Nisa s. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nisa s. etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Aralık 2016 Cumartesi

Nisa s. 1. Ayetini Hucurat s. 13. Ayetinden Anlamak

Son yıllarda Türkiye genelinde Kur'an'ı anlamaya olan yönelim , anlama konusunda bazı yöntem hatalarını da beraberinde getirmiştir. Yapılan Kur'an okumalarının bir kısmı, mesajı anlamaya yönelik değil , bir takım gereksiz soruların cevaplarının aranmasına yönelik yapılmasından dolayı, ortaya çıkan tartışma konuları, maalesef Kur'an okuyanların birbirine düşmelerine neden olmaktadır. 

Bu konuda yapılan yöntem hatasına örnek olarak verebileceğimiz, Nisa s. 1. ayeti üzerinde yapılan tartışmalar , insan neslinin nasıl çoğaldığı yönündeki sorulara cevap aranması etrafında yapılmaya çalışılmış , bu ve benzeri ayetler dikkate alınarak , insan neslinin Adem ve eşinden çoğaldığı sonucuna varılmış , fakat bu sonuç insan neslinin çoğalmasının kardeş evliliği ile gerçekleştiğinden yola çıkılarak varılmış bir sonuç olduğu için , itirazları başka soruları ve tartışmaları beraberinde getirmiştir.

Yazımızda , bu ayetin nasıl anlaşılabileceği yönünde bir tefekkür çalışması yapmaya gayret ederek , mesaja odaklı bir okuma örneği vermeye çalışacağız.

[004.001] Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.

Bu ayet ile ilgili kanaatimiz , ayet içindeki "İtteku" (Sakının) kelimesinin merkeze alınarak okunması ve anlaşılması gerektiği yönündedir. Rabbimiz, yeryüzünde bulunan milyarlarca insanı , bir erkek ve bir dişiden yarattığını, ve insan neslinin bunlardan türettiğini beyan ettiği yönündedir . Biz insanların bir erkek ve bir dişiden yaratıldığını okuduktan sonra , "Ey Rabbimiz sen bu insanları kardeş kardeşe evlenmesine izin vererek mi, yoksa başka Ademler de yaratarak çoğalmasını sağladın?" şeklinde bir sorunun cevabını aramaya çalışmanın gereksiz, ve asıl mesajı öteleyen bir soru olduğunu düşünmekteyiz.

Çünkü bu ayette Allah (c.c), sakınılmaya layık yegane rab olarak kendisini adres göstermekte, ve insanlar üzerinde yegane rab olma liyakatını, bütün insanları bir erkek ile bir dişiden yaratmış olması ve çoğaltması ile bizlere ispatlamaktadır. Bizim bu noktayı bir tarafa koyarak , insanların nasıl çoğaltıldığına dair bir bilgi peşinde koşmaya çalışmak "Aya değil parmağa bakmak" misali bir okumadır. Çünkü Kur'an içindeki ayetlerden nasıl çoğaldığımız konusunda yapmaya çalıştığımız araştırmalar, ve cevaplar bir başka soruları meydana çıkarmaktadır. 

Kardeş kardeşe evlilik yolu ile çoğaldığımızı savunan görüş, yine Kur'an içinden ayetler delil gösterilerek ret edilebilirken , Adem'in ilk insan olmadığını savunan görüşler de ,  aynı şekilde Kur'an içinden ayetler delil gösterilerek ret edilebilmektedir. Bundan dolayı şahsi kanaatimiz , insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunun peşine düşmeden, ilgili ayetlerde bize verilmek istenen başka mesajlar olup olmadığını araştırmaya çalışmak olmalıdır.

Aynı erkek ile aynı kadından doğan insanların ortak özelliği "Kardeş" olmalarıdır. Ayeti bu noktadan okumaya çalıştığımız zaman , karşımıza aynı mesajı içeren Hucurat s. 13. ayeti çıkmaktadır.

[049.013] Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en kerim olanınız, O'ndan en çok sakınanızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.

Hucurat s. 13. ayeti de , tıpkı Nisa s. 1. ayeti gibi insanların bir erkek ve bir dişiden yaratıldığını beyan etmektedir. "Takva" (Sakınmak) terimi , Nisa s. 1. ayetinde olduğu gibi, Hucurat s. 13. ayetinde de merkeze alınmaktadır.

Dikkat edilirse her iki ayette de hitap bütün insanlığa yapılmakta , ve bütün insanlığın bir erkek ve bir dişiden yaratılmış olmasına dikkat çekilerek , bir erkek ve dişiden yaratılmış olmanın, bütün insanlar ile ortak paydamız olduğu hatırlatılmaktadır. Bu ortak payda, bütün insanların birbirleri ile kuracağı ilişkilerde dikkate alınması gerekmektedir. 

Bu ortak payda, bizleri bir erkek ve dişiden nasıl çoğaldığımız sorusunu gündem etmeye değil , böyle bir şekilde çoğalmış olmamızın bizim için ifade etmesi gereken değeri gündem etmeye yöneltmesi gerekmektedir. Bütün insanların bir erkek ve bir dişiden türediğinin ifade edilmesi , bu insanların birbirleri ile olan ilişkilerinde gözetmesi gereken yakınlık ilişkisine dikkat çekmektedir. 

İnsanların "İnanan" ve "İnanmayan" şeklinde iki ayrı şemsiye altında toplanmış olmasından önce, inanmış veya inanmamış olsun herkes öncelikle İNSANLIK şemsiyesi altında toplanmaktadır. "Mü'min" veya "Kafir" sıfatları , insanların birbirleri ile olan ilişkilerinde dikkate almaları gereken öncelikli sıfatlar değildir. Öncelik , mü'min veya kafir olmasından önce herkesin İNSAN olduğu gerçeğidir.   

Allah (c.c) insanların kendisine iman eden ve etmeyen olarak ikiye ayrılmalarının birbirlerine karşı hangi hallerde düşmanlık vesilesi olarak görülmesi gerektiğini kitabında beyan etmektedir. İman edenlerle açıkça savaşa yeltenmeyen kafirler ile insani ilişkileri kurulmasında herhangi bir sakınca görülmemesi dikkat çekici bir noktadır.

 [005.032]  Bu nedenle, İsrailoğullarına şunu yazdık: Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yer yüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın (haksızca) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur. Andolsun, peygamberlerimiz onlara apaçık belgelerle gelmişlerdir. Sonra bunun ardından onlardan birçoğu yeryüzünde ölçüyü taşıranlardır.

Maide s. 32. ayeti , insan olma onurunu öne çıkaran, insan hayatının ne kadar değerli olduğunu , haksız yere kıyılan bir canın bütün canlara bedel olduğunu beyan ederek insan hayatının ne kadar değerli olduğunu beyan eden bir ayet olarak, biz Müslümanlar tarafından hayat alanına geçirilmeyi beklemektedir. İnsan hayatının değerini bilmesi , ona kıymet vermesi , haksız yere kıyılan bir canın bütün canları kıymış gibi bir cürüm olduğunu en fazla bilmesi gerekenlerin , en acımasız şekilde birbirlerini kırma yarışına girmiş olmaları, izahı mümkün olmayan bir yanlıştır.

"Şia" ve "Sünni" olarak iki ana parçaya ve bu ana parçanın altında binlerce ara parçaya ayrılmış olan Müslümanların, yüzlerce yıldır birbirleri ile yaptıkları savaşlarda dökülen kan , kafirler ile yapılan savaşlarda dökülmemiştir. Dünyanın insan hayatına saygılı olma konusunda en başta gelen topluluğu olması gereken bizlerin, kendi insanlarına karşı en acımasız, ve en vahşi bir şekilde kan dökücü hale gelmiş olması , içinde bulunduğumuz zamanın acı bir gerçeğidir.

[049.010] Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz.

Dünyayı tek bir devlet çatısı altında toplamayı , ve 7 milyar olan dünya nüfusunu 500 milyona indirmeyi amaçlayan şeytanca bir projenin sahibi olan bir elin parmakları kadar sayılı olan zengin tabakasının bu projesinin bir ayağı, bizim coğrafyamızda B.O.P adı altında bir plan dahilinde yürütülmektedir. Yıllardır çevremizde gelişen olaylar ve dökülen kanlar , bu şeytani planın bir parçasıdır.

Dünya nüfusunu azaltmayı amaçlayan şeytani planda birbirlerine düşman olan Müslüman guruplar , bu kafirler için biçilmiş kaftan mesabesinde olup , bu gurupları birbirlerine kırdırmak sureti ile , hem Müslümanların birlik ve beraberliklerini ortadan kaldırmakta , hem de nüfusun azalmasına sebep olacak katliamları Müslümanlar eli ile yaptırmaktadırlar.

Elimizde bulunan kitabın "Nur" olarak vasıflandırılmış olması, bizler için karanlıklarda yol gösterici , "Furkan" olarak vasıflandırılmış olması, hakkı batıldan ayırt etmek için bize rehber olması artık dikkate alınarak , üzerimizde oynanan oyunların bir önce farkına varılması , kafirlerin elinde oyuncak olmaktan çıkarak , onların oyunlarına başlarına geçiren bir topluluk olmamız gerekmektedir.

Karşımızda olan bir insanın bizim için hangi durumlarda "Düşman" olarak görülmesi gerektiği açık ve net olarak beyan edilmiş iken , kendisini "Sünni" olarak niteleyen bir insanın düşmanı , kendisini "Şia" olarak niteleyen bir insan olamaz. Aynı şekilde kendisini "Şia" olarak niteleyen bir insanın düşmanı da, kendisini "Sünni" olarak niteleyen bir başka insan olamaz.

Sünni veya Şia olsun bu fırkalara mensup olan insanların ortak paydaları , önce bir kadın ve erkekten türeyen İNSAN , sonra da MÜSLÜMAN olmalarıdır. Farklı bakış açıları ile birbirini KAFİR ilan ederek birbirinin kanını, canını , malını , ırzını , namusunu HELAL görmek insana ve Müslüman olanlar için asla mümkün değildir.


Mezhep , meşrep , fırka farklılıkları insanların birbirlerini öldürmek için asla meşru bir sebep olarak görülemez. Sünni , Şia veya bir başka fırkaya mensup olduğu gerekçesi ile, insanlara düşmanlık beslenmesine ve katline cevaz veren insanlar , batılı kafirlerin ekmeğine yağ sürmekten başka bir iş yapmamaktadırlar. 

Batılı insan şeytanları ve onların işbirlikçilerinin oynamak istedikleri oyunlar , Müslümanların mezhep farklılıkları gündeme getirilerek sahneye konulmak istenilmekte , bu yol ile farklı mezheplere bağlı olan Müslümanların birbirlerini "Kafir" oldukları gerekçesi ile öldürmek sureti ile Müslümanların gücü sıfıra indirilmek istenilmektedir. 

Birbirini öldürmek için meşru bir gerekçe olarak sunulan fırka ve mensup farklılığı , Müslümanların güçlerinin kırılmasına ve gücü kırılan Müslümanların batılı şeytanlara daha kolay lokma olmalarına sebep olmaktadır. İnsan hayatının değerini, fanatik mezhep taraftarlarından değil , Allah (c.c) nin kitabından öğrenmeye ve hayata aktarmaya çalışmadığımız zaman , en küçük bir tahrikte "Asalım , keselim , öldürelim , biçelim" sesleri yükselmeye başlayacak ve bu yolla Müslümanlar arasında fesat tohumları ekilecektir.

Hucurat s. 13. ayeti , insanların birbirlerinin renk , dil , ırk , mezhep , meşrep , kavim farklılıklarının düşmanlık vesilesi olarak görülmemesi gerektiğini hatırlatan önemli ayetlerden bir tanesidir. İnsanları birbirlerinden ayıran bazı farklılıkların onlar arasında düşmanlık vesilesi olarak görülmemesi  , aksine yakınlık ve kaynaşma vesilesi olarak görülmesi gerektiği ayetin önemli mesajlarından bir tanesidir.

Sünni , Şia veya bir başka fırkanın taraftarı olmak, eğer Allah katında bir suç ve günah teşkil ediyorsa , bu suçun cezasını Sünni olanın Şia olanı , Şia olanın Sünni olanı öldürmesi sureti ile insanların değil , hesap gününde Allah (c.c) nin vermesi gerekmektedir.

Sosyal medya üzerinden örgütlenmek ve propaganda yapmak, son yıllarda büyük bir ivme kazanmış, biz Müslümanlar da bu yol üzerinden sahip olduğumuz düşüncelerimizi yaymak için büyük bir gayret göstermekteyiz. Sosyal medya üzerinden sahip olunan gücü , fırkalar arasındaki düşmanlığın yayılması için değil , önce insan olmamız ve sonra Müslüman olmamız üzerinden değerlendirmeye çalışarak , düşüncelerimizi paylaşmaya çalışmak , karşımızdaki kişiye önce insan olması gerçeği üzerinden değer vermeye çalışmak , sonra eğer hatalı bir düşüncesi var ise , bu hatasını Kur'an'ın öğrettiği metot üzerinden anlatmaya çalışmak , Müslümanlar arasındaki düşmanlıkların en aza inmesini sağlayacaktır. 

Sosyal medya aracılığı ile sahip olduğu düşüncesini savunmaya çalışan Müslümanlardaki genel durum , sahip olduğu düşünceyi merkeze alarak onu "Nihai doğrular" olarak görmek , sahip olduğu düşünce dışındakileri ise "Kesin yanlış" olarak görmektir. Böyle bir portreye sahip olan Müslüman klavyesini bir kılıç gibi kullanarak karşısındakini düşman olarak görmekte , ve o kişiye her türlü yazılı hakareti caiz olarak görerek , bu ameli Allah yolunda cihad aşkı ile yerine getirmektedir. Müslümanların birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğu bu zamanlarda , herkes yazdıklarından ve söylediklerinden sorulacağı bilinci içinde olmalı , insani değerlere önem vererek karşısındakilerin kişilik haklarına saygı duyan bir üslup kullanmalıdır.

Aksi takdirde sosyal medya üzerinden körüklenen düşmanlıklar , ilerleyen zamanlarda ülkeler arası meydan savaşlarına dönüşerek , önü alınmaz kitlesel katliamlara sebep olan durumlara öncülük ederek tarihte kara bir sayfa olarak yerini alacaktır.

Sonuç olarak : Allah (c.c) nin bizleri bir erkek ve bir kadından yarattığı ve çoğalttığını beyan etmiş olmasının , bu çoğalmanın nasıl gerçekleştiği yönünde değil , bir erkek ve bir kadından doğan insanların sahip oldukları ortak payda üzerinden değerlendirilmesinin daha doğru bir yaklaşım olacağını düşünmekteyiz.

Anne ve babası bir olanların, birbirleri ile daha yakın ilişkiler kurması gerektiği ,  aynı anne ve babadan dünyaya gelenlerin birbirlerine karşı herhangi bir üstünlük taslama vesilesi olmayacağı gerçeği üzerinden ayeti okuduğumuz zaman , evrensel insani değerlerin dikkate alınarak birbirimize karşı davranışlarımızın yeniden gözden geçirilmesi zarureti ortadadır.

Birlik ve beraberliğin her zamankinden daha zaruri olduğu bu günlerde , Müslümanların birbirlerine fırka taassubu ile değil sahip oldukları en üst ortak paydaları öne çıkararak , bakmaları bizi birbirimize kırdırarak iki taraflı menfaat elde etmek isteyen batılı şeytanların oyunlarını bozacaktır. 

İslam kelimesinin anlamlarından bir tanesi olan barışın , Müslümanlar arasında uygulanması kimlerin zararına olacak ise , aramızdaki düşmanlıkları körükleyenler , bu kimselere hizmetkar olmaktan başka bir iş yapmamaktadırlar.

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

23 Ekim 2016 Pazar

Nisa s. 64. Ayeti : Muhammed a.s Bizim İçin Bağışlanma İsteyebilir mi ?

Hristiyanların İsa a.s hakkında uydurdukları yalan ve iftiraların bir benzeri ne yazık ki, İslam düşüncesi içinde de  neşvünema bularak , Muhammed a.s insan üstü bir seviyeye çıkarılmış , onun insan üstülüğü merkeze alınarak ,hakkında bir çok yalan ve iftiralar üretilmiştir. Üretilen yalan ve iftiralardan bir tanesi , onun ölmediği , kabrinde diri olduğu hatta namaz dahi kıldığı gibi daha bir çok yalan ve iftira, özellikle rivayet kültürünün hakim olduğu din algısına sahip olan kesim tarafından kabul edilmektedir. 

Onun ölmediğine dair bazı ayetlerin delil olarak sunulması, daha feci bir durumdur. Herhangi bir konuda delil getirmek için ön kabullerden sıyrılınması gerektiğinin  , rivayetler kanalı ile dine sokulmuş olan bazı fikirlerin desteğinin, Kur'andan aranması çalışmalarını gördüğümüzde, ne kadar önemli olduğu bir kere daha ortaya çıkmaktadır. 

Konumuz ile ilgili ayetin meali şöyledir : 

[004.064]  Biz resulden hiç kimseyi ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik. Onlar kendi nefislerine zulmettiklerinde şayet sana gelip Allah'tan bağışlama dileselerdi ve resul de onlar için bağışlama dileseydi, elbette Allah'ı tevbeleri kabul eden, esirgeyen olarak bulurlardı.

Bu ayetin Nisa s. 60. ayetinden başlayan bir bağlamı bulunmaktadır. İman ettiğini iddia ettikleri halde , imanlarının gereğini yerine getirmeyen münafıkların yaptıklarını konu alan bu ayetlerin 64. de , o münafıkların yaptıklarından pişman olarak Muhammed a.s a gelip , pişman olduklarını Allah c.c ye tevbe ederek beyan ettiklerinde , bu tevbelerine karşılık , Muhammed a.s ın da onlar için Allah c.c den bağışlama istediği takdirde Allah'ın onları af edeceği bildirilmektedir. 

Bir kimsenin yaşayan bir kimseden kendisi için dua istemesi veya dua etmesi ,yanlış bir şey değildir. Böyle bir dua istediğini , Yakup a.s ın oğulları babalarından istemekte ve babaları oğullarının bu isteğini kabul etmektedir. Yine bir çok ayet Muhammed a.s a iman edenler için istiğfar etmesini öğütlemektedir.

[012.097]  (Çocukları da:) «Ey babamız, bizim için günahlarımızın bağışlanmasını dile. Biz gerçekten hataya düşenler idik» dediler.
[012.098]  O şöyle cevap verdi: «Sizin için Rabbimden af dileyeceğim. Gerçekten O gafurdur, rahîmdir.»

[047.19 ] Şimdi şunu bil ki, Allah'tan başka hiç bir ilah yoktur. Bil de günahına, inanan erkeklere ve inanan kadınlara bağışlanma dile. Allah, dolaştığınız yeri de bilir, durduğunuz yeri de.
Dirinin bir diğer diriden dua istemesinin ,Kur'ani delili mevcut iken , dirinin ölü olan birisinden dua istemesinin onu işitmemesi nedeni ile ,Kur'ani bir delili maalesef bulunmamakta , dahası böyle bir isteğin aracılık kurumunun devreye girmesi anlamına gelmesi demek olup , bu yola tevessül edenleri şirk içine dahi düşürmektedir.

Muhammed a.s ın şu anda bile onu vesile kılarak , bizler için bağışlanma isteyebileceği düşüncesi, Nisa s. 64. ayetinin evrensel bir hükmü olduğunu düşünmenin de bir sonucudur. Biz bu ayetten , ölmüş olan birisini vesile kılarak , Allah c.c ye olan hacetimizi ulaştırmanın delilini değil , diri olan birisini vesile kılarak bizim için onun Allah'a dua edebileceğinin delilini , Yakub a.s ile ve diğer ilgili ayetler ile bağını kurarak çıkarabiliriz

Çünkü diri olan kişi bizim isteğimizi duyarak , bizim için Allah'a dua edebilir. Fakat ölü olan birisinin türbesine veya onu vesile kılarak ondan dua etmesini istediğimizde , bu kimsenin bizim isteğimizi duyması mümkün değildir. Ölü olan birisinin işiten ve gören olduğunu düşünmek ve bu suretle onu aracı kılarak dua etmek , kişilerin itikadında derin yaralar açacaktır.  

Kur'anın Mekke müşriklerinin yaptıklarını şirk olarak bildirmesi , onların işitmek ve görmekten yoksun olan putları Allah'a aracı kıldıkları içindir. 

[010.018]  Allah'ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek, yararları da dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: «Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir» derler. De ki: «Siz, Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk katmakta olduklarınızdan uzak ve yücedir.»

[039.003] İyi bil ki; halis din, Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler; onlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ihtilafa düştükleri şeylerde, aralarında hüküm verecektir. Muhakkak ki Allah; yalancı ve kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez.

Mekke müşriklerinin işitmeyen ve görmeyen cansız putlara tapmanın , Müslüman cenahtaki versiyonu , işitmeyen ve görmeyen kabirlerdeki ölüleri aracı kılarak Allah'tan istemek şeklinde gerçekleşmektedir. Muhammed a.s ın bu noktada ayrıcalığı bulunmamakta , onun da kabrinde kendisine seslenildiğinde duyması gibi bir durumu asla bulunmamaktadır. 

Maide s. 117. ayetindeki İsa a.s ın sorgulanma sahnesindeki söylediği sözler , bir elçinin öldükten sonra, artık yaşayanlar ile ilgisinin kesilmiş olduğuna dair vermiş olduğu bilgi , bu konuda yeterli olacaktır. Ancak dinlerini Kur'an ayetlerinin değil rivayetlerin belirleyiciliği üzerine kuranlar için bu maalesef böyle olmamaktadır. Ayetlerin üzerine yığılmış olan rivayet , yalan ve hurafe bulutları, maalesef Kur'an gerçeğini örterek, kişilerin yanlış bilgiler sahibi olmasına sebep olmaktadır.

"Sorularla İslamiyet" adlı siteden bir alıntı yaparak , o sitede sorulan bir soruya konumuz ile ilgili olan ayetin delil gösterilerek rivayetlerin belirleyici kılınmak sureti ile nasıl cevap verildiğini görelim: 

Soru= Nisa suresi 64. ayete göre , Efendimiz (asv) den dua istemek onun vefatından sonra da geçerli midir ? Konuyla ilgili anlatılan Arabi kıssası doğru mudur?. 

Soruya verilen cevabın Arabi kıssası ile ilgili bölümü şöyledir :

Ehl-i sünnet alimlerine göre, vefatından sonra da Peygamber Efendimiz (asv)'den himmet beklemek, onu duasına şefaatçi yapmak caizdir. Tevessül konusunda alimler özel kitaplar yazmışlardır.  İbn Teymiye çizgisinde olanlar dışındaki alimler“Resulullah hakkı için” gibi ifadeler kullanmayı caiz görürler ve kullanırlar.

Arabînin ilgili kıssası el-Utbî’den nakledilmiştir. Bu zat şöyle diyor: 

“Ben Resulullah (a.s.m)’ın kabrinin yanında oturuyordum, bir Arabî geldi ve şöyle dedi:

"Ya Rasulallah! Ben Allah’tan şunları duydum: ‘Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit sana gelip de Allah’tan af dileselerdi sen de resul olarak onların affedilmesini dileseydin elbette Allah’ı tevbeleri kabul eden pek merhametli bulacaklardı.’ Bu sebeple günahlarımın bağışlanması, seni Rabbimin katında şefaatçi yapmak için sana gelmiş bulunuyorum.”
Daha sonra Resulullah’ı öven bir şiir söyledi ve dönüp gitti. O gittikten sonra gözlerime uyku bastı, rüyamda Resulullah (a.s.m)’ı gördüm, bana şöyle emretti. “Ya Utbî! Git Arabîye ulaş ve Allah’ın kendisini bağışladığını müjdele.”(bk. İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri; Nevevî, el-Mecmu’, 8/274).

Sorulan bir sorunun cevabına , "Ehli sünnet alimlerine göre" diye başlanıldığında akan suların durması misali , bu sözün üzerine sözün olmayacağını düşünen bir kafa yapısına sahip olan birisi için bu cevaba Kur'an ayetini delil getirseniz dahi karşınızdaki insana kabul ettirmeniz pek mümkün değildir. 

Türbelerden medet ummayı dinin bir gereği haline getiren bu insanlar verdikleri yanlış cevaplar ile , kendilerinin olduğu gibi bir çok insanın da şirk bataklığında boğulmasına sebep olmaktadır. Allah ile aralarına aracılar koyan Mekke müşriklerinin bu inançlarını düzeltmek için gönderilmiş olan bir elçinin ümmeti olarak, bugün Mekke müşriklerini dahi geride bırakın bir şirk batağının içinde boğuluyor olmak , hele bu batağa Kur'an ayetlerini delil olarak sunmaya çalışmak ne kadar acı bir şeydir. 

Menkibeler ile insanlara din anlatmanın bir örneği olan yukarıdaki satırları doğru olarak kabul edenlerin bir çoğuna , bu satırların yanlış olduğunu gösteren ayetler sunacak olsak alacağımız cevap "Siz o alimlerden daha mı doğru biliyorsunuz" şeklinde olacaktır. 

Aracılık kurumunun kapısının Muhammed a.s ın aracı yapılarak açılması sonucunda bu kapı, tasavvuf merkezli din anlayışına sahip olanların maddi ve manevi olarak cahil insanları sömürdüğü bir kapı haline gelmiştir. Allah c.c ye yapılan tevbelerin bu din baronlarının aracılığı ile kabul olacağına inanan binlerce cahil insan , bu insanların kapılarında kul köle olmayı kendilerine farz bir ibadet olarak telakki ederek , o şirk yuvalarına hem maddi hem de manevi olarak destek olmaktadırlar.

Sonuç olarak : Nisa s. 64. ayetinde Muhammed a.s ın başkaları için bağışlanma talep etmesi onun yaşadığı zaman ile alakalı olup , vefatı sonrası böyle bir istekte bulunması mümkün değildir. Vefat ettikten sonra diğer insanlar gibi dünya ile ilişiği kesilen birisinden böyle bir istekte bulunmak , Mekkeli müşriklerin putlarının yerine , Müslümanların Muhammed a.s ın ikame edilmesi anlamına gelecektir. 

Nisa s. 64. ayetinde Muhammed a.s ın bağışlama talebinde bulunması , bugün için geçerliğini yitirmiş bir durum olup , ölü birisinin kimseyi duyması bu elçi olmuş olsa da asla mümkün değildir. Bu ayetten delil olarak ancak , yaşayan birisinin bir başka yaşayan birisinden kendisi için dua etmesinin doğru olduğu delili çıkabilir. 

Biz Müslümanların , Ölülerden medet umulan, onların menkibelerinin ayetlerden daha değerli olduğu , yalan ve hurafelerden kurtularak aklımızı vahye bağlamadığımız müddetçe, üzerimize pislik yağmaya devam etmekten kurtulmamız asla mümkün olmayacaktır.

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.

15 Ekim 2016 Cumartesi

Nisa s. 97-100. Ayetleri : Melekler İnsan ile Konuşur mu?

Kur'anın muhataplarına vermek istediği mesajı iletme yollarından birisi , karşılıklı konuşma üslubudur. Bu tür üslubu, Kur'anın bazı yerlerinde görmekteyiz. Bu tür ayetleri okuduğumuzda konuşmanın sadece kendisine odaklandığımız zaman ,  "Bu iş nasıl olur" şeklinde sorular kafamıza takılacaktır. Bu sorunun cevabının aranması yerine, " Bu konuşma üzerinden bize nasıl bir mesaj verilmek isteniyor?" sorusunun cevabının aranmaya çalışılması, daha doğru bir yöntem olacaktır. 

Söylemek istediklerimizi , Nisa s. 97. ve 100. ayetler arasında hicret konulu ayetleri örnek vererek somut bir şekilde anlatmaya çalışalım.

[004.097]  Melekler; nefislerine zulmedenlerin canlarını aldıkları zaman: Ne yapıyordunuz? deyince; biz yeryüzünde müstaz'af kimselerdik, diyecekler. Melekler de: Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz? diyecekler. Onların varacakları yer, cehennemdir. Dönülecek yer olarak ne kötüdür orası.

Ayete baktığımızda , ölmek üzere olan bir kimse ile meleklerin arasında geçen bir konuşma görmekteyiz. Melekler bu kimseye , "Neden hicret etmediğini" sormakta , ölmek üzere olan kimse ise , neden  hicret etmediğinin mazeretini söylemektedir. 

Okuyucu, eğer bu konuşmanın nasıl meydana geldiğine takılacak olursa , bu konuşma üzerinden verilmek istenilen mesaj buhar olup uçacaktır. Bir insanın melekle karşılıklı bir şekilde konuşması gerçekte mümkün değildir . Sıradan bir beşerin melekle konuşması şöyle dursun , nebi resuller bile melekle karşılıklı bir şekilde konuşmamıştır. Elçiler sadece kendilerine bir şekilde ilka edilen vahyi alıp muhataplarına bildirmişler, bunun dışında karşısında ontolojik bir varlık olarak melekle oturup sohbet etmemişlerdir. 

Bu konuşmalarda bize düşen taraf, konuşmanın nasıl ve ne şekilde cereyan ettiğinden ziyade , bu konuşma ile muhataplara nasıl bir mesaj istenilmiş olabileceği sorusunun cevabının aranması olmalıdır. 

Bu sorunun cevabı için ilgili ayetin dahil olduğu bağlamı dikkate almak gerektiğini düşünmekteyiz. 

[004.098]  Ancak erkek, kadın ve çocuklardan çaresiz kalarak bir yol bulamayan müstaz'aflar müstesnadır.
[004.099] Umulur ki Allah bunları affeder. Allah affedicidir, bağışlayıcıdır.
[004.100]  Kim Allah yolunda hicret ederse, yer yüzünde çok yer de bulur, genişlik de bulur. Ve kim Allah'a ve peygambere hicret etmek maksadıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, muhakkak ki onun mükafatı Allah'a aittir, Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

Dikkat edilirse, ayetlerin bağlamı hicret etmek ile ilgilidir. Hicret etmesi gerektiği halde , dünyevi kaygılarla hicret etmeyen kimsenin durumu , her şeyin sona erdiği ve kimsenin artık geriye dönüpte , dünya hayatında yapması gerektiği halde yapmadığı bazı şeyleri yeniden yapabilmesi için çok geç bir vakit olan ölüm anındaki durumu gözler önüne serilerek , kişinin düştüğü çaresiz durum, konuşma tasviri içinde görselleştirilerek anlatılmaktadır. 

Yaşadığı hayat içinde iman ettiğini iddia ederek , bu imanın gereklerini yaşadığı belde içinde yerine getiremeyen kimseler , imanlarının gereğini yerine getirebilecekleri beldelere hicret etmek zorundadırlar. Bu durumu Mekkeli Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır. 

Mekke'deki baskılara dayanamayarak , Medine'ye hicret eden Muhammed (a.s) , bu şehirde vahyin hayata geçirilmesi noktasında bir zemin oluşturmuş , ve bu oluşuma Müslüman olupta katılım göstermeyenlerin yanlış yaptığı , dünyevi kaygılar güderek hicret etmeyen Mekke'li Müslümanlarında hicret etmesi emredilmektedir. Bu emir Enfal suresinde şu şekilde beyan edilmektedir. 

[008.072] Doğrusu inanıp hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat edenler ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte bunlar birbirinin dostudurlar. İnanıp hicret etmeyenlerle, hicret edene kadar sizin dostluğunuz yoktur. Fakat din uğrunda yardım isterlerse, aranızda anlaşma olmayan topluluktan başkasına karşı onlara yardım etmeniz gerekir. Allah işlediklerinizi görür.

Hicret , malı , mülkü ,serveti , eşi ,dostu , çoluk çocuğu terk etmeye göze almak demektir. İman iddiasında olan bir kimse her zaman için , dünya sevgisi ile ahiret sevgisi arasında tercih yapmak zorunda kalacaktır. Hicret etmesi gerektiği halde dünya sevgisini terk edemeyenlerin düşecekleri durum işte Nisa s. 97. ayetinde anlatılmaktadır. Bizlere bu ayette zımnen , "yaşadığınız hayat içinde yapmanız gerektiği halde yapmadığınız şeyleri ölüm anı geldiğinde yapmak isterseniz vakit artık çok geç olacaktır, yol yakınken ayağınız denk alın" denilmektedir. 

Bu ikazı sadece hicret konusu ile sınırlamayarak, daha geniş bir biçimde düşünmekte mümkündür. Müslüman olarak imanımız gereği yapmamız gereken her ne varsa , meşru bir mazeret durumu hariç , eğer gücümüz yettiği halde yapmıyorsak , ölüm anı geldiği zaman geri dönerek bunları yapmamız asla mümkün değildir. bundan dolayı , şu anda yaşadığımız hayat içindeki fırsatları iyi değerlendirerek , imanımız gereği olan şeyleri , yarın "ah vah" etmemek için şimdiden yapmaya gayret etmek en doğru davranış olacaktır. 

[023.099-100]  Onlardan birine ölüm geldiği vakit der ki: Rabbım, beni geri döndür.«Ki, geride bıraktığım (dünya) da salih amellerde bulunayım.» Asla, gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir. Onların önlerinde, diriltilip-kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır.

Yazımızın amacının meleklerin varlığını tartışmak olmadığı göz önünde tutulmalıdır. Bu yazıyı okuyanların , amacımızın meleklerin varlığı yokluğu konusunda bir tartışma zemini yaratmak olmadığını bilmelidir. Meleklerin varlığı veya yokluğu konusunda tartışma yapmak yerine , Kur'anın melekler ile vermek istediği mesajın anlaşılmasına yönelik çalışmalar yapmanın daha doğru bir yöntem olacağını hatırlatmak isteriz.

Sonuç olarak : Kur'an muhataplarına vermek istediği mesajı, bazı edebi dil üsluplarını kullanarak vermektedir. Nisa s. 97. ayetinde ölmek üzere olan bir kimse ile meleklerin konuşması tasvir edilmektedir. Okuyucu eğer , bu konuşmanın nasıllığı üzerinde kafa yorarak ayeti anlamaya çalıştığında , bu nasıllığın cevabını vermek mümkün olmayacaktır. Okuyucu eğer , bu konuşmalar üzerinden muhataplara bir mesaj verilmek istenilmiş olabileceğinden yola çıkarak ilgili ayetleri okuduğunda, ayeti anlaması kolaylaşacak , konuşmanın nasıllığı üzerinde kafa yormanın da gereksiz olduğunu anlayacaktır.

Ayet , dünya hayatında imanının gereği olan şeyleri bazı dünyevi kaygıları öne çıkararak yapmayarak , ölüm anına gelen kimselerin durumunu tasvir etmekte , "sizde böyle duruma düşmeyin" mesajı vermektedir. Kur'anda başka yerlerde de geçen bu tür konuşmaların içeriği, muhataba mesaj içermesi bakımından okunduğu zaman anlamak daha da kolaylaşacaktır. 

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

14 Ekim 2016 Cuma

Nisa s. 51-52. Ayetleri : Cibt ve Tağut'a İman Etmenin Müslüman Cenahtaki Yansıması

İsrailoğulları ile ilgili bir bahis açıldığında, bir çoğumuzun aklına ilk gelen şey, onların lanetli bir kavim olduklarıdır. Yine bir çoğumuz, onların neden lanete uğradıkları konusunda herhangi bir düşünce içine girmeden , lanete uğramanın sadece o kavme has bir durum olduğu zannı içinde onlarla ilgili ayetleri okumaktayız. 

Halbuki onlar ile ilgili bu ayetler , lanete uğramanın evrensel yasaları olarak okunmuş olsaydı , lanete uğramanın belirli bir kavme has bir olay değil , evrensel bir yasa olduğu bilinir , ve onlar ile ilgili ayetler , lanetin hangi şartlarda hak edildiği noktasında bilgiler olarak okunur , ve lanete uğramamaya çalışmak bizlerin hayatında da uygulama alanı bulabilirdi.

[004.051]  Kendilerine kitabtan bir nasip verilmiş olanların cibt ve tağut'a inanıp, küfredenlere: Bunlar mü'minlerden daha doğru yoldadırlar, dediklerini görmedin mi?.
[004.052]  İşte bunlar Allah'ın kendilerini lanetlediğidir. Allah'ın kendisini lanetlediğine hiç bir yardımcı bulamazsın.

Yukarıdaki ayetler , "Cibt" ve "Tağut" olarak ifade edilen kelimelerin anlam alanları dahiline giren her ne ise, ona iman ederek bu yolun, iman etmekten daha doğru bir yol olduğunu iddia edenlerin Allah'ın lanetine uğradıklarını beyan etmektedir. 

Bu yazımızda , Cibt ve Tağut kavramlarının bizlerin hayatında ne ifade edebileceği , biz Müslümanların bu kavram alanı içine giren düşünce ve davranışlarının ne olabileceği konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız. 

Cibt , " Gerçeği kabul etmeyen , küfrün ve kötülüğün temsilcisi" anlamında , Tağut ise ,  Haddi aşmak anlamındaki "Tağa" kelimesinden türemiş olup , " Allah'ın koyduğu ölçüler ve kurallar dışında ona zıt ölçü ve kurallar koyan her türlü kişi , kurum , kuruluş , düşünce" anlamındadır.

[016.036] Andolsun, biz her ümmete: «Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının» (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine de sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün.

"Tağuta kulluk etmek" şeklindeki yaşantı sadece kitap ehline mensup olanlara has bir durum değil , bugün işlevini biz Müslümanlar üzerinde sürdüren bir durumdur. Ne var ki bir çok Müslüman böyle bir durum içinde olduğundan habersiz bir hayat yaşayarak , kendi bulunduğu yolun doğru olduğunu düşünerek , tersini iddia edenlere karşı çıkmaktadırlar. 

Tağuta kulluk etmek , Müslüman yaşantısında nasıl gerçekleşir ?.

Bu gerçekleşme , 1- Dini düşünce ve itikat bazında , 2- Ülke içindeki gayri İslami yönetim sistemine razı olarak onu desteklemek, şeklinde ortaya çıkmaktadır.

Tağuta kulluk etmenin dini düşünce  içinde zuhur etmesi , inanç kurallarını Allah (c.c) nin kitabı olan Kur'anın değil , Kur'ana aykırı rivayetlerin ve bazı kimselerin belirlemesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Kur'anın her konuda hakem kitap olarak tayin edilmesi terk edilerek , başka hakem kişi ve kitapların ortaya çıkması "Tağut" kavramı ile yakından ilintilidir. 

Bugün halk arasında dini inanç , kural , bilgi ve yaşantı olarak yaygın olan durum bilindiği üzere , Kur'an tarafından vaz edilen bilgi ve kurallar değil , rivayet merkezli bir anlayışın sonucu, kişilerin ve bazı kitapların öne çıkarılması ile oluşturulmuş olan bir din algısıdır. Bu algıda kişiler öyle bir mertebeye çıkarılmıştır ki , Allah (c.c) gibi görürler , bilirler , haber alırlar ve onun gibi din belirlerler, İşte kulların yapmış olduğu bu işin adı haddi aşmak yani tuğyan , bu kimselerin ortak ismi ise tağuttur.

Allah (c.c) nin tekelinde bulunan ve kimseye vermediği din belirleme yetkisi , onun elinden alınarak önce elçisine , sonrada din alimi olarak bilinen bazı kimselere verilerek dini düşünce ve inançta bunların belirleyici olması, bu kimselerin tağutlaşmasına yol açmaktadır. Bugün "Kur'an dinde belirleyici kitap olmalıdır" sözünü duyduklarında, bazı kişi ve kitapları Kur'ana denk tutanların saçlarının diken diken olmasına sebep olan durum, işte din adına belirleyici konumuna gelmiş olan tağutların saltanatının yıkılma endişesidir.

Bu tağutlar ve yandaşları ,oluşturdukları din anlayışını eleştirerek , onların yanlışlıklarını Kur'an merkezli bir söylem etrafında dile getirenlere ise "Sapık"  yaftası takarak , kendilerinin daha doğru yolda olduklarını iddia etmektedirler.

Haddi aşmak (tuğyan) , tağutlaşmak şeklindeki durum , toplumların yönetilmesi için gerekli olan kuralların belirlenmesi noktasında da kendisini göstermektedir. Kur'an içinde olan bazı ayetler , insan ve toplumların ekonomik , sosyal ve hukuki yaşantılarına yön vermesi gereken ayetlerdendir . Bu ayetlerin toplum yaşantısının düzenlemesinde devre dışı bırakılarak , onun emrine zıt düzenlemelerin getirilmesi, yönetimde tuğyanı ve tağutlaşmayı ortaya çıkarmaktadır. 

Konuyu yaşadığımız ülke dahilinde düşündüğümüzde , şu anda bu topraklarda yaşayan insanların tabi olduğu sosyal , ekonomik ve hukuki kanunların belirlenme kriteri bilindiği üzere Kur'an değildir. Yaşadığımız sistem laik , demokratik , kemalist bir sistem olarak tanıtılmakta, halk bu kurallar üzerine bina edilmiş kanunlar ile yönetilmektedir.

"Hakimiyet Milletindir" sloganı ile ülke içinde yaşayan insanlar , başka insanlar tarafından belirlenmiş Kur'an ile zıtlık arz eden kanunlar doğrultusunda bir yönetim sistemine tabi tutulmaktadırlar. Yaşadığımız bu durumun adı , tuğyan ve tağutlaşmak , içinde bulunduğumuz yönetim sistemi ise "Tağuti yönetim" olmaktan başka bir şey değildir.

İşin daha vahimi ise , bu durumun bir çok Müslüman tarafından fark edilememiş olmasıdır. Başka bir vehamet ise , daha önceleri yaşadığımız sistemi tağuti olarak adlandırarak eleştirenlerin bir kısmının , şu anda iktidardaki siyasi partinin bazı söylem ve icraatlarının muhafazakar bir yapı arz etmesi nedeniyle , sistem eleştirisini bir tarafa bırakmışlar , bırakmaları ile kalmamış sisteme destek olmaya dahi başlamışlardır.

Kurulduğundan bu yana, sistemin bel kemiği olan laik , demokratik , kemalist esaslar, aynen kendisini muhafaza etmesine rağmen , bir kaç yıldır iktidarda bulunan siyasi partideki  bazı kimselerin namazlı abdestli insanlar olması , sisteme karşı bir yumuşamayı ve onu kabullenmeyi beraberinde getirmiş , hatta bu sistemi sahiplenmek, dini bir vecibe olarak görülmeye dahi başlanmıştır. 


Dün, sistem tarafından helal olarak görülen, fakat Allah (c.c) nin haram olarak bildirdiği  faiz , içki , zina , kumar v.s gibi bazı fiiller sistem tarafından helal sayılma durumunu aynen korumakta, hatta eskisinden daha canlı ve etkin bir vaziyette toplum hayatında fonksiyonunu icra etmektedir. Allah (c.c) tarafından haram kılınmış faizli bir ekonomiyi savunan bu insanlar , vermiş oldukları faizli kredilerin artmış olmasını "Allah bereketini artırsın" demek sureti ile dini bir kılıf dahi giydirebilmekte , bu gibi söylemlerden destek alan bazı kimseler ise , haramın helal yapılması karşısında alkış tutmaktadırlar. 

Müslüman olarak yaşadığımız sisteme bakış açımız , şu anda bu sistemi yönetenlerin kimliğine , namazına abdestine göre şekillenmemeli , bu kimselerin kanun vaz ederken , hangi kuralları baz aldığına göre şekillenmelidir. Muhafazakar kimliğe sahip olan insanların , yapmış oldukları yanlışları dini argümanlar ile süsleyerek meşru gösterme çabaları , seçmen tabakasının gözünden kaçmakta ve yöneticilerin ağızlarından çıkan Allah - Kur'an - Peygamber v.s gibi sözler onları galeyana getirerek , istedikleri Müslüman yönetici portresinin artık oluştuğunu zannederek , sistemi sahiplenmektedirler.

Bu sahiplenme işinin din alimi ayağı ayrı bir sıkıntı kaynağıdır. Düşünce , fikir eylem ve söylemleri insanları doğru yola sevk etmek olması gereken ve bir çok kimsenin düşüncesine değer vererek arkalarından gittiği din alimlerinin bu noktada sorumluluğu iki kat artmaktadır.

Kur'an ile bağlarının daha sıkı olması gereken bu kimseler , halkı her türlü yanlışa karşı uyarması gerekirken , ellerinde bulundurdukları fırsatları , mevcut iktidarı dini açıdan meşru hale getirmek için kullanmaları,onlarında bir şekilde tağut hale gelmeleri anlamına gelecektir.

Tağut kavramı , sadece tarikat şeyhleri dediğimiz kişilere has bir kavram değil , Allah (c.c) nin hüküm verdiği bir konuda onun aksine hüküm veren herkesi kapsamaktadır. Bu kavramın kapsama alanına işimize gelen kimseleri almak , işimize gelmeyenleri kapsama alanı dışına atmaya çalışmak şeklindeki bir düşünce tağuta destek olmak demektir. 


Tağuta iman etmek sureti ile Allah (c.c) nin lanetine uğramanın dünya hayatındaki yansıması , "Tağuti Sistem" olarak ifade edilen sistemler ile idare edilen toplumların, zaman içinde helak olmasıdır. İçki , Kumar . Faiz , Zina v.s Allah (c.c) tarafından haram kılınan fiillerin kişi ve toplumların hayatlarında yer bulması , zaman içinde bu fiilleri işleyen toplumların helak olmasını beraberinde getirecektir. Kur'an kıssalarını ibretli mesajlar olarak okuyanlar , bu toplumların yapmış oldukları yanlışların hangi zaman  diliminde yapılırsa yapılsın , o toplumların helakına sebep olacağını kolaylıklar göreceklerdir. 

Tağut ve Şirk kavramları gündeme geldiği zaman , bu kavramların sadece bir yönünde olanlara dikkat çekilerek diğer tarafında olanlara dikkat çekilmediği takdirde , bu kavramlar üzerinden yapılan söylemler , kavramların Kur'ani anlamda ortaya çıkması yönünde değil , bazılarının bazılarını suçlamak için kullandığı kavramlar haline gelecektir.

Sonuç olarak : Tağut , Kur'anın şirk ile bağlantılı kavramlarından olup , Müslüman hayatında pek gündem olmayan kavramları arasındadır. Bu kavramın anlam alanına giren bilgi ve düşünceler , bazılarımızın hayatında yer almazken , bazılarımızın hayatında eksik olarak yer almakta , bu kavrama dahil olması gereken bazı kişi , kurum , ve düşünceler göz ardı edilmektedir.

Tağut kavramı toplumların yönetimleri ile yakından alakalı bir kavram olup , yönetim şekilleri beşer aklının ürünü olarak Allah (c.c) ye isyan etme esasına dayanıyor ise bu sistemlerin adı "Tağuti sistem" dir. Bu sistemin yönetim mekanizmasında isterse namazlı abdestli kimseler olsun , sistemin adı asla değişmeyecektir. Kur'anda anlatılan toplumların helak edilmesinde en önemli etken , onların yönetimlerinin tağuti olmuş olması olup , tarihin hangi zamanında olursa olsun , bu gibi sistemler altında yaşayan insanlar helak olmaya mahkum kalacaklardır.

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


8 Aralık 2015 Salı

Nisa s. 3. Ayeti : Birden Fazla Evlenmenin Gerekçesi

Teaddüdü zevcat veya çok eşlilik adı ile bildiğimiz, birden fazla kadınla evlenme izni , bir kısım Müslüman tarafından suistimal edilen , bir kısım  tarafından ise, Allah (c.c) nin ayetlerinin alaya alındığı bir konudur. Bu yazımızda Nisa s. 3. ayeti hakkında bir tefekkür çalışması yaparak bu konu ile ilgili ayeti okumaya çalışacağız. 

Konuya giriş olarak öncelikle şunları söylemek istiyoruz ; Kur'anın doğru anlaşılmasında en önemli nokta , Kur'anın indiği zaman ve mekanda yaşayan insanların , nüzul öncesindeki yaşantılarının bilinmesi şartıdır. İndiği zaman ve mekanda yaşayan insanların yaşantıları bilinmeden okunan bir Kur'an, bir çok problemli düşünceyi beraberinde getirecektir. 

 Ve in hıftum ellâ tuksitû fîl yetâmâ fenkihû mâ tâbe lekum minen nisâi mesnâ ve sulâse ve rubâa, fe in hıftum ellâ ta’dilû fe vâhideten ev mâ meleket eymânukum. Zâlike ednâ ellâ teûlû.

[004.003]  Eğer  yetimlerin haklarına riayet edememekten korkarsanız  size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın. Haksızlık yapmaktan korkarsanız bir tane alın; yahut da sahip olduğunuz ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır.

Öncelikle böyle bir ayetin inmesini zemin hazırlayan nuzül dönemi arka planını anlamaya çalışalım. Başta savaşlar sebebi olmak üzere ,  eş , mal ve çocuk bırakarak ölen erkeklerin , geride kalanlarının hakka ve adalete uygun bir şekilde gözetilmesini düzenleyen bir çok ayetten biri olan Nisa s. 3. ayeti , babaları ölerek "Yetim" durumuna düşenler ile ilgili olarak , onların haklarını gözetilmesini emreden bir ayettir. Ondan  önceki 2. ayet bu düzenleme ile ilgili olan bir ayettir. 

[004.002]  Yetimlere mallarını veriniz, temiz malı murdarı ile değiştirmeyiniz, onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyiniz, çünkü bu büyük bir vebaldir.

O zamanın şartları gereği , ölerek geride mal ve evlat bırakan bir babanın, reşit olmamış olan çocuklarına kalan malın bir başkasının yönetimine verilmekte olduğu, yetimlerin haklarını düzenleyen ayetlerin arka planından anlaşılmaktadır.Kendi malını yönetemeyecek kadar küçük veya yeteneksiz olan kız veya erkek çocuğun malları , onlar rüşt yani olgunluk çağına gelene kadar , "Kayyum" denilen kişiler tarafından işletilmekteydi.

Kayyumlar tarafından işletilen bu malların, Allah (c.c) indinde büyük bir sorumluluk olduğu , bu mallar üzerinde yetimlerin aleyhine olacak herhangi bir tasarrufun ateş yemek olduğu beyan edilerek, yetimlerin aleyhine yapılacak suistimallerin neye mal olacağı haber verilmektedir..

[004.010] Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, kesinlikle karınlarına sadece bir ateş yerler ve yarın çılgın bir ateşe yaslanırlar.

Konumuz olan ayete dönecek olursak  o ayette , kendisine babasından mal kalmış ve evlilik yaşına gelmiş olan yetim kızlar ile ilgili hatırlatmalar yapılmaktadır. 

[004.006] Yetimleri, evlenme çağına gelene kadar deneyin; onlarda olgunlaşma görürseniz mallarını kendilerine verin; büyüyecekler de geri alacaklar diye onları israf ederek ve tez elden yemeyin. Zengin olan, iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan uygun bir şekilde yesin. Mallarını kendilerine verdiğiniz zaman, yanlarında şahid bulundurun. Hesap sormak için Allah yeter.

Nisa s. 6. ayetinde kayyumlara hitaben, rüşt çağına gelen yetimlerin mallarının yönetimini artık kendilerine bırakılması istenerek , kayyum olan kişinin bu mal üzerinde nasıl bir tasarrufta bulunması gerektiği beyan edilmektedir. 

Nisa s. 3. ayeti, artık rüşt çağına gelmiş olan kız çocukları ile evlenmek isteyenlere , o kızlar ile evlenme amacının, onların mallarını yemek amaçlı olmamasını , eğer böyle bir amacı olanların bu işe hiç girişmemelerini, onlar yerine başka kadınlar ile evlenmeleri gerektiğini beyan etmektedir.

Ayetin asıl nirengi noktası , birden fazla evlilik konusu değil , yetim kızların haklarının korunması olup , hem Müslümanlar hem de Müslüman olmayanlar tarafından konu farklı algılanarak , birden fazla evlilik konusu ayetin nirengi noktası haline getirilmiştir. 

Ayet içindeki , "size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın." ibaresi, yeni ve bilinmeyen bir hüküm getirmemektedir , birden fazla evlilik adeti ayetin indiği zaman ve mekan dahilinde yaşanan bir olgudur. Muhammed (a.s) ın eşleri ile ilgili ayetlerde , birden fazla evlilik olgusu açık ve net olarak görülmektedir.

Bu ibareden ancak şöyle bir hükmün anlaşılması mümkün görülebilir; Arap toplumunda yaygın olan birden fazla kadınla olan evlilik , 4 kadın ile sınırlandırılmıştır. Bazı tefsirlerde bu ibarenin yorumunda, sayının 4 ile sınırlandırılmasının anlaşılamayacağı şeklinde yorumların yapıldığını görmekle beraber , 4 sayısının üst limit olduğu görüşlerinin doğruya daha yakın olduğunu söyleyebiliriz. Konumuz birden fazla evlilik olmadığı için böyle bir evliliği gerektiren halleri yazıya dahil ederek hacmi büyütmek ve konuyu dağıtmak istemediğimizi hatırlatalım.

Ayetin devamında birden fazla evlilik için gerekli olan şartın , kadınlar arasında adaleti gözetmek olduğu hatırlatılarak , tek eş veya ellerinin altında olan cariye ile yetinilmesi istenilmektedir. Bu konuda Nisa s. 129. ayeti son noktayı koymaktadır. 

[004.129] Ne kadar özen gösterseniz de eşleriniz arasında adaleti sağlayamayacaksınız. O halde birine iyice tutulup öbürünü ortada bırakmayınız. Eğer ıslah eder Allah'tan korkarsanız, hiç kuşkusuz Allah affedicidir ve merhametlidir.

"Cariye" olarak bilinen ve Kur'anda "Ma meleket eymanuküm" (Sağ ellerinizin sahip oldukları) şeklinde ifade edilen statüye sahip olan kadınlar konusunun ,  Arap toplumunun yaşadığı zaman ve mekan şartları dikkate alınarak okunması gerekmektedir.

"Kölelik ve Cariyelik" olarak bilinen statü, Kur'anın nazil olması ile hayat sahasına gelmiş bir durum olmayıp , Kur'anın nazil olmasından önce Arap toplumunda geçerli olan statülerden birisidir. Kur'an içki yasağında olduğu gibi bu kurumu direk olarak kaldırmayıp , hallerini iyileştirici hükümler getirmiştir. Zaman içinde kalkmış ve şu anda herhangi bir uygulama alanı olmaması köle ve cariyeler ile ilgili ayetlerin, tarihsel olduğu düşüncesini kuvvetlendirmektedir. 

Aynı konu ile alakalı olan Nisa s. 127. ayetine yeri gelmişken değinmek faydalı olacaktır. Çünkü bu ayette , konumuz olan Nisa s. 3. ayetini destekleyen yetim kadınlar ile evlenirken gözetilmesi gereken hususlar vaaz edilmektedir. 

Ve yesteftûneke fîn nisâi. Kulillâhu yuftîkum fîhinne, ve mâ yutlâ aleykum fîl kitâbi fî yetâmen nisâillâtî lâ tu’tûnehunne mâ kutibe lehunne ve tergabûne en tenkihûhunne vel mustad’afîne minel vildâni, ve en tekûmû lil yetâmâ bil kıst(kıstı). Ve mâ tef’alû min hayrin fe innallâhe kâne bihî alîmâ(alîmen). 

[004.127]  Ve senden kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: «Onların hakkında size fetvayı Allah Teâlâ veriyor ve kendileri için yazılmış olanı kendilerine vermediğiniz ve kendilerini nikahlamaya rağbet eylediğiniz yetim kadınlar hakkındaki ve zayıf bir durumda bulunan çocuklar hakkındaki ve yetimlere karşı adâletle hareket etmeniz hakkındaki size tilâvet olunan âyetlerde (bu hususlarda size fetva vermektedir). Ve siz hayırdan her ne yaparsanız şüphe yok ki Allah Teâlâ onu bihakkın bilicidir.»

Bu ayetin orjinal metninde bulunan "Terğabune en tenkihuhünne" cümlesi, bazı meallerde  "Nikahlamaya rağbet ettiğiniz" bazı meallerde ise "Nikahlamaya rağbet etmMEdiğiniz" şeklinde çevrilmektedir. Bizim tercihimiz "Nikahlamaya rağbet ettiğiniz" şeklindeki çeviri olup, bunu tercih etme nedenimiz ise , "Rağabe" kelimesinin olumsuz anlamda kullanıldığı ayetlerde, olumsuz anlamın "An" edatı ile birlikte kullanılarak verildiğini görmemizdir. Nisa s. 127. ayeti içinde geçen bu kelime "An" edatı ile kullanılmadığı için anlamı olumlu olarak çevirenlerin daha doğru olduğunu düşünüyoruz. 

Allah (c.c) Nisa suresi ayetlerinde kadınların sosyal hayat içinde haklarını gözeten kurallar vaaz etmesine rağmen , erkek egemen toplum bu kuralları bir şekilde delerek istismar edebilmektedir. Özellikle çok eşlilik konusunun bir takım şartlara bağlanmış olması göz ardı edilerek , adaletsizlik ön plana çıkarılmaktadır. Müslüman erkeklerin bir kısmı , beğenmedikleri ilk eşlerinin üzerine , daha genç ve güzel eşleri , ilk eşlerinin haberi bile olmadan alarak, nikahlı metres hayatı sürmeleri, nikahı hile-i şer'iye olarak kullandıklarının açık bir göstergesidir.

Sonuç olarak ; Suistimale ve alaya alınan ayetlerden birisi olan Nisa s. 3. ayetinin merkezinde yetimlerin haklarının gözetilmesi yatmaktadır. Yetimlerin mallarını işletenlerin bu malları hakka uygun bir şekilde işletmeleri istenirken , evlilik çağına gelen yetimlerin mallarını gaspetmek gayesi güdülerek evlenilmesi yerine , başka kadınlar ile evlenilmesi tavsiye edilmektedir. Birden fazla evlilik olgusu Arap toplumunda yerleşik olan bir kural olarak bilinen ve uygulanan bir evlilik şeklidir. 

Ayet , birden fazla evlenme konusunu değil , yetimlerin mallarını onlarla evlenerek sahiplenme ve o mallrı istismar etme yolunu kapatan bir ayet olup zımnen "Yetimler ile evlenerek onların mallarını haksızca yemek yerine gidin başka kadınlarla evlenin" demektedir.

Ayet içinde gördüğümüz birden fazla evlilik meselesi konusunda, bu gerçeği red etmemekle birlikte bu konunun bu gün Müslümanlar tarafından istismar edildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Birden fazla evlilikte , kadınlar arasında adaletin sağlanmasının zor olduğu ve asıl olanın tek eşlilik olduğunu okuduğumuz ayetlerden görmekteyiz. Birden fazla evli olanlara hitaben dengeyi sağlamanın önemi vurgulanmasına rağmen bugün bazı Müslümanlar tarafından ilk eşin haberi olmadan ikinci, hatta üçüncü bir eş alarak yaşamını sürdüren Müslümanların olduğunu düşünürsek bu ayetin pratik hayatta nasıl uygulan(ma)dığını görürüz.

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.






6 Ağustos 2015 Perşembe

Nisa s. 136. Ayeti : İman'ın Esasları

"İman" kelimesi ; "Emene" kökünden türeyen ve "Nefsin mutmain olması ve korkunun ortadan kalkması" anlamında olup , güvenmek anlamını da kapsamaktadır. Bu kelime , Kur'anın anahtar kavramlarından birisi olup hayatın temellendirilmesi gereken ana ilkeleri ihtiva etmektedir. Bu bağlamda Nisa s. 136 ve benzeri Ayetler, bizlere bu ilkeleri beyan etmektedir. 

Muhammed (a.s) ın vefatı sonrası ortaya çıkan siyasi ayrışmalar , beraberinde bu siyasi ayrışmaların dini bir temele oturtularak insanlar üzerinde bir baskı aracı olmasını getirmiştir. Atalarından gelen kabilevi düşmanlıklarını , Müslüman olduktan sonra da sürdürmek isteyenler, bu düşmanlıklarını itikadi alana taşıyarak farklı görüşler altında toplanmışlar ve bunları kendileri açısından "İman esasları" haline getirmişler veya Kur'anın belirlediği esasların arasına sokuşturma çabalarına girişmişlerdir. Bu bağlamda "Kader inancı" adı altında oluşturulan itikadi düşünceyi , Kur'anın belirlediği esaslar arasına ,"Cibril hadisi" adı altında ilave etme çabaları hepimizin malumudur. Bu konuyu "  http://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2014/08/cibril-hadisi-uzerine-bir-degerlendirme.html " adlı bir yazıda değerlendirmeye çalışmıştık. 

Nisa s. 136. Ayetinin meali şöyledir; 

 [004.136]  Ey iman edenler, Allah'a, Resulüne, Resulüne indirdiği Kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, kuşkusuz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır.

Ayete baktığımız zaman iman esasları olarak ;

1- Allah'a ,
2-Resulune,
3-Kitaba ve önceki Kitaplara,
4-Meleklere,
5-Ahiret gününe, iman şeklinde bir sıralama karşımıza çıkmaktadır. 

Klasik ilmihal kitaplarında , imanın tarifi "Kalb ile tasdik , dil ile ikrar" şeklinde yapılmaktadır. Ancak Kur'ana baktığımız zaman bize  böyle bir iman önermesi yapılMAmakta, aksine bu esasların içinin "Salih Amel" teriminin ifade ettiği anlam dahilinde doldurulması gerektiği bildirilmektedir. 

Bu ve benzeri ayetler , itikadımızı nelerin belirlemesi gerektiği noktasında bizleri aydınlatmaktadır. Maalesef bu ayetlere rağmen başka belirleyiciler ihdas edilerek , Kur'an harici iman esasları belirlenmiş ve bu belirlemeler neticesinde fırkalaşmaların önü alınamaz olmuştur. 

[029.002-3]  And olsun, biz kendilerinden öncekileri de denemişken, insanlar, «İMAN ETTİK» deyince, denenmeden bırakılacaklarını mı sanırlar? Allah elbette doğruları ortaya koyacak ve elbette yalancıları da ortaya çıkaracaktır.

5 iman esasına baktığımız zaman , hayatın bu esaslar üzerine kurulması gerektiği hatırlatılmakta olup bu kurulmanın keyfiyeti üzerinde biraz durmak gerektiğini düşünüyoruz. Bu esaslar yaşam içinde pratize edilmek sureti ile iman etmenin sadece dil ile ikrar kalp ile tasdikten ibaret olmadığını , bunlarla birlikte yaşam içinde amel şeklinde hayata aktarılması gerektiği Kur'anın pek çok ayetinin beyanıdır.

ALLAH'A İMAN; 

Allah (c.c) her şeyin yaratıcısı ve tek hakimi olarak, kendisini bizlere "İlah" ve "Rab" olarak tanıtarak, bizler için en doğru olanı seçtiğini ve bunların bizler için tek ve nihai doğrular olduğunu bir çok ayette beyan ederek , başka doğrular aramanın "Sapkınlık" olduğunu bildirmektedir. Bu noktada güvenilmesi gerekenin sadece kendisi olduğunu defaatle hatırlatarak , başka güvenli merciler bulduklarını zannedenlerin , buldukları mercilerin Allah (c.c) karşısında ne kadar aciz ve güçsüz kaldıklarını örneklerle hatırlatarak , bizlerin Ahiret hayatımızı berbat etmememizi haber vermektedir.

AHİRETE İMAN ; 

Kur'anın en önemli çağrısı , İnsanların ölüm ile yeniden , esas olan bir hayata başlangıç yapacak olmaları , ölüme kadar yaşadığımız ve adına "Dünya Hayatı" denilen yaşamın, geçici olduğu ve "Ahiret Hayatı" olarak bildirilen hayatın ölümsüz bir hayat olduğu bir çok ayette bildirilmektedir. Dünya hayatı içinde yapılan amellerin , hiç eksiltilmeden , haksızlık yapılmadan ve  unutulmadan karşılığının verileceği yine Kur'an ve önceki Kitaplar içinde yer alan en önemli mesajlardır. 

Ahirete iman esasını , içselleştirerek Dünya hayatı içindeki yaşantısını bu eksen içinde devam ettiren bir insanın , kendisini Ahiret hayatında zora sokacak herhangi bir ameli yapması kolay kolay mümkün değildir. Bu insan Allah (c.c) nin nehyettiği bir şeyin kendisine Ahirette "Ateş azabı" olarak geri döneceği bilinci içinde yaşar. Ahirete iman ile bilgiler bize Allah (c.c) nin seçmiş olduğu beşer cinsinden olan insanlar ile ulaşmaktadır. 

Herkesin başına bir polis dikmek mümkün değildir , ancak "Vicdan" dediğimiz olguyu harekete geçirerek , yapılan amellerin bu süzgeçten geçirilerek yapılmasını sağlamak ve kişilere asla kaçamayacağı bir hesap yeri ve zamanı olduğunu bilerek bir hayat sürmesini sağlamak, herkesin kendi polisi olmasını sağlamaktadır.

RESULLERE İMAN; 

Allah (c.c)  yaratmış olduğu biz kullarına, yaşadığımız Dünya hayatı içindeki emir ve  nehiylerini , biz gibi insanlardan seçmiş olduğu bir takım insanlar aracılığı ile bildirmiştir. Bu insanlara "Resul Nebi" adı vererek , yaşadığımız hayat içindeki tabi olmamız gereken kuralları onlara "Vahiy" yolu ile bildirmiştir. Bu Elçiler Allah (c.c) den aldığı vahyi eksiltmeden , ilave etmeden muhataplarına aktarmıştır. Bu aktarma sırasında çok büyük tepkilerin geldiği yine Kur'an içinde ayetlerde bizlere anlatılmaktadır. Aynı tepki Muhammed (a.s) a da gösterilmiş olup onun yalancı , mecnun , kahin , sihirbaz v.s olduğu iftiraları atılarak mesajının rağbet görmemesi yoluna gidilmeye çalışılmıştır. Allah (c.c) müşriklerin bu iftiralarına karşı , Elçisine indirmiş olduğu vahye halel getirecek mecnunluk gibi arızaların Elçisine asla yaklaşamayacağını bir çok ayette bildirmiştir. 

Resuller , Allah (c.c) nin kulları ile konuşmasının bir aracısı olması bakımından önemli bir mevkiye sahiptirler. Şura s. 51. de beyan edildiği üzere , Elçi göndermek sureti ile kulları ile konuşmaktadır. Resuller aldıkları vahyi muhataplarına aktarma ve yaşama bakımından önemli bir göreve sahip oldukları için , onların aldıkları vahyi pratize etme şekilleri bizler için önemli örnekliklerdir. Bu bağlamda Kur'an sadece Muhammed (a.s) ın değil zikri geçen Elçilerin hayatlarından kesitler sunarak onlarında bizlere nasıl örnek olabilecekelerini göstermiştir.

Vahyin Resuller ile olan bağı etle tırnağın bağı gibidir ki, birbirinden ayrılması mümkün değildir. İslam düşüncesinde yüzyıllardır yapılan en önemli hatalardan birisi , Hıristiyanlara öykünerek , zımnen de olsa "Sizin İsa nız varsa bizimde Muhammed'imiz var" denilerek aşırı yüceltmeci bir Elçi anlayışı oturtulmasıdır. 

Bu durumun Kur'an ile sağlaması yapıldığında, kesinlikle red edilmiş olması bazı çevrelerde ifrata karşı tefrit düşüncesini doğrurarak , Elçi anlayışını tamamen red etme yolunun seçilmesine sebeb olmuştur. Başkalarının yanlışını red etmek üzerine kurulmuş düşüncelerin  ve yanlışın başka bir yanlışla kapatılmasının sağlıklı bi düşünce doğurmayacağı bu düşünceyi savunanlara baktığımızda maalesef acı örnekleri ile görülmektedir.  

Bu noktada "Resullere iman" şartının ne olduğu ve nasıl olması gerektiği yine Kur'an içinde bulunmaktadır. Resullere iman demek, onların gönderiliş amacı olan sadece Allah (c.c) nin İlah ve Rab olarak kabul edilmesi üzerine bina edilmiş bir hayat sisteminin tebliğini yapmış olmalarının idraki içinde olarak , onların aynı mücadele yolunu izlemek demektir. Bunun aksi bir iman anlayışı olarak , sakalına , terliğine , hırkasına v.s eşyalarına karşı yapılan hürmet gösterilerinin  Resullere iman ile alakası yoktur. 

KİTAPLARA İMAN ; 

Allah (c.c) beşer içinden seçmiş olduğu Elçilerini "Kitap" ile birlikte gönderdiğini buyurmaktadır. Son Elçi ile ile birlikte gönderilen Kitabın , kendisinden öncekileri tasdik etmesi bütün Elçilerin aynı kaynaktan beslendiğini göstermektedir. Farklı kaynaklardan beslenmiş olsalar herkes kendi kaynağını sahiplenir diğer kaynağı red etmek durumunda olurdu , ancak böyle bir durum asla sözkonusu değildir. 

Bütün Kitapların temel çağrısı Allah (c.c) nin birliği ve tek İlah olması üzerine kuruludur. Allah (c.c), gerçek bir imana sahip olmak için göndermiş olduğu Elçi ve Kitaplar arasında ayrım yapılmadan hepsine iman edilme şartını koymuştur. Kur'anın bir çok Ayeti Elçiler arasında ayrım yapmanın küfür olduğunu buyurarak böyle bir ayrımın yapılmamasını istemektedir. 

Elçilerin beşer olması onların ebedi olmamasını beraberinde getirdiği için , kalıcı olması nedeniyle gelen bilgilerin Kitap haline getirilmiş olması önemli bir faktördür. 

"Kitaplara iman" şartı sadece iki kapak arasındaki ve adına "Mushaf" denilen sayfalara iman etmek anlamına gelmez. Allah (c.c) nin yaratmış olduğu her şeye "Ayet" adını vermiş olması , "Kainat" dediğimiz şeyin aynı zamanda "Kitap" olması anlamına gelmektedir. Müslümanlar olarak en büyük eksiğimiz , Kitap denilince sadece Kur'anı hatırımıza getirip, buna iman ettiğimiz takdirde Cenneti garantilediğimiz inancıdır. Olması gereken her iki Kitabı yani hem Mushafı , hem de Kainat Kitabını birlikte okuyarak doğru bir imana sahip olunmasıdır.

"Kainat Kitabı" denilen , Allah (c.c) nin Mushaf haricindeki Ayetlerini , Elçiler aracılığı ile gönderilmiş Kitaba iman etmeyenler okuduğu bir Dünyada yaşadığımız bir gerçektir. Kur'an adı verilen Elçi ile gönderilmiş olan Kitap , Kainat Ayetlerini nasıl okumak gerektiği yönündeki bilgileri de ihtiva etmekte olup, bu iki Kitap asla birbirinden ayrı okunamaz. 

Bu iki Kitabın Mushaf olanının Müslümanlar tarafından , Kainat kitabı olanının Müslüman olmayanlar tarafından okunumş olması Dünyayı maalesef kan ve gözyaşına boğmuştur. Kainat kitabının bir nevi kullanma klavuzu olan Kur'an bu Ayetleri nasıl kullanmamızı gerektiğini öğretmektedir. Bu öğretileri göz ardı ederek Kainat kitabını okuyanlar ellerine geçirdikleri güç ve kuvvet ile Ahiret bilincinden yoksun bir hayat sürerek Dünyayı zulme boğmaktadırlar. 

Allah (c.c) nin Resuller aracılığı ile gönderdiği bilgiler , o Resullere "Melek Elçi" vasıtası ile gönderilmektedir. 

MELEKLERE İMAN ; 

"Melek" kavramı , bizim göz ile şahid olmadığımız bir alana ait bir olgudur . Allah (c.c) bu varlıklar aracılığı ile İnsanlara vahyini ilettiğini (Hacc s. 75 / Nahl s.2) , İnsanların canlarını bu Melekler aracılığı ile aldığını (Nisa s. 97/En am s. 61/ Enfal s. 50 ) , İnsanların işlediklerini bu melekler ile kayıt aldığını (Yunus s. 21 / Rad s. 11 /Zuhruf s. 80 ) ,  Cehennemde insanlara azab ile görevlendirildikleri (Tahrim s. 6) gibi bilgiler bulunmaktadır.

"Meleklere iman" şartı ,  Allah'a , Elçilerine ve Kitaplarına iman şartı ile birlikte düşünüldüğünde, birini birinden ayırdığımızda, iman halkasından telafisi imkansız bir kopma meydana gelmektedir. Allah (c.c) nin bizler için sıralamış olduğu iman şartları , 1- kendisine, 2- kendisinin bizlere dair emir ve nehiylerini kapsayan bilgileri gönderdiği Elçilere, 3- Elçiler ile gönderdiği Kitaplara, 4- O Kitapları getiren Melek Elçilere, 5- Melek Elçi aracılığı ile beşer Elçiye gönderilen ve içinde Ahiret ile ilgili bilgileri kapsamış olması kombine bir durum arz etmektedir. 

 Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin bizlere "İman şartı" olarak belirlemiş olduğu şartlar, sadece dil ile ikrar kalp ile tasdik etmekle sınırlı değildir. Geçici bir platform olan Dünya da , ebedi bir hayat süreceğimiz olan AHİRETteki mutlu bir yaşantının nasıl olacağını bizlere MELEK aracılığı ile beşer RESULLERE indirmiş olduğu KİTAPLARDA beyan eden ALLAH (c.c) bu iman şartını kombine bir halde birbirine bağlı bir şekilde vaaz etmiştir. Bu sıralamadan herhangi bir kopukluk meydana getirmek iman noktasında bizi sıkıntıya sokacak durumlar meydana getirecektir. 

Bu bağlamda, Allah (c.c) nin vaaz etmiş olduğu bu listeye herhangi bir ilavede bulunmak kimsenin haddine değildir. Siyasi kavgalar sonucu oluşturulmuş olan itikadi fırkaların , kendi haklılıklarını iddia etmek amacı ile Kur'ana yapamadıkları ilaveler , rivayetlerin Kur'an ile aynı derecede olduğu şeklinde üretilmiş düşüncelerle rivayetler sayesinde düşünce dünyamıza ilave edilmiş ve birleşilebilmesi neredeyse imkansız fırkalaşmaları doğurmuştur. Bu fırkalaşmanın en aza indirilebilmesi, sadece Kur'anın akide konusunda baz alınması ve ondaki bilgilerin akide konusu olarak kabul edilmesi ile mümkün olacaktır. 

Bu esaslar bizlere Din konusunda belirleyici olarak Kur'anın baz alınmasını emretmekte olup bunun dışındaki belirleyicelerin bizleri yanlış yollara sürükleyeceği müteaddit defalar haber verilmektedir. Müslümanlar olarak aramızdaki farklı düşüncelerin en önemli sebebi , farklı kaynaklardan beslenerek o kaynaklara Din de belirleyici olarak yapışmaktan kaynaklanmaktadır.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.  

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Nisa s. 24. Ayeti Muhsanat Terimi ve Mut'a Nikahı

Nisa s. 24. ayeti , 22 ve 23. ayetten beri süregelen evlenilmesi haram olanlar  ile ilgili olan ayetin devamı olup , bu ayet içinde evlenilmesi haram olanlara dahil olan evli kadınlara bir istisna getirilerek "meleket eymanüküm" hariç denilmektedir  , bu ayetin , islam dünyasında tartışmalara konu olan mut'a nikahına cevaz verdiği şeklinde yorumlara neden olan kısım ile ilgili düşüncelerimizi paylaşacağız.

Vel muhsanâtu minen nisâi illâ mâ meleket eymânukum, kitâballâhi aleykum, ve uhille lekum mâ varâe zâlikum en tebtegû bi emvâlikum muhsinîne gayra musâfihîn(musâfihîne). Fe mâstemta’tum bihî minhunne fe âtûhunne ucûrehunne farîdah(farîdaten). Ve lâ cunâha aleykum fîmâ terâdaytum bihî min ba’dil farîdah(farîdati). İnnallâhe kâne alîmen hakîmâ(hakîmen).

[004.024]  Kadınlardan evli olanlar ile evlenmeniz de. Sağ ellerinizin sahib oldukları müstesna. Bunlar; Allah'ın size farz kıldığı hükümlerdir. Geriye kalanları ise; zinadan kaçınıp iffetli yaşamanız şartı ile mallarınızla istemeniz size helal kılındı. Onlardan yararlandığınızın karşılığı olarak kararlaştırılmış olan mehirlerini verin. Kararlaştırdıktan sonra, aranızda anlaştığınız hususta size bir sorumluluk yoktur. Şüphesiz ki Allah, Alim, Hakim olandır.

Muhsanat kelimesi ; kale , hisar anlamına gelen "elhısnü" kelimesinden türemiştir. "İmraetün hasanün" kelimesi ; iffetli , namuslu veya kocasının koruması altında bulunan kadın için kullanılır. 
İffeti , namusu, evliliği veya benimsediği şeriatı vr hürriyeti gibi bir maniden dolayı koruma altında olan kadınlara "elmuhsanat" denmiştir. 

Kur'anda 4.24.25/5.5/24.4/24.23 olmak 5 ayette geçen bu terim kelimenin anlamına uygun olarak ayet içindeki sibakından ne anlama geldiği anlaşılır. 

Nisa s. 24. ayetinde geçen "elmuhsanat" ,evli kadınlar anlamında olup, bu durumda olan kadınlarla evlenilmesi haram kılınmış , bu durumdan , "meleket eymanüküm" statüsünde olanlar hariç tutularak onlarla evlenmek helal kılınmıştır. Köle ve  cariyelik konusunda bazı kesimlerden gelen itirazlar bu konuya bu günkü anlayışlar açısından bakılması neticesinde garip karşılanmaktadır , konuya tarihsel arka plan açısından bakıldığında itiraza mahal olacak bir tarafı görülmemektedir.  

Savaş insanlığın ilk günlerinden beri süren bir realite olup tarih içinde süren savaşlar kendi içinde bir hukuk meydana getirmiştir. Esir edilmek sureti ile düşman ordusundan insanların elde edilmesi bu durumu bir hukuk çerçevesine bağlanmasını gerektirmiştir. Fidye almak , köle edinmek sureti ile onlardan faydalanmak bu hukuk içinde geçerli olan bir durumdur.    

Aynı durum araplar içinde geçerlidir ve kur'anın nazil olma öncesi yürürlükte olan bir duruma, kur'an düzenlemeler getirmiş ve onlara iyi davranılması yönünde tavsiyelerde bulunmuştur. İçki meselesi gibi tedrici bir kaldırma sözkonusu olmasa bile özellikle suçların kefaretinde köle azad edilmesi şekliyle onların özgürlüklerine kavuşturulmasını teşvik etmiştir. 

"meleket eymanüküm" terimi sağ ellerinizin sahip olduğu anlamında bir kelimedir ve bu kelime bir çok ayette kullanılmıştır. Nuzül dönemi arap toplumunda bu statü altına girmiş olmanın şartlarından birisinin savaşta esir edilmek sureti ile olduğu ahzab s. 50. ayetinden anlaşılmaktadır.

 
[033.050] [ON] Ey Peygamber! Şüphe yok ki, Biz sana helâl kıldık, mehirlerini verdiğin zevcelerini ve Allah'ın sana ganîmet olarak verdiğinden mülk-i yeminin olan cariyeleri ve seninle beraber hicret etmiş bir amcan kızlarını ve hâlan kızlarını ve dayın kızlarını ve teyzen kızlarını ve bir de imân etmiş bir kadın, eğer nefsini peygambere bağışlarsa peygamber de onu taht-ı nikâhına almak isterse o da sâir mü'minlere değil (ey Peygamber) sana mahsus olmak üzere helâl kılınmıştır. Onların (diğer mü'minlerin) üzerine zevceleri ve sağ ellerinin malik olduğu (cariyeleri) hakkında ne farzetmiş olduğumuzu elbette bilmişizdir. Sana bu böyle bir âile teşkilini helâl kıldık, tâ ki senin üzerine bir darlık olmasın. Ve Allah yarlığayıcı, bağışlayıcıdır.

Nisa s. 24. ayette bunlardan evli olanlar ile evlenilme serbestiyetinin  nasıl uygulanabileceği üzerinde duralım. Evli olupta savaşta esir durumuna düşen ve "meleket eymanüküm" statüsüne dahil olan bir kadın öncelikle cinsi bir meta olarak asla görülmemelidir. Cinsi bir meta olarak görülmüş olsa evlenmek sureti ile onlarla ilişki kurulması emredilmezdi , böyle bir emir onların insan olma gerçeğini göz önüne alınması anlamına gelmektedir , bu konunun daha sonraki yıllarda mecraından çıkarılarak cariyelik adı altında adeta cinsi bir meta haline getirilmiş olması ayetlerin delaleti ile asla değildir.

Bilindiği gibi nikahın en önemli şartı iki tarafında rızasının gözetilmesidir. Kadının rızası olmayan bir evlilik akdi geçerli olmaz, zorla nikah altına almak sureti ile o kadınlardan faydalanmaya kalkmak asla doğru değildir. Meleket eymanüküm statüsünde olan bir kadın eğer evli olup eşi ile birlikte esir durumuna düşmüş  ve eşinden ayrılmak istemez ise onu zorla eşinden ayırıp başkası ile nikahlamak caiz olmaz . Kadının esir olması onun bir takım hakları olduğunun gözardı edilmesini asla gerektirmez. Kadın eğer kendi rızası ile bir başkası ile evlenmek isterse kur'anın boşanma ile ilgili süreci uygulanmadan o kadın bir başkası ile asla nikah altına alınamaz ve kadın boşanmış sayıldığı zaman istediği takdirde bir başkası ile nikah akdi yapabilir. Kadına esir muamelesi yapıp onun rızası hilafına bir başkası ile evlendirmek o kadına yapılan bir zulum olup onlara iyi davranmayı emreden ayetlere muhalefet anlamına gelir. 

Bugün böyle bir durumun uygulanabilirliği konusu ayrı bir tartışma konusu olup içinde bulunduğumuz şartların, bırakın bizlerin savaşta galip gelerek böyle bir kazanç elde ederek o kadınlar ile ilgili düzenleme yapmayı ,bizim kadınlarımız kafirlerin elinde cinsel bir meta olarak kullanılır olması bizim başımızı eğen ve bizlerin hesabını vermemizin zor olduğu bir halde bırakmıştır.

Nisa s. 24. ayeti tartışmalı bir konu olan mut' nikahına cevaz veren bir ayet olduğu şeklinde yorumlar ile islam dünyasını meşgul eden bir meselesidir. Bu nikah ile ilgili olarak rivayetleri baz alarak herhangi bir yoruma girip konuyu uzatmak istemediğimiz için ilgili cümlenin ne anlama gelebileceği konusunda fikir beyan etmekle yetineceğiz. 

 "Onlardan yararlandığınızın karşılığı olarak kararlaştırılmış olan mehirlerini verin. Kararlaştırdıktan sonra, aranızda anlaştığınız hususta size bir sorumluluk yoktur. Şüphesiz ki Allah, Alim, Hakim olandır."

"Onlardan yararlanmak"  tabiri tek taraflı olarak ve sadece cinsel anlamda bir yararlanma olarak anlaşılmamalıdır. Evlilik , içinde cinselliği de barındıran, kadın ve erkeğin karşılıklı olarak  yararlanmalarını sağlayan bir kurumdur, bu yararlanmayı sadece erkek açısından ele alıp, kadını cinsel bir meta olarak gören düşüncenin ürünü olan mut'a yani belirlenmiş bir süre içinde evli kalmak yoluyla yararlanmak, doğru bir yöntem olmayıp bunu kur'ana yamamaya çalışmak büyük bir zulümdür. 

" Kararlaştırdıktan sonra, aranızda anlaştığınız hususta size bir sorumluluk yoktur."

Bu ibare mut'a nikahına cevaz verdiği iddia edilen ibare olup eğer aynı surenin 4. ayeti ile bir ilişkisi kurulmaya çalışılarak böyle bir zulma kur'anı alet etmeye gerek kalmazdı . Cümle kadınlar ile nikahlanmak için belirlenen mehrin kararlaştırılmasından sonra zulüm ile değil karşılıklı rıza ile bir kısmının bağışlanabileceği konusundadır , aynı konu 4. ayette de beyan edilmektedir. 

[004.004] Kadınlara mehirlerini gönül hoşluğuyla verin. Eğer onlar gönül rızasıyla size bir şey bağışlarlarsa onu afiyetle yiyin.

Yeri gelmişken, sayın Mustafa Öztürk hocanın nisa s. 24. ayetine yaptığı meal ve o mealdeki dip notu ile ilgili olarak bir kaç söz edelim. Sayın hoca ilgili ayete verdiği meal ve dip notunda şöyledir.



       [Ey Mümin erkekler!] Evli kadınlarla evlenmeniz de haramdır. Fakat savaş esiri olarak elinize geçen kadınlar [cariyeler] bu hükmün dışındadır, işte bütün bunlar Allah'ın size bildirdiği hükümlerdir. Bütün bu sayılanların dışında kalan mümin kadınlarla, mal varlığınızdan bir kısmını kendilerine mehir vermek ve bilhassa evlilik dışı bir ilişkiye girmeksizin iffet ve namus ölçüsüne bağlı kalmak şartıyla evlenmeniz helaldir. Kendilerinden faydalandığınız kadınlara, [önceden aranızda belirlediğiniz] ücreti ödeyin. Belli bir süre birlikte olmak üzere anlaştığınız ücret konusunda [sonradan süreyi uzatmak istemeniz halinde] karşılıklı olarak uzlaşmanızda sakınca yoktur. Şüphesiz Allah her şeyi bilir; her hükmü ve fiili mutlak isabetlidir.


Ayetin bu kısmı büyük bir ihtimalle sınırlı süreli evliliğe (muta nikâhına) işaret etmektedir. Nitekim İbn Mes'ûd, Ubey b. Ka'b ve İbn Abbas gibi bazı büyük sahâbîler bu ayeti fe-mestemta'tüm bihî minhünne ilâ ecelin müsemmâ (kendilerinden belli bir süreye kadar faydalandığınız kadınlara....) şeklinde okumuşlardır (Bkz. İbn Atıyye, el-Muharrerü'l-Vecîz, 1.36). Hz. Peygamber döneminde ruhsat olarak birçok kez uygulanan muta nikâhı Hz. Ömer tarafından son derece isabetli bir içtihatla kesin olarak yasaklanmıştır. Ancak İmâmiyye Şiası Hz. Ömer'in bu içtihadını hükümsüz saydığı için muta nikâhının caiz olduğunu savunmaktadır.


Sayın hocanın ayete verdiği meal ve dipnotu bu şekildedir. "Anlam yorum" tarzı yapılan meallerdeki tehlikenin açıkça görüldüğü bir meal olarak dikkatimizi çeken bu mealde "belli bir süre birlikte olmak üzere" şeklinde çevrilen ibarenin arapça metindeki karşılığının hangi cümle olduğunu sormak gerekmektedir. Sayın hoca ayeti , dipnotunda belirttiği üzere biz gibi insan olan bir kişinin yorumunu gerekçe göstererek meallendirdiği görülmektedir. Dipnotunda "büyük sahabiler" şeklinde bir paye vererek onların yorumunu doğru yorum olarak görmek sayın hocaya yakışmayan bir okuma örneği olarak gördüğümüzü belirtelim.

Sayın hoca dipnotunda "büyük bir ihtimalle" diyerek net bir tavır sergilememiş ancak, mealinde net olarak mut'a nikahını ayet içinde var gibi göstererek başka bir çelişkiye düşmüştür. Ayet içindeki "Allah'ın size bildirdiği hükümlerdir." ibaresi ayan beyan ortada iken , ayeti mut'a nikahına işaret eden bir şekilde çevirmesi sayın hocanın mut'a nikahını Allah cc nin hükmü olarak göstermiş olduğuna işaret etmesine rağmen dip notunda " Hz. Ömer tarafından son derece isabetli bir içtihatla kesin olarak yasaklanmıştır." şeklindeki ifadesi , madem mut'a Allah cc nin bize bildirdiği bir hüküm ise Ömer r.a böyle bir hükmü kaldırmaya nasıl cesaret edebildiği şeklinde sorulabilecek bir sorunun cevabını vermemiş olması sayın hocanın ayet ile ilgili dipnotunda önemli bir eksikliktir. Ömer r.a nın kıtlık zamanında hırsızlığın cezası olan el kesme yi uygulamadığı rivayetlerinden yola çıkarak böyle bir içtihadla bunu yapmış olabilir denilirse , o zaman belirli bir süre içinde rafa kalkan hırsızlık cezası daha sonraları yine uygulanmış olup ebedi olarak kalkması gibi bir durum sözkonusu değildir. Ömer r.a belki o günkü durum gereği bazı hükümler hakkında içtihadlar yapmış olabilir ama sayın hocanın mealindeki gibi Allah cc nin bir emri olan mut' nikahını ebedi olarak kaldırmak gibi bir yetkisi bırak ömer r.a nın Muhammed as ın bile böyle bir yetkisi asla yoktur. Sayın hocanın "isabetli" olarak yorumladığı bir kararla bunu kaldırdığını iddia etmesi Allah cc nin verdiği bir hükmün haşa isabetli olmadığı ve bu isabetsizliği Ömer r. a nın gördüğü iddiasını getirirki, sayın hocanın bu düşüncesine yanlış demek bile hafif gelir.

Burada yeri gelmişken , "anlam yorum" tarzı yapılan mealler ile ilgili olarak düşüncelerimizi paylaşmak istiyoruz. Anlam yorum tarzı , Muhammed Esed'in "kur'an mesajı" adlı mealinin türkçeye çevrilmesi ile türkiyede yapılmaya başlanan bir meal çalışmasıdır. Bu tarz çalışmanın esası , ayetin mota mot çevirisinden ziyade anlatmak istediği mesaj üzerinde yoğunlaşma esasına dayanmaktadır. Bu tarzı tamamen red etmemekle birlikte kişinin yorumuna dayanması ve kişinin düşünce dünyasına göre ayete şekil vermesi gibi bir tehlikeye kapı aralaması açısından meal okuyucuları tarafından dikkatli okunması gereken mealler kategorisine girmektedir.

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.