Anlam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Anlam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Şubat 2017 Cumartesi

Kataa Fiili Örneğinde Kelimelerin Hakiki Anlam Mecaz Anlam Sorunu Üzerine Bir Mülahaza

Allah (c.c) nin son elçisi aracılığı ile indirdiği alemlere yol gösterici olan Kur'an , bilindiği üzere nazil olduğu kavmin dili üzerine nazil olan bir kitaptır. Bu kitabın ihtiva ettiği ayetler , konuşulan dilin lafız mana ilişkisinin sınırları dahilindedir. Her dilde olduğu gibi Arap dilinde de bir takım edebi kurallar bulunmakta olup , Kur'an da bu edebi kuralları kullanmak sureti ile mesajını muhataplarına ileten bir kitaptır.

Türkiye genelinde Kur'an'ın daha fazla gündeme gelmeye başlaması , bir takım anlama sorunlarını da beraberinde getirdiği konu ile alakalı olanların malumudur. Bu sorunlardan bir tanesi de kelimelere, bağlı bulunduğu cümle ve konu bütünlüğünden koparılarak anlam yüklenmeye çalışılmasıdır. Her dilde olduğu gibi Arap dilinde de kelimeler Hakiki Anlam - Mecaz Anlam olarak ifade edilebilecek anlamlara sahiptirler. 

Bir kelimenin cümle içinde hangi anlamda kullanıldığının tesbit edilmesi , o kelimenin bağlı bulunduğu cümle ile yakından alakalıdır. Şayet kelime bağlı bulunduğu cümleden çıkarılmak sureti ile tek başına ele alınarak hangi anlama sahip olduğu konusunda karar verilecek olursa , verilen bu kararın isabetli olma ihtimali yok denecek kadar azdır. 

Söylemek istediklerimizin daha kolay ve net olarak anlaşılabilmesi için  Kataa fiilinin Kur'an içinde geçtiği ayetleri okumaya çalışarak bu kelimenin, Kur'an içinde Hakiki veya Mecaz , hangi anlamda kullanılmış olduğunu görmeye çalışacağız. Ele almaya çalışacağımız kelime , Maide s. 38. ayetinde geçen hırsızlık cezası ile verilen hükümde de geçmekte , ve bu cezanın hakiki anlamda bir el kesmek değil , el kelimesinin güç anlamı da taşımasından yola çıkılarak, mecaz anlamda bir el yani güç kesme olduğu iddiaları gündeme getirilmektedir. 

Bir kelime, geçtiği bütün ayetlerde tamamen hakiki anlamda , veya tamamen mecazi anlamda kullanılmaz. Kelimenin bağlı bulunduğu cümle içindeki kullanılışına göre hangi anlamda kullanıldığı tespit edilebilir.

Hakiki anlam ; Kelimelerin taşıdığı ilk ve , insanın kelimeyi duyduğu anda zihninde canlandırdığı anlama denir. Sözlük anlamı olarak bildiğimiz terim de bunu ifade etmektedir.

Mecaz anlam ; Kelimenin ilk ve insanın ilk duyduğu anda zihninde canlandırdığı anlamın dışında kazanmış olduğu anlama denir. Bir kelimenin mecaz anlam taşıyıp taşımadığı , o kelimenin sözlük anlamını taşıdığı düşünüldüğünde, ortaya yanlış anlaşılmaların çıktığında anlaşılabilir. 

Elkat'u ; İster cisimler gibi gözle idrak edilen şey olsun , ister aklın alanına giren şeyler gibi basiretle idrak edilen şeyler olsun , birbiri ile bitişik olan bir şeyi aralarında bir aralık veya yarık oluşacak şekilde ayırmak. Bu ayırma, kesici bir alet ile yapıldığı zaman bu kelime kesmek anlamına gelir.

Bu kelimenin Kur'an içinde geçişleri aşağıda ayet meallerindedir ;

[059.005]  Hurma ağaçlarından her hangi bir şey kesmeniz (katta'tüm) veya kökleri üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyle ve O'nun, yoldan çıkanları cezalandırması içindir.

Haşr s. 5. ayeti kitap ehli ile olan bir savaşın anlatıldığı ayetlerin bağlamına dahil olup , savaşta strateji gereği hurma ağaçlarının kesilmesine itiraz edenlerin bu itirazları ret edilmekte , bu ağaçların kesilmesinde herhangi bir sakınca olmadığı beyan edilmektedir. Konumuz olan kelimenin bu ayet içinde hakiki anlamında kullanıldığı görülmektedir.

[012.031]  Kadınların kendisini yermesini işitince onları davet etti; koltuklar hazırladı; geldiklerinde her birine birer bıçak verdi. Yusuf'a: «Yanlarına çık» dedi. Kadınlar Yusuf'u görünce şaşıp ellerini kestiler (ve katta'ne) ve «Allah'ı tenzih ederiz ama, bu insan değil ancak çok güzel bir melektir» dediler.
[012.050] Hükümdar: «Onu bana getirin» dedi. Yusuf'a elçi gelince, «Efendine dön, kadınlar niçin ellerini kesmişlerdi (katta'ne) bir sor; doğrusu Rabbim onların hilesini bilir» dedi.

Yusuf kıssasının içinde geçen bu ayetlerde ise , Yusuf'u gören kadınların onun güzelliği karşısında şaşkınlıktan ellerini kesmiş olmalarından bahsedilmektedir. Yine burada konumuz ile ilgili olan kelimenin ,  hakiki anlamında kullanılmış olduğu görülmektedir.

[005.033]  Allah ve Rasulü ile savaşanların ve yeryüzünde fesada koşanların cezası; ancak öldürülmek, asılmak, çaprazvari el ve ayakları kesilmek (tukattaa) veya yerlerinden sürülmektir. Bu, onlara dünyada rüsvaylıktır. Onlara ahirette de büyük bir azab vardır.

Maide s. 33. ayetinde "Allah ve Rasulü ile savaşanların ve yeryüzünde fesada koşanlar" olarak belirlenen suça, verilmesi emredilen cezalardan bir tanesi el ve ayakların çaprazlama kesilmesidir. Bu cezanın da hakiki anlamda bir ceza olduğu konusunda herhangi bir itiraza mahal bırakacak durum söz konusu değildir.

[007.124] Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim (leukattianne), sonra da hepinizi asacağım!»
[020.071] (Firavun) Dedi ki: «Ben size izin vermeden önce O'na inandınız, öyle mi? Kuşkusuz o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür. O halde ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim (leukattianne) ve sizi hurma dallarında sallandırıcağım. Siz de elbette, hangimizin azabı daha şiddetliymiş ve daha sürekliymiş öğrenmiş olacaksınız.»
[026.049]  Firavun: «Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Muhakkak ki o, size sihri öğreten büyüğünüzdür. Şimdi bileceksiniz; ellerinizi ayaklarınızı, and olsun, çaprazlama kestireceğim (leukattianne), hepinizi astıracağım» dedi.

Musa (a.s) kıssasında iman eden sihirbazlara uygulayacağı ceza olarak karşımıza çıkan ve Maide s. 33. ayeti ile aynı olan, ayetlerdeki ceza yine hakiki anlamda el kesmeden bahsetmektedir.

[005.038]  Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak, ellerini kesin (faktau). Allah Güçlü'dür, Hakim'dir.

Maide s. 38. ayetinde "Erkek hırsız ve kadın hırsızın" buyurulmuş olması , suçun sabit olmasının ve fiiliyata dökülerek işlendiğini göstermektedir. Bu suça verilecek olan cezayı, elin kesilmesi olarak beyan eden ayetin hakiki anlamda bir el kesmekten bahsetmiş olduğunu görmekteyiz. 

Fakat son yıllarda ortaya çıkan bazı farklı algılar , bu cezanın hakiki anlamda el kesmekten değil , mecaz anlamda bir el kesmekten, yani güç kesmekten bahsettiği yönündeki  iddiaların dile getirilmesine sebep olmaktadır. Bu cezanın mecaz anlamda olarak anlaşılması, ancak bu cezanın mutlaka mecazi olması gerektiği yönünde bir ön yargının olması , bu ceza konusunda bazı kaygıların bulunması ile mümkün olabilir. 

Ayetin iddia edildiği gibi mecaz anlamda bir güç kesmekten, yani hırsızlığı önlemekten bahsetmesi için, fiilin vuku bulmaması gerekmektedir. Halbuki ayet, işlenmiş olan bir cürümden, ve bu cürümü işleyenlere verilmesi gereken bir cezadan bahsetmektedir. Hırsızlığa gidecek yolların önlenmesi için adımlar atmak, her devletin asli vazifesidir. Fertlerini hırsızlık yapmaya mecbur eden bir devletin bu cezayı uygulaması zaten zulüm olacaktır.

Ayet içinde geçen Yed (el) kelimesinin bazı ayetlerde mecazi anlamda kullanılarak güç anlamına gelmiş olması , bu cezanın mecazi olduğunu iddia edenler tarafından delil olarak sunulmaktadır. Ancak yukarıda söylediğimiz gibi her kelime bütün ayetlerde sadece hakiki , ne de sadece mecaz anlamda kullanılmaz. Kelimenin mecaz veya hakiki anlamdan hangisine sahip olduğu , o kelimenin ayet içinde sahip olduğu bağlamdan anlaşılabilir.

Yusuf suresindeki kadınları ellerini kesmiş olmaları , nasıl onların mecaz olarak güçlerini kesmiş oldukları anlamında düşünülmüyor ise , bu ayetin de mecaza işaret ettiğinin düşünmek hatalı bir okuma biçimidir Bu ayetin hakiki anlamda bir el kesmekten bahsettiği konusunda şüphe yoktur. Böyle bir şüphe içinde bulunmak , ancak önce bu konuda bir takım ön yargılar oluşturmak , sonra da bu ön yargıları Kur'an'a kabul ettirmeye çalışmak ile mümkün olur. 

[007.072]  Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik (katta'na).
[008.007]  Hatırlayın ki, Allah size, iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olduğunu vadediyordu; siz de kuvvetsiz olanın (kervanın) sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve (Kureyş ordusunu yok ederek) kâfirlerin ardını kesmek (ve yektaa)   istiyordu.
[006.045]  Böylece zulmeden toplumun kökü kesildi (kutia). Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
[015.066]  Ona şu kesin emri vahyettik: «Sabaha çıkarlarken onların kökü kesilmiş (maktuun) olacaktır!».

Yukarıdaki ayetler hakiki anlamda değil , mecaz anlamda bir kesimden , yani iman etmeyenlerin helak edilmiş olmasını ,  kökünü kesmek  olarak bildiğimiz bir deyim ile ifade etmektedir.

[069.046] Sonra onun can damarını elbette keserdik (katta'na).

Hakka suresindeki bu ayet , elçinin kendisine vahyedilene  herhangi bir ilavede bulunduğunda başına gelecek olanı anlatmaktadır. Onun hayat ile bağının koparılması yani canının alınması, can damarının kesilmesi şeklinde, mecazi bir anlamda kullanılmıştır.

[029.029]  «Siz hâlâ erkeklere gidecek ve yolu kesecek (taktaune) ve toplantılarınızda çirkin şeyleri yapacakmısınız?» Artık (O'nun) kavminin cevabı, «Eğer sen sâdıklardan isen bize Allah'ın gazabını getir» demekten başka olmadı.

Lut kıssası ile ilgili olan bu ayette , Lut (a.s) kavmine hitaben onların yaptıkları yanlışları söylerken kullandığı yok kesmek deyimi , yine kataa kelimesinin mecaz anlamda bir kullanımıdır.

[003.127]  ta ki o küfredenlerden bir kolu kessin (liyektaa) veya perişan etsin de umutsuz olarak dönüp gitsinler.

Uhud savaşı ile ilgili bir bağlama sahip olan yukarıdaki ayette yine müşriklerin bir kısmının imha edilmesi ile ilgili olarak, tarfen kelimesi ile birlikte mecazi anlamda bir kullanımı görmekteyiz.

[022.015] Kim Allah'ın dünyada ve âhirette kendisine yardım etmeyeceğini sanıyorsa; semaya bir sebeb uzatsın, sonra (öteki sebebleri) kessin de (litekta) bakıversin: Oyunu, öfkelendiği şeyleri gerçekten giderecek mi?. 

Hac s. 15. ayetinde geçen bu kelime , bir çok mealde hakiki anlamda bir ip kesmekten bahsetmiş olmasına karşın , ayetin siyak sibak dahilinde okunduğu takdirde , mecaz anlamda bir bağ kesmekten bahsettiği anlaşılmaktadır.

[002.027] Ki (bunlar) Allah'ın ahdini, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozarlar, Allah'ın kendisiyle birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler (yaktaune) ve yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarırlar. Kayba uğrayanlar, işte bunlardır.
[013.025] Ve o kimseler ki, Allah'ın ahdini takviye ettikten sonra bozarlar ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler (ve yaktaune) ve yeryüzünde fesat çıkarırlar. İşte lânet onlaradır. Yurdun kötüsü de onlaradır.
[047.022] Geri dönerseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabalık bağlarını kesmeye (ve tukatteu) dönmüş olmaz mısınız?.

Yukarıdaki ayetler , Allah (c.c) tarafından bildirilen emirlere aykırı davranışlar sergileyenlerden bahsetmektedir. Bu ayetlerde bahsedilen kesmek fiili , mecaz anlamda bir kesmeyi ifade etmektedir.

[009.121] Ve küçük, büyük bir masraf yapmazlar ve bir vadî kat'etmezler ki (ve la yaktaune)  amellerinin daha güzeliyle Allah kendilerine mükâfat etmek için hisablarına yazılmış olmasın.

Tevbe s. 121. ayetinde , iman edenlerin Allah yolunda çıktıkları yolda çektikleri meşakkatin karşılıksız kalmayacağı haber verilmekte olup , bu haber vadi kat etmek şeklinde bir deyim ile ifade edilmekte, ve kataa kelimesi yine burada mecaz anlamda kullanılmaktadır.

[047.015] Allah’a karşı gelmekten sakınanlara vâd edilen cennetin durumu ise şudur: Orada bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içerken lezzet veren şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Onlara orada her türlü meyve ile bir de Rab’leri tarafından bir mağfiret vardır. Bu nimetlere erişenler hiç, ateşte devamlı kalıp, kaynar sulardan içirilip bununla bağırsakları lime lime olan (fekattaa) kimseler gibi olur mu?

Cennet nimetleri ile ilgili olan Muhammed s. 15. ayetinde , cennet ehli ile cehennem ehli arasında yapılan kıyaslamada cehennem ehline sunulan içeceğin , ne kadar acı ve elem verici olduğu, içtiğinde bu kimseleri ne hale getirdiği, kataa kelimesi ile ifade edilirken, bu kelimenin yine mecaz anlamda kullanıldığını görmekteyiz.

[007.160]  Biz İsrailoğullarını oymaklar halinde on iki topluluğa ayırdık katta'nahum). Milleti Musa'dan su isteyince ona: «Asanla taşa vur» diye bildirdik; ondan on iki pınar fışkırdı. Herkes içeceği yeri öğrendi. Bulutla üzerlerine gölge yaptık, onlara kudret helvası ve bıldırcın indirdik, «Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin» dedik. Onlar, karşı gelmekle, Bize değil kendilerine zulmediyorlardı.
[007.168] Ve onları yeryüzünde ümmetlere ayırdık (katta'nahum). İçlerinde iyi olanları da vardı, olmayanları da. Onları biz, bazan nimetlerle, bazan da musibetlerle imtihana çektik. Sonunda belki hakka dönerler diye.

Araf suresindeki bu ayetlerde , İsrailoğullarının ayrılması kataa fiili ile anlatılmakta ve yine bu fiil mecaz anlamda kullanılmaktadır.

[013.031]  Eğer okunan bir Kitapla dağlar yürütülseydi veya onunla yer parçalansaydı (kuttiat), yahut onunla ölüler konuşturulsaydı (o Kitap yine bu Kur'an olacaktı). Fakat bütün işler Allah'a aittir. İman edenler hâla bilmediler mi ki, Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi? Allah'ın vâdi gelinceye kadar inkâr edenlere, yaptıklarından dolayı ya ansızın büyük bir belâ gelmeye devam edecek veya o belâ evlerinin yakınına inecek. Allah, vâdinden asla dönmez.

Rad s. 31. ayetinde , Kur'an hakkında şüpheleri olan kimselerin inatçılıkları ifade edilmekte olup , yine kataa kelimesi yerin birbirinden ayrılması anlamında mecaz anlamda kullanılmıştır.

[022.019] Şu iki gurup, Rableri hakkında çekişen iki hasımdır: İmdi, inkâr edenler için ateşten bir elbise biçilmiştir (kuttiat). Onların başlarının üstünden kaynar su dökülecektir!.

Hac s. 19. ayetinde , kafirler için cehennemde karşılaşacakları azap elbise tasviri ile belirtilmekte, onların her tarafını kaplayacak olan ateşin , elbise olarak giydirileceğinin beyan edilmesi, yine kataa filinin mecaz anlamda kullanılması ile ifade edilmektedir.

[006.094]  Bugün, sizi ilk defa yarattığımız zamanki gibi yapayalnız huzurumuza geldiniz, size verdiğimiz herşeyi arkanızda bıraktınız. Allah'ın size göre ortağı olduklarını iddia ederek yardımlarına, şefaatlarına güvendiğiniz ortakları yanınızda görmüyoruz. Aranızdaki bütün bağlar artık kesilmiş (tekattaa) , güvendiklerinizin hepsi kaybolup gitmiştir.
[002.166]  İşte önderler kendilerini izleyenlerden uzak durdular, Azabı gördüler ve aralarındaki her türlü bağ kesildi (tekattaat).

Enam ve Bakara surelerindeki bu ayetlerde , yaşamlarını kafir olarak bitirmiş olanların hesap gününde karşılaşacakları durum anlatılmakta , dünyada iken dost edindiklerinin ahirette onlara hiç bir faydasının olmadığı , kataa kelimesinin mecaz anlamda kullanılması ile ifade edilmektedir.

[021.093] Onlar, işlerini kendi aralarında parça parça dağıttılar (tekattau)  (dinlerinde bölünmeler yaptılar) ; hepsi bize döneceklerdir.
[023.053] Ancak onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar halinde parçaladılar (tekattau); her bir grup, kendi ellerindeki olanla yetinip-sevinmektedir.

Yukarıdaki ayetler , fırkalaşmayı ve bölünmeyi konu ederek , bir bütünden ayrılmış olmak yine kataa fiili ile ifade edilmektedir.

[009.110] Yaptıkları bina, (ölüp de) kalpleri parçalanıncaya (tekattaa) kadar yüreklerine devamlı olarak bir kuşku (sebebi) olacaktır. Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.

Tevbe s. 110. ayeti , Dırar Mescidi olarak bildiğimiz münafıkla tarafından yapılan mescid ile alakalı bir bağlama dahildir. Yaptıkları mescidin kalplerindeki nifağın bir eseri olduğu , ve onların kalplerindeki bu nifağın onlar ölene kadar süreceği beyan edilmektedir.

[011.081]  Dediler ki: «Ey Lût! Şüphe yok ki biz senin Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana elbette kavuşamayacaklardır. Artık sen âilen ile gecenin bir kısmında (bi kıt'in) yürü ve sizden hiçbir kimse geri kalmasın, zevcen ise müstesna. Şüphesiz ki onlara isabet edecek şey, ona da isabet edicidir. Muhakkak ki onların vaad edilen zamanları, sabah vaktidir, sabah vakti ise yakın değil midir?»
[015.065] «Gecenin bir kısmında (bi kıt'in) aileni yola çıkar, sen de arkalarından yürü ve sizden kimse ardına bakmasın; istenen yere gidin.».

Lut (a.s) kıssası içindeki bu ayetler , Lut ve ehline kavmi terk etmelerini emrini verirken , ne zaman yola çıkacakları ile bilgiyi gecenin bir kısmında şeklinde beyan ederek , kataa kelimesini kullanmaktadırlar.

[013.004]  Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar (kıtaun) üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır. (Böyle iken) yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır.
[010.027]  Ve o kimseler ki, kötülükleri kazandılar. Kötülüğün cezası da kendi misli iledir. Ve onları bir alçaklık kaplar. Onlar için Allah'tan koruyacak bir şey yoktur. Onların yüzleri sanki geceden karanlık bir parçaya (kıtaan) bürünmüştür. İşte onlar ateşin yârânıdır. Onlar onun içinde ebedî sûrette kalacak kimselerdir.

Yukarıdaki ayetlerde geçen Kıt'a kelimesi hepimizin bildiği bir kelime olup bir bütünden koparılmış kara parçası, ve yüzlerin karalığını tasvir eden geceden bir parça olarak , yine kataa kelimesi kullanılmaktadır.

[027.032]  (Sonra Melike) dedi ki: «Beyler, ulular! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan hiçbir işi kestirip atmam (katiatün)

Süleyman (a.s) kıssası ile ilgili bu ayet ise , Sebe hükümdarı olan kadının , herhangi bir iş için danışmanlarının yardımı olmadan karar vermeyeceğini ifade ederken yine kataa kelimesi kullanılmaktadır.

[056.033] Kesilip-eksilmeyen (la maktuatun) ve yasaklanmayan (meyveler) .

Vakıa suresindeki bu ayet ise , cennet nimetlerinin sonsuzluğunu beyan etmekte kullanılan kelime kataa kelimesidir.

Sonuç olarak  Kataa fiilinin geçtiği ayetlerin tamamını alt alta koyup okuduğumuzda şunları söyleyebiliriz; Bu fiilin Haşr , Maide , Yusuf ve Firavunun iman eden sihirbazlara karşı uygulayacağını vaat ettiği surelerdeki geçişleri, kesici bir alet ile yapılan fiile işaret etmektedir. Bu sureler içindeki ayetlerdeki fiilin kesici bir ayet ile birbirinden ayırmak olduğunu görmekteyiz. Dolayısı ile bu fiilin bu ayetlerde kullanılışının Hakiki Anlamda bir kullanılış olduğunu söyleyebiliriz. Diğer surelerde geçişleri ise, kesici bir alet ile yapılmayan kesimlere işaret etmekte ve kullanımların Mecazi anlamda olduğunu söyleyebiliriz.

Bu çalışmayı yapmaktaki amacımız , kelimelerin cümle içindeki geçişlerine göre anlam kazandığını görmeye çalışmaktır. Kataa fiilinin geçtiği ayetleri 2 ana gurupta topladığımız zaman , kesici bir alet ile yapılan kesim işinin geçtiği ayetlerin tamamının hakiki anlamda bir kullanım olduğunu görmekteyiz. Maide s. 38. ayetini bu guruptan çıkararak , kelimenin mecaz geçişlerinin gurubuna dahil ettiğimiz zaman , aynı anlama sahip olan bir kelimeyi sahip olması gereken guruptan söküp çıkartmak sureti ile hatalı bir okuma yapılmış olacağı açıktır.

Kur'an okumalarında dikkat edilmesi gereken önemli hususlardan bir tanesi , ön yargılardan arınmış bir zihne sahip olunmasıdır. Biz bu çalışmayı yapmaya çalışırken , el kesme cezası konusunda bu ceza mutlaka hakiki anlamda bir ceza olmalıdır şeklinde bir ön yargıya sahip olmadığımızı hatırlatmak isteriz. Ancak bu cezanın mecaz anlamda olduğunu düşünenlerde aynı tarafsız bakışı gördüğümüzü söylemek güçtür.

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

17 Ocak 2017 Salı

Enam s. 91. Ayeti Örneğinde Meallerde Bir Kelimenin Yerinin Değişmesi İle Ortaya Çıkan Anlam Farklılığı

Arap olan bir kavme inmiş olan Kur'an'ın , Arap olmayan topluluklar tarafından anlaşılabilmesinin yollarından birisi , bu kitabın o topluluğun konuştuğu dile çevrilmesidir. Konuyu Türkiye üzerinden düşündüğümüzde , son yıllarda Kur'an'a olan yönelim ve rağbet, bu kitabın anlaşılmasına büyük katkı sağlayan meallere olan rağbeti de artırmıştır. 

Ancak meallerde bazı hataların yapılmakta olduğu, konu ile alakalı olanların malumudur. Bu hataların farklı nedenleri bulunmakla birlikte yazının konusu, yapılan meal hatalarının hangi saikler sonucu ortaya çıktığı değildir. Yazının konusu, belki de önemsiz bir ayrıntı olarak görülebilecek bir kelimenin, cümle içindeki yer değiştirilmesinden dolayı ortaya çıkardığı anlam farkını göstererek , meal yapıcılarının ve okuyucularının bu konularda daha dikkatli davranması konusunda hatırlatmalarda bulunmaya çalışmaktır. 

Bir kelimenin sadece yerinin değişmesi ile nasıl bir anlam farkı oluşabileceğini , Enam s. 91. ayetinin yapılan meallerini örnek olarak vererek , daha kolay ve net olarak anlaşılabileceğini düşünmekteyiz.

وَمَا قَدَرُواْ اللّهَ حَقَّ قَدْرِهِ إِذْ قَالُواْ مَا أَنزَلَ اللّهُ عَلَى بَشَرٍ مِّن شَيْءٍ قُلْ مَنْ أَنزَلَ الْكِتَابَ الَّذِي جَاء بِهِ مُوسَى نُورًا وَهُدًى لِّلنَّاسِ تَجْعَلُونَهُ قَرَاطِيسَ تُبْدُونَهَا وَتُخْفُونَ كَثِيرًا وَعُلِّمْتُم مَّا لَمْ تَعْلَمُواْ أَنتُمْ وَلاَ آبَاؤُكُمْ قُلِ اللّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ

Ayetin iki farklı meali şu şekildedir ; 

[006.091]  «Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir» demekle Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler. De ki: «Musa'nın insanlara nur ve yol gösterici olarak getirdiği Kitap'ı kim indirdi? Ki siz onu kağıtlara yazıp bir kısmını gösterip çoğunu gizlersiniz, atalarınızın ve sizin bilmediğiniz size onunla öğretilmiştir.» «Allah» de, sonra da onları daldıkları sapıklıkta bırak, oynasınlar.

[006.091]  Onlar: "Allah, beşere hiç bir şey indirmemiştir" demekle Allah'ı, kadrinin hakkını vererek takdir edemediler. De ki: "Musa'nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği ve sizin de (parça parça) kâğıtlar üzerinde yazılı kılıp (bir kısmını) açıkladığınız ve çoğunu gözardı ettiğiniz kitabı kim indirdi? Sizin ve atalarınızın bilmediği şeyler size öğretilmiştir." De ki: "Allah." Sonra Onları bırak, içine 'daldıkları saçma uğraşılarında' oyalanıp dursunlar.

Problem olarak gördüğümüz nokta, yukarıda verdiğimiz iki ayet meali örneğindeki "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir" ve "Allah beşere hiçbir şey indirmemiştir" cümleleridir. İlk bakışta aralarında pek bir fark görülmeyen bu cümlelerin içindeki "HİÇBİR ŞEY" kelimesinin sadece yerinin değişmesi ile, ayetin anlamında değişiklik meydana gelmesi söz konusudur.

Ayeti nuzül dönemine  giderek okuduğumuz zaman , muhatap kitlenin Yahudiler olduğu anlaşılacaktır. Yahudiler, ayet içinde "Beşer" olarak zikredilen kişi olan Muhammed (a.s) a inen kitabı ret etmek için , Allah'ın beşer üzerine herhangi bir kitap indirmediğini iddia etmektedirler. Allah (c.c) ise cevap olarak ise, bir kısmını açıkladıkları , bir kısmını ise gizledikleri Musa (a.s) a inen kitabı kim indirdi ise , "Beşer" olarak zikrettikleri Muhammed (a.s) a inen kitabı da kendisinin indirmiş olduğunu buyurmaktadır.

Eğer bu ayetin mealindeki konumuz olan (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesi "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir" şeklinde çevrildiği zaman , dikkatli bir okuyucu , Yahudilerin bu sözüyle Musa (a.s) a da hiç bir şey indirilmediğini iddia etmiş olduklarını anlayacaktır. Yine dikkatli bir okuyucu Bakara s. 91. ayetine baktığı zaman orada Yahudilere hitaben yapılan "Allah'ın indirdiğine iman edin" emrine karşılık, onların verdikleri cevap olan "Biz kendimize indirilene iman ederiz" sözü ile aradaki bağı kurmakta zorlanacaktır. 

Dikkatli bir meal okuyucusu bir ayette , kendilerine indirilene iman ettiklerini iddia eden Yahudilere karşılık , başka bir ayette , Allah'ın hiç bir insana bir şey indirmediği iddiası içinde olan Yahudilerin bu sözleri arasında bir çelişki olduğunu düşünecektir.

Çünkü Bakara s. 91. ayetinde Yahudiler kendilerine inen bir şeyin olduğunu kabul ederek, ona iman ettiklerini söylemektedirler. Yahudilerin bu sözleri ile ,  Enam s. 91. ayetindeki (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesinin "Allah hiçbir insana bir şey indirmemiştir" şeklindeki çevirisinin birbiri ile uyuşmadığını görerek kafalarda istifham oluşacaktır. 

Halbuki (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesi , "Allah beşere hiçbir şey indirmemiştir" şeklinde çevrildiği zaman, herhangi bir sorun ortaya çıkmayacaktır. Çünkü böyle bir çeviri, Yahudilerin sadece Muhammed (a.s) a inen kitabın inkar ettiklerine dair bir anlam taşımaktadır. 

Kanaaatimiz odur ki ; Enam s. 91. ayetindeki  (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesi "ALLAH BEŞERE HİÇBİR ŞEY İNDİRMEMİŞTİR" şeklinde çevrildiğinde daha doğru bir anlam verilmiş olacak ve kafalarda herhangi bir istifhama yer açmayacaktır. 

İlk bakışta önemsiz bir ayrıntı olarak görünmesine rağmen , dikkatli bir okuyucunun dikkatini çektiğinde , kafasında bazı istifhamların oluşmasına neden olma ihtimali doğurabilmesi açısından önemli bir ayrıntı olduğumu düşündüğümüz bu cümle üzerinden,  dikkat çekmek istediğimiz asıl konu , meal yapıcılarının Arap dilini bilmesinin önemi kadar daha önemli bir nokta olan , Kur'an'a olan hakimiyetlerinin ne kadar önemli olduğunu vurgulamaya çalışmaktır.

Yazımıza konu ettiğimiz hata görüldüğü gibi bir kelimenin anlamının yanlış olarak verilmesi gibi bariz bir hata değildir. Ayet orjinal metnine sadık kalarak çevrilmiş , fakat cümle içindeki "HİÇBİR ŞEY" kelimesinin sadece yer değiştirilmesi ile arada anlam farkı oluşmasına sebebiyet verilmiştir. 

Bu ayetin mealinde geçen konumuz ile alakalı olan cümleyi Elmalılı Hamdi Yazır , "Allah beşere bir şey indirmedi" şeklinde doğru olduğunu düşündüğümüz yönde çevirmesine karşılık , onun mealini sadeleştirdiğini iddia edenler tarafından "Allah insanlara hiçbir şey göndermemiştir" şeklinde hatalı olduğunu düşündüğümüz yönde çevrilmiştir. Bu da göstermektedir ki Türkçe bir meali , yine Türkçeye çevirmek gibi bir ameliyeye soyunanlar , yapılan mealdeki inceliği anlamadan ve aslına sadık kalmadan kafalarına göre sadeleştirme yapmışlardır.

Amacımız meal yapıcılarını töhmet altında bırakmak değil , meal yapımına soyunanların ne kadar dikkatli olması gerektiği yönünde hatırlatmalar yapmaktır. Meal yapmaya soyunmak demek, Arap dilini bilmeyi gerektirdiği gibi , mealini yapacağı kitabı da çok iyi tanımayı gerektirmektedir. Yapılan bir çevirinin anlamının doğru olup olmadığına dikkat edilmekle birlikte , o ayete verilen anlamın , Kur'an bütünlüğü noktasında herhangi bir probleme yol açıp açmadığına da ayrıca dikkat edilmelidir. 

Konumuz olan ayet,  çeviri hatası olarak görülebilecek herhangi bir problem teşkil etmekten çok , doğru bir kelimenin doğru bir yere yerleştirilememesi sonucunda, ortaya yanlış bir anlamın nasıl çıkabileceğine dair bir örnek teşkil etmektedir. 

Bir ayetin yapılan mealinin , diğer ayetler arasında çelişki veya anlam uyuşmazlığı gibi sorunlara yol açmayacak şekilde yapılmış olmasına çok dikkat edilmesi gerektiği , verdiğimiz örnekten anlaşılmaktadır. Bu dikkat , elbette meal yapıcısının Kur'an'a olan hakimiyeti ile yakından alakalıdır. 

Meal yapıcısı , Kur'an'a olan hakimiyeti derecesinde , yapmış olduğu bir ayet meali ile ilgili önce kendisine bazı sorular sorarak , ayetin çevirisinin Kur'an bütünlüğünde herhangi bir sorun teşkil edip etmediğini kontrol etmelidir. Aksi takdirde Elmalılı örneğinde gördüğümüz gibi , okuduğu Türkçe meali anlamaktan yoksun kimselerin yapmaya çalışacakları meal , hatalar yığını olmaktan kurtulamayacaktır. 

Buradan meal okuyucularına da hatırlatmalarımız olacaktır. Kur'an meali okurken sadece tek bir meali değil, bir kaç meali birden karşılaştırmalı okumak sureti ile yapılacak okumalar daha doğru neticeler verecektir. Bir mealin anlamı konusunda hata veya eksiklik ortaya çıktığında , bu hatanın başka bir meal tarafından yapılmaması söz konusu olabilir , bundan dolayı karşılaştırmalı okumaların meal okuyucuları tarafından daha verimli olacağı kanaatindeyiz. 

Meallerin devamlı okunması sonucunda meal okuyucuları, okudukları meallerdeki hata ve eksikleri anında görebilme kabiliyeti kazanacaklardır. Çünkü meal okuyarak kazandıkları Kur'an bütünlüğünü kavrama yetenekleri, onları hatalı bir mealin, başka bir ayet ile olan uyumsuzluğunu görmelerine sebep olarak , uyum sağlayan anlamın verilmesi konusunda çalışmalarına sebep olacaktır.

Sonuç olarak ; Enam s. 91. ayeti içindeki (ma enzelellahü ala beşerin min şey'in) cümlesi , meallerde "Allah hiçbir beşere bir şey indirmemiştir" veya "Allah beşere hiçbir şey indirmemiştir" şeklinde yapılmıştır. Her iki mealinde görünüşte birbirinden farklı olmadığı gibi izlenim vermiş olsa da , verilen anlamı Kur'an bütünlüğünde değerlendirdiğimiz zaman , dikkatli bir meal okuyucusunun gözünden kaçmayacak bir ayrıntı ortaya çıkacaktır. 

Önemsiz veya küçük bir ayrıntı olarak görülebilecek bu nokta , bazı kimseler tarafından kafalarda istifhamlara yol açacaktır. Bu nedenle Kur'an meali yapıcıları , yaptıkları meallerde herhangi bir anlam bozulmasına yol açacak şekilde anlamlar vermemeleri konusunda daha dikkatli olmaları gerekmektedir. 

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

10 Ekim 2016 Pazartesi

Nekalen Kelimesi Örneğinde, Kelimelerin Temel Anlam Yan Anlam Sorunu Üzerine Bir Mülahaza

Kur'an , bilindiği üzere nazil olduğu mekan dahilinde yaşayan insanların konuştukları dil ve o dilin üslup özelliklerini kullanan bir şekilde nazil olmuştur. Arap dilinde nazil olan bu kitabın , başka dili konuşanlar tarafından anlaşılması ise, o dile çevrilmesi ile mümkün olabilir. Arap dilinden başka bir dile çevrilen Kur'anın, çevirilerden kaynaklanan bazı sorunlar ile karşılaştığı da malumdur. Arap dilindeki kelimenin ifade ettiği anlamın,  başka bir dile tam olarak çevrilememesi, veya daha başka nedenler yüzünden ortaya çıkan bu sorunlar , Kur'anı Türkçe mealler üzerinden okuyup anlamak durumunda kalanlar için bir sıkıntı teşkil etmektedir. 

Bazı meal okuyucuları , Kur'andaki bir kelimenin anlamının bir yerde ayrı , bir yerde ayrı olduğunu fark ederek , bunun nedenleri üzerinde araştırma yaparak kafa yormakta , bazıları ise, bir kelimenin anlamının bir yerde farklı , bir yerde farklı kullanılmasının yanlış olduğunu iddia ederek , bir kelimenin anlamının her yerde aynı olması gerektiğinden yola çıkarak , yanlış olduğunu düşündükleri kelimeye , doğru olduğunu düşündükleri anlamı koymaya çalışmakta , fakat kelimeye doğru olduğunu düşünerek verdikleri bu anlam , doğruluktan uzak bir anlam olmaktadır.  

Biz bu konuda yapılan bir hataya dikkat çekmek istiyoruz . Bir kelimenin nasıl bir anlama gelebileceği , o kelimenin dahil olduğu cümle dikkate alınarak anlaşılabilir. Cümleden koparılarak tek başına anlaşılmaya çalışılan bir kelime, beraberinde bazı yanlış anlamaları da beraberinde getirecektir. 

Yazımızda bu duruma, "Nekalen" kelimesini örnek verecek , bu kelimenin kullanıldığı ayetleri ve bu ayetlerdeki geçişlerini ele alarak , bir kelimenin cümle içinde nasıl bir anlam alabileceğini anlamaya çalışacağız. 

Kelimeye geçmeden önce "Temel anlam" deyiminin , bir kelimenin insan zihninde meydana gelen ilk anlamı yani sözlük anlamı , "Yan anlam" deyiminin ise , bir kelimenin temel yani sözlük anlamına bağlı olarak kazandığı yeni anlam için kullanıldığını hatırlatmak isteriz.

Enneklü = Hayvanın kaçmasını önlemek önlemek için ayağına takılan demirden yapılmış halka (Bukağı) , ayrıca , mahkumların kaçmaması için ayaklarına takılan demirden yapılmış halkalar olan ve bizim "Pranga" olarak bildiğimiz kelime ile aynı anlama gelmektedir. Türkçede kullandığımız, "Bir işin gerçekleşmesini önlemek" anlamındaki "Engel" kelimesi de, bu kelimeden dilimize geçmiştir.

[073.012]  Zira bizim yanımızda bukağılar (enkalen, ve alevli ateş var.

Bu kelime Müzzemmil s. 12. ayetinde ,cehennem ehlinin bir yere kaçmasını önlemek için , insanların yaşadığı hayat içinde bildiği bir nesne olan , hayvanın kaçmasını önlemek için kullanılan demirden yapılmış halka olarak , temel anlamda yani sözlük anlamında kullanılmıştır.

[004.084]  Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın. Müminleri de teşvik et. Umulur ki Allah kâfirlerin gücünü kırar. Allah güç bakımından daha şiddetlidir ve engelleyicilik , caydırıcılık bakımından (tenkilen) daha şiddetlidir.

Nisa s. 84. ayetinde geçen bu kelime burada "ayağa takılan demir halka" anlamında yani sözlük anlamında değil , sözlük anlamına bağlı olarak kazanılmış olan yan anlam olan "Engellemek- Caydırmak" anlamında kullanılmıştır.

[079.025-26]  Allah bunun üzerine onu (Firavun'u) dünya ve ahiret (in ibretli) cezasıyla (nekaleyakaladı. Şüphesiz ki bunda, korkan kimseler için ibret vardır.

Naziat suresinin bu ayetlerinde , Firavun'un sonundan bahsedilmektedir. Nekale olarak geçen kelime , Firavun'a verilen cezanın adı olarak geçmektedir. Çevirilere "azap" veya "ceza" olarak geçen bu kelimenin anlamı , başkalarının da aynı suçu işlediğinde alacağı cezayı bildiren ibretli karşılık yani suçun işlenmemesine yönelik bir engellemedir.  

[002.065-66]  Andolsun ki, sizler içinizden cumartesi gününde haddi tecavüz edenleri elbette bilmişsinizdir. Biz de onlara «Sefil, hakîr maymunlar olunuz» demiştik. Artık bunu hem önündekilere, hem de ardındakilere ibret verici caydırıcı engelleyici bir ceza (nekalen), hem de müttakilere bir öğüt kıldık.

İsrailoğullarından bir gurubun cumartesi yasağını çiğnemeleri sonucu başlarına gelenlerin anlatıldığı ayetlerde , cumartesi yasağını çiğneyenlerin başlarına gelenlerin öncekiler ve sonrakiler için ne ifade etmesi gerektiği "Nekalen" kelimesi ile ifade edilmektedir. 

Bu kelime ayette , aynı suçun işlendiği takdirde suçluların başlarına gelecek olanın anlatılma sebebinin "Nekalen" , yani bir daha ki bu suçun benzerini işleyecekler için caydırıcı ve engelleyici ibretli bir ceza anlamındadır.

[005.038]  Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici caydırıcı , engelleyici bir ceza olarak (nekalen), ellerini kesin. Allah Güçlü'dür, Hakim'dir.

Maide s. 38. ayeti hırsızlık yapan kadın ve erkeğe verilen cezanın amacını açıklamaktadır. Kadın ve erkek hırsızın ellerinin kesilmesi cezasının "Nekalen" olarak belirtilmiş olması , aynı suçu işleyecek olanlara karşı caydırıcı , engelleyici ve ibretli bir ceza olması anlamındadır. 

"Nekalen" kelimesinin geçtiği ayetleri ele alarak , bir kelimenin Kur'an içinde nasıl bir anlam dahilinde kullanılabileceğini göstermeye çalıştık. Her dilde olduğu gibi , Arap dilinde de kelimelerin hakiki , mecaz , yan anlam dediğimiz türden anlamları bulunmaktadır. Bir kelimenin hangi anlamının daha uygun olduğu, ayet içindeki diğer kelimelerden koparılmadan yani konu bütünlüğü dahilinde aranmaya çalışılmalıdır. 

Bu kelimenin esas anlamı hayvanın kaçmaması için onun ayağını demirden yapılmış bir halka ile bağlamaktır. Hayvanı bağlamaktan amaç ,onu kaçmasına mani olmak , onu kaçmaktan caydırmak , engel koymak anlamı vardır. 

Bu kelimenin Müzzemmil suresindeki kullanımı temel anlamda yani , cehenneme atılmış olan bir kimsenin kaçmasını engellemek , ona mani olmak , caydırmak anlamında dünyada insanların kullandığı bir yönteme benzetmek sureti ile anlatılmasıdır. Diğer ayetlerde ise temel anlam esas olarak türetilmiş olan yan anlamları görmekteyiz. 

Bu kelimenin yan anlamı ise , esas anlamı olan ayağa bukağı veya pranga vurmak sureti ile bir şeyin yapılmasına mani olmak için , başkalarına yapılan bir şeyi göstererek onların ibret alarak , o yanlışı  yapmaktan caymalarını sağlamaktır. 

Gördüğümüz üzere bu kelime temel anlamı sadece, Naziat suresi içindeki geçişinde kullanılmış, diğer surelerdeki geçişleri ise yan anlamı şeklinde geçmektedir. Birisi kalkıp "Hayır bütün geçtiği yerlerde temel anlamının geçmesi lazım" şeklinde bir iddiada bulunacak olursa , ortaya çıkacak garabeti deneyip görebilir.

Cümle ile olan bağından koparılarak anlaşılmaya çalışılan bir kelimenin doğru anlamını bulmak zorlaşacağı gibi , bu yolun bazı ayetlere kendi ön yargılarını kabul ettirmeye yönelik olarak bazı kimselerin kullandığı bir yol olduğunu hatırlatmak isteriz. Ancak bu kimselerin büyük çoğunluğu Arap dilinin bazı üslup özelliklerini bilmedikleri için , yaptıkları yanlışın içinde boğulup gitmekte , fakat yanlış yaptıklarının farkında bile olmadan, doğru bir iş yapmanın verdiği gönül rahatlığı ile, kendi yanlışlarını doğru , doğruları yanlış olarak lanse ederek , kendilerinin tersi anlam verenleri tekfir etmekten dahi çekinmemektedirler.

"Arapça bilmeyenler Kur'an hakkında konuşamaz" şeklinde bir iddianın sahibi olmadığımızı hatırlatmakla birlikte , bazı konularda karar sahibi olmak için , o konu hakkında biraz daha detaylı bilgi sahibi olmak gerektiğini söylemek istiyoruz. Kur'an , kendi anlam sağlamasını kendi içinde yapan bir kitaptır. Bir kelimenin anlamı bağlı olduğu cümle içinde bağımsız olarak verildiği  zaman o anlam sırıtarak yanlışlığı belli olacaktır. Nekalen kelimesi örneğinde bunu somut olarak izah etmeye çalıştık.


Bu iddiamızın daha kolay anlaşılması için daha somut bir örnek vererek , "Ümmet" kelimesinin 2 ayetteki kullanılışı ile diğer ayetlerde kullanılışı ile arasındaki farkı göstererek anlatmaya çalışalım . 

[012.045]  Hapisteki iki kişiden kurtulmuş olanı, nice zaman (ba'de ümmetin) sonra Yusuf'u hatırladı ve: «Ben size bunu yorumlayacağım, hele beni gönderin» dedi.

[011.008] Şayet Biz kendilerine azap göndermeyi sayılı bir zamana (ümmetin ma'dudetinkadar ertelersek: «Bu azabı alıkoyan sebep nedir?» derler. İyi bilin ki o azap başlarına geldiği gün, artık onlardan geriye çevrilmez ve alaya aldıkları o azap, kendilerini çepeçevre kuşatmış olur.»

Yusuf s. 45. ve Hud s. 8. ayetlerine baktığımızda o ayetler içinde geçen "ümmetin" kelimesinin "ZAMAN-SÜRE" anlamında kullanıldığını görmekteyiz. Fakat aynı kelimenin ve türevlerinin geçtiği başka ayetlere baktığımız bu kelimenin "İNSAN TOPLULUĞU" anlamında kullanıldığını görürüz.

Şimdi kalkıp birisi , "bir kelime bir yerde başka bir yerde başka olmaz her yerde aynı olması lazım" şeklindeki teorisini, yukarıdaki ayetlere uygulayacak olursa ortaya çıkacak trajikomik durumu düşünmek bile istemiyoruz.

Verdiğimiz bu son somut örnek , anlatmaya çalıştığımız konunun anlaşılmasını büyük ölçüde kolaylaştırdığını düşünüyoruz. 

Sonuç olarak: Her dilde olduğu gibi , Arap dilinde de kelimelerin temel, yan, mecaz anlam şeklinde bazı kullanılışları bulunmaktadır. Bir kelimenin hangi anlamının kullanılması gerektiği , o kelimenin bağlı bulunduğu cümle , ayet ve konu ile yakından alakalıdır. Kelimeler cümle içinden koparılarak cümle ve konu bütünlüğünden bağımsız olarak anlaşılmaya çalışıldığı takdirde , büyük bir yanlışa imza atılmış olacaktır. 

Kur'an ayetlerini hevasına göre yorumlamak peşinde olanların en fazla kullandıkları olan bu yol sayesinde , Kur'ana istediğini söyletmek daha kolay hale gelmektedir. "Ben yaptım oldu - ben dedim oldu" mantığı ile yapılan bu işlemde yol , yordam , yöntem gözetilmemekte , yol , yordam ve yöntem, sanki öcü imiş olarak gösterilerek karalanmaya çalışılarak kendilerinin icat ettikleri yöntemler cici olarak gösterilmeye çalışılmaya çalışılmaktadır. 

Nekalen kelimesi üzerinden anlatmak istediğimiz durumun benzeri bir çok kelime, Kur'an içinde mevcut olup , ilerleyen zamanlarda bu kelimeler üzerinde örnekler göstermeye inşallah göstermeye devam etmeye gayret edeceğiz.


                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

22 Kasım 2014 Cumartesi

Mustafa İslamoğlu nun Abese s. İlk Ayetlerine Verdiği Anlam Hakkında Bir Düşünce

Son günlerde bir takım cemaatlerin hedef tahtası haline gelen Sayın Mustafa İslamoğlu hoca ya karşı Abese suresi ilk ayetlerine verdiği anlam üzerinden yeni bir karalama kampanyası başlatıldığına şahid olmaktayız. Bu kampanyanın öncülerine baktığımız zaman, kendilerine bağlı olanlara "Din" olarak Kur'an tarafından onay görmeyen ne kadar hurafe bilgi varsa onları anlatarak Samiri misali " Sizin Dininiz bu dur" dediklerini görmekteyiz. Sayın hocanın bu tür anlatımlara karşı Kur'anı öne çıkarma gayreti hurafe dini temsilcileri tarafından şiddetli bir biçimde karşılık görmüş ve görmektedir. 

Sayın hoca asla eleştirilmez veya hata yapmaz bir kişi değildir. Hatta hatalarını dile getirmekten hiç çekinmediğimizi bizi tanıyanlar çok iyi bilmektedir , ancak Hocaya karşı Abese suresi ilk ayetlerine verdiği anlamdan ötürü yapılan bir eleştiri var ki buna sadece "AHLAKSIZLIK" demekten başka bir ad bulamıyoruz. Bu yazımızda Hoca nın bu ayetlere verdiği anlam hakkında düşüncelerimizi herkese örnek olması gereken ilmi ve ahlaki bir uslup dairesinde dile getirmeye çalışacağız. 

Sayın Hoca nın Abese suresi ilk ayetlerine verdiği anlam ve gerekçeleri şu şekildedir. 

 1 O (KİBİRLİ ADAM) surat astı ve sırtını dönüp uzaklaştı,
2- yanına âmâ geldi di- ye,.. (1)
3- "Ve (sana gelince Ey Nebi!) Sen nereden bileceksin o (müşrikin) arınacağına (2) dair bir ihtimal (3) bulunduğunu; (4) veya alacağı öğütün kendisine yarar sağlayacağını?
4 - 5- Fakat, kendi kendine yettiğini sanan (5) kimseye gelince:
6 -Sen bütün ilgini ona yönelttin; (6- 7) oysa ki, onun arınmaması- nın sorumlusu sen değilsin,-
7- 8- fakat sana büyük bir iştiyakla gelen var ya:
9 -ki o Allah'a saygıda kusur etmez-
10- işte sen onu ihmal ediyorsun.

 (1) Veya: "O (Peygamber) surat astı ve sırtını dönüp uzaklaştı, yanına âmâ geldi diye..." Müteakip 3 ve 4. âyetlerin okunuşuna bağlı olarak ilk iki âyetin özneleri değişir. Bu âyetlerin öznesi- nin Hz. Peygamber olduğunu ittifakla söyleyen klasik tefsirin tercihinde, Muvatta ve Tirmizi'nin Sünen'inde nakledilen nüzul sebebi rivayeti belirleyici olmuştur. Fakat Tirmizi rivayeti sorunludur. Mamafih bu rivayetler bile tercihimizi dolaylı olarak onaylar. Tercihimizin gerekçesi, "surat astı" ['abese) ve "sırt dönüp uzaklaştı" [tevellâ) fiillerinin aynen geçtiği Müddessir 23-24. âyetler ve orada anlatılan tiptir. Nüzul sebebi rivayetlerine dikkatle bakın- ca, Hem 74:23-24'teki hem de buradaki olayda aynı isimlerin geçtiği görülür: Velid b. Muğire ve/veya Ubey b. Ka'b.

 (2) Yezzekkâ'mn aslı yetezekka'dır. Dönüşlü kiptir. Kipin bu bağlamdaki açılımı şudur: Vahiy gibi arıtan bir öznenin varlığı tek başına yetmez. Onun yanında insan da arınmaya gönüllü olmalıdır ki işlem tamamlansın.

(3) Lealle edatının bu bağlamdaki en uygun karşılığı.

(4) Veya: "Ve (ey Peygamber); sen nereden bileceksin; belki de o arınacak veya alacağı öğüt kendisine bir yarar sağlayacaktı?" İki âyetlik bu uzun cümlenin i'rabı, mâna farklılığına izin verecek bir yapıdadır. Klasik tefsir iki hatta üç mef'ul alan yudrîke geçişli fiilim ya biri zamir (Ke/sen) diğeri mahzuf iki mef'ulle izah etmiş, ya da arkasından gelen le'alle edatının kalp fiillerinden olduğunu, üstelik talep ve temenni bildiren bir istifham olduğunu söyleyen Ebu Ali Farisi'ye dayanarak, bu durumda yudrî fiilinin iki- üç değil, tek tümleç isteyen fiile dönüştüğünü, sonrasının da müstakil bir cümle olduğunu sa- vunmuşlardır (Nkl: îbn Aşur). Tercihimiz, yudrî fiilinin iki mefulüyle birlikte (biri ke zamiri diğeri müteakip iki cümle) tek bir cümle gibi okunmasına dayanmaktadır. Bu âyet İslâm'a davette seçkinci yaklaşımı reddetmektedir.

(5) Istiğna'daki sin ve te'nin mânaya kattığı yan anlam.

(6) Zımnen: "böyle yapmak sana yakışmadı". Bu Allah Rasulü'ne açıkça "Bir daha böyle yapma" uyarışıdır. Burada soru şudur: Vahiy seyrek de olsa ara sıra yer verdiği Hz. Peygamber'e ait bu gibi 'zelle'leri örtemez miydi? Eğer örtseydi, kimsenin haberi olmazdı. Peki, o zaman ne diye dile getirip onları ölümsüzleştirdi? Bu ve buna benzer tüm soruların cevabı bu sûrenin 23. âyetinde verilmiştir: Hatasız kul olmaz. Peygamberler de buna dahildir. Şu halde Hz. Peygamber'in görevi "Nasıl hatasız kul olunur?" sorusunun isbatmı ortaya koymak değil, "Hata yapılınca nasıl özür dilenir, nasıl tevbe edilir, nasıl geri dönülür?" sorularının isbatmı ortaya koymaktır. Allah'ın kendi elçisine "Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım" demesini emretmesinin temelinde yatan sebep de bu olsa gerektir.

(7) İlahi şefkatin beliğ bir ifadesi. Demek ki uyarı alan bu davranışın temelinde Nebi'nin aşırı sorumluluk duygusu vardı. Bu âyet Rasulullah'ın içtihad ettiğinin ve içtihadında yanıldığında Allah'ın onu düzelttiğinin beyanıdır. Düzeltilen o içtihat "varlıklı ve hatırlı kimselerle fazla ilgilenilirse imana geleceklerine dair" yanlış görüştür. Eğer vahyin müdalahesi olmamış olsaydı, onun içtihadı "sünnet" olacaktı. Hz. Peygamber Amiroğuîlarmdan olan babası yerine soylu Mahzumoğlullarmdan olan annesine nisbetle anılan Îbn Ümmi Mektum'u gördüğünde "Merhaba ey Rabbimin kendisi yüzünden beni uyardığı kişi" dermiş. Biz Kur'an'da anlatılan diğer peygamberlerin kıssalarında da onaylanmayan içtihatlar görüyoruz. Hz. Musa'nın bir kulun davranışlarına karşı iç- tihatları (18:71, 74, 77), Hz. Nuh'un oğlu hak- kındaki içtihadı (11:45), Hz. İbrahim'in soyu ve babası hakkındaki içtihadı gibi (9:114).

Sayın Mustafa İslamoğlu hoca yukarıda vermiş olduğumuz Abese s. 1-10. ayetleri meali ve gerekçesinde özet olarak , 1. ayette "Surat asıp sırt çevirip uzaklaşan" kişinin Muhammed (a.s) olmadığını , Muhammed (a.s) tebliğ yapmaya çalıştığı bir MÜŞRİK olduğunu iddia etmektedir.

Sayın Hocanın bu düşüncesi elbette tartışılır , buna girmeden önce ilk ayetin mealine parantez içine aldığı KİBİRLİ ADAM kelimesinin Hocaya karşı linç kampanyasına girişenler tarafından Muhammed (a.s) a KİBİRLİ ADAM dediği iddiası AHLAKSIZCA söylenmiş bir iftiradan başkası değildir. Bu iftiraları atanlar Hocanın böyle bir iddia da bulunmadığını çok iyi bilmelerine rağmen, cahil ve koyun sürüsünden farksız , okuma , araştırma gibi melekeleri öldürülmüş olan bağlılarının araştırma ihtiyacı hissetmeden bu iftiralara inanacaklarını bildikleri için hiç çekinmeden dillerini bükebilmektedirler. 

Sayın Hocanın Abese suresi ayetleri ile ilgili olarak vermiş olduğu anlam şahsi bir düşüncesi olup bunu gerekçesinde belirtmiştir. Ancak Hocayı eleştiren EHLİ SÜNNET taifesinin Kur'an anlayışlarını ele alacak olursak bir sürü Kur'an dışı rivayetlerin Kur'ana onaylatmak için Kur'anı tahrife varan anlamlar verdikleri ve "Allah böyle diyor" diyerek iftiralar attıklarını unutmayalım. Şirk düşüncelerini "Din bu dur" diyerek yaymaya çalışanların önce kendi şirklerini düzeltip sonra başkalarını düzeltmeye kalkışmalarını tavsiye ederek sayın Hocanın meali ile ilgili düşüncelerimizi aktarmaya çalışalım.

Öncelikle empati yapıp , Abese s. 1. ayetindeki bahsedilen kişinin sebebi nuzül rivayetleri doğrultusunda okunması neticesinde bu düşüncenin pekiştiğini söyleyebiliriz , şayet böyle bir rivayet olmasa idi bu gün ilk ayet içinde bahsedilen kişinin Muhammed (a.s) olduğu düşüncesine sahip olanlar linç edilme durumu ile karşı karşıya kalacak oldukları kuvvetli bir ihtimal sayın Hocanın doğrultusunda yapılan mealler revaç görecekti.

Ayetleri sebebi nuzül rivayetlerini göz önüne almadan veya sayın Hoca nın görüşleri doğrultusunda yapılan mealleri yanlış şeklinde bir ön kabul de bulunmadan Abese s. ilk ayetleri hakkında şunları söyleyebiliriz.

[080.001]  Surat astı ve yüz çevirdi;
[080.002]  Kendisine o ama geldi diye.
[080.003]  Nerden biliyorsun; belki o, temizlenip-arınacak?
[080.004]  Yahut öğüt alacak da bu öğüt, kendisine fayda verecek.
[080.005]  Ama kendisini müstağni gören.
[080.006]  Sen ona yöneliyorsun.
[080.007]  Oysa, onun temizlenip-arınmasından sana ne?
[080.008]  Ama sana koşarak gelen,
[080.009] Ki o, 'içi titreyerek korkar' bir durumdadır;
[080.010]  sen ondan tegafül ediyor (ona ilgi göstermiyor) sun.

Ayetlerin siyak ve sibakından anlaşılacağı üzere ortada 1-Elçi, 2-Ama, 3-Müstağni kişi olmak üzere 3 kişi vardır , problem 1. ayetteki ameli işleyenin kim olduğudur.

Ayetler basit bir okuma ile okunduğunda , Muhammed (a.s) Müstağni kişi ile uğraşırken o anda yanına gelen Ama ya karşı ilgisiz davrandığı , hatta surat asıp yüz çevirdiği ve Müstağni kişi ile uğraşmaya devam ettiği anlaşılabilir ve doğru olduğunu düşündüğümüz okumanın bu olduğunu da söyleyebiliriz.

Burada Sayın Hoca nın tercih ettiği "Anlam yorum" tarzı mealler hakkında bir çekincemizi belirtmek isteriz. Bu tarz ile yapılan meallendirmeler metne sadık kalarak yapılan çeviri olmaktan çok , çeviren kişinin düşünce yapısından kaynaklanan Kur'an anlayışını tercümeye yansıtmak şeklinde yapılmış olmasından dolayı hata yapma payı yüksek olan bir çeviri tarzıdır.

2. ayette " En caehul'ama" ( O Ama geldiğinde) ibaresinde "Cae" kelimesini anahtar bir kelime olarak okuyarak , 1. ayette ki surat asıp yüz çevirenin kim olduğu 8. ayete bakılıp kolayca anlaşılabilir. 8. ayetin metni olan "Ve emme men caeke yes'a" (Ama sana koşarak gelen) ibaresindeki "Ke" (sana) zamirinin muhatabı Muhammed (a.s) olduğu konusunda herhangi bir ihtilaf yoktur. 2. ve 8. ayetlerde "Cae" fiili ile bahsedilen kişi Ama kişi olup o kişiyi bırakıp diğer Müstağni kişi ile uğraşmaya devam eden kişi Muhammed (a.s) dır.

Sayın Hoca 1. ayete (KİBİRLİ ADAM) parantezi ile gömleğin ilk düğmesini yanlış ilikleyince diğer düğmelerinde yanlış iliklenmesi misali 3. ayet içine açtığı (müşrik) parantezi ile yanlışa devam etmiştir.

Halbuki 8. ve 9. ayetlerde  Muhammed (a.s) ın, kendisine koşarak ve korkarak gelen Ama yı bırakarak , 5.6.7. ayetlerde ki Müstağni kişi ile ilgilendiği , 2.3.4 ayetlerde geliş sebebi beyan edilen Ama ya karşı olan tutumunun 1. ayette eleştirildiği şeklinde yapılacak bir okumanın daha doğru sonuç vereceğini düşünmekteyiz. 

Sayın Hoca yıllar önce bu ayetler ile ilgili olarak farklı bir düşünce içinde olup , yüz çeviren kişinin Muhammed (a.s) olduğu düşüncesinde idi. Geçen yıllar içinde bu görüşünden dönmüş olmasını elbette yadırgamıyoruz. Aksine, doğrudan yanlışa dönmek gibi bir tutum içinde olması bundan sonraki yıllarda bazı yanlışlarından dönmek gibi bir erdem içinde olduğunu göstermesi açısından olumlu bir gelişmedir. 

Ancak sayın Hocanın gerekçesinde belirtmiş olduğu gramer kuralları binlerce yıllık bir geçmişe sahip olup , sayın Hocanın aksi görüşte olduğu yıllar içinde de aynı kurallar geçerli idi ve bunu sayın Hoca çok iyi biliyordu. Gramer kurallarını gerekçe göstererek böyle bir yorumda bulunmuş olmasını anlamakta zorlandığımızı ifade etmek istiyoruz. Sayın Hoca eğer "Önceden bu kuralı bilmiyordum" şeklinde bir bahane ileri sürecek olursa , "özrü kabahatinden büyük" deyimine uygun bir bahane üretmiş olacaktır.

Sonuç olarak ; Sayın Mustafa İslamoğlu Hoca Abese suresi ilk ayetlerine vermiş olduğu anlam ile yanlış bir çeviri yapmış olduğunu düşünmekteyiz , ancak bir takım guruhun onun bu yanlışı üzerinden iftira ve karalama kampanyası başlatmasına asla müsade edilmemesi gerektiğini de düşünmekteyiz. Kur'an meali yapan hiç kimse hatadan beri değildir ancak yapılan bu hataların bazı kişileri linç etme girişimi olarak kullanılması olayın başka bir tarafı olduğu yönündeki ihtmalleri kuvvetlendirmektedir. Sayın Hoca nın eleştirilmez olduğu asla savunulamaz ve hataları asla ört bas edilemez , bu hataları iftira ve karalamaya dönüştürülmeden , ilmi ve ahlaki bir uslup dahilinde dile getirilmek mecburiyetindedir. Kaleme almaya çalıştığımız bu yazının ilk amacı böyle bir usluba örnek olmak çalışması olup sayın Hoca ya karşı başlatılan karalama kampanyasının öncülerinin önce kendi paçalarından akan ŞİRK pisliğini temizlemeleri ,tercih ettikleri Kur'an meal ve tefsirlerindeki tahrifkar ibareleri düzeltip Kur'an a sadık kalan bir anlayışa döndürmelerini tavsiye ederiz. 

                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

30 Ocak 2014 Perşembe

Maide s. 33. Ayetine Esed,İslamoğlu ve Bayraklı'nın Vermiş Olduğu Anlam Üzerine Bir Mülahaza

Bu yazımızın konusu, Maide s. 33. ayetinde geçen "Min hilafin" kelimesine, adı geçen kişilerin vermiş oldukları anlamlar üzerinedir .Bu kelime Firavun'un, sihirbazlarına uyguladığı ceza da , Araf s. 124 , Taha s. 71. Şuara s.49. ayetlerinde de geçmekte olup, o ayetlerin de meallerini çoğunluk olarak tercih edilen meallerden, ve adı geçen kişilerin yapmış olduğu mealleri  alıntalıyarak düşüncelerimizi aktarmaya çalışacağız.

Maide s. 33. ayetinin metni ve   çoğunluk meallerdeki anlamı şu şekildedir.
"İnnemâ cezâûllezîne yuhâribûnallâhe ve resûlehu ve yes’avne fil ardı fesâden en yukattelû ev yusallebû ev tukattaa eydîhim ve erculuhum min hılâfin ev yunfev minel ard(ardı), zâlike lehum hızyun fîd dunyâ ve lehum fîl âhırati azâbun azîm(azîmun)."

 "Allah'a ve Resûlü'ne karşı savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuğa çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri, asılmaları ya da elleriyle ayaklarının çaprazca kesilmesi veya (bulundukları) yerden sürülmeleridir. Bu, dünyadaki aşağılanmalarıdır, ahirette onlar için büyük bir azab vardır."

Araf s. 124. ayetinin metni ve  çoğunluk meallerdeki anlamı şu şekildedir.
"Le ukattıanne eydiyekum ve erculekum min hilâfin summe le usallibennekum ecmaîn(ecmaîne)."
 "Sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kesecek sonra hepinizi asacağım."

Taha s. 71. ayetinin metni ve çoğunluk meallerdeki anlamı şu şekildedir. 
 "Kâle âmentum lehu kable en âzene lekum, innehu le kebîrukumullezî allemekumus sihr(sihra), fe le ukattıanne eydiyekum ve erculekum min hilâfin ve le usallibennekum fî cuzûın nahli ve le ta’lemunne eyyunâ eşeddu azâben ve ebkâ."

"Firavun, “Demek, ben size izin vermeden önce ona (Mûsâ’ya) inandınız ha! Şüphe yok, o size sihiri öğreten büyüğünüzdür. Şimdi andolsun, sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve mutlaka sizi hurma dallarına asacağım. Hangimizin azabı daha şiddetli ve daha kalıcıymış, mutlaka göreceksiniz.”"

Şuara s. 49. ayetinin metni ve çoğunluk meallerdeki anlamı şu şekildedir.
"Kâle âmentum lehu kable en âzene lekum, innehu le kebîrukumullezî allemekumus sıhr(sıhra), fe le sevfe ta’lemûn(ta’lemûne), le ukattıanne eydiyekum ve erculekum min hılâfin ve le usallibennekum ecmaîn(ecmaîne)."

"(Firavun) Dedi ki: "Ona, ben size izin vermeden önce mi inandınız? Şüphesiz, o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür; öyleyse yakında bileceksiniz. Şüphesiz ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim ve sizin hepinizi gerçekten asıp sallandıracağım."

Ayetlerin, inceleme fırsatı bulduğumuz meallerdeki çevirileri bu şekilde olmasına rağmen , Muhammed Esed ,Bayraktar Bayraklı ve Mustafa İslamoğlunun meallerinde " Min hilafin" kelimesine farklı bir anlam verilerek çevrildiği gördük, adı geçen kişilerin bu ayetlere vermiş oldukları mealler şu şekildedir. Önce Firavun'un sihirbazlarına uyguladığı cezanın anlatıldığı ayetlerin çevirisini vermek istiyoruz.  

Araf. s. 124. ayet meali

Muhammed Esed :
bu dönekliğiniz yüzünden, mutlaka, (içinizden) pek çoğunun ellerini ayaklarını budayacağım; ve yine mutlaka (içinizden) pek çoğunu topluca asacağım!"

Bayraktar Bayraklı :
“Dönekliğinizden dolayı ellerinizi ve ayaklarınızı keseceğim, sonra da hepinizi asacağım.”

Mustafa islamoğlu
 Kesinlikle dönekliğinizden dolayı ellerinizi ve ayaklarınızı keseceğim, 
sonra topunuzu asacağım! 

Esed ve İslamoğlu dipnot olarak koymuş oldukları gerekçelerde Tevbe s. 81. ayetinde geçen kelimenin kullanılışını örnek alarak bu şekilde bir çeviriyi tercih ettiklerini belirtmektedirler. 

Tevbe s. 81. ayetinin metni ve meali şu şekildedir. 

Ferihal muhallefûne bi mak’adihim hılâfe resûlillâhi ve kerihûen yucâhidû bi emvâlihim ve enfusihim fî sebîlillâhi ve kâlû lâ tenfirû fîl harr(harri), kul nâru cehennemeeşeddu harrâ(harren), lev kânû yefkahûn(yefkahûne).

Allah'ın resulunun hilafına geri kalanlar, oturup kalmalarına sevindiler. Allah yolunda mallariyle ve canlariyle cihat hoşlarına gitmedi. «Sıcakta savaşa çıkmayın» dediler. De ki: «Cehennem ateşi daha sıcaktır.» Keşke bilseydiler!

"Dönekliğinizden dolayı" şeklinde bir çeviri yapmalarına gerekçe olarak sunulan Tevbe s. 81. ayetindeki "Hilafe Resulillahi" kelimesinin anlamına dayanarak ,"Min hilafin" kelimesinin "Dönekliğiniz yüzünden" şeklinde çevrilmesi için, kelimenin "Min hilafin" olarak değil "min hilafiküm" şeklinde o kişileri işaret eden bir zamirle gelmesi gerektiğini herhalde sayın hocalarımız bizden daha iyi bilmektedirler, ama maalesef Muhammed  Esed'i taklit ederek onun yanlışını tekrarlamak yoluna gitmişlerdir.

Dikkat edilecek olursa bütün ayetlerde "Min hilafin" kelimesi " kesmek,el ve ayak" kelimeleri ile birlikte kullanılmış olup aynı cümle içinde düşünülmesi gerekmektedir. Yazımızın konusu daha çok maide s. 33. ayetine verilen meal olduğu için diğer 2. suredeki ayetlere adı geçen kişilerin vermiş oldukları anlamları da vererek kısa kesmek istiyoruz. 
  Taha s. 71. ayet meali 

Muhammed Esed :
(Firavun:) "Ben size izin vermeden mi o'na inandınız?" dedi, "Mutlaka size sihirbazlığı öğreten ustanız o olmalı! Ama bu ihanetinizden ötürü, hiç şüpheniz olmasın, çoğunuzun ellerini ayaklarını kesivereceğim; ve yine hiç şüpheniz olmasın ki, pek çoğunuzu da hurma kütüğüne asacağım ki, böylece hangimizin azapta daha zorlu ve daha sürekli olduğunu iyice anlayasınız!"

Bayraktar Bayraklı :
Firavun, “Ben size izin vermeden O’na nasıl inanırsınız? Şüphesiz O, size büyü öğreten büyüğünüzdür. Dönekliğinizden dolayı kesinlikle sizin ellerinizi ve ayaklarınızı keseceğim, sizi hurma dallarına asacağım. Hangimizin azabının daha şiddetli ve kalıcı olduğunu öğreneceksiniz” dedi.

Mustafa İslamoğlu
(Firavun) "Demek siz, benden izin almadan ona inandınız ha?" dedi; "Öyle anlaşılıyor ki size sihri öğreten baş ustanız bu olmalı. Fakat dönekliğinizden dolayı kesinlikle ellerinizi ve ayaklarınızı keseceğim; ve topunuzu götürüp hurma kütüklerine asacağım: böylece hangimizin cezasının daha şiddetli ve kalıcı olduğunu iyice anlamış olacaksınız!"

Şuara s. 49. ayeti 

Muhammed Esed :
(Firavun:) "Ben size izin vermeden ona inanıyorsunuz, öyle mi?" diye çıkıştı, "Size büyüyü öğreten ustanız bu olmalı mutlaka! Fakat yakında (benim intikamımı) göreceksiniz: içinizden çoğunun ellerini ayaklarını kestireceğim, hepinizi astıracağım!"

(Dikkat edileceği üzere bu ayetin çevirisinde "Min hilafin" kelimesinin anlamı dahil edilmemiştir ,elimizdeki meal çevirinin çevirisi olduğu için belki de Türkçeye çevirenlerin sehvi olabilir yada Esed çevirmemiş olabilir)

Bayraktar Bayraklı :
Firavun, “Ben size izin vermeden ona inanıyorsunuz, öyle mi?” diye çıkıştı. “Doğrusu o, size sihri öğreten büyüğünüzdür. Andolsun, yakında bileceksiniz, bana karşı gelip döneklik yapmanız yüzünden ellerinizi ve ayaklarınızı doğrayacağım, hepinizi asacağım” dedi.

Mustafa İslamoğlu 
 (Firavun) dedi ki: "Demek siz ben izinvermeden ona inandınız, öyle mi? Anla- şıldı ki o size büyüyü öğreten üstadınızdır,fakat pek yakında gününüzü görecek- siniz: dönekliğinizden dolayı ellerinizi ve ayaklarınızı mutlaka keseceğim ve topunuzu asacağım!"

Görüldüğü gibi bu üç ayet içinde geçen "Min hilafin" kelimesine bir çok mealde verilen anlam dışında farklı bir anlam verilmiştir. Verilen anlamın, çoğunluğa uymadığı için yanlış olduğunu iddia etmemekteyiz ,ancak yazının esas konusunu teşkil eden maide s. 33 ayetinde yapılan yanlışlığın nasıl yanlış çıkarımlara götürebileceğini birlikte göreceğiz.  

            MAİDE S. 33. AYET ÇEVİRİLERİ (ESED- İSLAMOĞLU-BAYRAKLI) 

 İnnemâ cezâûllezîne yuhâribûnallâhe ve resûlehu ve yes’avne fil ardı fesâden en yukattelû ev yusallebû ev tukattaa eydîhim ve erculuhum min hılâfin ev yunfev minel ard(ardı), zâlike lehum hızyun fîd dunyâ ve lehum fîl âhırati azâbun azîm(azîmun).

 Muhammed Esed :
Allaha ve Elçisine karşı savaş açanların ve yeryüzünde fesadı yaymaya çalışanların büyük kısmının öldürülmeleri veya asılmaları veya döneklikleri yüzünden büyük kısmının ellerinin ve ayaklarının kesilmesi yahut yeryüzünden (tamamiyle) sürülmeleri, yalnızca bir karşılıktan ibarettir: İşte bu, onların bu dünyada uğradıkları zillettir. Öteki dünyada ise (daha) korkunç bir azap bekler onları,

Mustafa İslamoğlu
 Allah'a ve Rasulü'ne karşı savaş açanların ve yeryüzünde bozgunculuğu yaymaya 
 çalışanların öldürülmeleri ya da asılmaları veya muhalefetlerinden dolayı 
ellerinin ve ayaklarının kesilmesi, yahut bulundukları yerden sürülmeleri, sadece 
(âdil)bir karşılıktan ibarettir.Bu, onların dünyada uğradıkları zillettir; âhirette 
ise onları korkunç bir azap beklemektedir.
 
 Bayraktar Bayraklı :
Allah’a ve Peygamberi’ne savaş açanların ve yeryüzünde fesadı yaymak için gayret gösterenlerin cezası, ancak ya öldürülmeleri ya asılmalarıveya dönekliklerinden dolayı el ve ayaklarının kesilmesi, ya da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu, onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için âhirette de büyük azap vardır.

 Maide s. 33 ayetine verilen meallere baktığımız zaman, Esed'in mealinde "Yeryüzünden tamamıyla sürülmeleri" şeklinde yapmış olduğu mealin sanırız sürüldükleri yeryüzünün dışında nereye gönderilebilecekleri düşünülmeden yapılmış bir meal olup "Arz" kelimesinin bütün kullanımların tek anlam değil belli bir toprak parçası şeklinde kullanıldığının unutularak yapılmış bir meal olduğunu, ya da çevirinin çevirisi olduğu için İngilizceden çevirenlerin sehvi olduğunu düşünmekteyiz. İslamoğlu ve Bayraklı meallerinde, "arz" kelimesinin doğru olarak çevrilmiş olduğunu görmekteyiz.    

Esed ve İslamoğlu meallerindeki , "yalnızca bir karşılıktan ibarettir" şeklindeki çeviriye esas olan orjinal metin "innema cezau" kelimesidir. Bu şekilde bir çevirinin kur'andaki "innema " edatı ile başlayan diğer ayetlerdeki çevirilerle nasıl bir uyumsuzluk gösterdiğini bir kaç ayet örneği ile göstermek istiyoruz. 

Nahl s.40. ayeti
 İnnemâ kavlunâ li şey’in izâ erednâhu en nekûle lehu kun fe yekûn(yekûnu).

 Muhammed Esed :
Biz, ne zaman bir şeyin olmasını istesek, ona sadece "Ol!" deriz ve o (şey hemen) oluverir.

Yasin s. 82. ayeti 
İnnemâ emruhû izâ erâde şey’en en yekûle lehu kun fe yekûn(yekûnu). 

 Muhammed Esed :
O, Tek'tir, Biricik'tir, öyle ki bir şeyin olmasını istediğinde ona sadece "Ol!" der; ve o (şey hemen) oluverir.

Muhammed Esed eğer Maide s. 33 ayetindeki çeviri mantığıyla bu ayeti çevirmiş olsaydı vermesi gereken anlam şu şekilde olmalıydı " ol demesi onun gibi bir durumu/emrinden ibarettir" ama bu ayetleri gramer kaidelerine uygun bir şekilde çevirmiştir.

Nur s. 51. ayeti 
 İnnemâ kâne kavlel mu’minîne izâ duû ilallâhi ve resûlihî li yahkume beynehum en yekûlû semi’nâ ve ata’nâ ve ulâike humul muflihûn.

 Muhammed Esed :
Aralarında (ilahi kitap) hüküm versin diye Allah'a ve O'nun Elçisi'ne çağırıldıkları zaman müminlerin söyleyeceği tek söz: "İşittik ve itaat ettik!" sözü olmalıdır; kurtuluşa, esenliğe ulaşan kimseler de işte böyleleridir.

Esed eğer Maide s.33 ayetindeki mantığı ile Nur s.51. ayetini çevirmiş olsaydı , "mü'minlerin işittik ve itaat ettik demeleri onların bir sözünden başka bir şey değildir" şeklinde olması gerekirdi, ancak Esed bu ayeti de gramer kurallarına uygun olarak çevirmesine rağmen, Maide s. 33 ayetindeki "innema cezau" kelimesini kurallara aykırı bir şekilde çevirmiştir. 

(Yukarda verdiğimiz 3 örnek ayet için faydalanmış olduğumuz Hüseyin Esen'e teşekkür ederiz)

Maide s. 33. ayetinde geçen "Min hilafin" kelimesininde, diğer ayetlerde olduğu gibi Esed mealinde "döneklikleri yüzünden" şeklinde , İslamoğlu mealinde ise "muhalefetleri yüzünden" şeklinde çevrildiğini görmekteyiz.  

"Hilaf" kelimesinin "muhalefet" anlamını geldiğini kabul etmekle birlikte onların verdikleri anlamın uygun olması için " min hilafin" değil  "min hilafihim" şeklinde , o kişilere işaret eden bir zamirle gelmesi gerekirdi'ki buda olmadığına göre çevirinin yanlış olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.

"Min hilafin" kelimesinin yanlış şekilde çevirisi ile ayetin metninde olmayan bir anlamın yanlış çeviri yolu ile meal üzerinden anlaşılması gibi daha vahim bir hataya gidilmektedir şöyle ki:  

Firavun'un , iman eden sihirbazlarına karşı verdiği ceza ile ilgili geçen 3 ayette kullanılan "min hilafin" kelimesine verilen "dönekliğiniz yüzünden" anlamı o sihirbazların firavunun dininden döndüğü için şeklinde bir anlama gelmesi uzakta olsa muhtemeldir çünkü ortada gerçekten bir döneklik vardır , ama yinede bu kelimenin daha doğru anlamı çoğunluk meallerde verilen şekli iledir.  

Maide s 33. ayetine gelince, esed , bayraklı ve islamoğlu meallerinde geçen "Allaha ve Elçisine karşı savaş açanların ve yeryüzünde fesadı yaymaya çalışanların büyük kısmının öldürülmeleri veya asılmaları veya döneklikleri yüzünden büyük kısmının ellerinin ve ayaklarının kesilmesi" şeklindeki cümleyi okuyan dikkatli bir meal okuyucusu, şöyle bir düşünceye sahip olabilir;  Bilindiği gibi geleneksel İslam hukukunda mürted'in hükmü, Kur'anda böyle bir hüküm bulunmamasına rağmen öldürülmesidir.

 Ne Esed ne Bayraklı ne de İslamoğlu böyle bir cezayı kesinlikle savunmadıklarını bilmekteyiz(Esed hayatta olmamakla birlikte onunda bu cezayı savunmayacağı  açıktır). Bu kişilerin yine ölüm dışında herhangi bir had cezasının olduğunu iddia edeceklerini sanmıyoruz , ancak yapmış olukları mealde "Döneklikleri yüzünden" şeklinde bir anlam vermeleri sebebi ile dinden dönenlerin ellerinin ve ayaklarının kesilebileceğine dair bir hükmü ayetin metninde olmamasına rağmen yanlış meal vermeleri sebebi ile sanki böyle bir hüküm varmış gibi gösterdiklerinin herhalde farkında değillerdir.   

Ayrıca , "Min hilafin" ibaresi şayet verilen cezanın sebebini kast eden bir anlama sahip olsaydı ayet arz üzerinden sürülme cezasını da içine alarak "İnnemâ cezâûllezîne yuhâribûnallâhe ve resûlehu ve yes’avne fil ardı fesâden en yukattelû ev yusallebû ev tukattaa eydîhim ve erculuhum  ev yunfev minel ard(ardı) MİN HİLAFİHİM, zâlike lehum hızyun fîd dunyâ ve lehum fîl âhırati azâbun azîm(azîmun)." şeklinde olması gerekirdi. 

Halbuki ayet arz üzerinden sürülmeyi içine almayan bir şekilde "İnnemâ cezâûllezîne yuhâribûnallâhe ve resûlehu ve yes’avne fil ardı fesâden en yukattelû ev yusallebû ev tukattaa eydîhim ve erculuhum MİN HİLAFİN ev yunfev minel ard(ardı), zâlike lehum hızyun fîd dunyâ ve lehum fîl âhırati azâbun azîm(azîmun)." gelmiştir. 

Ayetin bu şekil gelmesi , adını verdiğimiz meal yapıcılarının bu ayet içindeki "Min hilafin" kelimesine "Döneklikleri yüzünden" şeklinde verdikleri anlamın pek te doğru olmadığını göstermektedir. 

Ayet sadece 33. ayet ile sona ermemekte , devamı olan 34. ayet konu ile alakalı olup , bu cezanın uygulaması ile ilgili bir istisnadan bahsetmektedir. 

[005.034]  Ancak, onları yakalamanızdan önce tevbe edenler bunun dışındadır. Biliniz ki Allah, bağışlar ve merhamet eder.

Şayet bu ceza uygulanması tavsiye edilmeseydi, böyle bir istisna getirilmesine gerek olmazdı.


Sonuç olarak; Maide s. 33. ayetini Muhammed Esed'in yapmış olduğu şekli ile tastikleyerek onun gibi  meal veren Bayraklı ve İslamoğlu hocalar farkında olmadan, kendilerinin bile kabul etmedikleri mürted hakkında uygulanabilecek bir had cezasına ayetin metninde olmamasına rağmen, gramer kaidelerin ve kur'an bütünlüğünü gözetmeden sadece taklit yolu ile aldıkları meali aktararak yol açmışlardır. Ayetin doğru olduğunu düşündüğümüz mealini aktararak yazımıza son veriyoruz.

"Allah ve Resulüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak ve ellerinin çaprazlama kesilmesi, ya da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmeleridir. Bu, dünyada onlar için bir zillettir. Ahirette ise onlar için büyük bir azab vardır."

                                          EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.