Anlam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Anlam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Temmuz 2019 Perşembe

Süleymaniye Vakfı Mealinde Nur s. 33. Ayetine verilen Anlam Üzerinde Bir Mülahaza

Kur'an, kendi iç bütünlüğünde anlam örgüsüne sahip bir kitap olmasından dolayı, indi düşüncelerini Kur'an'a onaylatmak isteyenlerin ayaklarının tökezleyerek deşifre olmasını sağlamaktadır. Çünkü bu kimseler, bir ayette geçen kelimeyi doğru çevirirken, başka bir ayette geçen aynı kelimeyi, indi düşüncelerini kitaba onaylatmak amacı içinde olduklarından dolayı farklı çevirmek suretiyle, çelişkili bir anlama imza atmaktadırlar.

Bu yazımızda, Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan Kur'an mealinde Nur s. 33. ayetine verilen anlam üzerinde durmaya, ön yargılı bir okumanın nasıl bir çelişkiye imza atılmasını sağladığını göstermeye çalışacağız.

Ayetin Arapça metni, ve vakıf tarafından yapılan meali şöyledir: 

وَلْيَسْتَعْفِفِ الَّذِينَ لَا يَجِدُونَ نِكَاحًا حَتَّىٰ يُغْنِيَهُمُ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ ۗ وَالَّذِينَ يَبْتَغُونَ الْكِتَابَ مِمَّا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ فَكَاتِبُوهُمْ إِنْ عَلِمْتُمْ فِيهِمْ خَيْرًا ۖ وَآتُوهُمْ مِنْ مَالِ اللَّهِ الَّذِي آتَاكُمْ ۚ وَلَا تُكْرِهُوا فَتَيَاتِكُمْ عَلَى الْبِغَاءِ إِنْ أَرَدْنَ تَحَصُّنًا لِتَبْتَغُوا عَرَضَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ۚ وَمَنْ يُكْرِهْهُنَّ فَإِنَّ اللَّهَ مِنْ بَعْدِ إِكْرَاهِهِنَّ غَفُورٌ رَحِيمٌ

Evlenme imkânı bulamayanlar, Allah tarafından ihtiyaçları karşılanıncaya kadar kendilerine hakim olsunlar. Eliniz altındaki esirlerden hürriyet sözleşmesi (kitabet) yapmak isteyenlerde bir iyi tutum biliyorsanız sözleşmeyi yapın. Allah’ın size verdiği maldan da onlara verin. Eğer evlenmek isterlerse dünya hayatının geçici menfaatinin peşine düşerek kızlarınızı isyana zorlamayın. Kim onları zorlarsa, zorlanmalarından sonra Allah onları bağışlar, ikram eder.[*] 


 Yapılan mealin altına vakıf tarafından yazılan dipnot ise şöyledir: Yazılan dipnotta


[*] Bakirelerle ilgili müteşâbih âyet:
Şu âyet, evlenecek genç kızlara baskı yapılmasını yasaklamaktadır.
وَلَا تُكْرِهُوا فَتَيَاتِكُمْ عَلَى الْبِغَاءِ إِنْ أَرَدْنَ تَحَصُّنًا لِتَبْتَغُوا عَرَضَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَمَنْ يُكْرِهْهُنَّ فَإِنَّ اللَّهَ مِنْ بَعْدِ إِكْرَاهِهِنَّ غَفُورٌ رَحِيمٌ
“Evlenmek isterlerse kızlarınızı, şu hayatın malını arzu ederek aşırı davranışlara zorlamayın.” (Nur 24/33)
Ayette geçen فَتَيَات = genç kızlar, bakire kızlardır.
إِنْ أَرَدْنَ تَحَصُّنًا (in eredne tehassunen) =evlenmek isterlerse, anlamına gelir.
تَحَصُّنً = tehassun kelimesinin buradaki anlamı muhsana olmaktır. Muhsana, Nisa 4/24. âyette evli,  Nisa 4/25. âyette de namuslu anlamında kullanılmıştır. Gençliğinin baharında olan genç kızlar zaten namuslu olacakları için âyetin anlamı “evlenmek isterlerse” şeklindedir. Bu âyet evlenme ile ilgili olduğundan başka bir anlama çekilmesi imkânsızdır.
Kur'ân, makrû’ (مقروء) = bütünlük ve küme anlamında isim olarak da kullanılır. (Lisan’ul-arab) Kelimenin çoğulu yoktur; tekil için de çoğul için de kullanıldığı için kur’ân = قُرْآن kelimesine “kur’ânlar” diye de anlam verilebilir.
Ayet kümeleri, işlenen konu açısından aralarında benzerlik bulunan ayetlerin, bir araya getirilmesiyle oluşturulur. Küme tamamlanmadan istenen açıklamaya ulaşılamaz. Allah Teâlâ şöyle demiştir:
Onu kur’ânlar halinde böldük ki insanlar müks içinde iken onu onlara okuyasın. (İsrâ 17/106)
Müks = مُكْث, “durup beklemek” demektir. Ayetlerin açıklamasına ancak bir ilim heyeti birlikte ulaşabilir. İlgili ayetlerden biri de şöyledir:
Bu bir kitaptır ki, ayetleri; bilenlerden oluşan bir topluluk için Arapça kur’ânlar halinde açıklanmıştır. (Fussilet 41/3)
Bu yöntem sahabeden sonra unutulmaya başlandığı için ayetlere verilen meallerde büyük yanlışlar vardır. Buradaki meal, o yanlışlardan biridir.

Yazılan dipnotta geçen "Şu âyet, evlenecek genç kızlara baskı yapılmasını yasaklamaktadır."cümlesi, vakfın ön yargılı bir okumasının örneğini göstermektedir. Çünkü vakıf bu ayetten evlenecek genç kızlara baskı yapılmaması gerektiğini, ayete söyletmeyi amaçlamaktadır.

Vakıf mealinde, ayet içinde geçen فَتَيَاتِكُمْ kelimesinin, "genç kız, bakire kız" anlamına sahip olduğu belirtilmektedir. Aynı kelime Nisa s. 25. ayetinde de geçmekte, fakat aynı kelimeye vakıf Nisa s. 25. ayetinde farklı bir anlam vermektedir.,

Nisa s. 25. ayetine vakıf tarafından verilen anlam şu şekildedir:

Mümin, iffetli ve hür kadınları nikâhlayacak kadar varlıklı olmayanlar, hakimiyetiniz altında olan MÜMİN ESİR KIZLARINIZI nikahlayabilirler. İmanınızı en iyi bilen Allah’tır. Hepiniz birbirinizdensiniz[1*]. Onları (esir kadınları), iffetli /muhsana olmaları, zinadan uzak durmuş ve gizli dostlar edinmemiş olmaları şartıyla onları, ailelerinin[2*] izni ile nikahlayın ve mehirlerini kendilerine, marufa (Kur’an ölçülerine) uygun olarak verin. Evlendikten / muhsana olduktan[3*] sonra da zina etmiş olarak karşınıza çıkarlarsa onlara verilecek ceza, hür kadınlara verilen o cezanın yarısı kadardır[4*]. Bu ruhsat[5*], içinizden zor duruma düşmekten korkanlar içindir. Ama sabretmeniz daha iyi olur. Allah bağışlar ve merhamet eder. 

Mealde altını çizdiğimiz kelimelere dikkat edilirse, Nisa s. 25. ayeti içinde geçen مِنْ فَتَيَاتِكُمُ الْمُؤْمِنَاتِcümlesine, vakıf tarafından doğru şekilde "mümin esir kızlarınız" anlamı verilmiştir. Yani فَتَيَاتِكُمُ kelimesi, savaşta ele geçirilen kadın köle veya cariye olarak bildiğimiz bir anlama sahip olarak çevrilmiştir. Fakat aynı kelime Nur s. 33. ayetinde aynı anlamda çevrilmemiş, genç kız anlamı verilerek çevrilmiştir. 

Burada, "Bir kelime bütün ayetlerde aynı anlamda olmak zorunda mı, neden bir ayette farklı bir ayette farklı anlamda kullanılmış olmasın?" şeklinde bir soru sorulabilir. Arapçada bir kelimenin çok anlama sahip olmasından dolayı böyle bir durum elbette mümkündür ve bunun örnekleri Kur'an'da bulunmaktadır. Fakat bahsi geçen kelimenin, bir ayette esir kız, bir ayette genç kız anlamında kullanılmış olması kanaatimizce mümkün değildir. Kelimenin doğru anlamı esir kız yani genellikle cariye olarak bildiğimiz şeklindeki kullanımıdır. Her iki ayette de bu anlamın kullanılması gerekirken, vakıf tarafından yapılan mealde maalesef bunu görememekteyiz.

Peki vakıf neden bu kelime için farklı bir kullanım ihtiyacı duymuştur?. Bu sorunun cevabını dipnotta görmek mümkündür. Yapılan dipnottaki " Şu âyet, evlenecek genç kızlara baskı yapılmasını yasaklamaktadır."cümlesi her şeyi açıklamaktadır. Genç kızlara evlilik konusunda baskı yapılması elbette kabul edilebilir bir durum değildir, ancak bunu zorlamalarla ayetten çıkarmaya kalkmak ise, hiç kabul edilebilir değildir. 

Nur s. 33. ayet içinde kafaları karıştıran bir diğer cümle, cariyelerin yani esir kızların fuhşa zorlanması ile ilgilidir. Cümlenin metni şu şekildedir: وَلَا تُكْرِهُوا فَتَيَاتِكُمْ عَلَى الْبِغَاءِ إِنْ أَرَدْنَ تَحَصُّنًا لِتَبْتَغُوا عَرَضَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا

Cümlenin genel olarak yapılan çevirileri ise şu şekildedir:

"Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için, iffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın."
 Cümle içinde geçen عَلَى الْبِغَاءِ kelimesi, vakıf tarafından isyan anlamında çevrilmiş olmasına karşın, فَتَيَاتِكُمْ kelimesinin esir kız anlamında kullanılması gerektiğini dikkate aldığımızda, bu kelimenin, kadının kendisi için için belirlenmiş haddi aşmış olmasını ifade eden fuhuş anlamında kullanılmış olması daha isabetli görünmektedir. Çünkü Kur'anda bu şekilde kullanımı görülmektedir. 

الْبِغَاءِ kelimesinin kadın ile birlikte kullanıldığı zaman, kadının iffeti namusu ile ilgili kullanıldığına dair iki ayet örneğini, Meryem suresi içinde görmekteyiz. Bu suredeki ayetlerin mealini yine vakıf mealinden alıntı yaparak vermek istiyoruz.

(Meryem 19/20) --- Meryem dedi ki “Benim nereden çocuğum olacak; bana erkek eli değmedi. Yoldan çıkmış (bağıyyen)biri de değilim.” 

(Meryem 19/28) --- Ey Harun’un[*] kızkardeşi! Baban kötü bir kişi değildir, anan da yoldan çıkmamıştır (bağıyyen).” 

Meallerden de görüldüğü üzere vakıf, ayet içinde geçen bağıyyen kelimesini kadının iffeti namusu ile ilgili bir anlam vererek doğru şekilde çevirmiş, fakat Nur s. 33. ayeti içinde geçen الْبِغَاءِ kelimesini ise, isyan anlamı vererek çevirmiştir. Vakıf, Nur s. 33. ayeti içinde geçen kelimeye de Meryem s. 20. ve 28. ayetleri doğrultusunda bir anlam vermesi gerekirken, isyan anlamı vermiş olması, ön yargılarını ayete söyletmek istemelerinin bir sonucudur. 

Yine bu cümle içinde bulunan وَلَا تُكْرِهُوا فَتَيَاتِكُمْ عَلَى الْبِغَاءِ إِنْ أَرَدْنَ تَحَصُّنًا لِتَبْتَغُوا عَرَضَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ۚve ekseriyetle "Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için iffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın" olarak çevrilen cümle, eğer bir cariye kendi isteği ile fuhuş yapmak isterse, Kur'an buna müsaade mi ediyor? şeklinde bazı zihinlerde soru işaretlerine maruz kalmaktadır. 

Öncelikli olarak burada sorulması gereken soru, cümlenin çevirisinde herhangi bir sorun olup olmadığı noktasında olmalıdır. Yoksa mevcut mealler üzerinden gidilerek varılan bir sonuç, bizleri tıpkı bu cümlenin çevirisinde olduğu gibi yanlış iddialara ve düşüncelere sevk edebilir. 


Nur s. 33. ayetinin Muhammed Esed tarafından yapılmış olan çevirisinin daha makul olduğunu düşünerek, önce ayetin onun tarafından yapılmış olan çevirisini verecek, daha sonra ayet üzerinden tarihi arka planı okumaya çalışacağız. 

Muhammed Esed: 

Nur s. 33 ---- Evlenmeye imkan bulamayanlar, Allah kendilerine lütfuyla bu imkanı verinceye kadar iffetli davransınlar. Yasal olarak sahip bulunduğunuz kimselerden azatlık sözleşmesi yapmak isteyen olursa, kendilerinde iyi niyet görüyorsanız bu sözleşmeyi onlar için yazın; ve Allah’ın size bahşettiği kendi zenginliğinden onlara (paylarını) verin. Ve eğer evlenerek iffetlerini korumak istiyorlarsa, sakın, dünya hayatının geçici hazları peşine düşerek, (hürriyeti sizin elinizde bulunan) cariyelerinizi fuhşa zorlamayın; kim onları buna zorlarsa, bilsin ki, maruz kaldıkları bu zorlanmadan ötürü, Allah (onları) acıyıp esirgeyecek ve bağışlayacaktır!

Esed tarafından yapılan bu çeviri metnin gerçeğine daha yakın olup, ayet içinde geçen تَحَصُّنًا kelimesine, evlenmek sureti ile namuslu kalmak anlamı verilmiştir.

Kölelik sistemi nuzül dönemi insanlık aleminin bir gerçeği olup, Arap toplumu da bu gerçeği yaşamakta idi. Kadın ve erkek köle edinmek, savaşların bir parçası olup, Kur'an bu gerçeği kabul ederek, bir takım ıslah düzenlemelerine gitmiştir. Nur s. 33. ayeti de bu düzenlemenin bir parçasıdır. Şöyle ki: 

Köle statüsüne sahip olan bir kimse ücretli olarak çalışarak hürriyeti elde etme hakkını kazanabiliyor, cariye olarak bildiğimiz köle kadınlar ise bazı kimseler tarafından fuhuş sektöründe kullanılabiliyordu. Ayet, fuhuş sektöründe kullanılan cariyelerin bu işlerde kullanılmasını, evlenmek isteyenlere mani olunarak fuhuş sektöründe zorla çalıştırılmasını yasaklamaktadır.

Maalesef bir çok mealde yanlış anlamalara yol açabilecek olan "Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için iffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın" şeklinde bir çeviri yapılarak, bir çok kimsenin kafasında soru işaretlerinin oluşmasına yol açılmıştır. 

Sonuç olarak: Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan Nur s. 33. ayeti maalesef ön yargılara kurban edilmek istenilmiş, fakat Kur'an kendi iç bütünlüğünde bir anlam örgüsüne sahip olmasından dolayı, vakıf tarafından yapılan bu ayet meali yine kendi yaptıkları diğer ayet mealleri tarafından ret edilmektedir. 

Ayet  içinde geçen فَتَيَاتِكُمْ ve الْبِغَاءِ kelimeleri Kur'an bütünlüğüne riayet edilmemek sureti ile çevrilmiş, fakat vakıf bu hatası ile yine Kur'an tarafından tökezletilmiştir. Kendi yaptıkları meallerden örnekler vererek yaptıkları hatayı ortaya koymaya çalışmış olmamız, vakfın meal çalışmasında dikkatli davranmadığını göstermektedir.

Tavsiyemiz, vakfın ön yargılarını kırması ve yaptıkları ayet meallerinin diğer ayetler ile herhangi bir çelişki arz edip etmediğinin kontrole tabi tutulmasıdır.

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C.) BİLİR.

14 Ocak 2019 Pazartesi

Süleymaniye Vakfı Mealinde Al-i İmran s. 93. Ayetine Verilen Anlam Üzerinde Bir Mülahaza

Al-i İmran s. 93. ayetinin mealinin karşılaştırmalı olarak farklı meallerden okuyan bir meal okuyucusu, Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan mealde, bu ayetin mealinin diğer meallerden farklı olduğunu görecek, hangi mealin doğru olduğu yönündeki sorusuna cevap aramaya gidecektir. Yazımızın konusu bu ayetin hangi çevirisinin doğru olabileceği üzerinedir.

Öncelikle ilgili ayetin 94. ayet ile birlikte Arapça metnini ve Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan çevirisini vermek istiyoruz. 

كُلُّ الطَّعَامِ كَانَ حِلًّا لِبَنِي إِسْرَائِيلَ إِلَّا مَا حَرَّمَ إِسْرَائِيلُ عَلَىٰ نَفْسِهِ مِنْ قَبْلِ أَنْ تُنَزَّلَ التَّوْرَاةُ ۗ قُلْ فَأْتُوا بِالتَّوْرَاةِ فَاتْلُوهَا إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ

فَمَنِ افْتَرَىٰ عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ مِنْ بَعْدِ ذَٰلِكَ فَأُولَٰئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ

93- (Yahudiler dediler ki) Tevrat’ın indirilmesinden önce İsrail’in[1*] kendine haram kıldığı yiyecekler dışında bütün yiyecekler İsrailoğullarına helaldir. De ki: “İddianızda haklı iseniz Tevrat’ı getirin de okuyun bakalım.”[2*] 

94- Tevrat’ı okuduktan sonra kendi yalanını Allah'a mal edenler yanlış yapanlardır. 


[1*] Yakup (as)’nin lakabı İsrail’dir. Bu nedenle onun soyundan gelenlere İsrailoğulları denir. Tevrat’ın Musa aleyhisselama indirilen kitap olduğu söylenir ama Kur’an’da bunu doğrulayan tek bir ifadeye rastlanmaz. Bir âyet şöyledir: İçinde bir rehber ve nur olan Tevrat’ı biz indirdik. Allah’a teslim olmuş nebîler, Yahudiler arasında onunla hükmederler. Hocalar ve âlimler de Allah’ın kitabını koruma görevleri gereği onunla hükmeder, uygulamaya şahit olurlar. Siz, insanlardan korkmayın; benden korkun. Ayetlerimi geçici bir çıkara karşılık satmayın. Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler, ayetleri görmezlikte direnenlerdir (kâfirlerdir.) (Maîde 5/44)
Ya‘kūb aleyhisselamın on iki oğluna ve onların soyundan gelenlere esbât denir. Bakara 2/136, Al-i İmran 3/84 ve Nisa 4/162. âyetlere göre esbât içinden nebi olanlara da kitap indirilmiştir. Bunlardan İsa aleyhisselama İncil verildiği için (Mâide 46) Tevrat, Yakub aleyhisselamdan İsa aleyhisselama kadar İsrailoğulların nebîlerine verilen kitapların toplamından ibarettir.
[2*] Allah Teala şöyle demiştir: “Yahudilere tek tırnaklı hayvanların hepsini haram kıldık. Sığır ve koyunların sırtlarına ve bağırsaklarına yapışık olanlarla kemiklerine karışanlar dışında kalan iç yağlarını da haram kıldık. Bu, (batıl yolla) üstünlük kurma çabalarına karşılık onlara verdiğimiz cezadır. Biz elbette doğruyu söyleriz.” (En’âm 6/146) Bu ve benzeri âyetler inince Yahudiler bunu reddederek yukarıdaki sözleri söylemişlerdi. Halbuki Tevrat’a göre de Yahudiler, karada yaşayan hayvanlardan sadece çatal ve yarık tırnaklı olup geviş getirenleri yiyebilirler. Çatal tırnaklı olmayan deve, yaban faresi ve tavşan ile geviş getirmeyen domuz haramdır. Karada yaşayan gelincik, fare, kara kurbağası türleri, kirpi, bukalemun, kertenkele türleri, salyangoz ve köstebek gibi küçük canlılar da haramdır. (Bkz. Levililer 11, Tesniye 14)

Al-i İmran s. 93. ayetinin Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan meali ile, diğer mealler arasındaki fark, ayetin başında parantez içine alınmış olarak yazılan, Yahudiler dediler ki kısmıdır. Süleymaniye Vakfı tarafından yapılmış olan Al-i İmran s. 93. ayetinin mealinde, "  Tevrat’ın indirilmesinden önce İsrail’in kendine haram kıldığı yiyecekler dışında bütün yiyecekler İsrailoğullarına helaldir."  cümlesi, Allah (c.c) tarafından değil, Yahudiler tarafından söylenmektedir.  Ancak bu ayetin diğer meallerine, baktığımızda, bu sözün Allah (c.c) tarafından söylendiği görülmektedir. 

Tetkik etme imkanı bulduğumuz bütün meallerde, Al-i İmran s. 93. ayetindeki cümlenin, Allah (c.c) tarafından söylenmiş olan, ve Yakup (a.s) ın bazı kişisel nedenlerden dolayı yemediği yiyecekler dışındaki (o yiyeceklerin de helal olmasına rağmen, Yakup (a.s) tarafından bazı nedenlerden ötürü yenilmemektedir) bütün yiyeceklerin İsrailoğullarına helal olduğunu beyan eden bir söz olduğu anlaşılırken, Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan mealde ise, Allah (c.c) tarafından 94. ayette yalan olarak beyan edilen bir söz olduğu anlaşılmaktadır.

Süleymaniye Vakfı tarafından ayetin başına açılan parantezin içine yazılan Yahudiler dediler ki ifadesinin sebebini, ayetin altına açtıkları dipnotta belirtmektedir. Dipnotta, Yahudilerin Al-i İmran s. 93. ayetindeki sözleri söyleme sebebi olarak, Enam s. 146. ayeti gösterilmektedir. Yahudiler kendilerine bazı yiyeceklerin haram kılındığını beyan eden ayetler indiğinde bunu ret etmişler, kendileri için böyle bir haramlılığın olmadığını Al-i İmran s. 93. ayetteki sözler ile dile getirmişlerdir.

Ancak Enam s. 146. ayeti, her ne kadar Yahudiler ile ilgili ise de, bu ayet 136. ayetten başlayıp 153. ayete kadar giden bir bağlama dahildir. Bu bağlama sahip olan ayetlerin, Mekke müşriklerinin şirk inançları ile ilgili olduğu için, Mekke'de inmiş olması gerekmektedir. Vakfa göre Mekke'de inen bu ayete itiraz edenler, cevabı Medine'de inen bir ayette almışlardır.

Kanaatimizce vakıf tarafından Al-i İmran s. 93. ayetine verilen anlamda, Enam s. 146. ayetinin dikkate alınması hatalı bir yaklaşımdır. Eğer Yahudiler Enam s. 146. ayetine karşı bir itiraz getirmiş olsalardı, bu itirazları Al-i İmran s. 93. ayetinde olduğu gibi değil, "Allah bize özel olarak hiç bir şeyi haram kılmadı" gibisinden olması, veya ilgili ayet içinde açık ve net olarak diğer ayetlerde olduğu gibi "Galetil Yahudi" (Yahudi dedi ki) şeklinde bir Arapça metin olması gerekirdi. Yahudilerin Enam s. 146. ayetine getirdiklerini düşündüğü itiraz, ve bu düşünce yönünde vakıf meal yapıcılarının açtıkları ilave parantez, kanaatimizce yanlış bir parantezdir. 

Peki Al-i İmran s. 93. ayeti ile ilgili olan hangi ayetlerdir? denilirse, şu ayetleri sıralayabiliriz.

[003.093-94]  Tevrat'ın indirilmesinden önce İsrail'in kendisine haram ettiğinden başka bütün yiyecekler İsrailoğullarına helal idi. De ki: «Doğru sözlü iseniz Tevrat'ı getirip okuyun».Artık bundan sonra kim Allah'a karşı yalan düzüp-uydurursa, işte onlar, zalim olanlardır.

[004.160-1]  Yahudilerin haksızlıklarından, çoklarını Allah yolundan menetmelerinden, yasak edilmişken faiz almaları ve insanların mallarını haksızlıkla yemelerinden ötürü kendilerine HELAL kılınan TAYYİBATI onlara haram kıldık. Onlardan inkar edenlere, elem verici azab hazırladık.

[006.146]  Yahudilere tırnaklı her hayvanı haram kıldık. Onlara sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik yağları hariç, iç yağlarını da haram kıldık. Aşırı gitmelerinden ötürü onları bu şekilde cezalandırdık. Biz şüphesiz doğru sözlüyüzdür.

[016.118]  Yahudilere de, daha önce sana bildirdiğimiz şeyleri haram kılmıştık. Bununla Biz onlara zulmetmedik. Lâkin onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.

[003.050] Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak ve size HARAM kılınan BAZI şeyleri de HELAL kılmam için gönderildim. Size Rabbinizden bir ayet getirdim. O halde Allah'tan korkun, bana da itaat edin.



[007.157]  Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Nebi Resule uyanlar (var ya), işte o onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara TAYYİBATI helâl, HABAİSİ haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. Ona inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.

Al-i İmran 93. ve 94. ayetlerinde önceden helal olduğu halde İsrailoğullarına haram kılınan bazı yiyeceklerin haramlılığının arızi olduğu beyan edilmektedir. Nisa s. 160. ve 161. ayetlerinde bu arızi durumun gerekçesi beyan edilmekte, Al-i İmran s. 50. ayetinde ise bu arızi haramların bir kısmının İsa (a.s) a inen vahiy ile helal kılındığı beyan edilmektedir. Araf s. 157. ayetinde ise, geri kalan haramların tamamının Muhammed (a.s) ile birlikte sona erdiği beyan edilmektedir. 

Süleymaniye Vakfı'nın ilgili ayete böyle bir parantez açmasının diğer bir sebebi kanaatimizce şu olabilir: 

Ayetin ikinci cümlesi olan, "De ki: “İddianızda haklı iseniz Tevrat’ı getirin de okuyun bakalım"  cümlesinde geçen, İn küntüm sadıkin ifadesinin geçtiği diğer ayetlerde, bu ifade öncesinde genellikle, inkarcılar tarafından söylenen bir sözün olması, vakıf meal yapıcılarında Al-i İmran s. 93. ayetinin ilk cümlesinin de inkarcılar tarafından söylenmiş bir söz olabileceği kanaati uyandırmış olabilir. 

Al-i İmran s. 93. ayetini nasıl anlayabiliriz? dersek, şöyle bir cevabımız olabilir:

Medine'de bulunan Yahudiler muhtemelen, kendilerine özel kılınan bu haramlığın, Nisa s. 160. ve 161. ayetlerinde beyan edilen gerekçelere istinaden değil, Tevrat öncesine dayanan bir geçmişi olduğunu, sadece kendilerine değil bütün ümmetlere has bir yasak olduğunu savunuyor olmalıdırlar. Yahudilerin kendilerini Allah'ın oğulları ve sevgili kulları olarak görmüş olmaları (5. 18), kendilerine özel olarak kılınan böyle bir haramlılık ile uyuşmamaktadır. Allah (c.c) onların bu iddialarını, Al-i İmran s. 93. ayetinde öne sürerek, bunun aksini savunuyorlar ise, Tevrat'ı getirerek o kitapta bulunan bu konudaki beyanı ortaya koymalarını istemektedir.

Olayı şu karşılıklı konuşma üslubu içinde anlatacak olursak:

Yahudiler= Bu haramlar bize özel bir haram değil, tüm insanlara kılınan bir haramlıktır.

Allah (c.c)= İsrailoğullarına kılınan bu haramlıklar, Tevrat öncesi değil, Tevrat'ın indirilmesinden sonra, onların işledikleri bazı cürümler sebebi iledir. Aksini iddia eden varsa getirsin Tevrat'ı ortaya koysun.

Vakfın hatası, Nisa s. 160. ve 161. ayetleri dikkate almak yerine, Enam s. 146. ayetini dikkate almış olmasıdır.

[004.160-1]  Yahudilerin haksızlıklarından, çoklarını Allah yolundan menetmelerinden, yasak edilmişken faiz almaları ve insanların mallarını haksızlıkla yemelerinden ötürü kendilerine HELAL kılınan TAYYİBATI onlara haram kıldık. Onlardan inkar edenlere, elem verici azab hazırladık.

Bu ayetlere baktığımızda, İsrailoğullarına yapmış oldukları bazı yanlışlar sebebi ile onlara helal olan bazı yiyeceklerin, yaptıklarının bir cezası olarak haram kılındığı anlaşılmaktadır. Bu haramların ne olduğu ise Enam ve Nahl s. ayetlerinde beyan edilmektedir. 

Nisa s. 160. ve 161. ayetlerindeki gerekçelere istinaden, İsrailoğullarına helal olan bazı yiyeceklerin haram kılınma yolu, onlara gönderilen elçi ve kitap ile olması gerekmektedir. Çünkü Allah (c.c) kulları ile ilgili emir ve yasakları, o kullar içinden seçtiği insanlar aracılığı ile göndermektedir.

İsrailoğullarına verilen bu cezanın bilgi kaynağı elçiler olup, bu yasaklar onlara elçiler ve onlara inen kitap aracılığı ile bildirilmiştir. İsrailoğullarına inen kitabın isminin bize Tevrat olarak beyan edilmiş olması burada dikkate değerdir. İsrailoğullarına Musa (a.s) öncesinde de elçi ve kitap gönderildiğini hesap edersek, bu kitabın adının Tevrat olması gerektiği açıktır.

Al-i İmran s. 93. ayetini, Nisa s. 160. ve 161. ayetlerini dikkate alarak okuduğumuz şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır: 


Allah (c.c) İsrailoğulları dahil olmak üzere, tüm kullarına Tayyibat olarak beyan ettiği yiyecekleri helal kılmıştır (2. 168/  5. 4-5-88/ 16. 114). İsrailoğullarına helal olduğu halde sonradan haram edilen tayyibatın, onlara elçileri aracılığı ile bildirilmiş olması gerektiğine göre, Tevrat'ın indirilmesinden önce böyle bir yasağın da olmaMAsı icap etmektedir. İşte Al-i İmran s. 93. ayeti bu durumu beyan etmektedir. O zaman bu ayetteki sözün İsrailoğullarına değil, Allah (c.c) ye ait olması gerekmektedir.

Sonuç olarak: Süleymaniye Vakfı mealinde, Al-i İmran s. 93. ayetinin başına açılan parantez hatalı olarak açılmıştır. Vakıf yetkilileri şayet ayeti, Enam s. 146. ayetini değil, Nisa s. 160. 161. ayetlerini dikkate alarak anlamaya çalışmış olsalardı, böyle bir hatayı yapmalarına gerek  kalmayacaktı.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


29 Mayıs 2018 Salı

Bakara s. 238. Ayetindeki "Hafizu Ales Salavati" İfadesine Farklı Bir Anlam Denemesi

Arapça orjinal metni حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ وَالصَّلَاةِ الْوُسْطَىٰ وَقُومُوا لِلَّهِ قَانِتِينَ  olan, Bakara s. 238. ayetinin, Türkçeye yapılan çevirileri, büyük çoğunlukla "Namazlara ve orta namaza devam edin; gönülden boyun eğerek Allah için namaza durun." şeklinde yapılmaktadır. Biz, böyle yapılan bir çevirinin yanlış olduğunu iddia etmemekle birlikte, ayet içinde geçenحَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ  ifadesinin anlamını, aynı surenin 157. ayetinde geçen "Salavatün" kelimesinin anlamını dikkate alarak, farklı bir anlam denemesi yapmaya çalışacağız.

Ayetin حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ ifadesinin,  "Namazlara ve orta namaza devam edin" şeklinde yapılan çevirilerinde, farklı görüşler ortaya atılan ve hangi namaz olduğu hususunda ortak bir fikir birliği olmayan "Orta Namaz" deyiminin, diğer namazlara göre daha önemli olduğu gibi bir anlam uyandırmış olmasına karşın, bu sefer de diğer namazların orta namaza göre daha önemli olmadığı gibi anlam ortaya çıkarabileceği, bizi bu konuda farklı bir anlam çalışması yapmaya iten nedenlerden birisidir.

Bu ayetin o şekilde yapılan çevirilerinde, bazı zihinlere takılması muhtemel olan bu tür soru işaretlerinin, yapacak olduğumuz anlam denemesi ile giderilebileceğini düşünmekteyiz.

Bakara s. 155- Sizi korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile yıpratıcı bir imtihana tabi tutarız. Başlarına gelenlere karşı dayanma ve mücadele gücüne sahip olanları müjdele.

Bakara s. 156- Onlar ki, böyle sıkıntılı durumlar ile karşılaştıklarında (asla isyan etmezler)"Bizim her şeyimiz Allah'a aittir, biz ona döneceğiz" dediler.

Bakara s. 155. ve 156. ayetlerinde, Allah (c.c) kullarını yaşadıkları hayat içinde bir takım sıkıntılı durumlar ile sınayacağını bildirmekte, bu sınamalara karşı isyan etmeden dayanan ve bu sıkıntılardan kurtulmak için mücadele edenleri övmektedir. 157. ayette ise bu kimselere Allah (c.c) tarafından verilecek olan ödülden bahsedilmekte, bu ödül ise ayet içinde "Salavatün" kelimesi ile ifade edilmektedir. Bakara s. 157. ayeti içinde geçen bu kelime, bizi surenin 238. ayetinde geçen aynı kelimenin anlamı ile aralarında bir bağ kurulabileceği düşüncesine sevk etmiştir.

Bakara s. 157- İşte onlara Rablerinden destek ve bağışlama vardır, ve onlar doğru yol üzerindedirler.

Dikkat edilirse 157. ayet içinde geçen kelime, namaz anlamında değil, destek ve bağışlanma anlamında kullanılmakta, ve 155. ve 156. ayetler ile bir bağlam dahilindedir. Yine dikkat edilirse, Bakara s. 226. ayetten beri süregelen boşanma ile ilgili hüküm ayetlerinin sonuna geldiğinde حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ buyurulmakta, bu buyruktaki الصَّلَوَاتِ kelimesine verilebilecek anlamın, önceki ayetlerde geçen boşanma ile ilgili hükümler arasında bir bağının kurulabileceğini akla getirmektedir. 

Hatırlayacak olursak, Bakara s. 155. ve 156. ayetlerinde başa gelen sıkıntılara, kullar tarafından verilen olumlu karşılıkların ödülü, Allah(c.c) den salavat üzere olmaktır. Öyleyse Bakara s. 238. ayetinde geçen حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ ifadesine, "Salavat üzerinde olmayı gözetin" şeklinde, taslak bir anlam vermek mümkündür. Bu taslak anlamdan sonra anlamı biraz daha açarak ayete yansıtabiliriz.

Malum olduğu üzere, Allah (c.c) 226. ayetten beri süregelen, insanların yaşamları içinde karşılaşabilecekleri ailevi durumlar ile ilgili hükümleri sıralamakta, ve bu hükümlere riayet etme konusunda titizlik gösterilmesini istemektedir. Allah (c.c) kulları ile ilgili hükümlerine riayet edenlere ve etmeyenlere vereceği karşılığı ise müteaddit ayetlerinde beyan etmektedir.

Kulları için sıraladığı hükümlere riayet edenlere vereceği karşılığı, Bakara s. 157. ayette Salavatün kelimesi ile bildiren Rabbimiz, aynı surenin 238. ayetinde, Allah'ın koyduğu hükümlere riayet etmek sureti ile, yine bu karşılığı almaya özen gösterilmesini istemektedir.

Bütün bunları dikkate alarak, Bakara s. 238. ayetine şu şekilde bir anlam vermek mümkündür.

Bakara s. 238- (Sizin için koyduğumuz bu hükümlere riayet etmek sureti ile Rabbinizden) Bağışlama ve destek üzere bir hayata ve (sizi kötülüklerden alıkoyacak olan) namaza özen gösterin. Allah'a itaat için ayağa kalkın.

Mevdudi, Tefhim-ül Kur'an adlı eserinde, konumuz olan ayet ile ilgili olarak şunları söylemektedir:

"Sosyal refahı ve daha medenî bir hayat kurmayı sağlamak amacıyla gerekli kanun ve düzenlemeler ortaya konulduktan sonra Allah, son nokta olarak namazın önemini vurgulamaktadır. Çünkü namaz tek başına bile, Allah korkusu, fazilet ve hikmet duyguları doğurup İlâhî Kanun'a itaatkâr bir tavır ortaya çıkarabilir ve insanı doğru yolda tutabilir. Kimse namazsız Allah'ın kanunlarına tamamen bağlı kalamaz; çünkü insan, Yahudiler gibi şu veya bu tür isyana kaymaya mütemayildir."
Mevdudi, dikkat edilirse bu ayet ile ilgili olarak yazdıklarında daha önceki ayetler ile bir bağ kurmakta, Allah'ın hükümlerine riayet etmek ile namaz arasında bir bağ kurmaktadır. Biz bu ayete verdiğimiz anlamda Ankebut s. 45. ayeti ile parantez içinde bağ kurmaya çalıştık.

Tevbe s. 99. ayetine baktığımızda Salavat kelimesi o ayette de karşımıza çıkmakta, ve o ayette de dua ve destek anlamında kullanılmaktadır. 

[009.099]  Bedevilerden, Allah'a ve ahiret gününe inanan, sarfettiğini, Allah katında ibadet ve Resulün dualarına (salavüttürresul) nail olmağa vesile sayanlar da vardır. Bilin ki, verdikleri onlar için ibadettir. Allah, onlara rahmet edecektir. Allah şüphesiz bağışlar ve merhamet eder.

Sonuç olarak: Bakara s. 238. ayeti içinde geçen Salavatün ve Salat kelimeleri bir çok mealde Namaz olarak verilmesine karşın, biz sadece Salat kelimesine namaz anlamı vererek, diğer kelimeye Bakara s. 157 ve Tevbe s. 99. ayetlerinde geçen anlamlar doğrultusunda bir anlam vermeye çalıştık. 

Kur'an üzerinde yapılan her yorumun kişisel görüşler olduğunu, doğru veya yanlış olma ihtimalini hiç bir zaman unutmadığımızı hatırlatarak, bu ayetin yapılan çevirilerine sadece katılmadığımız, fakat o çevirileri yanlış, bizim yaptığımız anlam çalışmasını doğru olarak göstermeye çalışmadığımız bilinmelidir. 

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.  

14 Aralık 2017 Perşembe

Araf s. 205. Ayetine Süleymaniye Vakfı Mealinde Verilen Anlam Üzerinde Bir Mülahaza

Kur'an çevirilerinde dikkat edilmesi gerekli hususlardan bir tanesi de, Kur'an içinde geçen bir kelimeye bir ayette farklı, diğer ayette farklı bir anlam verilerek, meal okuyucusunun kafasında bazı istifhamlar oluşmasına sebebiyet vermemek olmalıdır. Bir kelime şayet çok anlamlı ise böyle bir durum elbette kabul edilebilir, fakat kelimenin böyle bir durumu yok ise, aynı kelimeye Kur'an içinde farklı anlamlar vermek, meal yapıcısının ya ön yargılarını ayete söyletmek amacı olduğunu, ya da meal yapmaktaki cehaletini gösterecektir.

Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan Kur'an mealinin Araf s. 205. ayetinde geçen iki kelimeye verilen anlam üzerinde durarak, Kur'an bütünlüğüne dikkat edilmemesinin ortaya koyduğu tezatları göstermeye, ve vakfı bu konuda uyarmaya çalışmak, yazının konusu olacaktır.

وَاذْكُرْ رَبَّكَ فِي نَفْسِكَ تَضَرُّعًا وَخِيفَةً وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالْآصَالِ وَلَا تَكُنْ مِنَ الْغَافِلِينَ


Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan Kur'an mealinde Araf s. 205. ayetine şu şekilde bir meal verilmiştir. 

"Öğle ve ikindide[*], yüksek olmayan bir sesle içten içe yalvararak Rabbini gizlice an. Sakın dikkatsizlik etme." 

Ayete bu anlam verildikten sonra dip not olarak, "[*] Öğle ve ikindi namazlarının sessiz kılınmasının delili bu ayettir..denilmektedir.

Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan Kur'an mealinde, Araf s. 205. ayetinde geçen بِالْغُدُوِّ  kelimesine ÖĞLE anlamı, وَالْآصَالِ kelimesine ise İKİNDİ anlamı verilerek, öğle ve ikindi namazlarının sessiz olarak kılınmasının delilinin bu ayet olduğu iddia iddia edilmekte, bu iddia aynı zamanda bu namazlarda sessiz okumanın  farz olduğu anlamına da gelmektedir.

Biz بِالْغُدُوِّ ve وَالْآصَالِ kelimelerinin hangi anlama geldiğinden ziyade, bu kelimelerin geçtiği diğer ayetlere, Süleymaniye Vakfı tarafından nasıl anlamlar verildiği üzerinde durmak, ve vakıf tarafından yapılan mealdeki çelişkilere dikkat çekmek istiyoruz.

بِالْغُدُوِّ kelimesi ve türevlerinin geçtiği ayetlere Süleymaniye Vakfı tarafından verilen anlamlar şu şekildedir: 

-----Rad s. 15. ayeti Süleymaniye Vakfı meali:
Göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez Allah'a boyun eğerler (secde)[*]. Gölgeleri de bunu öğle ve ikindide yapar. 

Rad s. 15. ayetinde  geçenبِالْغُدُوِّ kelimesine vakıf mealinde ÖĞLE anlamı verilmiştir.

 -----Nur s. 36. ayeti Süleymaniye Vakfı meali:
(O ışık) yüce tutulmasına ve içlerinde adının anılmasını Allah’ın izin verdiği evlerde olur. Oralarda sabah akşam (insanlar) Allah’a boyun eğerler. 

Nur s. 36. ayetinde geçen بِالْغُدُوِّ kelimesine ise, diğer ayetlerde verilen öğle anlamı yerine SABAH anlamı verilmiştir.

-----Mü'min s. 46. ayeti Süleymaniye Vakfı meali:
Cehennem ateşi onlara, sabah akşam gösterilir. Kıyamet saati geldiğinde, "Firavun ailesini o azabın en ağırına sokun!" denir. 

Mü'min s. 46. ayetinde geçen Ğudüvven kelimesine, diğer ayetlerde verilen öğle anlamı yerine SABAH anlamı verilmiştir. 

-----Sebe s. 12. ayeti Süleymaniye vakfı meali:
Sabahleyin bir aylık, öğleden sonra da bir aylık mesafe katettiren rüzgarı[1*] Süleyman'ın emrine verdik; bakır madeni kaynağını da onun için su gibi akıttık. Sahibinin izniyle, yanında iş gören cinleri de emrine verdik. Onlardan hangisi emrimizden çıksa ona alevli ateş azabını tattırırdık[2*]. 

Sebe s. 12. ayetinde geçen Ğudüvvuha kelimesine, diğer ayetlerde verilen öğle anlamı yerine, SABAH anlamı verilmiştir.

-----Enam s. 52. ayeti Süleymaniye Vakfı meali:
Sabah, akşam dua edip Rablerinin yüz göstermesini isteyenleri uzaklaştırma. Onların hesabı senden sorulmaz. Senin hesabın da onlardan sorulmaz. Onları uzaklaştırırsan yanlış yapanlardan olursun. 

Enam s. 52. ayetinde geçen Bi-lğadaveti kelimesine, diğer ayetlerde verilen öğle anlamı yerine, SABAH anlamı verilmiştir.

-----Kehf s. 28. ayeti Süleymaniye Vakfı meali:
Rablerinin yüzlerine bakmasını isteyerek sabah akşam ona yalvaranlarla birlikte sen de sabret[*]. Dünya hayatının çekiciliğine kapılıp gözlerini onlardan ayırma. Gönlünü zikrimize (Kur’an’a) karşı ilgisiz bulduğumuz, arzularına uymuş ve işi gücü aşırılık olan kişiye uyma. 

Kehf s. 28. ayetinde geçen Bi-lğadaveti kelimesine, diğer ayetlerde verilen öğle anlamı yerine, SABAH anlamı verilmiştir.

-----Kehf s. 62. ayeti Süleymaniye Vakfı meali:
Oradan geçtikten sonra Musa genç arkadaşına dedi ki "Getir şu kuşluk yemeğimizi; bu yolculuk bizi iyice yordu." 
Kehf s. 62. ayetinde geçen Ğadaena kelimesine diğer ayetlerde verilen öğle anlamı yerine, KUŞLUK anlamı verilmiştir.

وَالْآصَالِ kelimesi ve türevlerinin geçtiği ayetlere Süleymaniye Vakfı tarafından mealler şöyledir (kelimenin vakit anlamı içeren ayetleri alınmıştır):

-----Furkan s. 5. ayeti Süleymaniye Vakfı meali:
Bir de şunu dediler: “Bunlar eskilerin masallarıdır[*]; yazdırtmış, ve sabah akşam ona okutturuluyor. ezberletiliyor.” 
Araf s. 205. ayetinde geçen وَالْآصَالِ kelimesine, İKİNDİ anlamı verilen mealde, Furkan s. 5. ayetinde geçen Asile kelimesine, AKŞAM anlamı verilmiştir.

Asile kelimesini geçtiği diğer ayetler olan Ahzab s. 42, Fetih s. 9 ve İnsan s. 25. ayetlerinde kelimeye vakıf mealinde AKŞAM anlamı verilmiştir.


-----Rad s. 15. ayeti Süleymaniye Vakfı meali:
Göklerde ve yerde kim varsa, ister istemez Allah'a boyun eğerler (secde)[*]. Gölgeleri de bunu öğle ve ikindide yapar. 

Rad s. 15. ayetinde geçen وَالْآصَالِ kelimesine, İKİNDİ anlamı verilmiştir.

-----Nur s. 36. ayeti Süleymaniye Vakfı meali:
(O ışık) yüce tutulmasına ve içlerinde adının anılmasını Allah’ın izin verdiği evlerde olur. Oralarda sabah akşam (insanlar) Allah’a boyun eğerler. 

Nur s. 36. ayetinde geçen وَالْآصَالِ kelimesine, AKŞAM anlamı verilmiştir.

Görülmektedir ki, Süleymaniye Vakfı tarafından بِالْغُدُوِّ kelimesine, Araf s. 205. ve Rad s. 15. ayetlerinde ÖĞLE anlamı verilirken, kelimenin geçtiği diğer ayetler olan Nur s. 36, Mü'min s. 46, Sebe s. 12, Enam s. 52, Kehf s. 28. ve 62. ayetlerinde SABAH ve KUŞLUK anlamı,  وَالْآصَالِ  kelimesine ise Araf s. 205. ve Rad s. 15. ayetlerinde İKİNDİ anlamı verilirken, kelimenin geçtiği diğer ayetlerde ise AKŞAM anlamı verilmiştir. Yine hatırlatmak isteriz ki , yazının konusu bu kelimelerin hangi anlamlara geldiği değil, vakfın mealinde bu kelimelerin geçtiği bütün ayetlerde aynı anlamı verilmemiş olmasıdır.

Kur'an'ı Süleymaniye Vakfı tarafından yapılan mealden öğrenmeye çalışan bir meal okuyucusu haklı olarak, bir kelimenin bir ayette neden ÖĞLE olarak çevrilirken, aynı kelimenin bir başka ayette neden SABAH olarak, bir kelimenin bir ayette İKİNDİ olarak çevrilirken, aynı kelimenin bir başka ayette neden AKŞAM olarak çevrildiğini soracak ve cevabını isteyecektir.

Vakıf tarafından yapılan bu çevirilerde ayrıca ortaya şöyle bir ikilem de çıkmaktadır. Vakıf, yaptığı mealde Araf s. 205. ayetinde geçen kelimelere öğle ve ikindi anlamlarını vererek, bu vakitlerde kılınan namazların sessiz okunmasının delilinin bu ayetlerden çıktığını iddia etmekte, bu iddia ise aynı zamanda bu vakitlerde kılınan namazlarda sessiz okumanın FARZ olduğunu iddia etmek anlamına da gelmektedir.

Bu ayetten öğle ve ikindi namazlarının sessiz olarak kılınmasının farz olduğu hükmünü çıkaran vakfın bu içtihadına karşı, aynı kelimelerin diğer ayetlerde farklı anlamlar verilmesi karşısında şaşkınlığa uğrayan bir meal okuyucusu haklı olarak, bir yerde öğle olarak çevrilen bir kelimenin başka ayette sabah olarak çevrilmesi, bir yerde ikindi olarak çevrilen bir kelimenin başka bir yerde akşam olarak çevrilmesi karşısında, hangi namazların sessiz kılınması gerektiği konusunda da tereddüt yaşayacaktır.

Vakfın Araf s. 205. ayetinde geçen kelimelere öğle ve ikindi anlamlarını vermesi öncelikle kelimenin geçtiği diğer ayetlere de aynı anlamları vermemek sureti ile yaşadıkları bir çelişkiyi göstermektedir şöyle ki;

Vakıf, Araf s. 205. ayetinde geçen Bi-lğuduvvi kelimesi şayet öğle anlamına geliyor ise, neden kelimenin geçtiği diğer ayetlere de öğle anlamı vermek yerine, sabah anlamını vermeyi tercih etmiştir?. Veya bu kelime şayet sabah anlamına geliyor ise, neden Araf s. 205. ayetindeki geçişine sabah anlamı vermek yerine öğle anlamı vermeyi tercih etmiştir?.

Vakıf, Araf s. 205. ayetinde geçen Ve-lasali kelimesi şayet ikindi anlamına geliyor ise, neden kelimenin geçtiği diğer diğer ayetlere de ikindi anlamı vermek yerine akşam anlamını vermeyi tercih etmiştir?. Veya bu kelime şayet akşam anlamına geliyor ise, neden Araf s. 205. ayetindeki geçişine akşam anlamı vermek yerine ikindi anlamı vermeyi tercih etmiştir?.

Kanaatimizce Vakıf, Araf s. 205. ayetinde geçen bu iki kelimeye diğer ayetlere verdikleri anlamdan farklı bir anlam vererek, gündüz namazlarının sessiz okunmasının delilinin ayete dayandırmaya çalışmakla zorlama bir tevilde bulunmaktadır. Çünkü ortaya koydukları delil diğer ayetler ile uyum sağlamamaktadır.

Ayet içinde geçen وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ ibaresine, yüksek olmayan bir sesle şeklindeki verdikleri anlama rağmen, öğle ve ikindi namazlarının SESSİZ olarak kılınmasının delili bu ayettir şeklinde bir içtihatta bulunmuş olmaları da, vakfın düştüğü başka bir çelişkidir. Yüksek olmayan bir ses ile şeklinde çevirdikleri bir ibareden, sessiz namaz delili çıkarmaları, vakfın bu konuda hatalı bir çıkarımda bulunduğunun göstergesidir.

Ayrıca bu tür vakit bildiren ayetlerin belirli vakitleri göstermekten ziyade, devamlılık ifade ettiğine dikkat çekmek isteriz. Örneğin; Mü'min s. 46. ayetinde Firavun'un sabah ve akşam ateşe sunulmasını, sabah ve akşam vakitlerinde iki öğün ateşe sunulması olarak anlamak, diğer vakitlerde ateşe sunulmamış olduğu anlamına gelir. Yine Meryem s. 62. ayetinde cennet ehlinin sabah akşam rızıklanmış olmaları, günde iki öğün yemek yemeleri anlamına asla gelmez. Bu ifade rızıklarının kesintisiz olduğu anlamında yani süreklilik anlamında kullanılmıştır. Bu örnekleri Kur'an içinden çoğaltmak mümkündür.

Sonuç olarak: Süleymaniye vakfı çıkardığı mealde Araf s. 205. ayetinde geçen iki kelimeye, aynı kelimenin geçtiği diğer ayetlere göre farklı anlam vermek sureti ile, Kur'an bütünlüğüne dikkat etmeyen bir çeviri örneği sergilemiştir. Yapmaları gereken şey, ya Araf s. 205. ayetinde geçen iki kelimeye verdikleri Öğle ve İkindi anlamlarını doğru kabul ederek, kelimelerin geçtiği diğer ayetleri de bu yönde değiştirmek, ya da bu kelimelere diğer ayetlerde verdikleri Sabah ve Akşam anlamlarını doğru kabul ederek, Araf s. 205. ayetine verdikleri anlamı değiştirmek olmalıdır.

Şayet Araf s. 205. ayetinde geçen iki kelimeye verdikleri Öğle ve İkindi anlamlarını diğer ayetlerde geçen aynı kelimelere verecek olurlarsa, kelimelere yanlış bir anlam yüklemiş olmakla birlikte, çelişkili bir meal yapmış olmaktan kurtulacaklar, veya Araf s. 205. ayetinde geçen iki kelimeye diğer ayetlere verdikleri Sabah ve Akşam anlamlarını vererek, daha doğru bir çeviri yapmış olacaklardır. Bunu yaptıkları takdirde ise, öğle ve ikindi namazlarının sessiz kılınmasına dair olduğunu ileri sürdükleri ayetin, delil olup olamayacağını yeniden gözden geçirmek zorunda kalacaklardır.

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

10 Haziran 2017 Cumartesi

Süleymaniye Vakfı Mealinde Bakara s. 184. Ayetine Verilen Anlam Üzerinde Bir Mülahaza

Süleymaniye vakfı ve sayın Abdülaziz Bayındır hoca, Türkiye'de Kur'an'ın gündeme gelmesi ve anlaşılmasında önemli çalışmalar yapan kuruluş ve kişilerdendir. Elbette herkesin olduğu gibi onların da bu konular üzerinde yaptığı çalışmalarda eksik veya hatalı noktalar olabilir. Önemli olan bu hatalara dikkat çekmekte kullanılan üslup olup, hatalı olduğunu düşündüğümüz bazı fikir ve yorumlarını öne çıkararak, tüm hizmetlerini bir kalemde silip atmamaktır.

Bu yazımızda vakfın çıkardığı Kur'an mealinde Bakara s. 184. ayetine verilen anlam üzerinde durmaya çalışacağız. Vakıf tarafından çıkarılan mealde bu ayete verilen anlam şu şekildedir;

(Size yazılan oruç) sayılı günlerde tutulur. Sizden kim, hasta veya yolculuk halinde olursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde tutsun. Orucu tutabilecek olanların[*] bir çaresizi doyuracak kadar fidye (fitre) vermesi de gerekir. Kim bir iyiliğin fazlasını yaparsa onun için iyi olur. Oruç tutmanızın ne kadar iyi olduğunu bilseniz, (hasta ve yolcu olmanıza rağmen) tutarsınız. 

[*] Âyete göre oruç tutabilecek olan herkesin, bir çaresizi doyurması yani fitre vermesi gerekir. Abdullah b. Ömer demiş ki; “Allah’ın Elçisi, fıtır veya Ramazan sadakasını, erkeğe, kadına, hüre ve köleye, hurmadan bir sa’(3920 gr) veya arpadan bir sa’ olarak farz kıldı. İnsanlar bunu yarım sa’ buğdayla denkleştirdi.” (Buharî, Zekât 77)

Dikkat edilirse vakıf tarafından Bakara s. 184. ayetine yapılan meal, fidye vermesi gerekenlerin oruç tutamayanlar değil, oruç tutanlar olduğu şeklinde yapılmıştır.

Bu ayetin mealini karşılaştırmalı olarak başka meallerden okuyan bir kimse, ayet içindeki yutikunehu kelimesine, vakıf tarafından yapılan mealde ORUCU TUTABİLECEK OLANLARIN şeklinde olumlu bir anlam verildiğini görecek, diğer meallerde bu kelimeye taban tabana zıt bir anlam olan oruca zor dayanabilenler- oruca gücü yetmeyenler şeklinde olumsuz bir anlam verilmiş olduğunu görünce, hangi anlamın daha doğru olabileceği yönünde tereddütte kalacaklardır.

Biz elbette çoğunluğa uymak adına bu kelimeye bir çok mealde verilen olumsuz anlamın daha doğru olduğunu iddia ederek, vakıf tarafından verilen olumlu anlamın yanlış olduğunu iddia etmiyoruz. Ancak vakıf tarafından bu kelimeye verilen olumlu anlamın uygun olmadığını düşünerek neden böyle bir düşünce içinde olduğumuzu ifade etmeye çalışacağız.

-----(Size yazılan oruç) sayılı günlerde tutulur. Sizden kim, hasta veya yolculuk halinde olursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde tutsun.

Vakıf tarafından yapılan mealin ilk cümlesi bu şekilde olup, hasta veya yolculuk halinde olan bir kimseye oruç konusunda bir ruhsat tanınmakta, Ramazan ayı içinde tutamadığı oruçlarını diğer günlerde tutması emredilmektedir. Bu cümlenin mealinde herhangi bir problem olmayıp, bu cümledeki hastalık ve yolculuk durumunun diğer cümle ile bir alakasının olmadığını düşünmemize rağmen, vakıf tarafından yapılan mealde, hastalık ve yolculuk durumunun diğer cümle ile alakasının kurulduğunu görmekteyiz.

-----Orucu tutabilecek olanların[*] bir çaresizi doyuracak kadar fidye (fitre) vermesi de gerekir. Kim bir iyiliğin fazlasını yaparsa onun için iyi olur. Oruç tutmanızın ne kadar iyi olduğunu bilseniz, (hasta ve yolcu olmanıza rağmen) tutarsınız. 

Vakfın hazırladığı mealde orucu tutabilecek olanların şeklinde verdiği anlamın Arapça metindeki karşılığı, yutikunehu kelimesi olup, bu kelime üzerinde biraz durmak istiyoruz. Vakfın sitesindeki Oruç Fidyesi başlıklı bir makalede bu kelime ile ilgili şöyle söylenilmektedir;

Âyette geçen (وعلى الذين يطيقونه = ve alellezîne yutîkûnehû) ifadesi “…onu tutabilenlere...” anlamındadır. Ancak âlimlerimizin çoğu âyete; “...onu tutamayanlara...” şeklinde olumsuz anlam vermişlerdir. Bu, şaşırtıcı bir durumdur. Şimdi olumlu anlam ile ortaya çıkan hükümleri ve anlamı olumsuza çevirmenin sebep ve sonuçlarını görmeye çalışalım:

Burada dikkatimizi çeken husus, kelimeye verdikleri anlamdır. Vakıf, kelimeye olumlu bir anlam vermekte, olumsuz anlam verilmesinin yanlış olduğunu iddia etmektedir. (Makalenin tamamı vakfın sitesindeki Oruç Fidyesi başlıklı makalededir)

Yutikune: Boyuna takılan bir şeyi ifade eden Tavkun kelimesinden türemiştir. Güvercinlerin boynuna veya kadınların boynuna takılan gerdanlık, veya halka ve kasnak şeklinde boyunlarına geçirilen süsler bu kelime ile ifade edilmektedir. 

Kelimenin dikkati çekmesi gereken anlamı, boyna takılan süsün vücut için bir ağırlığının olmasıdır. Bu kelimenin Al-i İmran s. 180. ayetindeki benzer bir geçişi, Bakara s. 184. ayetindeki Yutikunehu kelimesinin anlaşılmasına yardımcı olacak, ve daha doğru bir anlam verilmesini sağlayacaktır. Bu ayetin vakıf tarafından yapılan meali şöyledir;

"Allah'ın ikram olarak verdiği şeylerde cimrilik edenler, onun kendileri için hayırlı olacağını sanmasınlar. Hayır, bu onların aleyhine olur ve cimrilik ettikleri şey, kıyamet günü boyunlarına dolanır(seyutavvekune). Gökler ve yerdeki her şey Allah’a kalacaktır. Yaptıklarınızın iç yüzünü bilen Allah’tır. "

Bu ayet içindeki seyutavvekune kelimesine boyuna dolanmak anlamı verilmektedir. Bu anlamın verilmesi, Allah'ın verdikleri şeylerde cimrilik edenlerin kıyamet gününde bu cimrilik ettikleri şeylerin boyunlarına dolanacağı, yani bir gerdanlık gibi boyunlarına asılarak taşıtılacağı haber verilmektedir. Bu taşımanın ise kişilerin gücünü zorlayacağı, onları büyük bir meşakkate sokacağı hesaba katıldığında, kelimenin "Bir işi yapmak için tüm gücü sarfetmek, bir işin meşakkatle gerçekleşmesi gibi bir anlama sahip olduğu da anlaşılacaktır.

Dikkat edilirse, Al-i İmran s. 180 ve Bakara s. 184. ayetlerindeki kelimeler, kök ve anlam itibarı ile aynı olmalarına rağmen, vakıf tarafından hazırlanan mealde, bir ayette olumlu bir ayette olumsuz ise bir anlama sahip olmaktadır. Vakıf mealini hazırlayanlar bu noktayı dikkate alarak, iki ayet arasındaki anlam çelişkisini yeniden gözden geçirmeleri gerekmektedir.

Bu anlamdan yola çıkarak Bakara s. 184. ayetindeki yutikune kelimesine oruç tutmakta bazı nedenlerden ötürü zorlanan, oruç tutmaya gücü yettiği halde içinde bulunduğu şartlardan dolayı tutmakta zorlanan kimse anlamını vermek daha isabetli bir yaklaşım olacaktır. 

Ayrıca ayet içinde geçen Fidye kelimesinin anlamının da bu noktada önemi bulunmaktadır. 

Fidye: "Bir şeyin yerine geçerli olmak üzere verilen bedel yani kurtulma karşılığında ödenen şey" anlamına gelmektedir. Bu kelimenin Kur'an içinde geçtiği bir kaç ayet örneği bu kelimenin anlamını dana net olarak ortaya çıkaracaktır. 

[003.091] Doğrusu inkar edip, inkarcı olarak ölenlerin hiçbirinden, yeryüzünü dolduracak kadar altını fidye vermiş olsa bile, bu kabul edilmeyecektir. İşte elem verici azab onlaradır, onların hiç yardımcıları da yoktur.

[010.054] Haksızlık etmiş olan her kişi, yeryüzünde olan her şeye sahip olsa, onu azabın fidyesi olarak verirdi. Azabı görünce pişmanlık gösterdiler. Haksızlığa uğratılmadan aralarında adaletle hükmolunmuştur.

[039.047] Yeryüzünde olanların hepsi ve bir misli daha zalimlerin olmuş olsa, kıyamet günündeki kötü azap için fidye verseler kabul edilmez. Allah katından onlara, hiç hesaplamadıkları şeyler beliriverir.

[070.011-4]  Birbirlerine gösterilirler (fakat herkes kendi derdindedir). Günahkâr kimse ister ki, o günün azabından (kurtuluş için), oğullarını, karısını, kardeşini, kendisini koruyup barındıran tüm ailesini ve yeryüzünde kim varsa hepsini fidye olarak versin de, tek kendini kurtarsın.

[047.004]  Savaşta inkar edenlerle karşılaştığınızda boyunlarını vurun; sonunda onlara üstün geldiğinizde onları esir alın; savaş sona erince onları ya karşılıksız, ya da fidye ile salıverin; Allah dilemiş olsaydı, onlardan başka türlü öç alabilirdi, bunun böyle olması, kiminizi kiminizle denemek içindir. Allah, kendi yolunda öldürülenlerin işlerini boşa çıkarmaz.

[002.196] Başladığınız hac ve umreyi Allah için tamamlayın. Alıkonursanız, kolayınıza gelen bir kurban gönderin. Kurban, yerine ulaşıncaya kadar, başlarınızı tıraş etmeyin. İçinizde hasta olan veya başından rahatsız bulunan varsa fidye olarak ya oruç tutması, ya sadaka vermesi ya da kurban kesmesi gerekir..........

Yukarıda mealleri verilen ayetlerden de anlaşılacağı üzere, Fidye kelimesi bir şeyden kurtulmak için ödenen bedel anlamına gelmektedir. Kelimenin böyle bir anlamı olmasına rağmen, vakıf tarafından yapılan çeviride fidye kelimesine parantez açılarak Fitre Anlamı verilmesi, ve bu anlamında bir rivayet ile delillendirilmeye çalışılması, vakfın her zaman dile getirdiği, Kur'an'ın Kur'an ile anlaşılması prensibine ne kadar uygun olduğunu sizlerin takdirlerine bırakıyoruz. 

Çünkü bir şey için verilen fidye, bir yükten kurtulmanın bedelidir. Tutulan orucun karşılığı olarak fidye vermek demek, fidye kelimesinin anlamı ile uyuşmayacaktır. Bir kimsenin fidye vermesi için, yükümlü olduğu şeyi yerine getirmemiş olması gerekmektedir. Oruç tutan bir kimsenin böyle bir yükümlülüğü olduğunu iddia ederek onun fidye vermesi gerektiğini söylemek tutarlı olmayacaktır. Fidye vermesi gereken kimselerin, oruç tutamayan kimseler olması gerektiğini düşünmekteyiz.

Bakara s. 184. ayetine verdikleri anlamın altına koydukları dipnot ise şöyledir;

Âyete göre oruç tutabilecek olan herkesin, bir çaresizi doyurması yani fitre vermesi gerekir. Abdullah b. Ömer demiş ki; “Allah’ın Elçisi, fıtır veya Ramazan sadakasını, erkeğe, kadına, hüre ve köleye, hurmadan bir sa’(3920 gr) veya arpadan bir sa’ olarak farz kıldı. İnsanlar bunu yarım sa’ buğdayla denkleştirdi.” (Buharî, Zekât 77)

Önce yazılan dipnottaki Ayete göre kelimesinin üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Kim olursa olsun, Kur'an hakkında yaptığı yorumları mutlaklaştırmak sureti ile, Ayete göre-Kur'an'a göre- Kur'an'da...... şeklindeki sözlerle, okuduğu ayetten anladığını Kur'an böyle diyor şeklinde göstermeye hakkı yoktur. Kur'anı okuyan ve okuduğu ayetler hakkında yorum yapan bir kimselerin, Bu konuda benim anladığım bu dur şeklinde bir iddia ortaya koyarak, söylediklerinin kesin ve mutlaklık ifade etmediğini, hata veya eksik payı bırakmak sureti ile ortaya koymak zorunda olduğunu düşünüyoruz.

Ayete göre dedikten sonra, oruç tutabilecek herkesin bir çaresizi doyurması yani fitre vermesi gerekir şeklindeki düşünceyi, ayetin emri gibi göstermek yerine, bu konuda bizim görüşümüz bu dur şeklinde bir söz sarf etmiş olsalardı, bu sözlerini eleştiri konusu bile etmez, bu görüşünüze katılmıyoruz der geçerdik. Fakat böyle bir iddiayı ayetin emri gibi göstermek, vakıf için büyük bir talihsizliktir. 

Vakıf Ramazan ayı içinde verilen ve Fıtr sadakası olarak bildiğimiz şeyin Ayetin emri, ve tutulan orucun bir fidyesi olarak verilmesi gerektiğini, yani Farz hükmünde olduğunu iddia etmektedir. 

Fıtr sadakasına Bakara s. 184. ayetinde geçen Yutikune kelimesine oruç tutabilenler anlamı yükledikten sonra, Fidyetün kelimesine Fitre anlamını yüklemek, ve bu anlamı Buhari'deki bir rivayeti delil getirmek sureti ile Farz hükmüne sokmak şeklindeki düşüncenin, yeniden değerlendirilmesi gerektiğini söylemek istiyoruz. Vakfın bazı konular hakkında yanlışından dönmesini bilen bir tutuma sahip olduğu vakfı tanıyan herkesçe bilinmektedir. 

Ayrıca yine dipnottaki Peygamberin farz kılması ifadesi, yapılan hatalardan bir tanesidir. Buhari den alınan rivayetin Arapça metninde böyle bir ifade olup olmadığı konusunda bilgimiz olmamakla birlikte, dipnota vakıf tarafından böyle bir ifade konulmuş olması bir talihsizliktir. Bir şeyi Farz kılma yetkisinin sadece Allah'a ait olduğu, Peygamberin görevinin Allah'ın farz kıldığını insanlara duyurmak, ve onu kendi hayatına da uygulamak olduğunu düşündüğümüzde, farz kılma yetkisi olduğuna inanılan bir Peygamberin, Allah (c.c) ile aynı konuma getirilmesi söz konusu olmaktadır. Böyle bir hatalı ifade, vakfın Kur'an'ı öncelleyen söylemi ile tezat arz etmektedir.

Ayet içindeki "
Kim bir iyiliğin fazlasını yaparsa onun için iyi olur. Oruç tutmanızın ne kadar iyi olduğunu bilseniz" cümlesinin, oruç tutmaya gücü yettiği halde bazı sebeplerden dolayı tutmakta zorlanan kimselerin vicdanına seslenen bir hitap olduğu açıktır. Kişinin hastalık ve yolculuk gibi bir mazereti olmadığı halde meşakkatinden dolayı oruç tutmak yerine fidye vermesi bir ruhsat olmuş olsa da, oruç tutmaya çalışmanın daha uygun olduğu ifade edilmiş olmasına rağmen, parantez açılarak "(hasta ve yolcu olmanıza rağmen)"  ilavesi konulmasının yine başka bir talihsizlik olduğunu düşünmekteyiz. 

Kanaat olarak Elmalılı Hamdi Yazır tarafından bu ayete verilen anlamın daha isabetli olduğunu, ayrıca tefsirinde bu ayet ile ilgili yapmış olduğu izahatın doyurucu bilgiler taşıdığını söylemek istiyoruz. 


[002.184] Sayılı günler, içinizden hasta olan veya seferde bulunan ise diğer günlerden sayısınca, ona dayanıb kalacaklar üzerine de fidye: bir miskin doyumu, her kim de hayrına fidyeyi artırırsa hakkında daha hayırlıdır, bununla beraber oruc tutmanız sizin için daha hayırlıdır eğer bilirseniz

Dikkat edilirse Elmalılı Yutikunehu kelimesine dayanıp kalacaklar şeklinde bir anlam vermektedir. Bu anlamı, bir arabayı yokuş yukarı itmeye çalışan ve gücünün son haddine kadar kullandığı halde amacına ulaşamayan bir kimseyi düşündüğümüzde daha iyi anlayabiliriz. 

Oruç tutmak ile bunu bağladığımız zaman, oruca başlayan bir kimsenin içinde bulunduğu şartlardan dolayı onu tutmakta güçlük çekmesi oruca dayanıp kalmak yani yarı yolda kesilmek tükenmek anlamına gelmektedir. İşte bu durumda olan kimselerin oruç tutmayarak fidye vermelerine ruhsat vardır. Çünkü şartları gereği bu orucu Ramazan sonrasında da tutma imkanları bulunmamaktadır.

Sonuç olarak; Süleymaniye vakfı tarafından çıkarılan mealde, Bakara s. 184. ayetindeki Yutikune kelimesine verilen anlam, şayet bu kelimenin Al-i İmran s. 180. ayetindeki geçişi dikkate alınarak yapılmış olsa idi daha isabetli olabilirdi. Ayrıca Farz  olduğunu iddia ettikleri fıtr sadakasını fidye kelimesinin anlamına uygun bir şekilde delillendirmemiş olmaları vakfın fıkıh konusundaki uzmanlığı ile tezat arz etmektedir.

Farz olarak ifade etikleri konunun delilinin Buhari hadisinden getirilmiş olması, bir şeyin farz olması için delaleti ve subuti kat'i olması gerektiği ile ne kadar uyumlu olduğu yine vakıf alimlerinin yeniden düşünmeleri gereken bir konu olduğunu düşünmekteyiz. 

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

11 Mayıs 2017 Perşembe

Hakkı Yılmaz'ın Maide s. 6. ve Nisa s. 43. Ayetlerindeki "Cünüben" Kelimesine Verdiği Anlam Üzerine Bir Mülahaza

Allah (c.c) sünnetinin bir gereği olarak, gönderdiği elçi ve kitapları, o elçi ve kitaba muhatap olan kavmin dili ile göndermiştir. Elçilere indirilen kitap, o kavmin konuştuğu dil ve anlatım üsluplarını kullanarak inmekte, dolayısı ile muhatap kavmin bu kitabı anlamaması gibi sorun ortaya çıkmamaktaydı. 

Kur'an, Arap kavmine mensup ve Arap dilini konuşan insanların dilini ve dil üsluplarını kullanan bir kitap olarak inmiştir. Bu kitabın bizler tarafından anlaşılması ise, bu kitap içindeki kelimelere, ilk muhatapların yükledikleri anlamların bilinmesi ile mümkün olacaktır. Kur'an'ı anlama faaliyetlerinden olan, onun başka bir dile çevrilmesi ve ayetlerinin yorumlanmasının, bu durumun dikkate alınarak yapılması, anlama faaliyetinin doğru bir mecrada yürümesini sağlayacaktır.

Allah (c.c) nin gönderdiği kitaba uymakta çeşitli nedenlerle zorlanan bazı kimselerin, bu kitap içindeki ayetleri hevalarına uygun biçimde anlamaya çalışarak veya bu tür çalışmalar yapanları destekleyerek, kendilerine yüklenen sorumluklardan kurtulmaya çalıştıkları malumdur. Hevaya göre anlam yükleyerek, kitabın ayetleri üzerinde oynama yapmanın adı ise bilindiği üzere tahriftir.

Kelimelere farklı anlamlar yüklemek sureti ile yapılan çevirilerin ve yorumların arkasında, bazı ön yargıları Kur'an'a onaylatmak amacı olduğunu öncelikle ifade etmek istiyoruz. Bu iddiamızı bundan önce yazmaya çalıştığımız bazı yazılarda delillendirerek ortaya koymaya, bu konuda başı çeken kimselerden olduğunu düşündüğümüz sayın Hakkı Yılmaz'ın Tebyin-ül Kur'an adlı eserinden bazı alıntılar yaparak, bu konudaki maharetini !! göstermeye çalışmıştık. 

Bu yazımızda, mezkur şahsın İşte Kur'an adlı sitesinde bulunan CÜNÜPLÜK VE CENABET adlı makalesinde, kişinin cünüp sayılma durumu hakkında getirdiği yorumu, Maide s. 6. ve Nisa s. 43. ayetindeki Cünüben kelimesine yüklediği anlam üzerinde durmaya çalışacağız. 

Sayın Yılmaz, Cünüplük ve Cenabet adlı makalesinde, klasik anlamda bilinen cünüplüğün Kur'an'ın bahsettiği cünüplük ile alakası olmadığını iddia ederek, bu konudaki düşüncelerini sıralamakta ve makalesini şöyle bitirmektedir;


"Özetlersek “cünüp” sözcüğü kısaca; “uzak olan; kopuk” anlamına gelmektedir. Nisa suresinin 43. ve Maide suresinin 6. ayetleri ışığında değerlendirilecek olursa bu sözcüğün; “şehvetin kabarması, nefsin uyanması sebebiyle hayattan kopuk olan, dengesini yitirmiş, sağduyulu davranamayan” demek olduğu anlaşılmaktadır. Zira herkesin bildiği gibi, bu hâldeki insan hayattan, dünyadan kopuk olur, sağduyusunu yitirir. Nitekim böyle kişilere halk arasında “aklı bilmem nesine takılı” denir ve insanın bu duruma gelmesine sebep olan fizikî hazların tatmin aracı olan organlar için de “dini imanı olmaz” tabiri kullanılır.
Buradan anlaşılan odur ki cünüplük; meninin gelmesi ile yıkanma arasındaki hâl değil, şehvetin kabarması ile meninin inmesi arasındaki gergin hâldir.
İşte Rabbimiz, hem Nisa; 43 hem de Maide; 6 ayetlerinde, kişilerin bu gergin hâlde iken salâta çıkmamalarını öngörmüştür. Bir başka ifade ile, şehvet kabarması sebebiyle hayattan kopuk olan ve sağduyulu davranamayan insanların bu gibi sosyal faaliyetlere katılmalarını yasaklamış, gergin olanların önce nefislerini söndürmelerini, sonra da yıkanıp toplum huzuruna çıkmalarını emretmiştir. Çünkü gerginliğini atmış (orgazm olmuş) insanın zihninde artık cünüplük hâlinin yol açtığı bir dikkat toplama sorunu söz konusu olmayacak, bu kişiler sakin, anlayışlı birer birey olarak salâtın gereğini yerine getirebileceklerdir. Zaten boşalarak dinginleşmiş insanın kimseye zararı dokunmayacağından, onun toplumdan uzak tutulmasının da bir anlamı yoktur, lanetlenmeleri anlamsızdır."
Kur'an ayetleri ile ilgili olarak herkesin yorum yapma hakkı olduğunu kabul etmekle birlikte, yapılan yorumun kelimelere farklı anlamlar vererek yerinden oynatmamak şartı ile olması, yorumcunun bu konuda nasıl bir düşünce içinde olduğunun bilinmesi açısından önemlidir. 

Sayın Yılmaz'ın Maide s. 6. ve Nisa s. 43. ayetlerine verdiği anlamlar şöyledir;

Maide s. 6.Ey iman etmiş kişiler! Salâta [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarına] doğru kalktığınız/toplum içine çıktığınız zaman, hemen yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınızı ve iki topuğa kadar ayaklarınızı el ile silin. Ve eğer cünüp/aşırı şehvet nedeniyle aklınız başında olmayacak durumda iseniz temizlik üstüne temizlik yapın [cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın]. Ve eğer hasta iseniz yahut yolculukta iseniz yahut sizden birisi tuvaletten gelmişse yahut kadınlarla temaslaştıysanız/cinsel ilişkiye girdiyseniz, sonra da su bulamamışsanız, hemen temiz bir toprağa yönelin. Sonra da temiz topraktan yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez, fakat sizi temizlemek ve kendinize verilen nimetlerin karşılığını ödemeniz için üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister.

Nisa s. 43.Ey iman etmiş kişiler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüb iken de –yolcu olanlar bu hükmün dışındadır– yıkandırılıncaya kadar, salâta [mâlî yönden ve zihinsel açıdan destek olma; toplumu aydınlatma kurumlarına] yaklaşmayın/ toplum içine çıkmayın. Eğer hasta iseniz veya yolculukta bulunursanız veyahut biriniz tuvaletten geldiyse veya kadınlarla temaslaştıysa, su da bulamamışsanız o zaman, hemen tertemiz bir toprağa yönelin. Sonra da yüzlerinizi ve ellerinizi el ile silin. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.


Sayın Yılmaz, Maide s. 6. ayetinde geçen Eğer cünüp iseniz temizlenin ifadesine "aşırı şehvet nedeniyle aklınız başında olmayacak durumda iseniz temizlik üstüne temizlik yapın [cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın]" şeklinde anlam vermektedir.


Biz cünüp olmanın ne anlama geldiği hakkında herhangi bir yorum yapmak yerine, sayın Yılmaz'ın cünüplüğe yüklediği anlamı ele almaya çalışacağımızı hatırlatmak isteriz. Bizim amacımız, mezkur şahsın bu konu ile ilgili olan iki ayetin yaptığı çevirisinde düştüğü çelişkiye dikkat çekmek, ve ön yargılı bir çalışmanın kişiyi nasıl bir duruma düşürdüğünü göstermeye çalışmak olacaktır.

Maide s. 6. ayeti, salata yaklaşılamayacak durumlardan birisini, kişinin Cünüp olması şartına bağlamıştır. Ayet, cünüplükten kurtulma durumunu ise Fettahharu kelimesi ile ifade etmektedir. Sayın Yılmaz bu kelimeye "cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın" anlamı vermektedir. Yıkanın şeklinde verilen anlam aslında yeterli olmasına rağmen, cünüp kelimesine yüklemeye çalıştığı anlamı doğrulatmak uğruna ayete"Cinsel ilişkiye girin orgazm olun" ilavesini yapmak ihtiyacı hissetmiştir.

Tahere; Maddi veya manevi kirlerden arınmak, temizlenmek anlamındadır.  Kadının hayız halinden kurtulup yıkanması, Tahuret- il mer'etü olarak ifade edilmektedir. 

Maide s. 6. ayetindeki bu kelimenin, maddi anlamda temizlenmeyi ifade ettiğini anlamamak zor değildir. Ayetin bütünlüğüne dikkat edildiğinde, salat öncesi yapılacak olan ameliyenin su ile olacağı, su bulunmadığı takdirde temiz toprağa yönelmek gerektiği beyan edilmektedir. Sayın Yılmaz'ın Fettahharu kelimesine yüklediği Cinsel ilişki ve Orgazm şeklindeki anlam, en hafif tabiri ile zorlama ve ön yargılı bir okumanın sonucudur.

Cünüben kelimesi, Nisa s. 43. ayetinde de geçmektedir. Maide s. 6. ayetinde geçen cünüplükten kurtulmanın yolunun Fettahharu kelimesi ile beyan edilmesi, bu kelimenin nasıl bir anlama sahip olduğunu, cünüplükten kurtulmanın yolunun nasıl olacağını bu ayet içinde daha net ve açık bir şekilde beyan etmektedir.

Nisa s. 43. ayetindeki Hatta tağtesilu (yıkanıncaya kadar) kelimesi, cünüplükten kurtulmanın yolunun (istisnai durumlar hariç) su ile olacağını açık ve net bir şekilde göstermektedir. Fakat sayın Yılmaz, bu kelimeye doğru bir anlam verdiği takdirde, Maide s. 6. ayetindeki yaptığı zorlama yorum ile çelişeceğini bildiği için, bu kelimeye de farklı bir anlam yükleyerek çelişkiden kurtulmaya çalışmak istemişse de, elini yüzüne daha beter bulaştırarak, bu kelimeye yıkandırılıncay kadar şeklinde bir anlam vermiştir. Yıkandırılmanın ne demek olduğu, ne anlama geldiği konusunda ise şunları söylemektedir; 

"Dikkat çeken bir başka nokta da âyetteki, فاغتسلوا[fağtesilû/yıkandırılın] ifadesidir. Bu sözcük de maalesef, “gusül yapmak” olarak anlaşıla gelmiştir. Bu sözcük, غسل[ğasl/yıkamak] iftial kalıbından gelmekte olup, “yıkandırılmak” [bir etki ile kirlenip yıkanmak zorunda bırakılmak] demektir. Konumuz olan âyetteki, ولا جنبا الا عابرى سبيل حتّى تغتسلوا [ve lâ cünüben illâ âbîri sebîlin hattâ tağtesilû] ifadesinin doğru anlamı, “cünüb iken de –yolcu olanlar müstesnâ– yıkandırılıncaya kadar” demektir. Bu ifadeler Mâide/6'da, و ان كنتم جنبا فاتّحّررا [ve inkuntum cünüben fettahherû/ve eğer cünüb/kopuk/şehveti kabarık iseniz, temizlik üstüne temizlik yapın/cinsel ilişkiye girin, orgazm olun ve yıkanın] şeklinde yer almıştır. Buradaki, fettahherû emri de, hem fiziksel hem de zihinsel temizliği ifade etmektedir."

Sayın Yılmaz, Fağtesilu kelimesinin Gusul yapmak yani yıkanmak şeklindeki anlamının yanlış olduğunu iddia ederek, bu kelimeye iftial kalıbından gelmiş olmasından dolayı yıkandırılıncaya kadar şeklinde anlam verilmesi gerektiğini söylemektedir. Ayetin devamındaki Fe lem tecide maen (eğer su bulamamışsanız) ifadesi, Fağtesilu kelimesinin su ile yıkanmak anlamına sahip olduğunu net bir şekilde ortaya koymasına rağmen, ön yargının kör ettiği gözler maalesef bu noktayı görememiştir. 

Ayrıca  fağtesilu kelimesi malum (etken) bir kelimedir. Bu kelimeye Yıkandırılıncaya kadar anlamı verilebilmesi için kelimenin meçhul (edilgen) olması yani Tuğteselu şeklinde olması gerekmektedir. Sayın yazar Kur'an içinde iftial kalıbında geçen kelimelere burada yaptığı gibi edilgen kalıbına sokarak bir anlam acaba verebilir mi?.

Ğasele kelimesinin iftial kalıbında kullanılışı, Eyyub (a.s) kıssasının anlatıldığı Sad s. 42. ayetinde de geçmektedir. 

Ürkud bi riclike heze muğteselun baridun ve şerabun. 

Bu ayete sayın Yılmaz'ın verdiği anlam şu şekildedir;

Sad s. 42.Hemen, hızlıca, yaya olarak oradan uzaklaş! İşte yıkanılacak bir yer, soğuk içecek!

Sayın Yılmaz'ın Nisa s. 43. ayetinde geçen Tağtesilu kelimesine verdiği, yıkandırılıncaya kadar anlamı için ortaya koyduğu gerekçeye göre, Sad s. 42. ayetinde geçen Muğteselun kelimesine de kendisi tarafından Yıkandırılacak şeklinde bir anlam verilmiş olması gerekirdi. Halbuki sayın Yılmaz, Sad s. 42. ayetinde geçen bu kelimeye doğru anlam vermesine rağmen, Nisa s. 43. ayetinde doğru anlam vermemiştir. İkisi de iftial kalıbında olmasına rağmen bir kelimeye farklı, diğer kelimeye farklı bir anlam vermeye çalışmanın sebebi, ön yargılarını Kur'an'a onaylatmaya çalışmaktan başka ne olabilir?.

Görülmektedir ki Kur'an, kendisini koruyan bir kitap olarak ön yargılarını Kur'an'a onaylatmaya çalışanları her zaman rezil ve rüsvay eden bir kitaptır. Kelimelerle oynamak sureti ile Kur'an'ı oyuncak haline getirmeye çalışanların yapmaya çalıştıkları tahrifler, Kur'an bütünlüğü dikkate alındığında ortaya çıkmaktadır.


Sonuç olarak; Salat kelimesine yüklediği anlamı doğrulatmaya çalışmak adına, bu kelime ile alakalı olan diğer kelimeleri de konulduğu yerden oynatmak ihtiyacı duyan sayın Yılmaz'ın yaptığı yanlışları, yine Kur'an ortaya çıkarmaktadır. Biz onun bu konulardaki yorumlarına karşı çıkmak yerine, yaptığı yorumlardaki Kur'an ayetleri üzerinde yapmaya çalıştığı oynamaları dikkate alarak, düştüğü çelişkiyi ortaya koymaya çalıştık Ayeti tahrif ederek ortaya konulan yorumların ne kadar doğru olabileceğini ise, dinini ve Kur'an'ı bu kişinin eserlerini okuyarak öğrenmeye çalışanların takdirine bırakıyoruz. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.