilirler.

[002.121] Kendilerine verdiğimiz Kitabı gereğince okuyanlar var ya, işte ona ancak onlar inanırlar. Onu inkar edenler ise kaybedenlerdir.

Kitabı okumanın ne demek olduğunu yukarıdaki ayet mealleri en doğru biçimde bizlere anlatmaktadır. Kitabı okumak demek, o kitap içindeki ayetleri hayata pratize ederek, Allah (c.c) nin istediği bir kul olarak yaşam sürmektir. Bizim kitaba karşı olan mükellefiyetimizin böyle bir sınırı vardır. Herhangi bir konuda anlaşmazlığa düştüğümüz takdirde, karşımızdaki Müslümanı müşrik, kafir olarak yaftalamak gibi bir görev sınırlarımızın dahilinde olmadığını aşağıdaki cümle haber vermektedir. 

"Artık Allah, kıyamet günü  anlaşmazlığa düştükleri şeyde aralarında hüküm verecektir"

Ayetin son cümlesi olan anlaşmazlıklar konusunda hüküm verme yetkisinin kime ait olduğu, bir çok Müslüman tarafından bilinmemekte, bilinse dahi dikkate alınmayarak, ortalık hüküm vericiliğe soyunan Müslümandan geçilmemektedir. Allah (c.c) böyle bir beyanda buyurmakla bizlere, kimse hakkında hüküm vericiliğe soyunmamızı, insanlar arasında hüküm verme yetkisinin sadece kendisine ait olduğunu bildirmekte, kendisine ait bu alana insanların girmesine izin vermemektedir.

Bizler, farklı fikirde olan diğer Müslümanları biz gibi düşünmediği için, Kafir-Müşrik-Zındık gibi yaftalar takmak sureti ile, haklarında hüküm vermek gibi bir yetkiye sahip değiliz. Eğer bir Müslümanın sahip olduğu fikir ve düşünce konusunda yanlışa düştüğünü düşünüyor isek, ona doğru bildiğimizi aktarmak ile görevliyiz. Eğer bizim düşüncemizi kabul etmez ise, biz gibi düşünmediği için onun hakkında tekfirci bir dil kullanmak gibi bir yetkiye sahip değiliz, çünkü bizim sahip olduğumuz düşüncenin doğruluğu, yine kendi vardığımız kanaatler olup bizim sahip olduğumuz düşüncenin yanlış olma ihtimali de her zaman göz önünde bulundurulmalıdır.

[002.121]  Kendilerine verdiğimiz Kitabı gereği gibi okuyanlar, işte ona iman edenler bunlardır. Kim de onu inkâr ederse, artık onlar kayba uğrayanların ta kendileridir.

Sonuç olarak; Allah (c.c) Yahudi ve Hristiyanların birbirlerine karşı yaptıkları suçlamaları cahilce suçlamalar olarak görmekte, kitabın insanların birbirlerine karşı olan kinlerini ortaya koymak konusunda bir istismar aracı olarak kullanılmamasını istemektedir. 

Aynı durumu biz Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde, farklı fırkalara bölünmüş olan Müslümanların, Kur'an'a iman iddiasında olmalarına kitabın gereklerini hayat sahasına dökerek Müslümanca bir hayat sürmeye çalışmak yerine, bu kitabın ayetlerini birbirlerine karşı silah olarak kullanmak sureti ile, karşı düşünceyi mahkum etmeye çalıştığı bir araç haline getirmemesini istemektedir.

Yaşadığımız hayat içinde birbirimiz ile farklı fikir ve düşüncede olabiliriz. Farklı fikir ve düşüncede olmak, insanlar hakkında hüküm vermek yetkisine sahip olmak anlamına gelmemektedir. İnsanlar arasında hüküm vermek yetkisinin kıyamet gününde kendisine ait olduğunu beyan eden Rabbimiz, bu yetkiyi başkaları ile asla paylaşarak biz kullarına diğer kulları hakkında hüküm verme yetkisi vermemiş, böyle bir yetkinin elinde bulunduğunu zannedenler ise, yetki gasbına soyunmuş kimseler durumuna düşeceklerdir. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


27 Şubat 2017 Pazartesi

Kendilerinin İnsanlar Üzerine Hafiz ve Vekil Olarak Gönderildiklerini Zanneden Müslümanlar

İnsanlar sahip oldukları dini inançlarının diğer insanlar tarafından da kabul edilmesi isteyerek , bu isteklerini çeşitli yollarla diğer insanlara iletmeye çalışırlar. Olayı biz Müslümanlar bazında değerlendirdiğimizde , sahip olduğumuz İslam inancının diğer insanlar tarafından bilinmesi , tanınması ve kabul edilmesi için yaptığımız ameliyenin adına Tebliğ, İslam adına sahip olduğumuz inancın başkaları tarafından kabul edilmesi için kullanılan yönteme ise Tebliğ Metodu denilmektedir.

Kur'an ,tebliğ metodu konusunda özellikle Mekke döneminin ilk yıllarında inen surelerde , Muhammed (a.s) a izlemesi gereken yöntemi açık ve net olarak beyan etmiştir. Ona beyan edilen tebliğ yöntemi sadece ona has bir yöntem önermesi değil, bizlerin de uyması gereken yöntemlerdir. 

Muhammed (a.s) a önerilen tebliğ metodunun , İslamdan habersiz veya haberi olup ta ona şiddetle karşı çıkan bir toplum bireyleri için vaz edildiği açıktır. Ancak Kur'an ayetlerindeki bu tebliğ yönteminin, bu gün için bizlerin bırakın İslamdan habersiz toplumları uyarmak için kullanmasını , kendi içimizdeki farklı fikirde olan Müslümanların birbirlerine karşı kullandıkları üslubun yanlışlığını düşündüğümüzde öncelikli olarak kendimize lazım olduğu görülmektedir.

Kendilerinin Müslüman olduğunu iddia eden insanların aralarındaki bazı fikri ayrılık noktaları konusunda yaptıkları tartışmalarda , Kur'an tarafından önerilen yöntemleri değil , holigan bir futbol taraftarına bürünmek sureti ile tartışma yaptıklarını görmekteyiz. Bütün hafta yaşamış olduğu bazı sıkıntıların vermiş olduğu öfkeyi boşaltmak için futbol maçına giden ve orada aklına ve ağzına gelen her türlü küfrü savurmak sureti ile öfkesini boşaltan holiganlar misali , bazı Müslümanlar bu öfkelerini karşıt görüşlere sahip olan diğer Müslümanlar üzerinde boşaltmaya çalışmaktadırlar. 

Allah (c.c)  elçisine (aynı yöntem diğer elçiler için de geçerlidir) kullanması gereken yöntem konusunda yol gösterirken ona , hiç kimse üzerinde baskıcı ve zorba olmaması gerektiğini , insanlar üzerine Hafiz (gözetleyici) ve Vekil olarak gönderilmediğini , görevinin sadece uyarmak olduğunu , üzerine basa basa hatırlatır.

[004.080] Kim peygambere itaat ederse, gerçekte Allah'a itaat etmiştir. Kim de yüz çevirirse, Biz seni onların üzerine gözetleyici göndermedik.

[006.104] Gerçek şu ki size Rabbinizden basîretler gelmiştir. Kim basiretle-görürse kendi lehine, kim de kör olursa (görmek istemezse) kendi aleyhinedir. Ben sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.

[006.107] Eğer Allah dileseydi onlar şirk koşmazdı. Biz seni onlar üzerinde bir gözetleyici kılmadık ve sen onlar üzerinde bir vekil de değilsin.

[010.108] De ki: Ey insanlar; size Rabbınızdan hak gelmiştir. Artık kim hidayeti kabul ederse; o, ancak kendi faydası için hidayete ermiş, kim de saparsa; kendi zararına sapmış olur. Ben, sizin başınıza bir vekil değilim.

[011.086] (Şuayb dedi ki) «Eğer mü'minseniz, Allah'ın bıraktığı (helal işlerden olan kazanç) sizin için daha hayırlıdır. Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim.»

[039.041] Biz, insanlar için bu Kitab'ı hak ile sana indirdik. Artık kim doğru yola gelirse kendi yararınadır; kim de saparsa kendi zararınadır. Sen onların üzerine vekil değilsin.

[042.006]  Allah'ın dışında birtakım veliler edinenler ise, Allah, onların üzerinde gözetleyicidir. Sen onların üzerinde bir vekil değilsin.

[042.048] Şayet onlar, sırt çevirecek olurlarsa, artık biz seni onların üzerine bir gözetleyici olarak göndermiş değiliz. Sana düşen, yalnızca tebliğdir. Gerçek şu ki, biz insana tarafımızdan bir rahmet taddırdığımız zaman, ona sevinç-duyar. Eğer onlara kendi ellerinin takdim ettikleri dolayısıyla bir kötülük isabet ederse, bu durumda da insan bir nankör kesiliverir.

İnsanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olmak ilaha has bir özellik olup , Allah (c.c) elçisinin böyle bir konuma sahip olmadığını , insanlar üzerinde sadece Beşir  (müjdeci) ve Nezir (korkutucu) olduğunu bir çok keresinde ona hatırlatmak sureti ile, insanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olmaya soyunmamasını öğütlemektedir. 

Elçisine böyle bir görevi vermeyen Allah (c.c) nin önerdiği tebliğ metodunu arkalarına atarak , sadece kendi düşünce ve inançlarını insanlar üzerinde baskıcı yollar kullanmak sureti ile kabul ettirmeye kalkmak , elçiye verilmeyen ve sadece ilah olmanın bir gereği olan Hafiz ve Vekil olmaya soyunmak anlamına gelecektir. Bu yöntemin kullanılması yolu ile fikir ve düşüncelerini yaymaya ve kabul ettirmeye çalışmak , maalesef bir çok Müslüman arasında Kur'an'i tebliğ metodundan daha fazla rağbet görmektedir.

İslam adına sahip olduğu inanç ve düşünceyi merkeze almak sureti ile, İslamı sadece kendi düşüncesi ve sahip olduğu inançtan ibaret zanneden bir çok Müslüman, karşısına kendisi gibi düşünmeyen bir başka Müslüman çıktığında sahip olduğu doğrularını , tebliğ dilinin gerekleri dahilinde anlatmaya yanaşmadan , karşısındaki kimseye küfür , hakaret , tekfir gibi her türlü muameleyi reva görmekte , hatta bu muameleyi farz bilmekte , ve bu farzı !! yerine getirdiğinde ise cihat vazifesini tamamlamış bir mücahit edası ile yatağına yatmaktadır.

Müslümanlar arasındaki fikir ayrılıklarının çözülebilmesi, önce karşıt fikirlere sahip olanların birbirleri ile medeni bir şekilde konuşabilme kabiliyetine sahip olmaları ile mümkün olabilir. Birbirleri ile konuşamayan Müslümanlar aralarındaki sorunların çözüme kavuşması şöyle dursun , sorunların kemikleşmesine ve çözümsüzlüğüne sebep olmaktadır. 

Bu sorunlar nasıl çözüme kavuşturulabilir veya sorunlar nasıl en aza indirilebilir ?.

Müslümanların farklı fikir ve görüşlere sahip olması bir realitedir. Herkesin aynı fikre ve görüşe sahip olması gibi bir durumun mümkün olmayacağını düşündüğümüzde , en makul yol farklı fikir ve düşünceleri hazmedebilme , karşıt fikre en az kendi düşüncesi kadar değer verebilme , onu dinleyebilme , kendi düşüncesini merkeze almama , eğer yanlışlık görüyorsa o yanlışları tebliğ dilinin gerekleri dahilinde uyarma yolu olmalıdır.

Müslümanlar arasındaki kavgaların kaynağı, herkesin sahip olduğu düşünceyi merkeze alması , sadece kendisini doğru yolda görmesidir. Sadece kendisini doğru yolda gören bir kimse için , diğerleri artık yanlış yoldadır. Ancak yanlış yolda olduğunu düşündüğü bir kimseyi kendi yoluna davet etmekte ve yanlışlarını ortaya koyabilmekte Müslümanlar arasında büyük bir sıkıntı yaşanmaktadır. 

İlim ve bilgi eksikliği, bu sıkıntıların en başta gelen sebebidir. Yanlış olduğuna inandığı düşüncenin yanlışlarını ilmi bir dil ve nebevi bir üslup ile ortaya koyabilme yeteneğinden mahrum olan Müslümanlar, çareyi küfür ve hakarette bularak , karşısındakileri sindirmek yoluna gitmektedir.

Halbuki ilim ve bilgi sahibi olan bir kimse öncelikle bu bilginin kendisine verdiği ilmi vakar ile karşısındaki fikre saygı duymayı öğrenecektir. Karşı fikri uygun deliller ile çürütmeye çalışan bir kimse ,  öne sürdüğü fikri kabul görmediği takdirde küfür ve hakaret dilini kullanmak gibi yanlışa düşmeyecek , hatta kendisini Hafiz ve Vekil olarak görmeyecek , sadece doğru olduğuna inandığı düşünceyi karşısındaki aktarmak ile yetinecek , karşısındaki kimseden kendi düşüncelerini kabul etmesi yönünde baskıcı bir dil kullanmayacaktır.

Bütün Müslümanlar din adına taşıdıkları düşüncenin doğru olduğuna inanarak görüşlerini savunurlar. Fakat bu doğrularını savunmakta kullandıkları kriterler farklıdır. Kriter olarak Kur'an'ı merkeze aldıklarını iddia edenlerin bile kendi aralarında fikir ve düşünce ayrılıklarına düştüğünü gördüğümüzde durumun vahameti ortaya çıkmaktadır.

Kriter olarak vahyi merkeze aldıklarını iddia edenlerin dahi aralarında fikir ve görüş ayrılıklarını olması , sahip olunan düşüncenin doğruluğunun vahiy ile onaylanmış olmadığını , sahip olunan görüşün, vahyin kişisel yorumunun sonucu olduğunu ortaya çıkarmaktadır. Durum bu halde iken , hiç kimsenin sahip olduğu düşüncenin vahyin en gerçek ve en doğru yorumu olduğunu , herkesin bu doğruları kabul etmesini istemesi , kabul etmeyenlere ise her türlü küfür , hakaret ve tekfiri caiz görmesi , Müslüman ahlakı ile asla bağdaşmaz. 

Savunduğu görüşleri tek doğru görüş olarak gören insanların bu görüşlerinin doğruluğunu Allah (c.c) nin kitabından almış olmalarını iddia etmiş olmaları , onların doğru olduklarını göstermez. Müslümanların doğru olarak bildikleri ve savundukları , görüşleri sadece kendi doğrularıdır. Bu görüşlerin doğru olma ihtimali olduğu kadar yanlış olma ihtimali de mevcuttur. Doğru veya Yanlış olma ihtimali mevcut olan bir düşünceyi tek ve nihai doğru olarak öne çıkarmak sureti ile , karşı görüşü mahkum etmeye çalışmak , cehaletten başka bir şey değildir.

Müslümanlar birbirleri ile olan ilişkilerinde saygılı olmayı ön plana çıkarmak zorundadırlar. Birbirimize karşı saygılı olmanın kriterini en dar alana hapsetmek sureti ile aynı düşünceye sahip olmak olarak değil , en geniş alana çekerek ÖNCE İNSAN  olmak olarak belirlemek zorundayız. Karşısındaki kişini önce insan olduğunun bilincinde olan bir Müslüman bu ortak payda üzerinden bakış açısı geliştirdiği zaman , daha medeni bir ortamda konuşma imkanı hasıl olacaktır. 

İnsanlara Beşir ve Nezir olarak gönderilen bir elçinin ümmeti olduğunu iddia ederek , insanlara Hafiz ve Vekil olarak gönderilmiş edasında, karşısındaki insanlara karşı muamele edenlerin akıbeti, yine Kur'an tarafından haber verilmektedir. 

[083.029] Doğrusu, 'suç ve günah işleyenler,' kimi iman edenlere gülüp-geçerlerdi.
[083.030] Onlara uğradıkları vakit birbirlerine göz kırpıyorlardı.
[083.030] Yanlarından geçerken kaş göz hareketleriyle onları küçümserlerdi.
[083.031] Kendi yakınlarına döndükleri zaman da 'sevinç ve neşeyle' dönerlerdi.
[083.032] Onları gördükleri zaman ise: «Bunlar kuşkusuz şaşkın-sapıklardır» derlerdi.
[083.033] Oysa kendileri onların üzerine hafiz olarak gönderilmemişlerdi.

Ayetin bağlamının müşrikler ile ilgili olması , bu ayetin bizi ilgilendirmediği anlamına geldiğini düşünmek bizi aldanışa sürükleyecektir. Ayetler kendi düşüncelerini nihai doğrular olarak gören Mekke müşriklerinin , karşılarındaki insanlara karşı olan muamelerinin onlara neye mal olacağını haber vermektedir. Ayetlerin bize dönük olarak ne söylemiş olabileceği yönünde düşündüğümüzde , kendi doğrusunu merkeze alarak karşısındakini sapık olarak görenlerin ahirette düşmesi muhtemel duruma işaret edilmektedir.

Sonuç olarak ; Müslümanlar din adına sahip oldukları görüşlerin başkaları tarafından kabul edilmesini istemek hakkına elbette sahiptir. Ancak bu hakkı onlardan talep ederken onlara karşı kullandıkları dil önemlidir. Müslümanların birbirlerine karşı olan ilişkilerinde öne çıkarmaya çalışmaları gereken dil Muhammed (a.s) a önerilen tebliğ dili olmalıdır.
Tebliğ dilinin en önemli özelliği , insanlara karşı zorlayıcı bir üslup kullanılmaması noktasındadır. Bir çok ayet elçinin görevinin belirli bir sınırı olduğunu vurgulayarak , ilah olmaya ait olan sınırı geçmemesini özellikle hatırlatmaktadır. 

İnsanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olmak, Allah (c.c) nin tekelinde olan ve elçisine vermediği bir yetkidir. Elçiye dahi verilmemiş olan bir yetki bazı Müslümanlar tarafından, sahip oldukları inanç ve düşünceleri tek ve nihai doğru olarak sunularak herkesin bu görüşler üzerinde bir düşünceye sahip olması istenilmekte , bu istekler ise insanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olmaya soyunmak anlamına gelmektedir.

Kendilerinin insanlar üzerinde Hafiz ve Vekil olarak gönderildiklerini zannederek , sahip oldukları fikir ve düşüncelerin herkes tarafından kabul görmesini istemek , büyük bir kaosa sebep olmakta ve bugün içinde bulunduğumuz bölünmenin temelini teşkil etmektedir. Eğer Müslümanlar doğru olarak bildiklerini karşısındaki kimselere doğru bir dil ve Kur'an'i bir üslup ile anlatmaya kalktıklarında , kimseyi zorlamaya , küfretmeye , hakaret ve tekfir etmeye hakları olmadığını anlayacak ve daha medeni bir durumda birbirleri ile konuşmayı deneyeceklerdir.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

11 Ocak 2017 Çarşamba

Zümer s. 3. Ayeti : Kendilerini Allah'a Yaklaştırsın Diye Veliler Edinen Müslümanlar

Kur'an'ın Kitap Ehline , Kafirlere , Müşriklere yaptığı, onların yanlışlarına dair hitapların, sadece onlara has olduğu , biz Müslümanları ilgilendiren ayetlerin ise , sadece cennet ve cennet nimetleri ile ilgili ayetler olduğu zannı , bizleri Kur'an mesajının doğru bir şekilde anlamaktan uzaklaştırmaktadır. 

Kur'an mesajının doğru olarak anlaşılması , bazı toplulukların yaptığı yanlışları dile getiren ayetlerin , sadece onlara has olduğu yönünde okunmayıp , dile getirilen yanlışların bizim tarafımızdan işlenip işlenmediği üzerinde tefekkür yapılarak , şayet aynı yanlışlar bizler tarafından işleniyor ise , kendimizi Kur'an'ın istediği biçimde düzeltmeye çalışmak yönünde olduğu takdirde gerçekleşecektir. 

Şirk , Allah (c.c) nin asla bağışlamayacağını vaat ettiği (Nisa s. 48 - 116), ve toplumların helak olmasına sebep olan bir cürüm olarak , Kur'an mesajının temelini teşkil etmektedir. Şirk'in insan hayatında nasıl yer bulduğu , ve bundan nasıl korunulması gerektiğine dair bilgiler, bu kitap içinde önemli bir hacme sahiptir. 

Ancak Müslümanların bir çoğu şirk konulu ayetlerin , sadece Mekkelilere ve helak edilen kavimlere has olduğu zannı ile okuduğu için , bir çok Müslüman şirk batağının içine düşmüş bir halde , durumlarından habersiz , hallerinden memnun, cennette alacağı huri beklentisi içinde hayatlarını geçirmektedirler. 

Bir çok Müslüman Zümer s. 3. ayetini okuduğu zaman , bu ayette bahsedilen şirk durumunun kendileri ile alakası olduğunu dahi düşünmemekte , ilgili ayetin sadece Mekke müşriklerinin içine düştüğü şirk'i anlattığını zannetmektedir. Ne acıdır ki yine bir çok Müslüman olduğunu iddia eden kimsenin hayatında, Zümer s. 3. ayetinin bahsettiği şirk gerçekleşmekte , fakat bu kimseler bu durumu görememeleri bir tarafa , yaşadıkları bu durumu İslam'ın bir gereği zannetmektedirler. 

[039.003]  Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah'ındır. O'nun astından olan başka veliler edinenler (şöyle derler:) «Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.» Hiç şüphesiz Allah, kendi aralarında, hakkında ihtilaf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı, kâfir olan kimseyi hidayete eriştirmez.

Ayeti okuduğumuzda , insanları şirk'e düşüren halin, Allah'a yaklaşmak için taştan veya tahtadan yapılmış bazı nesneler edinmiş olmaları anlaşılmaktadır. İnsanlar bu nesneleri Allah ile aralarında yaklaştırıcı unsur olarak görmekte , bu aracı nesneler olmadan Allah'a yaklaşılamayacağını iddia etmektedirler. Dikkat edilirse bu insanlar Allah'ı kabul etmekte , hatta onun yaratıcı olduğu noktasında herhangi bir sorunları bulunmamaktadır.

[029.061]  Andolsun ki onlara: «Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?» diye sorsan, mutlaka, «Allah» derler. O halde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar?

[029.063]  And olsun ki onlara: «Gökten su indirip onunla, ölümünden sonra yeri dirilten kimdir?» diye sorarsan, şüphesiz, «Allah'tır» derler. De ki: «Övülmek Allah içindir», fakat çoğu bunu akletmezler.

[031.025] Andolsun ki onlara, «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye sorsan, mutlaka «Allah...» derler. De ki: (Öyleyse) övgü de yalnız Allah'a mahsustur, ama onların çoğu bilmezler.

[039.038]  And olsun ki, onlara, «Gökleri ve yeri yaratan kimdir?» diye sorsan: «Allah'tır» derler. De ki: «Öyleyse bana bildirin, Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut bana bir rahmet dilerse, O'nun rahmetini önleyebilir mi?» De ki: «Allah bana yeter; güvenenler O'na güvenir.»

Dün Mekkeli müşriklere sorulan soruların aynısı, bugün bir Müslümana sorulacak olsa, bu sorulara onun da vereceği cevap, Mekke müşriklerinin verdiği cevaptan farklı olmayacaktır. Bu insanların "Müşrik" vasfını kazanmasına sebep olan nokta, onların putlarına yüklemiş oldukları "Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar" şeklindeki gerekçeleridir.

Mekkeli müşrikler , Allah ile aralarında yaklaşmaya vesile olması için , taştan veya tahtadan yapılmış bir takım putları aracı olarak görmektedirler. Dün Mekkeliler tarafından putlara tapma konusunda dile getirilen gerekçenin aynısı , bugün kendisini Müslüman olarak ifade eden bir kısım insanın dilinde dolaşmakta , aracılar oluşturmak sureti ile gerçekleşen dini bir yaşam onların hayat tarzı haline gelmiştir. 

Dün Mekke veya başka bir yerde taştan tahtadan putlara taparak o putlar ile Allah'a yaklaştıklarını iddia edenlerin yerine geçenler , taştan tahtadan putları terk ederek , etten kemikten meydana gelmiş insanlara , kendilerini Allah'a yaklaştırıcılık görevi yüklemişlerdir.

Dün Mekke'de şirk işleyenler şirklerine, "Biz atalarımızı bu yol üzerinde bulduk" şeklindeki sözlerle gerekçe gösterir iken , bugün kendisini "Müslüman" olarak tanımlayarak şirk işleyenler, Allah'ın kitabını işledikleri şirk'e alet etmekten çekinmeyerek , Mekkelilerden daha aşağılık bir yönteme başvurmaktadırlar. 

Maide s. 35. ayetinde "Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakının ve O'na vesile arayın; O'nun yolunda cihad edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz." şeklinde buyurulmuş olmasını , Allah ile aralarında aracı kılınması gerektiğine dair bir emir olarak algılamakta ve bu emri yerine getirmek için !! aracılar kılınması gerektiği yorumlarını yapmaktadırlar. 

"Ruhul Beyan" adlı tefsirde ilgili ayetin tefsirinin nasıl yapıldığını gördüğümüzde içinde bulunduğumuz korkunç durum daha net anlaşılacaktır ; 

"Bil ki, ayeti kerime, açıkça vesileye yapışmayı emretmektedir, öyleyse vesile gereklidir. Çünkü Allah’u Teala’ya vuslat bir vesile ve bir vasıta ile olmaktadır. Bunun için en güzel vesile ve vuslat yolu da, hakikat alimleri ve tarikat şeyhleridir. İnsanın kendi başına amel etmesi, benlik ve varlık duygusunu artırabilir. Fakat peygamber ve velilerin tarif, mürşidin işareti ve nezareti (gözetimi) ile yapılan amelde, benlik duygusu bulunmaz. Böyle bir amel, talibi, Rabbul Âlemine ulaştırır. Ehl-i Hayrın ve Salihlerin sohbetinde büyük bir şeref ve saadet vardır. "


Özellikle tasavvuf kesiminin yaşadığı ve adına "İslam" dediği din, aracılık esası üzerine tesis edilmiş bir inanç olup , bu inanç maalesef Allah'ın ayetleri hevaya uygun olarak yorumlanmak ve tahrif edilmek sureti ile, İslam coğrafyası üzerinde yaşayan Müslümanlar arasında yaygınlaştırılmıştır.


"Direk Allah'a bağlanıyorum diyen Şeytan'a bağlanır"

Yukarıdaki şahsın ağzından çıkan sözler , İslam adına Allah'a atılan iftiraları özetlemektedir. 

[002.186]  Eğer kullarım sana benden sorarlarsa onlara de ki; ben kendilerine yakınım, bana dua edenin duasını, dua edince, kabul ederim. O halde onlar da benim çağrıma olumlu karşılık vererek bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar.

Kullarına "Ben size yakınım" buyuran Rabbimizin bu beyanına karşı , bazı kullar tarafından zımnen "Hayır sen bize uzaksın araya aracılar koyarsak onlar bizi sana yaklaştıracaktır" şeklinde bir itiraz getirilmekte, ve en büyük cürüm olan şirk , Müslüman hayatı içinde bu şekilde kendisine yer bulmaktadır.

Veli kavramı da bu noktada dejenerayona uğratılarak , Allah ile araya konulan , ölmüş veya diri olan bir takım Şeyh , Gavs , Kutup v.s lakaplı kimselere verilmektedir. Halbuki Allah (c.c) kendisi ile arasına konulan ne olursa olsun onu "Şirk" olarak nitelemektedir. 

Dün Mekke müşriklerinde veya helak edilen kavimlerde ortaya çıkan şirk'in bir benzeri, sadece aktör farkılığı ile , bugün bir kısım Müslümanın hayatında yer bulmaktadır. Mekke'de yaşayan müşrikler, Allah (c.c) ile aralarına taştan veya tahtadan yapılmış putları koyarak , Allah'a onlar ile yaklaşacaklarına inanırlar iken , bugün bir kısım Müslümanlık iddiasında bulunan kimseler ise, etten kemikten oluşan insanlara bu misyonu yükleyerek böylece Allah'a yaklaşacaklarına inanmaktadırlar.

Mekkeli müşriklerin ve Müslüman olma  iddiasında olan her iki topluluğun ortak gerekçeleri, " Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar" şeklindedir. Dün Mekke'de yaşayan insanlar, Allah'ın dinini ret ederek bu putlara kulluk etmekte iken , bugün Allah'ın dinini kabul eden insanların aynı şirk amelini işlemeleri akıl alacak iş değildir.

Müslüman olmak iddiasında olan , ve kendisini Allah'a yaklaştırdığını düşünerek , bir takım insanları aracı olarak görenlerin önlerindeki en büyük engel , dinlerini iman ettiklerini söyledikleri kitap yerine, başka kişi ve kitaplardan öğrenme yoluna gitmeleridir. Bu kimseler maalesef aracılık kurumu ile işleyen bir dinin gereğine öyle inanmışlardır ki , böyle bir aracılık sisteminin şirk olduğunu uyaranlara karşı hasmane tavırlar takınarak, onları sapıklıkla suçlamaktadırlar.

Bu kimseleri , kendileri ile Allah arasında yakınlaştırıcı olduğunu düşündükleri insanlar hakkında uydurulan keramet ve insanüstülük yalanları onları öyle bir hale sokmuştur ki , Kur'an ayetleri bile onları yollarından döndürmeye yetmemektedir. Dindar olmayı kılık kıyafete indirgeyen bu kimseler , sakal , sarık , cüppe , şalvar ve yeşil örtüye bürünerek anlatılan hurafelerle bezenmiş yalanları Allah'ın dini zannederek , gelen itirazlara ise "Siz onlardan daha iyimi biliyorsunuz?" şeklinde cevap vermektedirler. 

Şirk'i ortadan kaldırmak için indirilmiş bir dinin müntesipleri olarak şirk batağına batmak ve içinde bulunduğu durumdan rahatsız dahi olmadan bunu dinin bir gereği olduğunu sanmak , dünya hayatlarını bu şekilde geçirenler için , hesap gününde büyük bir pişmanlık sebebi olacaktır.  

Sonuç olarak ; Şirk , hesap gününde af edilmeyecek tek cürüm olması nedeniyle , özellikle bundan Müslümanların sakınması gerekmektedir. Şirk maalesef , Muhammed (a.s) ın Mekke fethinde Kabe içindeki putları kırması ile sona ermemiş , tasavvuf ekolünün Müslümanlar içinde hayat bulması ile yeniden hortlamıştır. 

İşin daha kötüsü , bir çok Müslümanın şirk içinde bir hayat sürmesine karşın , bu durumdan haberdar dahi olmamasıdır. İçinde bulundukları durumu kendilerine hatırlatanlara karşı , onları sapıklıkla suçlayarak , kendilerini en hakiki Müslüman olarak görmeleri içler acısı bir durum olup, yaşanan hayat içinde bu yanlışın fark edilmeyerek , şirk inancına sahip olarak can verildiği takdirde , dünyada iken hayal edilen huriler yerine, zebanilerle birlikte ebedi bir hayat sürülmesi içten değildir.

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

28 Kasım 2016 Pazartesi

Yunus s. 18. Ayeti : "Bunlar Bizim Allah Katında Şefaatçilerimiz" Diyen Müslümanlar

Allah (c.c) tarih boyunca indirdiği kitap ve gönderdiği elçiler ile , insanların sadece kendisini ilah ve rab olarak tanımaları gerektiğini ve yaşamlarını bu  esas üzerine temellendirmeleri gerektiğini bildirmiştir. Son kitabın indiği Mekke  bilindiği üzere , Allah (c.c) nin "Şirk" olarak tanımladığı bir çok inanç ve ameli işleyen insanların oluşturduğu bir şehir idi. Bu şehirde yaşayan insanların bir çoğu, "Put" olarak tanımlanan, kimseye herhangi bir zarar veya faydası olmayan şeylere kulluk etmekte,  bunları Allah ile aralarında aracı olarak görmekte idiler. Onların "Şirk" olarak tanımlanan bu düşünceleri ,Yunus s. 18. ayetinde şu şekilde haber verilmektedir. 

[010.018]  Allah'ın aşağısından olan, kendilerine ne fayda, ne de zarar verebilecek şeylere kulluk ediyorlar ve «Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir.» diyorlar. De ki, «Siz Allah'a göklerde ve yerde O'nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?» Allah onların ortak koştukları şeylerin hepsinden münezzehtir.

Mekke müşrikleri , kulluk etmiş oldukları putlarına tapma gerekçelerini "Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir" diyerek açıklamaktadırlar. Bu açıklama, Allah (c.c) ile direk irtibat kurulamayacağı , onunla irtibat kurmak için bir takım aracıların olması gerektiğine dayanan bir düşüncenin eseri olup , bu düşünce Allah tarafından ret edilmektedir. 

Şefaat ; "Bir işte aracılık ve kayırıcılık etmek" anlamına gelen bir kelime olup , bu kelimenin geçtiği ayetleri alt alta koyup okuduğumuz zaman , Allah ile aralarına aracılar koyan Mekke müşriklerinin bu inançlarının yanlışlığının merkeze alındığı ve bu yanlışlığı izale etmek babından bilgiler olduğu görülecektir.

Kur'an'ın müşrik inancı olarak ret ettiği, ve konu ile ilgili bütün ayetlerinin bu inancı ret ederek , yerine doğruyu koymak amaçlı olmasına rağmen , şefaat inancı İslam düşüncesi içinde yer almış , almamakla kalmamış neredeyse imanın şartı haline gelmiştir. Bu konu ile ilgili Kur'an ayetleri, müşrik inancı olan bu düşünceyi ret ettiği düşüncesi ile değil , Allah (c.c) nin bazı kullarına böyle bir yetki vereceği düşüncesi etrafında okunmuş , bu okumaya rivayetler ile destek bulunmuş , ve konu ile ilgili ayetler bu düşünce doğrultusunda tevil edilerek bugüne gelinmiştir.

Şefaat düşüncesinin altında karşılıklı menfaatler yattığı için , insanları sömürmenin en kolay yollarından birisi olan dini alanda hayli rağbet görmektedir. Şefaat edileceğine inanan kişi, kendisine Allah katında birisinin aracı olacağına inanmakla, ahiretini garanti altına aldığını düşünerek ömrünü rahat bir biçimde geçirmekte , şefaat edeceğine inanan kimse ise , kendisinden şefaat bekleyenler sayesinde , onların sırtlarından hem maddi , hem de manevi olarak kazanç sağlayarak ömrünü rahat bir biçimde geçirmektedir. "Alan memnun satan memnun" esasına dayanan bu sektörün alıcı ve satıcıları İslam dünyası içinde büyük bir yer kaplamaktadır.

Şefaat inancının Mekke versiyonu ile İslam dünyasındaki versiyonunu mukayese ettiğimizde , Mekke'deki cansız putların yerini İslam dünyasında, yaşayan tarikat şeyhleri , ölmüş ve görkemli türbelerde yatan ölü şeyhler almıştır. Dün Mekke müşriklerinin puta tapma gerekçesi olarak söyledikleri " Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir" sözü hiç değişime uğramadan aynı şekilde dillendirilerek, şefaat inancına sahip olanların ağızlarında dolaşmaktadır.

Allah (c.c) nin şirk olarak beyan ettiği bu düşünce , Mekke'deki taştan tahtadan putların yerine , kerameti müritlerinden menkul din baronlarının veya onların yattığı türbelerin geçirilmesi ile asla meşruiyet kazanmaz. 

[039.003] Dikkat edin, halis din Allah'ındır; O'nun aşağısından olanları veli edinenler: «Onlara, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz» derler. Doğrusu Allah ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Allah şüphesiz yalancı ve inkarcı kimseyi doğru yola eriştirmez.

Şefaat düşüncesine sahip olan bir kimseye " Bu yaptığınızın adı İslam literatüründeki adı şirk'tir" denildiği zaman , "Mekke'deki putlar ile bizim alimlerimizi aynı kefeye mi koyuyorsunuz?" şeklinde bir itiraz gelmektedir. 

Bu tür itirazın bir benzerinin , Tevbe s. 31. ayeti nazil olduğunda yapıldığını görmekteyiz. "Onlar Allah'ın aşağısından olan hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler" cümlesine , önceden Hristiyan olan bir sahabenin, böyle bir şey yapmadıkları yönündeki itirazı üzerine Muhammed (a.s) ,  rahipleri rab edinmenin onları helal ve haram koyucu olarak kabul etmek anlamında olduğunu söylediğine dair rivayetler bulunmaktadır.

Şefaat inancına sahip olanlara eğer "Siz alimleriniz ve türbelerde yatan ölmüşleriniz için "Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir" veya "Onlar, bizi Allah'a yaklaştırıyorlar" şeklinde bir ifade kullanıyormusunuz?" şeklinde bir soru sorulduğunda, onlardan alınacak cevap kocaman bir EVET olacaktır. 

İşte Mekkelilerin taştan tahtadan yapılmış olan putlardan bekelntileri ile ,  kendilerine "Ben Müslümanım" diyerek şefaat inancına sahip olanların ,  etten kemikten meydana gelmiş olan insanlardan olan beklentileri aynıdır. Kısacası , dün Mekke'de yaşanan putları şefaatçi olarak görmek sureti ile düşülen şirk batağının , bugün İslam dünyasında yaşanan şefaat inancı etrafındaki şirk batağı arasındaki farkı sadece aktörlerin değişmesi olup , içerek olarak zerre kadar bir farklılık arz etmemektedir.

Olayın daha vahim boyutu ise , bu düşüncenin imanın şartı gibi görülerek , bu düşünceye karşı çıkarak yanlış olduğunu dile getirenlere, "Sapık , Kafir , Zındık , Hadis Sünnet inkarcısı" gibi yaftalar takılarak söylediklerinin göz ardı edilmesidir.

[002.186] Kullarım sana Beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara YAKINIM. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip Bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar.

[050.016]  And olsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz; Biz ona şah damarından daha YAKINIZ.

Kullarına YAKIN olduğunu beyan ederek, araya yakınlaştırıcılar koyulmasını istemeyen Allah (c.c) nin beyanının aksine, onun bize uzak olduğunu düşünerek , yakınlaştırıcı olduğu iddia edilen kimseler ile ona yaklaşmaya çalışmak, açık ve net Şirk inancından başka bir şey değildir.

[002.281] Allah'a döneceğiniz ve sonra haksızlığa uğramadan herkesin kazancının kendisine eksiksiz verileceği günden korkunuz.
[003.025]  Geleceğinden şüphe olmayan günde, onları topladığımız ve haksızlık yapılmayarak herkese kazandığı eksiksiz verildiği zaman, nasıl olacak?
[004.124] Erkek veya kadın, mümin olarak, kim yararlı işler işlerse, işte onlar cennete girerler, kendilerine zerre kadar zulmedilmez.
[006.160]  Kim ortaya bir iyilik koyarsa ona on katı verilir; ortaya bir kötülük koyan ise ancak misliyle cezalandırılır; onlara haksızlık yapılmaz.
[010.054]  Haksızlık etmiş olan her kişi, yeryüzünde olan her şeye sahip olsa, onu azabın fidyesi olarak verirdi. Azabı görünce pişmanlık gösterdiler. Haksızlığa uğratılmadan aralarında adaletle hükmolunmuştur.
[016.111]  O gün, herkesin kendi derdine düşüp çabalayacağı ve herkesin işlediğinin haksızlığa uğratılmadan kendisine ödeneceği bir gündür.
[017.071]  Bir gün bütün insanları önderleriyle beraber çağırırız. O gün kitabı sağından verilenler, işte onlar kitablarını okurlar. Onlara kıl kadar haksizlik edilmez.
[023.062]  Biz herkese ancak gücünün yeteceği kadar yükleriz. Katımızda gerçeği söyleyen bir kitap vardır; onlar haksızlığa uğratılmazlar.
[039.069] Yer; Rabbının nuru ile aydınlandı, kitab konuldu, peygamberler ve şahidler getirildi. Onlara haksızlık yapılmadan aralarında hak ile hükmolundu.

Birçok ayet , insanların dünya hayatlarında yaptıklarının en küçük bir haksızlık yapılmadan karşılığının verileceğini, onlara zerre kadar zulmedilmeyeceğini beyan etmesine rağmen , şefaat inancının temelini oluşturan kayırıcılık , araya girme düşüncesi , Allah (c.c) nin bir kul hakkında verdiği kararın yanlış olduğunu, ve bu kararından dönmesi için bir nevi avukatlık yapması anlamına gelmektedir. 

Rivayetlerde yer alan bilgilerde , Muhammed (a.s) ın hesap gününde secdeden başını kaldırmayarak "Ümmetim , ümmetim" diyerek yalvarmasına karşılık olarak Allah (c.c) nin ona "Sana ümmetini bağışladım" demesi , haşa Allah'ın merhametsiz , kulunun ondan daha merhametli olduğu gibi bir yanlışa sevk etmektedir.  

Allah (c.c) dışında şefaatçiler edinmek , şefaatçi edinilen kimseleri ona denk saymak anlamına gelmektedir. Ahiret gününde onun vermiş olduğu kararı değiştirmesi için birilerinin araya gireceğini düşünmek , ondan daha merhametli olan birilerinin olduğunu iddia etmek olacaktır. 

Hesap gününde şefaatçilerin olmayacağını yine bir çok ayette beyan edilmesine rağmen , elçilerden başka insanlar için garanti olmayan cennetin , Şeyh , Gavs , Kutup v.s gibi adlarla anılan kimseler için garanti olduğunu düşünülerek onları şefaatçi olarak görmenin ne kadar büyük bir yanılgı olduğu görüldüğü zaman çok geç olacak, ve dünyaya geriye dönerek salih ameller işleme imkanı olmayacaktır.  

Bu noktada şefaati izne bağlayan ayetler gurubu ile ilgili olarak kısa bir hatırlatma yerinde olacaktır. Şefaat konusunda bazı ayetler şefaati kesinlikle ret etmesine karşın , bazı ayetler ise şefaati izne bağlamaktadır. Bu ayetler, sanki şefaatin Allah dışında bazı kimselere verileceği gibi bir algı oluşmasına sebep olmaktadır. Bir ayette şefaati ret , diğer bir ayette şefaati izne bağlayarak bazı kimselere şefaat izni verileceği gibi bir çelişkinin Allah'ın kitabında olması asla söz konusu olamaz. 

Öyleyse bu ayetleri , müşriklerin kendi yanlarından oluşturdukları şefaat düşüncesinin ret edilmiş olması bağlamında düşünerek , onların kendi yanlarından çıkardıkları bu düşüncenin Allah katından bir izni olması gerektiği , kimsenin Allah'a rağmen böyle bir inanç oluşturamayacağını , izin konusunun şefaatin imkanını değil , imkansızlığını ifade ettiği çerçevesinde okumak gerekmektedir.

Şefaat konusunda daha önceden "Şefaat Ayetlerini Birde Bu Sıra İle Okuyalım" başlıklı bir yazıda bu konudaki bütün ayetleri ele almaya çalıştığımız için bu yazıda sadece Yunus s. 18. ayeti üzerinden bu düşünceyi ele almaya çalıştığımızı hatırlatmak isteriz.

Şefaat düşüncesi İslam dünyasının ve Müslümanların gelişmesi yolunda engel olan düşüncelerin başında gelmektedir. Şefaat edeceğine inanılan kimselerin akla hayale gelmez yalanları ile doldurulmuş kitapları okuyarak , dünyanın gerçeklerinden kopuk bir yaşam sürmek , Müslümanların her konuda geri kalmasına sebep olmaktadır. Şefaatten mahrum kalmamak için , Şeyh , Gavs v.s gibi adlarla anılan kimselerin eteklerinin dibinden ayrılmayan bu insanlar , dini sadece ruhbanlık olarak görmek sureti ile dünya ile alakalarını keserek , meydanın başkaları tarafından doldurulmasına sebep olmaktadırlar.  

Müslümanların her alanda gelişmeleri , "Din Adamları" denilen bu sınıfın hakimiyetinin ortadan kalkarak  herkesin kendi dininin adamı olması ile mümkün olacaktır. Bu adamları nimetten sayarak onlara verilen değer , onların insanları daha kolay sömürmesine ve onların sırtlarından bir servet imparatorluğu kurmalarına sebep olmaktadır. 

Ellerinde en büyük koz olarak bulundurdukları, insanları hesap gününde kurtaracaklarına dair olan inanç yıkılarak, Allah'tan başka şefaatçiler olmadığı inancı Müslümanların arasında hakim olduğu gün , bu adamlar ortada tek başına kalarak yüzüne dahi bakılmayacak kimseler olduğu anlaşılacaktır.

Sonuç olarak : Müşriklerin şirk inançları arasında sayılan ve Kur'an tarafından ret edilen şefaat inancı , zaman içinde Müslümanların baş tacı haline gelerek , insanları maddi ve manevi yönden sömürmenin aracı haline gelmiştir. Bu inanç etrafında oluşturulan sektör sayesinde bir çok Müslümanın ayağı bağlanmış , kendilerini ahirette kurtarmak vaadi ile , kerameti müritlerinden menkul olan şeyhlerin kucaklarına düşmüştür.

Müslümanların her alanda ilerlemelerine engel olan ve din adamları sınıfının elinde esir durumuna düşerek onların elinde oyuncak haline gelmesine sebep olan bu inanç , yanlış ve şirk inancı olduğu, geniş kitleler tarafından anlaşılmaya başlandığı an İslam dünyasından büyük bir değişim başlayacaktır. 

Kendilerine oluşturdukları küçük dünyalarında uçtu kaçtı masalları ile Müslümanları oyalayarak onları maddi ve manevi olarak sömürerek , her yönden geri kalmasına sebep olan bu adamlar artık tarihin tozlu sayfalarında yerlerini alarak , ortadan kaldırılmalıdır.

Kendilerini din adamlarının tasallutundan kurtarmaya başlayan Müslümanlar , kendi dinlerinin adamı olarak kişilere bağımlı olmaktan kurtulacaklar ve dünya gerçeklerini daha kolay anlamaya başlayacaklardır.  

Tarikat şeyhlerinin hakimiyetinin bittiği bir İslam dünyası, tüm Müslümanların özlemi olmalıdır. 

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.