sorunu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sorunu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Şubat 2017 Cumartesi

Kataa Fiili Örneğinde Kelimelerin Hakiki Anlam Mecaz Anlam Sorunu Üzerine Bir Mülahaza

Allah (c.c) nin son elçisi aracılığı ile indirdiği alemlere yol gösterici olan Kur'an , bilindiği üzere nazil olduğu kavmin dili üzerine nazil olan bir kitaptır. Bu kitabın ihtiva ettiği ayetler , konuşulan dilin lafız mana ilişkisinin sınırları dahilindedir. Her dilde olduğu gibi Arap dilinde de bir takım edebi kurallar bulunmakta olup , Kur'an da bu edebi kuralları kullanmak sureti ile mesajını muhataplarına ileten bir kitaptır.

Türkiye genelinde Kur'an'ın daha fazla gündeme gelmeye başlaması , bir takım anlama sorunlarını da beraberinde getirdiği konu ile alakalı olanların malumudur. Bu sorunlardan bir tanesi de kelimelere, bağlı bulunduğu cümle ve konu bütünlüğünden koparılarak anlam yüklenmeye çalışılmasıdır. Her dilde olduğu gibi Arap dilinde de kelimeler Hakiki Anlam - Mecaz Anlam olarak ifade edilebilecek anlamlara sahiptirler. 

Bir kelimenin cümle içinde hangi anlamda kullanıldığının tesbit edilmesi , o kelimenin bağlı bulunduğu cümle ile yakından alakalıdır. Şayet kelime bağlı bulunduğu cümleden çıkarılmak sureti ile tek başına ele alınarak hangi anlama sahip olduğu konusunda karar verilecek olursa , verilen bu kararın isabetli olma ihtimali yok denecek kadar azdır. 

Söylemek istediklerimizin daha kolay ve net olarak anlaşılabilmesi için  Kataa fiilinin Kur'an içinde geçtiği ayetleri okumaya çalışarak bu kelimenin, Kur'an içinde Hakiki veya Mecaz , hangi anlamda kullanılmış olduğunu görmeye çalışacağız. Ele almaya çalışacağımız kelime , Maide s. 38. ayetinde geçen hırsızlık cezası ile verilen hükümde de geçmekte , ve bu cezanın hakiki anlamda bir el kesmek değil , el kelimesinin güç anlamı da taşımasından yola çıkılarak, mecaz anlamda bir el yani güç kesme olduğu iddiaları gündeme getirilmektedir. 

Bir kelime, geçtiği bütün ayetlerde tamamen hakiki anlamda , veya tamamen mecazi anlamda kullanılmaz. Kelimenin bağlı bulunduğu cümle içindeki kullanılışına göre hangi anlamda kullanıldığı tespit edilebilir.

Hakiki anlam ; Kelimelerin taşıdığı ilk ve , insanın kelimeyi duyduğu anda zihninde canlandırdığı anlama denir. Sözlük anlamı olarak bildiğimiz terim de bunu ifade etmektedir.

Mecaz anlam ; Kelimenin ilk ve insanın ilk duyduğu anda zihninde canlandırdığı anlamın dışında kazanmış olduğu anlama denir. Bir kelimenin mecaz anlam taşıyıp taşımadığı , o kelimenin sözlük anlamını taşıdığı düşünüldüğünde, ortaya yanlış anlaşılmaların çıktığında anlaşılabilir. 

Elkat'u ; İster cisimler gibi gözle idrak edilen şey olsun , ister aklın alanına giren şeyler gibi basiretle idrak edilen şeyler olsun , birbiri ile bitişik olan bir şeyi aralarında bir aralık veya yarık oluşacak şekilde ayırmak. Bu ayırma, kesici bir alet ile yapıldığı zaman bu kelime kesmek anlamına gelir.

Bu kelimenin Kur'an içinde geçişleri aşağıda ayet meallerindedir ;

[059.005]  Hurma ağaçlarından her hangi bir şey kesmeniz (katta'tüm) veya kökleri üzerinde bırakmanız hep Allah'ın izniyle ve O'nun, yoldan çıkanları cezalandırması içindir.

Haşr s. 5. ayeti kitap ehli ile olan bir savaşın anlatıldığı ayetlerin bağlamına dahil olup , savaşta strateji gereği hurma ağaçlarının kesilmesine itiraz edenlerin bu itirazları ret edilmekte , bu ağaçların kesilmesinde herhangi bir sakınca olmadığı beyan edilmektedir. Konumuz olan kelimenin bu ayet içinde hakiki anlamında kullanıldığı görülmektedir.

[012.031]  Kadınların kendisini yermesini işitince onları davet etti; koltuklar hazırladı; geldiklerinde her birine birer bıçak verdi. Yusuf'a: «Yanlarına çık» dedi. Kadınlar Yusuf'u görünce şaşıp ellerini kestiler (ve katta'ne) ve «Allah'ı tenzih ederiz ama, bu insan değil ancak çok güzel bir melektir» dediler.
[012.050] Hükümdar: «Onu bana getirin» dedi. Yusuf'a elçi gelince, «Efendine dön, kadınlar niçin ellerini kesmişlerdi (katta'ne) bir sor; doğrusu Rabbim onların hilesini bilir» dedi.

Yusuf kıssasının içinde geçen bu ayetlerde ise , Yusuf'u gören kadınların onun güzelliği karşısında şaşkınlıktan ellerini kesmiş olmalarından bahsedilmektedir. Yine burada konumuz ile ilgili olan kelimenin ,  hakiki anlamında kullanılmış olduğu görülmektedir.

[005.033]  Allah ve Rasulü ile savaşanların ve yeryüzünde fesada koşanların cezası; ancak öldürülmek, asılmak, çaprazvari el ve ayakları kesilmek (tukattaa) veya yerlerinden sürülmektir. Bu, onlara dünyada rüsvaylıktır. Onlara ahirette de büyük bir azab vardır.

Maide s. 33. ayetinde "Allah ve Rasulü ile savaşanların ve yeryüzünde fesada koşanlar" olarak belirlenen suça, verilmesi emredilen cezalardan bir tanesi el ve ayakların çaprazlama kesilmesidir. Bu cezanın da hakiki anlamda bir ceza olduğu konusunda herhangi bir itiraza mahal bırakacak durum söz konusu değildir.

[007.124] Mutlaka ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim (leukattianne), sonra da hepinizi asacağım!»
[020.071] (Firavun) Dedi ki: «Ben size izin vermeden önce O'na inandınız, öyle mi? Kuşkusuz o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür. O halde ben de sizin ellerinizi ve ayaklarınızı çapraz olarak keseceğim (leukattianne) ve sizi hurma dallarında sallandırıcağım. Siz de elbette, hangimizin azabı daha şiddetliymiş ve daha sürekliymiş öğrenmiş olacaksınız.»
[026.049]  Firavun: «Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Muhakkak ki o, size sihri öğreten büyüğünüzdür. Şimdi bileceksiniz; ellerinizi ayaklarınızı, and olsun, çaprazlama kestireceğim (leukattianne), hepinizi astıracağım» dedi.

Musa (a.s) kıssasında iman eden sihirbazlara uygulayacağı ceza olarak karşımıza çıkan ve Maide s. 33. ayeti ile aynı olan, ayetlerdeki ceza yine hakiki anlamda el kesmeden bahsetmektedir.

[005.038]  Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak, ellerini kesin (faktau). Allah Güçlü'dür, Hakim'dir.

Maide s. 38. ayetinde "Erkek hırsız ve kadın hırsızın" buyurulmuş olması , suçun sabit olmasının ve fiiliyata dökülerek işlendiğini göstermektedir. Bu suça verilecek olan cezayı, elin kesilmesi olarak beyan eden ayetin hakiki anlamda bir el kesmekten bahsetmiş olduğunu görmekteyiz. 

Fakat son yıllarda ortaya çıkan bazı farklı algılar , bu cezanın hakiki anlamda el kesmekten değil , mecaz anlamda bir el kesmekten, yani güç kesmekten bahsettiği yönündeki  iddiaların dile getirilmesine sebep olmaktadır. Bu cezanın mecaz anlamda olarak anlaşılması, ancak bu cezanın mutlaka mecazi olması gerektiği yönünde bir ön yargının olması , bu ceza konusunda bazı kaygıların bulunması ile mümkün olabilir. 

Ayetin iddia edildiği gibi mecaz anlamda bir güç kesmekten, yani hırsızlığı önlemekten bahsetmesi için, fiilin vuku bulmaması gerekmektedir. Halbuki ayet, işlenmiş olan bir cürümden, ve bu cürümü işleyenlere verilmesi gereken bir cezadan bahsetmektedir. Hırsızlığa gidecek yolların önlenmesi için adımlar atmak, her devletin asli vazifesidir. Fertlerini hırsızlık yapmaya mecbur eden bir devletin bu cezayı uygulaması zaten zulüm olacaktır.

Ayet içinde geçen Yed (el) kelimesinin bazı ayetlerde mecazi anlamda kullanılarak güç anlamına gelmiş olması , bu cezanın mecazi olduğunu iddia edenler tarafından delil olarak sunulmaktadır. Ancak yukarıda söylediğimiz gibi her kelime bütün ayetlerde sadece hakiki , ne de sadece mecaz anlamda kullanılmaz. Kelimenin mecaz veya hakiki anlamdan hangisine sahip olduğu , o kelimenin ayet içinde sahip olduğu bağlamdan anlaşılabilir.

Yusuf suresindeki kadınları ellerini kesmiş olmaları , nasıl onların mecaz olarak güçlerini kesmiş oldukları anlamında düşünülmüyor ise , bu ayetin de mecaza işaret ettiğinin düşünmek hatalı bir okuma biçimidir Bu ayetin hakiki anlamda bir el kesmekten bahsettiği konusunda şüphe yoktur. Böyle bir şüphe içinde bulunmak , ancak önce bu konuda bir takım ön yargılar oluşturmak , sonra da bu ön yargıları Kur'an'a kabul ettirmeye çalışmak ile mümkün olur. 

[007.072]  Onu ve onunla beraber olanları rahmetimizle kurtardık ve âyetlerimizi yalanlayıp da iman etmeyenlerin kökünü kestik (katta'na).
[008.007]  Hatırlayın ki, Allah size, iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olduğunu vadediyordu; siz de kuvvetsiz olanın (kervanın) sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve (Kureyş ordusunu yok ederek) kâfirlerin ardını kesmek (ve yektaa)   istiyordu.
[006.045]  Böylece zulmeden toplumun kökü kesildi (kutia). Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur.
[015.066]  Ona şu kesin emri vahyettik: «Sabaha çıkarlarken onların kökü kesilmiş (maktuun) olacaktır!».

Yukarıdaki ayetler hakiki anlamda değil , mecaz anlamda bir kesimden , yani iman etmeyenlerin helak edilmiş olmasını ,  kökünü kesmek  olarak bildiğimiz bir deyim ile ifade etmektedir.

[069.046] Sonra onun can damarını elbette keserdik (katta'na).

Hakka suresindeki bu ayet , elçinin kendisine vahyedilene  herhangi bir ilavede bulunduğunda başına gelecek olanı anlatmaktadır. Onun hayat ile bağının koparılması yani canının alınması, can damarının kesilmesi şeklinde, mecazi bir anlamda kullanılmıştır.

[029.029]  «Siz hâlâ erkeklere gidecek ve yolu kesecek (taktaune) ve toplantılarınızda çirkin şeyleri yapacakmısınız?» Artık (O'nun) kavminin cevabı, «Eğer sen sâdıklardan isen bize Allah'ın gazabını getir» demekten başka olmadı.

Lut kıssası ile ilgili olan bu ayette , Lut (a.s) kavmine hitaben onların yaptıkları yanlışları söylerken kullandığı yok kesmek deyimi , yine kataa kelimesinin mecaz anlamda bir kullanımıdır.

[003.127]  ta ki o küfredenlerden bir kolu kessin (liyektaa) veya perişan etsin de umutsuz olarak dönüp gitsinler.

Uhud savaşı ile ilgili bir bağlama sahip olan yukarıdaki ayette yine müşriklerin bir kısmının imha edilmesi ile ilgili olarak, tarfen kelimesi ile birlikte mecazi anlamda bir kullanımı görmekteyiz.

[022.015] Kim Allah'ın dünyada ve âhirette kendisine yardım etmeyeceğini sanıyorsa; semaya bir sebeb uzatsın, sonra (öteki sebebleri) kessin de (litekta) bakıversin: Oyunu, öfkelendiği şeyleri gerçekten giderecek mi?. 

Hac s. 15. ayetinde geçen bu kelime , bir çok mealde hakiki anlamda bir ip kesmekten bahsetmiş olmasına karşın , ayetin siyak sibak dahilinde okunduğu takdirde , mecaz anlamda bir bağ kesmekten bahsettiği anlaşılmaktadır.

[002.027] Ki (bunlar) Allah'ın ahdini, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozarlar, Allah'ın kendisiyle birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler (yaktaune) ve yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarırlar. Kayba uğrayanlar, işte bunlardır.
[013.025] Ve o kimseler ki, Allah'ın ahdini takviye ettikten sonra bozarlar ve Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler (ve yaktaune) ve yeryüzünde fesat çıkarırlar. İşte lânet onlaradır. Yurdun kötüsü de onlaradır.
[047.022] Geri dönerseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabalık bağlarını kesmeye (ve tukatteu) dönmüş olmaz mısınız?.

Yukarıdaki ayetler , Allah (c.c) tarafından bildirilen emirlere aykırı davranışlar sergileyenlerden bahsetmektedir. Bu ayetlerde bahsedilen kesmek fiili , mecaz anlamda bir kesmeyi ifade etmektedir.

[009.121] Ve küçük, büyük bir masraf yapmazlar ve bir vadî kat'etmezler ki (ve la yaktaune)  amellerinin daha güzeliyle Allah kendilerine mükâfat etmek için hisablarına yazılmış olmasın.

Tevbe s. 121. ayetinde , iman edenlerin Allah yolunda çıktıkları yolda çektikleri meşakkatin karşılıksız kalmayacağı haber verilmekte olup , bu haber vadi kat etmek şeklinde bir deyim ile ifade edilmekte, ve kataa kelimesi yine burada mecaz anlamda kullanılmaktadır.

[047.015] Allah’a karşı gelmekten sakınanlara vâd edilen cennetin durumu ise şudur: Orada bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içerken lezzet veren şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Onlara orada her türlü meyve ile bir de Rab’leri tarafından bir mağfiret vardır. Bu nimetlere erişenler hiç, ateşte devamlı kalıp, kaynar sulardan içirilip bununla bağırsakları lime lime olan (fekattaa) kimseler gibi olur mu?

Cennet nimetleri ile ilgili olan Muhammed s. 15. ayetinde , cennet ehli ile cehennem ehli arasında yapılan kıyaslamada cehennem ehline sunulan içeceğin , ne kadar acı ve elem verici olduğu, içtiğinde bu kimseleri ne hale getirdiği, kataa kelimesi ile ifade edilirken, bu kelimenin yine mecaz anlamda kullanıldığını görmekteyiz.

[007.160]  Biz İsrailoğullarını oymaklar halinde on iki topluluğa ayırdık katta'nahum). Milleti Musa'dan su isteyince ona: «Asanla taşa vur» diye bildirdik; ondan on iki pınar fışkırdı. Herkes içeceği yeri öğrendi. Bulutla üzerlerine gölge yaptık, onlara kudret helvası ve bıldırcın indirdik, «Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin» dedik. Onlar, karşı gelmekle, Bize değil kendilerine zulmediyorlardı.
[007.168] Ve onları yeryüzünde ümmetlere ayırdık (katta'nahum). İçlerinde iyi olanları da vardı, olmayanları da. Onları biz, bazan nimetlerle, bazan da musibetlerle imtihana çektik. Sonunda belki hakka dönerler diye.

Araf suresindeki bu ayetlerde , İsrailoğullarının ayrılması kataa fiili ile anlatılmakta ve yine bu fiil mecaz anlamda kullanılmaktadır.

[013.031]  Eğer okunan bir Kitapla dağlar yürütülseydi veya onunla yer parçalansaydı (kuttiat), yahut onunla ölüler konuşturulsaydı (o Kitap yine bu Kur'an olacaktı). Fakat bütün işler Allah'a aittir. İman edenler hâla bilmediler mi ki, Allah dileseydi bütün insanları hidayete erdirirdi? Allah'ın vâdi gelinceye kadar inkâr edenlere, yaptıklarından dolayı ya ansızın büyük bir belâ gelmeye devam edecek veya o belâ evlerinin yakınına inecek. Allah, vâdinden asla dönmez.

Rad s. 31. ayetinde , Kur'an hakkında şüpheleri olan kimselerin inatçılıkları ifade edilmekte olup , yine kataa kelimesi yerin birbirinden ayrılması anlamında mecaz anlamda kullanılmıştır.

[022.019] Şu iki gurup, Rableri hakkında çekişen iki hasımdır: İmdi, inkâr edenler için ateşten bir elbise biçilmiştir (kuttiat). Onların başlarının üstünden kaynar su dökülecektir!.

Hac s. 19. ayetinde , kafirler için cehennemde karşılaşacakları azap elbise tasviri ile belirtilmekte, onların her tarafını kaplayacak olan ateşin , elbise olarak giydirileceğinin beyan edilmesi, yine kataa filinin mecaz anlamda kullanılması ile ifade edilmektedir.

[006.094]  Bugün, sizi ilk defa yarattığımız zamanki gibi yapayalnız huzurumuza geldiniz, size verdiğimiz herşeyi arkanızda bıraktınız. Allah'ın size göre ortağı olduklarını iddia ederek yardımlarına, şefaatlarına güvendiğiniz ortakları yanınızda görmüyoruz. Aranızdaki bütün bağlar artık kesilmiş (tekattaa) , güvendiklerinizin hepsi kaybolup gitmiştir.
[002.166]  İşte önderler kendilerini izleyenlerden uzak durdular, Azabı gördüler ve aralarındaki her türlü bağ kesildi (tekattaat).

Enam ve Bakara surelerindeki bu ayetlerde , yaşamlarını kafir olarak bitirmiş olanların hesap gününde karşılaşacakları durum anlatılmakta , dünyada iken dost edindiklerinin ahirette onlara hiç bir faydasının olmadığı , kataa kelimesinin mecaz anlamda kullanılması ile ifade edilmektedir.

[021.093] Onlar, işlerini kendi aralarında parça parça dağıttılar (tekattau)  (dinlerinde bölünmeler yaptılar) ; hepsi bize döneceklerdir.
[023.053] Ancak onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar halinde parçaladılar (tekattau); her bir grup, kendi ellerindeki olanla yetinip-sevinmektedir.

Yukarıdaki ayetler , fırkalaşmayı ve bölünmeyi konu ederek , bir bütünden ayrılmış olmak yine kataa fiili ile ifade edilmektedir.

[009.110] Yaptıkları bina, (ölüp de) kalpleri parçalanıncaya (tekattaa) kadar yüreklerine devamlı olarak bir kuşku (sebebi) olacaktır. Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.

Tevbe s. 110. ayeti , Dırar Mescidi olarak bildiğimiz münafıkla tarafından yapılan mescid ile alakalı bir bağlama dahildir. Yaptıkları mescidin kalplerindeki nifağın bir eseri olduğu , ve onların kalplerindeki bu nifağın onlar ölene kadar süreceği beyan edilmektedir.

[011.081]  Dediler ki: «Ey Lût! Şüphe yok ki biz senin Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana elbette kavuşamayacaklardır. Artık sen âilen ile gecenin bir kısmında (bi kıt'in) yürü ve sizden hiçbir kimse geri kalmasın, zevcen ise müstesna. Şüphesiz ki onlara isabet edecek şey, ona da isabet edicidir. Muhakkak ki onların vaad edilen zamanları, sabah vaktidir, sabah vakti ise yakın değil midir?»
[015.065] «Gecenin bir kısmında (bi kıt'in) aileni yola çıkar, sen de arkalarından yürü ve sizden kimse ardına bakmasın; istenen yere gidin.».

Lut (a.s) kıssası içindeki bu ayetler , Lut ve ehline kavmi terk etmelerini emrini verirken , ne zaman yola çıkacakları ile bilgiyi gecenin bir kısmında şeklinde beyan ederek , kataa kelimesini kullanmaktadırlar.

[013.004]  Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar (kıtaun) üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır. (Böyle iken) yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır.
[010.027]  Ve o kimseler ki, kötülükleri kazandılar. Kötülüğün cezası da kendi misli iledir. Ve onları bir alçaklık kaplar. Onlar için Allah'tan koruyacak bir şey yoktur. Onların yüzleri sanki geceden karanlık bir parçaya (kıtaan) bürünmüştür. İşte onlar ateşin yârânıdır. Onlar onun içinde ebedî sûrette kalacak kimselerdir.

Yukarıdaki ayetlerde geçen Kıt'a kelimesi hepimizin bildiği bir kelime olup bir bütünden koparılmış kara parçası, ve yüzlerin karalığını tasvir eden geceden bir parça olarak , yine kataa kelimesi kullanılmaktadır.

[027.032]  (Sonra Melike) dedi ki: «Beyler, ulular! Bu işimde bana bir fikir verin. (Bilirsiniz) siz yanımda olmadan hiçbir işi kestirip atmam (katiatün)

Süleyman (a.s) kıssası ile ilgili bu ayet ise , Sebe hükümdarı olan kadının , herhangi bir iş için danışmanlarının yardımı olmadan karar vermeyeceğini ifade ederken yine kataa kelimesi kullanılmaktadır.

[056.033] Kesilip-eksilmeyen (la maktuatun) ve yasaklanmayan (meyveler) .

Vakıa suresindeki bu ayet ise , cennet nimetlerinin sonsuzluğunu beyan etmekte kullanılan kelime kataa kelimesidir.

Sonuç olarak  Kataa fiilinin geçtiği ayetlerin tamamını alt alta koyup okuduğumuzda şunları söyleyebiliriz; Bu fiilin Haşr , Maide , Yusuf ve Firavunun iman eden sihirbazlara karşı uygulayacağını vaat ettiği surelerdeki geçişleri, kesici bir alet ile yapılan fiile işaret etmektedir. Bu sureler içindeki ayetlerdeki fiilin kesici bir ayet ile birbirinden ayırmak olduğunu görmekteyiz. Dolayısı ile bu fiilin bu ayetlerde kullanılışının Hakiki Anlamda bir kullanılış olduğunu söyleyebiliriz. Diğer surelerde geçişleri ise, kesici bir alet ile yapılmayan kesimlere işaret etmekte ve kullanımların Mecazi anlamda olduğunu söyleyebiliriz.

Bu çalışmayı yapmaktaki amacımız , kelimelerin cümle içindeki geçişlerine göre anlam kazandığını görmeye çalışmaktır. Kataa fiilinin geçtiği ayetleri 2 ana gurupta topladığımız zaman , kesici bir alet ile yapılan kesim işinin geçtiği ayetlerin tamamının hakiki anlamda bir kullanım olduğunu görmekteyiz. Maide s. 38. ayetini bu guruptan çıkararak , kelimenin mecaz geçişlerinin gurubuna dahil ettiğimiz zaman , aynı anlama sahip olan bir kelimeyi sahip olması gereken guruptan söküp çıkartmak sureti ile hatalı bir okuma yapılmış olacağı açıktır.

Kur'an okumalarında dikkat edilmesi gereken önemli hususlardan bir tanesi , ön yargılardan arınmış bir zihne sahip olunmasıdır. Biz bu çalışmayı yapmaya çalışırken , el kesme cezası konusunda bu ceza mutlaka hakiki anlamda bir ceza olmalıdır şeklinde bir ön yargıya sahip olmadığımızı hatırlatmak isteriz. Ancak bu cezanın mecaz anlamda olduğunu düşünenlerde aynı tarafsız bakışı gördüğümüzü söylemek güçtür.

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

13 Kasım 2016 Pazar

Araf s. 179. Ayeti : Bir Çeviri Sorunu Allah (c.c) Cehennem İçin İnsan Yaratır mı ?

Kur'an'da bazı ayetler, okuyan kişiler tarafından anlaşılmasında güçlük çekilmekte , bu okuyuculardan kalbinde hastalık olanlar , "Böyle şey olmaz" , "Bu ayette çelişki var" , "Allah'ın insanlara ne garezi var" gibi sözlerle ayetlere karşı inkarcı bir tavır takınmakta iken, bir diğer gurup okuyucu ise, Kur'an'ı samimi amaçlarla okumakta, ve bazı ayetleri anlamakta zorluk çekerek , bu ayetler ile bizlere nasıl bir mesaj verilmek istendiği yönünde anlama çalışmasına girmektedir.

Bu okuyucuların bazı ayetleri anlamamalarının bir takım nedenleri bulunmaktadır. Bu nedenlerden bir tanesi , ayetin çevirisinde yaşanan sorunlardır. Ayetin yanlış çevirisi , dil kurallarını kullanmaktaki eksiklik , veya Kur'an bütünlüğünden bağımsız bir çeviri yapılmasından kaynaklanan bazı sorunlar, okuyucunun zihninde bazı soruların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.  

Bu yazımızda , Araf s. 179. ayetini ele alarak , okuyucu tarafından bazı soruların sorulmasına sebep olan ayetin çevirisinden kaynaklandığını düşündüğümüz problem üzerinde durmaya çalışacağız. 

وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِّنَ الْجِنِّ وَالإِنسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لاَّ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بِهَا أُوْلَئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ

Bu ayetin yapılan çevirileri şöyledir ; 

[007.179] And olsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık; onların kalbleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir.

Ayetin bu şekilde yapılmış çevirisini okuyan bir kimsenin zihninde , Allah (c.c) nin insanları neden cehennem için yarattığı , kalbinde hastalık olanların ise , "Allah'ın insanlara ne garezi var?" sorusu sorulacaktır.

Bu soruya , Allah (c.c) nin insanları cennet veya cehennem ile karşılık alacakları amelleri işlemesinde serbest bıraktığı , onların iradelerine müdahale etmediği , insanların dünya hayatlarında işlediği amelleri hür iradeleri ile işlediği , ilmi gereği insanların nasıl amel işleyerek sonlarının nasıl olacağını bildiği gibi , bir çok ayette insanların bir çoğunun iman etmediğinin zaten bildirilmiş olduğu gibi cevaplar verilebilir. 

Bu cevapların elbette hepsi doğrudur. Ancak ayetin, rivayetler tarafından oluşturulmuş olan kader inancındaki , bütün insanların yapacaklarının, onlar varlık sahasına gelmeden ezelde yazıldığı düşüncesinin doğrultusunda bir çeviri yapılmış olmasının yanlış olduğunu düşünmekteyiz.

Ayetteki "Zere'na" fiiline "Yarattık" şeklinde bir anlam vermenin uygun olmadığını söyleyerek , bu kelime için farklı bir çeviri yapılması gerektiğini düşünmekteyiz. 

"Zeree" fiili , Allah'ın yarattığını açığa çıkarması , bedenlere varlık vermesi , vücuda getirmesi anlamındadır. Asıl önemli nokta bu fiilin yaratmadan sonraki bir aşamayı ifade etmiş olmasıdır. Bu fiile "Yaratmak" olarak verilen anlam, bu sebepten ötürü uygun değildir. 

Bu fiilin geçtiği diğer ayetleri gördüğümüz zaman demek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır. 

[023.079] Ve sizi Arzda yayan (zereeküm) o dur, hep ona haşrolunacaksınız.
[067.024]  Deki, sizi Arzda yayan (zereeküm) o dur hep ona haşrolunacaksınız.

[042.011]  O göklerin ve yerin yaratıcısıdır (fatiru). O sizin için kendi nefsinizden eşler ve hayvanlardan da çiftler kılmıştır (ceale). O, sizi bu düzen içerisinde üretip yayıyor (yezreüküm). O'nun benzeri olan hiçbir şey yoktur. O, her şeyi işitir ve görür.

Şura s. 11. ayetinde "Fatare" fiili ile ifade edilen ilk yaratmanın ardından , yaratma sonrası aşamaları ifade eden "Ceale" ve "Zeree" fiillerinin gelmiş olması , bu fiile yaratmak anlamının verilmesinin uygun olmadığını göstermektedir. 

Zeree fiiline "yaratmak" anlamının yerine verilecek olan "Yaymak" anlamı , yaratmadan sonraki aşamayı daha doğru ifade etmiş olması açısından, tercih edilmesi gereken anlam olduğunu söyleyebiliriz.

Ayet içindeki "Licehenneme" kelimesine "Cehennem için" anlamı yerine , "Cehenneme" şeklinde anlam vermek, "Lam" edatının e , a anlamına da sahip olması açısından daha uygun olacaktır. Aynı kelimenin geçtiği diğer iki ayete baktığımızda, kelimeye bu anlamın verildiğini görmekteyiz. 

[050.030] O gün cehenneme:(licehenneme) «Doldun mu?» deriz, o: «Daha var mı?» der.
[072.015]  Ama haksızlar, cehenneme (licehenneme) odun olmuşlardır!»

Bundan sonra Araf s. 179. ayetini şu şekilde yeniden anlamlandırmak mümkündür. 

"And olsun ki , ins ve cinden bir çoğunu , kalpleri olup onunla anlamadıkları , gözleri olup onunla görmedikleri , kulakları olup onunla işitmediklerinden dolayı , CEHENNEME YAYDIK. İşte bunlar , hayvanlar gibi hatta onlardan daha şaşkındırlar."

Dikkat edilirse meal yapıcılarının tamamına yakınının bu ayete verdikleri anlam,  insanların bir çoğunun , daha varlık sahasına çıkmadan cehennemlik olduğunun belirlenmiş olduğuna dair bir anlam içermektedir. Bizim verdiğimiz anlam ise , insanların bir çoğunun varlık sahasına çıktıktan sonra , işledikleri ameller yüzünden cehennemi hak ettiklerine dairdir. 


Burada neden gelecek zaman sigası olarak değil de , geçmiş zaman sigası olarak ifade edildiği sorulacaktır. Kur'an'ı dikkatli okuyan birisi , bir çok ayette gelecek olan kıyamet günü için geçmiş zaman sigasına ait fiillerin kullanıldığını görecektir. 

[039.068]  Sûr'a üfürüldü; böylece Allah'ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde olanlar çarpılıp-yıkılıverdi. Sonra bir daha ona üfürüldü, artık onlar ayağa kalkmış durumda gözetiyorlar.

Zümer s. 68. ayeti (başka örnekleri de mevcuttur), daha vaki olmamış kıyamet gününü anlatan ayetlerin gelecek zaman sigası ile değil geçmiş zaman sigası olarak anlatımına bir örnek olması açısından dikkat çekicidir.

Sonuç olarak :Allah (c.c) kullarını cehenneme atmak için yaratmaz , kulları yaşadıkları hayatta eğer cehennem ehlinden olmak için gerekli olan amelleri işleyecek olurlarsa , onları vaat ettiği cehennem ile cezalandırır. 

Araf s. 179. ayetinin , yapılan çevirileri , Allah (c.c) nin bir çok insanı cehennem için yarattığı şeklinde bir anlam verilmek sureti ile kafalarda bazı soruların oluşmasına sebep olmaktadır. Bu anlamın, insanların kaderinin daha onlar yaratılmadan önce belirlendiği düşüncesini destekleyen bir anlam doğrultusunda olması nedeniyle doğru, bir anlam olmadığını düşünmekteyiz. 

Bu noktada , Allah (c.c) nin kullarının işleyeceği amelleri, onlar daha varlık sahasına gelmeden önce bildiğini , fakat onun bilmesi ile , kaderlerinin yazılmış olmasının aynı şey olmadığını hatırlatmak istiyoruz. Allah (c.c) kullarının nasıl ameller işleyeceğini önceden elbette bilir , ancak onun bilmesi o kullarının hür iradeleri ile ne yapacaklarını bilmesi , iradelerine müdahale etmemesi anlamındadır.

Ayetin doğru anlamının , insanların yaratılmadan önce kaderlerinin belirlendiğine dair bir bilgi değil , insanların yaratıldıktan sonra işledikleri amellerin karşılığını alacaklarına dair bir anlam içermesi gerektiğini düşünmekteyiz. 

Allah (c.c) insanlara "Semi - Basar - Fuad" olarak ifade edilen duyu organları bahşederek , bunları kullanmak sureti ile, insan olmanın gereğini yerine getirmelerini istemektedir. Bu duyu organlarını gereği gibi kullanmak sureti ile insan olmanın gereğini yerine getirmeyenlerin akıbetlerinin cehennem olduğu beyan edilmektedir. 

Onların "Sanki En-am gibi" olduklarının ifade edilmesi ise , görme ve işitme duyularına sahip olan hayvanların kendilerine söylenen sözleri anlamamış olmalarından dolayı  benzetmede bulunulmasıdır.

Araf s. 179. ayetine "And olsun ki , ins ve cinden bir çoğunu , kalpleri olup onunla anlamadıkları , gözleri olup onunla görmedikleri , kulakları olup onunla işitmediklerinden dolayı , CEHENNEME YAYDIK. İşte bunlar , hayvanlar gibi hatta onlardan daha şaşkındırlar." şeklinde bir anlamın daha uygun olacağını düşünmekteyiz. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


10 Ekim 2016 Pazartesi

Nekalen Kelimesi Örneğinde, Kelimelerin Temel Anlam Yan Anlam Sorunu Üzerine Bir Mülahaza

Kur'an , bilindiği üzere nazil olduğu mekan dahilinde yaşayan insanların konuştukları dil ve o dilin üslup özelliklerini kullanan bir şekilde nazil olmuştur. Arap dilinde nazil olan bu kitabın , başka dili konuşanlar tarafından anlaşılması ise, o dile çevrilmesi ile mümkün olabilir. Arap dilinden başka bir dile çevrilen Kur'anın, çevirilerden kaynaklanan bazı sorunlar ile karşılaştığı da malumdur. Arap dilindeki kelimenin ifade ettiği anlamın,  başka bir dile tam olarak çevrilememesi, veya daha başka nedenler yüzünden ortaya çıkan bu sorunlar , Kur'anı Türkçe mealler üzerinden okuyup anlamak durumunda kalanlar için bir sıkıntı teşkil etmektedir. 

Bazı meal okuyucuları , Kur'andaki bir kelimenin anlamının bir yerde ayrı , bir yerde ayrı olduğunu fark ederek , bunun nedenleri üzerinde araştırma yaparak kafa yormakta , bazıları ise, bir kelimenin anlamının bir yerde farklı , bir yerde farklı kullanılmasının yanlış olduğunu iddia ederek , bir kelimenin anlamının her yerde aynı olması gerektiğinden yola çıkarak , yanlış olduğunu düşündükleri kelimeye , doğru olduğunu düşündükleri anlamı koymaya çalışmakta , fakat kelimeye doğru olduğunu düşünerek verdikleri bu anlam , doğruluktan uzak bir anlam olmaktadır.  

Biz bu konuda yapılan bir hataya dikkat çekmek istiyoruz . Bir kelimenin nasıl bir anlama gelebileceği , o kelimenin dahil olduğu cümle dikkate alınarak anlaşılabilir. Cümleden koparılarak tek başına anlaşılmaya çalışılan bir kelime, beraberinde bazı yanlış anlamaları da beraberinde getirecektir. 

Yazımızda bu duruma, "Nekalen" kelimesini örnek verecek , bu kelimenin kullanıldığı ayetleri ve bu ayetlerdeki geçişlerini ele alarak , bir kelimenin cümle içinde nasıl bir anlam alabileceğini anlamaya çalışacağız. 

Kelimeye geçmeden önce "Temel anlam" deyiminin , bir kelimenin insan zihninde meydana gelen ilk anlamı yani sözlük anlamı , "Yan anlam" deyiminin ise , bir kelimenin temel yani sözlük anlamına bağlı olarak kazandığı yeni anlam için kullanıldığını hatırlatmak isteriz.

Enneklü = Hayvanın kaçmasını önlemek önlemek için ayağına takılan demirden yapılmış halka (Bukağı) , ayrıca , mahkumların kaçmaması için ayaklarına takılan demirden yapılmış halkalar olan ve bizim "Pranga" olarak bildiğimiz kelime ile aynı anlama gelmektedir. Türkçede kullandığımız, "Bir işin gerçekleşmesini önlemek" anlamındaki "Engel" kelimesi de, bu kelimeden dilimize geçmiştir.

[073.012]  Zira bizim yanımızda bukağılar (enkalen, ve alevli ateş var.

Bu kelime Müzzemmil s. 12. ayetinde ,cehennem ehlinin bir yere kaçmasını önlemek için , insanların yaşadığı hayat içinde bildiği bir nesne olan , hayvanın kaçmasını önlemek için kullanılan demirden yapılmış halka olarak , temel anlamda yani sözlük anlamında kullanılmıştır.

[004.084]  Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın. Müminleri de teşvik et. Umulur ki Allah kâfirlerin gücünü kırar. Allah güç bakımından daha şiddetlidir ve engelleyicilik , caydırıcılık bakımından (tenkilen) daha şiddetlidir.

Nisa s. 84. ayetinde geçen bu kelime burada "ayağa takılan demir halka" anlamında yani sözlük anlamında değil , sözlük anlamına bağlı olarak kazanılmış olan yan anlam olan "Engellemek- Caydırmak" anlamında kullanılmıştır.

[079.025-26]  Allah bunun üzerine onu (Firavun'u) dünya ve ahiret (in ibretli) cezasıyla (nekaleyakaladı. Şüphesiz ki bunda, korkan kimseler için ibret vardır.

Naziat suresinin bu ayetlerinde , Firavun'un sonundan bahsedilmektedir. Nekale olarak geçen kelime , Firavun'a verilen cezanın adı olarak geçmektedir. Çevirilere "azap" veya "ceza" olarak geçen bu kelimenin anlamı , başkalarının da aynı suçu işlediğinde alacağı cezayı bildiren ibretli karşılık yani suçun işlenmemesine yönelik bir engellemedir.  

[002.065-66]  Andolsun ki, sizler içinizden cumartesi gününde haddi tecavüz edenleri elbette bilmişsinizdir. Biz de onlara «Sefil, hakîr maymunlar olunuz» demiştik. Artık bunu hem önündekilere, hem de ardındakilere ibret verici caydırıcı engelleyici bir ceza (nekalen), hem de müttakilere bir öğüt kıldık.

İsrailoğullarından bir gurubun cumartesi yasağını çiğnemeleri sonucu başlarına gelenlerin anlatıldığı ayetlerde , cumartesi yasağını çiğneyenlerin başlarına gelenlerin öncekiler ve sonrakiler için ne ifade etmesi gerektiği "Nekalen" kelimesi ile ifade edilmektedir. 

Bu kelime ayette , aynı suçun işlendiği takdirde suçluların başlarına gelecek olanın anlatılma sebebinin "Nekalen" , yani bir daha ki bu suçun benzerini işleyecekler için caydırıcı ve engelleyici ibretli bir ceza anlamındadır.

[005.038]  Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici caydırıcı , engelleyici bir ceza olarak (nekalen), ellerini kesin. Allah Güçlü'dür, Hakim'dir.

Maide s. 38. ayeti hırsızlık yapan kadın ve erkeğe verilen cezanın amacını açıklamaktadır. Kadın ve erkek hırsızın ellerinin kesilmesi cezasının "Nekalen" olarak belirtilmiş olması , aynı suçu işleyecek olanlara karşı caydırıcı , engelleyici ve ibretli bir ceza olması anlamındadır. 

"Nekalen" kelimesinin geçtiği ayetleri ele alarak , bir kelimenin Kur'an içinde nasıl bir anlam dahilinde kullanılabileceğini göstermeye çalıştık. Her dilde olduğu gibi , Arap dilinde de kelimelerin hakiki , mecaz , yan anlam dediğimiz türden anlamları bulunmaktadır. Bir kelimenin hangi anlamının daha uygun olduğu, ayet içindeki diğer kelimelerden koparılmadan yani konu bütünlüğü dahilinde aranmaya çalışılmalıdır. 

Bu kelimenin esas anlamı hayvanın kaçmaması için onun ayağını demirden yapılmış bir halka ile bağlamaktır. Hayvanı bağlamaktan amaç ,onu kaçmasına mani olmak , onu kaçmaktan caydırmak , engel koymak anlamı vardır. 

Bu kelimenin Müzzemmil suresindeki kullanımı temel anlamda yani , cehenneme atılmış olan bir kimsenin kaçmasını engellemek , ona mani olmak , caydırmak anlamında dünyada insanların kullandığı bir yönteme benzetmek sureti ile anlatılmasıdır. Diğer ayetlerde ise temel anlam esas olarak türetilmiş olan yan anlamları görmekteyiz. 

Bu kelimenin yan anlamı ise , esas anlamı olan ayağa bukağı veya pranga vurmak sureti ile bir şeyin yapılmasına mani olmak için , başkalarına yapılan bir şeyi göstererek onların ibret alarak , o yanlışı  yapmaktan caymalarını sağlamaktır. 

Gördüğümüz üzere bu kelime temel anlamı sadece, Naziat suresi içindeki geçişinde kullanılmış, diğer surelerdeki geçişleri ise yan anlamı şeklinde geçmektedir. Birisi kalkıp "Hayır bütün geçtiği yerlerde temel anlamının geçmesi lazım" şeklinde bir iddiada bulunacak olursa , ortaya çıkacak garabeti deneyip görebilir.

Cümle ile olan bağından koparılarak anlaşılmaya çalışılan bir kelimenin doğru anlamını bulmak zorlaşacağı gibi , bu yolun bazı ayetlere kendi ön yargılarını kabul ettirmeye yönelik olarak bazı kimselerin kullandığı bir yol olduğunu hatırlatmak isteriz. Ancak bu kimselerin büyük çoğunluğu Arap dilinin bazı üslup özelliklerini bilmedikleri için , yaptıkları yanlışın içinde boğulup gitmekte , fakat yanlış yaptıklarının farkında bile olmadan, doğru bir iş yapmanın verdiği gönül rahatlığı ile, kendi yanlışlarını doğru , doğruları yanlış olarak lanse ederek , kendilerinin tersi anlam verenleri tekfir etmekten dahi çekinmemektedirler.

"Arapça bilmeyenler Kur'an hakkında konuşamaz" şeklinde bir iddianın sahibi olmadığımızı hatırlatmakla birlikte , bazı konularda karar sahibi olmak için , o konu hakkında biraz daha detaylı bilgi sahibi olmak gerektiğini söylemek istiyoruz. Kur'an , kendi anlam sağlamasını kendi içinde yapan bir kitaptır. Bir kelimenin anlamı bağlı olduğu cümle içinde bağımsız olarak verildiği  zaman o anlam sırıtarak yanlışlığı belli olacaktır. Nekalen kelimesi örneğinde bunu somut olarak izah etmeye çalıştık.


Bu iddiamızın daha kolay anlaşılması için daha somut bir örnek vererek , "Ümmet" kelimesinin 2 ayetteki kullanılışı ile diğer ayetlerde kullanılışı ile arasındaki farkı göstererek anlatmaya çalışalım . 

[012.045]  Hapisteki iki kişiden kurtulmuş olanı, nice zaman (ba'de ümmetin) sonra Yusuf'u hatırladı ve: «Ben size bunu yorumlayacağım, hele beni gönderin» dedi.

[011.008] Şayet Biz kendilerine azap göndermeyi sayılı bir zamana (ümmetin ma'dudetinkadar ertelersek: «Bu azabı alıkoyan sebep nedir?» derler. İyi bilin ki o azap başlarına geldiği gün, artık onlardan geriye çevrilmez ve alaya aldıkları o azap, kendilerini çepeçevre kuşatmış olur.»

Yusuf s. 45. ve Hud s. 8. ayetlerine baktığımızda o ayetler içinde geçen "ümmetin" kelimesinin "ZAMAN-SÜRE" anlamında kullanıldığını görmekteyiz. Fakat aynı kelimenin ve türevlerinin geçtiği başka ayetlere baktığımız bu kelimenin "İNSAN TOPLULUĞU" anlamında kullanıldığını görürüz.

Şimdi kalkıp birisi , "bir kelime bir yerde başka bir yerde başka olmaz her yerde aynı olması lazım" şeklindeki teorisini, yukarıdaki ayetlere uygulayacak olursa ortaya çıkacak trajikomik durumu düşünmek bile istemiyoruz.

Verdiğimiz bu son somut örnek , anlatmaya çalıştığımız konunun anlaşılmasını büyük ölçüde kolaylaştırdığını düşünüyoruz. 

Sonuç olarak: Her dilde olduğu gibi , Arap dilinde de kelimelerin temel, yan, mecaz anlam şeklinde bazı kullanılışları bulunmaktadır. Bir kelimenin hangi anlamının kullanılması gerektiği , o kelimenin bağlı bulunduğu cümle , ayet ve konu ile yakından alakalıdır. Kelimeler cümle içinden koparılarak cümle ve konu bütünlüğünden bağımsız olarak anlaşılmaya çalışıldığı takdirde , büyük bir yanlışa imza atılmış olacaktır. 

Kur'an ayetlerini hevasına göre yorumlamak peşinde olanların en fazla kullandıkları olan bu yol sayesinde , Kur'ana istediğini söyletmek daha kolay hale gelmektedir. "Ben yaptım oldu - ben dedim oldu" mantığı ile yapılan bu işlemde yol , yordam , yöntem gözetilmemekte , yol , yordam ve yöntem, sanki öcü imiş olarak gösterilerek karalanmaya çalışılarak kendilerinin icat ettikleri yöntemler cici olarak gösterilmeye çalışılmaya çalışılmaktadır. 

Nekalen kelimesi üzerinden anlatmak istediğimiz durumun benzeri bir çok kelime, Kur'an içinde mevcut olup , ilerleyen zamanlarda bu kelimeler üzerinde örnekler göstermeye inşallah göstermeye devam etmeye gayret edeceğiz.


                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

15 Şubat 2016 Pazartesi

UYDURMA HADİSLER : Müslümanların 1400 Yıllık Ahlaki Sorunu

Hadis literatüründe , Muhammed (a.s) a ait olmayan ve ona atfen söylenmiş olan sözlere "Uydurma Hadis" denilmektedir. Bu tür hadisler, maalesef rivayet kitaplarında bolca bulunarak , şu anda yerleşik olan din algısının temelini oluşturmaktadır.Yazımızın konusu, bu hadislerin hangileri veya hangi yolla bilinebileceğine dair bir usul teklifi çerçevesinde değil,  bu hadislerin aynı zamanda büyük bir gayri ahlaki sorunun sonucunda ortaya çıktığı düşüncesinden  bakılarak, bu hadislerin sebep olduğu dini çöküntüyü ele almaya çalışmak olacaktır.

Kendisini Allah (c.c) nin dini olan İslam'a nispet ederek , "Ben Müslümanlardanım" diyen bir kimse , bu dinin kurallarını da kabul ederek, o kurallar ile kendisini bağlamış sayılmaktadır. Bilindiği üzere , İslam dininin en önemli özelliği, kişileri ahlak yönünden mükemmel bir insan haline getirmek olup, bu yönde bazı kurallar vaz eder. Bir toplumu oluşturan bireylerin ahlak yönünden mükemmel olmaları hem kendileri , hem de gelecek nesiller için dünya ve ahiretin garantisidir. Ahlaki yönden güvenilir olan insanların oluşturduğu bir topluluk , diğer insanlar için rol model teşkil ederek , örnek bir toplum oluşturma yönünde teşvik edicilik unsurudur.

[011.018]  Üstelik bir yalanı Allah'a iftira edenden daha zalim kim olabilir? Bunlar Rablerinin huzuruna arzolunacaklar, şahitler de şöyle diyecekler: «İşte bunlar Rablerine karşı yalan söyleyenlerdir». İyi bilin ki: Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir.

Hud s. 18. ve bir çok ayet, Allah'a karşı yalan ve iftira uyduranları "Zalim" olarak niteleyerek , bunların akıbetlerini bir çok ayette bizlere bildirmektedir.

"Yalan ve İftira"nın ,  Allah (c.c) tarafından büyük bir cürüm ve cezasının ne olduğu bir çok ayette beyan edilmiş olmasına rağmen , "Ben Müslümanlardanım" diyenlerin bir kısmı tarafından görmezden gelinerek , yalan ve iftira atmak sanki emir gibi algılanmış,  bunun sonucunda yalan ve iftiralar ile dolu bir rivayet müktesebatı İslam toplumuna kazandırılmıştır.

Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında kabilecilik asabiyetinin körüklediği  bir takım olaylar , Müslümanların fırkalara ayrılmak suretiyle bölünmelerine sebep olmuştur. Ortaya çıkan bu fırkaların tamamı kendisini haklı ve doğru yolda , karşı fırkayı haksız ve yanlış olarak görmekte idi. Bu fırkalar kendi haklılıklarını dini bir temele oturtmak için ayet ve hadisleri , insanlara baskı amacı olarak kullanarak, onları istismar aracı haline getirmişlerdir.

Bu fırkalar kendi haklılıklarını veya karşı fırkanın haksızlığını, bazı Kur'an ayetlerini kendilerini tasdikler veya karşılarındakini kötüler mahiyette yorumlamaya giderek , Allah (c.c) nin kitabını kirli emellerine alet etmekten çekinmemişlerdir.

Olay sadece Kur'an ayetlerinin yorumlanması ile bırakılmayarak , işin ucu Muhammed (a.s) a da dokundurulmuş , ve bu konuda ondan da yardım istenmiştir!!. Bir çok ayette "Ben gaybı bilmem" diyen bir elçinin , "Sen bilmezsen biz sana bildiririz" diyen ümmetleri sahneye çıkarak, "Ben gaybı bilirim!!" diyen bir peygamber portresi yaratılmıştır

Hal böyle olunca , artık "Ben gaybı bilirim!!" diyen Muhammed (a.s) , Hanefi mezhebi taraftarlarının elinde Ebu Hanife nin çıkacağını ve güneş gibi doğacağını , İmam Şafii nin kötü biri!! olduğunu, Şafii mezhebi taraftarlarının elinde , İmam Şafii nin güneş gibi , Ebu Hanife nin kötü biri !! olarak çıkacağını önceden haber veren , peygamber tapıcılarının elinde kainatın yüzü suyu hürmetine yaratılan biri , Haricilerin düşmanlarının elinde onların "Cehennem köpekleri" olacağını haber veren bir peygamber haline getirilmiştir.

Ortaya çıkan fırkaların itikadi meselelerdeki tartışmalarını destekleyen veya o fırkaların yanlış olduğunu söyleyen !! Muhammed (a.s) , örneğin ; Haricilerin "Büyük günah işleyen kafirdir" iddialarını ret eden Mürcie fırkasının elinde ,"Şefaatim ümmetinden büyük günah işleyenler içindir" diyerek !! , Mürcie fırkasını destekleyen , Harici fırkasını köstekleyen bir peygamber haline getirilmiştir. 

Şianın bazı sahabelere karşı olan tutumuna karşı Sünni cenah tarafından "Ashabım gökteki yıldızlar gibidir hangisine uyarsanız hidayete erersiniz" , Şii cenah tarafından Ali nin faziletlerine dair sözler söyletilerek , fırkaların düşüncelerine uygun bir peygamber ortaya çıkarılmıştır.

Uydurma hadisler ile ilgili kitaplarda, bu konularda bolca örnekler bulunabileceğini hatırlatarak , esas konumuz olan bu meselenin ahlaki boyutuna gelelim;

Adından anlaşılacağı üzere "Uydurma Hadis" denilince , Muhammed (a.s) adına yalan ve iftira olarak söylenen sözler akla gelmektedir. "Yalan ve İftira" kelimelerinin bizlerin  hayatında asla yer almaması gerektiğine rağmen , bu kelimeler geçmişte bir kısım Müslümanın hayatında olmazsa olmaz biçimde yer almış , ve Muhammed (a.s) ın söylemediği ve asla söyleyemeyeceği sözleri , onun söylediği iddia edilerek o elçiye karşı yalan ve iftira isnat etmekten geri durmamışlardır.

Hadis literatüründe , "Uydurma Hadisler" adlı bir kategorinin olması bile , biz Müslümanlar açısından ahlaki bir zaafın göstergesi olup , bizlerin güvenilirlilik derecesi konusunda soru işaretlerin oluşmasına sebebiyet veren bir durumdur. Geçmişimizde böyle karalar karası bir sayfanın olması , bize karşı olanların elinde koz olarak yeri geldikçe kullanılmaktadır.

Bu durum , bizim dışımızdaki bazı insanların haklı olarak , "Siz kendi peygamberinize bile yalan isnat etmekten geri durmayan bir topluluksunuz , bize nasıl yalan ve iftiranın yanlış olduğunu söyleyebilirsiniz?" şeklinde sözleri ile bizi karşı karşıya bırakmaktadır.

Bazı insanların geçmişte yaptıkları hatalar yüzünden, bütün Müslümanların töhmet altında bırakılamayacağını hatırlatarak , geçmişimizdeki yapılan bu hataların, özellikle "Hadis" adı altında gelen rivayetlerin daha titiz ve daha dikkatli bir biçimde okunmasını ve ele alınmasını gerekli kıldığını bizlere göstermektedir. Üstüne üstlük , "Hadis" adı altında gelen rivayetlerin ,Kur'andan önde tutulmasına dayanan bir din algısının hakim olması , bizleri bu konuda daha daha dikkatli olmamızı gerekli kılmaktadır.


Geçmişteki gayri ahlaki davranışlar neticesinde rivayet kitaplarına girmiş olan Muhammed (a.s) a atılan yalan ve iftira sözlerin büyük bir kısmı , bugünkü yerleşik din algısının temelini oluşturmuş olması , geçmişte yapılan ahlaksızlığın bizleri nerelere getirdiğinin görülmesi açısından acı bir tablodur. 

Son yıllarda Kur'anın daha fazla gündem olmaya başlaması Kur'an - Hadis savaşı şeklinde bir mücadelenin başlatılmasına sebep olmuştur. Muhammed (a.s) ın Kur'ana aykırı bir söz söylemesinin mümkün olmadığından hareketle , ona atfedilen ve Kur'an ile herhangi bir çelişkisi olmayan sözlerin problem teşkil etmediğini hatırlatarak , asıl problemin ona atfedilen fakat Kur'an ile çelişen sözlerde olduğu muhakkaktır. 

Çeşitli saikler sebebi sonucu, üzerinde karizmatik bir yapı oluşturulmuş olan Buhari ve Müslim gibi rivayet kitaplarında yer alan bir çok rivayetin, Kur'an ile çeliştiği bir gerçektir. Ancak bu rivayet kitapları öyle bir korunma altına alınmıştır ki neredeyse "Kur'anda şüphe olur onlarda olmaz" kabilinden bir tutum içinde, bu kitaplardaki rivayetler savunulmakta ve bu rivayetlerin elden gitmesinin dini çökmesi anlamına geldiği iddia edilerek, bu kitaplar elde tutulmaya çalışılmaktadır. 

Hatta bu kitaplara iman etmenin Allah (c.c) emri olduğu yalan ve iftirası atılarak , insanların bu kitapların oluşturduğu din algısı üzerinde kalmaları için, geçmişte dedelerinin yaptıkları ahlaksızlıkların bir benzerini , bugün onların torunları yapmaktadır.

Geçmişte Muhammed (a.s) a atfen uydurulan sözler üzerine bina edilmiş din anlayışının , bugün bazı kesimler tarafından hararetli bir şekilde savunulmaya çalışılması, bir başka ahlaki sorunu doğurmaktadır. Geçmişle yüzleşerek, Muhammed (a.s) adına uydurulan yalan ve iftiraları temizlemeye çalışmayı görev edinmesi gereken  insanların , yalan ve iftirayı savunmak şeklinde bir göreve soyunarak , bu yalanları temizleme düşüncesinde olanlara karşı amansız bir savaşa girişmiş olmaları da geçmişte yapılan gayri ahlakiliğin, bugünde sürmesine sebep olmaktadır. 

Ahlak yönünden dünyaya örnek olmamız gereken biz Müslümanların , geçmişte yapılan hataları savunarak , o hatalar üzerine kurulu binayı var gücümüzle savunmaya çalışmak , bizleri yalan ve iftiraları savunan bir topluluk haline getirmekle birlikte , İslam dininin yaşanan dünya ile bağı olmayan bir din olarak görülmesine sebep olmaktadır. Hala uydurma rivayetler aracılığı ile İslam düşüncesi içine sokulan "Mehdi" adında bir kişinin gelerek , bizleri ve dünyayı refaha çıkaracağı düşüncesi ile avunan biz Müslümanların , bu kafa ile dünyaya ne gibi bir sözü olabilir?.

Şefaat ve kabir azabının olup olmadığı , İsa nın gelip gelmeyeceği , hadis ve sünnetin vahiy olup olmadığı , peygamberin haram helal koyma yetkisinin olup olmadığı gibi tartışmalar içinde boğulup giden biz Müslümanların, yüzlerce yıldır bitmeyen bu tür tartışmalar yerine insanlığı kucaklayan bir çağrı üreterek , tüm dünya mazlumlarının umudu olma zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir. 

Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki ; Geçmişte yalan ve iftiralar üzerine kurulu bir din algısının savunmasını yapmanın , ne bizlere ne de "Müslüman" olmanın getirdiği diğer insanlara karşı olan bazı sorumluluklarımızı yerine getirmeye faydası olacaktır. Bu tür kavgalar ancak bizleri birbirleri ile kavga ederek güçsüz duruma düşmemizden haz alacak kimselere fayda sağlayacak, ve onların dünyada istedikleri gibi at oynatmalarına meydan verecektir.

Sonuç olarak ; İnsanlara her türlü yönden güzel örnek olması gereken biz Müslümanlar , ahlak yönünden dünyada yaşayan bütün topluluklara örnek olmamız gerekirken, bunun tersi bir durum ile, bir insanın yapabileceği ahlaksızlığın en büyüğü olan Allah ve elçisine yalan ve iftiralar düzerek bir insanın yapabileceği en büyük zulmü işleyen örnek topluluklardan biri olarak dünya sahnesinden yer almaktayız.

"Uydurma Hadisler" adlı bir kategorinin açılarak, yalan hadislerin ayıklanması metodunu ihdas eden hadis usulünün böyle bir yola başvurması bile, biz Müslümanların ahlaki bir sorun içinde olduğunun en büyük bir göstergesidir. Bir kısım Müslüman, sadece kendi çıkarlarına hizmet ettirmek için Muhammed (a.s) ı oyuncak gibi kullanarak, istedikleri sözü ona söyletmeyi dini bir görev bilmişlerdir. 

Geçmişte yapılan bu ahlaksızlığın bugün izlerinin silinmesi için yapılan çalışma ve tartışmaları , baltalamak ve bu tartışma içinde olanları "Peygamber Düşmanı" olmakla suçlamak , yavuz hırsız misali ev sahibini hırsızlıkla suçlamak anlamına gelmektedir.

Eğer ortada bir düşmanlık varsa , bu düşmanlık geçmişte Muhammed (a.s) adına uydurulan yalan ve iftiralar üzerine kurulu din algısının yıkılmaması için var gücü ile mücadele edenlere atfedilerek "Peygamber Düşmanı" etiketinin bu kişilere takılması daha doğru olacaktır. 

RABBİMİZ BİZLERİ, PEYGAMBERE DOSTLUK ADI ALTINDA, ONA UYDURULAN YALANLARI SAVUNMAK SURETİ İLE , ONA DÜŞMANLIK YAPANLARIN ŞERRİNDEN MUHAFAZA ETSİN. 

19 Ağustos 2014 Salı

Hırsızlık Cezası Bağlamında Had Cezalarının Uygulanabilme Sorunu

İnsanlar yaratılış itibarı ile birlikte yaşamaya uygun bir yapıya sahiptirler , bu birliktelik bir kısım insanın diğer bir kısım insana karşı olarak hak ihlallerini de beraberinde getirdiği malum bir durumdur. Birlikte yaşamak demek, o insanların tabi olmak zorunda olduğu bir takım kurallara uymak zorunda olması demektir,hiç bir insan diğer bir insana canının istediği şekilde haksızlık yapmaya hakkı yoktur,böyle bir cürüm işlediği takdirde toplumun ceza kuralları devreye girerek haksızlık yapanı cezalandırır.

Allah cc alemlerin yegane rabbi ve ilahı olarak arz üzerinde yaşayan insanlara tabi olacakları kuralları elçileri vasıtası ile bildirerek dünya ve ahirette huzurlu bir hayat sürmelerini temin etmiştir. Son elçi Muhammed as vasıtası ile gönderdiği kitap, diğer kitaplar gibi arz üzerinde yaşayan insanların dünya ve ahiretteki huzurlarını sağlamak için bir takım emirler ve nehiyleri kapsamakta olup , bunlara işlenen bazı suçlara verilecek olan cezalarda dahildir. 

Kur'anda , hırsızlık ,cinayet , zina, iftira,yol kesicilik gasp gibi suçlara verilecek olan cezalar beyan edilmiştir. Bugün bu cezaların uygulanabirlik sorunu tartışılmakta olup , tarihselci görüşe sahip olan bir kısım insan özellikle hırsızlık cezasının uygulanabirliği konusunda, "cezada asıl olan caydırıcılık ise bu caydırıcılığı el kesme ile yapmak zorunda değiliz" türünden görüşler beyan ettiğine şahit olmaktayız. 

Bizce asıl konuşulması gereken şey 1400 sene inen bir kitabın muhatapları zamanındaki hırsızlık şeklinin bugün daha geniş bir alana yayılmış olması nedeniyle her suça aynı ceza verilir mi konusu olmalıdır. Bu yazımızda başta hırsızlık cezası olmak üzere had cezalarının kur'anda beyan edildiği şekli ile nasıl uygulanabileceği konusu üzerinde durmaya gayret edeceğiz. 

 [005.038]  Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak, ellerini kesin. Allah Güçlü'dür, Hakim'dir.

Maide s. 38. ayeti üzerinde bir takım modernist yorumlar ile el kesme cezasının hakiki bir anlam olarak değil mecazi bir anlam olarak anlaşılması gerektiğini düşünenler ile ilgili olarak burada herhangi bir konuya girmeyeceğiz , bu konu ile ilgili olarak müstakil bir yazımız mevcuttur. 

Yazacak olduğumuz görüşler İslam kanunları tarafından yönetilen bir belde olduğu varsayımı ile olacağı için ve böyle bir beldede önce suçun önlenmesine yönelik tedbirler alınması zorunluğu olması gerektiğinin bilinmesi gerekmektedir. Siz eğer hırsızlık yapmayı gerektirecek kadar insanları aç bırakırsanız hırsızlık yapana vereceğiniz ceza zulüm olacaktır öncelikle bunun bilinmesi gerekir , bütün önlemler alındıktan sonra eğer bir kişi hırsızlık yapıyorsa ona verilecek ceza hak olacaktır. Ömer r.a nın kıtlık zamanı hırsızlık cezasının uygulamadığı rivayetleri böyle bir kaygının ürünü olup Ömer r.a nın yapmış olduğu içtihat örnek bir davranıştır. Hatırlatmak isteriz ki bu görüşleri hukukçu kimliği olarak değil , Müslümanlar arasında konuşulan bir konuya dair bir görüş beyanı olarak okunmalıdır.

 Kur'anın hırsıza verdiği el kesme cezasından maksadın caydırıcılığı kuvvetli ve başkalarına ibret olması gereken bir ceza olduğu muhakkaktır. Bu cezayı bugüne taşıyacak olursak karşımıza değişik hırsızlık cezaları çıktığı zaman her hırsızlığa bu cezayı uygulayabilirmiyiz sorusu haklı olarak sorulacaktır.

Bugün bize herhangi bir beldeyi verip , "Alın burayı sadece Kur'ana göre yönetin" deseler elimizde olan kur'ana göre bir beldede ortaya çıkan suçlara kitabın içinden gerekli olan cezayı bulamayacağımız muhakkaktır , 1400 sene öncesindeki yaşanan hayatın şartlarına göre yaşadığımız zaman şartları içinde hırsızlık olarak görülebilecek bir çok farklı suç ortaya çıkmıştır. Adam kitap yazıyor başkası onun kitabının korsan baskı yaparak satıyor ve yazarın emeğini çalıyor,ha keza sanatçı bir müzik albümü çıkarıyor hemen onun korsanı yapılarak sanatçının emeği çalınıyor bu örnekleri çoğaltmak mümkündür ,  her hırsızlık el kesmeyi gerektirecek bir cezayı mı gerektirir? sorusu burada ortaya çıkarak cevap beklemektedir.
 
Mezhep ve içtihat kavramları bugün özellikle sadece kur'an söylemi içinde olan bir takım insanların nefret ettiği bir kelimedir. Biz bu kelimelerin geçmişte içinin nasıl doldurularak hatalar yapıldığı konusunu konuşmayacağız , ancak bu kelimelerin geçmişteki işlevinin gerekli olduğunu savunarak bu gün Kur'anın hayat içinde uygulama sorunu diyebileceğimiz , ceza konusundaki her ihtiyaç olan ayeti kur'anda bulamayacağımız bizleri bu iki kelime ile ifade edilen şeyleri yapmaya mecburen sevk edecektir. 

Bugünün şartları içinde karşımıza çıkan farklı hırsızlık suçlarına tek tip bir ceza uygulamanın mümkün olmayacağı açıktır. Hukukçular , karşılarına çıkan hırsızlık suçunun ağırlığı nisbetinde bir ceza öngörüsü yapabilir bunun adı İÇTİHAT , eğer hukukçuların her biri karşılarındaki suça farklı cezalar öngörüyorlarsa bunun adı da MEZHEP olacaktır. Bir kısmımızın nefret ettiği bu iki kelime şayet kur'an ile bir yönetim tarzı ortaya konulacak ise olmazsa olmazlardan olarak karşımıza çıkacaktır. Kur'an ceza mantığı olarak caydırıcılık ve başkalarına ibret öngörmekte, suçluya acıma duygusu içinde bir hafifletme öngörmemektedir. 

Bugün eğer kur'an ile bir yönetim şekli sergilemek durumunda kalırsak karşımızdaki sorun kur'andaki cezaların uygulanabilirliğinden çok Kur'anda net olarak belirtilmeyen suçlara karşı verilecek cezalar veya genel çerçevesi çizilmiş olan suçların hangisine denk olarak bu cezaların verileceği sorunudur. 

 [005.033]  Allah ve Peygamberiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezası öldürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayakları kesilmek ya da yerlerinden sürülmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara ahirette büyük azab vardır.

Maide s. 33. ayetinde bir had cezası görmekteyiz ," yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların" şeklinde bir ibarenin altını nasıl dolduracağımız yine net bir şekilde belirtilmemiştir. El ve ayağın çapraz kesilmesi veya sürülmesi şeklinde bir cezayı hak edenler aynı şekilde hukukçuların içtihadı ile belirlenecektir. 1-öldürülmek 2-el ve ayağın çapraz kesimi 3- sürülmek şeklinde beyan edilen 3 farklı ceza çeşidi suçun derecesine göre tayin edilerek uygulanacaktır. Bu uygulamadan önce hangi suça hangi ceza verileceği hukukçuların tayini ile olacaktır. 

 [004.016]  İçinizden zina eden iki kimseye eziyet edin, tevbe edip düzeltirlerse onları bırakın. Doğrusu Allah tevbeleri daima kabul ve merhamet eder.

Nisa s. 16. ayetinde zina eden iki erkeğe eziyet edilmesinin nasıl olacağı yine Kur'anda belirtilmemiştir. Eziyet şeklinde ifade edilen kelimenin altını doldurmak herhalde işkence olmayacaktır, bu zina türü bugün tedavi edilebilir bir noktaya gelmiş olup , eziyet kelimesinin altını , "o tür fiil işleyenleri o fiilden uzaklaştırmak için gerekli olan işleri yapmak" şeklinde dolduracak olursak tedavi olmak isteyene tedavi ile , istemeyeni o fiili yapmaması için lazım gelen engellemenin hukukçuların tayini yani içtihadı ile belirlenmesi gerekir. 

[004.015]  Kadınlarınızdan zina edenlere, bunu isbat edecek aranızdan dört şahid getirin, şehadet ederlerse, ölünceye veya Allah onlara bir yol açana kadar evlerde tutun.

 Nisa s. 15. ayeti kadınların birbiri ile olan zinasında uygulanacak olan yolu belirlerken yine ucu açık olarak uygulamayı insanların içtihadına bırakmıştır. Evler de tutmak onları hapis ederek bu işi yapmalarını engellemek demek olup eğer ıslah olmak istiyorlarsa onların ıslah olmasına yönelik her türlü tedbir alınması gerekmektedir, tevbe etmeleri onların bu işi bir daha yapmamaları demek olup bu tevbelerini kolaylaştıracak tıbbı tedavi dahil her türlü önlemin alınarak onlar topluma kazandırılacaktır.

Zina ve hırsızlık suçlarının cezalarına baktığımız zaman bu cezadaki maksatlardan birinin o suçu işleyeni toplum içinde ifşa etmek ve bu suçu işleyenlere acımamak gibi bir şeye matuf olduğu anlaşılmaktadır. Böyle bir maksadı gözeterek kur'anda cezası bulunmayan tecavüz suçunun cezası zina cezasından daha ağır olmak şartı ile hukukçuların içtihadı ile belirlenecektir. 

[002.178]  Ey İnananlar! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı: Hür ile hür insan, köle ile köle ve kadın ile kadın. Öldüren, ölenin kardeşi tarafından bağışlanmışsa, kendisine örfe uymak ve bağışlayana güzellikle diyet ödemek gerekir. Bu, Rabbiniz'den bir hafifletme ve rahmettir. Bundan sonra tecavüzde bulunana elem verici azab vardır.

Cinayet suçunun cezası ile ilgili olarak , maktulun yakını tercih ettiği takdirde katilin diyet ödeyerek kurtulma şansı vardır , bu diyetin tespiti yine kur'an tarafından tayin edilmemiş yaşandığı zaman ve mekanın şartlarına bırakılmıştır. Bu şekil bir ucu açıklık kur'anın had cezalarının tarihsellikten evrenselliği çıkarılması anlamını taşır , insiyatifi insanlara bırakarak yaşandığı zaman ve mekanın şartlarına göre değişkenlik arz eden şartlara uyum sağlamak amacı güdülmektedir.

Nisa s. 92. ayetinde hata ile adam öldürmenin hükmü beyan edilirken diyet olarak "mü'min bir köle" azad edilmesi gerektiği buyurulmaktadır, bugün içinde bulunduğumuz şartlar bizi bu şekil bir diyet ödemekten mahrum kılmış olması kölelik müessesesinin yeniden canlandırmaya mecbur bıraktığını söyleyemeyiz , bu şekil bir diyet yerine hukukçuların bunun yerini tutacak bir diyet içtihadında bulunmaları gerekmektedir.

Sonuç olarak ; kur'an insanların dünya hayatını düzenleyen bir takım kurallar getirmiştir , bu kuralların içinde insanların birbirlerinin haklarını çiğnedikleri zaman dünya hayatında onlara uygulanacak olan cezalarda mevcuttur. 1400 yıl önce belli bir zaman ve mekana hitab eden bir kitab olarak inen kur'andaki had cezalarını sadece o zaman has kılırak tarihselliği gömmek taraftarı değiliz. 

Kur'an insanlar için kıyamete kadar hayat rehberi olacaksa ki olacaktır , o zamana kadar yaşayacak insanların ihtiyaçlarına uygun düzenlemeler getirmiştir. Had cezalarındaki maksat üzerinden gidilerek kur'anda net olarak hükmü bulunmayan bazı suçların hukukçular tarafından tayin edilerek uygulanmasına açık kapı bırakılmış olması kur'anın eksik olması değil onun çağlara hitap eden bir kitap olmasındandır. Bu açıdan bakıldığında bir beldenin yönetimi eğer kur'an ile olacaksa öncelikle o suçları işlemeye sevk edecek unsurların ortadan kaldırılarak suça teşvik edilmesi ortadan kaldırılır , bu sağlandıktan sonra eğer birisi suç işlerse caydırıcı ve başkalarına ibret olacak şekilde cezalandırılır ki bir daha bu suçun işlenme olasılığı azalsın. 

Bu noktada "sadece kur'an" söyleminin bazı sıkıntılı tarafları da ortaya çıkmış olduğunu belirtmek isteriz. Eğer bir belde sadece kur'an içindeki hükümler ile yönetilecek diye bir düşüncemiz olduğu takdirde Kur'an içinden bütün hükümleri net olarak bulmamız imkansızdır. Burada insan faktörü devreye girerek kur'anda net olarak hükmü bulunmayan konularda yine Kur'an mantığından hareketle uygun çözümler bulmak hukukçulara düşmektedir. Hukukçuların bu şekil bir çıkarım çalışmasının adı içtihat , hukukçuların kendi aralarında aynı konu üzerindeki farklı görüşleri mezhep olacaktır , her ne kadar bu iki kelimeden bazılarımız ürperse de kur'anı eğer insan yönetiminde kullanacak olursak bu iki kelime ile ifade edilen işler mutlaka olacaktır. 

Yine hatırlatmak isteriz ki , bugün konuşulması gereken şey öncelikle kur'anın hayat içindeki kuralları düzenleyen bir kitap olduğu ve had cezalarının uygulanabirliğinden ziyade Kur'anda hükmü bulunmayan cezaların veya çağdaş ihtiyaçların , Kur'ana bağlı kalarak hüküm çıkarma kabiliyetine haiz olan hukukçuların yetiştirilmesi çabası olmalıdır .

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.