Düşüncenin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Düşüncenin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Nisan 2016 Perşembe

Tarihselci Düşüncenin Oruç Örneğinde İbadetleri değiştirilebilir Kapsamına Alma Düşüncesine Eleştirel Bir Yaklaşım

Allah (c.c) insanlara yaşadıkları dünya hayatında nasıl ve hangi kurallara bağlı kalarak yaşamaları gerektiğini, elçileri ve kitapları vasıtası ile bildirmiştir. En son bildiri , Muhammed (a.s) aracılığı ile, yaklaşık 1500 sene önce gerçekleşerek sona ermiş , artık Allah (c.c) tarafından elçi ve kitap vasıtası ile herhangi bir bildirim gelmeyecektir. 

Kur'anın 1500 sene önce, belirli bir zaman ve mekanda yaşayan , ihtiyaçları ve sorunları şimdiki insanların ihtiyaçları ve sorunları ile farklılık arz eden bir topluma inmiş olması , bu kitabın ihtiva ettiği bazı hükümlerin şimdi hayata geçirilebilir olup olmadığı konusunda bir takım tartışmaları beraberinde getirmiştir. 

Batı kültürünün uzantısı olan "Tarihselcilik" düşüncesi baz alınarak , Kur'anın yorumlanması ve hayat içinde uygulama imkanı olup olmadığı konusu İslam dünyasında konuşulmaya başlanmış , bu konuşmalar Türkiye içinde de yapılmaktadır. 

"Tarihselcilik" düşüncesi etrafında geliştirilen söylem kısaca ; "Kur'anın ihtiva ettiği hüküm ayetlerinin belirli bir topluma has olduğu , dolayısı ile toplumlar, ihtiyaçları doğrultusunda yaşamları için gerekli olan hükümleri vaz etme yetkisine sahip olabilir , bundan dolayı Kur'anda mevcut bulunan bazı hüküm ayetleri uygulama alanına sokulmayarak , başka hükümler ihdas edilebilir" şeklinde, konuya çözüm getirmek amacına matuf bir söylem geliştirilmiştir.

Bu düşüncenin Türkiye'deki temsilcilerinden birisi olan sayın İlhami Güler hoca , "Sabit Din Dinamik Şeriat" adlı kitabında şunları söylemektedir;

Şeriat, ed-din’in müesses haline gelmesi, hukuk ve siyasete girmesi, toplum teorisi haline gelişidir. Şeriat, vahiy/kitap ve peygamber aracılığı ile indiği toplumun somut sorunlarını evrensel ed-din açısından çözer. Fakat, şeriatlerin değişmesi gösteriyor ki, çözümler, nesnesini bir kere ve bütün zamanlar için veren nihal, ebedi ve evrensel çözümler değil; zamana ve mekana, toplumsal yapıya, kavimlerin etnik, antropolojik, demografik, ekolojik, sosyolojik yapısına bağlıdır. Daha somut konuşmak gerekirse, Allah’a tapınma (ubudiyet) Din’dir; fakat bunun menasiki (ritüelleri) değişebilir ve Şeriat’tır. Miras’ı adil bir şekilde paylaşmak Din’dir; fakat bunun hangi oranlarda paylaşılacağı Şeriat’tir. Hırsızlığın, adam öldürmenin, zinanın kötü (ahlaksızlık) olarak nitelenmesi ve bunların engellenmesi, cezalandırılması gerektiği Din’dir; fakat bu suçlara hangi cezaların terettüp ettiği Şeriat’tır. Sosyal ve siyasi ahlak Din’dir; fakat sosyal ve siyasi kurumlaşmalar Şeriat’tır. O halde, din sabittir, değişmez ve evrenseldir; şeriat ise dinamiktir. Din ruh ise şeriat bedendir; büyür, değişir, ihtiyarlar. Din deniz ise şeriat akarsudur. Din kemik ise şeriat ettir. Şeriatsız din olmadığı gibi, Din’siz bir şeriat da olmaz. Bir şeyin din olmasını belirleyen şey, zorunlu olarak onun vahiyde/kitapta yer alması değildir; bu belki Şeriat olabilir. Din Şeriat’ın içinde, arkasında, daha temelli bir şeydir. Ebu Hanife’nin dediği gibi,’’şeriatlar farz kılınan şeylerdir. Eğer Allah’ın bütün emrettikleri din olsaydı; bu durumda Allah’ın emrettiklerinden herhangi birini terk eden yahut nehyettiklerinden herhangi birini işleyen kimse, Allah’ın dinini terk etmiş ve kafir olmuş olurdu.1

Sayın hoca , Şeriatın indiği toplumun sorunlarını evrensel din açısından çözerek , zaman ve mekana uygun çözümler sunduğunu söylemektedir. Sayın hocanın bu görüşleri değerlendirilmeye tabi tutularak olumlu veya olumsuz olarak görülen tarafları konuşulabilir. 

Biz bu yazımızda sadece, sayın hocanın alıntıladığımız yazısının içinde olan "Allah'a tapınma (ubudiyet) Din'dir; fakat bunun menasiki (ritüelleri) değişebilir ve şeriat'tır" sözü üzerinde durarak , tarihselciliğin düşünce mantığını anlamaya çalışacağız. 

Sayın hocanın 2015 senesi içinde Ramazan ayı ile ilgili yazmış olduğu makalesinde dile getirdiği bazı iddiaları , bu konuda söylemek istediklerini daha net ortaya koymaktadır. Hoca makalesinde şöyle söylemektedir ;

"Ramazan’da kurumsal dinin/Diyanet’in “imsak”ı götürüp gecenin tâ ortasına dayaması(3.15), dinin maksadının anlaşılmadığının ve teologların, din adamlarının Tanrı’ya yalakalıklarının bir göstergesidir. Orucun anlamı gün boyu aç kalmak olduğuna göre, sağduyuya göre, bunun süresi, güneşin doğumundan güneşin batımına kadardır. Nitekim iftar vakti, ihtilafsız olarak güneşin batım anıdır. Hadi diyelim, güneşin doğum anını tespitte sorun çıkabileceği gerekçesi ile, bu imsak vaktini şafak vaktine, yani gün doğumundan yarım saat öncesine alalım. Allah, insanlar yarım saat veya bir saat daha fazla aç kalınca bundan -haşa- sadistçe zevk mi alıyor ki, imsak vaktini gecenin içine doğru çekmek, derin “dindarlığın” Türkçesi, yalakalığın göstergesi oluyor ?

Sayın hocanın, Diyanet'in imsak vaktini belirleme konusundaki hatasına dikkat çekmesine ve makalesinde dikkat çektiği bazı hususlara katılmakla birlikte , orucun süre belirlemesi konusundaki "sağduyuya göre, bunun süresi, güneşin doğumundan güneşin batımına kadardır" sözlerine katılmak mümkün değildir. 

Sayın hocanın oruç vaktini bu şekilde belirlemesi ile , Bakara s. 187. ayet içinde "fecrin beyaz ipliği siyah iplikten sizce seçilinceye kadar yiyin için" şeklinde belirlenen vakit, birbiri ile uygunluk arz etmemektedir. Bakara s. 187. ayeti içinde belirlenen başlama vakti , sayın hocanın sağduyusuna göre belirlediği !! güneşin doğumundan daha önceki bir zamana karşılık gelmektedir.

 Şimdi sayın hocaya sorarız ; Sizi Kur'anın belirlediği vaktin dışında, böyle bir vakit tayin etmeye sevk eden sebep nedir ?.

Kitabınızdan alıntıladığımız yazı içinde iddia ettiğiniz gibi şeriatın, zamana , mekana , toplumsal yapıya , kavimlerin etnik , antropolojik , demografik , ekolojik , sosyolojik yapısına bağlı olması gerektiği için, orucun başlama vaktinin, bu faktörler göz önüne alınarak her topluma göre yeniden belirlenebileceğini mi düşünmektesiniz ?. 

Orucun başlama vaktinin 1500 sene önce, Kur'an tarafından belirlenmesine karşılık , bugün bu vaktin aynen uygulanmasına engel olarak nasıl sebepler öne sürebilirsiniz ?. 

Kur'an orucun başlama vaktini tayin ederken , o toplumun yapısına uygun bir belirleme vakti tayin etti de , sonraki gelenler bu başlama vaktini kendileri için uygun olmadığını mı düşünüyorlar ?. 

Yoksa bu hüküm tarihsel bir hükümdür de  bize uygun vaktinin böyle olması gerektiğini mi düşünüyorsunuz ?. 

Veya Kur'anın önerdiği başlama vakti, artık bizim bünyemizde ve çağdaş hayatımız ve iş hayatımızda olumsuzluklar yaratacağı için mi böyle bir vakit önermektesiniz ?. 

Sayın hoca makalesinde, orucu bozan şeyler ile alakalı olarak ta şu görüşleri serd etmektedir; 

“Orucu bozan şeyler” de, bu ibadetin mantığını kavramamışların komikliklerini sergileyen bir başka konu. Halk, Tanrıdan ne koparırsak kârdır (bozmaz) mantığına; din adamları, müftüler de, “Tanrının hakkını yedirmeyiz( bozar)“ psikolojisine sahip iseler, o ibadetin ne kıymeti kalır? İlaç alarak neden oruca devam edilmesin? Unutarak yiyenin orucu bozulmadığı halde; istemeyerek boğazına bir şey gidenin orucu neden bozulsun? Böbreklerde yeterince su kalmaması böbreğe zarar verecekse; su içerek neden oruca devam edilmesin? Allah, “zarar” mı eder? Yoksa oruç ibadetinin ciddiyeti mi kaybolur? Genel olarak ibadetlerin illet/hikmet, yani anlaşılabilir bir amaçtan yoksun olduğu(tabbudî/tavakkufî) kabul edilince; oruç ibadetini neyin  “bozacağı” da bir sürü saçma-sapan tartışmalara boğuluyor. Hiçbir müftüye gerek yoktur; namuslu ve azıcık da aklı olan her kişi, neyin orucunu bozduğunu bilir.

Sayın hoca , orucu bozan şeylerde esas olarak "İbadet mantığı" aranmasını şart koşarken bu mantığa göre " İlaç alarak neden oruca devam edilmesin?,Böbreklerde yeterince su kalmaması böbreğe zarar verecekse;su içerek neden oruca devam edilmesin?" demektedir.

Şimdi sayın hocaya sorarız ; Bakara s. 185. ayetinde " Ramazan ayı, ki onda Kuran, insanlara yol gösterici ve doğruyu yanlıştan ayırıcı belgeler olarak indirildi. Sizden bu ayı idrak eden, onda oruç tutsun; hasta veya yolculukta olan, tutamadığı günlerin sayısınca diğer günlerde tutsun. Allah size kolaylık ister, zorluk istemez. Bu kolaylıkları, sayıyı tamamlamanız ve size yol gösterdiğine karşılık O'nu ululamanız için meşru kılmıştır; ola ki şükredersiniz." buyurularak, hasta olana iyileşene kadar ruhsat verilmesine rağmen , sizin hasta olana oruç tutturmak istemenize sebep olan düşünce nedir ?.   

Böbreklerinde veya vücudunun başka bir yerinde rahatsızlık olana oruç tutmama ruhsatı veren Allah'a karşı, siz kendinizi ne hakla bu ruhsatı iptal ederek su içerek oruç tutabilmesine cevaz verebiliyorsunuz ?. 

Allah (c.c) nin koyduğu bu sınırların sizin tarafından aşılmasına gerekçe olarak ne gibi gerekçe sunabilirsiniz ?. 

Hocanın gerekçesi ; Allah "zarar" mı eder ?. 

Evet , Allah (c.c) hiç bir şekilde zarar etmez , ancak sizin bu mantığınıza göre gittiğimizde ortada hudut diye de bir şey kalmaz. Herkes "Allah nasılsa zarar etmez" diyerek, kendi kafasınca bir hudut koyduğunda, meydana gelebilecek olan kaosu acaba düşünebiliyor musunuz?.

Oruca güneş doğumu ile başlasak Allah zarar mı eder ?. "Etmez başla"
Böbreklerinde hastalık olan su içerek oruç tutsak Allah zarar mı eder?. "Etmez iç suyu tut orucu"
Namazları akşam toptan evde kılsak Allah zarar mı eder ?. "Etmez ne zaman uygun olursan o zaman kıl"
Haccı 12 aya yaysak Allah zarar mı eder ?. "Etmez yayıla yayıla hac ederiz ne güzel"
Mekke ye gitmeye gücü olmayanlara Kabeyi belirli yerlerde kursak Allah zarar mı eder ?. "Etmez her şehirde kur kabe maketi etrafında dön"
Kurban da tavuk kessek Allah zarar mı eder ?. "Etmez hem fakirler bile kurban kesmiş olur"
Namazda Kabeye yönelmesek Allah zarar mı eder ?. "Etmez zaten ayet var nereye dönersen dön orası Allah'ın diye"

"Allah nasılsa zarar etmez" mantığından yola çıktığımızda , devirdiğimiz çamların haddi hesabı olmayacak , ortada Din diye bir şey kalmayarak , herkesin kendi kafasınca "Benim dinim bu" dediği bir Din ortaya çıkacaktır. 

Halbuki Allah (c.c) kitap ve elçi göndererek , bizlere tabi olmamız gereken kuralları belirlemiş ve huduları çizerek , orayı AŞMAMAMIZI emretmiştir.

[004.014]  Her kim de Allah'a ve peygamberine isyan edip onun hududunu aşarsa Allah onu, içinde sonsuza dek kalmak üzere bir ateşe sokar ve ona alçaltıcı bir azap vardır.

Tarihselcilik düşüncesi, mantığını "Hükümlerin vaz edilme maksadını kavramak" tan almaktadır. Bu maksat kavranıldığı zaman , insanlar da bu maksada uygun hükümler vaz edebilir. Bu mantığı ibadetler bazında değerlendirdiğimizde şöyle bir tehlike baş göstermektedir ; 

Sayın İlhami Güler hoca, ibadete taalluk eden ve hakkında hüküm verilmiş olan kısımda fikir yürütmeye kalkarak , bu alana giren meseleleri de içtihada açık bir alana sokmaya gayret etmektedir. Genel bir hüküm olan "Mevrid-i nas ta içtihada mesağ yoktur" prensini yıkarak , hakkında nas olan taabbudi konular üzerinde bile değişime gidilmesinden yana olduğunu göstermiştir.

Taabbudiliğe  (ibadete) taalluk eden konularda , illetin akılla kavranılması veya kavranıldığı iddia edilmesi , iddia sahiplerini ipin ucunu kaçırma noktasına getirecektir. "Allah'ın bu ibadet ile kast ettiği şu dur" demek, bir bakıma Allah (c.c) adına konuşmak anlamına gelecektir. 

Olması gereken tavır , Allah (c.c) nin hüküm beyan ettiği konularda verilen o hükme teslim olmak , hüküm beyan etmediği konularda ise,  yeni hükümler üretmektir. Bu tavır, hakkında hüküm beyan edilmiş bir konu üzerine söz söylemeyi Allah'a bırakmış olması anlamına da gelecektir. Hakkında hüküm olan bir konunun üzerine , başka bir görüş beyan etmek ise, Allah (c.c) nin verdiği hükme razı olmamak anlamına gelecektir. 

Hakkında hüküm verilen bir konu üzerinde ise , "bu hükmün geçerliliği , o zaman ve mekan ile sınırlıdır" iddiası sadece bir iddia olup , doğruluğu üzerinde tartışılabilir. Tarihselci düşünceyi kesin bilgi olarak görerek , üzerinde hüküm bulunan bir konu üzerinde başka hükümler ihdas etmeye çalışmak ise , doğru bir yaklaşım değildir.

Eğer ibadetlerdeki temel mantığı "Allah inancını diri tutmak" olarak  belirlediğimizde , "bu inancın diri tutulması için illaki namaz şart değildir" denilebilir. Veya "namazı istediğimiz gibi belirleyip eda edebiliriz" de denilebilir. Çünkü asıl olan Allah'a yakınlık olup bu yakınlığı siz nasıl olması gerekirse kendiniz belirleyebilirsiniz denilebilir.

Oruç ibadetini, açların halinden anlamak gibi bir illete bağladığımızda , bu ibadetin Kur'an tarafından belirlenmiş olan kurallarını uygulamaya ihtiyaç bile kalmayacaktır. Maksat hasıl olduktan sonra zamanının ve süresinin ne önemi olabilir. 

Tarihselci düşüncenin , ibadetler üzerindeki yaklaşımı bizlere , bu düşünce yanlılarının Kur'ana bakış açılarını da göstermektedir. Kur'anın belirlediği sınırları ihlal ederek , kendileri tarafından yeni sınırlar belirlemiş olmaları , tarihselci düşüncenin Kur'anı belirleyici bir kitap olarak görmediğini göstermektedir. 

İbadete taalluk eden konuları "Dinin değişkenleri" yani şeriat kısmına soktuğumuzda din adına belirleyici olarak insanlar kendilerini görmeye başlayacaklardır. Sayın İlhami Güler hocanın oruç ibadeti ile ilgili olarak ortaya koyduğu bu düşüncelerin , oruç konusunda yeni bir Kur'an yazma çalışmalarının bir ürünü olarak gördüğümüzü ifade etmek isteriz. Böyle bir kapı açıldıktan sonra, yeni bir Kur'an yazma ameliyeleri hız kazanarak , dine uyan insanlar değil ,dini kendisine uyduran insanlar ortaya çıkacaktır. 

Sayın hocanın tarihselcilik düşüncesi etrafında geliştirdiği bu söylemi "Evrenselcilik" adına eleştirmediğimiz bilinmelidir. Tarihselcilik ve Evrenselcilik düşüncesi, batının ortaya attığı bir düşünce sistemidir. Bu düşünce sisteminin her ikisi de Kur'ana giydirilmek istenildiğinde ona uymayacaktır. Kur'anın 1500 sene öncesi inen bir kitap olması gerekçe gösterilerek , bu kitabın hayat içinden çıkarılması , kişilerin başka kitaplara tabi olmasını beraberinde getirecektir. 

Eğer Kur'anın günümüze uygulanabilirliği konusunda bir sıkıntı varsa , bu kitabı hepten ortadan kaldırmaya sebep olacak bazı düşünceleri savunmak yerine , Müslümanca bir paradigma üreterek , bu kitaba yaklaşmak daha sağlıklı olacaktır. Devşirme düşüncelerin baz alınarak okunduğu bir kitap "Eskilerin masalları" olmaya mahkum edilmeye çalışılan bir kitap olacaktır. 

Düşüncemizin temelini "Müslüman" isminin anlamı olan "Teslim olmak" oluşturmalı , teslim olmaya değil almaya yönelik okumaların ve anlama çalışmalarının bizi kitabın belirleyiciliği düşüncesinden koparacağı unutulmamalıdır.


9 Kasım 2015 Pazartesi

Allah (c.c) nin Bilgisini Sınırlayan Düşüncenin Batıllığına Dair "İbrahim'in Misafirleri" Kıssasından Bir İhticac

Muhammed (a.s) ın vefatını müteaakiben başgösteren siyasi ayrılmalar neticesinde, bu ayrılıklar akidevi bir temele oturtulmaya çalışılmış bir çok fırka ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda islam topraklarının sınırlarının genişlemesi ve farklı toplumlardan insanların islama dahil olmaları neticesinde müslümanlar farklı kültürlerle tanışmışlar,  bu durum Yunan  , İran ve Hint düşüncesinin İslam düşüncesi ile harmanlanması şeklinde gelişmiştir. 

Ancak İslam düşüncesi , bu düşüncelere etki etmek yerine , bu düşüncelere sahip filozofların görüşleri İslam düşüncesine hakim olmuş ve "İslam filozofları" payesi verilen bir gurup türemiş , bu filozoflar Yunan düşüncesini esas alarak İslam düşüncesini yorumlamaya başlamışlardır.  "İslam filozofları" denen bu gurup, temeli Yunan düşüncesinden alınmış verileri, İslam düşüncesine adapte etme çalışmalarına girişmiştir. Allahın bilgisinin sınırlarının tartışılmaya başlanması bu durumun bir neticesidir. 

Müslümanlar tarafından yapılan, bitmek tükenmez tartışma konularından birisi de "Kader" konusudur . Bu tartışmaların başlangıcı , emevi saray erkanının yapmış olduğu gayri meşru işleri meşrulaştırmak amacına matuf olduğunu söylemek, bu tartışmaların kaynağının ne olduğunun bilinmesi açısından önem arz etmektedir.Bu tartışmalar sadece Kur'an baz alınarak yapılmış olsaydı bu kadar farklı görüşler ve ayrışımların meydana gelmesinin önü alınmış olurdu.

Kader konusunda en büyük tartışmalar, Allah (c.c) nin insanın başına gelecekleri ezelden yazmış olduğu düşüncesi olup, bu düşünce gerçekten büyük bir problem teşkil etmektedir. Bu görüşleri red etmeye yönelik bazı görüşler ortaya atılmış , ancak "Kaş yapayım derken göz çıkarmak" misali görüşler ortaya çıkmıştır. Bu göz çıkaran görüşlerden bir tanesi, Allah (c.c) nin kullarının gelecekte ne yapacağının yazmasının mümkün olmadığı , çünkü Allah (c.c) nin böyle bir bilgiye sahip olmadığıdır. 

Allah (c.c) nin kullarının fiilleri ile ilgili ne yapacakalarını ezelden yazmış olduğu düşüncesi , haklı olarak "Madem Allah ne yapacağımızı yazmış yaptıklarımız konusunda bizim herhangi bir suçumuz neden olsun" düşüncesini doğurmuştur. Allah (c.c) hiç bir kulu üzerinde baskıcı olmadığını , onlara irade özgürlüğü tanıdığını , cennet veya cehennem ile cezalandırılmanın kullarının yaptıklarının karşılığı olduğunu bir çok ayetinde beyan etmektedir. 

Ancak şurası bir gerçektir ki , Allah (c.c) yarattığı kullarının yaşadıkları hayat içinde ne yapacaklarını bilmektedir. Onun bu bilgisi , bazı kimseler tarafından yadırganarak böyle bir şeyin olamayacağı düşüncesine götürmüştür. Kur'anda geçen "Gayb" kavramı bizim için geçerli bir alan olup , Allah (c.c) için böyle bir alan asla olamaz. 

Allah (c.c) nin dolaylı olarak gaybı bilemeyeceği iddialarından olan , Onun bizim imtihanımız ile ilgili olarak ne yapacağımızı ve kiminle evleneceğimizi bilmediği iddiaları , Allah (c.c) yi biz kulların seviyesine indirmek durumuna düşüren bir düşüncedir.

"Cehmiyye" adı ile bilinen , Cehm Bin Safvan tarafından temelleri atılan fırkanın görüşlerine baktığımızda , Allah (c.c) nin bilgisinin ezeli olmadığı, sonradan oluştuğu gibi düşüncelere sahip oldukları , bu görüşlerini ise Muhammed s. 31. ayeti ve bazı ayetlerde geçen "Li na'leme" (Bilmek için) kelimesinin kullanılmasına dayadıklarını , bu kelimenin kullanılış sebebinin ise, Allah (c.c) nin önceden bilmediği  iddialarıdır

Cehmiyye fırkasının bu görüşleri, yaklaşık 1250 sene sonra  yeniden ısıtılarak piyasaya sürülmüş , "Allah (c.c) imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını ve kiminle evleneceğini bilmez" şeklinde bir söylem ile gündeme sokulmuştur. Bu söylemi desteklemek için , Cehmiyye nin destek olarak aldığı , içinde "Li na'leme" (Bilmek için) ibaresi geçen ayetler bu düşünceye destek olarak sunulmaktadır. 

Öncelikle şunu ifade etmek isteriz ki , bu düşünce temelini Kur'andan almayan devşirme bir düşüncedir. Bu düşüncenin meşruiyeti, bazı kur'an ayetlerinin ilgili düşünceye destekletilmesi şeklinde okunması sonucunda , "Ben demiyorum Allah diyor" şeklindeki ifadeler ile kendi söylemini Allah (c.c) mal ederek ortaya konulmaya çalışılmaktadır. Bu gün bu konuyu ortaya atanların bu konuda 1250 yıl önceden ortaya atılan bir söylemi yeniden ısıtmış olması, bu konuda taklitçi bir yaklaşım sergilediğini göstermektedir.

Bilindiği üzere bu konunun gündeme gelmesine sebeb olan Abdülaziz Bayındır hocadır. Biz sayın Abdülaziz Bayındır hocayı , Kur'anı öncelleyen bir söyleme sahip olarak bilen birisi olarak bilir tanırız, Kur'an okuyan kim olursa olsun , okuduğu ayetlerden çıkardığı fikirler o kişinin kendi düşüncesi olup, bu düşüncesini "Ben demiyorum Allah böyle diyor" şeklinde bir söyleme oturtmaya çalışması büyük bir talihsizliktir. Bu tür söylemi kullananların , genelde tasavvuf kesimi olduğu bilinmektedir. Sayın hocanın bu kesimin ağzı ile konuşmuş olması   üzüntü vericidir. Kur'an okuyarak, ayetleri üzerinde fikir yürüten bir kişinin söyleyebileceği tek söz, "Bu konuda benim düşüncem bu dur" olmalıdır.

Sayın hocanın bu düşüncesinin yanlış olduğu bir çok kişi tarafından dile getirilmiştir . Bu düşüncenin yanlışlığı bir çok Kur'an ayeti tarafından red edilmiş olduğunu söyleyerek, bu yazımızda sadece Kur'anda 3 ayrı sure içinde geçen "İbrahim'in misafirleri" kıssasındaki anlatımları baz alarak bu düşüncenin yanlışlığı hakkındaki düşüncelerimizi dile getirmeye çalışacağız. 

Kıssalar ,Kur'an'ın hacmini büyüten bir anlatım uslubu olup , bir kıssa içinde kendi içerisinde bir çok mesaj taşıyarak , okuyucuya seslenmektedir. Biz bu durumu göz önüne alarak "İbrahim'in misafirleri" kıssası içinde Allah (c.c) nin bilgisine sınır koyma girişimlerinin , Kur'an içindeki ayetlerin delaleti ile nasıl batıl bir düşünce olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.

"İbrahim'in misafirleri" kıssası , Kur'anın 3 ayrı suresi içinde geçmekte olup , bu sureler içindeki anlatımlar dikkatli bir okuyucunun gözünden kaçmayacak şekilde farklılıklar arz etmektedir. Bu farklı anlatımlar bizlere, Kur'an kıssaları üzerinden verilmek istenilenin, tarihi bir olayı masal olarak anlatmak değil , kıssa üzerinden okuyucuya mesaj verilmeye yönelik olduğunu göstermektedir.

Kur'an kıssalarını okuyanlar , aynı konuyu anlatan kıssanın bir surede farklı , diğer bir surede farklı bir anlatıma sahip olduğunu görecektir.Bu farklılık İbrahim'in misafirleri kıssasında gözümüze çarpmakta olup , kıssayı sadece tarihsel zaman ve mekanı içine hapsederek okumaya kalktığımız takdirde ,bu farklılıkların sebebini anlamamız mümkün olmayacaktır. Bizler, "anlatılan olayın üzerinden nasıl bir mesaj verilmek istenmiş olabilir?" sorusunun cevabını aramaya yönelik bir okuma yaptığımız takdirde, kıssayı anlamamız kolaylaşacaktır. 

Hicr s. 51. ve 60. ayetler arasında anlatılan İbrahim'in misafirleri kıssasında , İbrahim'e gelen elçiler, ona "Ğulamin alimin" (Bilgin bir oğul) müjdelemektedirler.

Zariyat s. 24. ve 37. ayetler arasında anlatılan aynı kıssada , gelen elçiler Hicr s. ayetlerinde gördüğümüz gibi İbrahim'e "Gulamin alimin" (Bilgin bir oğul) müjdelemektedirler. 

Hud s. 69. ve 76. ayetleri arasında anlatılan kıssada , İbrahim'e gelen elçilerin , ona İshak ve Yakub'u müjdelediklerini görmekteyiz. 

Hicr ve Zariyat surelerinde bir erkek çocuğunun yani İsmail'in , Hud suresinde ise ikinci oğlu olan İshak'ın, ve İshak'ın oğlu olan Yakub'un müjdelenmesini nasıl okumak gerekmektedir?.

İbrahim'e gelen elçilerin , bir yerde ,başka bir yerde başka neden konuştukları konusunda takılıp kaldığımız zaman , bu ayetler üzerinden verilmek istenilen mesajı anlamamız zorlaşacaktır. Bizler neden farklı anlatımlar olduğunu düşünmekten ziyade, Hud suresinde bizlere İbrahim'e İshak ve Yakub'un müjdelenmesindeki hikmeti okumak durumundayız. 

İbrahim (a.s) kıssasını hatırlayacak olursak , onun ileri bir yaşa varmış olmasına rağmen bir çocuğu olmamış ve Allah (c.c) nin kendisine çocuk bağışlaması için dua etmektedir (Saffat s. 100). Burada okunması gereken önemli nokta ilk çocuğundan sonra ikinci bir oğlun ve torunun müjdelenmesidir. 

Önce konumuz olan iddiayı tekrar hatırlayalım;

"Allah (c.c) kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını ve kiminle evleneceğini bilmez" 

  Bu iddianın doğru olup olmadığını, İbrahim'in misafirleri kıssasındaki bu anlatımlar üzerinden değerlendirmeye çalışalım.

Saffat suresi içinde anlatılan , İbrahim (a.s) kıssasının ,100. ve 113. ayetleri arasına baktığımız zaman, İbrahim (a.s) ın duası kabul olmuş ve bir erkek evlat sahibi olmuştur. İbrahim (a.s) oğluna , onu rüyasında boğazladığını gördüğünü söylediğinde oğlu ona , "Babacığım emrolunduğun şeyi yap" der , babası da oğlunu boğazlamak için hazırlandığı sırada , bunun bir imtihan olduğu , İbrahim'in bu imtihanı başardığı vahyedilir.

Allah (c.c) , İbrahim (a.s) ın bu imtihanı başarma ödülü olarak ona İshak adında bir oğul daha bağışladığını beyan etmektedir (37.112).

Şimdi Hud suresi içindeki kıssada anlatılan , İshak ve Yakub'un müjdelenmesi daha kolay anlaşılacaktır. İshak , İbrahim (a.s) ın ikinci oğludur , İbrahim (a.s) a İshak adında bir oğul bağışlanmasının sebebi , onun imtihanı başarması nedeniyledir. 

Yani Allah (c.c), İbrahim (a.s) ı imtihan ederek onun bu imtihanı başaracağını önceden bilmekte ve daha ortada ilk oğlu İsmail ortada dahi yok iken ona İshak'ın bağışlanacağı haber edilmektedir. 

İshak ile birlikte Yakub'un bağışlanacağının haber edilmesini ise , daha İshak hayatta yok iken bile onun kiminle evleneceğini bilmiş , İshak'ın evlenerek Yakub adında bir oğlu olacağını bilmiştir.  

Cehmiyye fırkasının bu konudaki görüşlerine tekrar dönecek olursak ; Allah (c.c) nin ilmi hadis yani varlığı yaratmadan önce onun hakkında bir bilgi sahibi değilse , İbrahim (a.s) ın imtihanı başaracağını , ilave olarak ona İshak'ı vereceğini , İshak'ın evlenerek Yakub adında bir oğlu olacağını Allah (c.c) nasıl bilmiştir?. 

Demek oluyor ki , Allah (c.c) kulunun imtihanı ile ilgili olarak ne yapacağını ve kiminle evleneceğini bilmekte olup bunun tersi düşünceler Kur'an onaylı değildir. 

Ayrıca, kıssanın Zariyat suresinde geçen  , İbrahim'e gelen elçilerin Lut (a.s) ın kavminin helak edilişi ile ilgili ayetlere baktığımızda, daha onlar Lut kavmine gitmeden , İbrahim (a.s) a Lut kavminin helak edildiğini ve bu helakın nasıl gerçekleştini haber vermektedirler. 

[051.0337]  Biz, de dediler: Mücrim bir kavme gönderildik Ki onların üzerine çamurdan taşlar salalım; Rabb 'inin katında, haddi aşanlar için işaretlenmiş taşlar.Orada mü'minlerden kim varsa çıkardık. Zaten orada bir evden başka müslüman bulamadık.Ve öyle elîm azabdan korkacaklar için orada bir âyet bıraktık

Hud ve Hicr surelerinde geçen kıssa içindeki ayetlerde , Lut (a.s) ın kavminin helak edileceği haberi , gelecek zaman kipi içinde verilirken , Zariyat suresi içinde geçen ayetlerde , Lut kavminin helak haberi neden geçmiş zaman kipi ile , yani işin olup bittiği şeklinde verilmektedir?.

Düşünecek olursak , elçiler daha İbrahim (a.s) ın yanında ve Lut (a.s) ın kavminin imtihanı devam etmektedir. Halen devam etmekte olan bir imtihan için artık kesin bir karar verilmiş olması yani kalemin kırılmış olması neyi göstermektedir ?. 

Elçiler Lut (a.s) a gittiklerinde , Lut (a.s) kavmine bu kötülükten vazgeçmeleri için adeta yalvarmaktadır. Lut (a.s) ın kavmi, eğer onun bu isteklerine olumlu cevap vermiş olsa ve Lut'a iman etmiş olsaydı , iman etmiş bir kavmin helak edilmesi zulüm olurdu. 

Hud ve Hicr surelerinde, Lut kavminin helak edilmesi haberinin, gelecek zaman yani işin henüz vaki olmamış hali olarak  , Zariyat suresinde helak edilme haberinin, geçmiş zaman yani işin olmuş bitmiş hali olarak verilmesinin ne anlama gelebileceğini düşündüğümüz zaman , Allah (c.c) nin kullarının imtihanı ile ilgili olarak ne yapacaklarını bildiği , Bu bilgisinin ispatı ise, Lut kavminin artık iman etmeyeceğini bilmiş olması üzerinden bizlere anlatılarak gösterilmektedir. 

Allah (c.c) için "Gayb" olan bir şey varmı dır ?. 

"Gayb" insana has bir alan olup , Allah (c.c) için böyle bir alan yoktur. Zariyat suresindeki İbrahim'in misafirleri kıssasının olmuş bitmiş hali ile anlatılması , Kur'anın bir çok yerinde geçen kıyamet ve cehennem sahnelerinden bazılarının geçmiş zaman sigası, yani olup bitmiş bir şekilde anlatılmış olması , Allah (c.c) için gayb diye bir alanın olmadığının açık ve net bir kanıtıdır.  

Sayın Bayındır hoca , bu konuda yapmış olduğu derslerden birisinde kendisi için yapılan , "Allah (c.c) nin gaybı bilmediğini" söylediği iddiasına çok sert bir biçimde karşılık vererek, kendisine iftira atıldığını , hiç bir zaman böyle bir söz söylemediğini beyan etmektedir. Bayındır hoca tabiki direk olarak böyle bir söz söylemez , ancak ortaya attığı iddianın Allah (c.c) nin gaybı bilemeyeceğini iddia etmek demek burada ifade etmekte istiyoruz.

Allah (c.c) nin imtihan için yarattığı insanların bir kısmının cehenneme girerek orada olan konuşmalarından bahsetmiş olması , devam eden bir imtihan hayatı içinde inen kitabın içinde haber verilen bu durumun , imtihanı bitmeyen insanların bir kısmının cehennemi hak edeceğini bilmesi , Allah (c.c) nin bilgisinin sınır olmadığını göstermektedir. 

Allah (c.c) nin bilgisine sınır koymak isteyen düşüncenin delil olarak dayandığı ayetlerden birisi de içinde "Li na'leme" (Bilmek için) ibaresinin geçtiği ayetlerdir. Bu ayetleri delil olarak sayanlar , "Kardeşim Allah bilmek için dediğine göre demekki bilmiyor" şeklinde sözler söyleyerek bu konuda kendilerini komik duruma düşürmektedirler. 

Bu iddianın ne kadar komik bir iddia olduğunu görmek için Muhammed (a.s) a verilen emir türü ayetleri okumak yeterlidir örneğin ;

[015.088]  Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz geçimliğe gözlerini dikme ve onlara üzülme. İnananlara kanat ger.

Bu ayeti okuyan birisi , "Demek Muhammed (a.s) müşriklere verilen dünya malına göz dikiyor ve mü'minlere kanat germiyormuş onun için ona böyle yapmaması emredilmiş" şeklinde bir iddia ortaya atabilir mi ?. 

El cevab = böyle bir iddiada bulunmak asla mümkün değildir. Bu tür ayetler  , Muhammed (a.s) yapmadığı işleri değil onun şahsında bizlere hatırlatmalardır.

Allah (c.c) , yarattığı kullarını ahirette cennet veya cehennem ile cezalandırması için o kulların somut ameller işlemesi gerekmektedir. "Bilmek için" şeklinde gelen ibareler , onun bilmediğinin göstergesi değil , kullarına vereceği karşılığın sebebinin somut amellere dayanması içindir.  

Sonuç olarak ;Allah (c.c) nin bilgisine sınır koymak sureti ile ona eksiklik izafe etmek kişinin itkadında derin bir yara açacak , ve bu yaranın Kur'an literatüründeki adı "KÜFR" dür. Allah (c.c) nin bilgisi konusunda yapılan tartışmaların en büyük hatası , bu tartışmaların temelini devşirme düşüncelerden alınmış olmasıdır. "İlk nesil" dediğimiz kişilerin , böyle bir tartışma içine girmeyerek sadece inen ayetleri hayatlarına pratize etme gayretlerini düşündüğümüz , bizlerin bu ayetleri entellektüel muhabbet malzemesi yaparak birbirimizi incitme malzemesi yaptığımızı düşündüğümüz zaman  ilk nesil ile aramızda nasıl bir fark olduğu görülecektir. 

Geçmiştekilerin , sadece saray erkanını temize çıkarmak için , kullandıkları kavramlardan olan "Kader" konulu tartışmaların , onların dedikleri gibi olmadığını ispatlamak için , Allah (c.c) nin bilgisine sınır koymak ve onu bilmezlikle suçlamak , "Kaş yapayım derken göz çıkarmak" misali bir durum olup, Allah (c.c) ye işlenmiş büyük bir hatadır. Bizler Kur'an ayetlerini baz alırken ön yargılarımızı onaylatmak amacı değil , bu konuda kitabın nasıl bir bilgi verdiğini dikkate almak zorundayız , aksi takdirde bu kitap belirleyiciliğini kaybederek , sadece birilerinin indi düşüncelerini onaylamaya yarayan bir kitap haline dönüşecektir. Rabbimiz bizleri kitabı teslim almaya çalışanlardan değil , teslim olan kullarından kılsın. 

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.