Elçinin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Elçinin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Aralık 2014 Çarşamba

İnnehu Lekavlu Resulin Kerimin (Muhakkak O Kerim Bir Elçinin Sözüdür)

Yazımıza başlık olarak aldığımız ayet; HAKKA 40 ve TEKVİR 19 ayetlerinde geçmekte olup mealen "muhakkak o; kerim bir elçinin sözüdür" buyurulmaktadır. Her iki surede geçen "kerim elçi" olarak kastedilen kişiler aynı kişiler değildir. Hal böyle iken, aklımıza "Bu Kur'an Allah(c.c)'nin sözü iken neden başkalarının sözü deniliyor?" şeklinde bir soru gelmesi muhtemeldir. Bu sorunun cevabının verilebilmesi için, iki suredeki ayetleri bağlamları içinde okuyarak, kastedilen "kerim elçi"lerin kim oldukları, daha sonra ayetten ne kast edildiği üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışalım.

HAKKA Suresi;  

[069.038] Görebildiğinize yemin ederim ki;
[069.039] Ve görmediklerinize ki,
[069.040] Muhakkak o; kerim bir elçinin sözüdür.
[069.041] Ve o, bir şair sözü değildir. Ne de az iman ediyorsunuz!
[069.042] bir kâhin sözü de değildir, siz pek az düşünüyorsunuz.
[069.043] O, alemlerin Rabbi tarafından indirilmedir.
[069.044] O bize isnaden ba'zı lâflar uydurmağa kalkışsaydı
[069.045] Muhakkak onun sağ elini (bütün güç ve kudretini) çekip-alıverirdik.
[069.046] Sonra onun can damarını koparırdık (onu yaşatmazdık).
[069.047] O zaman sizden hiç biriniz de buna engel olamazdınız.
[069.048] Çünkü o (Kur'an) muttakiler için bir öğüttür.
[069.049] İçinizde yalanlayanlar bulunduğunu şüphesiz bilmekteyiz.
[069.050] Ve muhakkak ki o; kafirler için bir üzüntüdür.
[069.051] Gerçekten o, şüphe götürmez bir bilgidir.

Muhammed(a.s) için Mekkelilerin kahin, mecnun ve şair suçlamalarında bulunduğu yine Kur'an'ın müteaddit ayetlerinde zikredilmektedir.

[021.005] «Hayır,» Dediler, «Karışık rüyâlardır, Hayır, onu iftira etmiştir, o belki bir şairdir. Bize evvelkilerin gönderilmiş oldukları gibi bir âyet getirsin.»

[052.029-30] Artık sen öğüt vermeğe devam et. Çünkü sen Rabbin nîmeti hakkı için ne bir kâhînsin ve ne de bir mecnûn. Yoksa diyorlar mı ki, «O bir şairdir, onun hakkında zamanın ızdırap veren felaketini bekliyoruz?»

Bu ve benzeri ayetler, Muhammed(a.s) için bu tür yakıştırmaları red ederek, o tür sözlerin yalan ve iftira olduğunu beyan etmektedir. HAKKA Suresi ayetleri de bu gerçeğe dikkat çekmekte, onun ne şair ne de kahin olmadığını, aksine kerim bir elçi olduğunu vurgulamaktadır. HAKKA Suresi ayetlerinde bahsedilen "kerim elçi"nin Muhammed (a.s) olduğu açıkça görülmektedir. Aynı ayetin geçtiği TEKVİR Suresi ayetlerinin meali de şöyledir. 

[081.015] Şimdi yemin ederim o sinenlere (gündüzleri gözden kaybolan yıldızlara),
[081.016] O akıp akıp yuvasına girenlere
[081.017] Kararmaya başlayan geceye and olsun;
[081.018] nefeslendiği zaman o sabaha ki,
[081.019] muhakkak o kerîm bir elçinin sözüdür. 
[081.020] Arş'ın sahibi katında değerlidir ve güçlüdür.
[081.021] Kendisine uyulandır, emindir.
[081.022] Arkadaşınız (Muhammed) de mecnun değildir.
[081.023] Andolsun ki; onu, apaçık ufukta görmüştür.
[081.024] O, gayb hakkında cimri de değildir.
[081.025] O, kovulmuş şeytanın sözü değildir.
[081.026] Hal böyle iken nereye gidiyorsunuz?
[081.027] O alemlere öğütten başka birşey değildir.
[081.028] Sizden doğru olmak isteyenler için.

Bu ayetlerdeki "kerim elçi"; 23. ayette Muhammed(a.s)'ın apaçık gördüğü, 20. ayette "arşın Sahibi" katında değerli olan vahyi beşer elçiye getiren "melek elçi"dir. 

Sonuç olarak; HAKKA 40 ayetindeki "kerim elçi" MUHAMMED(a.s), TEKVİR 19 ayetindeki "kerim elçi" ise CİBRİL'dir. 

Şimdi şöyle bir soru akla gelecektir; Kur'an Allah(c.c)'nin kelâmı olduğu halde neden "kerim bir elçinin sözüdür" buyrularak, bir ayette Muhammed(a.s)'ın, bir diğer ayette de Cibril'in sözü olduğu bildiriliyor?

Meselenin doğru anlaşılması için "elçi" kelimesi anahtar bir kelime durumundadır.

Allah (c.c) aşkın bir varlık olması nedeniyle duyu organlarımız ile onu algılamak mümkün değildir. O kendisini bize; algılama kabiliyetimiz çerçevesindeki bilgilerimiz ile benzetme yolu ile tanıtır. Bu benzetmeyi "hükümdar" tasvirini kullanarak yapar. Her şeyin mülkünü elinde tutması, arşının ve kürsisinin olması, ordularının olması, hazinelerinin olması, elçiler göndermesi vb. konuları, bu "hükümdar" benzetmesi ışığında okunduğunda anlamak kolaylaşacaktır.

Bir hükümdarın yaptığı işlerden biri; emirlerini başkalarına aktarmak için elçiler göndermesidir. Bir hükümdarın gönderdiği elçinin şahsiyeti, görüntüsü, kıyafeti o elçiyi gönderen hükümdarın azameti ile orantılı olup o hükümdarın büyüklüğünü yansıtır. Elçiyi gören insanlar, o elçinin elçiliğini yaptığı hükümdarın azametini, karşısındakilere yansıtması açısından elçinin önemli bir rolu vardır.

Alemlerin Rabbi olan Allah(c.c) da, göklerin ve yerin mülkünü elinde tutan bir "hükümdar" olarak mülkü içinde yaşayanlara bir takım hayat düzenlemeleri (din) vaaz eder. Bu düzenlemelerin bildirimini, kulları içinden seçtiği elçileri ile yapar. Bu elçiler, elçiliğini yaptıkları "hükümdar"ın azameti ile orantılı olup, üstün ahlaklı olan ve kirli bir geçmişi olmayan insanlardır. Kur'an kıssalarını okuduğumuz zaman o elçileri red eden müşriklerin dahi elçilerin şahsiyeti ve geçmişi ile ilgili olarak hiç bir şekilde suçlamaya gidemediklerini görürüz.

"Kerim" kelimesi bu anlamda önemli bir kelimedir. Bu kelime; cahiliye Arap'ının lügatında "sınırsız bir eliaçıklık" anlamında kullanılır. Bu payeyi almak için "falan kişi çok kerimdir" denilmek için varını yoğunu dağıtarak ele güne muhtaç olanların dahi olduğu söylenmektedir.

Bu kelimenin cahiliye Arap'ının zihin dünyasındaki yerini bilen Rabbimiz, gönderdiği elçileri için "kerim" kelimesini kullanarak, onların ne kadar değerli olduklarını da o günün Arap'ının zihin dünyasına hitap ederek anlatıyordu.

"Elçi" kelimesinin anlam alanı içinde, bir hükümdar tarafından yazılmış olan fermanı, olduğu gibi muhataplara aktarmak veya okumak vardır. Elçi okuduğu fermanı hükümdar adına okur ve şahsi olarak bu fermana herhangi bir ilavesi veya çıkarımı olamaz. Böyle bir şey yaptığı takdirde onun cezası ölüm olur. HAKKA 44-48 arası ayetler de bu duruma işaret etmektedir.

Bu izahlardan sonra, Kur'an'ın "kerim elçi"nin sözü olması ile ilgili olarak önce TEKVİR Suresi içinde geçen ayetlerdeki "kerim elçi" olan Cibril in elçiliğinin ne anlama geldiği konusunda şunları söyleyebiliriz.

[022.075] Allah; meleklerden elçiler seçer. İnsanlardan da. Doğrusu Allah; Semi' dir, Basir'dir.

[042.051] Bununla beraber hiçbir insan için Allah'ın şu üç suret dışında doğrudan doğruya ona söz söylemesi mümkün değildir; ancak, ya vahiy ile, ya perde arkasından ya da bir elçi gönderir, izniyle ona dilediğini vahyeder. Çünkü O, çok yüksek ve çok hikmet sahibidir.

[016.002] Allah kullarından dilediğine buyruğunu bildirmek için meleklerini vahiyle indirerek şöyle der: «İnsanları uyarın ki, Benden başka tanrı yoktur. Benden sakının.»

Yukarda verdiğimiz ayet meallerine göre Allah (c.c) insanlarla elçi göndererek konuşur. Bu elçileri insanlardan ve meleklerden seçer. Meleklerden seçtiği elçiler vasıtası ile beşer elçilere vahiy indirir. Bu olayın Muhammed(a.s)'ın şahsında gerçekleşmesi diğer ayetlerde şöyle anlatılmaktadır.

[002.097] De ki: «Cibril'e kim düşman ise, (bilsin ki) gerçekten o Kitabı, Allah'ın izniyle kendinden öncekileri doğrulayıcı ve mü'minler için hidayet ve müjde verici olarak senin kalbine indiren O'dur.

[016.102] De ki: Onu Ruh-el Kudüs, mü'minlerin imanını pekiştirmek, müslümanlara hidayet ve müjde olmak üzere Rabbın katından hak ile indirmiştir.

[026.192-194] Muhakkak ki o (Kur'an) âlemlerin Rabbinin indirmesidir. Onu Ruh el-Emin indirmiştir. Uyarıcı-korkutuculardan olman için, senin kalbinin üzerine 

Allah(c.c)'nin vahyini, beşer elçi olan Muhammed(a.s)'a indiren "kerim elçi" Cibril, elçi olmanın gereği olan Hükümdarın sözünü aynen beşer elçi olan Muhammed(a.s)'a aktarmış ve elçiliğini yerine getirmiştir.

"Melek elçi"den vahyi alan diğer "kerim elçi" olan Muhammed(a.s) da elçi olmanın gereğini harfi harfine uygulayarak, kendisine gelen mesaja herhangi bir ilave veya eksiltme yapmayarak muhataplarına bildirmiştir.

Dolayısı ile her iki elçinin aktardığı vahiy Allah(c.c)'nin sözü olup, elçiler bu noktada sadece vasıtadır. Muhammed(a.s)'ın Allah(c.c)'den gelen vahiy ile kendisinin de muhatap olması ve bu muhatabiyetin yansımaları onun örnekliği olarak bizleri de ilgilendirmektedir.

Sonuç olarak; HAKKA 40 ve TEKVİR 19 ayetlerinde geçen "kerim elçi"ler Allah(c.c)'nin sözünü insanlara aktarmak ile görevli "melek elçi" olan Cibril ve "beşer elçi" olan Muhammed(a.s)'dır. Kur'an'ın onların sözü olarak beyan edilmesinin ne anlama geldiği, elçi olmanın ne anlam geldiği bilindiği zaman doğru olarak anlaşılacaktır. Sözü ilk olarak vahyedenin Hükümdar olan Allah(c.c) olduğu ve bu vahyi önce Cibril'e vererek o vahyi Muhammed(a.s)'a ulaştırmasını emretmiş, Cibril de Muhammed(a.s)'a bu vahyi ulaştırmıştır. Cibril'in Muhammed(a.s)'a okudukları, Muhammed(a.s)'ın muhataplarına okudukları sözler kendilerinin sözleri değil, elçisi oldukları Hükümdar olan Alemlerin Rabbi olan Allah(c.c)'nin sözleridir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

8 Aralık 2014 Pazartesi

Salat (Namaz) Vakitlerini Elçinin Örnekliği Üzerinden Okumak

Kur'an'ın gündem edilmeye başlanması ile hararetlenen tartışma ortamında, tartışılması gerekli veya gereksiz bazı konuların da ortaya çıktığını söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. "Salat" kelimesi etrafında gündem edilen bazı konuları da gerekli veya gereksiz olarak ikiye ayırmak mümkündür. Salat kelimesinin içeriği, içinin nasıl doldurulması gerektiği, geleneksel anlamdaki yanlışlıklar gibi konuların tartışılmasının gerekli olduğunu düşünüyoruz.

Bunları tartışırken Kur'an'ı sanki bugün inmiş bir Kitap gibi görüp, dağ başına inmiş kabul edip, Elçi örnekliğinden yoksun, kendi içinde bütünlük olgusunu hiçe sayarak, sadece meali baz alıp Arapça metnini öteleyerek yapılan tartışmaların fayda yerine zarar getireceği bilinmelidir.

Kullandığımız dilde adına "namaz" dediğimiz vakitli ve ritüel "salat"ın vakitleri konusunda böyle bir tartışmanın olduğu bilinmektedir. Yazımız, böyle bir ritüelin olmadığı konusunda görüş belirtenlerden çok, "evet Kur'an'da namaz vardır" deyip vakitleri konusunda bir takım düşünceler ileri sürenlerin görüşleri çerçevesinde ele alınmaya çalışılacaktır.

"Salat" kelimesini Kur'an'da genel anlamı itibarı ile "destek ve yönelim" olarak anlamak mümkündür. Bu anlamda sadece belirli vakitlerde değil 24 saat bu destek ve yönelimin devamı esas olmalıdır. Namaz ritüeli günün belirli vakitlerinde ve günün toplam bir saatini kapsamaktadır. Geri kalan 23 saatinde Allah'a olan destek ve yönelimin devam etmesi gerekmektedir. 

Namazın vakitleri ile ilgili tartışmaların yukarda belirttiğimiz gibi gereksiz tartışmalar olduğunu en baştan söyleyerek, gereksizliğinin gerekçelerini paylaşmaya çalışalım. Yazımızın amacı namazın kaç vakit olduğundan çok, bu düşüncelerin metod yanlışlığından kaynaklandığını ifade etmeye çalışmak üzerinde olacaktır.

"Sadece Kur'an" demek; salt bir metin okuması demek değildir. Böyle okunan bir kitabın, inmeden önce birtakım ön bilgi ve uygulamaların varlığını kabul ettiği ve bu ön bilgi ve uygulamaların yanlışlığını red ettiği veya doğruluğunu onayladığı gerçeği ötelenmiş olacaktır. Bu söylemin içini Elçinin örnekliğini red ederek doldurmaya çalışmak, yapılabilecek en büyük yöntem hatası olacaktır. Örneklikleri hesaba katmanın; hadîse tâbi olmak anlamına değil, Kur'an'ı bütüncül okumak anlamına geldiğini hatırlatalım.

Bu söylemin için doldurmak adına yapılan en büyük hata; Elçi örnekliğini hiçe sayarak, geçmişin yaptığı hataların üzerine kurulmuş bir düşünce oluşturmaktır. Geçmiştekilerin yaptığı Elçi anlayışındaki hatalar, bizleri Elçi'nin fonksiyonunu görmezlikten gelmeye götürmemelidir. Kur'an'ı ön kabulsuz yapılan bir okumada, Elçi'nin örnekliği için hadis kitaplarına gitmeye gerek olmadığını hatırlatarak, bu örnekliklerin Kur'an içinde bolca görülebildiğini söyleyebiliriz.

"Tarihi arka plan" şeklinde niteleyebileceğimiz nuzül öncesi Arap inancının, örfünün ve kültürünün bilinmesinin, anlamaya önemli katkılar sağlayacağı açıktır. Bunu söylerken Kur'an dışı bazı bilgi kaynaklarına yöneltmek istediğimiz gibi bir düşünce içinde olmadığımızı hatırlatarak, bu tür ön bilgilerin yine Kur'an içinde mevcut olduğunu hatırlatmak yerinde olacaktır.

İnsanların birbirleri ile olan iletişimleri ilk insandan beri devam etmiş ve ilk insandan başlayan bilgi edinme ve edinilmiş bilgilerin sonrakilere aktarılması yolu ile gelişimin devamı sağlanmıştır. Bu bilgiler her dalda olduğu gibi dini alanda da geçerlidir. Fizik, kimya, biyoloji vb. bilim dalları ile ilgili bilgiler, binlerce yıldır insanların bilgi birikimi neticesinde bu noktaya ulaşmış ve gelecekte de bu güne kadar erişilmiş olan bu bilgilerin üzerine yeni bilgiler konulması ile daha üst seviyelere çıkılacaktır. Hiçbir bilimadamı kalkıp "bu bilgilerin hepsini red ediyorum" şeklinde bir itirazda bulunarak sıfırdan yeni bilgiler üretmesi imkan dahilinde değildir. Bilginin devamlılığını bir tür bayrak yarışına benzetecek olursak, bayrak yere düşmeden elden ele nesiller boyu sürekli olarak el değiştirip yola devam edecektir.

Din adına gelen bilgiler de aynı şekilde nesiller boyu aktarılarak sonrakilere ulaşmıştır. Kur'an nâzil olmaya başladığı zaman nuzül dönemi muhataplarının ilk defa duydukları her hangi bir bilgi getirmemiş olup, bilgi sahibi olunan konulardaki bir takım yanlışları düzeltmiştir. Çünkü o insanların bilgi sahibi oldukları konular, binlerce yıldır süren insanlık serüveninin kadim bilgileri idi.

Namaz dediğimiz ibadet şekli nuzül öncesinde bilinen ve uygulanan bir şekil olup, o dönemde uygulanan ibadet Allah'a değil putlara idi. Kur'an bu ibadeti aslî hüviyetine geri döndürerek Allah'a has kıldı. Muhammed(a.s)'ın bu tür bir ibadeti daha önce hiç bilmediği ve ona Cibril'in öğretti iddiası rivayetlerde olup doğru bir bilgi değildir.

Elçiler, insanlığın öğretmenleri olup, o zamana kadar yanlış olan veya bilinmeyen bazı şeyleri muhataplarına öğretmek için Allah (c.c) tarafından görevlendirilmişlerdir. Beraberinde getirdikleri Kitap'ın içeriğini sadece okumak gibi bir görevleri olsaydı, Elçiler sadece "vitrin mankeni" mesabesinde kalmış olacaklardı. Halbuki Elçilerin insanlara "bilmediklerini öğretmek" gibi bir vazifeleri vardır.

Bir öğretmen talebesine iyi bir insan olmayı, önce kendisi bunu hayatında uygulayarak yapar ki örnek olsun. Sadece söz ile yapılan bir öğüt bu noktada yeterli gelmeyecek ve nasıl iyi insan olunabileceği ve olunabilirliği talebelere uygulamalı eğitim ile öğretilecektir.

Elçilerin de yaptıkları iş bir nevî "Uygulamalı Eğitim"dir ve bunun Kur'an ıstılahında adı "ÜSVETÜN HASENETÜN (en güzel örnek)" şeklindedir. Bizlerin bu örnekliği red etmek gibi bir seçeneği asla yoktur.

Kur'an'da namaz vakitleri ile ilgili olduğunu düşündüğümüz ayetlere baktığımızda, bu ayetlerde "size günde şu kadar namaz farz kılınmıştır" şeklinde açık seçik bir beyan yoktur. HÛD, İSRÂ ve TAHA Sureleri'nde başta olmak üzere Kur'an'ın değişik ayetlerinde "şu vakitlerde salatı ikame edin" veya "şu vakitlerde tesbih edin" şeklinde bazı zaman birimlerinin zikredildiğini görmekteyiz.

Bu ayetler ile ilgili zaman birimlerinin hangi birimler olduğu yönündeki tefsirlere baktığımız zaman farklı görüşler olduğu malumdur. Bahsedilen zaman birimi ile ilgili olarak bir tefsirci o zamanın "öğle" olduğunu söylerken, diğer tefsirciler "sabah, ikindi veya akşam" demektedirler.

Bu farklı görüşlerin, Arap dilinde o kelimeye verilen anlamlar üzerinden ve Arapça metin üzerinden yapıldığını ve tefsircilerin Arapça bildiklerini düşünecek olursak, bugün herhangi bir Kur'an mealini eline alarak yapılan namaz vakitleri çıkarım çalışmalarının ne derece sağlıklı sonuçlar verebileceği tartışılır.

Bu çıkarım çalışmaları mealden olduğu gibi bir de bağlamdan kopuk bir anlamayı, sadece bugün inmiş bir kitap şeklinde yapılan okumayı da hesaba katacak olursak, yapılan çıkarım çalışmasının baştan yöntem hatası yapılarak başlanan bir çalışma olduğu ortadadır. 

Öncelikle şunu ifade edelim ki; Kur'an'da bazı vakit aralığı ile ilgili anlatımlar, o vakti değil bütün günü kapsamaktadır. Bunu birkaç örnek ayet ile görelim;

[019.011] Zekeriya bunun üzerine mabedden çıkıp milletine: «Sabah akşam Allah'ı tesbih edin» diye işarette bulundu.

[019.062] Orada boş sözler değil sadece esenlik veren sözler işitirler. Orada rızıklarını sabah akşam hazır bulurlar. 

[030.018] Hamd O'nundur; göklerde de, yerde de, günün sonunda da ve öğleye erdiğiniz vakit de.

[040.046] Onlar, sabah akşam ateşe sunulurlar. Kıyamet çattığı gün, «Firavun'un adamlarını azabın en ağırına sokun» denir.

[025.005] «Kuran öncekilerin masallarıdır; başkalarına yazdırıp sabah akşam kendisine okunmaktadır» dediler.

[048.009] Tâ siz Allah'a ve O'nun Peygamberine imân edesiniz ve O'na yardımda ve tebcilde bulunasınız, ve O'nu sabah ve akşam tesbîh edesiniz.

[033.042] O'nu sabah akşam tesbih edin.

[076.025] Rabbinin adını sabah akşam an.

Yukarıda örnek olarak verdiğimiz ayet meallerindeki "sabah - akşam" şeklindeki zaman, ayrı zaman aralıkları değil süreklilik ve kesintisizlik anlamı olan ifadelerdir.

Zekeriya(a.s) kavmine sabah ve akşam vakitlerinde değil, devamlı Allahı tesbih edin demektedir. Cennet ehli rızıklarını sabah kahvaltısı ve akşam yemeği olarak değil, sürekli olarak hazır bulmaktadırlar. Hamd ve zikir belirli zamanlarda değil, günün tamamındadır.

Bu tür ayetlerden yapılan zaman çıkarma çalışmaları; hem yanıltıcı hem de diğer zamanları kapsamama gibi bir düşünce içine girilebilmesi ihtimalini doğuracaktır. 

Bu bağlamda namaz vakitleri konusunda ortaya konulan HÛD, İSRÂ ve TAHA Sureleri'ndeki ayetleri de ele aldığımızda şunları görebiliriz.

[011.114] Gündüzün iki tarafında ve gecenin (gündüze) yakın saatlerinde namazı kıl. Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlara bir öğüttür.

HÛD 114 ayetindeki "gündüzün iki tarafı" şeklindeki ifade; iki ayeri vakti değil gündüzün başından sonuna kadar şeklinde bir anlamı belirmiş olup, gündüzün tamamında salatın ikamesini içerir. "Gecenin yakın saatleri" ifadesi; gecenin dinlenme ve uyku vakti olduğunu düşünecek olursak, bu vakitlerin geri kalan kısmını ifade eder ki 24 saatlik bir gün diliminin tamamına tekabül etmektedir.

[017.078] Güneşin kaymasından, gecenin kararmasına kadar namazı güzel kıl; bir de kıraatıyle seçkin olan sabah namazını; çünkü sabah Kur'an'ı gerçekten şahitlidir.

İSRÂ 78 ayetinde de; güneşin batışa geçmesinden, tâ fecre kadar bir zaman aralığından bahsetmektedir. Bu ayetlerde de şu vakit veya bu vakitten ziyade, kesintisiz bir zamanı ifade ettiği görülmektedir.

[020.130] O halde onların dediklerine sabret, güneşin doğmasından önce ve batmasından önce Rabbini hamd ile tesbih et. Gece saatlerinde de gündüzün uçlarında da tesbih et ki, hoşnutluğa eresin.

TAHA 130 ayeti bütün günü kapsayan bir zaman aralığı içinde tesbih edilmesini emretmektedir.

Kur'an'da bu tür vakitler belirtilerek salat ve tesbih edilmesi emirlerini, şayet Kur'an bu gün Elçi olmadan dağ başına inmiş bir kitap olsa ve kişisel yorumlar ile bu vakitlerin hangi vakitler olduğu belirlenmeye çalışılsaydı, önceki tefsirciler gibi farklı düşünceler çıkarak herkesin kabul ettiği belli vakitlerin çıkarılması mümkün olmazdı. 

Şayet Kur'an'ın bize namaz kılma emri olduğunu bilip, bu vakitlerin hangi vakitler olduğu bize bırakılsaydı, hiçbirimiz ne iki vakit, ne üç vakit, ne de beş vakit namaz emri olduğunu Kur'an'dan net olarak delillendiremezdik. Bu sözlerimizi Arapça bildiğimiz varsayımı üzerinden yaptığımızı hatırlatarak, elimizdeki meallerdeki farklı çevirileri hesaba katarak bu çalışmayı yaptığımızı düşünecek olursak, olayın ne kadar zor olduğu ortaya çıkacaktır.

Kur'an'ın "kolaylaştırılmış bir Kitap" olduğu ile ilgili ayetleri unutup Kur'an'ın anlaşılması zor ve kapalı bir Kitap olduğunu söylemek istemiyoruz. Ancak onun kolay ve açık olması, onu okumanın belli bir şartı olmamasını gerektirmez. Belirli kuralların göz ardı edilmesi ile yapılan okumalardan çıkarılan akıllara zarar düşüncelerin var olduğunu hesaba katacak olursak, doğru bir metod üzerinden yola çıkmanın ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılacaktır.

Kur'an 1400 küsur yıl önce bir Elçiye inmiş ve bu Elçinin de örnek olma vazifesi dahilinde Kitap'tan çıkarmış olduğu bazı hükümlerin "uygulamalı eğitim" olarak bizlere kadar gelmiş olmasından hareketle, namaz vakitleri konusunda onun örnekliğini baz almanın daha doğru olduğunu söyleyebiliriz.

Burada tevâtüren gelen bu uygulamanın ne kadar doğru olabileceği sorusu da akla gelecektir. Düşüncemiz odur ki; yüzlerce yıldır birbirleri ile bir çok konuda ihtilaf etmiş olanların, konu namaza gelince vakit ve rekatları ile ilgili olarak hiç bir ihtilafının olmaması, uygulama ile gelen bu bilginin doğru olması düşüncesinin, Elçiyi (hâşâ) adam yerine koymayı zül kabul edenlerin, meal üzerinden yaptıkları çıkarımlar düşünüldüğünde mukayese dahi edilmeyecek kadar tercihe şayan olduğu ortadadır.

Muhammed(a.s)'ın bu konudaki örnekliği Müslümanlar üzerinde "Ortak Akıl" oluşmasına sebebiyet vermiş olması nedeni ile bu konuda yapılabilecek çıkarım çalışmalarının kişinin yorumu olduğu ve bu yorumların isabetli olup olmadığı tartışmaya açıktır.

Muhammed(a.s)'a gelen beş vakit namazın Kur'an göre yanlış olup olmadığına dair yapılabilecek çalışmalar bu konuda tartışma götürmeyecek kadar net "muhkem" ayetler olmasını gerektirir ki "bu konuda şimdiye kadar yapılan uygulama Kur'an'ın şu ayetine göre yanlıştır" diyebilelim.

Örnek verecek olursak; recm konusu ile ilgili olarak, Muhammed(a.s)'ın böyle bir sünneti olduğuna dair olan düşünceleri gönül rahatlığı ile red edip "recm uygulaması Allah'a ve Elçisi'ne iftiradır" diyebiliyoruz. Böyle bir söz söyleme gerekçemiz; Kur'an'ın zina fiili cezası konusunda evli-bekar şeklinde bir ayırım yapmayarak, herkese aynı cezayı emretmiş olmasıdır.

Konu namaz vakitlerine gelince; "Kur'an aslında 2-3-4-6-7 vakit emretmiş ama rivayetler bize 5 vakit olarak gelmiş" şeklinde bir söz söyleyemiyoruz. Ya da, "Kur'an 2-3 vakit emretmiş ama Muhammed (a.s) bunlara ilave etmiş" şeklinde bir itirazda bulunabileceğimiz açık ve net bir ayet elimizde yoktur.

Sonuç olarak; namaz vakitleri ile ilgili olarak "sadece Kur'an"a bağlı kalarak yapılmaya çalışılan çıkarım çalışmaları, usul yönünden hatalı olması nedeniyle ortada olan sonuçları da düşünecek olursak "ağzı olanın konuştuğu" bir alan haline gelmiştir. Elçilerin örnekliğinin bu konuda devreye girerek, uygulanarak gelen bilgilerin doğru kabul edilmesi ve o örnekliğin üzerinde fikir birliği sağlanması gerektiğini düşünmekteyiz. Kur'an'ın kolay ve açık olmuş olması onu anlaşılabilir kılmaktadır. Ancak usul ve yöntem yine kendi içinden okunarak çıkarılmalı ve kişiye mahsus görüşler olarak ortaya çıkan düşüncelere itibar edilmemelidir. Geleneğin ilmihal bilgileri dahilinde olan bu tür tartışmaların yerine namazın tevhidî olarak insanları nereye ve kime kul olduklarının bir göstergesi olduğu şuuruna vâkıf olarak yapılan tartışmaların faydalı olduğunu ifade ederek, sadece entellektüel bir düşünce faaliyeti olarak ortaya çıkan bu tür tartışmaların gereksiz hatta fayda yerine zarar getiren tartışmalar olduğunu düşünüyoruz.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

4 Mart 2014 Salı

Samiri'nin Elçinin İzinden Avuçlaması

Samiri adını , Kur'anda Musa as kıssası içinde geçen , Musa as ın 40 günlüğüne Tur'a çıkmasının  ardından İsrailoğullarına buzağı heykeli yapıp , o buzağıyı " bu sizin ilahınız" diyerek İsrailoğullarını şirke sürükleyen bir kişilik olarak görmekteyiz. Bu isim sadece İsrailoğullarına has olmayıp, firavun,karun,haman vs gibi sembolleşmiş isimler arasında yerini bulmuştur. "Samirilik", Allah cc nin dinini bozmak için onun dininden az bir şey alıp batıl ile karıştırarak halka sunmanın genel adı olmuştur. Musa as kıssası içinde anlatılan bu kıssadaki bazı kelimeler olayın boyutunun evrenselliğini anlatması bakımından dikkat çekicidir.   

Samiri kelimesinin anlamı olayın evrensel boyutunu göstermesi bakımından önemlidir. 
"Essümretü": beyaz ve siyahtan mürekkep renklerden biri(esmer) . "Semreü" sözcüğü kinayeli olarak "buğday" anlamına kullanılmıştır.
"Essemretü": bir tür ağaç,renginden dolayı böyle adlandırılmış olması muhtemeldir.
"Essemrü": gece siyahlığı, gece biriyle konuşmaya veya sohbet etmeye "semerün" denmiştir. 
"Semere fülanün": filan kişi gece biriyle konuştu veya sohbet etti. (El müfredat ) 

Bu kelime mü'minun s. 67. ayetinde şu şekilde geçmektedir.
[023.067]  Kafa tutardınız ve geceleyin(samiren) hezeyanlar savururdunuz.  

Samiri'nin ihaneti Araf s. ve Taha surelerindeki Musa as kıssası içinde anlatılmakta olup bu yazımızda Taha s. içindeki ayetler üzerinde durarak kıssanın evrensel mesajını anlamaya çalışacağız.  

Musa as Tur'a çıkmadan önce kardeşi Harun as ı yerine vekil bırakarak şunları der.
[007.142]  Musa'ya otuz gece vade verdik. Sonra bunu on ile tamamladık. Böylece Rabbının ta'yin ettiği vakit, kırk gece olarak tamamlandı. Musa kardeşi Harun'a dedi ki: Kavmim içinde, benim yerime geç. Islah et ve fesadçıların yoluna uyma.

Taha s. deki ayetlerde şu şekildedir. 
[020.083] «Ey Musa, seni kavminden çabucak ayrılıp gelmeye sevk eden nedir?»
[020.084]  Musa: «Onlar, benim izimin( eseri) üzerindeler ve ben, hoşnut olasın diye, sana gelmekte acele ettim ey Rabbim!» dedi.

Taha s. 84. ayette geçen "Eser" kelimesi 96. ayette de geçecek olması ve anahtar bir terim olması nedeniyle bu kelimenin anlamı üzerinde durmak gerekmektedir. "Eser" kelimesi ; sözlükte, " bir nesnenin mevcudiyetine delalet edecek bir şeyin husule gelmesi , ortaya çıkması" demektir. Musa as "benim eserim üzerindeler" derken , "onlara senin bana vahyettiklerini tebliğ ettim üstüne de kardeşim Harun'u vekil bıraktım" demek istemektedir.

[020.085] Allah: «Doğrusu biz senden sonra kavmini imtihan ettik. Sâmirî onları saptırdı» dedi.

Bu ayette, kavmini bırakıp Tur'a çıkan Musa as a Allah cc Samirinin yaptıklarını haber vermektedir , bu durumun bir imtihan olduğu ise İsrailoğullarına Harun as'ın ağzından  şu şekilde dile getirilmektedir.

[020.090]  And olsun ki Harun daha önce onlara: «Ey kavmim! Siz bununla (buzağı ile) imtihana çekildiniz. Sizin gerçek Rabbiniz Rahmân'dır. Gelin bana uyun ve emrime itaat edin» demişti.

[020.086] Musa, kavmine kızgın ve üzgün olarak döndü. «Ey milletim! Rabbiniz size güzel bir vaadde bulunmadı mı? Uzun bir zaman mı geçti, yoksa Rabbinizin gazabına mı uğramak istediniz de bana verdiğiniz sözden caydınız?» dedi.
[007.150] Musa, kavmine, kızgın ve üzgün olarak dönünce «Benim arkamdan ne kötü olmuşsunuz! Rabbinizin emrinin çabucak gelmesini mi istiyorsunuz?» dedi, levhaları attı ve kardeşinin başından tutup kendine doğru çekti. Harun: «Ey annem oğlu! Bu millet beni küçümsedi; az kalsın öldürüyorlardı. Bana, düşmanları sevindirecek şekilde davranma, beni bu zalim milletle bir sayma» dedi.

Musa as ı bu derece sinirlenmesine sebep olan olay Araf ve Taha surelerinde şu şekilde anlatılmaktadır. 

 [007.148] Musa'nın arkasından kavmi tutmuş takılarından bir dana, böğüren bir heykel edinmişlerdi. Onun kendilerine bir söz söylemediğini ve bir yol göstermediği görmemişler miydi? Fakat onu tanrı edindiler ve zalimdiler.
[020.088]  Derken onlara bir buzağı böğürmesi olan bir ceset çıkardı. Dediler ki: «Bu sizin ilâhınızdır ve Mûsa'nın ilâhıdır, fakat unutmuş.»
[020.089] Görmüyorlar mı idi ki, onlara ne bir söz iade edebiliyordu ve ne de onlar için bir zarara ve bir faideye malik bulunuyordu.

Ayetlerdeki bazı kelimelere dikkat edecek olursak, buzağının ,"böğürmesi" şeklinde bir kelime ile ifade edilmesi sahte ilahlar da olan bir vasfın, yani muhataplarının anlamadığı bir dilden konuşması, "onlara yol göstermemesi" demek ilah olan bir varlığın kullarına yol gösterme özelliği olması gerekmesi olarak anlaşılabilir,yine aynı şekilde "kendileri için ne bir zarar ve yarara sahip olmadıkları" şeklindeki ifade kendilerine bile hayrı olmayanları ilah olarak benimseyenlerin düştükleri trajikomik durumu ortaya koymaktadır.   

Yazımızın ana konusu olan "Samirinin elçinin izinden bir avuç alması" ile ilgili ayetleri okuyup sonra ayetlerin mesajına geçebiliriz.

[020.095]  Ya ey sâmirî, senin derdin ne?
[020.096]  O da: Ben, onların görmediklerini gördüm. Zira, o elçinin izinden bir avuç alıp onu  attım. Bunu böyle nefsim bana hoş gösterdi, dedi.

Samirinin, gerekçe olarak ortaya sürmüş olduğu ifadeler sadece o güne has bir ifade olmayıp dün,bugün ve yarın bütün Samirilerin insanları Allah ile aldatmak yolundaki taktikleridir. Tefsirlere baktığımız zaman özellikle 96. ayet ile yapılan tefsirler ayetin mesajının nasıl yanlış anlaşılacağına dair örnekler ile doludur. Samirinin Cebraili gördüğü ve onun izinden bir avuç toprak aldığı gibi yorumlar tefsirlerde yerini almış olup bu anlayış meallere de yansımıştır. Bu şekil yapılmış meallerden bir kaç örnek vermek istiyoruz. 

Ahmet Varol :
Dedi ki: 'Ben onların görmediklerini gördüm ve elçinin (Cebrail'in) izinden bir avuç (toprak) aldım ve onu (buzağı heykelinin içine) attım. Nefsim de böyle yapmayı bana hoş gösterdi.'

 Ali Fikri Yavuz :
Sâmirî şöyle dedi: “- Ben İsrail oğullarının görmedikleri Cibrîl’i gördüm de, O Rasûlün izinden bir avuç toprak aldım ve onu (erimiş mücevheratın içine) attım. Böylece bunu, bana, nefsim hoş gösterdi.”

Bekir Sadak :
Samiri: «Onlarin gormedikleri bir sey gordum ve o sana gelen elcinin bastigi yerden bir avuc avucladim. Bunu ziynet esyasinin eritildigi potaya attim. Nefsim boyle yaptirdi» dedi.

Hayrat Neşriyat :
(Sâmirî:) '(Ben, onların) görmedikleri şeyi gördüm ve (sana gelen) o elçinin(Cebrâîl’in atının) izinden bir avuç (toprak) avuçlayıverdim de onu (eritilmiş ziynet eşyâlarının içine) attım; böylece bunu nefsim bana hoş gösterdi' dedi.

Yazımızın başında söylediğimiz gibi "Eser" kelimesi burada da "eserirresul" (resulun izi) şeklinde karşımıza çıkmakta olup ayetin mesajını anlama hususunda anahtar terim durumundadır. 

Musa as Tur'a çıkarken yerine kardeşi Harun'u bırakmış ve İsrailoğullarının içlerinde olduğu süre içinde onlara elçilik görevi gereği izleyecekleri yolları tebliğ etmiştir buna rağmen kavmi onun bu tebliğini pek ciddiye almamış ve eski alışkanlıklarına dönme itiyadında olduklarını her defasında dile getirmişlerdir. Allah cc ile buluştuğu zaman "onlar izim üzerindedirler" diyerek yokluğunda da gerekli olan bilgileri onlara anlattığını söylemiştir.  

Buzağı putu Mısırlılarında Allah cc ye şirk koştukları bir put olup israiloğulları mısır esaretinde "celladına aşık mahkumlar" gibi onların putlarına aşık olmuşlardır. Musa as ın yokluğunu fırsat bilen Samiri bu putu yaparak İsrailoğullarına "işte sizinde Musanın'da ilahı bu" diyerek İsrailoğullarının içinde olan şirk hastalığını açığa çıkarmıştır.  

"Errresulun izi" tabiri ile verilmek istenen mesajı şu şekilde anlamak mümkündür , "Musa nın izi" veya "senin izin" tabirinin kullanılmayıp "erresulun izi" terkibinin kullanılması mesajın evrensel bir boyutu olduğu şeklinde anlaşılabilir.

Resuller tarih boyunca Allah cc nin kullarına olan mesajlarını taşımaları nedeniyle insanlık tarihinin en önemli isimlerinden olup bu önem sadece yaşadıkları zaman çerçevesi ile sınırlı değildir. Resullerin ilettikleri bilgiler evrensel boyutlara haiz olup kıyamete kadar gelecek insanlar için ebedi hayatları için gerekli olan bilgileri içermektedir.

Tarih boyunca Allah ile aldatan insanların bu aldatmacalarını gerçekleştirmek için yine dini motifleri kullanmışlardır. Samiri buzağıyı meydana getirirken "resulun izinden alıp attım" demesi tabirinden alınması gereken mesaj şu olabilir; Bozuk saatin bile günde iki defa doğruyu göstermesi misali , Allah ile aldatanların bu aldatmayı yapmaları "buzağı" objesi ile tarif edilmiş buzağının içinde "resullerin izinden" atılması yanlışların içine birazcık doğruların katılarak " işte sizin dininiz budur" denilerek insanlar çağdaş samirilerin yapmış oldukları buzağılara kulluk ettirilmektedirler.   

Buzağı ve samiri sembolleri sadece yaşadığı zaman ile sınırlı olmayıp tarihin her devrinde Allah ile aldatmanın sembol hayvanı ve sembol ismi olmuştur. Çağdaş samiriler insanlara sundukları buzağıları hoş göstermek için süslü sözlerle bezenmiş dini motifleri her zaman kullanagelmişlerdir. Bu durumu kıssada buzağının yapılması sırasında kullanılan malzeme ile ilgili olarak kulllanılna ifadeden anlamaktayız.  

[020.087]  Dediler ki: Biz sana olan vâdimizden, kendi kudret ve irademizle dönmedik. Fakat biz, o kavmin  zinet eşyasından bir takım ağırlıklar yüklenmiş, sonra da onları atmıştık; aynı şekilde Sâmirî de atmıştı.
 

Ayet içinde geçen "zinetilgavm"(kavmin zineti) tabiri ile bu zinetlerin hangi kavmin zinetleri olduğu konusundan ziyade, "zinet" kelimesinin diğer ayetlerde kullanımına bakmak gerekmektedir.

[015.039] (İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim(leüzeyyene) ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!
[003.014]  Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi beslemek insanlara güzel gösterilmiştir(züyyine ). Bunlar dünya hayatının nimetleridir, oysa gidilecek yerin güzeli Allah katındadır.
[006.043] Hiç değilse, onlara şiddetimiz geldiği zaman yalvarıp yakarmalı değil miydiler? Lakin kalbleri katılaştı, şeytan da yaptıklarını onlara güzel gösterdi (zeyyene)
[027.024]  Onun ve kavminin, Allah'ı bırakıp güneşe secde ettiklerini gördüm. Şeytan, kendilerine yaptıklarını süslü göstermiş de(zeyyene) onları doğru yoldan alıkoymuş. Bunun için doğru yolu bulamıyorlar.
[029.038]  Ad ve Semud milletlerini de yok ettik. Bunu, oturdukları yerler göstermektedir. Şeytan kendilerine, işlediklerini güzel gösterdi; onları doğru yoldan alıkoydu. Oysa kendileri bunu anlayacak durumda idiler.

Şeytanın süslemesi (zinetlemesi) tabiri buzağıyı yaparken kullanılan malzemenin zinet eşyası olması yapılanları şeytanın süslü göstermesi şeklinde bir teşbih olup samiri burada şeytanın rolunu üstlenmiştir.

Samiri ve yaptığı buzağı sadece o güne has bir olay olmayıp bugün aynı kişi ve objeler müslümanların arasında yaygın halde bulunmaktadır. İnsanları Allah ile aldatmak için çabalayan müslüman kılıklı şeytanlar yapmış oldukları buzağının içine dinin doğrularından az bir şey karıştırarak ve çoğunluk olarak şeytanın süslemelerinin olduğu sözler ile insanlara din olarak Allah cc nin söylmediği şeyleri ona iftira atarak söylemektedirler, bunları derkende aynen samiri gibi söyleyerek "işte sizin dininiz budur siz bizden dahamı iyi bileceksiniz" tabirini kullanmaktadırlar.   

 [020.099-100] Geçmiş olayları sana böyle anlatırız. Katımızdan sana da bir zikir verdik; kim ondan yüz çevirirse bilsin ki kıyamet günü bir günah yükü yüklenecektir.

Taha s. nin bu ayetlerini gerideki ayetler ile anlayacak olursak şunları söylemek mümkündür; Musa as ın kavminin zinet eşyalarını yüklenerek yapmış olduğu buzağı onların dünyada yüklenmiş oldukları günahlara tekabül etmektedir. Günahların süslü gösterilmesi ile kavmin süs  eşyalarının kullanılarak buzağı yapılması dünyada yapılan salih olmayan amellerin kıyamet günü alınacak karşılığının dünyada yapılan buzağı gibi olacağının bir anlatımı olarak görmek mümkündür. Süs eşyalarını yani en değerli eşyalarını atarak meydana getirdikleri bir obje onlara karşılık olarak hiçbir şey vermemekte olup aynı şekilde dünyada iken yapmış olduğumuz günahlar ahirette karşımıza işe yaramaz değersiz külleri savrulmuş bir şey olarak karşımıza çıkacaktır.


Sonuç olarak; Samiri ve onun yaptığı buzağısı sadece anlatılan zaman has bir olay olmayıp çağlar boyunca Allah ile aldatanların genel olarak kullandıkları taktikler olarak bizlere sunulmaktdır. Samiri ismi , fravun,karun,haman gibi sembolleşmiş bir isim olarak dün ,bugün ve yarın taa kıyamete kadar yaşayacak din adına aldatıcıların sembol isimi olarak yerini almıştır. Aynı şekilde buzağı objeside evrensel bir obje olarak yerini almış olup çağdaş samirilerin insanları aldatmak için zinetlendirerek gözlere hoş gösterdikleri bir obje olarak kıyamete kadar aramızda yaşayacaktır. Kur'an bu gibi insanların yaptıkları buzağılara onların ne kadar süslü olduklarına bakarak aldanmamamızı istemekte ve Musa as ın samiriye ve buzağıya uyguladığı muameleyi bizlerinde çağdaş samiri ve buzağılarına uygulamamızı istemektedir.  
 [020.097] (Musa ona şöyle) dedi: «Haydi çekil git. Artık senin için hayat boyunca, 'benimle temas yok' diye söylemen var (bir vahşi gibi yapayalnız yaşamağa mahkum olacaksın). Hem senin için asla kaçamayacağın bir ceza daha vardır. Bir de ibadet edip durduğun ilâhına bak; elbette biz onu yakacağız, sonra da kül edip muhakkak onu denize savuracağız.»

Bizlerinde yapmamız gerekeni ayet açıklamakta olup samirileri içimizden kovmak ve yaptıkları buzağıları yakarak hayatımızdan atmaktır.

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.