Kehf s. 60 -82. ayetleri arasında Musa adında bir kişinin yolculuğu anlatılmaktadır. Bu kişinin elçi Musa mı veya başka bir Musa mı olduğu tartışması olduğu için sadece "Musa adında bir kişi" olarak bahsetmeyi uygun gördüğümüzü hatırlatarak , Bu Yazımızda kıssa içinde Musa nın "İlim verilen bir kul" olarak bahsedilen bir kişi ile olan yolculuğu içinde olan 3 olaydan o kulun çocuğu öldürmesi üzerinden verilmek istenen mesajı anlamaya çalışacağız.
Kur'an kıssalarını sadece yaşandığı zaman , mekan ve kişiler ile sınırlı olarak yapmış olduğumuz okumalarda, kıssalardan hasıl olması gereken maksadı anlamakta zorluk çekildiği malum bir konu olup , bu zorluğu en fazla bu kıssa da ve bu kıssa içinde geçen çocuğun öldürülmesi olayında görmekteyiz.
Özellikle tasavvuf meşrebine mensup kişilerin kendi hezeyanlarını, bu kıssadaki kişi olan İlim verilen kula verilmiş olan ilim ile ortaklık kurarak, kendilerine "Ledün İlmi" adı altındaki bilgiden verildiği iddiasında bulunarak, kendileri etrafında büyük bir mürit kitlesi oluşturmuş olduklarını görmekteyiz.
Bu olaya dayanarak geçmişteki harici fırkasının, küçük çocukları büyüdüklerinde onlar gibi harici olmayacakları gerekçesi ile öldürdükleri , Osmanlı Padişahlarının daha kundaktaki küçük kardeşlerinin gelecekte kendilerine zarar vereceği gerekçesi ile bu kıssadaki olaydan çıkarılan fetvalar ile öldürttükleri söylenmektedir.
Yazımızın sınırı sadece İlim verilen kulun çocuğu öldürmesi ile alakalı olacağı için , Gemiyi delmesi ve Duvarı düzeltmesi konularına girilmeyecektir.
[018.074] Yine gittiler; sonunda bir erkek çocuğa rastladılar, o hemen onu
öldürdü. Musa: «Bir cana karşılık olmaksızın masum bir cana mı kıydın? Doğrusu
pek kötü bir şey yaptın» dedi.
[018.075] O: «Ben sana, yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?» dedi.
[018.080] «Erkek çocuğa gelince, onun ana-babası, mümin kimselerdi. Bunun
için (çocuğun) onları azgınlık ve nankörlüğe boğmasından korktuk.»
[018.081] Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden
birini vermesini istedik.»
Bu olayın yaşanmışlığı üzerinde takılıp kaldığımız zaman İlim verilen kulun kimliği üzerinden bir çok spekülasyonun yapıldığı görülecektir. Biz olayın yaşanmışlığı üzerinden değil , anlatım üzerinden verilmek istenen mesajı okumak şeklinde bir tercihte bulunduğumuz için bu tür konulara hiç girmeyeceğiz.
Bazı kıssalarda sadece yaşanmışlık üzerinden kıssayı okuyarak , o kıssa ile ilgili çıkarımlarda bulunmaya çalışmak , ilgili kıssayı anlamayı kolaylaştırmayı değil , aksine anlamayı zorlaştırmaktadır. Kur'anın Adem kıssası ile ilgili anlatımları bu kabilden bir örnektir. Mesaj içerikli bir okuma yöntemi kıssayı sadece yaşanmışlığı içinde bırakmayarak , asıl olan bize ne diyor sorusuna cevap bulmamıza da yardımcı olacaktır.
Musa ile birlikte yola devam eden İlim verilen kul , yol da bir erkek çocuğa rastlar ve onu öldürür , Musa hemen buna , çocuğun "masum" olduğu gerekçesi ile karşı çıkar ve bu tepki insani bir tepkidir ve doğrudur , hepimizin başına böyle bir durum gelse, bu olay ile ilgili olarak bildiklerimiz üzerinden gerekçemizi göstererek tepkimizi veririz.
Çünkü bize verilen bilgi de, haksız yere bir cana kıymanın haram (6.151) , ve bütün insanları öldürmek gibi olduğu (5.32) beyan edilmiştir , Musa da gerekçelerini bu bilgi üzerinden İlim verilen kula aktarmaktadır.
İlim verilen kul , çocuğu öldürme gerekçesini Musa ya anlatırken onun ilerde yapacağı yanlış işler için bunu "yaptım" demeyip YAPTIK demektedir . Bu şekildeki bir gerekçe, olayın mesaj yönünün ağır bastığı düşüncesini bizde uyandırmaktadır.
81. ayette " Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden
birini vermesini İSTEDİK.» denilmesi olayı sadece şahıs kimliği ile sınırlamanın yanlış olacağını bildirmektedir.
Burada "İlim verilen kul" un kimliği değil, o kimlik üzerinden bir meselenin görselleştirilerek anlatılmasını okumanın, kıssayı anlamakta kolaylık sağlayacağını düşünmekteyiz. Peki nedir bu mesele ;
Bizler insan olarak "Gayb" denilen, bize bilgileri verilmemiş olan bazı konuların olduğunu bilmekteyiz. Gaybı Allah (c.c) bildiğine dair olan ayetleri hatırlayacak olursak, bizim insan olarak bilmediğimiz bir çok şey olduğunu görürüz.
Allah (c.c) kullarının bilmelerini gerek gördüğü gaybı yine Elçileri vasıtası ile onlara açarak sınırlı bir gayb bilgisi aktarır. Bu tür bilgiler, son Elçi Muhammed (a.s) vasıtası ile indirilen Kitap ta mevcuttur (72. 26-28).
Vahiy bilgisi aracılığı ile bizlere bildirilmeyen gaybın ardına düşmemek gibi vazifemiz olduğu (17.36) için , bizlere gaybi konulara dair bazı bilgiler verilmiş olsaydı bu tür bilgileri insan olarak kaldırabilme gücümüzün olmadığı, bize bu kıssa üzerinden anlatılmaya çalışılmaktadır.
Bu kıssa içinde özellikle çocuğun öldürülmesi üzerinden verilmek istenen mesajda "İlim verilen kul" kimliği altında müşahhaslaştırılarak anlatılan kişi, ALLAH (C.C) NİN GAYB BİLGİSİNİ TEMSİL ETMEKTEDİR. Allah (c.c) kendi bilgisini , İlim verilen kul kimliği altında müşahhaslaştırdığı kişi üzerinden görsel bir olay şeklinde bizlere aktarmaktadır.
Bu noktada Musa adlı kişinin ise , gayb bilgisi verilmeyen biz insanları temsil eden bir şahsiyet konumunda olduğunu hatırlatmak isteriz.Musa adlı kulun şahsında müşahhaslaştırılarak anlatılan biz insanlar , İlim verilen kulun şahsında müşahhaslaştırılarak anlatılan, Allah (c.c) nin sınırlarını zorlamak gibi bir durum içinde olmamamız gerektiği bu olay ile anlatılmaktadır.
Kıssa , "Musa" kimliği altında anlatılan insanın bilgisinin sınırlı olduğu , " İlim verilen kul" kimliği altın anlatılan Allah (c.c) nin bilgisinin sınırı olmadığını vurgulayarak , İNSANIN BİLGİSİNİN SINIRINI AŞMAYA KALKMAMASI sadece kendi sınırları içinde kalması gerektiğini öğretmektedir. İlim verilen kulun " «Doğrusu» dedi, «sen benimle beraberliğe sabredemezsin. Bütün yönleriyle
kavrayamadığın meseleler karşısında nasıl kendini tutabilirsin ki?»" demesi iel , bizim takatımızın yetmediği bir işe yeltenmemiz karşısında bunları anlamakta zorlanacağımız ve altından kalkamayacağımız bir takım sıkıntılar içine girebileceğimiz vurgusu yapılmaktadır.
İnsan kendisine verilen bilgi ile yetinecek , bilgi verilmeyen şeyin ardına düşmeyecek , eğer sınırları zorlayacak olursa altından kalkamayacağı sıkıntılara düşerek cevapsız soruların altında ezilecektir.
Bu durumu , "Allah (c.c) kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını bilmez" söylemi etrafında kısaca değerlendirelim;
Kader konusu yüz yıllardır Müslümanların gündemini meşgul eden bir konu olup, Müslümanların fırkalara ayrılmasının yolunu açmıştır. Geleneksel düşünce içinde , kulun yapacaklarının önceden yazılmış olması meselesi ve bu düşünce etrafında ortaya konan rivayetler , haklı olarak bazı itirazların dile getirilmesine sebep olmuştur.
Allah (c.c) nin yaratmış olduğu kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını bilmiş olması, bir çok Kur'an ayeti ile desteklenmiş olmasına rağmen , kulun iradesine herhangi bir baskı yapılmamış olması pek göz önüne alınmadan , onun bu bilgisi bazıları tarafından yadırganmaktadır.
"Allah (c.c) kulunun, geleceği içinde bütün yapacaklarını bilir" dediğimiz takdirde kulun Cennet veya Cehennem ile karşılıklandırılmasında haksızlık olacağı düşüncesinin hakim olacağı korkusu ile, Allah (c.c) nin böyle bir haksızlığı asla yapmayacağı düşüncesinden hareketle Allah ın bilmediği iddiası, yanlışı yanlışla kapatma örneği olarak karşımızda durmaktadır.
Gelenekteki Allah (c.c) nin yazmış olması meselesinin kulu iradesiz bir varlık veya Allah (c.c) tarafından iradesi o yönde zorlanan bir varlık durumuna düşürme şeklindeki düşüncelere kapı açması bakımından problemli olduğu ortadadır. Bu yanlış düşünceyi , "Allah kulunun ne yapacağını bilmez" şeklindeki bir başka yanlış düşünce ile ret etmeye kalkmak, ayrı yanlışlara kapı açması bakımından problem teşkil etmektedir.
O zaman nasıl bir düşünce içinde olmalıdır ki bu tür sonu gelmez tartışmalar içinde vakit kaybetmeyelim?. İlim verilen kul kıssası içindeki anlatımların özellikle çocuğun öldürülmesi konusunun, insanın kendisine verilen ile yetinmesi gerektiğine dair bir mesaj olarak okunmaya çalışıldığında , kıssadaki anlatımlarda hasıl olan bazı müşkilatın aşılabileceğini söyleyebiliriz.
Kul , kendisine Allah (c.c) tarafından çizilmiş olan çerçeveye riayet ederek hayatını sürmek zorundadır. Bu hayat içinde ona "İrade" denilen doğru veya yanlışı seçme serbestiyeti tanınmıştır. Bu iradesi ile seçtiği yolun karşılığında ona verilecek olan Cenneti veya Cehennemi hak edecektir.
Bizim durumumuz kısaca böyle iken , bizim sonumuzun Allah (c.c) tarafından BİLİNMESİ veya BİLİNMEMESİ bizim açımızdan çokta önemli bir konu olmamalıdır. Allah (c.c) nin bilmiş olması bizim hayat içinde yapacaklarımız noktasında herhangi bir değişiklik yapmamızı gerektirmediği gibi , bilmemiş olması da yapacaklarımız noktasında herhangi bir değişiklik yapmamızı gerektirmez. Kul olarak , Allah (c.c) nin bizim yapacaklarımızı önceden bilmiş olmasının bize herhangi bir zararı , bilmemiş olmasının da herhangi bir yararı yoktur.
Hal böyle iken yapılan bu tartışmalar bir sonuca varılmak için değil karşıdakini yenmek için yapılan tartışmalar olarak yapıldığı için sonuca varmak mümkün değildir. İnsan kendisinin nasıl bir konumda olduğunu bilerek , Allah (c.c) ye ait olan bir sınırı aşmaya kalkmayacak olursa böyle tartışmaların önü de kesilmiş olacaktır.
Sonuç olarak ; Kehf s. içinde anlatılan "İlim verilen kul" un çocuğu öldürmesi meselesi , kıssanın mesaj içerikli olarak okunması sonucunda, tefsir kitaplarında gördüğümüz bir çok konunun veya bu olaydan yola çıkılarak bazı cinayetlere kılıf uydurmanın önü kesilmiş olacaktır.
Musa ve İlim verilen kul kimliği altında anlatılanlar , İnsan ve Allah arasındaki bilgi düzeyinin farkını anlatmaktadır. Gayb konusu Allah (c.c) sınırları dahilinde olup , bu sınırları aşarak ona muttali olmak isteyenlerin bunu kaldıramayacağı , dolayısı ile insan kendine verilen kadarı ile yetinecek ve kendisi için belirlenen kulluk sınırları dahilinde hayat geçirerek sonunu hazırlayacaktır.
Sonunu hazırlarken yaptıkları , onun kendi iradesi dahilinde yapmış oldukları olup , bu konuda kula herhangi bir dış etki yoktur. Kulun sonunu Allah (c.c) nin önceden bilip bilmemesi tamamen Allah (c.c) nin sınırı olup, onun bilmiş olmasının veya bilmemesinin kul için herhangi bir faydası veya zararı yoktur. Bu konuda bizlere Kur'anda verilen bilgiler yeterli olup fazlası gerekseydi Rabbimiz mutlaka verirdi.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
Üzerinden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Üzerinden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
2 Ocak 2015 Cuma
8 Aralık 2014 Pazartesi
Salat (Namaz) Vakitlerini Elçinin Örnekliği Üzerinden Okumak
Kur'an'ın
gündem edilmeye başlanması ile hararetlenen tartışma ortamında,
tartışılması gerekli veya gereksiz bazı konuların da ortaya çıktığını
söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. "Salat" kelimesi etrafında gündem
edilen bazı konuları da gerekli veya gereksiz olarak ikiye ayırmak
mümkündür. Salat kelimesinin içeriği, içinin nasıl doldurulması
gerektiği, geleneksel anlamdaki yanlışlıklar gibi konuların
tartışılmasının gerekli olduğunu düşünüyoruz.
Bunları
tartışırken Kur'an'ı sanki bugün inmiş bir Kitap gibi görüp, dağ başına
inmiş kabul edip, Elçi örnekliğinden yoksun, kendi içinde bütünlük
olgusunu hiçe sayarak, sadece meali baz alıp Arapça metnini öteleyerek
yapılan tartışmaların fayda yerine zarar getireceği bilinmelidir.
Kullandığımız
dilde adına "namaz" dediğimiz vakitli ve ritüel "salat"ın vakitleri
konusunda böyle bir tartışmanın olduğu bilinmektedir. Yazımız, böyle bir
ritüelin olmadığı konusunda görüş belirtenlerden çok, "evet Kur'an'da
namaz vardır" deyip vakitleri konusunda bir takım düşünceler ileri
sürenlerin görüşleri çerçevesinde ele alınmaya çalışılacaktır.
"Salat"
kelimesini Kur'an'da genel anlamı itibarı ile "destek ve yönelim"
olarak anlamak mümkündür. Bu anlamda sadece belirli vakitlerde değil 24
saat bu destek ve yönelimin devamı esas olmalıdır. Namaz ritüeli günün
belirli vakitlerinde ve günün toplam bir saatini kapsamaktadır. Geri
kalan 23 saatinde Allah'a olan destek ve yönelimin devam etmesi
gerekmektedir.
Namazın vakitleri ile ilgili
tartışmaların yukarda belirttiğimiz gibi gereksiz tartışmalar olduğunu
en baştan söyleyerek, gereksizliğinin gerekçelerini paylaşmaya
çalışalım. Yazımızın amacı namazın kaç vakit olduğundan çok, bu
düşüncelerin metod yanlışlığından kaynaklandığını ifade etmeye çalışmak
üzerinde olacaktır.
"Sadece Kur'an" demek; salt
bir metin okuması demek değildir. Böyle okunan bir kitabın, inmeden
önce birtakım ön bilgi ve uygulamaların varlığını kabul ettiği ve bu ön
bilgi ve uygulamaların yanlışlığını red ettiği veya doğruluğunu
onayladığı gerçeği ötelenmiş olacaktır. Bu söylemin içini Elçinin
örnekliğini red ederek doldurmaya çalışmak, yapılabilecek en büyük
yöntem hatası olacaktır. Örneklikleri hesaba katmanın; hadîse tâbi olmak
anlamına değil, Kur'an'ı bütüncül okumak anlamına geldiğini
hatırlatalım.
Bu söylemin için doldurmak adına
yapılan en büyük hata; Elçi örnekliğini hiçe sayarak, geçmişin yaptığı
hataların üzerine kurulmuş bir düşünce oluşturmaktır. Geçmiştekilerin
yaptığı Elçi anlayışındaki hatalar, bizleri Elçi'nin fonksiyonunu
görmezlikten gelmeye götürmemelidir. Kur'an'ı ön kabulsuz yapılan bir
okumada, Elçi'nin örnekliği için hadis kitaplarına gitmeye gerek
olmadığını hatırlatarak, bu örnekliklerin Kur'an içinde bolca
görülebildiğini söyleyebiliriz.
"Tarihi arka
plan" şeklinde niteleyebileceğimiz nuzül öncesi Arap inancının, örfünün
ve kültürünün bilinmesinin, anlamaya önemli katkılar sağlayacağı
açıktır. Bunu söylerken Kur'an dışı bazı bilgi kaynaklarına yöneltmek
istediğimiz gibi bir düşünce içinde olmadığımızı hatırlatarak, bu tür ön
bilgilerin yine Kur'an içinde mevcut olduğunu hatırlatmak yerinde
olacaktır.
İnsanların birbirleri ile olan
iletişimleri ilk insandan beri devam etmiş ve ilk insandan başlayan
bilgi edinme ve edinilmiş bilgilerin sonrakilere aktarılması yolu ile
gelişimin devamı sağlanmıştır. Bu bilgiler her dalda olduğu gibi dini
alanda da geçerlidir. Fizik, kimya, biyoloji vb. bilim dalları ile
ilgili bilgiler, binlerce yıldır insanların bilgi birikimi neticesinde
bu noktaya ulaşmış ve gelecekte de bu güne kadar erişilmiş olan bu
bilgilerin üzerine yeni bilgiler konulması ile daha üst seviyelere
çıkılacaktır. Hiçbir bilimadamı kalkıp "bu bilgilerin hepsini red ediyorum"
şeklinde bir itirazda bulunarak sıfırdan yeni bilgiler üretmesi imkan
dahilinde değildir. Bilginin devamlılığını bir tür bayrak yarışına
benzetecek olursak, bayrak yere düşmeden elden ele nesiller boyu sürekli
olarak el değiştirip yola devam edecektir.
Din
adına gelen bilgiler de aynı şekilde nesiller boyu aktarılarak
sonrakilere ulaşmıştır. Kur'an nâzil olmaya başladığı zaman nuzül dönemi
muhataplarının ilk defa duydukları her hangi bir bilgi getirmemiş olup,
bilgi sahibi olunan konulardaki bir takım yanlışları düzeltmiştir.
Çünkü o insanların bilgi sahibi oldukları konular, binlerce yıldır süren
insanlık serüveninin kadim bilgileri idi.
Namaz
dediğimiz ibadet şekli nuzül öncesinde bilinen ve uygulanan bir şekil
olup, o dönemde uygulanan ibadet Allah'a değil putlara idi. Kur'an bu
ibadeti aslî hüviyetine geri döndürerek Allah'a has kıldı.
Muhammed(a.s)'ın bu tür bir ibadeti daha önce hiç bilmediği ve ona
Cibril'in öğretti iddiası rivayetlerde olup doğru bir bilgi değildir.
Elçiler,
insanlığın öğretmenleri olup, o zamana kadar yanlış olan veya
bilinmeyen bazı şeyleri muhataplarına öğretmek için Allah (c.c)
tarafından görevlendirilmişlerdir. Beraberinde getirdikleri Kitap'ın
içeriğini sadece okumak gibi bir görevleri olsaydı, Elçiler sadece
"vitrin mankeni" mesabesinde kalmış olacaklardı. Halbuki Elçilerin
insanlara "bilmediklerini öğretmek" gibi bir vazifeleri vardır.
Bir
öğretmen talebesine iyi bir insan olmayı, önce kendisi bunu hayatında
uygulayarak yapar ki örnek olsun. Sadece söz ile yapılan bir öğüt bu
noktada yeterli gelmeyecek ve nasıl iyi insan olunabileceği ve
olunabilirliği talebelere uygulamalı eğitim ile öğretilecektir.
Elçilerin
de yaptıkları iş bir nevî "Uygulamalı Eğitim"dir ve bunun Kur'an
ıstılahında adı "ÜSVETÜN HASENETÜN (en güzel örnek)" şeklindedir.
Bizlerin bu örnekliği red etmek gibi bir seçeneği asla yoktur.
Kur'an'da namaz vakitleri ile ilgili olduğunu düşündüğümüz ayetlere baktığımızda, bu ayetlerde "size günde şu kadar namaz farz kılınmıştır" şeklinde açık seçik bir beyan yoktur. HÛD, İSRÂ ve TAHA Sureleri'nde başta olmak üzere Kur'an'ın değişik ayetlerinde "şu vakitlerde salatı ikame edin" veya "şu vakitlerde tesbih edin" şeklinde bazı zaman birimlerinin zikredildiğini görmekteyiz.
Bu
ayetler ile ilgili zaman birimlerinin hangi birimler olduğu yönündeki
tefsirlere baktığımız zaman farklı görüşler olduğu malumdur. Bahsedilen
zaman birimi ile ilgili olarak bir tefsirci o zamanın "öğle" olduğunu
söylerken, diğer tefsirciler "sabah, ikindi veya akşam" demektedirler.
Bu
farklı görüşlerin, Arap dilinde o kelimeye verilen anlamlar üzerinden
ve Arapça metin üzerinden yapıldığını ve tefsircilerin Arapça
bildiklerini düşünecek olursak, bugün herhangi bir Kur'an mealini eline
alarak yapılan namaz vakitleri çıkarım çalışmalarının ne derece sağlıklı
sonuçlar verebileceği tartışılır.
Bu çıkarım
çalışmaları mealden olduğu gibi bir de bağlamdan kopuk bir anlamayı,
sadece bugün inmiş bir kitap şeklinde yapılan okumayı da hesaba katacak
olursak, yapılan çıkarım çalışmasının baştan yöntem hatası yapılarak
başlanan bir çalışma olduğu ortadadır.
Öncelikle
şunu ifade edelim ki; Kur'an'da bazı vakit aralığı ile ilgili
anlatımlar, o vakti değil bütün günü kapsamaktadır. Bunu birkaç örnek
ayet ile görelim;
[019.011] Zekeriya bunun üzerine mabedden çıkıp milletine: «Sabah akşam Allah'ı tesbih edin» diye işarette bulundu.
[019.062] Orada boş sözler değil sadece esenlik veren sözler işitirler. Orada rızıklarını sabah akşam hazır bulurlar.
[030.018] Hamd O'nundur; göklerde de, yerde de, günün sonunda da ve öğleye erdiğiniz vakit de.
[040.046] Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün, «Firavun'un adamlarını azabın en ağırına sokun» denir.
[025.005] «Kuran öncekilerin masallarıdır; başkalarına yazdırıp sabah akşam kendisine okunmaktadır» dediler.
[048.009] Tâ
siz Allah'a ve O'nun Peygamberine imân edesiniz ve O'na yardımda ve
tebcilde bulunasınız, ve O'nu sabah ve akşam tesbîh edesiniz.
[033.042] O'nu sabah akşam tesbih edin.
[076.025] Rabbinin adını sabah akşam an.
Yukarıda örnek olarak verdiğimiz ayet meallerindeki "sabah - akşam" şeklindeki zaman, ayrı zaman aralıkları değil süreklilik ve kesintisizlik anlamı olan ifadelerdir.
Zekeriya(a.s)
kavmine sabah ve akşam vakitlerinde değil, devamlı Allahı tesbih edin
demektedir. Cennet ehli rızıklarını sabah kahvaltısı ve akşam yemeği
olarak değil, sürekli olarak hazır bulmaktadırlar. Hamd ve zikir belirli
zamanlarda değil, günün tamamındadır.
Bu tür
ayetlerden yapılan zaman çıkarma çalışmaları; hem yanıltıcı hem de diğer
zamanları kapsamama gibi bir düşünce içine girilebilmesi ihtimalini
doğuracaktır.
Bu bağlamda namaz vakitleri
konusunda ortaya konulan HÛD, İSRÂ ve TAHA Sureleri'ndeki ayetleri de
ele aldığımızda şunları görebiliriz.
[011.114] Gündüzün
iki tarafında ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namazı kıl.
Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlara bir öğüttür.
HÛD 114 ayetindeki "gündüzün iki tarafı"
şeklindeki ifade; iki ayeri vakti değil gündüzün başından sonuna kadar
şeklinde bir anlamı belirmiş olup, gündüzün tamamında salatın ikamesini
içerir. "Gecenin yakın saatleri" ifadesi; gecenin dinlenme ve
uyku vakti olduğunu düşünecek olursak, bu vakitlerin geri kalan kısmını
ifade eder ki 24 saatlik bir gün diliminin tamamına tekabül etmektedir.
[017.078] Güneşin
kaymasından, gecenin kararmasına kadar namazı güzel kıl; bir de
kıraatıyle seçkin olan sabah namazını; çünkü sabah Kur'an'ı gerçekten
şahitlidir.
İSRÂ 78 ayetinde de; güneşin batışa
geçmesinden, tâ fecre kadar bir zaman aralığından bahsetmektedir. Bu
ayetlerde de şu vakit veya bu vakitten ziyade, kesintisiz bir zamanı
ifade ettiği görülmektedir.
[020.130] O
halde onların dediklerine sabret, güneşin doğmasından önce ve
batmasından önce Rabbini hamd ile tesbih et. Gece saatlerinde de
gündüzün uçlarında da tesbih et ki, hoşnutluğa eresin.
TAHA 130 ayeti bütün günü kapsayan bir zaman aralığı içinde tesbih edilmesini emretmektedir.
Kur'an'da
bu tür vakitler belirtilerek salat ve tesbih edilmesi emirlerini, şayet
Kur'an bu gün Elçi olmadan dağ başına inmiş bir kitap olsa ve kişisel
yorumlar ile bu vakitlerin hangi vakitler olduğu belirlenmeye
çalışılsaydı, önceki tefsirciler gibi farklı düşünceler çıkarak herkesin
kabul ettiği belli vakitlerin çıkarılması mümkün olmazdı.
Şayet
Kur'an'ın bize namaz kılma emri olduğunu bilip, bu vakitlerin hangi
vakitler olduğu bize bırakılsaydı, hiçbirimiz ne iki vakit, ne üç vakit,
ne de beş vakit namaz emri olduğunu Kur'an'dan net olarak
delillendiremezdik. Bu sözlerimizi Arapça bildiğimiz varsayımı üzerinden
yaptığımızı hatırlatarak, elimizdeki meallerdeki farklı çevirileri
hesaba katarak bu çalışmayı yaptığımızı düşünecek olursak, olayın ne
kadar zor olduğu ortaya çıkacaktır.
Kur'an'ın "kolaylaştırılmış bir Kitap"
olduğu ile ilgili ayetleri unutup Kur'an'ın anlaşılması zor ve kapalı
bir Kitap olduğunu söylemek istemiyoruz. Ancak onun kolay ve açık
olması, onu okumanın belli bir şartı olmamasını gerektirmez. Belirli
kuralların göz ardı edilmesi ile yapılan okumalardan çıkarılan akıllara
zarar düşüncelerin var olduğunu hesaba katacak olursak, doğru bir metod
üzerinden yola çıkmanın ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Kur'an
1400 küsur yıl önce bir Elçiye inmiş ve bu Elçinin de örnek olma
vazifesi dahilinde Kitap'tan çıkarmış olduğu bazı hükümlerin "uygulamalı
eğitim" olarak bizlere kadar gelmiş olmasından hareketle, namaz
vakitleri konusunda onun örnekliğini baz almanın daha doğru olduğunu
söyleyebiliriz.
Burada tevâtüren gelen bu
uygulamanın ne kadar doğru olabileceği sorusu da akla gelecektir.
Düşüncemiz odur ki; yüzlerce yıldır birbirleri ile bir çok konuda
ihtilaf etmiş olanların, konu namaza gelince vakit ve rekatları ile
ilgili olarak hiç bir ihtilafının olmaması, uygulama ile gelen bu
bilginin doğru olması düşüncesinin, Elçiyi (hâşâ) adam yerine koymayı
zül kabul edenlerin, meal üzerinden yaptıkları çıkarımlar düşünüldüğünde
mukayese dahi edilmeyecek kadar tercihe şayan olduğu ortadadır.
Muhammed(a.s)'ın
bu konudaki örnekliği Müslümanlar üzerinde "Ortak Akıl" oluşmasına
sebebiyet vermiş olması nedeni ile bu konuda yapılabilecek çıkarım
çalışmalarının kişinin yorumu olduğu ve bu yorumların isabetli olup
olmadığı tartışmaya açıktır.
Muhammed(a.s)'a
gelen beş vakit namazın Kur'an göre yanlış olup olmadığına dair
yapılabilecek çalışmalar bu konuda tartışma götürmeyecek kadar net
"muhkem" ayetler olmasını gerektirir ki "bu konuda şimdiye kadar yapılan uygulama Kur'an'ın şu ayetine göre yanlıştır" diyebilelim.
Örnek
verecek olursak; recm konusu ile ilgili olarak, Muhammed(a.s)'ın böyle
bir sünneti olduğuna dair olan düşünceleri gönül rahatlığı ile red edip "recm uygulaması Allah'a ve Elçisi'ne iftiradır"
diyebiliyoruz. Böyle bir söz söyleme gerekçemiz; Kur'an'ın zina fiili
cezası konusunda evli-bekar şeklinde bir ayırım yapmayarak, herkese aynı
cezayı emretmiş olmasıdır.
Konu namaz vakitlerine gelince; "Kur'an aslında 2-3-4-6-7 vakit emretmiş ama rivayetler bize 5 vakit olarak gelmiş" şeklinde bir söz söyleyemiyoruz. Ya da, "Kur'an 2-3 vakit emretmiş ama Muhammed (a.s) bunlara ilave etmiş" şeklinde bir itirazda bulunabileceğimiz açık ve net bir ayet elimizde yoktur.
Sonuç
olarak; namaz vakitleri ile ilgili olarak "sadece Kur'an"a bağlı
kalarak yapılmaya çalışılan çıkarım çalışmaları, usul yönünden hatalı
olması nedeniyle ortada olan sonuçları da düşünecek olursak "ağzı olanın konuştuğu"
bir alan haline gelmiştir. Elçilerin örnekliğinin bu konuda devreye
girerek, uygulanarak gelen bilgilerin doğru kabul edilmesi ve o
örnekliğin üzerinde fikir birliği sağlanması gerektiğini düşünmekteyiz.
Kur'an'ın kolay ve açık olmuş olması onu anlaşılabilir kılmaktadır.
Ancak usul ve yöntem yine kendi içinden okunarak çıkarılmalı ve kişiye
mahsus görüşler olarak ortaya çıkan düşüncelere itibar edilmemelidir.
Geleneğin ilmihal bilgileri dahilinde olan bu tür tartışmaların yerine
namazın tevhidî olarak insanları nereye ve kime kul olduklarının bir
göstergesi olduğu şuuruna vâkıf olarak yapılan tartışmaların faydalı
olduğunu ifade ederek, sadece entellektüel bir düşünce faaliyeti olarak
ortaya çıkan bu tür tartışmaların gereksiz hatta fayda yerine zarar
getiren tartışmalar olduğunu düşünüyoruz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
3 Kasım 2014 Pazartesi
Salat ve Kıble Kavramları Üzerinden Oynanmak İstenen Oyunlar
Yazımıza başlık olarak seçtiğimiz bu iki kavram , Kur'anın anahtar kavramlarındandır. Ne üzücüdür ki bu iki kavramın önemi biz Müslümanlar tarafından değil , bizlere düşman olanlar tarafından farkedilmiştir. Müslümanların içten yıkılması için, kavramların içinin boşaltılması gerektiğini çok iyi bilen İslam düşmanlar,ı bu amaçlarını gerçekleştirmek için türlü oyunlara girmişlerdir. Yazımıza başlık olarak seçtiğimiz bu iki kavram iç boşaltma gayretinden nasibini almış ve bu iki kavram etrafında uçuk kaçık yorumlar ile kafalar bulandırılmaya çalışılmaktadır . Salat ve Kıble kavramlarının önce ne ifade ettiği , sonra bu iki kavramın içinin nasıl boşaltılmaya çalışıldığı konusu üzerinde durmaya gayret edeceğiz.
"Salat"ı kısaca, "kişinin ululadığı , yüce olarak bildiği herhangi bir varlığa karşı olan tazimi" olarak tarif edebiliriz. Bu nötr bir tarif olup, bu tazim Allaha veya bir başkasına da olabilir . Allaha yapılan salat ile bir başkasına yapılan salat arasında elbette nitelik farkı vardır. Yazımızın amacı bu kavramın tahlili olmayıp bu kavramın Kur'an i anlamdaki değeri ve değersizleştirilmeye çalışılması üzerinde olacaktır.
Kur'ana baktığımız zaman, Salat kelimesi ve türevlerinin bir çok yerde geçtiği görülmektedir. En fazla kullanılan anlamı, dilimizde "Namaz" olarak bildiğimiz ritüeldir. Bunu söylerken Salat kelimesinin sadece Namaz kelimesinin karşılığı olduğunu iddia edemeyiz, ancak Namaz içinde yapılan Kıyam-Rüku-Sücud gibi eylemlerin Kur'anın pek çok yerinde geçen ve Mü'min olmanın vasıflarından olarak sayıldığı görülmektedir.
İnsanların tabi olduğu her dinin belirli ritüelleri olup hak veya batıl farkı yoktur. Bu ritüeller ile insanlar bir araya gelme fırsatına sahip olup kendi güçlerini gösterirler. Salat adı verilen eylemler bir çeşit gövde gösterisi olup insanların düşüncelerini ortak ifade etmeye yarayan bir eylemdir. Biz Salatın Müslümanlar açısından nasıl bir değer taşıdığı üzerinde durmak istiyoruz.
Kıyam-Rukü-Secde , bu üç kelime Kur'anda bir çok ayet içinde geçmektedir .
"Kıyam" kelimesi ; "ayak üzerinde durmak yani dik bir duruş sergilemek,bir şeye azmetmenin ifadesi , sabit , değişmez ,kararlı " olmanın dışa vurumu olarak yapılan bir eylemdir.
"Rüku" kelimesi ; "eğilmek ,bükülmek,tevazu,alçak gönüllük,kendini alçaltma,gururunu ve kibrini kırmak" anlamındadır.
"Secde" kelimesi; Rukü kelimesinin ifade ettiği aynı anlamlara sahip bir kelime olup "öne eğilme , aşağı bükülme,zelil olmayı kabul etmek" şeklinde anlamlara sahiptir.
Bu 3 kelime, İnsan hayatının ayrılmaz bir parçası olup hangi din mensubu olursa olsun, o dinin sahibi olarak bildiği kimseye olan tazimini bu ritüeller ile yapar. Müslüman kişi ise Alemlerin Rabbi , her şeyin yaratıcısı , yarattığı kullar üzerinde yegane hakim olan Allah (c.c) ye olan tazimini onu büyüklediğini göstermesini bu ritüeller ile ifade eder.
"Din" kelimesi ile , kişilerin hayatları içinde benimsedikleri sistemler, kişilerin Cennet veya Cehennem ile karşılık görmelerini gerektirecek yaşam biçimini kast ettiğimizi belirtelim.
İlah olarak kabul ettiğine sadakat ifadesi olarak yapılan bu üç kelimenin toplandığı eylemin ismi türkçede NAMAZ olarak bilinmekte olup , bizde bu kelimeyi kullanacağız , Namazın nasıl bir eylem olduğu ve bu eylemin neyi ifade ettiği üzerinde durmak gerekirse şunları söyleyebiliriz;
Kul , Namazdaki KIYAMında İlah olarak tanıdığı Allaha , onun dışındaki ilahlara karşı dik bir duruş sergilediğini , azimli , sabit ve değişmez olduğunu , RÜKUUnda , onun ilahlığı karşısında belinin bükük olduğunu ,alçak gönüllü olduğunu , ona karşı asla bir büyüklenme içinde olmadığını , SECDEsinde , sadece onun önünde eğilerek zelil olmayı kabul ettiğini , başka ilahların önünde asla eğilmeyeceğini ifade eder.
Namazın böyle bir Tevhid eylemi olduğundan bir çok Müslümanın haberi bile yoktur, İslam düşmanları bu eylemin nasıl bir eylem olduğunu ve gerçek işlevi ile hayata geçtiğinde kendi saltanatlarının yıkılacağını çok iyi bildikleri için her türülü yolu denemişlerler ve denemeye devam etmektedirler.
"Kıble" kelimesi , Salattan ayrılmayan ikisinin bir arada olması gereken bir kavramdır , anlam olarak; "istikamet ,yön" gibi anlamlara gelmektedir. Namazda dönülmesi gereken yer olarak bildiğimiz bu kelime , Mekkedeki "KABE" ile alakalıdır.
"İnsanlar için yapılan ilk ev" ünvanına sahip olan bu yapı Tevhidin bir semboludur. Bu yapının sembolize ettiği şey , Allah (c.c) nin evi olması nedeniyle , "Beyt" kelimesinin , "tehlikelerden sığınılan yapı" anlamından hareketle , Küfür ve Şirk tehlikesinden Allaha yönelinmesini ifade eder. Her yıl Zilhicce ayında yapılan "HACC" ibadeti , işte bu sığınmanın sembolize ettiği ritüelleri kapsamaktadır.
Müslümanların bir çoğu Namaz gibi Kıblenin de ne kadar önemli bir işlevi olduğundan habersiz olarak sadece bir ilmihal bilgisi olarak oraya yönelmektedirler, halbuki Kabeyi Kıble edinerek ifa edilen bir Namazda kul şunları söyler ; Beni yaratan olman nedeni ile benim İlahım ve Rabbım sensin , benim hayatımın her safhasında senden başka bir İlah ve Rab tanımıyorum , senin Azizliğine karşı sana olan zelilliğimi senin önünde secde ederek gösteriyor ve bu Azizliği senden başkasına vermiyorum.
Bu eylemlerin hep birlikte yapılmasında , Müslümanlar arasındaki dayanışmanın sağlanması , kardeşlik duygularının pekiştirilmesi , düşmanlara karşı gözdağı verilmesi gibi amaçlar olduğu göz ardı edilmemelidir ki İslam düşmanlarının oyunları farkedilsin.
Kaleyi içten fethetmek savaş içinde en etkili yöntemlerden birisidir. İslam düşmanları bu yöntemi kullanarak Müslümanlar arasındaki birlik beraberlik ve kaynaşma duygularının en üst seviyede olduğu zamanlar ve mekanlar üzerinde yeni anlayışlar türeterek bu duyguları yıkmaya çalıştıkları görülmektedir.
Özellikle Kur'anın Türkiyeli Müslümanlar arasında yeniden gündeme gelmesi ile başlayan geleneğin sorgulanması süreci ümit veren bir süreç olup bizler tarafından da kabul görmektedir. Ancak bu sorgulamanın bazen aşırıya kaçtığı ve çığrından çıktığınıda üzülerek görmekteyiz. Resul olarak gönderilen Muhammed (a.s) ın konumunun yarı ilah seviyesine çıkarılmış olması Resul anlayışının da yeniden düşünülmesini beraberinde getirmiştir.
Her hareket içinde aşırılıklar ve sızmalar olması kaçınılmaz bir durum olup , Kur'ana dönüş hareketinin içinde de aşırılıklar ve sızmalar olduğu gözlemlenmektedir. Aşırılıklar bir harekete karşı olabilecek muhtemel sızmalara karşı açık bir kapıdır.
Filistinli yazar Edward Said'in bir kitabının da ismi olan "Sömürgeciliğin keşif kolu oryantalizm" ,bir kaç yüz yıl önce batıda başlayan İslam kültürünü araştıran bir dal olup , bu araştırmaları Müslümanların hayrına yapmadıkları yeni yeni anlaşılmaktadır. Namazın Müslümanlar arasındaki etkisi oryantalistlerin yapmış oldukları çalışmalar neticesinde ortaya çıkmış ve bu çalışmalar İslam düşmanları için yol gösterici olmuştur.
Bugün kendisine "Kur'an Müslümanı" etiketini layık gören bir kısım insanın (bütünü kast etmediğimizi hatırlatalım) gündeminde olan tartışma Salat ve onunla ilgili kavramlar olup yapılan tartışmalar , Kur'anda Namaz varmı ? , varsa kaç vakit ? , rekatları ne ? , Kabeye yönelmek gerekirmi ? v.s türünden tartışmalardır.
Yapılan tartışmalara baktığımız zaman "bu kadar da olmaz" dedirtecek kadar uçuk düşüncelerin olduğunu görmekteyiz. "Namaz" kelimesinin farsçadan türediği , Namazın putperest adeti olduğu , Kabenin aynı şekilde put olduğu gibi düşünceler dile getirilmektedir.
Kıyam , Rüku ve Secdenin İnsanlığın kadim ritüeli olduğu hatırlanacak ve herkesin İlah olarak bildiği varlığa bu ritüelleri yaptığı düşünülecek olursa , Allah (c.c) nin dışında İlah edinmiş uolanların o İlaha karşı bu ritüelleri yapmış olmaları ile Müslümanların bu ritüelleri yapmaları aynı seviyede nasıl görülebilir?.
Mekkedeki "Beyt" in insanlar için yapılan ilk ev olduğu ve Kur'anda bununla ilgili bir çok ayet olmasına rağmen orasının put olduğunu iddia edenlerin "Kur'an Müslümanı" oldukları nasıl kabul edilebilir?.
Namaz ritüelini red etmeyip ancak "canım nereye isterse oraya yönelirim" kafasında olanlar ayrı bir sorundur. Namazın bir Tevhid eylemi olduğu şuuruna vakıf olan , yönelinen yerin yani Kabenin Tevhidi sembolize eden yeryüzündeki tek yer olduğu şuuruna vakıf olan bir düşünce sahibi " Namaz kılarım ama kafama göre yönelirim" diyebilirmi?. Bunu şayet cehaleti sebebi ile söylemiyor ise hainliğinden başka sebebten ötürü söylemesi mümkün değildir.
"Kabe" adı ile bilinen sembolik yapı , Allahı birlemenin ritüele olarak gösterildiği bir yapı olması nedeni ile Müslümanların yüzünü döndürdüğü bir mekandır, hal böyle iken birisi kalkıp Bakara s. 115. ayetinde " Doğu da Allah'ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır. Şüphesiz Allah'(ın rahmeti ve nimeti) geniştir, O her şeyi bilendir." buyurulmasını delil alarak "bak işte ayet var nereye dönersen dön diyor" demesi bektaşinin "Kur'anda namaz kılmayın diye ayet var" demesine benzer.
Kendisini gerçekten "Kur'an Müslümanı" olarak tanımlayan bir kimse , bu gibi ritüelleri bir başkasının okuyup onları taklit etmek yerine Ümmi yani sıfırlanmış bir kafa ile ön kabulsuz bir şekilde Kur'andan okuyarak , Allah (c.c) bizden ona karşşı nasıl bir kulluk yapmasını istediğini öğrenerek ona göre bir yaşam sürdürmektir.
Hareket içine sızmalar olarak nitelendirdiğimiz bu tür uçuk yorumları savunanlardan bazıları bu tür bir suçlamayı kabul etmeyeceklerdir. Evet bu insanlar gerçekten samimi olarak Kur'anı anlamak peşinde olabilir ve bu takdire şayandır , onlara tavsiyemiz bu tür uçuk kaçık yorumların peşine körü körüne gitmemeleri "modern şeyh" tabir ettiğimiz insanlara mürit olmayı seçmek yerine Kur'ana mürit olmayı seçmeleridir.
Bir sözün , bir eylemin sahibinin kalbini açıp bakmak onun münafık olup olmadığını anlamak bizler için asla mümkün değildir. Biz bir söze veya eyleme bakarken , söylenen bu sözün , yapılan bu eylemin kime zararı kime faydası olduğunu hesap ederek yapılan işlerin yanlışlığını doğruluğunu anlayabiliriz.
Eğer bir kişi kalkıp , Namaz , Kıble , Hacc gibi ritüellerin müşriklik olduğunu iddia edebiliyorsa bunları söyleyen kişinin samimi bir Kur'an Müslümanı olduğunu asla söyleyemeyiz , aksine İslam düşmanlarının oyunlarına alet olmuş veya Truva atı olarak içimize sokulmuş olan bir hain olduğunu söyleyebiliriz.
Bugün önümüzde tehlike olarak duran bu tür düşünceler ve bu düşüncenin sahipleri tarafından yutulmak istenmiyorsak , Kur'anı onların bize tavsiye ettiği yoldan değil yine Kur'andan ve özellikle Elçilerin kıssaları olarak anlatılan olaylar ile verilmek istenen Tevhid mesajlarını kavramak lazımdır.
Şöyle bir düşünelim ; Kur'an bizlere sadece Allahı Rab ve İlah olarak tanımayı , onun bize önerdiği yaşam biçimini hayata aktarmayı , onun dışındaki yaşam biçimlerini red etmeye çağırırken , birisi kalkıp Kur'an adına , başka İlahlar tanımayı , tağuti sistemlere kul olmayı bizlere empoze etmeye çalışıyorsa bu yapılan çağrı Allaha değil şeytana dır ve Kur'anda şeytanın vaad ettiği yaklaşma çeşitlerinden olan "sağdan yaklaşmak" tır.
Müslümanların yaptıkları yanlışları doğru kabul ederek o yanlışları Kur'ana mal etmek yapılabilecek en ağır hatadır. Eğer bir kişi Hacca gittiği zaman Kabenin duvarlarını öpmek için başkalarını ezmeye kadar varan edepsizlikler yapıyorsa bu Kabenin suçu değil kişinin suçudur. Eğer bir kişi hem Namaz kılıp hemde Kur'anın red ettiklerini yapıyorsa bu Kur'anın suçu değil kişinin suçudur. Bizler doğru olan bir eyleme yanlış karıştırılmasını bahane ederek bir söyle geliştirir isek bu söylemin samimi bir söylem olduğu düşünülemez.
Şunu açık ve net olarak söyleyelim ki ; Bugün Namaz ve Kıble etrafında "varmı yokmu" şeklinde yapılan tartışmalar sadece gündem değiştirmek amaçlı olup altında iyi niyet aranmasının mümkün olmadığı tartışmalardır. Eğer tartışılacak bir taraf varsa bu kavramların içinin Kur'ani anlamda nasıl doldurulması gerektiği olmalıdır.
Sonuç olarak ; Salat ve Kıble birbirinden ayrılmaz iki kavram olup, önemi Müslümanlardan daha fazla İslam düşmanları tarafından daha çok bilinmektedir. Müslümanların Namaz ve Kıble gibi kavramları Kur'ani anlamda okumaya başladıkları zaman güç dengelerinin değişeceğini bilenler bu dengelerin değişmemesi için ellerinden gelen gayreti göstermektedirler. Bu gayretlerden biriside , kavramların içini boşaltarak gereksiz gündemler oluşturarak kafaları meşgul etmektir. Bu kavramları uçuk kaçık yorumlarla değiştirerek birilerinin ekmeğine yağ sürenlerin samimi gayretler içinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Namaz ritüeli Müslümanlar için çok önemli olup birlik beraberlik gibi unsurlarıda içinde barındırmaktadır. Birlik ve berberliği bozmanın yolu bu kavramların ifade ettiği ibadetlerib için boşaltmak hatta şirk! olduğu gerekçesi ile namazsız bir muvahhid! topluluğu oluşturulmak istenmektedir. Bu tür projelere karşı uyanık olmak , bu tür düşünceleri savunanlara karşı dikkatli olmak zorundayız, aksi takdirde sağdan yanaşan şeytanların iğvalarına kapılıp o şeytanlar ile haşrolmak durumunda kalabiliriz.Soldan ve arkadan yanaşan şeytanlar kendilerini açıkça belli ederler, sağdan yanaşanlar münafıkça bir tavır sergiledikleri için onları farketmek zordur , lakin Kur'an salim bir kafa ile yanaşıldığında onlarında "ben şeytanım" diye bağırdıklarını kulaklarımız duyar.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
"Salat"ı kısaca, "kişinin ululadığı , yüce olarak bildiği herhangi bir varlığa karşı olan tazimi" olarak tarif edebiliriz. Bu nötr bir tarif olup, bu tazim Allaha veya bir başkasına da olabilir . Allaha yapılan salat ile bir başkasına yapılan salat arasında elbette nitelik farkı vardır. Yazımızın amacı bu kavramın tahlili olmayıp bu kavramın Kur'an i anlamdaki değeri ve değersizleştirilmeye çalışılması üzerinde olacaktır.
Kur'ana baktığımız zaman, Salat kelimesi ve türevlerinin bir çok yerde geçtiği görülmektedir. En fazla kullanılan anlamı, dilimizde "Namaz" olarak bildiğimiz ritüeldir. Bunu söylerken Salat kelimesinin sadece Namaz kelimesinin karşılığı olduğunu iddia edemeyiz, ancak Namaz içinde yapılan Kıyam-Rüku-Sücud gibi eylemlerin Kur'anın pek çok yerinde geçen ve Mü'min olmanın vasıflarından olarak sayıldığı görülmektedir.
İnsanların tabi olduğu her dinin belirli ritüelleri olup hak veya batıl farkı yoktur. Bu ritüeller ile insanlar bir araya gelme fırsatına sahip olup kendi güçlerini gösterirler. Salat adı verilen eylemler bir çeşit gövde gösterisi olup insanların düşüncelerini ortak ifade etmeye yarayan bir eylemdir. Biz Salatın Müslümanlar açısından nasıl bir değer taşıdığı üzerinde durmak istiyoruz.
Kıyam-Rukü-Secde , bu üç kelime Kur'anda bir çok ayet içinde geçmektedir .
"Kıyam" kelimesi ; "ayak üzerinde durmak yani dik bir duruş sergilemek,bir şeye azmetmenin ifadesi , sabit , değişmez ,kararlı " olmanın dışa vurumu olarak yapılan bir eylemdir.
"Rüku" kelimesi ; "eğilmek ,bükülmek,tevazu,alçak gönüllük,kendini alçaltma,gururunu ve kibrini kırmak" anlamındadır.
"Secde" kelimesi; Rukü kelimesinin ifade ettiği aynı anlamlara sahip bir kelime olup "öne eğilme , aşağı bükülme,zelil olmayı kabul etmek" şeklinde anlamlara sahiptir.
Bu 3 kelime, İnsan hayatının ayrılmaz bir parçası olup hangi din mensubu olursa olsun, o dinin sahibi olarak bildiği kimseye olan tazimini bu ritüeller ile yapar. Müslüman kişi ise Alemlerin Rabbi , her şeyin yaratıcısı , yarattığı kullar üzerinde yegane hakim olan Allah (c.c) ye olan tazimini onu büyüklediğini göstermesini bu ritüeller ile ifade eder.
"Din" kelimesi ile , kişilerin hayatları içinde benimsedikleri sistemler, kişilerin Cennet veya Cehennem ile karşılık görmelerini gerektirecek yaşam biçimini kast ettiğimizi belirtelim.
İlah olarak kabul ettiğine sadakat ifadesi olarak yapılan bu üç kelimenin toplandığı eylemin ismi türkçede NAMAZ olarak bilinmekte olup , bizde bu kelimeyi kullanacağız , Namazın nasıl bir eylem olduğu ve bu eylemin neyi ifade ettiği üzerinde durmak gerekirse şunları söyleyebiliriz;
Kul , Namazdaki KIYAMında İlah olarak tanıdığı Allaha , onun dışındaki ilahlara karşı dik bir duruş sergilediğini , azimli , sabit ve değişmez olduğunu , RÜKUUnda , onun ilahlığı karşısında belinin bükük olduğunu ,alçak gönüllü olduğunu , ona karşı asla bir büyüklenme içinde olmadığını , SECDEsinde , sadece onun önünde eğilerek zelil olmayı kabul ettiğini , başka ilahların önünde asla eğilmeyeceğini ifade eder.
Namazın böyle bir Tevhid eylemi olduğundan bir çok Müslümanın haberi bile yoktur, İslam düşmanları bu eylemin nasıl bir eylem olduğunu ve gerçek işlevi ile hayata geçtiğinde kendi saltanatlarının yıkılacağını çok iyi bildikleri için her türülü yolu denemişlerler ve denemeye devam etmektedirler.
"Kıble" kelimesi , Salattan ayrılmayan ikisinin bir arada olması gereken bir kavramdır , anlam olarak; "istikamet ,yön" gibi anlamlara gelmektedir. Namazda dönülmesi gereken yer olarak bildiğimiz bu kelime , Mekkedeki "KABE" ile alakalıdır.
"İnsanlar için yapılan ilk ev" ünvanına sahip olan bu yapı Tevhidin bir semboludur. Bu yapının sembolize ettiği şey , Allah (c.c) nin evi olması nedeniyle , "Beyt" kelimesinin , "tehlikelerden sığınılan yapı" anlamından hareketle , Küfür ve Şirk tehlikesinden Allaha yönelinmesini ifade eder. Her yıl Zilhicce ayında yapılan "HACC" ibadeti , işte bu sığınmanın sembolize ettiği ritüelleri kapsamaktadır.
Müslümanların bir çoğu Namaz gibi Kıblenin de ne kadar önemli bir işlevi olduğundan habersiz olarak sadece bir ilmihal bilgisi olarak oraya yönelmektedirler, halbuki Kabeyi Kıble edinerek ifa edilen bir Namazda kul şunları söyler ; Beni yaratan olman nedeni ile benim İlahım ve Rabbım sensin , benim hayatımın her safhasında senden başka bir İlah ve Rab tanımıyorum , senin Azizliğine karşı sana olan zelilliğimi senin önünde secde ederek gösteriyor ve bu Azizliği senden başkasına vermiyorum.
Bu eylemlerin hep birlikte yapılmasında , Müslümanlar arasındaki dayanışmanın sağlanması , kardeşlik duygularının pekiştirilmesi , düşmanlara karşı gözdağı verilmesi gibi amaçlar olduğu göz ardı edilmemelidir ki İslam düşmanlarının oyunları farkedilsin.
Kaleyi içten fethetmek savaş içinde en etkili yöntemlerden birisidir. İslam düşmanları bu yöntemi kullanarak Müslümanlar arasındaki birlik beraberlik ve kaynaşma duygularının en üst seviyede olduğu zamanlar ve mekanlar üzerinde yeni anlayışlar türeterek bu duyguları yıkmaya çalıştıkları görülmektedir.
Özellikle Kur'anın Türkiyeli Müslümanlar arasında yeniden gündeme gelmesi ile başlayan geleneğin sorgulanması süreci ümit veren bir süreç olup bizler tarafından da kabul görmektedir. Ancak bu sorgulamanın bazen aşırıya kaçtığı ve çığrından çıktığınıda üzülerek görmekteyiz. Resul olarak gönderilen Muhammed (a.s) ın konumunun yarı ilah seviyesine çıkarılmış olması Resul anlayışının da yeniden düşünülmesini beraberinde getirmiştir.
Her hareket içinde aşırılıklar ve sızmalar olması kaçınılmaz bir durum olup , Kur'ana dönüş hareketinin içinde de aşırılıklar ve sızmalar olduğu gözlemlenmektedir. Aşırılıklar bir harekete karşı olabilecek muhtemel sızmalara karşı açık bir kapıdır.
Filistinli yazar Edward Said'in bir kitabının da ismi olan "Sömürgeciliğin keşif kolu oryantalizm" ,bir kaç yüz yıl önce batıda başlayan İslam kültürünü araştıran bir dal olup , bu araştırmaları Müslümanların hayrına yapmadıkları yeni yeni anlaşılmaktadır. Namazın Müslümanlar arasındaki etkisi oryantalistlerin yapmış oldukları çalışmalar neticesinde ortaya çıkmış ve bu çalışmalar İslam düşmanları için yol gösterici olmuştur.
Bugün kendisine "Kur'an Müslümanı" etiketini layık gören bir kısım insanın (bütünü kast etmediğimizi hatırlatalım) gündeminde olan tartışma Salat ve onunla ilgili kavramlar olup yapılan tartışmalar , Kur'anda Namaz varmı ? , varsa kaç vakit ? , rekatları ne ? , Kabeye yönelmek gerekirmi ? v.s türünden tartışmalardır.
Yapılan tartışmalara baktığımız zaman "bu kadar da olmaz" dedirtecek kadar uçuk düşüncelerin olduğunu görmekteyiz. "Namaz" kelimesinin farsçadan türediği , Namazın putperest adeti olduğu , Kabenin aynı şekilde put olduğu gibi düşünceler dile getirilmektedir.
Kıyam , Rüku ve Secdenin İnsanlığın kadim ritüeli olduğu hatırlanacak ve herkesin İlah olarak bildiği varlığa bu ritüelleri yaptığı düşünülecek olursa , Allah (c.c) nin dışında İlah edinmiş uolanların o İlaha karşı bu ritüelleri yapmış olmaları ile Müslümanların bu ritüelleri yapmaları aynı seviyede nasıl görülebilir?.
Mekkedeki "Beyt" in insanlar için yapılan ilk ev olduğu ve Kur'anda bununla ilgili bir çok ayet olmasına rağmen orasının put olduğunu iddia edenlerin "Kur'an Müslümanı" oldukları nasıl kabul edilebilir?.
Namaz ritüelini red etmeyip ancak "canım nereye isterse oraya yönelirim" kafasında olanlar ayrı bir sorundur. Namazın bir Tevhid eylemi olduğu şuuruna vakıf olan , yönelinen yerin yani Kabenin Tevhidi sembolize eden yeryüzündeki tek yer olduğu şuuruna vakıf olan bir düşünce sahibi " Namaz kılarım ama kafama göre yönelirim" diyebilirmi?. Bunu şayet cehaleti sebebi ile söylemiyor ise hainliğinden başka sebebten ötürü söylemesi mümkün değildir.
"Kabe" adı ile bilinen sembolik yapı , Allahı birlemenin ritüele olarak gösterildiği bir yapı olması nedeni ile Müslümanların yüzünü döndürdüğü bir mekandır, hal böyle iken birisi kalkıp Bakara s. 115. ayetinde " Doğu da Allah'ındır batı da. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır. Şüphesiz Allah'(ın rahmeti ve nimeti) geniştir, O her şeyi bilendir." buyurulmasını delil alarak "bak işte ayet var nereye dönersen dön diyor" demesi bektaşinin "Kur'anda namaz kılmayın diye ayet var" demesine benzer.
Kendisini gerçekten "Kur'an Müslümanı" olarak tanımlayan bir kimse , bu gibi ritüelleri bir başkasının okuyup onları taklit etmek yerine Ümmi yani sıfırlanmış bir kafa ile ön kabulsuz bir şekilde Kur'andan okuyarak , Allah (c.c) bizden ona karşşı nasıl bir kulluk yapmasını istediğini öğrenerek ona göre bir yaşam sürdürmektir.
Hareket içine sızmalar olarak nitelendirdiğimiz bu tür uçuk yorumları savunanlardan bazıları bu tür bir suçlamayı kabul etmeyeceklerdir. Evet bu insanlar gerçekten samimi olarak Kur'anı anlamak peşinde olabilir ve bu takdire şayandır , onlara tavsiyemiz bu tür uçuk kaçık yorumların peşine körü körüne gitmemeleri "modern şeyh" tabir ettiğimiz insanlara mürit olmayı seçmek yerine Kur'ana mürit olmayı seçmeleridir.
Bir sözün , bir eylemin sahibinin kalbini açıp bakmak onun münafık olup olmadığını anlamak bizler için asla mümkün değildir. Biz bir söze veya eyleme bakarken , söylenen bu sözün , yapılan bu eylemin kime zararı kime faydası olduğunu hesap ederek yapılan işlerin yanlışlığını doğruluğunu anlayabiliriz.
Eğer bir kişi kalkıp , Namaz , Kıble , Hacc gibi ritüellerin müşriklik olduğunu iddia edebiliyorsa bunları söyleyen kişinin samimi bir Kur'an Müslümanı olduğunu asla söyleyemeyiz , aksine İslam düşmanlarının oyunlarına alet olmuş veya Truva atı olarak içimize sokulmuş olan bir hain olduğunu söyleyebiliriz.
Bugün önümüzde tehlike olarak duran bu tür düşünceler ve bu düşüncenin sahipleri tarafından yutulmak istenmiyorsak , Kur'anı onların bize tavsiye ettiği yoldan değil yine Kur'andan ve özellikle Elçilerin kıssaları olarak anlatılan olaylar ile verilmek istenen Tevhid mesajlarını kavramak lazımdır.
Şöyle bir düşünelim ; Kur'an bizlere sadece Allahı Rab ve İlah olarak tanımayı , onun bize önerdiği yaşam biçimini hayata aktarmayı , onun dışındaki yaşam biçimlerini red etmeye çağırırken , birisi kalkıp Kur'an adına , başka İlahlar tanımayı , tağuti sistemlere kul olmayı bizlere empoze etmeye çalışıyorsa bu yapılan çağrı Allaha değil şeytana dır ve Kur'anda şeytanın vaad ettiği yaklaşma çeşitlerinden olan "sağdan yaklaşmak" tır.
Müslümanların yaptıkları yanlışları doğru kabul ederek o yanlışları Kur'ana mal etmek yapılabilecek en ağır hatadır. Eğer bir kişi Hacca gittiği zaman Kabenin duvarlarını öpmek için başkalarını ezmeye kadar varan edepsizlikler yapıyorsa bu Kabenin suçu değil kişinin suçudur. Eğer bir kişi hem Namaz kılıp hemde Kur'anın red ettiklerini yapıyorsa bu Kur'anın suçu değil kişinin suçudur. Bizler doğru olan bir eyleme yanlış karıştırılmasını bahane ederek bir söyle geliştirir isek bu söylemin samimi bir söylem olduğu düşünülemez.
Şunu açık ve net olarak söyleyelim ki ; Bugün Namaz ve Kıble etrafında "varmı yokmu" şeklinde yapılan tartışmalar sadece gündem değiştirmek amaçlı olup altında iyi niyet aranmasının mümkün olmadığı tartışmalardır. Eğer tartışılacak bir taraf varsa bu kavramların içinin Kur'ani anlamda nasıl doldurulması gerektiği olmalıdır.
Sonuç olarak ; Salat ve Kıble birbirinden ayrılmaz iki kavram olup, önemi Müslümanlardan daha fazla İslam düşmanları tarafından daha çok bilinmektedir. Müslümanların Namaz ve Kıble gibi kavramları Kur'ani anlamda okumaya başladıkları zaman güç dengelerinin değişeceğini bilenler bu dengelerin değişmemesi için ellerinden gelen gayreti göstermektedirler. Bu gayretlerden biriside , kavramların içini boşaltarak gereksiz gündemler oluşturarak kafaları meşgul etmektir. Bu kavramları uçuk kaçık yorumlarla değiştirerek birilerinin ekmeğine yağ sürenlerin samimi gayretler içinde olduğunu söylemek mümkün değildir. Namaz ritüeli Müslümanlar için çok önemli olup birlik beraberlik gibi unsurlarıda içinde barındırmaktadır. Birlik ve berberliği bozmanın yolu bu kavramların ifade ettiği ibadetlerib için boşaltmak hatta şirk! olduğu gerekçesi ile namazsız bir muvahhid! topluluğu oluşturulmak istenmektedir. Bu tür projelere karşı uyanık olmak , bu tür düşünceleri savunanlara karşı dikkatli olmak zorundayız, aksi takdirde sağdan yanaşan şeytanların iğvalarına kapılıp o şeytanlar ile haşrolmak durumunda kalabiliriz.Soldan ve arkadan yanaşan şeytanlar kendilerini açıkça belli ederler, sağdan yanaşanlar münafıkça bir tavır sergiledikleri için onları farketmek zordur , lakin Kur'an salim bir kafa ile yanaşıldığında onlarında "ben şeytanım" diye bağırdıklarını kulaklarımız duyar.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
29 Eylül 2014 Pazartesi
Şeytan Kavramının İblis Üzerinden Müşahhaslaştırılarak Anlatılması
Şeytan kelimesi sözlükte; "uzaklaştı" anlamına gelen "şa-ta-ne"
kökünden türemiştir. Bu kelime çerçevesinde yapılan anlatımlar, insan
hayatını derinden etkileyen ve onun Cehennem ile cezalandırılmasına
sebep olan bir durum meydana getirmesi açısından bakıldığında; Kur’an’ın
odak kavramlarından biri olduğu görülür.
EN DOĞRUSUNU ALLAH(C.C) BİLİR
Kur’an’ın anlatım metodlarından birisi; vermek istediği mesajı görsel bir olay şekline sokarak anlatması olup, bu metodu "Adem ve İblis"
kıssasında görmekteyiz. Bu kıssayı sadece yaşandığı zaman ve mekan
içinde değerlendirmeye kalktığımız zaman, verilmek istenen mesaj mâlesef
güme giderek "kıssa içinde dönüp dolaşmak" tâbir ettiğimiz bir
kısır döngü etrafından çıkılamayacaktır. Adem ve İblis kıssasının,
öncelikle Kur’an’ın görselleştirerek anlatma uslubu içinde bir anlatım
yapmış olduğu kavranarak okunması gerektiğini düşünmekteyiz.
İblis; Adem kıssasında ortaya çıkan bir aktör olup Şeytan
adını almasına sebep olan olayın ve olay akabinde onun dili üzerinden
yapılan anlatımların çok iyi okunarak, bu düşmanlığın nasıl ve ne
şekilde cereyan ettiği ve bizlere karşı nasıl cereyen edeceği, Adem'in
kandırılması sonucu başlarına gelenler ile kendimiz arasında ortak bir
bağ kurmak gerekmektedir.
Şeytan
kavramının anlaşılması için; İblis karakteri üzerinden verilen
mesajların dikkate alınmasının öncelikli olduğunu düşünmekteyiz. Bu konu
ile ilgili ayetleri sıralayarak "Şeytanlaşma" sürecine giden yola nasıl
ulaşıldığını görelim.
Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs (iblîse), ebâ vestekbere ve kâne minel kâfirîn (kâfirîne).
[002.034]
Hani meleklere: Adem'e secde edin demiştik de onlar hemen secde
edivermişlerdi. Sadece iblis kaçınmış, büyüklük taslamış ve kafirlerden
olmuştu.
BAKARA 34 ayetine baktığımız zaman, İblis'in secde etmeme sebebi "vestekbere" (büyüklenmek) olarak ifade edilmektedir. “EL-KEBİR";
Allah(c.c)’ın esmâsına dahil olan isimlerden biri olması sebebi ile
İblis'in büyüklenmesi demek; Allah'ın isimlerinden birini üzerine almak
istemesi anlamına gelmesi ve bu durumun şeytanlaşması yolunda atılmış
bir adım olduğunu anlamaktayız.
Kur’an’da
bu kelimenin Allah(c.c)’ın dışındakiler için kullanılmış olması;
büyüklenmek sadece ve sadece Allah(c.c)’ın hakkı olmasına rağmen onun
hakkını gasp etmek isteyenlerin, onun esmâsından rol çalmaya
oynadıkları, dolayısı ile "ŞEYTAN" vasfını aldıkları anlaşılır.
1- Şeytanlaşmaya giden yol; "el-kebir"
ismini, Allah(c.c)’ın dışında olan kişi, kurum, kuruluş v.s’nin
sahiplenerek ilahlaşmaya çalışmasından yani "MÜSTEKBİR"leşmesinden
geçer.
Kâle mâ meneake ellâ tescude iz emertuk(emertuke), kâle ene hayrun minh(minhu), halaktenî min nârin ve halaktehu min tîn(tînin).
[007.012]
(Allah) Dedi: «Sana emrettiğimde, seni secde etmekten engelleyen
neydi?» (İblis) Dedi ki: «Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın,
onu ise çamurdan yarattın.»
Kıssanın
ARAF Suresi içindeki bölümüne baktığımız zaman; İblis'in secde etmeme
gerekçesinin 12. ayet içinde kendisinin Adem'den hayırlı olduğu ve
yaratılış farkını öne sürdüğü görülmektedir.
Allah(c.c)’ın
yaratmış oldukları üzerinde yegâne hâkim olduğunu düşünecek olursak,
onun kullarına "yapın" veya "yapmayın" şeklindeki bir emrinin, bu emre
muhatap olanlar tarafından herhangi bir yoruma tabi tutularak red
edilmesi yerine "işittik ve itaat ettik" denilerek kayıtsız şartsız yerine getirilme mecburiyeti vardır.
2-
Şeytanlaşmaya giden yol; kendi yanından çıkardığı bir gerekçeye
dayanarak, Allah(c.c)’ın ona karşı olan herhangi bir emrini geçersiz
sayarak kendi doğrusunu Allah(c.c)'a sunmak.
Kâle lem ekun li escude li beşerin halaktehu min salsâlin min hamein mesnûn(mesnûnin).
[015.033] Dedi ki: «Kuru bir çamurdan, sûretlenmiş bir balçıktan yaratmış olduğun bir insana ben secde etmek için olmadım.»
HİCR
33 ayetinde; secde etmeme gerekçesi olarak yaratılış gayesinin bu
olmadığı gerekçesini ileri sürmektedir. Halbuki Allah(c.c)
yarattıklarını sadece kendisine ibadet etmek için yarattığını beyan
etmektedir. Allah'a ibadet demek; yaratılış amacına uygun ameller
işlemek demek olduğuna göre, İblis bu amacı red ederek isyan edenlerden
olmaktadır.
3-
Şeytanlaşmaya giden yol; yaratılış amacının unutularak kulun kendisinin
bir yaratılış amacı uydurması ve o amaç yolunda çaba sarfetmesi.
Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), kâle e escudu li men halakte tînâ(tînen).
[017.061]
Meleklere: «Adem'e secde edin» demiştik, İblis'ten başka hepsi secde
etmiş, o ise: «çamurdan yarattığına mı secde edeceğim?» demişti.
İSRÂ 61. ayette; diğer ayetlerde gördüğümüz, gerekçe olmadan resmen kafa tutar bir tavır ile emre karşı gelinmektedir.
4- Şeytanlığa giden yol; yaratıcısını hiçe sayarak gerekçe bile göstermeye tenezzül etmeden ona kafa tutmak.
Ve
iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), kâne
minel cinni fe feseka an emri rabbih(rabbihî), e fe tettehızûnehu ve
zurriyyetehû evliyâe min dûnî ve hum lekum aduvv(aduvvun), bi'se liz
zâlimîne bedelâ(bedelen).
[018.050]
Hani meleklere: «Adem'e secde edin» demiştik; İblis'in dışında secde
etmişlerdi. O cinlerden oldu, böylelikle Rabbinin emrinden dışarı
çıkmıştı. Bu durumda Beni bırakıp onu ve onun soyunu veliler mi
edineceksiniz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır. Zalimler için ne
kadar kötü bir değiştirmedir.
KEHF 50 ayetinde; İblis'in secde etmeyerek "Fasık"lardan
olduğu bildirilmektedir. Ayet içinde geçen bu kelimenin; Kur'an
bütünlüğünde geçişleri dikkate alınarak bu kelime ile ifade edilen
durumun ne olduğu ve bu duruma düşünlerin akıbeti öğrenilebilir.
5- Şeytanlığa giden yol; imân dairesine girmeyi kabul ettikten sonra, o dairenin dışında bir yol tutmak istemek (fısk).
Ve iz kulnâ lil melâiketiscudû li âdeme fe secedû illâ iblîs(iblîse), ebâ.
[020.116] Hani biz meleklere: «Adem'e secde edin» demiştik, İblis'in dışında (diğerleri) secde etmişlerdi, o, ayak diretmişti.
TAHA 116 ayetinde; İblis'in secde etmemesi "Ebaa" kelimesi ile ifade edilmektedir. Bu kelimeyi BAKARA ve HİCR Sureleri içinde anlatılan kıssada da görmekteyiz. Bu kelime, "aşırı derecede kendini uzak tutma, çekinme, ayak direme" anlamına gelmektedir.
6- Şeytanlığa giden yol; kendisine yaratıcısı tarafından verilen bir emre karşı ayak diretmek.
İllâ iblîs(iblîse), istekbere ve kâne minel kâfirîn(kâfirîne).
[038.074] Yalnız İblis secde etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.
BAKARA Suresi içindeki kıssada gördüğümüz “İstikbar" (büyüklenme) hali, SAD 74 ayetinde de karşımıza çıkmaktadır.
İblis'in secde etmeyerek "Şeytan" vasfını almasına sebep olan gerekçelerini özetleyecek olursak;
1- Allah'tan rol çalmaya çalışması,
2-
Kendi yanından çıkardığı bir gerekçeye dayanarak Allah(c.c)’ın ona
karşı olan herhangi bir emrini geçersiz sayarak kendi doğrusunu
Allah(c.c)’a sunması,
3- Yaratılış amacının unutularak kulun kendisinin bir yaratılış amacı uydurması ve o amaç yolunda çaba sarfetmesi,
4- Yaratıcısını hiçe sayarak gerekçe bile göstermeye tenezzül etmeden ona kafa tutması,
5- İmân dairesine girmeyi kabul ettikten sonra o dairenin dışında bir yol tutmak istemek (fısk) olarak anlayabiliriz.
Burada İblis adlı bir varlık üzerinden müşahhaslaştırılan "Şeytan”lığın, yine onun üzerinden nasıl tezahür edebileceği kendi sözleri üzerinden bizlere hatırlatılarak beyan edilmektedir.
[007.016] İblis dedi ki: «Öyle
ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak
için senin doğru yolunun üstüne oturacağım. Sonra elbette onlara
önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen,
onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!» dedi.
ARAF
16. ve 17. ayetlerde; kullarını nasıl saptırcağının haberini veren
İblis, bu sözlerini nasıl pratiğe geçirdiğini, Adem ile eşini
bulundukları makamdan çıkarılmalarına sebeb olarak göstermektedir.
[7.20-22]
Derken şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek
için onlara vesvese verdi ve: Rabbiniz size bu ağacı sırf melek
olursunuz veya ebedî kalanlardan olursunuz diye yasakladı, dedi.
«Doğrusu ben size öğüt verenlerdenim» diye ikisine yemin etti. Böylece
onların yanılmalarını sağladı. Ağaçtan meyve tattıklarında kendilerine
ayıp yerleri göründü, cennet yapraklarından oralarına örtmeğe
koyuldular. Rableri onlara, «Ben sizi o ağaçtan menetmemiş miydim?
Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miydim?» diye
seslendi.
Adem ile eşine "size düşmandır"
diyerek haber veren Allah(c.c)’ın bu haberi, Adem ve eşi tarafından
unutulmuş ve Şeytan’ın onlara güzel sözler ile verdiği vesvesenin
kurbanı olarak Şeytan’a uymuşlar ve sonucunda bulundukları makamdan
çıkarılmışlardır.
[007.027]
Ey Âdem oğulları! Şeytan, ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine
göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de
aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden
sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları, inanmayanların dostları kıldık.
ARAF
16 ve 17 ayetlerinde saptırmanın nasıl olacağını, 20. ve 22. ayetler
arası pratiğini bizlere göstererek bu tür taktiklerle bizim sapmamıza
sebeb olacak her türlü unsurdan uzak durmamız öğütlenmektedir.
[004.117-121]
Onlar Allah'ı bırakıp dişilere taparlar ve: «Elbette senin kullarından
belli bir takımı alıp onları saptıracağım, onlara kuruntu kurduracağım,
develerin kulaklarını yarmalarını emredeceğim, Allah'ın yarattığını
değiştirmelerini emredeceğim» diyen, Allah'ın lanet ettiği azgın şeytana
taparlar. Allah'ı bırakıp şeytanı dost edinen şüphesiz açıktan açığa
kayba uğramıştır. (Şeytan) Onlara vaidler ediyor, onları en olmadık
kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey
va’detmez. Onların barınma yerleri cehennemdir, ondan kaçacak bir yer de
bulamayacaklardır.
[015.039-40]
«Rabbim! Beni saptırdığın için, and olsun ki yeryüzünde fenalıkları
onlara güzel göstereceğim; halis kıldığın kulların bir yana, onların
hepsini saptıracağım» dedi.
[017.062-65]
«Benden üstün kıldığını görüyor musun? Kıyamet gününe kadar beni
ertelersen, and olsun ki, azı bir yana, onun soyunu kendi buyruğum
altına alacağım» demişti. Demişti ki: «Git, onlardan kim sana uyarsa,
şüphesiz sizin cezanız cehennemdir; eksiksiz bir ceza.» «Sesinle,
gücünün yettiğini yerinden oynat, onlara karşı yaya ve atlılarınla
haykırarak yürü, mallarına ve çocuklarına ortak ol, onlara vaadlerde
bulun ama şeytan sadece onları aldatmak için vaadeder. Doğrusu Benim
mümin kullarım üzerinde senin bir hakimiyetin olamaz. Rabbin vekil
olarak yeter.»
[020.120-122]
Ama şeytan ona vesvese verip: «Ey Adem! Sana sonsuzluk ağacını ve
çökmesi olmayan bir saltanatı göstereyim mi?» dedi. Nihayet ondan
yediler. Bunun üzerine kendilerine ayıp yerleri göründü. Üstlerini
cennet yaprağı ile örtmeye çalıştılar. (Bu suretle) Âdem Rabbine âsi
olup yolunu şaşırdı. Sonra Rabbi onu seçkin kıldı; tevbesini kabul etti
ve doğru yola yöneltti.
[038.82-85]
(İblis): «Öyle ise yüceliğine yemin ederim ki, ben onların hepsini
mutlaka aldatıp saptırırım. «Ancak onlardan, muhlis olan kulların
hariç.» Allah buyurdu: «İşte bu doğru! Ben de şu hakikati söyleyeyim ki
cehennemi, gerek senin cinsinden, gerek insanlardan sana uyanlarla
dolduracağım.»
Şeytan
kavramının, İblis ismi üzerinden müşahhaslaştırılarak bizlere
anlatılması, bu ismin anlamı üzerinde durmayı gerektirdiğini
düşünmekteyiz. Bu kelime; "aşırı ümitsizlikten kaynaklanan hüzün, keder, tasa" anlamındadır. Bu kelimenin türevleri Kur’an’da şu şekilde geçmektedir.
[030.012] Kıyamet koptuğu gün suçlular umutsuz kalıverirler (yublisu).
[006.044]
Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, onlara her şeyin kapısını
açtık; kendilerine verilene sevinince ansızın onları yakaladık da
umutsuz kalıverdiler (müblisune).
[023.077] Sonunda onlara şiddetli bir azap kapısı açtığımız zaman ümitsiz kalıverdiler (müblisune).
[043.075] Azaba hiç ara verilmez, onlar orada tamamen umutsuzdurlar (müblisune).
[030.049] Oysa onlar, daha önce, üzerlerine yağmur yağdırılmasından iyice ümitlerini kesmişlerdi (müblisine).
Burada şöyle bir soru akla gelecektir; "Allah(c.c)
adını «ümitsiz kalmış» olarak verdiği bir varlığı neden yaratmıştır? O
varlık O’na «Ey Rabbim, beni neden ümitsiz bir varlık olarak
yarattın?» diye sorsa ne cevap verirdi?"
Bu
soruların sorulmasını gerektirebilecek durum, İblis adının ontolojik
bir mahiyeti olduğundan yola çıkılarak sorulmuş sorulardır. Allah(c.c),
Cennet veya Cehennem ile cezalandıracağı bir kulunu önceden Cehennemi
garantilemiş olarak yaratmaz. Ona iki yol göstererek hangisine gideceği
konusunda iradesine baskı yapmaz, sadece hangisine giderse o gittiği
yolun neticesini ona haber verip tercihi kuluna bırakır.
İblis
adı ile Adem'in karşısında olan şey ontolojik varlığı olan birisi
olmayan, Şeytan amellerini işleyip, tevbe etmediği takdirde Ahiretteki
sonunun "ümitsiz kalan" yani Cehennem’i hak eden her kişinin adıdır.
Kelimenin geçtiği ayetlere dikkat edecek olursak; Cehennem’i hak edenler
için kullanılmış olması, o hak edenlerin yapmış olduğu ameller ile Adem
kıssası içinde geçen İblis isminin yaptığı ameller ortak olup hak
ettikleri yerin neresi olacağı haber verilmektedir.
Şeytan
kavramı; Kur’an’ın odak kavramlarından birisi olup, kulun yaratıcısına
karşı olan kulluğunu engelleyen her şeye verilebilecek bir isimdir.
İBRAHİM 22 ayeti bu iğvaları yapanların ve kapılanların hallerini tasvir
eden bir çok ayetten biridir.
[014.022]
İş bitince şeytan onlara şöyle diyecek: «Şüphesiz ki Allah size gerçek
olanı vaad etti, ben de size vaad ettim, ama sonra caydım! Zaten benim
size karşı bir gücüm yoktu. Ancak ben sizi (küfür ve isyana) çağırdım,
siz de geldiniz. O halde beni kınamayın, kendi kendinizi kınayın! Ne ben
sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Ben, önceden
beni Allah'a ortak koşmanızı da kabul etmemiştim.» Doğrusu zalimler için
acı bir azab vardır!.
ENFAL 48 ayeti; onun insanı kandırma yolunu Bedir harbi örneğinde vererek bizlere anlatmaktadır.
[008.048]
Şeytan onlara işlediklerini güzel gösterdi ve «Bugün insanlardan sizi
yenecek kimse yoktur; doğrusu ben de size yardımcıyım» dedi. İki ordu
karşılaşınca da, geri dönüp, «Benim sizinle ilgim yok; doğrusu sizin
görmediğinizi ben görüyorum ve şüphesiz Allah'tan korkuyorum, Allah'ın
azabı şiddetlidir» dedi.
Adem
ve İblis kıssasındaki yukarda verilen ayetlere tekrar göz atacak
olursak; Şeytan’ın insanlara vaadler vererek aldatacağını söylediği
görülür. Bedir harbindeki Müşrik tarafa böyle bir vaadde bulunarak
onları Müslümanların üzerine kışkırtmış, fakat Şeytanın kışkırttığı bu
ordu darmadağın olmuştu. Bunu yaparken Müşrik ordusunun karşısına etten
kemikten oluşan canlı biri olarak çıkmamış, onlara vesvese yolu ile Adem
ile eşine yaptığını tekrarlamıştır. Geri dönüp söylediklerinin bizlere
yönelik mesajının şu şekilde okunması gerektiğini düşünmekteyiz; "Ey
insanlar, size vaadler vererek yaptığınızı güzel gösteren Şeytan, bu
amacına ulaştıktan sonra sizi aldatmış olduğunu kendisi itiraf
etmektedir. Siz aklınızı kullanın, kendinizi Şeytan’a kullandırarak
yarın kıyamet günü cehennem ile cezalandırılmayın".
Sonuç olarak; Kur’an’ın bir çok
ayetinde bize düşman olduğu beyan edilen Şeytan'ın bizi nasıl bir yolla
kandırabileceği, Adem ve İblis kıssası olarak görselleştirilmiştir.
Şeytan, İblis ismi üzerinden müşahhaslaştırılarak muhatapların zihninde
kalıcılık sağlaması ve daha uzun yer etmesi amacı sağlanmaya
çalışılmıştır. Adem ve İblis kıssası olarak Kur’an'ın yedi ayrı
Suresi’nde anlatılan bu kıssadaki baş rol kahramanları, kıyamete kadar
gelecek olan insanların başlarından geçecek olan bir kıssa olup, bu
kıssada bir kısım insan Adem rolünde, bir kısım insan Şeytan rolünde
olacaktır.
Adem
rolündekiler hayatlarının herhangi bir anında Şeytan’a uyup hata
yapabilirler. Eğer hatasını anlayıp tevbe edip dönerlerse Adem olarak
kalırlar, hata edip hatada İblis gibi ısrar ederlerse onlar da
kendilerini ayartan Şeytan’ın ordusunun bir neferi olarak hep birlikte
Cehennemi boylarlar.
Bu
kıssada şahısların kimliklerinden çok, kimlikler üzerinden verilmek
istenen mesajın okunmaya çalışılması gerektiğini, özellikle İblis adı
ile anlatılanın kim olduğundan çok, insan üzerindeki düşmanlık
planlarının okunması ve bu tür düşmanlıkları yapanların ortak adının
"Şeytan" olduğu, bu Şeytanların ve onların yardakçılarının kıyamet günü
"Müblisin"den yani ümidi kesenlerden olacağının bizlere
anlatılmış olduğu bilinmelidir. Bize düşen vazife; Şeytan’ı sadece
Kur'an içinde anlatılan Adem ve İblis kıssası içinde değil, hayatımıza
yön vermek isteyen Müstekbirler’de arayarak, onların düşmanlıklarına
karşı gerekli hazırlıkları yapmaktır.
16 Eylül 2014 Salı
Kasas s. 4.ve 5. Ayetlerini Türkiye Örneği Üzerinden Okumak
Musa(as)
kıssası; Kur'an'da en fazla yer tutması itibarı ile mesaj taşıyan
kıssaların başında gelmektedir. Musa(as)'nın kavmi olan İsrailoğulları
prototip bir kavim olarak Kur'an'da yerini bulmuş, müstaz'af ve
müstekbirlerin, arz üzerine konulmuş olan yasalar gereği nasıl başarıya
ulaştıkları veya nasıl fesadlarına son verildiği, bu kavim üzerinden
yaşanmış canlı örnekleri ile anlatılmıştır.
İsrailoğulları kavmini;
1- Müstaz'af oldukları zamanlar (Firavun zulmü altında inledikleri zamandan, denizin karşı kıyısına kadar geçen zamana kadar),
2- Müstekbir oldukları zamanlar (denizin karşı kıyısından, tâ ki Müslümanlar ile karşılaştıkları Medine'ye kadar)
şeklinde
iki ayrı bölüm başlığı içinde inceleyerek, Allah(cc)'ın koymuş olduğu
yasaların işleyişlerinin canlı örneklerini bu kavim üzerinden
okuyabiliriz.
Allah(cc)'ın koymuş olduğu
yasaların işleyişinin bu kavim üzerinden anlatılması demenin, bu
yasaların sadece bu kavme özgü bir işleyişi olduğu zannedilmemelidir.
İsrailoğulları'na uygulanan zulmü veya İsrailoğulları'nın yaptığı fesadı
yapan bütün uluslar ve iktidarlar yasa gereği yıkılmaya mahkumdur.
KASAS
4 ve 5 ayetleri; müstekbirlerin Firavun'un şahsında nasıl yıkıldığı,
müstaz'afların İsrailoğulları şahsında nasıl bir yasa ile feraha
çıktıklarının anlatıldığı ayetler olarak karşımıza çıkmaktadır. Kur'an
kıssaları sadece yaşanmış bitmiş hikayeler olarak okunduğunda, Kur'an'ın
bu tür mesajlarını maalesef anlama imkanı yoktur.
İsrailoğulları'nın Firavun zulmü altında inlediği zamanı
hatırlayacak olursak; Kur'an ayetlerinden anlaşılacağı üzere, onlara
büyük bir soykırım uygulanmakta idi. Musa(as) ve kardeşi Harun(as);
kavimlerini Firavun zulmunden kurtarmak için Allah(cc) tarafından
gönderildiler. Firavun bu elçilerin itaat isteklerini red ederek
sihirbazları ile Musa(as)'yı düelloya davet etti ve sonuç olarak
sihirbazlar "Musa(as) ve Harun(as)'un rabbine iman ettik" diyerek
secdeye kapandılar. Bunu takip eden olaylarda İsrailoğulları'na yeniden
bir soykırım başlamış ve yıllarca süren büyük bir sıkıntı ile karşı
karşıya gelmişlerdir.
Yıllar süren bu dönem içinde nasıl bir strateji takip ederek çalışmaları gerektiği YUNUS 87 ayetinde şöyle beyan edilmiştir;
[010.087]
Biz de Musa ile kardeşine şöyle vahyettik. «Kavminiz için Mısır'da bir
takım evler hazırlayın, evlerinizi kıble edinin ve salatı ayakta tutun!
Bir de mü'minleri müjdele!
Allah(cc)'ın
İsrailoğulları'na vahyetmiş olduğu bu çalışma şekli, zulüm altında olan
insanların zalimlerin eline geçmemek için yürütmesi gereken bir çeşit
yeraltı faaliyeti olup; İsrailoğulları denizin karşı kıyısına kadar
geçen yıllar içinde uğradıkları zulmü bertaraf etmek için bu tür bir
çalışma içinde olmuşlardır.
Bizler Musa(as)
kıssasını güncel mesajları olan bir kıssa olarak okumadığımız için,
yaşanmış olayların bizler için nasıl bir mesaj taşıdığını pek
düşünmemekteyiz. Şayet bu anlatımların mesaj içerikli olduğunu anlar ve
öyle bir metod ile okursak, kıssalar bizlerin hayatı içinde birer işaret
taşı olacaktır. İsrailoğulları'nın denizin karşı kıyısına geçmelerine
kadar geçen zaman içinde mücadele içinde bir hayat geçirdikleri bu
ayetten anlaşılmaktadır.
Allah(cc), koyduğu
yasa gereği kullarına yardım etme kuralını; o kulun çalışma ve gayret
etme şartına bağlamış olup, kulları arasında "mü'min" veya "kafir"
şeklinde bir ayrım yapmaz ve herkese çalıştığının karşılığını dünya
hayatında verir. İsrailoğulları Firavun zulmünden kurtulmak için asla
yıllarca yan gelip yatmamışlardır, aksine Allah(cc)'ın onlara YUNUS 87
ayeti içinde emredilen çalışma metodunu uygulamışlardır. İşte bu çalışma
karşılığında Allah(cc)'ın çalışan kuluna yardım etme kuralının
kendileri lehine işlemesine nail olmuşlardır.
Allah(cc)'ın koyduğu yasa gereği; Firavun örneği
müstekbirler yıkılmaya mahkumdur ancak onların yıkılma kuralı
mazlumların ayağa kalkarak zalimlere karşı başkaldırması şeklinde
olacaktır. Hiçbir zalim mazlumların sadece duası ile asla yıkılmaz.
Zalim yöneticilerin insanlar üzerine uyguladığı baskı örneği Firavun'un
İsrailoğulları'na uyguladığı baskı örneğinin bir benzeri olduğu
takdirde; bu şekil baskı yönetimleri yıkılmaya mahkumdur. Dünya
tarihinde bu tür ayaklanmalar sonucu yıkılan birçok iktidar örneği
bilinmektedir. Bu örneği; uzağa gitmeye gerek yok, ülkemiz üzerinden
görmeye çalışalım. KASAS 4 ayeti; Firavun zulmünün nasıl tezahür
ettiğini bizlere şu şekilde anlatmaktadır.
[028.004]
Firavun ülkesinde ululandı ve zorbalığa kalktı, halkını çeşitli
sınıflara böldü. Onlardan bir topluluğu (İsrailoğulları'nı)
zayıflatıyor, oğullarını kesiyor, kadınları sağ bırakıyordu. Çünkü o
bozguncunun biriydi.
Şimdi bu ayetteki "Firavun" kelimesi yerine "T.C" kelimelerini, zayıf bırakılan halkın yerine "Kürtleri" koyalım ve ayeti okuyalım. Bilindiği üzere T.C sınırları içinde kendilerine "KÜRT"
adı verilen bir kavim yaşamaktadır. Bu kavim, cumhuriyetin ilanından
beri süregelen bir asimilasyona tâbi tutularak, özellikle dilleri
konusunda büyük sıkıntılara sokulmuşlardır. T.C'nin kuruluşunun ilk
yıllarında isyan ettikleri gerekçesi ile soykırımvâri bir işleme tabi
tutuldukları da bilinen bir durumdur. Bu halkın üzerinde yaşadıkları
topraklar "ŞARK" (doğu) olarak adlandırılarak Firavunvâri bir işlem olan ayrıma tabi tutulmuşlardır.
"ŞARK" adı altında toprakları ayrılarak ötekileştirilen ve
asimilasyona tâbi tutulan Kürtler, T.C'nin ırkçı faşist politikalarından
nasibini alarak her köy, kasaba ve illerin meydanlarına "NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE"
yazan afişlerle ve okullarda her gün bunlar söyletilerek şuur
altlarında Kürt olduklarını unutmaları sağlanmaya çalışılmıştır. Bu
satırları yazan kişi bir Kürt değildir. Eğer T.C, Kürtler'in çoğunluk
olduğu bir yer olmuş olsa ve yaşadığımız batı illerinden birisine gelip
de "NE MUTLU KÜRDÜM DİYENE" şeklinde bir afiş asılsa ve okul
çocuklarına her gün bunları tekrarlamaları mecbur tutulsa; tepkimiz
acaba ne olurdu? Batı illerinde yaşayan bütün Türk ırkına mensup olanlar
"biz Kürt değiliz ki, neden böyle söyleyelim?" diyerek ayağa
kalkacaklardı. Şimdi sorarız; siz Türk olmayan bir kavme her gün
"Türküm" diye zorlama yaparsanız, karşısındaki bir gün gelir buna isyan
etmez mi?
Nitekim öyle de oldu; yıllarca baskı
ve ötekileştirilmeye tâbi tutulan Kürtler, zaman içinde kendi
kimliklerinin farkına vararak bu zulmü yapanlara karşı ayağa kalktı.
Ayağa kalkan Kürtlerin isteklerini dile getiriş şekilleri bu yazının
konusu değildir. Bu yazının konusu; zulme uğrayanların bir gün bir
şekilde ayağa kalkacakları, eğer ayağa kalkışları kendilerini başarıya
ulaşmalarını sağlayacak şekilde kararlı ise mutlaka başarıya
ulaşacaklarıdır.
Kürt kavmine mensup insanların
istekleri ne olursa olsun bu istekleri doğrultusunda Allah(cc)'ın
koymuş olduğu yasalara uygun hareket ettikleri müddetçe, eninde sonunda
başarıya ulaşacaklardır. Eğer kürtler T.C'den ayrılarak özerk bir devlet
kurmak arzu ederlerse ve bu istekleri konusunda son derece kararlı
olarak gayret ettikleri takdirde; yasalar gereği amaçlarına
ulaşacaklardır. Bu satırların yazılma amacının bölücülük gayesi
olmadığı, sadece zalimlik yapanların, zulme uğrayan mazlumlara
tarafından bir gün yıkılmasının "Sünnetullah" olduğunun hatırlatılmasıdır.
Eğer T.C ötekileştirmeden vazgeçip, "ŞARK-GARP"
şeklinde bir ayrım yapmayı terkederek ülkede yaşayan bütün insanlara
eşit muamele yaptığı takdirde; iktidarların yıkılma sünnetinin kendisi
üzerinde tezahür etmesinden kurtulacaktır. Bu günlerde konuşulmakta olan
"açılım süreci" adı verilen durum tehlikenin farkına varılıp kürtlerin artık gözlerini açtığının T.C tarafından farkedildiğini göstermektedir.
Kürt örneği sadece hepimizin şahit olduğu bir örnek
olduğu için verilmiştir. Dünya tarihine şöyle bir göz attığımızda,
mazlumların her ne adına olsun ayağa kalkmaları sonucunda, dünyanın bir
çok kösesinde iktidarlar devrilmiş ve yerine yeni iktidarlar tesis
edilmiştir. Bu tesis edilen iktidarlar aynı şekilde zulme başladıkları
zaman başkaları tarafından yerle bir edilmiştir, bu dünya üzerinde
konulmuş bir yasadır.
Dünya üzerinde kurulan
herhangi bir iktidar hiç bir surette yönetmiş olduğu halk üzerinde
ayrım, baskı, zulüm yapma hakkına sahip olamaz. İktidar sahiplerinin
farklı din ve inanca veya ırka sahip olmaları, kendilerinin inançlarını
taşımadığı veya kendi ırklarına mensup olmayan halka zulmetme hakkını
vermez.
Firavun'un İsrailoğulları üzerinde
kendisini böyle bir hak sahibi zannetmiş olması; onun yıkımını
beraberinde getirmiştir. Firavun, halkı üzerinde ilahlık ve rablık
iddiasında bulunarak büyüklenmiş ve bu büyüklenmesi onun hakim olduğunu
iddia ettiği denizde boğulmasını önleyememiştir. İlahlık ve rablık iddia
etmek sadece Firavun'a has bir durum değildir. Eğer yönetim kademesinde
olan kişi veya kurumlar Allah(cc)'ın uhdesinde bulunan konularda onu
bırakıp kendi yanlarından çıkardıklarını ortaya koyuyorlarsa, onların
ilahlık ve rablık iddiasında bulunmaları anlamına gelmektedir. Her ne
kadar Allah(cc)'ı rab ve ilah olarak tanımak iddiasında olsalar bile,
O'nu yönetim kademesinde kabul etmedikleri takdirde, yine başkalarını
ilah ve rab olarak tanımışlar anlamına gelmektedir.
[028.005]
Biz de o yerde zayıf düşürülmeleri istenilen kimselere lütfetmek ve
onları ileri gelenler kılmak ve onları (o yere) varisler kılmak irade
ettik.
KASAS 5 ayeti; Firavunvâri yönetimler
altında ezilenlerin, şayet bu yönetimlere baş kaldırdıkları takdirde
koyulan yasalara uygun davrandıkları müddetçe başarıya ulaşacaklarını
beyan etmektedir. "Koyulan yasalar ne demektir?" sorusuna şöyle bir cevap verebiliriz;
Allah(cc); "Er-rahman" ismi mucibince yaratmış olduğu kulları arasında "mü'min" veya "kafir"
ayrımı yapmadan çalışanlara hakkını verecektir. Eğer zalim bir iktidara
başkaldıranlar Allah(cc) düşmanı olsalar bile, gerekli galibiyet için
gerekli kurallara uydukları takdirde onları galip getirecektir. Dünya
üzerindeki halk hareketlerine baktığımız zaman; bir çoğunun İslâmî bir
kaygı taşımadığı görülmektedir. Müstaz'afların kimliği ne olursa
gereğini yerine getirdikleri zaman, Allah(cc) onları zalimler üzerine
galip getirecektir. Bugün Müslümanlar maalesef bu gereği yerine
getirmeden, sadece dua ile bu işin olacağını zannederek zalimlere beddua
seansları ile onların yıkılmalarını beklemelerinin boşuna olduğunu
öğrendikleri gün; dünyadaki zalimlerin tahtları sarsılmaya
başlayacaktır.
Şayet müstaz'aflar zalim
yönetimlerden kurtulmak yönünde bir irade beyanında bulunmadıkları
takdirde, Allah(cc)'ın onları bu zulümden kurtarma iradesi tecelli
etmeyecektir. Allah(cc)'ın iradesi müstaz'afların bu yönetimlerden
kurtulmak yönünde bir irade beyan etmeleri ve bu istekleri doğrultusunda
çalışmaları şartı ile kurtulabilecekleri sünnetini koymuş olup, bu
sünnetine aykırı olarak yattığı yerden istekte bulunanlara yardım etmez.
Sonuç
olarak; İsrailoğulları örneği üzerinden Allah(cc)'ın zalim yönetimlerin
yıkılma sünnetinin, arz üzerine koymuş olduğu yasalar ile işleyişi,
onlara zulmeden Firavun örneğinde bizlere gösterilmiştir. Bu gösterilme
sadece İsrailoğulları ve Firavun örneği ile sınırlı olmayıp, "evrensel yasalar"
dediğimiz kıyamete kadar geçerli olacak kuralların Musa(as) zamanında
işlemesidir. Bu yasanın işleyişi, eğer T.C eli altındaki Kürt kavmine,
kuruluşundan beri uyguladığı asimilasyonu uygulamaya devam ettiği
takdirde; ezilen kavmin haklarını aramak için ayağa kalkması ile
sonuçlanacak ve bu ayağa kalkışları yine arz üzerine konulmuş olan galip
gelme yasalarına uygun bir şekilde gerçekleştiği takdirde onların
galibiyeti T.C'nin yenilgisi olarak sonuçlanacaktır. Böyle bir sonucu
istemeyenler yıllardır Kürt kavmi üzerinde uyguladığı ayrımcılığı
kaldırarak ülke insanını "Türk-Kürt", ülke toprağını "şark-garb"
ayrımı yapmadan aynı görmek zorundadırlar. Bu yıkım sadece T.C için
değil, dünya üzerinde geçmiş bir çok Firavunvâri yönetimin başına gelmiş
olup, bundan sonra da bu tür iktidar kayıpları bütün zalimlerin
başlarına gelecektir.
Kur'an kıssaları sadece hikaye olarak değil geçmişlerin başından
geçenlerin, gelecektekiler için bir ibret olduğu bilinci ile okunduğu
takdirde; zalim yöneticilerin hiç bir zaman bâki olmayacakları bilinir.
Zalimler bu bilinç içinde olduğu zaman; halklarına karşı daha yumuşak,
mazlumlar bu bilinç içinde oldukları zaman zalim yöneticilere karşı daha
dik bir duruş sergileyerek, onların diken üstünde oturmalarını sebeb
olacaklardır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH(CC) BİLİR.
23 Temmuz 2014 Çarşamba
Sünnetullah'ın İsrailoğulları Üzerinden İşleyişi Örneği : Maymunlaşmak
Allah cc nin arz üzerine koymuş olduğu yasalar, bütün kulları için geçerli olup torpil işlemeyen bir kural dahilinde gerçekleşir. İsrailoğulları ile ilgili anlatımlar bu işleyişin örneklerinin canlı bir şekilde görülmesi açısından okunduğu zaman demek istediğimiz anlaşılacaktır,alemlere üstün kılınan bu kullar rablerine karşı hata ettikleri zaman torpil çalışmayıp azabın en şiddetlisine çarptırılmaları yaşanmış hayat örnekleri ile gösterilmektedir.
Kur'an okumalarında yapıldığını düşündüğümüz yanlış , israiloğulları ile ilgili anlatımların sadece onlara has olduğu zannı ile okunup, başlarına gelenlerin sadece onları kapsadığı , bizlerin onların yaptığı gibi yanlışlar yaptığımızda kuralın bize işlemeyeceği zannıdır, halbuki kurallar herkes için geçerli olup dün israiloğullarının yaptıklarını bugün bizler yaparsak aynı durum başımıza gelecektir bundan maalesef kaçış yoktur.
Araf s.163-167. ayetleri arasında anlatılan deniz kıyısındaki şehrin halkının cumartesi yasağını delmek için yaptıkları sonucu başlarına gelenler, sadece onlara has olmayıp kim olursa olsun , yasak delme çabası içine girenlerin başına gelecekleri haber veren bir olaydır. İlgili ayetleri bize dönük mesajlar olarak okuduğumuz zaman kıssa yaşanmış bitmiş bir olay olarak görülmekten çok yaşanma olasılığı her zaman muhtemel olan bir durum olarak görülecektir.
[007.163] Onlara, deniz kıyısında bulunan şehir halkının durumunu sor. Hani onlar cumartesi gününe saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı. Çünkü cumartesi tatili yaptıkları gün, balıklar meydana çıkarak akın akın onlara gelirdi, cumartesi tatili yapmadıkları gün de gelmezlerdi. İşte böylece biz, yoldan çıkmalarından dolayı onları imtihan ediyorduk.
[007.164] İçlerinden bir topluluk: «Allah'ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?» dedi. (Öğüt verenler) dediler ki: Rabbinize mazeret beyan edelim diye bir de sakınırlar ümidiyle (öğüt veriyoruz).
[007.165] Kendilerine yapılan öğütleri unutunca, Biz fenalıktan menedenleri kurtardık ve zalimleri, Allah'a karşı gelmelerinden ötürü şiddetli azaba uğrattık.
[007.166] Kendilerine edilen yasakları aşınca, onlara: «Aşağılık birer maymun olun» dedik.
[007.167] Rabbin, kıyamet gününe kadar, onları, kötü azaba uğratacak kimseleri üzerlerine göndereceğini bildirmişti. Doğrusu Rabbin, cezayı çabuk verir. Doğrusu O bağışlar ve merhamet eder.
Allah cc israiloğullarına yapmış oldukları zulümler nedeni ile helal olan bazı şeyleri haram ettiğini nisa s.160-161. ayetlerde beyan etmektedir. Bu haramlıklardan biriside haftanın bir günü çalışmamak olarak emredilerek onların imtihanı sağlanıyordu,ancak çalışmayı Allah cc nin emrine tercih edecek kadar seven israiloğulları bu yasağı açıkça çiğnememiş olmak için bir nevi delme yoluna giderek kendilerince Allah cc yi aldatttıklarını sanıyorlardı.
Ayetlere baktığımız zaman 3 ayrı insan tipi ortaya çıktığını görmekteyiz , 1-yasağa riayet etmeyenler 2-yasağa riayet etmeyenleri uyaranlar 3- yasağa riayet etmeyenleri uyaranları "siz karışmayın" diye uyaranlar.165. ayete baktığımız zaman 2. guruba dahil olanların kurtulduğu diğerlerinin azaba uğradığı , 166. ayette bu azabın "aşağılık maymunlar" olmak şeklinde cereyan ettiği beyan edilmektedir.
Tefsirlere baktığımız zaman gerçek maymun şekline dönüşüp dünüşmedikleri konusunda tartışmaların yapıldığını görmekteyiz , bu tartışmalar yapılan anlatımın sadece kişilere özel bir anlatım olarak okunması neticesinde olduğunu düşündüğümüzü beyan edip , bu anlatımlar sünnetullah'ın işleyişi açısından ele alarak okunduğu zaman bu tür tartışmaların vakit kaybından başka bir şey getirmediği görülecektir.
Burada yine şunu tekrarlamak istiyoruz ; kur'an yaşanmış hayat içinden verdiği örneklerle bizlerin ibret alması yönünde mesajlar içeren bir kitap olup anlatımları sadece yaşandığı zaman ve mekana hapsederek okuduğumuz zaman ölü bir metin haline gelecek ve dinamik hayata herhani mesajı olmayan ütopik bilgilere haiz olan bir kitaba dönüşecektir. Deniz kıyısındaki şehir halkının başına gelenleri bugün ile bağ kurarak okursak bize dönük mesajları olduğu görülecektir.
Olayı sadece cumartesi yasağı çerçevesi içinde değilde daha geniş bir çerçevede düşünüp , Allah cc nin bütün kullarını imtihan etmek için bir takım emirler vermiş olması çerçevesinde değerlendirdiğimiz zaman, bu çerçevenin içine bizlerinde girdiği görülür. Yukardaki ayetlerde gördüğümüz 3 ayrı insan tipi her toplumda görülebilecek karakterlerdendir , bu ayetleri kendimize yönelik mesjlar olarak okuduğumuzda hata yapanları uyaranların haricindekilerin aynı azaba düşürülecekleri değişmez bir kuraldır.
Maymun olmayı gerçek bir maymun olarak olup olmadığından ziyade insan olmanın gereği olan emirlere tabi olmanın dışına çıklıdığı zaman dönüşülen hal olarak okuduğumuzda, aynı hale emre tabi olmayanların dönüşmesi olarak anlayabiliriz.
[007.179] And olsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık; onların kalbleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir.
[025.044] Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini yahut akıllanacağını mı sanıyorsun? Gerçekte onlar hayvanlar gibidir, hatta gidişçe daha sapıktırlar.
Yukardaki ayetlerde insan olmanın gereği olan vahye tabi olmak yerine , inkarı seçenlerin içinde oldukları halin tasvir edildiği ayetler olup maymunlaşmak sadece belli bir zaman ve mekan ve ırka has bir olay olmayıp genel bir durumdur.
167. ayet sünnetullah diyebileceğimiz bir duruma işaret ederek bu durumda olanların dünya hayatlarındada azaba uğrayacağı beyan edilmiş olup , sadece israiloğulları ile sınırlı değildir. Allah cc kişisel ve toplumsal uygulamaları olan emirleri ile sadece ahiret merkezli güzel bir hayat değil dünya merkezli güzel bir hayatıda öngörür. Toplumun düzenini ve ıslahını sağlayan bu emirler hayata aktarıldığı zaman kişiler ve o kişilerin oluşturduğu uluslar dünya ve ahirette mutlu bir yaşam sürerler. Ulusların eceli kuralı dahilinde , bu emirlere aykırı olarak yapılan eylemler kişileri ve o kişilerin oluşturduğu toplumun helakına bir şekilde yol açacak olup ayette bu duruma dikkat çekilmektedir.
Bu sünnetullah, dün nasıl geçerli ise bugün ve yarın geçerli olacak olup hangi şartlar altında geçerli olacağı ilgili ayetlerde israiloğulları örneği üzerinden verilmiştir. Bugün halkının müslüman olduğunu iddia eden topraklarda hüküm süren yaşantıya baktığımız zaman, "deniz kıyısındaki şehrin halkından farkımız nedir?" diye kendimize sorduğumuz zaman alacağımız cevap acaba ne olacaktır.
Allah cc nin emirlerini alenen veya dolaylı olarak çiğneyen insanların oluşturduğu topluluklar , onları bu kötülüklerinden alıkoymak isteyenlerin yok denecek az olduğu, neme lazımcılığın düşünce özgürlüğü adı altında bayraklaştırılmaya çalışıldığı bir toplum portresi ortadadır. Hayvan veya ondan daha aşağı olarak vasfedilen bu tür insanları acaba sadece israiloğulları bünyesindemi aramak lazım yoksa önce kendimize bakıp bu şartları ne kadar taşıdığımızı görüp yeniden silkinip maymunluktan kurtulamaya çalışmamızmı lazımdır?.
Maymunları uzakta aramaya gerek yoktur , ülkemizdeki son yıllarda daha fazla tırmanan ahlaki çöküşe baktığımız zaman bunun acı örneklerini her köşebaşında görmek mümkündür. Zinanın tv dizileri ile masum gösterilerek halk içinde yaygınlaştırma çabaları meyvelerini vermiş, artık zina olağan bir eylem haline gelmiş hatta yapmayanlar aşağılanır hale gelmiştir. Uyuşturucu kullanma yaşı ilk okullaara kadar düşmüş ve bir çok anne baba çocuklarının bu alışkanlıkları yüzünden perişan hale gelmiştir. Lut kavminin helakına sebeb olan sapkın davranışlarda artık örgütlenip demokratik haklarını !!! arama yollarında önemli yol kat etmişlerdir.
Saymakla bitmeyecek şekilde Allah cc nin yasaklarının alenen çiğnendiği bir toplum haline gelmemiz yıkımı hak eder hale gelmiş olmamızı gerektiren bir hal olup bu yıkım başımıza gökten taş yağması şeklinde değil insanların bu hale gelerek toplumu ifsad etmeleri şeklinde kendini göstermiş ve araf s. 167 ayette bahsedilen durumun gerçekleşerek aşağılık maymunlar haline gelmiş olduğumuzu göstermektedir.
Günümüzde savaşların şekli değişiklik arz etmiş olup, sadece silahlı ordular ile ülkeleri işgal etmek şeklinde değil , onları ahlaki ve ekonomik yönden çökerterek işgal etmek şekline dönüşmüştür. Bu çeşit bir savaş örneğini üzerinde yaşadığımız topraklar üzerinde alenen görmekteyiz. İnsanların tek kredi kartı olmasının ayıp olduğu banka kredisi ile tatile gitmeyenlerin kınandığı,borçlu olmayana öcü gözü ile bakıldığı bir toplum oluşturularak işgal edilmiş , araf s. 167. ayetinde bahsedilen duruma düşürülmüşüzdür.
Maymunluktan insanlığa yeniden dönmek için Allah cc nin bizler için koymuş olduğu kurallara riayet eden bir toplum tesisi şarttır. Kısa bir süre içinde maymunlaşan bu toplumun yeniden insana dönüşmesi için uzun bir süre gerektiğini bilmekle birlikte , kıssada anlatılan neme lazımcıların gurubuna girerek aynı tehlikenin bizleride sarmasını beklememeliyiz. Aynı tehlike bana dokunmasın deyip kenarda duranıda bir gün bir şekilde mutlaka yakalayacak olup herkes elini taşın altına koymak zorundadır.
Sonuç olarak; prototip bir kavim olarak israiloğullarının başlarından geçenler sadece onlara has değil her zaman ve mekan dahilinde insanların düşeceği durumun onlara nasıl geri döneceği haberinin verilmiş olması şeklinde okunması, yapılan anlatımların sadece onlara değil evrensel bir mesaj olarak okumamızı sağlayacaktır. Deniz kıyısındahi şehir halkının maymuna dönüşmesi sadece onlara has olmayıp Allah cc nin emirlerine aykırı hareket eden toplumların başlarına gelecek olan durumun anlatılması olup bu durum evrensel bir kuraldır. Gerçek olarak maymuna dönüşüp dönüşmedikleri tartışmaları olayı sadece yaşanmış zaman ve mekan içinde düşünmeyi beraberinde getireceğinden yapılan anlatımın canlı bir hayata mesajı olması yönünde okunması hem kısır tartışmalara yol açmamış, hemde kur'anı ölü bir metin haline düşürmemiş olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.
Kur'an okumalarında yapıldığını düşündüğümüz yanlış , israiloğulları ile ilgili anlatımların sadece onlara has olduğu zannı ile okunup, başlarına gelenlerin sadece onları kapsadığı , bizlerin onların yaptığı gibi yanlışlar yaptığımızda kuralın bize işlemeyeceği zannıdır, halbuki kurallar herkes için geçerli olup dün israiloğullarının yaptıklarını bugün bizler yaparsak aynı durum başımıza gelecektir bundan maalesef kaçış yoktur.
Araf s.163-167. ayetleri arasında anlatılan deniz kıyısındaki şehrin halkının cumartesi yasağını delmek için yaptıkları sonucu başlarına gelenler, sadece onlara has olmayıp kim olursa olsun , yasak delme çabası içine girenlerin başına gelecekleri haber veren bir olaydır. İlgili ayetleri bize dönük mesajlar olarak okuduğumuz zaman kıssa yaşanmış bitmiş bir olay olarak görülmekten çok yaşanma olasılığı her zaman muhtemel olan bir durum olarak görülecektir.
[007.163] Onlara, deniz kıyısında bulunan şehir halkının durumunu sor. Hani onlar cumartesi gününe saygısızlık gösterip haddi aşıyorlardı. Çünkü cumartesi tatili yaptıkları gün, balıklar meydana çıkarak akın akın onlara gelirdi, cumartesi tatili yapmadıkları gün de gelmezlerdi. İşte böylece biz, yoldan çıkmalarından dolayı onları imtihan ediyorduk.
[007.164] İçlerinden bir topluluk: «Allah'ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?» dedi. (Öğüt verenler) dediler ki: Rabbinize mazeret beyan edelim diye bir de sakınırlar ümidiyle (öğüt veriyoruz).
[007.165] Kendilerine yapılan öğütleri unutunca, Biz fenalıktan menedenleri kurtardık ve zalimleri, Allah'a karşı gelmelerinden ötürü şiddetli azaba uğrattık.
[007.166] Kendilerine edilen yasakları aşınca, onlara: «Aşağılık birer maymun olun» dedik.
[007.167] Rabbin, kıyamet gününe kadar, onları, kötü azaba uğratacak kimseleri üzerlerine göndereceğini bildirmişti. Doğrusu Rabbin, cezayı çabuk verir. Doğrusu O bağışlar ve merhamet eder.
Allah cc israiloğullarına yapmış oldukları zulümler nedeni ile helal olan bazı şeyleri haram ettiğini nisa s.160-161. ayetlerde beyan etmektedir. Bu haramlıklardan biriside haftanın bir günü çalışmamak olarak emredilerek onların imtihanı sağlanıyordu,ancak çalışmayı Allah cc nin emrine tercih edecek kadar seven israiloğulları bu yasağı açıkça çiğnememiş olmak için bir nevi delme yoluna giderek kendilerince Allah cc yi aldatttıklarını sanıyorlardı.
Ayetlere baktığımız zaman 3 ayrı insan tipi ortaya çıktığını görmekteyiz , 1-yasağa riayet etmeyenler 2-yasağa riayet etmeyenleri uyaranlar 3- yasağa riayet etmeyenleri uyaranları "siz karışmayın" diye uyaranlar.165. ayete baktığımız zaman 2. guruba dahil olanların kurtulduğu diğerlerinin azaba uğradığı , 166. ayette bu azabın "aşağılık maymunlar" olmak şeklinde cereyan ettiği beyan edilmektedir.
Tefsirlere baktığımız zaman gerçek maymun şekline dönüşüp dünüşmedikleri konusunda tartışmaların yapıldığını görmekteyiz , bu tartışmalar yapılan anlatımın sadece kişilere özel bir anlatım olarak okunması neticesinde olduğunu düşündüğümüzü beyan edip , bu anlatımlar sünnetullah'ın işleyişi açısından ele alarak okunduğu zaman bu tür tartışmaların vakit kaybından başka bir şey getirmediği görülecektir.
Burada yine şunu tekrarlamak istiyoruz ; kur'an yaşanmış hayat içinden verdiği örneklerle bizlerin ibret alması yönünde mesajlar içeren bir kitap olup anlatımları sadece yaşandığı zaman ve mekana hapsederek okuduğumuz zaman ölü bir metin haline gelecek ve dinamik hayata herhani mesajı olmayan ütopik bilgilere haiz olan bir kitaba dönüşecektir. Deniz kıyısındaki şehir halkının başına gelenleri bugün ile bağ kurarak okursak bize dönük mesajları olduğu görülecektir.
Olayı sadece cumartesi yasağı çerçevesi içinde değilde daha geniş bir çerçevede düşünüp , Allah cc nin bütün kullarını imtihan etmek için bir takım emirler vermiş olması çerçevesinde değerlendirdiğimiz zaman, bu çerçevenin içine bizlerinde girdiği görülür. Yukardaki ayetlerde gördüğümüz 3 ayrı insan tipi her toplumda görülebilecek karakterlerdendir , bu ayetleri kendimize yönelik mesjlar olarak okuduğumuzda hata yapanları uyaranların haricindekilerin aynı azaba düşürülecekleri değişmez bir kuraldır.
Maymun olmayı gerçek bir maymun olarak olup olmadığından ziyade insan olmanın gereği olan emirlere tabi olmanın dışına çıklıdığı zaman dönüşülen hal olarak okuduğumuzda, aynı hale emre tabi olmayanların dönüşmesi olarak anlayabiliriz.
[007.179] And olsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık; onların kalbleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir.
[025.044] Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini yahut akıllanacağını mı sanıyorsun? Gerçekte onlar hayvanlar gibidir, hatta gidişçe daha sapıktırlar.
Yukardaki ayetlerde insan olmanın gereği olan vahye tabi olmak yerine , inkarı seçenlerin içinde oldukları halin tasvir edildiği ayetler olup maymunlaşmak sadece belli bir zaman ve mekan ve ırka has bir olay olmayıp genel bir durumdur.
167. ayet sünnetullah diyebileceğimiz bir duruma işaret ederek bu durumda olanların dünya hayatlarındada azaba uğrayacağı beyan edilmiş olup , sadece israiloğulları ile sınırlı değildir. Allah cc kişisel ve toplumsal uygulamaları olan emirleri ile sadece ahiret merkezli güzel bir hayat değil dünya merkezli güzel bir hayatıda öngörür. Toplumun düzenini ve ıslahını sağlayan bu emirler hayata aktarıldığı zaman kişiler ve o kişilerin oluşturduğu uluslar dünya ve ahirette mutlu bir yaşam sürerler. Ulusların eceli kuralı dahilinde , bu emirlere aykırı olarak yapılan eylemler kişileri ve o kişilerin oluşturduğu toplumun helakına bir şekilde yol açacak olup ayette bu duruma dikkat çekilmektedir.
Bu sünnetullah, dün nasıl geçerli ise bugün ve yarın geçerli olacak olup hangi şartlar altında geçerli olacağı ilgili ayetlerde israiloğulları örneği üzerinden verilmiştir. Bugün halkının müslüman olduğunu iddia eden topraklarda hüküm süren yaşantıya baktığımız zaman, "deniz kıyısındaki şehrin halkından farkımız nedir?" diye kendimize sorduğumuz zaman alacağımız cevap acaba ne olacaktır.
Allah cc nin emirlerini alenen veya dolaylı olarak çiğneyen insanların oluşturduğu topluluklar , onları bu kötülüklerinden alıkoymak isteyenlerin yok denecek az olduğu, neme lazımcılığın düşünce özgürlüğü adı altında bayraklaştırılmaya çalışıldığı bir toplum portresi ortadadır. Hayvan veya ondan daha aşağı olarak vasfedilen bu tür insanları acaba sadece israiloğulları bünyesindemi aramak lazım yoksa önce kendimize bakıp bu şartları ne kadar taşıdığımızı görüp yeniden silkinip maymunluktan kurtulamaya çalışmamızmı lazımdır?.
Maymunları uzakta aramaya gerek yoktur , ülkemizdeki son yıllarda daha fazla tırmanan ahlaki çöküşe baktığımız zaman bunun acı örneklerini her köşebaşında görmek mümkündür. Zinanın tv dizileri ile masum gösterilerek halk içinde yaygınlaştırma çabaları meyvelerini vermiş, artık zina olağan bir eylem haline gelmiş hatta yapmayanlar aşağılanır hale gelmiştir. Uyuşturucu kullanma yaşı ilk okullaara kadar düşmüş ve bir çok anne baba çocuklarının bu alışkanlıkları yüzünden perişan hale gelmiştir. Lut kavminin helakına sebeb olan sapkın davranışlarda artık örgütlenip demokratik haklarını !!! arama yollarında önemli yol kat etmişlerdir.
Saymakla bitmeyecek şekilde Allah cc nin yasaklarının alenen çiğnendiği bir toplum haline gelmemiz yıkımı hak eder hale gelmiş olmamızı gerektiren bir hal olup bu yıkım başımıza gökten taş yağması şeklinde değil insanların bu hale gelerek toplumu ifsad etmeleri şeklinde kendini göstermiş ve araf s. 167 ayette bahsedilen durumun gerçekleşerek aşağılık maymunlar haline gelmiş olduğumuzu göstermektedir.
Günümüzde savaşların şekli değişiklik arz etmiş olup, sadece silahlı ordular ile ülkeleri işgal etmek şeklinde değil , onları ahlaki ve ekonomik yönden çökerterek işgal etmek şekline dönüşmüştür. Bu çeşit bir savaş örneğini üzerinde yaşadığımız topraklar üzerinde alenen görmekteyiz. İnsanların tek kredi kartı olmasının ayıp olduğu banka kredisi ile tatile gitmeyenlerin kınandığı,borçlu olmayana öcü gözü ile bakıldığı bir toplum oluşturularak işgal edilmiş , araf s. 167. ayetinde bahsedilen duruma düşürülmüşüzdür.
Maymunluktan insanlığa yeniden dönmek için Allah cc nin bizler için koymuş olduğu kurallara riayet eden bir toplum tesisi şarttır. Kısa bir süre içinde maymunlaşan bu toplumun yeniden insana dönüşmesi için uzun bir süre gerektiğini bilmekle birlikte , kıssada anlatılan neme lazımcıların gurubuna girerek aynı tehlikenin bizleride sarmasını beklememeliyiz. Aynı tehlike bana dokunmasın deyip kenarda duranıda bir gün bir şekilde mutlaka yakalayacak olup herkes elini taşın altına koymak zorundadır.
Sonuç olarak; prototip bir kavim olarak israiloğullarının başlarından geçenler sadece onlara has değil her zaman ve mekan dahilinde insanların düşeceği durumun onlara nasıl geri döneceği haberinin verilmiş olması şeklinde okunması, yapılan anlatımların sadece onlara değil evrensel bir mesaj olarak okumamızı sağlayacaktır. Deniz kıyısındahi şehir halkının maymuna dönüşmesi sadece onlara has olmayıp Allah cc nin emirlerine aykırı hareket eden toplumların başlarına gelecek olan durumun anlatılması olup bu durum evrensel bir kuraldır. Gerçek olarak maymuna dönüşüp dönüşmedikleri tartışmaları olayı sadece yaşanmış zaman ve mekan içinde düşünmeyi beraberinde getireceğinden yapılan anlatımın canlı bir hayata mesajı olması yönünde okunması hem kısır tartışmalara yol açmamış, hemde kur'anı ölü bir metin haline düşürmemiş olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.
24 Haziran 2014 Salı
Musa a.s Asası ve Asa Üzerinden Verilen Mesaj
Kur'an kıssalarının anlatılma amacının okuyucuya geçmişlerin masalları değil , geçmişlerin yaşanmış hayat içinde başlarından geçenlerden bizlerin ibret çıkarması olduğunu, kıssalar ile ilgili yazılarımızda vurgulamaya çalışmıştık. Bu yazımızda Musa as kıssası içinde anlatılan asasının durumu ile ilgili ayetleri ele alarak kıssayı mesaj içerikli okumaya gayret edip asa objesi üzerinden verilmek istenen mesajı anlamaya çalışacağız.
Kur'an kıssaları ile ilgili yazılarımızda yine çokça vurguladığımız konu olan, kıssaları geleneksel ve modernist bir yorum tarzı ile yapılan okumanın ortak yönünün mesajı anlamamak üzerinde birleştiğini, her iki okuma tarzının "kıssa içinde dönüp dolaşmak" metodu olduğunu yine hatırlatarak, modernist okumanın asa ile ilgili düşüncelerini kısaca hatırlatıp bu düşüncenin ne kadar doğru olabileceği üzerinde durmak istiyoruz.
Kıssalardaki bazı anlatımların vahye bağlanmadan, batıdan devşirilmiş düşüncelere bağlanarak okunması neticesinde "böyle bir şey asla olamaz olsa olsa mecazdır mecaz" şeklinde itirazlara sebeb olan konulardan biriside Musa as ın asasıdır. Ayetlerde, asanın asli şeklinden farklı bir şeye dönüşmesi, sünnetullah'a aykırı olduğu gerekçesi red edilmekte olduğu kur'an okuyucularının malumudur. Yine hatırlatmak isterizki, yazının konusu sadece asanın yılan olmasını ispatlamak olmayıp, bu yılan oluşunun üzerinden bizlere verilmek istenen mesaj üzerinde olacak olup ,yaşanmışlık zamanında asa ile ilgili ayetleri alıntılayarak,önce asanın yılan olmasının mecaz olup olmadığının tesbitini yapmak istiyoruz.Olayın tarihsel bağlamı içindeki anlatımını doğru bir şekilde anladıktan sonra o anlatımı güncelleştirip mesaj boyutunu anlamak daha kolay olacaktır.
Musa as ın asası , ailesi ile birlikte Medyen'den ayrılıp tuva vadisinde Allah cc ile konuşması sırasında sahneye çıkmaktadır. Konumuz, asa ile ilgili ayetler olduğu için kıssa içinde asa nın geçmiş olduğu ayet bölümlerini ele alacağız.
[020.017-21] O sağ elindeki de ne, ey Musa?O, benim asamdır, dedi, ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim; benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır. Buyurdu ki bırak onu ya Musâ!Bırakınca, değnek hemen, koşan bir yılan (hayyetün tes'a)oluverdi. Buyurdu: Tut onu korkma. Biz onu yine eski durumuna çevireceğiz.
[027.009] «Ey Musa! Gerçek şu ki, Ben, güçlü ve hakim olan Allah'ım»Ve bırak asanı! « Derken onu çevik bir yılan (cannun)gibi çalkanıp kıvranır görünce, dönüp kaçtı ve arkasına bakmadı. «Ey Musa, korkma; çünkü peygamberler benim huzurumda korkmaz.»
[028.030] Oraya gelince, kutlu yerdeki vadinin sağ yanındaki ağaç cihetinden: «Ey Musa! Şüphesiz Ben, Alemlerin Rabbi olan Allah'ım» diye seslenildi.Bırak asanı!» Musa, onun bir çevik yılan (cannun) misali hareket ettiğini görünce öyle bir dönüp kaçtı ki, arkasına bile bakmadı. «Ey Musa, yüzünü dön ve korkma; çünkü sen güvenlik içinde olanlardansın!
Asanın ilk sahneye çıkmasının anlatıldığı ayetlerin, taha s. deki bölümünde asanın atıldığı anda "hayyetün tes'a" , neml s. de ve kasas s. de anlatılan bölümde "cannun" olarak nitelendirilen bir hale dönüştüğü görülmektedir. Bilindiği asa bir ağaç parçası olup kendiliğinden hareket etme kabiliyeti olmayan bir nesnedir. Ayet ön kabulsüz olarak, kafayı herhangi bir yere kiraya vermeden okunduğu zaman ortaya çıkan durum şudur; Hayyetün ve cannun şeklinde anlatılan bir şekle girmesi asanın asli durumunun dışında bir hale dönüşmüş olması demek olup ve bunun itiraz edilecek bir tarafı olamaz. Musa as ın asanın asli şeklinin dışında bir şekil alması sonucu korkup, arkasını dönüp kaçmasını nasıl izah edebiliriz? eğer asa asli şeklinin dışında başka bir şekle dönüşmemiş olsaydı Musa as neden korkup kaçsın ?. Hayye kelimesi hayat bulmuş anlamında olup hareket etmeyen bir nesnenin hareket etmesini anlatır , Cannun kelimesi ise , cenne kelimesinden gelip duyu organlarının göremeyeceği bir şey anlamında olup hayyetün olarak ifade edilen asanın ne kadar hızlı bir şekilde hareket eden varlığa dönüştüğünü anlatır, yılan şeklinde bir ifade kullanmaktan ziyade asanın asli durumunun dışında bir hale geldiği açık ve net olarak ayette belli olup itiraz edilecek herhangi bir tarafı bulunmamaktadır.
Asa ikinci olarak Musa as ın firavun ile olan buluşmasında sahneye çıkmaktadır.
[007.106-107 (Firavun) Dedi ki: «Eğer gerçekten bir ayet getirmişsen ve doğru sözlülerden isen, bu durumda onu getir (bakalım) .»Bunun üzerine asasını bırakıverdi, o koskoca bir yılan (sü'banun mübin) kesiliverdi
[026.030] (Musa Firavun'a): «Sana apaçık bir şey (delil) getirdimse de mi?» dedi.(Firavun): «Haydi onu getir bakayım, doğrulardan isen» dedi.Bunun üzerine Musa asâsını atıverdi, asâ apaçık koca bir yılan (sü'banun mübin)!
Firavun ile buluşmasının anlatıldığı ayetlerde asanın "sü'banun mübin" olarak ifade edilen bir hale dönüştüğü anlatılmaktadır. Seabe kelimesi , suyun gitmesi için açılan yol anlamında kullanılan bir kelime olup izafi olarak geniş ve uzun gibi bir anlam taşıyan büyük yılan anlamındadır. Dikkat edilecek olursa asanın hayyetün -cannun-sü'banun şeklinde 3 farklı kelime ile ifade edilen ortak yönü asanın asli şeklinin dışında bir hale dönmüş olmasıdır bu açık ve net olarak ortadadır mecaz şeklinde anlamayı gerektirecek herhangi bir durum ortada yoktur.
Asa üçüncü olarak firavun'un sihirbazlari ile olan buluşmada ortaya çıkmaktadır.
[007.115-118] (Sihirbazlar), Ey Musa sen mi (önce) atacaksın, yoksa atanlar biz mi olalım? dediler.Siz atın, dedi. Atınca; halkın gözlerini büyülediler, onlara korku saldılar ve büyük bir sihir getirmiş oldular. Biz de Musa'ya, «Asanı at!» diye vahyettik. Bir de baktılar ki bu, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor (telkafu). Artık hak meydana çıktı ve onların bütün yaptıkları hiçe gitti
020.065-69] Dediler ki: Ey Musa! Ya sen at veya önce atan biz olalım.Hayır, siz atın, dedi. Bir de baktı ki, büyüleri sayesinde ipleri ve sopaları, kendisine gerçekten koşuyor gibi görünüyor.Bu yüzden Musa içinde bir korku hissetti.«Korkma, sen muhakkak daha üstünsün» dedik.«Sağ elindekini at da onların yaptıklarını yutsun(telkaf), yaptıkları sadece sihirbaz düzenidir. Sihirbaz nereden gelirse gelsin başarı kazanamaz.»
[026.043-45] (Musa) onlara: «Ne atacaksanız atın» dedi.Hemen iplerini ve sopalarını ortaya attılar ve Firavnin ızzeti hakkı için elbette biz galibiz, şüphesiz, dediler.Sonra Musa asâsını attı; bir de ne görsünler, onların uydurduklarını yutuveriyor!(telkafu)
Sihirbazlar ile olan buluşmada, asanın sihirbazların ifklerini yutması "lekafe" kök kelimesi ile ifade edilmekte olup, bu kelime bir şeyi yutmak anlamındadır. Asa asli şeklinin dışında bir şekle dönüşmemiş olsa idi bu ifkler nasıl yutuldu şeklinde bir ifade ile ayet içinde bildirilirdi?.
Buraya kadar verdiğimiz ayetlerde asa nın asli şekli dışında farklı bir hale dönüşmesini anlatan ayetleri gördük . Musa as kıssası içinde anlatılan asa ve onunla ilgili olan olayların tarihsel boyutu bu şekilde olup asanın, ortak anlam olarak yılan şekline dönüşmesini ifade eden kelimeler ile, farklı bir hale dönüştüğü görülmektedir. Konumuz sadece asanın yılan olduğunu ispat sadedinde olmadığı için bu anlatımın bizler için mesaj taşıyan taraflarını okumak gerektiğini düşünüyoruz.
Öncelikle, akılcılık yolu ile bu tür ayetleri anlamak durumunda olanların kendi düşüncelerini ortaya atarken kullandıkları "sünnetullah" argümanı üzerinde biraz duralım. Bilindiği gibi Allah cc nin varlıklar üzerine koymuş olduğu bir yasa olup bu yasalar asla değişmez . Bu değişmezlikten yola çıkılarak, "ağaç parçasının asli şeklinin dışında canlı bir yılan olması asla mümkün değildir bu oluşum şeklini hakiki olarak değil mecaz olarak anlamak gerekmektedir" şeklinde bir düşünce ile olaya yaklaşıldığını görüyoruz.
Öncelikle kur'an ayetlerine yaklaşım konusunda ayet içinde verilen bilgiyi anlamak için yine kur'anın kendi içinden çıkan anlama metodunu kullanmak gerekmektedir. Ayeti anlamayı kur'an dışı düşünceler ışığında yaptığımız takdirde , o kriterlere göre ayete bakıp farklı bir düşünceye varmak kaçınılmazdır. Biz vahye bağlanmamış bir akıl ile asa olayına bakacak olursak haklı olarak bir ağaç parçasının asla canlı bir objeye dönüşmeyeceğine inanırız , bu inancımızı da kur'an içinden bir takım deliller getirerek doğrulatmaya çalışırız.
İsa as ın doğum şekli , ashabı kehfin hiç uyanmadan yıllarca bir mağarada uyuması , bakara s. 259. ayetinde anlatılan 100 yıl ölü kalıp sonra diriltilen adam ile ilgili anlatımlar değişmezlik yasalarına göre izah edilemez, "ben izah ettim oldu" kabilinden gayri ciddi izahları konu etmeye bile değer bulmadığımızı burada ifade etmek isteriz. Bu ve benzeri anlatımlar kurallarını kendisinin koyduğu "la yus'el" olan Allah cc nin yine istediği zaman değiştirerek kainatı otomatiğe bağlamadığını her an gözetip kollayan olduğunu bizlerin bilmesini sağlaması açısından değerlendirmek mümkündür.
Bu tür ayetleri değişmezlik yasası açısından baktığımız zaman ayet içinde anlatılan değişebirliliği te'vil etmek için, ayeti evirip çevirmekten başka bir yol kalmamaktadır ki bu düşünce ile yapılan te'villerde bu örneklere çokça rastlamaktayız. Ayete farklı bir anlam bindirerek veya kur'an bütünlüğüne uymayan yorumlarda bulunarak, yapılan zorlama yorumlar akıl ile vahyi birbirinden ayırarak yapılan okumalara örnektir.
Kur'an kıssa yollu anlatımlar vasıtası ile muhataplarına mesaj vermek amacını taşıdığına göre bu anlatımların yaşanmışlıklarından daha ziyade, bizlere dönük mesajı olup olmadığı yönünde bir okuma metodu ile anlaşılmaya çalışılması,yaşanmışlık içinde kalması gereken bu olaylar üzerinden nasıl bir mesaj verilmek istendiğinin anlaşılması gerektiğini düşünmenin daha doğru bir yaklaşım olacağını düşünmekteyiz. Bu okuma ile Musa as ın asası üzerinden nasıl bir mesaj verilmek istenmiş olabilir ? sorusunun cevabını aramaya başlayabiliriz. Musa as ın ağaçtan olan asası çürümüş gitmiştir, ancak asa üzerinden verilmek istenen mesaj canlı ve kıyamete kadar geçerli olacaktır.
Taha s. 17-21. ayetler arasına baktığımız zaman Allah cc Musa as a "sağ elindeki nedir?" şeklinde bir soru soruyor , peki Allah cc onun sağ elinde ne olduğunu gördüğü halde neden böyle bir soru sormuş olabilir?. Asa neticede bir ağaç parçası olup verdiği cevaplardan anlaşılacağı gibi Musa as gibi bir çobanın elindeki asa ancak o işlere yarardı. Allah cc kudretini bu asa üzerinden göstererek zor bir vazife yükleyeceği kuluna " benim gibi kudretli birisinin elçisisin senin arkanda ben varım" mesajını vererek ileride yükleyeceği görev için bir nevi moral destek sağlamaktadır. Musa as ın sağ elinden düşürmediği asası onunla her tarafta birlikte olacağı için asaya istediği gibi hükmeden Allah cc nin kuluna her an desteğe hazır olduğu mesajı verilmektedir .
Peki Allah cc sadece onamı böyle bir görev yüklemiştir? dersek cevabımız elbetteki hayır olacaktır. Kendisini Allah cc nin kulu onu yegane ilah olarak tanıyan her mü'min Musa as gibi karşısındakinin konumu ne olursa olsun, vahyin ona yüklemiş olduğu tebliğ görevini yerine getirmek zorundadır. Rabbimizde bizlere elimizdeki imkanları yani vahiy ve kevni ayetler dediğimiz evrensel kuralları doğru olarak kullanarak yaptığımız eylemlerde başarıya ulaşacağımız mesajı vermektedir.
Musa as ın elindeki asayı sadece onun elinde şekil bulmuş bir obje olarak düşünmeyip güncelleştirdiğimiz takdirde bugün asanın ifade ettiği şeyin karşılığının ne olabileceği sorusunun cevabı elbetteki KİTAB tır . Allah cc nin indirmiş olduğu kitab ve onunla ilgili olarak koymuş olduğu sünnetini hatırlamak bizlerin asanın yılan olmasının imkansız olduğu görüşlerinin ne kadar anlamsız ve boş tartışmalar olduğunu da gösterecektir.
Allah cc nin elçilerine indirmiş olduğu vahiy ve yaratmış olduğu arz üzerinde değişmez yasalarını "elkitab" çerçevesi içinde düşünecek olursak , Musa as elindeki asanın gördüğü işlevi anlatarak kevni yasalar dahilinde sahip olduğu bilgi birikimini söylemekte olup, o ayetleri okuyarak kendisine vermiş olduğu bilgi sayesinde asası ile yaptıklarını anlatmaktadır. Bizlerde kevni ayetleri okuyup o ayetlerden edindiğimiz bilgiyi sağ elimizde tutup o bilgiyi vahiy ile birleştirerek Allah cc nin istediği bir mü'min kul olmuş olacağız.
Sağ el şeklinde bir ifade bizlere şöyle bir mesaj verebilir; kevni ayetleri okuyup bu ayetler ışığında yapmış olduklarımızın sağ el olarak ifade edilen hayırlarda kullanılması, zulüm aracı olmaması gerekmektedir , kevni ayetlerin okunarak elde edilen kazançların haksız yere kullanılmaları onu sol elde tutmak anlamına gelirki sağ el vurgusunun önemi burada ortaya çıkmaktadır.
Allah cc elçilerine vahyederek onlara okunan kitablar indirmiş olup bu okunan kitaplardaki bir takım vaadler olan helak , yardım vs belli kurallara bağlanarak helakı ve yardımı haketmek için belli aşamayı takip etmenin gerektiği ve bu aşama sonunda helak veya yardımın geleceği bir kurala bağlanmıştır. Evrensel yasalar dediğimiz bu yazılı olmayan kitabta ki vaadleri haketmek için çalışmak şartı koşulmuş olup, asa objesi üzerinden bu yasaların nasıl hayata geçebileceği mesajı verilmiştir. Allah cc nin geçerli olan sünnetinde koyduğu kurallara göre hareket edenlerin başarıya ulaşacakları elçilerine indirmiş olduğu kitaplarda da hatırlatılarak bu kurallara uyulmadan herhangi bir yardımın gelmeyeceği belirtilmiştir.
Elkitab terimi yazılı ve yazılı olmayan her türlü bilgiyi içine alan bir terimdir. Asa, elkitab bilgisi verilmiş olan insan elinde koyunlara yaprak silkelemek , dayanmak gibi bir işlevi bulunan kevni bir ayettir. Asa adlı kevni ayeti, Allah cc nin kudretini arkaya alarak yapılan işler sihirbazların ifklerini yutar, Allah cc nin yardımı artık bittik denilen yerde gelerek, olmaz denileni oldurur ve denizi ortadan ikiye ayırır.
Fesad kelimesi ile ifade edilen firavun amellerini arz üzerinden kaldırmak görevini Allah cc mü'min kulları üzerine yüklemiştir. Mü'min kullar, bu fesadı arz üzerinden kaldırarak zulmü önler Allah cc nin dininin hakim olmasını sağlar. Firavun yaşamış olduğu zaman içinde arz üzerinde fesadın uygulayıcısı olup kendisini ilah ve rab ilan ederek, insanlar üzerinde tasarruf sahibi olduğu iddiasında idi , ama Allah cc nin cari olan sünneti bu fesadçının arz üzerinden kalkmasını gerektirmeydi , ve bu görev Musa as a verilmişti. Musa as bir çok ayette belirtildiği gibi kendisine verilen ELKİTAB ı doğru okuyarak bu zulmü ortadan kaldırmıştır. Kur'anın hiçbir ayetinde "Musa'ya tevrat'ı verdik" şeklinde bir ayet olmamasını şimdi sanırım daha kolay anlamış oluyoruz, çünkü Musa as her iki kitabı birden doğru okumaya bir örnek elçi idi.
Allah cc Musa as ı seçerek firavuna göndermeden önce ona tuva vadisinde seslenirken, arada geçen konuşmalara dikkat edecek olursak Musa as ın destek ihtiyacını onun istediği şekilde karşılamıştır. En büyük destekçinin arkasında olduğunu hissetmesi ve firavunun nasıl bir ilah'ın gücü karşısında olduğunu görmesi için ona görsel ayetler vermiş , bu desteği alan Musa as firavun karşısına dikilerek ona alemlerin rabbine teslim olmasını tebliğ etmiştir. Alemlerin rabbinin bu desteği Musa as da son derece büyük bir moral sağlayarak ölüm korkusu bile duymadan firavun karşısına dikilmesi, bizim firavunların karşısına dikilmemiz için gerekli olan yol haritasını çizmektedir. Bizlerde elkitab'ı okuyarak nasıl hareket etmemiz gerektiğini Musa as örnekliğinde görmüş oluyoruz.
Asa yılan olmuşmu olmamışmı gibi, sığ bir tartışma yapmak yerine onun bu örnekliği üzerinden giderek aynı desteğin bir zerre bile eksik olmadan bizlere verileceği vaadi Allah cc nin cari olan kurallarından olup, bu kurallara uyanların nasıl düşmana galebe çaldığı örnekleri yaşanmış hayat içinde bilinmektedir.
Musa as ın asası mesabesinde olan kitab yazılı olarak bugün elimizde olup sadece kevni ayetlerle birlikte okunarak firavunların karşısına dikilmemizi beklemektedir. Asa olarak Musa as ın elinde bulunan bir obje, Allah cc nin kudretini arkaya alarak küfrün her türlü hilesini yıkan bir silaha dönüşmüş olup aynı asayı bizler onun kullandığı usul ile kullandığımız takdirde firavun ordularını yerle bir edeceğimiz yazılmış bir vaad tir, ancak bizler sadece yazılı olan kitaba iman ederek onu okumak ile cennete gideceğimize inandığımız için, konulmuş olan kurallara iman etmek gibi bir durum aklımızın ucundan bile geçmemektedir. Hal böyle olunca firavunlar yeniden hortlayarak oğullarımızı ve kızlarımızı katletmeye devam etmekte olup , bizler sadece el açarak bunların kahrolmasını isteyip cari olan sünnete uygun hareket etmediğimiz için bu günkü zelil durumdan kurtulamamaktayız.
Asanın denize vurularak denizin yarılması konusu modenist bir değerlendirmeye tabi tutulmakta olup , gelgit zamanı karşıdan karşıya geçildiği veya denize baraj kurularak karşıdan karşıya geçildiği gibi yorumlara rastlamaktayız. Bilindiği gibi israiloğulları son haddine kadar sabrederek kurtuluşu beklemişler ve mısırı terketme emrini almışlardır. Deniz ve firavun ordusu arasına sıkıştıkları anda yani "artık öldük bittik" dedikleri anda yardım gelmiştir. Bu yardım şeklini sadece yaşanmışlığı içinde değerlendirip denizin sünnetullah gereği yarılmasının mümkün olmadığı şeklinde bir düşünce içinde yapılan değerlendirme bize, vaad edilen yardımın gelmesi konusunda verilen sözde şüpheye düşmemizi sağlayacaktır.
[002.214] Yoksa siz, sizden önce geçenlerin örnek olmuş durumları hiç başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onların başına öyle ezici sıkıntılar, kımıldatmaz zaruretler geldi ve öylesine sarsıldılar ki, peygamber ve beraberindeki iman edenler: «Allah'ın yardımı ne zaman?» diyeceklerdi. Bak işte, Allah'ın yardımı yakındır.
Bakara s. 214. ayeti Allah cc nin yardımının gelme kuralını hatırlatan bir ayettir, bu kurala göre yardım gerekli olan zorluklara katlanmadan gelmemekte olup , gerekli kurala uyulduğunda yardımın gelmesi Allah cc üzerine bir borç olduğu yine kendi beyanında bildirilmektedir.
[010.103] Sonra biz, peygamberlerimizi ve iman edenleri böyle kurtarırız; mü'minleri kurtarmamız da bizim üzerimizde bir haktır.
Asa nın taşa vurularak taştan 12 pınar fışkırmasını , asanın kevni bir ayet olması üzerinden okunup, suya sahip olmak için gerekli olan kainat ayetlerini okumak şeklinde ele alarak suya sahip olmak için gerekli olan çalışmanın yapılarak karşığının alınması şeklinde anlamak mümkündür.
Sanırım şimdi acımasızca eleştiriye tabi tutulduğu iddia edilen, akılcılık yapanların Musa as asa sı hakkında, sadece o günkü durumu ile ilgili kur'an ayetlerinden habersiz olarak yapmış oldukları yorumların ne kadar sığ , yanlış ve boşa vakit kaybı olduğu ortaya çıkmıştır. Bizlere düşen bu mesajı doğru okuyup hayat içinde yer buldurmamız gerekirken modernist okuma yanlılarının böyle bir mesajı akıllarından bile geçirememeleri onların, kur'anı ne kadar içselleştir(me)diklerinin örneğidir.
Mucize olarak nitelendirebileceğimiz, asa nın asli halinden bir başka hale dönüşmesi olayı, geçerli yasaların değişmesi şeklinde görülüp, bunun olmasının imkansızlığı üzerinden değerlendirilmesi yerine , Allah cc nin koyduğu kurallara göre hareket edenlere verdiği sözün yerine gelmesi açısından değerlendirildiğinde herhangi bir düşünce probleminin meydana gelmeyeceğini düşünmekteyiz.
Sonuç olarak; kıssaları mesaj içerikli okumanın örneklerini vermek maksatlı yaptığımız çalışmaların devamı olarak, Musa as ın asası üzerinden nasıl bir mesaj verilmek istenmiş olabilir ? sorusunun cevabını aramak amaçlı yaptığımız çalışmada , ilgili ayetlerin öncelikle mecazi anlamaya delil olabilecek bir durumun görünmediği , asa nın Allah cc nin kevni ayetlerinden olan bir nesne olduğundan yola çıkarak el kitab denilen vahiy ve geçerli olan evrensel yasaları birlikte okuyarak yapılan bir başkaldırmanın nasıl başarıya ulaşacağı Musa as örneğinde firavun ve ordusunun perişan olması şeklinde yaşanmış hayat içinden örneği verilerek bizlere anlatıldığını gördük. Müslümanlar olarak kitab denince sadece kur'an akımıza gelip ona iman ettiğimizi söyleyince her şeyin bittiğini sanmak maalesef bizleri bitirmiş olup bugünkü zelil durumumuzun bir sebebidir. Asa objesini sadece Musa as ın elinde bırakmadan bizlerinde kullanması demek asa olarak karşımıza çıkan kevni ayetler ile vahiy denilen sözlü ayetleri birlikte okuyarak hayata geçirdiğimiz takdirde asanın yılan olup olmaması gibi bir tartışma aklımıza bile gelmeden Allah cc nin cari olan yasalarının bizler lehine işleyerek zalimlerin fesadına engel olabileceğimiz anlatılmaktadır.
Allah cc güvenerek firavun karşısına çıkan Musa as sağ elindeki asa nın firavun sihirbazları karşısındaki yaptıkları bizlerin böyle güçlerin karşısına çıkmamızdaki örnekliği teşkil etmesi gerekmekte olup , son haddine kadar firavun zulmuna sabredenlerin en son hadde geldikleri zaman Allah cc nin yardımının nasıl geldiği sağ eldekini terketmedikleri müddetçe nasıl geldiği canlı örnek olarak görülmüştür. Kitabı sağ elimizde tutarak asla terketmeden Allah cc nin koymuş olduğu yasalar çerçevesinde hareket ederek yapılacak her eylem Allah cc tarafından karşılığı verilecektir. Bu tür ayetler üzerinde yapılacak yorumlar olayın yaşadığı zaman ve mekan dahilinden çıkarak , olay üzerinden verilmek istenen mesaja odaklanıldığında farklı okumalar bir nebze azalarak doğru bir okuma metodu üzerinde düşünce birliği sağlanmış olacaktır. Musa as ın asası kitabın bir kısmının değil hepsinin okunarak, hayata aktarılması neticesinde inananların karşılaşacakları sonucun gösterildiği evrensel bir ayettir , kitabı sağ elde tutarak yapılacak olan her eylem asanın üzerinden anlatılan olayların kıyamete kadar gerçek olarak yaşanmasını sağlayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.
Kur'an kıssaları ile ilgili yazılarımızda yine çokça vurguladığımız konu olan, kıssaları geleneksel ve modernist bir yorum tarzı ile yapılan okumanın ortak yönünün mesajı anlamamak üzerinde birleştiğini, her iki okuma tarzının "kıssa içinde dönüp dolaşmak" metodu olduğunu yine hatırlatarak, modernist okumanın asa ile ilgili düşüncelerini kısaca hatırlatıp bu düşüncenin ne kadar doğru olabileceği üzerinde durmak istiyoruz.
Kıssalardaki bazı anlatımların vahye bağlanmadan, batıdan devşirilmiş düşüncelere bağlanarak okunması neticesinde "böyle bir şey asla olamaz olsa olsa mecazdır mecaz" şeklinde itirazlara sebeb olan konulardan biriside Musa as ın asasıdır. Ayetlerde, asanın asli şeklinden farklı bir şeye dönüşmesi, sünnetullah'a aykırı olduğu gerekçesi red edilmekte olduğu kur'an okuyucularının malumudur. Yine hatırlatmak isterizki, yazının konusu sadece asanın yılan olmasını ispatlamak olmayıp, bu yılan oluşunun üzerinden bizlere verilmek istenen mesaj üzerinde olacak olup ,yaşanmışlık zamanında asa ile ilgili ayetleri alıntılayarak,önce asanın yılan olmasının mecaz olup olmadığının tesbitini yapmak istiyoruz.Olayın tarihsel bağlamı içindeki anlatımını doğru bir şekilde anladıktan sonra o anlatımı güncelleştirip mesaj boyutunu anlamak daha kolay olacaktır.
Musa as ın asası , ailesi ile birlikte Medyen'den ayrılıp tuva vadisinde Allah cc ile konuşması sırasında sahneye çıkmaktadır. Konumuz, asa ile ilgili ayetler olduğu için kıssa içinde asa nın geçmiş olduğu ayet bölümlerini ele alacağız.
[020.017-21] O sağ elindeki de ne, ey Musa?O, benim asamdır, dedi, ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim; benim ona başkaca ihtiyaçlarım da vardır. Buyurdu ki bırak onu ya Musâ!Bırakınca, değnek hemen, koşan bir yılan (hayyetün tes'a)oluverdi. Buyurdu: Tut onu korkma. Biz onu yine eski durumuna çevireceğiz.
[027.009] «Ey Musa! Gerçek şu ki, Ben, güçlü ve hakim olan Allah'ım»Ve bırak asanı! « Derken onu çevik bir yılan (cannun)gibi çalkanıp kıvranır görünce, dönüp kaçtı ve arkasına bakmadı. «Ey Musa, korkma; çünkü peygamberler benim huzurumda korkmaz.»
[028.030] Oraya gelince, kutlu yerdeki vadinin sağ yanındaki ağaç cihetinden: «Ey Musa! Şüphesiz Ben, Alemlerin Rabbi olan Allah'ım» diye seslenildi.Bırak asanı!» Musa, onun bir çevik yılan (cannun) misali hareket ettiğini görünce öyle bir dönüp kaçtı ki, arkasına bile bakmadı. «Ey Musa, yüzünü dön ve korkma; çünkü sen güvenlik içinde olanlardansın!
Asanın ilk sahneye çıkmasının anlatıldığı ayetlerin, taha s. deki bölümünde asanın atıldığı anda "hayyetün tes'a" , neml s. de ve kasas s. de anlatılan bölümde "cannun" olarak nitelendirilen bir hale dönüştüğü görülmektedir. Bilindiği asa bir ağaç parçası olup kendiliğinden hareket etme kabiliyeti olmayan bir nesnedir. Ayet ön kabulsüz olarak, kafayı herhangi bir yere kiraya vermeden okunduğu zaman ortaya çıkan durum şudur; Hayyetün ve cannun şeklinde anlatılan bir şekle girmesi asanın asli durumunun dışında bir hale dönüşmüş olması demek olup ve bunun itiraz edilecek bir tarafı olamaz. Musa as ın asanın asli şeklinin dışında bir şekil alması sonucu korkup, arkasını dönüp kaçmasını nasıl izah edebiliriz? eğer asa asli şeklinin dışında başka bir şekle dönüşmemiş olsaydı Musa as neden korkup kaçsın ?. Hayye kelimesi hayat bulmuş anlamında olup hareket etmeyen bir nesnenin hareket etmesini anlatır , Cannun kelimesi ise , cenne kelimesinden gelip duyu organlarının göremeyeceği bir şey anlamında olup hayyetün olarak ifade edilen asanın ne kadar hızlı bir şekilde hareket eden varlığa dönüştüğünü anlatır, yılan şeklinde bir ifade kullanmaktan ziyade asanın asli durumunun dışında bir hale geldiği açık ve net olarak ayette belli olup itiraz edilecek herhangi bir tarafı bulunmamaktadır.
Asa ikinci olarak Musa as ın firavun ile olan buluşmasında sahneye çıkmaktadır.
[007.106-107 (Firavun) Dedi ki: «Eğer gerçekten bir ayet getirmişsen ve doğru sözlülerden isen, bu durumda onu getir (bakalım) .»Bunun üzerine asasını bırakıverdi, o koskoca bir yılan (sü'banun mübin) kesiliverdi
[026.030] (Musa Firavun'a): «Sana apaçık bir şey (delil) getirdimse de mi?» dedi.(Firavun): «Haydi onu getir bakayım, doğrulardan isen» dedi.Bunun üzerine Musa asâsını atıverdi, asâ apaçık koca bir yılan (sü'banun mübin)!
Firavun ile buluşmasının anlatıldığı ayetlerde asanın "sü'banun mübin" olarak ifade edilen bir hale dönüştüğü anlatılmaktadır. Seabe kelimesi , suyun gitmesi için açılan yol anlamında kullanılan bir kelime olup izafi olarak geniş ve uzun gibi bir anlam taşıyan büyük yılan anlamındadır. Dikkat edilecek olursa asanın hayyetün -cannun-sü'banun şeklinde 3 farklı kelime ile ifade edilen ortak yönü asanın asli şeklinin dışında bir hale dönmüş olmasıdır bu açık ve net olarak ortadadır mecaz şeklinde anlamayı gerektirecek herhangi bir durum ortada yoktur.
Asa üçüncü olarak firavun'un sihirbazlari ile olan buluşmada ortaya çıkmaktadır.
[007.115-118] (Sihirbazlar), Ey Musa sen mi (önce) atacaksın, yoksa atanlar biz mi olalım? dediler.Siz atın, dedi. Atınca; halkın gözlerini büyülediler, onlara korku saldılar ve büyük bir sihir getirmiş oldular. Biz de Musa'ya, «Asanı at!» diye vahyettik. Bir de baktılar ki bu, onların uydurduklarını yakalayıp yutuyor (telkafu). Artık hak meydana çıktı ve onların bütün yaptıkları hiçe gitti
020.065-69] Dediler ki: Ey Musa! Ya sen at veya önce atan biz olalım.Hayır, siz atın, dedi. Bir de baktı ki, büyüleri sayesinde ipleri ve sopaları, kendisine gerçekten koşuyor gibi görünüyor.Bu yüzden Musa içinde bir korku hissetti.«Korkma, sen muhakkak daha üstünsün» dedik.«Sağ elindekini at da onların yaptıklarını yutsun(telkaf), yaptıkları sadece sihirbaz düzenidir. Sihirbaz nereden gelirse gelsin başarı kazanamaz.»
[026.043-45] (Musa) onlara: «Ne atacaksanız atın» dedi.Hemen iplerini ve sopalarını ortaya attılar ve Firavnin ızzeti hakkı için elbette biz galibiz, şüphesiz, dediler.Sonra Musa asâsını attı; bir de ne görsünler, onların uydurduklarını yutuveriyor!(telkafu)
Sihirbazlar ile olan buluşmada, asanın sihirbazların ifklerini yutması "lekafe" kök kelimesi ile ifade edilmekte olup, bu kelime bir şeyi yutmak anlamındadır. Asa asli şeklinin dışında bir şekle dönüşmemiş olsa idi bu ifkler nasıl yutuldu şeklinde bir ifade ile ayet içinde bildirilirdi?.
Buraya kadar verdiğimiz ayetlerde asa nın asli şekli dışında farklı bir hale dönüşmesini anlatan ayetleri gördük . Musa as kıssası içinde anlatılan asa ve onunla ilgili olan olayların tarihsel boyutu bu şekilde olup asanın, ortak anlam olarak yılan şekline dönüşmesini ifade eden kelimeler ile, farklı bir hale dönüştüğü görülmektedir. Konumuz sadece asanın yılan olduğunu ispat sadedinde olmadığı için bu anlatımın bizler için mesaj taşıyan taraflarını okumak gerektiğini düşünüyoruz.
Öncelikle, akılcılık yolu ile bu tür ayetleri anlamak durumunda olanların kendi düşüncelerini ortaya atarken kullandıkları "sünnetullah" argümanı üzerinde biraz duralım. Bilindiği gibi Allah cc nin varlıklar üzerine koymuş olduğu bir yasa olup bu yasalar asla değişmez . Bu değişmezlikten yola çıkılarak, "ağaç parçasının asli şeklinin dışında canlı bir yılan olması asla mümkün değildir bu oluşum şeklini hakiki olarak değil mecaz olarak anlamak gerekmektedir" şeklinde bir düşünce ile olaya yaklaşıldığını görüyoruz.
Öncelikle kur'an ayetlerine yaklaşım konusunda ayet içinde verilen bilgiyi anlamak için yine kur'anın kendi içinden çıkan anlama metodunu kullanmak gerekmektedir. Ayeti anlamayı kur'an dışı düşünceler ışığında yaptığımız takdirde , o kriterlere göre ayete bakıp farklı bir düşünceye varmak kaçınılmazdır. Biz vahye bağlanmamış bir akıl ile asa olayına bakacak olursak haklı olarak bir ağaç parçasının asla canlı bir objeye dönüşmeyeceğine inanırız , bu inancımızı da kur'an içinden bir takım deliller getirerek doğrulatmaya çalışırız.
İsa as ın doğum şekli , ashabı kehfin hiç uyanmadan yıllarca bir mağarada uyuması , bakara s. 259. ayetinde anlatılan 100 yıl ölü kalıp sonra diriltilen adam ile ilgili anlatımlar değişmezlik yasalarına göre izah edilemez, "ben izah ettim oldu" kabilinden gayri ciddi izahları konu etmeye bile değer bulmadığımızı burada ifade etmek isteriz. Bu ve benzeri anlatımlar kurallarını kendisinin koyduğu "la yus'el" olan Allah cc nin yine istediği zaman değiştirerek kainatı otomatiğe bağlamadığını her an gözetip kollayan olduğunu bizlerin bilmesini sağlaması açısından değerlendirmek mümkündür.
Bu tür ayetleri değişmezlik yasası açısından baktığımız zaman ayet içinde anlatılan değişebirliliği te'vil etmek için, ayeti evirip çevirmekten başka bir yol kalmamaktadır ki bu düşünce ile yapılan te'villerde bu örneklere çokça rastlamaktayız. Ayete farklı bir anlam bindirerek veya kur'an bütünlüğüne uymayan yorumlarda bulunarak, yapılan zorlama yorumlar akıl ile vahyi birbirinden ayırarak yapılan okumalara örnektir.
Kur'an kıssa yollu anlatımlar vasıtası ile muhataplarına mesaj vermek amacını taşıdığına göre bu anlatımların yaşanmışlıklarından daha ziyade, bizlere dönük mesajı olup olmadığı yönünde bir okuma metodu ile anlaşılmaya çalışılması,yaşanmışlık içinde kalması gereken bu olaylar üzerinden nasıl bir mesaj verilmek istendiğinin anlaşılması gerektiğini düşünmenin daha doğru bir yaklaşım olacağını düşünmekteyiz. Bu okuma ile Musa as ın asası üzerinden nasıl bir mesaj verilmek istenmiş olabilir ? sorusunun cevabını aramaya başlayabiliriz. Musa as ın ağaçtan olan asası çürümüş gitmiştir, ancak asa üzerinden verilmek istenen mesaj canlı ve kıyamete kadar geçerli olacaktır.
Taha s. 17-21. ayetler arasına baktığımız zaman Allah cc Musa as a "sağ elindeki nedir?" şeklinde bir soru soruyor , peki Allah cc onun sağ elinde ne olduğunu gördüğü halde neden böyle bir soru sormuş olabilir?. Asa neticede bir ağaç parçası olup verdiği cevaplardan anlaşılacağı gibi Musa as gibi bir çobanın elindeki asa ancak o işlere yarardı. Allah cc kudretini bu asa üzerinden göstererek zor bir vazife yükleyeceği kuluna " benim gibi kudretli birisinin elçisisin senin arkanda ben varım" mesajını vererek ileride yükleyeceği görev için bir nevi moral destek sağlamaktadır. Musa as ın sağ elinden düşürmediği asası onunla her tarafta birlikte olacağı için asaya istediği gibi hükmeden Allah cc nin kuluna her an desteğe hazır olduğu mesajı verilmektedir .
Peki Allah cc sadece onamı böyle bir görev yüklemiştir? dersek cevabımız elbetteki hayır olacaktır. Kendisini Allah cc nin kulu onu yegane ilah olarak tanıyan her mü'min Musa as gibi karşısındakinin konumu ne olursa olsun, vahyin ona yüklemiş olduğu tebliğ görevini yerine getirmek zorundadır. Rabbimizde bizlere elimizdeki imkanları yani vahiy ve kevni ayetler dediğimiz evrensel kuralları doğru olarak kullanarak yaptığımız eylemlerde başarıya ulaşacağımız mesajı vermektedir.
Musa as ın elindeki asayı sadece onun elinde şekil bulmuş bir obje olarak düşünmeyip güncelleştirdiğimiz takdirde bugün asanın ifade ettiği şeyin karşılığının ne olabileceği sorusunun cevabı elbetteki KİTAB tır . Allah cc nin indirmiş olduğu kitab ve onunla ilgili olarak koymuş olduğu sünnetini hatırlamak bizlerin asanın yılan olmasının imkansız olduğu görüşlerinin ne kadar anlamsız ve boş tartışmalar olduğunu da gösterecektir.
Allah cc nin elçilerine indirmiş olduğu vahiy ve yaratmış olduğu arz üzerinde değişmez yasalarını "elkitab" çerçevesi içinde düşünecek olursak , Musa as elindeki asanın gördüğü işlevi anlatarak kevni yasalar dahilinde sahip olduğu bilgi birikimini söylemekte olup, o ayetleri okuyarak kendisine vermiş olduğu bilgi sayesinde asası ile yaptıklarını anlatmaktadır. Bizlerde kevni ayetleri okuyup o ayetlerden edindiğimiz bilgiyi sağ elimizde tutup o bilgiyi vahiy ile birleştirerek Allah cc nin istediği bir mü'min kul olmuş olacağız.
Sağ el şeklinde bir ifade bizlere şöyle bir mesaj verebilir; kevni ayetleri okuyup bu ayetler ışığında yapmış olduklarımızın sağ el olarak ifade edilen hayırlarda kullanılması, zulüm aracı olmaması gerekmektedir , kevni ayetlerin okunarak elde edilen kazançların haksız yere kullanılmaları onu sol elde tutmak anlamına gelirki sağ el vurgusunun önemi burada ortaya çıkmaktadır.
Allah cc elçilerine vahyederek onlara okunan kitablar indirmiş olup bu okunan kitaplardaki bir takım vaadler olan helak , yardım vs belli kurallara bağlanarak helakı ve yardımı haketmek için belli aşamayı takip etmenin gerektiği ve bu aşama sonunda helak veya yardımın geleceği bir kurala bağlanmıştır. Evrensel yasalar dediğimiz bu yazılı olmayan kitabta ki vaadleri haketmek için çalışmak şartı koşulmuş olup, asa objesi üzerinden bu yasaların nasıl hayata geçebileceği mesajı verilmiştir. Allah cc nin geçerli olan sünnetinde koyduğu kurallara göre hareket edenlerin başarıya ulaşacakları elçilerine indirmiş olduğu kitaplarda da hatırlatılarak bu kurallara uyulmadan herhangi bir yardımın gelmeyeceği belirtilmiştir.
Elkitab terimi yazılı ve yazılı olmayan her türlü bilgiyi içine alan bir terimdir. Asa, elkitab bilgisi verilmiş olan insan elinde koyunlara yaprak silkelemek , dayanmak gibi bir işlevi bulunan kevni bir ayettir. Asa adlı kevni ayeti, Allah cc nin kudretini arkaya alarak yapılan işler sihirbazların ifklerini yutar, Allah cc nin yardımı artık bittik denilen yerde gelerek, olmaz denileni oldurur ve denizi ortadan ikiye ayırır.
Fesad kelimesi ile ifade edilen firavun amellerini arz üzerinden kaldırmak görevini Allah cc mü'min kulları üzerine yüklemiştir. Mü'min kullar, bu fesadı arz üzerinden kaldırarak zulmü önler Allah cc nin dininin hakim olmasını sağlar. Firavun yaşamış olduğu zaman içinde arz üzerinde fesadın uygulayıcısı olup kendisini ilah ve rab ilan ederek, insanlar üzerinde tasarruf sahibi olduğu iddiasında idi , ama Allah cc nin cari olan sünneti bu fesadçının arz üzerinden kalkmasını gerektirmeydi , ve bu görev Musa as a verilmişti. Musa as bir çok ayette belirtildiği gibi kendisine verilen ELKİTAB ı doğru okuyarak bu zulmü ortadan kaldırmıştır. Kur'anın hiçbir ayetinde "Musa'ya tevrat'ı verdik" şeklinde bir ayet olmamasını şimdi sanırım daha kolay anlamış oluyoruz, çünkü Musa as her iki kitabı birden doğru okumaya bir örnek elçi idi.
Allah cc Musa as ı seçerek firavuna göndermeden önce ona tuva vadisinde seslenirken, arada geçen konuşmalara dikkat edecek olursak Musa as ın destek ihtiyacını onun istediği şekilde karşılamıştır. En büyük destekçinin arkasında olduğunu hissetmesi ve firavunun nasıl bir ilah'ın gücü karşısında olduğunu görmesi için ona görsel ayetler vermiş , bu desteği alan Musa as firavun karşısına dikilerek ona alemlerin rabbine teslim olmasını tebliğ etmiştir. Alemlerin rabbinin bu desteği Musa as da son derece büyük bir moral sağlayarak ölüm korkusu bile duymadan firavun karşısına dikilmesi, bizim firavunların karşısına dikilmemiz için gerekli olan yol haritasını çizmektedir. Bizlerde elkitab'ı okuyarak nasıl hareket etmemiz gerektiğini Musa as örnekliğinde görmüş oluyoruz.
Asa yılan olmuşmu olmamışmı gibi, sığ bir tartışma yapmak yerine onun bu örnekliği üzerinden giderek aynı desteğin bir zerre bile eksik olmadan bizlere verileceği vaadi Allah cc nin cari olan kurallarından olup, bu kurallara uyanların nasıl düşmana galebe çaldığı örnekleri yaşanmış hayat içinde bilinmektedir.
Musa as ın asası mesabesinde olan kitab yazılı olarak bugün elimizde olup sadece kevni ayetlerle birlikte okunarak firavunların karşısına dikilmemizi beklemektedir. Asa olarak Musa as ın elinde bulunan bir obje, Allah cc nin kudretini arkaya alarak küfrün her türlü hilesini yıkan bir silaha dönüşmüş olup aynı asayı bizler onun kullandığı usul ile kullandığımız takdirde firavun ordularını yerle bir edeceğimiz yazılmış bir vaad tir, ancak bizler sadece yazılı olan kitaba iman ederek onu okumak ile cennete gideceğimize inandığımız için, konulmuş olan kurallara iman etmek gibi bir durum aklımızın ucundan bile geçmemektedir. Hal böyle olunca firavunlar yeniden hortlayarak oğullarımızı ve kızlarımızı katletmeye devam etmekte olup , bizler sadece el açarak bunların kahrolmasını isteyip cari olan sünnete uygun hareket etmediğimiz için bu günkü zelil durumdan kurtulamamaktayız.
Asanın denize vurularak denizin yarılması konusu modenist bir değerlendirmeye tabi tutulmakta olup , gelgit zamanı karşıdan karşıya geçildiği veya denize baraj kurularak karşıdan karşıya geçildiği gibi yorumlara rastlamaktayız. Bilindiği gibi israiloğulları son haddine kadar sabrederek kurtuluşu beklemişler ve mısırı terketme emrini almışlardır. Deniz ve firavun ordusu arasına sıkıştıkları anda yani "artık öldük bittik" dedikleri anda yardım gelmiştir. Bu yardım şeklini sadece yaşanmışlığı içinde değerlendirip denizin sünnetullah gereği yarılmasının mümkün olmadığı şeklinde bir düşünce içinde yapılan değerlendirme bize, vaad edilen yardımın gelmesi konusunda verilen sözde şüpheye düşmemizi sağlayacaktır.
[002.214] Yoksa siz, sizden önce geçenlerin örnek olmuş durumları hiç başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onların başına öyle ezici sıkıntılar, kımıldatmaz zaruretler geldi ve öylesine sarsıldılar ki, peygamber ve beraberindeki iman edenler: «Allah'ın yardımı ne zaman?» diyeceklerdi. Bak işte, Allah'ın yardımı yakındır.
Bakara s. 214. ayeti Allah cc nin yardımının gelme kuralını hatırlatan bir ayettir, bu kurala göre yardım gerekli olan zorluklara katlanmadan gelmemekte olup , gerekli kurala uyulduğunda yardımın gelmesi Allah cc üzerine bir borç olduğu yine kendi beyanında bildirilmektedir.
[010.103] Sonra biz, peygamberlerimizi ve iman edenleri böyle kurtarırız; mü'minleri kurtarmamız da bizim üzerimizde bir haktır.
Asa nın taşa vurularak taştan 12 pınar fışkırmasını , asanın kevni bir ayet olması üzerinden okunup, suya sahip olmak için gerekli olan kainat ayetlerini okumak şeklinde ele alarak suya sahip olmak için gerekli olan çalışmanın yapılarak karşığının alınması şeklinde anlamak mümkündür.
Sanırım şimdi acımasızca eleştiriye tabi tutulduğu iddia edilen, akılcılık yapanların Musa as asa sı hakkında, sadece o günkü durumu ile ilgili kur'an ayetlerinden habersiz olarak yapmış oldukları yorumların ne kadar sığ , yanlış ve boşa vakit kaybı olduğu ortaya çıkmıştır. Bizlere düşen bu mesajı doğru okuyup hayat içinde yer buldurmamız gerekirken modernist okuma yanlılarının böyle bir mesajı akıllarından bile geçirememeleri onların, kur'anı ne kadar içselleştir(me)diklerinin örneğidir.
Mucize olarak nitelendirebileceğimiz, asa nın asli halinden bir başka hale dönüşmesi olayı, geçerli yasaların değişmesi şeklinde görülüp, bunun olmasının imkansızlığı üzerinden değerlendirilmesi yerine , Allah cc nin koyduğu kurallara göre hareket edenlere verdiği sözün yerine gelmesi açısından değerlendirildiğinde herhangi bir düşünce probleminin meydana gelmeyeceğini düşünmekteyiz.
Sonuç olarak; kıssaları mesaj içerikli okumanın örneklerini vermek maksatlı yaptığımız çalışmaların devamı olarak, Musa as ın asası üzerinden nasıl bir mesaj verilmek istenmiş olabilir ? sorusunun cevabını aramak amaçlı yaptığımız çalışmada , ilgili ayetlerin öncelikle mecazi anlamaya delil olabilecek bir durumun görünmediği , asa nın Allah cc nin kevni ayetlerinden olan bir nesne olduğundan yola çıkarak el kitab denilen vahiy ve geçerli olan evrensel yasaları birlikte okuyarak yapılan bir başkaldırmanın nasıl başarıya ulaşacağı Musa as örneğinde firavun ve ordusunun perişan olması şeklinde yaşanmış hayat içinden örneği verilerek bizlere anlatıldığını gördük. Müslümanlar olarak kitab denince sadece kur'an akımıza gelip ona iman ettiğimizi söyleyince her şeyin bittiğini sanmak maalesef bizleri bitirmiş olup bugünkü zelil durumumuzun bir sebebidir. Asa objesini sadece Musa as ın elinde bırakmadan bizlerinde kullanması demek asa olarak karşımıza çıkan kevni ayetler ile vahiy denilen sözlü ayetleri birlikte okuyarak hayata geçirdiğimiz takdirde asanın yılan olup olmaması gibi bir tartışma aklımıza bile gelmeden Allah cc nin cari olan yasalarının bizler lehine işleyerek zalimlerin fesadına engel olabileceğimiz anlatılmaktadır.
Allah cc güvenerek firavun karşısına çıkan Musa as sağ elindeki asa nın firavun sihirbazları karşısındaki yaptıkları bizlerin böyle güçlerin karşısına çıkmamızdaki örnekliği teşkil etmesi gerekmekte olup , son haddine kadar firavun zulmuna sabredenlerin en son hadde geldikleri zaman Allah cc nin yardımının nasıl geldiği sağ eldekini terketmedikleri müddetçe nasıl geldiği canlı örnek olarak görülmüştür. Kitabı sağ elimizde tutarak asla terketmeden Allah cc nin koymuş olduğu yasalar çerçevesinde hareket ederek yapılacak her eylem Allah cc tarafından karşılığı verilecektir. Bu tür ayetler üzerinde yapılacak yorumlar olayın yaşadığı zaman ve mekan dahilinden çıkarak , olay üzerinden verilmek istenen mesaja odaklanıldığında farklı okumalar bir nebze azalarak doğru bir okuma metodu üzerinde düşünce birliği sağlanmış olacaktır. Musa as ın asası kitabın bir kısmının değil hepsinin okunarak, hayata aktarılması neticesinde inananların karşılaşacakları sonucun gösterildiği evrensel bir ayettir , kitabı sağ elde tutarak yapılacak olan her eylem asanın üzerinden anlatılan olayların kıyamete kadar gerçek olarak yaşanmasını sağlayacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)