Fatiha adı ile bildiğimiz sure , 7 den 70 e bir çok Müslüman tarafından ezbere bilinmekte ve her gün namazlarda okunmaktadır. Bizlerin kulluk bilincine sahip olmamızı sağlayacak mesajları olan bu surenin 6. ayeti olan İhdinassıratal mustakıme (Bizi doğru yola ilet) şeklinde yaptığımız duanın , nasıl bir anlama ve hayatımızda nasıl bir yeri olabileceğine dair düşüncelerimizi paylaşmaya çalışmak , bu yazının konusu olacaktır.
Dua olarak bildiğimiz ve yaptığımız çağrı , kulun Allah (c.c) den olan talebinin dile getirilme şeklidir. Allah (c.c) nin kitabında kullarının duasına icabet ettiğini ve beyan etmekte olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Ancak dua konusu , bir çok Müslüman tarafından gereğince doğru biçimde anlaşılamamakta , sanki sihirli bir değnek olarak görülmekte , dua edilerek Allah (c.c) den istenildiğinde , anında bu isteğin karşılanacağı sanılmakta , veya böyle bir arzu ve istek içinde Allah'a dua edilmektedir.
Allah (c.c) elbette kullarının duasını kabul edendir . Ancak onun bu kabulü bir takım şartlara bağlıdır , ve kullar bu şartları yerine getirmeden Allah (c.c) kullarının kendisinden olan isteklerin yerine getirmez. Allah (c.c) ye dua ederek ondan bir şey istemek , kulun o isteğini hayatına geçirmesi ile yakından ilintilidir.
Fatiha s. 6. ayetinde Rabbimize Bizi doğru yola ilet şeklinde dua etmek , önce kendimizin doğru yolda kaim olması gerektiğini şuur altına yerleştirmek amacına dayanmalıdır. Kul Rabbinden bunu istemekle önce kendisinin doğru yolda yürümesi gerektiğini öğrenecektir. Kulun Bizi doğru yola ilet şeklindeki isteği , kul eğer doğru yolda olmanın gereklerini yerine getirmediği takdirde günde değil 40 defa 400 defa tekrarlasa dahi bu dua yerine getirilmeyecektir.
Sadece konumuz olan bu dua ayeti değil , Kur'an'ın bütün dua ayetleri , kulun önce bu isteği doğrultusunda bir hayat sürmesi gerektiği noktasında bir bilinç içinde olmasını öğütlemektedir.
Kul cehennemden azat edilerek , cennete girmek için dua ettiği zaman , cennete girmeyi hak edecek amelleri yapması gerektiği bilincine sahip olacak , kendisini cennete yaklaştıracak ve cehennemden uzaklaştıracak bir hayat sürmesi gerektiğini bilecektir. Cenneti hak etmeyen ameller işleyerek , dili ile cenneti isteyen dualar etmesi kulu cennete yaklaştırmayacaktır.
Dua etmek sadece Allah (c.c) den olan istekleri dile dökmek değil , aynı zamanda bu istekleri şuur altına yerleştirmek sureti ile böyle bir hayat sürmek gerektiğini kulun kendisinin bilinç altına işlemesi anlamına gelmelidir.
Allah (c.c) ye yapılan dua ile kulun ameli arasında uyumsuzluk olduğu zaman , Allah (c.c) elbette bu duayı kabul etmeyecektir. Kul dil ile olan isteğini amel ile birleştirmediği sürece ettiği dua , kabule şayan olmayan sözler olarak çenesini yormaktan başka bir işe yaramayacaktır.
Allah'a o kadar dua ettim Allah dualarımı kabul etmiyor şeklindeki yakınmalar , bir çok kimseden duyabileceğimiz sözlerdir. Yine aynı suredeki Hamd Alemlerin Rabbi Allah'a dır ayeti , Allah (c.c) nin her türlü övgüye layık olduğunu beyan etmektedir. Övülmeyi hak etmek demek , yaptığı iş verdiği karar noktasında hiç bir hata olmaması anlamına geldiğini düşündüğümüzde , ortada eğer bir yanlış varsa bu yanlış Allah (c.c) den değil , kulun kendisinden kaynaklanmaktadır.
Allah (c.c) kullarına hiç bir zaman zulmetmez , kul eğer zulme uğradığını düşünüyor ise , bunun nedenini önce kendisinde aramalıdır. Bundan dolayı kul önce Ben nerede hata yaptım ? sorusunu kendisine soracak ve hatayı kendisinde aramak sureti ile , yaptığı hatayı düzeltmek yoluna gitmediği sürece dualar kabul olmayacaktır.
Doğru Yol olarak görülecek yolun tarifini yine aynı kitap yapmaktadır. Allah (c.c) kullarına vermiş olduğu Semi - Basar - Fuad (İşitme - Görme - Gönül) duyuları ile doğruyu ve yanlışı ayırt etme kabiliyeti bahşetmiş , elçiler aracılığı ile indirdiği kitaplarda ise yolun doğrusunu yanlışını beyan etmiştir. Doğru Yol olarak beyan edilen yolu , surenin 7. ayetinde görüleceği üzere kendilerine nimet verilenlerin takip ettiği , bunların kim oldukları ise Nisa s. 69. ayetinde görülmektedir.
[004.069] Allah'a ve Resul'e kim itaat ederse, işte onlar, Allah'ın
kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar (ve doğrulayanlar), şehidler ve
salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar?
Nisa s. 69. ve bir çok ayette doğru yolun tarifi Allah ve Resule itaat olarak özetlenmiş bu yolun karşılığının Nebi , Sıddık , Şehit , Salih olarak tanımlanan insanlar ile birlikte olmak olarak belirtilmiştir. Sayılan 4 gurup içinde Nebi olarak yapılan tanımlamanın başta olması dikkat çekicidir.
Sıddık , Şehit , Salihlerden olmanın yolu , nebiler vasıtası ile inen kitaplarda ve yine onlar tarafından yaşanan hayatlarda bizlere öğretilmektedir. Kendilerine gelen nebileri tasdik ederek o nebiler ile birlikte sürülen hayatların karşılığı , ebedi cennet olarak beyan edilmiştir.
Dua etmek mistik bir eylem değil , yaşanan hayat ile iç içe olan bir eylemdir. Müslümanların bir çoğu tarafından mistik bir eylem haline sokulan dua etmenin , Allah (c.c) nin evrene koyduğu yasalar ile birliktelik arz ettiğinin bilincinde olmamaları , maalesef onları Şirk olarak bildirilen eylemler içine düşmelerine sebep olmaktadır.
Sonuç olarak ; Dua etmek demek , sadece Allah (c.c) den olan bazı isteklerin dile getirilmesi demek olmayıp , kulun şuur altına kulluk bilinci yerleştirmesi demektir. Bizi doğru yola ilet şeklinde yapılan bir duayı kul , doğru yol olarak tarif edilen yolda kaim ve daim olan bir hayat sürmek olarak anlamadığı ve bunu hayatı içinde pratiğe aktarmadığı sürece , doğru yol isteği gerçekleşmeyecek , hatta başka yolları doğru yol olarak bilerek , kendisinin doğru olarak bildiği fakat yanlış olan yollarda yürüyecektir.
Dua , söz ile amel birlikteliği gerektiren bir eylemdir. Söz , eğer amel ile yerine getirilmiyor ise , bu sözün karşılığı olan istekler de yerine gelmeyecektir.
Rabbimiz bizleri , dua etmenin şuuruna vakıf olarak dua eden kullarından kılsın.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
Ayeti : etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ayeti : etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
9 Mart 2017 Perşembe
4 Mart 2017 Cumartesi
Neml s. 82. Ayeti : Dabbetü'l - Arz ve Kim Olduğu Üzerine Bir Mülahaza
Kur'an'ın kıyametin vaktini vermemiş , o saat gelmeden önce onun bir takım alametlerinden bahsetmemiş olmasına rağmen , rivayet kitaplarında Kıyamet Alametleri şeklinde açılan başlıklarda , Muhammed (a.s) a atfen bir çok rivayet uydurulmuş olduğu herkesçe malumdur. Kıyametten önce Dabbetü'l Arz olarak bilinen bir yaratığın çıkacağına dair haberler , rivayet kitaplarının en mütenahi köşelerinde yerini almış bir vaziyettedir.
Yazımızda bu konuyu irdelemeye çalışarak önce bu kelimenin Kur'an içinde geçtiği ayetleri okumak sureti ile bu kelimenin anlam alanına nelerin dahil olduğunu görmeye , sonra bu deyimin geçtiği ayeti okuyarak, Dabbe'nin ne zaman çıkacağı konusunu açıklığa kavuşturmaya , sonra ise bu deyim ile neyin ve kimin kast edilmiş olabileceğini anlamaya çalışacağız.
Eddebibü veya Eddebbe , hafif , yavaş yavaş veya belli belirsiz yürümek anlamındadır. Dabbetün ise , hareket eden bütün canlıları içine alan bir kelimedir. Bu kelimenin anlam alanına , en küçük bir böcekten tutun , insana kadar bütün canlılar girmektedir.
Bu kelimenin geçtiği ayetler aşağıdadır.
[002.164] Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı (dabbetin) orada yaymasında, rüzgarları ve yerle gök arasında emre amade duran bulutları döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır.
[006.038] Hem yerde hareket eden hiç bir canlı (dabbetin), kanatlarıyla uçan hiç bir kuş türü yoktur ki sizin gibi birer toplum teşkil etmesinler. Biz o kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik. Sonra hepsi Rab’lerinin huzuruna sevkedilip toplanacaklardır.
[008.022] Allah katında, yeryüzündeki canlıların (eddevabbi) en şerlisi gerçeği akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.
[008.055] Allah katında yeryüzündeki canlıların (eddevabbi) en şerlisi, inkar edenlerdir. Onlar artık inanmazlar.
[011.006] Yeryüzünde yürüyen hiç bir canlı yoktur ki (dabbetin), rızkı Allah'a ait olmasın. Onların durup dinlenecek ve saklanacak yerlerini de O bilir. Hepsi apaçık kitabdadır.
[011.056] Ben, sadece benim de, sizin de Rabbınız olan Allah'a tevekkül ettim. Yürüyen hiç bir canlı yoktur ki (dabbetin); O, alnından tutmasın. Elbette dosdoğru yol üzeredir benim Rabbım.
[016.049] Hem göklerde ve yerde ne varsa hepsi, herhangi bir canlı olsun (dabbetin) , melaike olsun hepsi Allah’a secde eder, asla kibirlenmezler.
[016.061] Allah insanları haksızlıklarından ötürü yakalayacak olsaydı, yeryüzünde canlı (dabbetin) bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Süreleri dolunca onu ne bir saat geciktirebilirler ne de öne alabilirler.
[022.018] Göklerde ve yerde olanların; güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar (eddevabbi) ile insanların bir çoğunun Allah'a secde ettiklerini görmüyor musun? İnsanların bir çoğu da azabı hak etmiştir. Ve Allah kimi alçaltırsa; ona ikram edecek kimse yoktur. Şüphesiz ki Allah; dilediğini yapar.
[024.045] Allah, her canlıyı (dabbetin) sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür... Allah dilediğini yaratır; şüphesiz Allah her şeye kadirdir.
[029.060] Nice canlı (dabbetin) vardır ki; rızkını kendi taşımaz. Sizin de, onların da rızkını Allah verir. Ve O; Semi'dir, Alim'dir.
[031.010] Allah gökleri gördüğünüz gibi direksiz yaratmış, sizi sallar diye yeryüzüne sabit dağlar koymuş; orada her türlü canlıyı (dabbetin) yaymıştır. Gökten su indirip orada her hoş çiftten yetiştirmişizdir.
[034.014] Onun ölümüne hükmettiğimiz zaman; ölümünü onlara ancak değneğini yiyen canlı (dabbetin) farkettirdi. Yere düşünce ortaya çıktı ki; eğer onlar gaybı bilselerdi, horlayıcı azab içinde kalmazlardı.
[035.028] İnsanlardan da, yerde yürüyen canlılardan (eddevabbi) ve davarlardan da böyle renkleri değişik değişik olanlar vardır. Allah'tan ancak bilgin kulları korkar. Muhakkak ki Allah; Aziz'dir, Gafur'dur.
[035.045] Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık(dabbetin) bırakmazdı. Fakat Allah, onları belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor. Vakitleri gelince (gerekeni yapar). Kuşkusuz Allah, kullarını görmektedir.
[042.029] Gökleri, yeri ve ikisinde yaydığı canlıları (dabbetin) yaratması varlığının delillerindendir.
[045.004] Ey insanlar! Sizin yaratılmanızda ve canlıların (dabbetin) yeryüzünde yayılmasında, kesin olarak inanan kimseler için ibretler vardır.
Yukarıdaki ayet meallerindeki Dabbetün kelimesinin anlamlarına baktığımızda , kelimenin insan dışındaki canlılara has olarak kullanıldığı gibi , insanı da içine canlılara has , ve sadece insana has olarak ta kullanılmış olduğu görülmektedir.
Bu kelime Neml s. 82. ayetinde de geçmekte ve bu Dabbe'nin yerden çıkacağı belirtilmektedir.
[027.082] O söz, onların aleyhinde vaki olduğu zaman, onlara yerden bir Dabbe çıkarırız; o da, insanların bizim ayetlerimize yakınen inanmadıklarını onlara söyler.
Ayetten anlaşılacağı üzere yerden çıkacak olan dabbenin çıkış zamanı "O söz, onların aleyhinde vaki olduğu zaman" cümlesinden anlaşılmaktadır. Bu çıkışın rivayetlerde anlatıldığı gibi kıyametten önceki bir zamanda değil KIYAMET SONRASINDA olacağı, konu ile ilgili ayetleri bağlamı dahilinde okuduğumuz zaman görülecektir.
[027.087] Sura üfürüldüğü gün, Allah'ın diledikleri bir yana, göklerde olanlar da yerde olanlar da, korku içinde kalırlar. Hepsi Allah'a boyunları bükülmüş olarak gelirler.
[027.089] Kim bir iyilikle gelirse, artık kendisine ondan daha hayırlısı vardır ve onlar, o günün korkusuna karşı güvenlik içindedirler.
[027.090] Kim de bir kötülükle gelirse, artık onlar da ateşe yüzükoyun atılır (ve onlara:) «Yapmakta olduklarınızdan başkasıyla mı cezalandırılıyorsunuz?» (denir) .
[027.083] O gün, her ümmet içinden âyetlerimizi yalan sayanlardan bir cemaat toplarız da onlar toplu olarak (hesap yerine) sevkedilirler.
[027.084] Nihayet geldikleri zaman, (Allah) der ki: «Siz benim ayetlerimi, bilgi bakımından kavramadığınız halde yalanladınız mı? Yoksa ne yapıyordunuz?»
[027.085] Haksızlıklarından ötürü, söylenilen söz başlarına gelir. Artık konuşamaz olurlar.
[027.082] O söz, onların aleyhinde vaki olduğu zaman, onlara yerden bir Dabbe çıkarırız; o da, insanların bizim ayetlerimize yakınen (la yukinune) inanmadıklarını onlara söyler.
Ayetlerin sıralamasında yapmış olduğumuz değişiklik, bazı kimseler için yadırgama sebebi olabilir. Ancak ayetlerin böyle bir sıra halinde dizimi yapılarak kıyamet , hesap , ve karşılıkların verilmesi gibi kronolojik bir sıralamaya tabi tutularak okunması konunun daha net anlaşılmasını sağlayacaktır. Ayetleri böyle bir sıralama dahilinde okuduğumuzda , kıyamet ve sonrası olacak olayların gözler önüne serildiği kolayca anlaşılmaktadır. Rivayet kitaplarında Dabbetü'l Arz ile alakalı bilgiler ile, Kur'an'ın bu konuda verdiği arasında en küçük bir ilgi ve alaka kırıntısı dahi bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Dabbetü'l Arz ile ilgili olarak bu tespiti yaptıktan sonra sıra, bu Dabbe'nin ne olduğu konusuna gelecektir. Dikkat edilirse bu Dabbe'nin konuşacağı ve insanların Allah'ın ayetlerine yakinen inanmadıklarını söyleyeceği bildirilmektedir. Şimdi ayetin Arapça orjinal metnindeki "la yukinune" kelimesinin geçtiği diğer ayetleri görerek , Allah'ın ayetlerine yakinen inanmayanların kimler olduklarını görmey çalışarak , Neml s. 82. ayetinde çıkarılacak olan Dabbe'nin kim olabileceğini adım adım ayetleri takip ederek bulmaya çalışalım.
[030.060] Sabret, şüphesiz ki Allah'ın vaadi haktır. Yakınen inanmayanlar (la yukinune) seni hafifliğe (gevşekliğe) itmesinler.
[052.036] Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır; onlar, yakinen (la yukinune) inanmıyorlar.
Kur'an'ın doğru anlaşılmasının öncelikle ilk muhataplarına olan hitabının anlaşılması ile mümkün olacağını daha önceki yazılarımızda da vurgulamaya çalışmıştık. Kur'an Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan bir topluma inmeye başlayan bir kitap olması nedeniyle (bu sözlerimizin bize dair mesajları olmadığı anlamına gelmediğini hatırlatırız), bu kitap içindeki ayetlerin ilk muhatapları bu şehirlerde yaşayan toplumdur.
Yukarıdaki verdiğimiz ayetlerde Allah'ın ayetlerine yakinen inanmayanların Muhammed (a.s) ın risaletini inkar edenler olduğu açık ve net bir biçimde ortadadır. Bu ayetlerde anlatılan dünya hayatında iken yakinen inanmayanlar , hesap gününde yakin bir imana sahip olmadıkları konusunda, Neml s. 82. ayetinde görüldüğü üzere yerden çıkan bir Dabbe tarafından Allah'a şikayet edilmektedir.
ÖYLEYSE YERDEN ÇIKACAK OLAN BU DABBE , BU KİMSELERİN YAŞADIKLARI HAYATA ŞAHİT , ONLARIN İÇİNDE ONLARLA BİRLİKTE HAYAT SÜRMÜŞ , VE ONLARIN YAKİN BİR SAHİP OLMADIKLARINA DAİR BİLGİ SAHİBİ OLAN BİR KİMSEDİR.
Bu düşüncemize karşı , bu kimsenin kim olduğu , ve bu iddianın Kur'an'i delili haklı olarak sorulacaktır.
[033.045] Ey Nebi! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.
[048.008] Şüphesiz biz seni, şâhit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.
[073.015] Hiç şüphesiz biz size, üzerinize şahid olacak bir resul gönderdik; Firavun'a da bir resul gönderdiğimiz gibi.
Yukarıdaki ayetler , Muhammed (a.s) ın gönderiliş amacını anlatmakta olup, onun ŞAHİT olarak gönderilmiş bir elçi olduğu belirtilmektedir. Peki bu şahitlik nedir ?.
Şahitlik , gerçekleştirilen bir işe başka bir kimsenin duyu organları ile tanık olmasıdır.
Muhammed (a.s) ın ve diğer elçilerin yaşadıkları zaman içinde tebliğini ulaştırdığı kimselere karşı hesap gününde şahitlik edecekleri Kur'an'dan öğrenmekteyiz. Maide s. 116-119. ayetlerini okuduğumuz zaman , İsa (a.s) ın sorgulanmasını ve kavmi hakkında şahitlik yapmasını görmekteyiz.
[007.006] Kendilerine elçi gönderilmiş olanlara da soracağız, gönderilen elçilere de soracağız.
Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki , insanlara elçi olarak gönderilen tüm elçilerin şahitlikleri sadece yaşadıkları zaman içinde muhatap oldukları kişiler ve toplumlar ile sınırlıdır. Onların da öncelikle bir beşer olduklarını göz önüne aldığımızda , elçilerin kendileri öldükten sonra yaşamış olan diğer insanlar hakkında herhangi bir şahitlik yapabilmeleri asla mümkün değildir. Bu durumu Maide s. 116-119. ayetleri arasında İsa (a.s) ın sözlerinden anlamaktayız.
[004.041] Her bir ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onlara şahit olarak gösterdiğimiz zaman halleri nice olacak!.
[016.089] Her ümmette bir kişiyi aleyhlerine şahid gönderdiğimiz gün; seni de onların üzerine tastamam şahid olarak getirdik. Sana; her şeyi açıklayan, hidayet ve rahmet, müslümanlara da bir müjde olan kitabı indirdik.
[010.047] Her ümmetin bir rasulü vardır. Onların rasulleri gelince aralarında adaletle hükmedilir. Ve asla zulme uğratılmazlar.
Nisa s. 41 ve Nahl s. 89. ayetlerinde Muhammed (a.s) ın kıyamet günü tebliğini ulaştırdığı kimselere karşı olacak şahitliğinden bahsedilmektedir. Onun bu şahitliğinin diğer ayetlerde şu şekilde olacağı bildirilmektedir.
[025.030] Ve resul dedi ki: «Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar.»
[006.066] Kur'an hak olduğu halde kavmin onu yalanladı. De ki: Ben size vekil (kefil) değilim.
[043.088-9] Yâ Rabbi! Bunlar, iman etmeyen bir kavimdir, demesine karşı Allah: Şimdilik sen onlardan yüz çevir ve size selam olsun de. Yakında bilecekler! buyurdu.
Furkan s. 30. ayeti , Muhammed (a.s) ın kıyamet gününde Kur'an'a iman etmeyen kavmi hakkında yapacağı şikayeti haber vermektedir.
Şimdiye kadar yazılanları toparlayacak olursak , ortaya kıyamet günü yapılacak bir şahitlik bulunmakta ve bu şahitliğin Muhammed (a.s) tarafından kavmi hakkında olacağı haber verilmektedir.
Neml s. 82. ayetindeki yerden çıkarılan Dabbe'nin yapacağı şahitlik ile , Muhammed (a.s) ın yapacağı şahitliği birlikte düşünerek okuduğumuzda Neml s. 82. ayetindeki yerden çıkarılacak olan Dabbe'nin MUHAMMED (a.s) olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü yerden çıkan Dabbe, insanların Allah'ın ayetlerine iman etmekdikleri konusunda şikayette bulunmaktadır. Bu insanları şikayet edecek olan kişinin ise MUHAMMED (a.s) olacağını, diğer ayetlerin delaleti ile bilmekteyiz.
Dabbetü'l Arzın kim olduğu konusunda öne sürmüş olduğumuz bu iddia , belki ilk defa söylenen bir iddia olması nedeniyle haklı olarak tedirginliklere yol açabilir. Bizim ilk defa söylenmiş bir söz ortaya atarak sansasyon yaratmak ilgi çekmeye çalışmak gibi bir düşünce içinde olmadığımızı özellikle hatırlatmak isteriz.
Dabbe konusunda ortaya atılan düşüncelerin rivayet kültürü ağırlıklı olduğu herkesin malumudur. Dabbe denildiği zaman akla önce kurt , böcek , yaratık v.s gibi insan haricindeki varlıklar akla geldiği için , bizim Neml s. 82. ayetinde geçen Dabbetü'l Arz'ı Muhammed (a.s) olarak tanımlamış olmamız yadırganabilir, hatta tepkilere bile neden olabilir. Bizim ortaya attığımız bu iddia , bu konudaki bilgilerini ve inancını Kur'an ile yoğurmaya çalışanlar için ilk defa duydukları ilginç ve değerlendirilmeye değer bir iddia olabilir.
Neml s. 82. ayetini dikkatli okuduğumuz zaman Dabbe'nin YERDEN ÇIKARILAN ve konuşan bir şey olduğunu görmekteyiz. Dabbe kelimesinin anlam alanlarına dikkat ettiğimiz zaman , bu kelimenin anlam alanına İNSANIN'DA girmekte olduğunu , kıyamet günü insanların kabirlerinden yani YERDEN çıkarılacağını yine Allah'ın ayetlerinden öğrenmekteyiz.
[099.002] Ve yer, bütün ağırlıklarını çıkardığı zaman;
[084.003-5] Yer dümdüz edildiği, içinde bulunanları atıp boşaldığı ve Rabbini dinleyip O'na hakkıyla itaata mecbur kılındığı vakit
[071.017-18] Allah sizi yerden bir bitki bitirir gibi bitirdi.Sonra sizi tekrar oraya geri çevirecek ve tekrar çıkaracaktır.
Yukarıdaki ayet mealleri kıyamet günü yerin yarılarak insanların tamamının YERDEN ÇIKARILACAĞINI haber vermektedir. Dabbe kelimesinin geçtiği ayetlere baktığımızda bu kelimenin anlam alanına insan cinsinin de dahil edildiğini daha önce görmüştük.
Yukarıda Dabbe kelimesinin geçtiği ayetlerin Bakara s. 164. ayetinde geçen "her türlü canlıyı orada yaymasında" , Lukman s. 10. ayetinde geçen " orada her türlü canlıyı yaymıştır" Şura s 29. ayetinde geçen "Gökleri, yeri ve ikisinde yaydığı canlıları" cümlelerinde , Dabbe kelimesinin anlamına biz insanlarında dahil edilmiş olduğunu görmekteyiz.
[007.024-25] Buyurdu ki: Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde bir müddet yerleşip kalmak ve geçinmek vardır.Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve yine oradan (dirilip) çıkarılacaksınız!» dedi.
Dabbe kelimesinin insanı da kapsamış olmasını , ve biz insanların öldükten sonra yerden çıkarılacağımızı düşündüğümüz de öncelikle bütün insanlar yerden çıkan bir canlı olması nedeniyle DABBETÜ'L ARZ sayılacaktır.
BU DEYİMİN ANLAM ALANINA BÜTÜN İNSANLAR DAHİL OLMAKTA , KIYAMET GÜNÜ YERDEN ÇIKARILACAK OLMAMIZDAN ÖTÜRÜ HEPİMİZ DABBETÜ'L ARZ OLMUŞ OLMAKTAYIZ.
Yalnız Kıyamet günü ile ilgili ayetlere baktığımızda , o gün kimsenin konuşamayacağından bahsedilmiş olması dikkate alındığında , Neml s. 82. ayetindeki Dabbetü'l Arz , konuşan bir kimse olması nedeniyle diğer insanlardan farklı bir duruma sahip olan özel bir kimsedir.
[027.085] Haksızlıklarından ötürü, söylenilen söz başlarına gelir. Artık konuşamaz olurlar.
[020.108] O gün davetçiye hiçbir yana sapmadan uyacaklar. Öyle ki, Rahman'ın heybetinden sesler kısılmıştır; artık bir hışırtıdan başka birşey işitmezsin.
[011.105] O gün geldiğinde Allah'ın izni olmadıkça hiç kimse konuşamaz. O gün kimi insanlar mutlu, kimisi ise bedbahttır.
[078.038] Ruh ve meleklerin dizi dizi durdukları gün, Rahman olan Allah'ın izni olmadan kimse konuşamayacaktır. Konuştuğu zaman da doğruyu söyleyecektir.
Kimsenin konuşamayacağı kıyamet gününde kavimleri hakkında şahitlik edecek olan elçilerin bu durumdan muaf tutularak , kavimleri hakkında şahitlik edeceklerini haber veren ayetleri daha önceden paylaşmıştık.
KİMSENİN KONUŞAMAYACAĞI BİR GÜNDE KAVİMLERİ ALEYHİNDE ŞAHİTLİK YAPMALARINA İZİN VERİLEREK KONUŞABİLECEK OLANLAR ELÇİLER OLDUĞUNA GÖRE , NEML S. 82. AYETİNDE GEÇEN KONUŞAN DABBETÜ'L ARZ'IN , MUHAMMED (A.S) OLDUĞUNU SÖYLEYEBİLİRİZ.
Bu konuda kafa karışıklığına sebep olabilecek bir noktayı da açıklığa kavuşturmak gerektirdiğini düşünmekteyiz. Neml s. 82. ayetinde yerden çıkarılacak olan Dabbe, sanki herkesin sorgusu suali bittikten sonra tek başına özel olarak yerden çıkarılacak bir Dabbe olduğu düşünülmektedir.
Bu ayet ile ilgili yapılan mealler maalesef böyle bir durum meydana geleceğini çağrıştıracak şekilde yapılmıştır. Hatta Dabbe kelimesine verilen bazı anlamlar ise , bizim Dabbe kelimesine insan anlamı ve daha özelde Muhammed (a.s) olabileceği düşüncemizin çok yanlış olduğu kanaatinin doğmasına dahi sebep olabilecektir.
Neml s. 82. ve ize vakaal kavlü aleyhim, ve 85. ayetindeki ve vakaal kavlü aleyhim ibarelerini dikkate alarak , bütün insanların aynı anda yerden çıkarılacaklarını düşündüğümüzde , Neml s. 82. ayetindeki yerden çıkarılan Dabbenin de bütün insanlarla aynı anda yerden çıkan bir dabbe olduğu , daha sonra özel olarak yerden bir Dabbe olmadığı görülecektir.
Dabbetü'l Arz tarafından Allah'ın ayetlerine yakinen iman etmediği şikayet edilen insanların bütün insanlar olarak anlaşılmaması gerektiğini önemli hatırlatmak isteriz. Çünkü bu Dabbe kendisi yaşarken insanların Allah'ın ayetlerine yakinen iman etmediklerini bilen gören bir kimsedir.
Bu ayetin tefsirlerine bakıldığında Dabbetü'l Arz'ın kıyamet öncesi çıkacağı yönündeki yorumları bir çok kişinin zihninde yer etmiş durumdadır. Rivayet kültürünün ayet yorumları üzerindeki etkisi maalesef bir çok Kur'an ayetinin doğru anlaşılamamasını , hatta yanlış anlaşılmasını beraberinde getirdiği de bir gerçektir. Kafaları rivayet kültürü ile yoğrulmamış olan okuyucular tarafından dahi , bizim bu iddiamızın ilk okuyuşta garipsenmesi doğaldır , ancak ortaya koyduğumuz ayet delilleri dikkatli incelendiğinde bu konuda bize hak verileceğini umuyoruz.
Neml s. 82. ayetinde geçen Dabbetü'l Arz'ın Muhammed (a.s) olabileceği iddiası, konu ile ilgili ayetlerden yaptığımız çıkarım çalışmalarının bir neticesidir. Bütün çalışmalarımızda, öne sürdüğümüz düşünceyi en doğru , en hakiki , en gerçek , bundan başka doğru olamaz edasında sunmaktan Allah'a sığındığımızı tekrar hatırlatarak , bu düşüncenin yanlış olduğu iddiasında olan olduğu takdirde, deliller ile karşımıza geldiğinde onu dinlemekten veya okumaktan geri durmayacağımız hatırlatmak isteriz.
Sonuç olarak ; Dabbetü'l Arz olarak bildiğimiz deyim , bir çok kimsenin zihninde kıyamet alametleri ile ilgili bilgiler dahilindedir. Ancak bu bilginin Kur'an ile sağlaması yapıldığında yanlış olduğu, bu deyimin Neml s. 82. ayetinde kıyamet sonrası ile alakalı olduğu net bir biçimde anlaşılmaktadır.
Neml s. 82. ayetini Kur'an bütünlüğü ile anlam örgüsünü kurarak okumaya çalıştığımızda , Dabbe kelimesinin insanı da içine alan bir anlama sahip olduğunu görmekteyiz. Bütün insanların kıyamet günü yerden çıkmaları Dabbetü'l Arz deyiminin bütün insanları içine dahil eden bir deyim olduğunu göstermektedir. Yani her insan yerden çıkarılan bir dabbe olup bunun Neml s. 82. ayetteki karşılığı Dabbetü'l Arz olarak geçmektedir.
Kıyamet gününde kimsenin konuşamayacağını , elçilerin kavimleri aleyhinde şahitlik edeceklerini , Muhammed (a.s) ın kavmini şikayet edeceğini haber veren ayetleri dikkate aldığımızda Neml s. 82. ayetinde konuşan Dabbetü'l Arz'ın Muhammed (a.s) olduğunu söylemek mümkündür.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Yazımızda bu konuyu irdelemeye çalışarak önce bu kelimenin Kur'an içinde geçtiği ayetleri okumak sureti ile bu kelimenin anlam alanına nelerin dahil olduğunu görmeye , sonra bu deyimin geçtiği ayeti okuyarak, Dabbe'nin ne zaman çıkacağı konusunu açıklığa kavuşturmaya , sonra ise bu deyim ile neyin ve kimin kast edilmiş olabileceğini anlamaya çalışacağız.
Eddebibü veya Eddebbe , hafif , yavaş yavaş veya belli belirsiz yürümek anlamındadır. Dabbetün ise , hareket eden bütün canlıları içine alan bir kelimedir. Bu kelimenin anlam alanına , en küçük bir böcekten tutun , insana kadar bütün canlılar girmektedir.
Bu kelimenin geçtiği ayetler aşağıdadır.
[002.164] Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı (dabbetin) orada yaymasında, rüzgarları ve yerle gök arasında emre amade duran bulutları döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır.
[006.038] Hem yerde hareket eden hiç bir canlı (dabbetin), kanatlarıyla uçan hiç bir kuş türü yoktur ki sizin gibi birer toplum teşkil etmesinler. Biz o kitapta hiçbir şeyi ihmal etmedik. Sonra hepsi Rab’lerinin huzuruna sevkedilip toplanacaklardır.
[008.022] Allah katında, yeryüzündeki canlıların (eddevabbi) en şerlisi gerçeği akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.
[008.055] Allah katında yeryüzündeki canlıların (eddevabbi) en şerlisi, inkar edenlerdir. Onlar artık inanmazlar.
[011.006] Yeryüzünde yürüyen hiç bir canlı yoktur ki (dabbetin), rızkı Allah'a ait olmasın. Onların durup dinlenecek ve saklanacak yerlerini de O bilir. Hepsi apaçık kitabdadır.
[011.056] Ben, sadece benim de, sizin de Rabbınız olan Allah'a tevekkül ettim. Yürüyen hiç bir canlı yoktur ki (dabbetin); O, alnından tutmasın. Elbette dosdoğru yol üzeredir benim Rabbım.
[016.049] Hem göklerde ve yerde ne varsa hepsi, herhangi bir canlı olsun (dabbetin) , melaike olsun hepsi Allah’a secde eder, asla kibirlenmezler.
[016.061] Allah insanları haksızlıklarından ötürü yakalayacak olsaydı, yeryüzünde canlı (dabbetin) bırakmazdı. Fakat onları belirli bir süreye kadar erteler. Süreleri dolunca onu ne bir saat geciktirebilirler ne de öne alabilirler.
[022.018] Göklerde ve yerde olanların; güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar (eddevabbi) ile insanların bir çoğunun Allah'a secde ettiklerini görmüyor musun? İnsanların bir çoğu da azabı hak etmiştir. Ve Allah kimi alçaltırsa; ona ikram edecek kimse yoktur. Şüphesiz ki Allah; dilediğini yapar.
[024.045] Allah, her canlıyı (dabbetin) sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üstünde sürünür, kimi iki ayağı üstünde yürür, kimi dört ayağı üstünde yürür... Allah dilediğini yaratır; şüphesiz Allah her şeye kadirdir.
[029.060] Nice canlı (dabbetin) vardır ki; rızkını kendi taşımaz. Sizin de, onların da rızkını Allah verir. Ve O; Semi'dir, Alim'dir.
[031.010] Allah gökleri gördüğünüz gibi direksiz yaratmış, sizi sallar diye yeryüzüne sabit dağlar koymuş; orada her türlü canlıyı (dabbetin) yaymıştır. Gökten su indirip orada her hoş çiftten yetiştirmişizdir.
[034.014] Onun ölümüne hükmettiğimiz zaman; ölümünü onlara ancak değneğini yiyen canlı (dabbetin) farkettirdi. Yere düşünce ortaya çıktı ki; eğer onlar gaybı bilselerdi, horlayıcı azab içinde kalmazlardı.
[035.028] İnsanlardan da, yerde yürüyen canlılardan (eddevabbi) ve davarlardan da böyle renkleri değişik değişik olanlar vardır. Allah'tan ancak bilgin kulları korkar. Muhakkak ki Allah; Aziz'dir, Gafur'dur.
[035.045] Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık(dabbetin) bırakmazdı. Fakat Allah, onları belirtilmiş bir süreye kadar erteliyor. Vakitleri gelince (gerekeni yapar). Kuşkusuz Allah, kullarını görmektedir.
[042.029] Gökleri, yeri ve ikisinde yaydığı canlıları (dabbetin) yaratması varlığının delillerindendir.
[045.004] Ey insanlar! Sizin yaratılmanızda ve canlıların (dabbetin) yeryüzünde yayılmasında, kesin olarak inanan kimseler için ibretler vardır.
Yukarıdaki ayet meallerindeki Dabbetün kelimesinin anlamlarına baktığımızda , kelimenin insan dışındaki canlılara has olarak kullanıldığı gibi , insanı da içine canlılara has , ve sadece insana has olarak ta kullanılmış olduğu görülmektedir.
Bu kelime Neml s. 82. ayetinde de geçmekte ve bu Dabbe'nin yerden çıkacağı belirtilmektedir.
[027.082] O söz, onların aleyhinde vaki olduğu zaman, onlara yerden bir Dabbe çıkarırız; o da, insanların bizim ayetlerimize yakınen inanmadıklarını onlara söyler.
Ayetten anlaşılacağı üzere yerden çıkacak olan dabbenin çıkış zamanı "O söz, onların aleyhinde vaki olduğu zaman" cümlesinden anlaşılmaktadır. Bu çıkışın rivayetlerde anlatıldığı gibi kıyametten önceki bir zamanda değil KIYAMET SONRASINDA olacağı, konu ile ilgili ayetleri bağlamı dahilinde okuduğumuz zaman görülecektir.
[027.087] Sura üfürüldüğü gün, Allah'ın diledikleri bir yana, göklerde olanlar da yerde olanlar da, korku içinde kalırlar. Hepsi Allah'a boyunları bükülmüş olarak gelirler.
[027.089] Kim bir iyilikle gelirse, artık kendisine ondan daha hayırlısı vardır ve onlar, o günün korkusuna karşı güvenlik içindedirler.
[027.090] Kim de bir kötülükle gelirse, artık onlar da ateşe yüzükoyun atılır (ve onlara:) «Yapmakta olduklarınızdan başkasıyla mı cezalandırılıyorsunuz?» (denir) .
[027.083] O gün, her ümmet içinden âyetlerimizi yalan sayanlardan bir cemaat toplarız da onlar toplu olarak (hesap yerine) sevkedilirler.
[027.084] Nihayet geldikleri zaman, (Allah) der ki: «Siz benim ayetlerimi, bilgi bakımından kavramadığınız halde yalanladınız mı? Yoksa ne yapıyordunuz?»
[027.085] Haksızlıklarından ötürü, söylenilen söz başlarına gelir. Artık konuşamaz olurlar.
[027.082] O söz, onların aleyhinde vaki olduğu zaman, onlara yerden bir Dabbe çıkarırız; o da, insanların bizim ayetlerimize yakınen (la yukinune) inanmadıklarını onlara söyler.
Ayetlerin sıralamasında yapmış olduğumuz değişiklik, bazı kimseler için yadırgama sebebi olabilir. Ancak ayetlerin böyle bir sıra halinde dizimi yapılarak kıyamet , hesap , ve karşılıkların verilmesi gibi kronolojik bir sıralamaya tabi tutularak okunması konunun daha net anlaşılmasını sağlayacaktır. Ayetleri böyle bir sıralama dahilinde okuduğumuzda , kıyamet ve sonrası olacak olayların gözler önüne serildiği kolayca anlaşılmaktadır. Rivayet kitaplarında Dabbetü'l Arz ile alakalı bilgiler ile, Kur'an'ın bu konuda verdiği arasında en küçük bir ilgi ve alaka kırıntısı dahi bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Dabbetü'l Arz ile ilgili olarak bu tespiti yaptıktan sonra sıra, bu Dabbe'nin ne olduğu konusuna gelecektir. Dikkat edilirse bu Dabbe'nin konuşacağı ve insanların Allah'ın ayetlerine yakinen inanmadıklarını söyleyeceği bildirilmektedir. Şimdi ayetin Arapça orjinal metnindeki "la yukinune" kelimesinin geçtiği diğer ayetleri görerek , Allah'ın ayetlerine yakinen inanmayanların kimler olduklarını görmey çalışarak , Neml s. 82. ayetinde çıkarılacak olan Dabbe'nin kim olabileceğini adım adım ayetleri takip ederek bulmaya çalışalım.
[030.060] Sabret, şüphesiz ki Allah'ın vaadi haktır. Yakınen inanmayanlar (la yukinune) seni hafifliğe (gevşekliğe) itmesinler.
[052.036] Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır; onlar, yakinen (la yukinune) inanmıyorlar.
Kur'an'ın doğru anlaşılmasının öncelikle ilk muhataplarına olan hitabının anlaşılması ile mümkün olacağını daha önceki yazılarımızda da vurgulamaya çalışmıştık. Kur'an Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan bir topluma inmeye başlayan bir kitap olması nedeniyle (bu sözlerimizin bize dair mesajları olmadığı anlamına gelmediğini hatırlatırız), bu kitap içindeki ayetlerin ilk muhatapları bu şehirlerde yaşayan toplumdur.
Yukarıdaki verdiğimiz ayetlerde Allah'ın ayetlerine yakinen inanmayanların Muhammed (a.s) ın risaletini inkar edenler olduğu açık ve net bir biçimde ortadadır. Bu ayetlerde anlatılan dünya hayatında iken yakinen inanmayanlar , hesap gününde yakin bir imana sahip olmadıkları konusunda, Neml s. 82. ayetinde görüldüğü üzere yerden çıkan bir Dabbe tarafından Allah'a şikayet edilmektedir.
ÖYLEYSE YERDEN ÇIKACAK OLAN BU DABBE , BU KİMSELERİN YAŞADIKLARI HAYATA ŞAHİT , ONLARIN İÇİNDE ONLARLA BİRLİKTE HAYAT SÜRMÜŞ , VE ONLARIN YAKİN BİR SAHİP OLMADIKLARINA DAİR BİLGİ SAHİBİ OLAN BİR KİMSEDİR.
Bu düşüncemize karşı , bu kimsenin kim olduğu , ve bu iddianın Kur'an'i delili haklı olarak sorulacaktır.
[033.045] Ey Nebi! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.
[048.008] Şüphesiz biz seni, şâhit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.
[073.015] Hiç şüphesiz biz size, üzerinize şahid olacak bir resul gönderdik; Firavun'a da bir resul gönderdiğimiz gibi.
Yukarıdaki ayetler , Muhammed (a.s) ın gönderiliş amacını anlatmakta olup, onun ŞAHİT olarak gönderilmiş bir elçi olduğu belirtilmektedir. Peki bu şahitlik nedir ?.
Şahitlik , gerçekleştirilen bir işe başka bir kimsenin duyu organları ile tanık olmasıdır.
Muhammed (a.s) ın ve diğer elçilerin yaşadıkları zaman içinde tebliğini ulaştırdığı kimselere karşı hesap gününde şahitlik edecekleri Kur'an'dan öğrenmekteyiz. Maide s. 116-119. ayetlerini okuduğumuz zaman , İsa (a.s) ın sorgulanmasını ve kavmi hakkında şahitlik yapmasını görmekteyiz.
[007.006] Kendilerine elçi gönderilmiş olanlara da soracağız, gönderilen elçilere de soracağız.
Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki , insanlara elçi olarak gönderilen tüm elçilerin şahitlikleri sadece yaşadıkları zaman içinde muhatap oldukları kişiler ve toplumlar ile sınırlıdır. Onların da öncelikle bir beşer olduklarını göz önüne aldığımızda , elçilerin kendileri öldükten sonra yaşamış olan diğer insanlar hakkında herhangi bir şahitlik yapabilmeleri asla mümkün değildir. Bu durumu Maide s. 116-119. ayetleri arasında İsa (a.s) ın sözlerinden anlamaktayız.
[004.041] Her bir ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve seni de onlara şahit olarak gösterdiğimiz zaman halleri nice olacak!.
[016.089] Her ümmette bir kişiyi aleyhlerine şahid gönderdiğimiz gün; seni de onların üzerine tastamam şahid olarak getirdik. Sana; her şeyi açıklayan, hidayet ve rahmet, müslümanlara da bir müjde olan kitabı indirdik.
[010.047] Her ümmetin bir rasulü vardır. Onların rasulleri gelince aralarında adaletle hükmedilir. Ve asla zulme uğratılmazlar.
Nisa s. 41 ve Nahl s. 89. ayetlerinde Muhammed (a.s) ın kıyamet günü tebliğini ulaştırdığı kimselere karşı olacak şahitliğinden bahsedilmektedir. Onun bu şahitliğinin diğer ayetlerde şu şekilde olacağı bildirilmektedir.
[025.030] Ve resul dedi ki: «Rabbim gerçekten benim kavmim, bu Kur'an'ı terkedilmiş (bir kitap) olarak bıraktılar.»
[006.066] Kur'an hak olduğu halde kavmin onu yalanladı. De ki: Ben size vekil (kefil) değilim.
[043.088-9] Yâ Rabbi! Bunlar, iman etmeyen bir kavimdir, demesine karşı Allah: Şimdilik sen onlardan yüz çevir ve size selam olsun de. Yakında bilecekler! buyurdu.
Furkan s. 30. ayeti , Muhammed (a.s) ın kıyamet gününde Kur'an'a iman etmeyen kavmi hakkında yapacağı şikayeti haber vermektedir.
Şimdiye kadar yazılanları toparlayacak olursak , ortaya kıyamet günü yapılacak bir şahitlik bulunmakta ve bu şahitliğin Muhammed (a.s) tarafından kavmi hakkında olacağı haber verilmektedir.
Neml s. 82. ayetindeki yerden çıkarılan Dabbe'nin yapacağı şahitlik ile , Muhammed (a.s) ın yapacağı şahitliği birlikte düşünerek okuduğumuzda Neml s. 82. ayetindeki yerden çıkarılacak olan Dabbe'nin MUHAMMED (a.s) olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü yerden çıkan Dabbe, insanların Allah'ın ayetlerine iman etmekdikleri konusunda şikayette bulunmaktadır. Bu insanları şikayet edecek olan kişinin ise MUHAMMED (a.s) olacağını, diğer ayetlerin delaleti ile bilmekteyiz.
Dabbetü'l Arzın kim olduğu konusunda öne sürmüş olduğumuz bu iddia , belki ilk defa söylenen bir iddia olması nedeniyle haklı olarak tedirginliklere yol açabilir. Bizim ilk defa söylenmiş bir söz ortaya atarak sansasyon yaratmak ilgi çekmeye çalışmak gibi bir düşünce içinde olmadığımızı özellikle hatırlatmak isteriz.
Dabbe konusunda ortaya atılan düşüncelerin rivayet kültürü ağırlıklı olduğu herkesin malumudur. Dabbe denildiği zaman akla önce kurt , böcek , yaratık v.s gibi insan haricindeki varlıklar akla geldiği için , bizim Neml s. 82. ayetinde geçen Dabbetü'l Arz'ı Muhammed (a.s) olarak tanımlamış olmamız yadırganabilir, hatta tepkilere bile neden olabilir. Bizim ortaya attığımız bu iddia , bu konudaki bilgilerini ve inancını Kur'an ile yoğurmaya çalışanlar için ilk defa duydukları ilginç ve değerlendirilmeye değer bir iddia olabilir.
Neml s. 82. ayetini dikkatli okuduğumuz zaman Dabbe'nin YERDEN ÇIKARILAN ve konuşan bir şey olduğunu görmekteyiz. Dabbe kelimesinin anlam alanlarına dikkat ettiğimiz zaman , bu kelimenin anlam alanına İNSANIN'DA girmekte olduğunu , kıyamet günü insanların kabirlerinden yani YERDEN çıkarılacağını yine Allah'ın ayetlerinden öğrenmekteyiz.
[099.002] Ve yer, bütün ağırlıklarını çıkardığı zaman;
[084.003-5] Yer dümdüz edildiği, içinde bulunanları atıp boşaldığı ve Rabbini dinleyip O'na hakkıyla itaata mecbur kılındığı vakit
[071.017-18] Allah sizi yerden bir bitki bitirir gibi bitirdi.Sonra sizi tekrar oraya geri çevirecek ve tekrar çıkaracaktır.
Yukarıdaki ayet mealleri kıyamet günü yerin yarılarak insanların tamamının YERDEN ÇIKARILACAĞINI haber vermektedir. Dabbe kelimesinin geçtiği ayetlere baktığımızda bu kelimenin anlam alanına insan cinsinin de dahil edildiğini daha önce görmüştük.
Yukarıda Dabbe kelimesinin geçtiği ayetlerin Bakara s. 164. ayetinde geçen "her türlü canlıyı orada yaymasında" , Lukman s. 10. ayetinde geçen " orada her türlü canlıyı yaymıştır" Şura s 29. ayetinde geçen "Gökleri, yeri ve ikisinde yaydığı canlıları" cümlelerinde , Dabbe kelimesinin anlamına biz insanlarında dahil edilmiş olduğunu görmekteyiz.
[007.024-25] Buyurdu ki: Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde bir müddet yerleşip kalmak ve geçinmek vardır.Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve yine oradan (dirilip) çıkarılacaksınız!» dedi.
Dabbe kelimesinin insanı da kapsamış olmasını , ve biz insanların öldükten sonra yerden çıkarılacağımızı düşündüğümüz de öncelikle bütün insanlar yerden çıkan bir canlı olması nedeniyle DABBETÜ'L ARZ sayılacaktır.
BU DEYİMİN ANLAM ALANINA BÜTÜN İNSANLAR DAHİL OLMAKTA , KIYAMET GÜNÜ YERDEN ÇIKARILACAK OLMAMIZDAN ÖTÜRÜ HEPİMİZ DABBETÜ'L ARZ OLMUŞ OLMAKTAYIZ.
Yalnız Kıyamet günü ile ilgili ayetlere baktığımızda , o gün kimsenin konuşamayacağından bahsedilmiş olması dikkate alındığında , Neml s. 82. ayetindeki Dabbetü'l Arz , konuşan bir kimse olması nedeniyle diğer insanlardan farklı bir duruma sahip olan özel bir kimsedir.
[027.085] Haksızlıklarından ötürü, söylenilen söz başlarına gelir. Artık konuşamaz olurlar.
[020.108] O gün davetçiye hiçbir yana sapmadan uyacaklar. Öyle ki, Rahman'ın heybetinden sesler kısılmıştır; artık bir hışırtıdan başka birşey işitmezsin.
[011.105] O gün geldiğinde Allah'ın izni olmadıkça hiç kimse konuşamaz. O gün kimi insanlar mutlu, kimisi ise bedbahttır.
[078.038] Ruh ve meleklerin dizi dizi durdukları gün, Rahman olan Allah'ın izni olmadan kimse konuşamayacaktır. Konuştuğu zaman da doğruyu söyleyecektir.
Kimsenin konuşamayacağı kıyamet gününde kavimleri hakkında şahitlik edecek olan elçilerin bu durumdan muaf tutularak , kavimleri hakkında şahitlik edeceklerini haber veren ayetleri daha önceden paylaşmıştık.
KİMSENİN KONUŞAMAYACAĞI BİR GÜNDE KAVİMLERİ ALEYHİNDE ŞAHİTLİK YAPMALARINA İZİN VERİLEREK KONUŞABİLECEK OLANLAR ELÇİLER OLDUĞUNA GÖRE , NEML S. 82. AYETİNDE GEÇEN KONUŞAN DABBETÜ'L ARZ'IN , MUHAMMED (A.S) OLDUĞUNU SÖYLEYEBİLİRİZ.
Bu konuda kafa karışıklığına sebep olabilecek bir noktayı da açıklığa kavuşturmak gerektirdiğini düşünmekteyiz. Neml s. 82. ayetinde yerden çıkarılacak olan Dabbe, sanki herkesin sorgusu suali bittikten sonra tek başına özel olarak yerden çıkarılacak bir Dabbe olduğu düşünülmektedir.
Bu ayet ile ilgili yapılan mealler maalesef böyle bir durum meydana geleceğini çağrıştıracak şekilde yapılmıştır. Hatta Dabbe kelimesine verilen bazı anlamlar ise , bizim Dabbe kelimesine insan anlamı ve daha özelde Muhammed (a.s) olabileceği düşüncemizin çok yanlış olduğu kanaatinin doğmasına dahi sebep olabilecektir.
Neml s. 82. ve ize vakaal kavlü aleyhim, ve 85. ayetindeki ve vakaal kavlü aleyhim ibarelerini dikkate alarak , bütün insanların aynı anda yerden çıkarılacaklarını düşündüğümüzde , Neml s. 82. ayetindeki yerden çıkarılan Dabbenin de bütün insanlarla aynı anda yerden çıkan bir dabbe olduğu , daha sonra özel olarak yerden bir Dabbe olmadığı görülecektir.
Dabbetü'l Arz tarafından Allah'ın ayetlerine yakinen iman etmediği şikayet edilen insanların bütün insanlar olarak anlaşılmaması gerektiğini önemli hatırlatmak isteriz. Çünkü bu Dabbe kendisi yaşarken insanların Allah'ın ayetlerine yakinen iman etmediklerini bilen gören bir kimsedir.
Bu ayetin tefsirlerine bakıldığında Dabbetü'l Arz'ın kıyamet öncesi çıkacağı yönündeki yorumları bir çok kişinin zihninde yer etmiş durumdadır. Rivayet kültürünün ayet yorumları üzerindeki etkisi maalesef bir çok Kur'an ayetinin doğru anlaşılamamasını , hatta yanlış anlaşılmasını beraberinde getirdiği de bir gerçektir. Kafaları rivayet kültürü ile yoğrulmamış olan okuyucular tarafından dahi , bizim bu iddiamızın ilk okuyuşta garipsenmesi doğaldır , ancak ortaya koyduğumuz ayet delilleri dikkatli incelendiğinde bu konuda bize hak verileceğini umuyoruz.
Neml s. 82. ayetinde geçen Dabbetü'l Arz'ın Muhammed (a.s) olabileceği iddiası, konu ile ilgili ayetlerden yaptığımız çıkarım çalışmalarının bir neticesidir. Bütün çalışmalarımızda, öne sürdüğümüz düşünceyi en doğru , en hakiki , en gerçek , bundan başka doğru olamaz edasında sunmaktan Allah'a sığındığımızı tekrar hatırlatarak , bu düşüncenin yanlış olduğu iddiasında olan olduğu takdirde, deliller ile karşımıza geldiğinde onu dinlemekten veya okumaktan geri durmayacağımız hatırlatmak isteriz.
Sonuç olarak ; Dabbetü'l Arz olarak bildiğimiz deyim , bir çok kimsenin zihninde kıyamet alametleri ile ilgili bilgiler dahilindedir. Ancak bu bilginin Kur'an ile sağlaması yapıldığında yanlış olduğu, bu deyimin Neml s. 82. ayetinde kıyamet sonrası ile alakalı olduğu net bir biçimde anlaşılmaktadır.
Neml s. 82. ayetini Kur'an bütünlüğü ile anlam örgüsünü kurarak okumaya çalıştığımızda , Dabbe kelimesinin insanı da içine alan bir anlama sahip olduğunu görmekteyiz. Bütün insanların kıyamet günü yerden çıkmaları Dabbetü'l Arz deyiminin bütün insanları içine dahil eden bir deyim olduğunu göstermektedir. Yani her insan yerden çıkarılan bir dabbe olup bunun Neml s. 82. ayetteki karşılığı Dabbetü'l Arz olarak geçmektedir.
Kıyamet gününde kimsenin konuşamayacağını , elçilerin kavimleri aleyhinde şahitlik edeceklerini , Muhammed (a.s) ın kavmini şikayet edeceğini haber veren ayetleri dikkate aldığımızda Neml s. 82. ayetinde konuşan Dabbetü'l Arz'ın Muhammed (a.s) olduğunu söylemek mümkündür.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
7 Şubat 2017 Salı
Saffat s. 25. Ayeti : Bağlamdan Kopuk Bir Okuma Örneği
Kur'an'ın doğru anlaşılmasında en önemli noktalardan bir tanesi , okunan ayetin "Siyak Sibak" olarak bilinen bağlı olduğu ayetler gurubu yani bağlamı , sure ve Kur'an içindeki bütünlüğünün dikkate alınarak okunmasıdır. Bu ilkeler dikkate alınmadan okunan Kur'an ayetleri yanlış anlaşılarak , verilen mesajdan uzaklaşılacaktır. Ayrıca Kur'an'a bazı ön kabullerini onaylatmak isteyenlerin , bağlamdan kopuk bir okumaya özen gösterdikleri malumdur.
Saffat s. 25. ayeti , iyi niyetle sanal ortamlarda yardımlaşmayı teşvik etmek adına paylaşılan bir ayet olup , bağlamından kopuk bir okumaya verilebilecek örnek ayetlerden bir tanesidir.
[037.025] Ne oldu size, birbirinizle yardımlaşmıyorsunuz?.
Bu ayet bazı kimseler tarafından yardımlaşmaya teşvik eden bir ayet olduğu zannı ile , sosyal medya ortamlarında paylaşılmaktadır. Halbuki bu ayetin bağlamına dikkat ettiğimizde , ayetin böyle bir mesajı bulunmamaktadır.
Konumuz olan ayet , Saffat s. 12. ayetten başlayan Allah'ın ayetlerini ve yeniden dirilişi inkar edenlerin konu edildiği ayetler gurubuna dahildir. Saffat s. 20. ayetinde inkar ettikleri yeniden diriliş ile karşılaşanların, düştükleri zelil durum gözler önüne serilerek , akıbetleri onlara daha hayatta iken gösterilmek sureti ile sakınmaları amaçlanmaktadır.
[037.020] Derler ki: «Eyvahlar bize; bu, din günüdür.»
[037.021] «İşte bu, sizin yalanlamakta olduğunuz ayırt etme günüdür».
Saffat s. 25. ayeti , iyi niyetle sanal ortamlarda yardımlaşmayı teşvik etmek adına paylaşılan bir ayet olup , bağlamından kopuk bir okumaya verilebilecek örnek ayetlerden bir tanesidir.
[037.025] Ne oldu size, birbirinizle yardımlaşmıyorsunuz?.
Bu ayet bazı kimseler tarafından yardımlaşmaya teşvik eden bir ayet olduğu zannı ile , sosyal medya ortamlarında paylaşılmaktadır. Halbuki bu ayetin bağlamına dikkat ettiğimizde , ayetin böyle bir mesajı bulunmamaktadır.
Konumuz olan ayet , Saffat s. 12. ayetten başlayan Allah'ın ayetlerini ve yeniden dirilişi inkar edenlerin konu edildiği ayetler gurubuna dahildir. Saffat s. 20. ayetinde inkar ettikleri yeniden diriliş ile karşılaşanların, düştükleri zelil durum gözler önüne serilerek , akıbetleri onlara daha hayatta iken gösterilmek sureti ile sakınmaları amaçlanmaktadır.
[037.020] Derler ki: «Eyvahlar bize; bu, din günüdür.»
[037.021] «İşte bu, sizin yalanlamakta olduğunuz ayırt etme günüdür».
[037.022] «Toplayın o zalimleri, ve onların aynı yoldaki
arkadaşlarını ve kulluk etiklerini.
[037.023] «Allah'tan aşağısından olan (kulluk ettiklerini) ; artık onları cehennemin yoluna
yöneltip götürün.»
[037.024] (Cehenneme) vakfedin onları. Çünkü onlar sorumludurlar.
[037.025] Ne oldu size , birbirinizle yardımlaşmıyorsunuz? .
[037.026] Hayır bugün onlar teslim olmuşlardır.
[037.027] Birbirlerine dönüp soruşurlar.
[037.028] Ve derler ki: Doğrusu siz, bize sağdan gelirdiniz.
[037.029] (Bunlar da): «Hayır, siz inanmamıştınız,
[037.030] «Bizim sizin üzerinizde zorlayıcı hiç bir gücümüz yoktu; hayır,
siz azgın bir kavimdiniz.»
[037.031] «Onun için Rabbimizin hükmü bize hak oldu. Biz (hak ettiğimiz
cezayı) mutlaka tadacağız.»
[037.032] «Sizi biz azdırmıştık, çünkü kendimiz azgındık».
[037.033] Artık o gün onlar azabda ortaktırlar.
[037.034] Doğrusu suçlulara böyle yaparız.
[037.035] Çünkü onlara: «Allah'tan başka ilah yoktur» denildiği zaman,
büyüklük taslarlardı.
[037.036] Mecnun şair için ilahlarımızı mı bırakalım? derlerdi.
[037.037] Hayır; o, gerçeği getirmiş ve gönderilenleri doğrulamıştı.
[037.038] Hiç tartışmasız, siz, acıklı azabı tadıcılarsınız.»
[037.039] Ve yapmış olduğunuzdan başkasıyla cezalandırılmayacaksınız.
Görüldüğü gibi ayeti bağlamı dahilinde okumak ile , bağlamından koparmak sureti ile aralarında anlam farkı bulunmaktadır. Ayet bağlamından kopuk okunduğu zaman , yardımlaşmayı teşvik eden bir ayet olduğu gibi anlaşılırken , bağlamı dahilinde okunduğu zaman , yaşamları içinde ellerindeki mal ve servete güvenerek Allah'a ve elçisine kafa tutarak ayetlerini inkar edenlerin düştükleri zelil durumun alaylı bir şekilde anlatıldığı görülmektedir.
Dikkat çekmek istediğimiz asıl mesele , ayetlerin bağlamından koparmak sureti ile okunması ile , bağlamı dahilinde okumak arasında oluşabilecek anlam farkıdır. Bundan dolayı bazı hataların oluşmasına sebebiyet verilmemesi için , ayetlerin sure ve Kur'an içindeki birbiri ile olan bağlamlarına dikkat eden bir okuma yapılması önem arz etmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Dikkat çekmek istediğimiz asıl mesele , ayetlerin bağlamından koparmak sureti ile okunması ile , bağlamı dahilinde okumak arasında oluşabilecek anlam farkıdır. Bundan dolayı bazı hataların oluşmasına sebebiyet verilmemesi için , ayetlerin sure ve Kur'an içindeki birbiri ile olan bağlamlarına dikkat eden bir okuma yapılması önem arz etmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
11 Ocak 2017 Çarşamba
Zümer s. 3. Ayeti : Kendilerini Allah'a Yaklaştırsın Diye Veliler Edinen Müslümanlar
Kur'an'ın Kitap Ehline , Kafirlere , Müşriklere yaptığı, onların yanlışlarına dair hitapların, sadece onlara has olduğu , biz Müslümanları ilgilendiren ayetlerin ise , sadece cennet ve cennet nimetleri ile ilgili ayetler olduğu zannı , bizleri Kur'an mesajının doğru bir şekilde anlamaktan uzaklaştırmaktadır.
Kur'an mesajının doğru olarak anlaşılması , bazı toplulukların yaptığı yanlışları dile getiren ayetlerin , sadece onlara has olduğu yönünde okunmayıp , dile getirilen yanlışların bizim tarafımızdan işlenip işlenmediği üzerinde tefekkür yapılarak , şayet aynı yanlışlar bizler tarafından işleniyor ise , kendimizi Kur'an'ın istediği biçimde düzeltmeye çalışmak yönünde olduğu takdirde gerçekleşecektir.
Kur'an mesajının doğru olarak anlaşılması , bazı toplulukların yaptığı yanlışları dile getiren ayetlerin , sadece onlara has olduğu yönünde okunmayıp , dile getirilen yanlışların bizim tarafımızdan işlenip işlenmediği üzerinde tefekkür yapılarak , şayet aynı yanlışlar bizler tarafından işleniyor ise , kendimizi Kur'an'ın istediği biçimde düzeltmeye çalışmak yönünde olduğu takdirde gerçekleşecektir.
Şirk , Allah (c.c) nin asla bağışlamayacağını vaat ettiği (Nisa s. 48 - 116), ve toplumların helak olmasına sebep olan bir cürüm olarak , Kur'an mesajının temelini teşkil etmektedir. Şirk'in insan hayatında nasıl yer bulduğu , ve bundan nasıl korunulması gerektiğine dair bilgiler, bu kitap içinde önemli bir hacme sahiptir.
Ancak Müslümanların bir çoğu şirk konulu ayetlerin , sadece Mekkelilere ve helak edilen kavimlere has olduğu zannı ile okuduğu için , bir çok Müslüman şirk batağının içine düşmüş bir halde , durumlarından habersiz , hallerinden memnun, cennette alacağı huri beklentisi içinde hayatlarını geçirmektedirler.
Bir çok Müslüman Zümer s. 3. ayetini okuduğu zaman , bu ayette bahsedilen şirk durumunun kendileri ile alakası olduğunu dahi düşünmemekte , ilgili ayetin sadece Mekke müşriklerinin içine düştüğü şirk'i anlattığını zannetmektedir. Ne acıdır ki yine bir çok Müslüman olduğunu iddia eden kimsenin hayatında, Zümer s. 3. ayetinin bahsettiği şirk gerçekleşmekte , fakat bu kimseler bu durumu görememeleri bir tarafa , yaşadıkları bu durumu İslam'ın bir gereği zannetmektedirler.
[039.003] Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah'ındır. O'nun astından olan başka veliler edinenler (şöyle derler:) «Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.» Hiç şüphesiz Allah, kendi aralarında, hakkında ihtilaf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı, kâfir olan kimseyi hidayete eriştirmez.
Ayeti okuduğumuzda , insanları şirk'e düşüren halin, Allah'a yaklaşmak için taştan veya tahtadan yapılmış bazı nesneler edinmiş olmaları anlaşılmaktadır. İnsanlar bu nesneleri Allah ile aralarında yaklaştırıcı unsur olarak görmekte , bu aracı nesneler olmadan Allah'a yaklaşılamayacağını iddia etmektedirler. Dikkat edilirse bu insanlar Allah'ı kabul etmekte , hatta onun yaratıcı olduğu noktasında herhangi bir sorunları bulunmamaktadır.
[029.061] Andolsun ki onlara: «Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?» diye sorsan, mutlaka, «Allah» derler. O halde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar?
[029.063] And olsun ki onlara: «Gökten su indirip onunla, ölümünden sonra yeri dirilten kimdir?» diye sorarsan, şüphesiz, «Allah'tır» derler. De ki: «Övülmek Allah içindir», fakat çoğu bunu akletmezler.
[031.025] Andolsun ki onlara, «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye sorsan, mutlaka «Allah...» derler. De ki: (Öyleyse) övgü de yalnız Allah'a mahsustur, ama onların çoğu bilmezler.
[039.038] And olsun ki, onlara, «Gökleri ve yeri yaratan kimdir?» diye sorsan: «Allah'tır» derler. De ki: «Öyleyse bana bildirin, Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut bana bir rahmet dilerse, O'nun rahmetini önleyebilir mi?» De ki: «Allah bana yeter; güvenenler O'na güvenir.»
Dün Mekkeli müşriklere sorulan soruların aynısı, bugün bir Müslümana sorulacak olsa, bu sorulara onun da vereceği cevap, Mekke müşriklerinin verdiği cevaptan farklı olmayacaktır. Bu insanların "Müşrik" vasfını kazanmasına sebep olan nokta, onların putlarına yüklemiş oldukları "Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar" şeklindeki gerekçeleridir.
Mekkeli müşrikler , Allah ile aralarında yaklaşmaya vesile olması için , taştan veya tahtadan yapılmış bir takım putları aracı olarak görmektedirler. Dün Mekkeliler tarafından putlara tapma konusunda dile getirilen gerekçenin aynısı , bugün kendisini Müslüman olarak ifade eden bir kısım insanın dilinde dolaşmakta , aracılar oluşturmak sureti ile gerçekleşen dini bir yaşam onların hayat tarzı haline gelmiştir.
Dün Mekke veya başka bir yerde taştan tahtadan putlara taparak o putlar ile Allah'a yaklaştıklarını iddia edenlerin yerine geçenler , taştan tahtadan putları terk ederek , etten kemikten meydana gelmiş insanlara , kendilerini Allah'a yaklaştırıcılık görevi yüklemişlerdir.
Dün Mekke'de şirk işleyenler şirklerine, "Biz atalarımızı bu yol üzerinde bulduk" şeklindeki sözlerle gerekçe gösterir iken , bugün kendisini "Müslüman" olarak tanımlayarak şirk işleyenler, Allah'ın kitabını işledikleri şirk'e alet etmekten çekinmeyerek , Mekkelilerden daha aşağılık bir yönteme başvurmaktadırlar.
Maide s. 35. ayetinde "Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakının ve O'na vesile arayın; O'nun yolunda cihad edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz." şeklinde buyurulmuş olmasını , Allah ile aralarında aracı kılınması gerektiğine dair bir emir olarak algılamakta ve bu emri yerine getirmek için !! aracılar kılınması gerektiği yorumlarını yapmaktadırlar.
"Ruhul Beyan" adlı tefsirde ilgili ayetin tefsirinin nasıl yapıldığını gördüğümüzde içinde bulunduğumuz korkunç durum daha net anlaşılacaktır ;
"Bil ki, ayeti kerime, açıkça vesileye yapışmayı emretmektedir, öyleyse vesile gereklidir. Çünkü Allah’u Teala’ya vuslat bir vesile ve bir vasıta ile olmaktadır. Bunun için en güzel vesile ve vuslat yolu da, hakikat alimleri ve tarikat şeyhleridir. İnsanın kendi başına amel etmesi, benlik ve varlık duygusunu artırabilir. Fakat peygamber ve velilerin tarif, mürşidin işareti ve nezareti (gözetimi) ile yapılan amelde, benlik duygusu bulunmaz. Böyle bir amel, talibi, Rabbul Âlemine ulaştırır. Ehl-i Hayrın ve Salihlerin sohbetinde büyük bir şeref ve saadet vardır. "
Özellikle tasavvuf kesiminin yaşadığı ve adına "İslam" dediği din, aracılık esası üzerine tesis edilmiş bir inanç olup , bu inanç maalesef Allah'ın ayetleri hevaya uygun olarak yorumlanmak ve tahrif edilmek sureti ile, İslam coğrafyası üzerinde yaşayan Müslümanlar arasında yaygınlaştırılmıştır.
"Direk Allah'a bağlanıyorum diyen Şeytan'a bağlanır"
Yukarıdaki şahsın ağzından çıkan sözler , İslam adına Allah'a atılan iftiraları özetlemektedir.
[002.186] Eğer kullarım sana benden sorarlarsa onlara de ki; ben kendilerine yakınım, bana dua edenin duasını, dua edince, kabul ederim. O halde onlar da benim çağrıma olumlu karşılık vererek bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar.
Kullarına "Ben size yakınım" buyuran Rabbimizin bu beyanına karşı , bazı kullar tarafından zımnen "Hayır sen bize uzaksın araya aracılar koyarsak onlar bizi sana yaklaştıracaktır" şeklinde bir itiraz getirilmekte, ve en büyük cürüm olan şirk , Müslüman hayatı içinde bu şekilde kendisine yer bulmaktadır.
Veli kavramı da bu noktada dejenerayona uğratılarak , Allah ile araya konulan , ölmüş veya diri olan bir takım Şeyh , Gavs , Kutup v.s lakaplı kimselere verilmektedir. Halbuki Allah (c.c) kendisi ile arasına konulan ne olursa olsun onu "Şirk" olarak nitelemektedir.
Dün Mekke müşriklerinde veya helak edilen kavimlerde ortaya çıkan şirk'in bir benzeri, sadece aktör farkılığı ile , bugün bir kısım Müslümanın hayatında yer bulmaktadır. Mekke'de yaşayan müşrikler, Allah (c.c) ile aralarına taştan veya tahtadan yapılmış putları koyarak , Allah'a onlar ile yaklaşacaklarına inanırlar iken , bugün bir kısım Müslümanlık iddiasında bulunan kimseler ise, etten kemikten oluşan insanlara bu misyonu yükleyerek böylece Allah'a yaklaşacaklarına inanmaktadırlar.
Mekkeli müşriklerin ve Müslüman olma iddiasında olan her iki topluluğun ortak gerekçeleri, " Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar" şeklindedir. Dün Mekke'de yaşayan insanlar, Allah'ın dinini ret ederek bu putlara kulluk etmekte iken , bugün Allah'ın dinini kabul eden insanların aynı şirk amelini işlemeleri akıl alacak iş değildir.
Müslüman olmak iddiasında olan , ve kendisini Allah'a yaklaştırdığını düşünerek , bir takım insanları aracı olarak görenlerin önlerindeki en büyük engel , dinlerini iman ettiklerini söyledikleri kitap yerine, başka kişi ve kitaplardan öğrenme yoluna gitmeleridir. Bu kimseler maalesef aracılık kurumu ile işleyen bir dinin gereğine öyle inanmışlardır ki , böyle bir aracılık sisteminin şirk olduğunu uyaranlara karşı hasmane tavırlar takınarak, onları sapıklıkla suçlamaktadırlar.
Bu kimseleri , kendileri ile Allah arasında yakınlaştırıcı olduğunu düşündükleri insanlar hakkında uydurulan keramet ve insanüstülük yalanları onları öyle bir hale sokmuştur ki , Kur'an ayetleri bile onları yollarından döndürmeye yetmemektedir. Dindar olmayı kılık kıyafete indirgeyen bu kimseler , sakal , sarık , cüppe , şalvar ve yeşil örtüye bürünerek anlatılan hurafelerle bezenmiş yalanları Allah'ın dini zannederek , gelen itirazlara ise "Siz onlardan daha iyimi biliyorsunuz?" şeklinde cevap vermektedirler.
Şirk'i ortadan kaldırmak için indirilmiş bir dinin müntesipleri olarak şirk batağına batmak ve içinde bulunduğu durumdan rahatsız dahi olmadan bunu dinin bir gereği olduğunu sanmak , dünya hayatlarını bu şekilde geçirenler için , hesap gününde büyük bir pişmanlık sebebi olacaktır.
Sonuç olarak ; Şirk , hesap gününde af edilmeyecek tek cürüm olması nedeniyle , özellikle bundan Müslümanların sakınması gerekmektedir. Şirk maalesef , Muhammed (a.s) ın Mekke fethinde Kabe içindeki putları kırması ile sona ermemiş , tasavvuf ekolünün Müslümanlar içinde hayat bulması ile yeniden hortlamıştır.
İşin daha kötüsü , bir çok Müslümanın şirk içinde bir hayat sürmesine karşın , bu durumdan haberdar dahi olmamasıdır. İçinde bulundukları durumu kendilerine hatırlatanlara karşı , onları sapıklıkla suçlayarak , kendilerini en hakiki Müslüman olarak görmeleri içler acısı bir durum olup, yaşanan hayat içinde bu yanlışın fark edilmeyerek , şirk inancına sahip olarak can verildiği takdirde , dünyada iken hayal edilen huriler yerine, zebanilerle birlikte ebedi bir hayat sürülmesi içten değildir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Ancak Müslümanların bir çoğu şirk konulu ayetlerin , sadece Mekkelilere ve helak edilen kavimlere has olduğu zannı ile okuduğu için , bir çok Müslüman şirk batağının içine düşmüş bir halde , durumlarından habersiz , hallerinden memnun, cennette alacağı huri beklentisi içinde hayatlarını geçirmektedirler.
Bir çok Müslüman Zümer s. 3. ayetini okuduğu zaman , bu ayette bahsedilen şirk durumunun kendileri ile alakası olduğunu dahi düşünmemekte , ilgili ayetin sadece Mekke müşriklerinin içine düştüğü şirk'i anlattığını zannetmektedir. Ne acıdır ki yine bir çok Müslüman olduğunu iddia eden kimsenin hayatında, Zümer s. 3. ayetinin bahsettiği şirk gerçekleşmekte , fakat bu kimseler bu durumu görememeleri bir tarafa , yaşadıkları bu durumu İslam'ın bir gereği zannetmektedirler.
[039.003] Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah'ındır. O'nun astından olan başka veliler edinenler (şöyle derler:) «Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.» Hiç şüphesiz Allah, kendi aralarında, hakkında ihtilaf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı, kâfir olan kimseyi hidayete eriştirmez.
Ayeti okuduğumuzda , insanları şirk'e düşüren halin, Allah'a yaklaşmak için taştan veya tahtadan yapılmış bazı nesneler edinmiş olmaları anlaşılmaktadır. İnsanlar bu nesneleri Allah ile aralarında yaklaştırıcı unsur olarak görmekte , bu aracı nesneler olmadan Allah'a yaklaşılamayacağını iddia etmektedirler. Dikkat edilirse bu insanlar Allah'ı kabul etmekte , hatta onun yaratıcı olduğu noktasında herhangi bir sorunları bulunmamaktadır.
[029.061] Andolsun ki onlara: «Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?» diye sorsan, mutlaka, «Allah» derler. O halde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar?
[029.063] And olsun ki onlara: «Gökten su indirip onunla, ölümünden sonra yeri dirilten kimdir?» diye sorarsan, şüphesiz, «Allah'tır» derler. De ki: «Övülmek Allah içindir», fakat çoğu bunu akletmezler.
[031.025] Andolsun ki onlara, «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye sorsan, mutlaka «Allah...» derler. De ki: (Öyleyse) övgü de yalnız Allah'a mahsustur, ama onların çoğu bilmezler.
[039.038] And olsun ki, onlara, «Gökleri ve yeri yaratan kimdir?» diye sorsan: «Allah'tır» derler. De ki: «Öyleyse bana bildirin, Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut bana bir rahmet dilerse, O'nun rahmetini önleyebilir mi?» De ki: «Allah bana yeter; güvenenler O'na güvenir.»
Dün Mekkeli müşriklere sorulan soruların aynısı, bugün bir Müslümana sorulacak olsa, bu sorulara onun da vereceği cevap, Mekke müşriklerinin verdiği cevaptan farklı olmayacaktır. Bu insanların "Müşrik" vasfını kazanmasına sebep olan nokta, onların putlarına yüklemiş oldukları "Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar" şeklindeki gerekçeleridir.
Mekkeli müşrikler , Allah ile aralarında yaklaşmaya vesile olması için , taştan veya tahtadan yapılmış bir takım putları aracı olarak görmektedirler. Dün Mekkeliler tarafından putlara tapma konusunda dile getirilen gerekçenin aynısı , bugün kendisini Müslüman olarak ifade eden bir kısım insanın dilinde dolaşmakta , aracılar oluşturmak sureti ile gerçekleşen dini bir yaşam onların hayat tarzı haline gelmiştir.
Dün Mekke veya başka bir yerde taştan tahtadan putlara taparak o putlar ile Allah'a yaklaştıklarını iddia edenlerin yerine geçenler , taştan tahtadan putları terk ederek , etten kemikten meydana gelmiş insanlara , kendilerini Allah'a yaklaştırıcılık görevi yüklemişlerdir.
Dün Mekke'de şirk işleyenler şirklerine, "Biz atalarımızı bu yol üzerinde bulduk" şeklindeki sözlerle gerekçe gösterir iken , bugün kendisini "Müslüman" olarak tanımlayarak şirk işleyenler, Allah'ın kitabını işledikleri şirk'e alet etmekten çekinmeyerek , Mekkelilerden daha aşağılık bir yönteme başvurmaktadırlar.
Maide s. 35. ayetinde "Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakının ve O'na vesile arayın; O'nun yolunda cihad edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz." şeklinde buyurulmuş olmasını , Allah ile aralarında aracı kılınması gerektiğine dair bir emir olarak algılamakta ve bu emri yerine getirmek için !! aracılar kılınması gerektiği yorumlarını yapmaktadırlar.
"Ruhul Beyan" adlı tefsirde ilgili ayetin tefsirinin nasıl yapıldığını gördüğümüzde içinde bulunduğumuz korkunç durum daha net anlaşılacaktır ;
"Bil ki, ayeti kerime, açıkça vesileye yapışmayı emretmektedir, öyleyse vesile gereklidir. Çünkü Allah’u Teala’ya vuslat bir vesile ve bir vasıta ile olmaktadır. Bunun için en güzel vesile ve vuslat yolu da, hakikat alimleri ve tarikat şeyhleridir. İnsanın kendi başına amel etmesi, benlik ve varlık duygusunu artırabilir. Fakat peygamber ve velilerin tarif, mürşidin işareti ve nezareti (gözetimi) ile yapılan amelde, benlik duygusu bulunmaz. Böyle bir amel, talibi, Rabbul Âlemine ulaştırır. Ehl-i Hayrın ve Salihlerin sohbetinde büyük bir şeref ve saadet vardır. "
Özellikle tasavvuf kesiminin yaşadığı ve adına "İslam" dediği din, aracılık esası üzerine tesis edilmiş bir inanç olup , bu inanç maalesef Allah'ın ayetleri hevaya uygun olarak yorumlanmak ve tahrif edilmek sureti ile, İslam coğrafyası üzerinde yaşayan Müslümanlar arasında yaygınlaştırılmıştır.
"Direk Allah'a bağlanıyorum diyen Şeytan'a bağlanır"
Yukarıdaki şahsın ağzından çıkan sözler , İslam adına Allah'a atılan iftiraları özetlemektedir.
[002.186] Eğer kullarım sana benden sorarlarsa onlara de ki; ben kendilerine yakınım, bana dua edenin duasını, dua edince, kabul ederim. O halde onlar da benim çağrıma olumlu karşılık vererek bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar.
Kullarına "Ben size yakınım" buyuran Rabbimizin bu beyanına karşı , bazı kullar tarafından zımnen "Hayır sen bize uzaksın araya aracılar koyarsak onlar bizi sana yaklaştıracaktır" şeklinde bir itiraz getirilmekte, ve en büyük cürüm olan şirk , Müslüman hayatı içinde bu şekilde kendisine yer bulmaktadır.
Veli kavramı da bu noktada dejenerayona uğratılarak , Allah ile araya konulan , ölmüş veya diri olan bir takım Şeyh , Gavs , Kutup v.s lakaplı kimselere verilmektedir. Halbuki Allah (c.c) kendisi ile arasına konulan ne olursa olsun onu "Şirk" olarak nitelemektedir.
Dün Mekke müşriklerinde veya helak edilen kavimlerde ortaya çıkan şirk'in bir benzeri, sadece aktör farkılığı ile , bugün bir kısım Müslümanın hayatında yer bulmaktadır. Mekke'de yaşayan müşrikler, Allah (c.c) ile aralarına taştan veya tahtadan yapılmış putları koyarak , Allah'a onlar ile yaklaşacaklarına inanırlar iken , bugün bir kısım Müslümanlık iddiasında bulunan kimseler ise, etten kemikten oluşan insanlara bu misyonu yükleyerek böylece Allah'a yaklaşacaklarına inanmaktadırlar.
Mekkeli müşriklerin ve Müslüman olma iddiasında olan her iki topluluğun ortak gerekçeleri, " Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar" şeklindedir. Dün Mekke'de yaşayan insanlar, Allah'ın dinini ret ederek bu putlara kulluk etmekte iken , bugün Allah'ın dinini kabul eden insanların aynı şirk amelini işlemeleri akıl alacak iş değildir.
Müslüman olmak iddiasında olan , ve kendisini Allah'a yaklaştırdığını düşünerek , bir takım insanları aracı olarak görenlerin önlerindeki en büyük engel , dinlerini iman ettiklerini söyledikleri kitap yerine, başka kişi ve kitaplardan öğrenme yoluna gitmeleridir. Bu kimseler maalesef aracılık kurumu ile işleyen bir dinin gereğine öyle inanmışlardır ki , böyle bir aracılık sisteminin şirk olduğunu uyaranlara karşı hasmane tavırlar takınarak, onları sapıklıkla suçlamaktadırlar.
Bu kimseleri , kendileri ile Allah arasında yakınlaştırıcı olduğunu düşündükleri insanlar hakkında uydurulan keramet ve insanüstülük yalanları onları öyle bir hale sokmuştur ki , Kur'an ayetleri bile onları yollarından döndürmeye yetmemektedir. Dindar olmayı kılık kıyafete indirgeyen bu kimseler , sakal , sarık , cüppe , şalvar ve yeşil örtüye bürünerek anlatılan hurafelerle bezenmiş yalanları Allah'ın dini zannederek , gelen itirazlara ise "Siz onlardan daha iyimi biliyorsunuz?" şeklinde cevap vermektedirler.
Şirk'i ortadan kaldırmak için indirilmiş bir dinin müntesipleri olarak şirk batağına batmak ve içinde bulunduğu durumdan rahatsız dahi olmadan bunu dinin bir gereği olduğunu sanmak , dünya hayatlarını bu şekilde geçirenler için , hesap gününde büyük bir pişmanlık sebebi olacaktır.
Sonuç olarak ; Şirk , hesap gününde af edilmeyecek tek cürüm olması nedeniyle , özellikle bundan Müslümanların sakınması gerekmektedir. Şirk maalesef , Muhammed (a.s) ın Mekke fethinde Kabe içindeki putları kırması ile sona ermemiş , tasavvuf ekolünün Müslümanlar içinde hayat bulması ile yeniden hortlamıştır.
İşin daha kötüsü , bir çok Müslümanın şirk içinde bir hayat sürmesine karşın , bu durumdan haberdar dahi olmamasıdır. İçinde bulundukları durumu kendilerine hatırlatanlara karşı , onları sapıklıkla suçlayarak , kendilerini en hakiki Müslüman olarak görmeleri içler acısı bir durum olup, yaşanan hayat içinde bu yanlışın fark edilmeyerek , şirk inancına sahip olarak can verildiği takdirde , dünyada iken hayal edilen huriler yerine, zebanilerle birlikte ebedi bir hayat sürülmesi içten değildir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
29 Aralık 2016 Perşembe
Neml s. 40. Ayeti : Süleyman (a.s) Örneğinde Allah (c.c) Mülk Sahiplerini Nasıl İmtihan Eder ?
Yaşadığımız dünya hayatı, zengin veya fakir kim olursa olsun , herkes için bir imtihan alanıdır. Fakir olan kimse ,elindeki imkansızlıklar ile imtihan olurken , zengin olan kimse ise, elindeki maddi ve manevi imkanlar ile imtihan olmaktadır. Kur'an, bazı kimseler üzerinden yaşanmış örneklikler ile , yaşanılan hayat içindeki imkanlara ve imkansızlıklara karşı, bizlerin nasıl bir davranış sergilememiz gerektiğini bizlere öğreten bir kitaptır.
Süleyman (a.s), kendisine mülk verilmiş bir hükümdar , ve Kur'an içinde kıssası geçen hükümdar bir elçi olarak , elinde maddi ve manevi güç bulunduranların örnek alması gereken bir kimsedir. Onun kıssası, maalesef kendisinden sonra gelecek olan güç sahiplerine örneklik olarak değil , kerameti müritlerinden menkul bazı kimselerin, uçtu kaçtı masallarına mesnet teşkil etmek üzere okunarak buharlaştırılmak sureti ile, bin bir gece masalları haline dönüştürülmüştür.
Süleyman (a.s) ın kıssasının anlatıldığı Neml s. 40. ayeti içinde geçen olay , tarikat şeyhlerinin kerametlerine ve hızır masallarına dair delil ihtiva etmesi üzerinden okunarak , bazı kimselerin insanlar üzerinde hegemonya kurmasına alet edilmektedir. Halbuki bu ayet, mülk sahiplerine mesaj içermesi açısından okunduğunda, istismar edilmekten çıkarılmış olacak, ve kıssaların anlatım amacına uygun olarak anlaşılacaktır.
[027.040] Kitabın ilmi yanında olan kimse ise, «Gözünü açıp kapamadan, ben onu sana getiririm» dedi. (Süleyman) onu (Melike'nin tahtını) yanıbaşına yerleşivermiş görünce, «Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir.»
Ayet içindeki konunun siyak ve sibakı , Sebe hükümdarının tahtını Süleyman (a.s) a en hızlı biçimde kimin getireceği ile alakalıdır. 40. ayette "Kitabın ilmi yanında olan kimse" nin kim olduğu üzerinde bir takım spekülasyonlar yapılmak sureti ile Hızır masalları uydurulmuş , ve konu mitolojik bir hale büründürülmüştür. Sebe hükümdarının tahtını kimin getirdiği konusunda, bundan önce bir çalışmamız olduğu için , bu konuyu burada tekrarlamayacağız.
Kıssaların anlatım amacının, muhataplarına dönük mesajlar vermesi olduğunu düşündüğümüzde , kıssalar bizler için daha gerçekçi bir hale gelecektir.
[038.035] (Süleyman) Dedi ki«Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz sen, karşılıksız armağan edensin.»
Kıyamete değin , hiç bir kula nasip olmayacak maddi ve manevi bir güce sahip olan Süleyman (a.s) ın elinde böyle bir gücü bulundurmasına karşın şımarmaması , büyüklenmemesi onun kıssasının en önemli mesajı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Aynı surede geçen ayetlerde , Karınca vadisinden ordusu ile geçerken meydana gelen olay sonucu söylediği, "Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin nimete şükürde, hoşnut olacağın işi yapmakta beni muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kullarının arasına koy" (Neml s. 19) sözü , aynı şekilde onun nasıl şükreden bir kul olduğunu göstermesi açısından okunması gerekmektedir.
Karınca vadisinden geçerken , meydana gelen olayların anlatıldığı ayetler, bize dönük herhangi bir mesajı olmayan biçimde okunarak , onun karıncalarla konuştuğu şeklinde yorumlara sebep olmuştur. Burada önemli olan nokta , onun karıncaların konuşmalarını anlamış olmasının üzerinden, sahip olduğu gücün erişilmezliğine işaret edilmiş olmasıdır.
40. ayet içinde bizim için asıl önemli nokta "Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir." şeklindeki cümlelerdir.
Kıyamete kadar kimseye nasip olmayacak bir güce sahip olan Süleyman (a.s) , Sebe hükümdarının tahtını bir anda yanında görünce , en küçük bir kibre kapılmadan , ona bu gücü vereni hatırlayarak , imtihan içinde olduğunun idrakinde olarak şükrünü ifa etmiştir. Bizim için asıl önemli taraf burası olup , elinde güç bulunduranların özellikle ibret alması gereken bir kıssadır.
Dünya tarihine baktığımızda , geçmişte ve günümüzde meydana gelen fesat olaylarının baş müsebbibleri , "Mütref" , "Müstekbir" gibi terimler ile ifade edilen , elinde bulundurdukları servet ve mülk sayesinde, kendilerini ilah ve rab olarak gören , mazlumlar üzerinde hak sahibi olduklarını iddia ederek , onların yurtlarını talan etme hakkını kendilerinde bulanlardır.
Firavun örneği , bu kimselerin akıbetinin canlı örneğini sergilemesi bakımından önemli bir hatırlatmadır. Kendilerini erişilmez bir güç sahibi olduklarını zannederek , her şeyin üzerinde güç sahibi olduklarını iddia edenler , denize karşı güç yetiremeyerek , onun sularında boğulup gitmişlerdir.
Bir çok ayet , insanların elinde bulundurdukları güç ve servetin geçici olduğu , bu güç ve servet ile Allah'a karşı kafa tutmamaları gerektiği , böyle bir hataya düşenlerin başlarına dana önce neler geldiğini hatırlatarak , ellerindeki gücü Allah'ın istediği biçimde kullanmalarını öğütlemektedir.
Süleyman (a.s) kıssası , içinde geçen bazı anlatımlardan dolayı , diğer elçi kıssalarından daha farklı bir görünüm arz etmektedir. Kıssa içinde Hüdhüd adlı kuştan bahsedilmesi , karıncaların konuşmalarını anlaması , emrinde cin ve şeytanların bulunması , rüzgarın emrinde olması , melikenin tahtının bir anda yanında olması gibi anlatımlar , diğer elçilerin kıssalarında bulunmayan anlatımlardır.
Bu anlatımlarda esas alınması gereken nokta , kıssa içinde zikri geçen konuların bize dönük olarak neler ifade edebileceği olması gerekmektedir ki kıssa bir masala dönüşmesin. Kıssa içinde geçen bu anlatımlar konusunda, farklı zamanlarda yaptığımız çalışmalar mevcut olup , bu çalışmalarda esas aldığımız nokta , kıssa içindeki anlatımların bize dönük neler söylemiş olabileceği üzerinedir.
Sonuç olarak ; Süleyman (a.s) kıssasında geçen bazı anlatımlar eğer bize dönük mesajlar ihtiva etmesi üzerinden okunmayacak olursa , kıssa masala dönüşecektir. Karıncalar ile konuşan Süleyman (a.s) artık ölmüş, ve bir daha dünyaya gelmeyecektir. Sebe hükümdarının tahtını bir anda yanında bulabilecek güce sahip olan Süleyman (a.s) artık ölmüş , ve bir daha dünyaya gelmeyecektir. Ancak Süleyman (a.s) ın mülk ve güç sahibi bir hükümdar elçi olarak tüm zamanlara olan mesajı ölmeyecek ve daima yaşayacaktır.
Onun kıssasının mesajı da , elindeki güç ve servetin onun ile kıyaslanması mümkün bile olmayan bazı kimselerin , ellerindeki gücü onlara Allah (c.c) nin verdiğini unutarak , Allah'a kafa tutmaya kalkmamaları gerektiği , Süleyman (a.s) gibi elinde bulundurduğu güce kıyamete kadar kimsenin ulaşmasının mümkün olmadığı bir kimsenin bu gücü karşısında en küçük bir kibre dahi kapılmamış olmasını dikkate alarak , onun yolundan gitmeleri gerektiğidir.
Kulun imtihanı sadece fakirlik hastalık gibi şeylerle yapılmaz , güç , servet , ihtişam gibi insanlara çekici gelen şeyler de kullar için bir imtihan olup , fakirlikten daha zor bir imtihan biçimidir. Bu imtihanı başarılı ve başarısız olarak geçenler hakkında yapılan anlatımlardan bizler kendimize dönük mesajlar çıkararak , olumlu ve olumsuz örnekler üzerinden hayatımızı yönlendirmek durumundayız.
Ellerinde güç ve servet bulunan kimseler , ellerinde bulunanların kendilerine geçici bir süre için verilmiş imtihan aracı olduğu bilincinde bir yaşam sürdükleri müddetçe , kıyamet günü bu gücü en iyi biçimde kullanan bir elçi olarak Süleyman (a.s) ile birlikte olacaklardır. Bunun aksi yönünde davranışlar sergileyenler ise , Firavun , Haman ve Karunlar ile birlikte olacaklardır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Süleyman (a.s), kendisine mülk verilmiş bir hükümdar , ve Kur'an içinde kıssası geçen hükümdar bir elçi olarak , elinde maddi ve manevi güç bulunduranların örnek alması gereken bir kimsedir. Onun kıssası, maalesef kendisinden sonra gelecek olan güç sahiplerine örneklik olarak değil , kerameti müritlerinden menkul bazı kimselerin, uçtu kaçtı masallarına mesnet teşkil etmek üzere okunarak buharlaştırılmak sureti ile, bin bir gece masalları haline dönüştürülmüştür.
Süleyman (a.s) ın kıssasının anlatıldığı Neml s. 40. ayeti içinde geçen olay , tarikat şeyhlerinin kerametlerine ve hızır masallarına dair delil ihtiva etmesi üzerinden okunarak , bazı kimselerin insanlar üzerinde hegemonya kurmasına alet edilmektedir. Halbuki bu ayet, mülk sahiplerine mesaj içermesi açısından okunduğunda, istismar edilmekten çıkarılmış olacak, ve kıssaların anlatım amacına uygun olarak anlaşılacaktır.
[027.040] Kitabın ilmi yanında olan kimse ise, «Gözünü açıp kapamadan, ben onu sana getiririm» dedi. (Süleyman) onu (Melike'nin tahtını) yanıbaşına yerleşivermiş görünce, «Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir.»
Ayet içindeki konunun siyak ve sibakı , Sebe hükümdarının tahtını Süleyman (a.s) a en hızlı biçimde kimin getireceği ile alakalıdır. 40. ayette "Kitabın ilmi yanında olan kimse" nin kim olduğu üzerinde bir takım spekülasyonlar yapılmak sureti ile Hızır masalları uydurulmuş , ve konu mitolojik bir hale büründürülmüştür. Sebe hükümdarının tahtını kimin getirdiği konusunda, bundan önce bir çalışmamız olduğu için , bu konuyu burada tekrarlamayacağız.
Kıssaların anlatım amacının, muhataplarına dönük mesajlar vermesi olduğunu düşündüğümüzde , kıssalar bizler için daha gerçekçi bir hale gelecektir.
[038.035] (Süleyman) Dedi ki«Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz sen, karşılıksız armağan edensin.»
Kıyamete değin , hiç bir kula nasip olmayacak maddi ve manevi bir güce sahip olan Süleyman (a.s) ın elinde böyle bir gücü bulundurmasına karşın şımarmaması , büyüklenmemesi onun kıssasının en önemli mesajı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Aynı surede geçen ayetlerde , Karınca vadisinden ordusu ile geçerken meydana gelen olay sonucu söylediği, "Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin nimete şükürde, hoşnut olacağın işi yapmakta beni muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kullarının arasına koy" (Neml s. 19) sözü , aynı şekilde onun nasıl şükreden bir kul olduğunu göstermesi açısından okunması gerekmektedir.
Karınca vadisinden geçerken , meydana gelen olayların anlatıldığı ayetler, bize dönük herhangi bir mesajı olmayan biçimde okunarak , onun karıncalarla konuştuğu şeklinde yorumlara sebep olmuştur. Burada önemli olan nokta , onun karıncaların konuşmalarını anlamış olmasının üzerinden, sahip olduğu gücün erişilmezliğine işaret edilmiş olmasıdır.
40. ayet içinde bizim için asıl önemli nokta "Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir." şeklindeki cümlelerdir.
Kıyamete kadar kimseye nasip olmayacak bir güce sahip olan Süleyman (a.s) , Sebe hükümdarının tahtını bir anda yanında görünce , en küçük bir kibre kapılmadan , ona bu gücü vereni hatırlayarak , imtihan içinde olduğunun idrakinde olarak şükrünü ifa etmiştir. Bizim için asıl önemli taraf burası olup , elinde güç bulunduranların özellikle ibret alması gereken bir kıssadır.
Dünya tarihine baktığımızda , geçmişte ve günümüzde meydana gelen fesat olaylarının baş müsebbibleri , "Mütref" , "Müstekbir" gibi terimler ile ifade edilen , elinde bulundurdukları servet ve mülk sayesinde, kendilerini ilah ve rab olarak gören , mazlumlar üzerinde hak sahibi olduklarını iddia ederek , onların yurtlarını talan etme hakkını kendilerinde bulanlardır.
Firavun örneği , bu kimselerin akıbetinin canlı örneğini sergilemesi bakımından önemli bir hatırlatmadır. Kendilerini erişilmez bir güç sahibi olduklarını zannederek , her şeyin üzerinde güç sahibi olduklarını iddia edenler , denize karşı güç yetiremeyerek , onun sularında boğulup gitmişlerdir.
Bir çok ayet , insanların elinde bulundurdukları güç ve servetin geçici olduğu , bu güç ve servet ile Allah'a karşı kafa tutmamaları gerektiği , böyle bir hataya düşenlerin başlarına dana önce neler geldiğini hatırlatarak , ellerindeki gücü Allah'ın istediği biçimde kullanmalarını öğütlemektedir.
Süleyman (a.s) kıssası , içinde geçen bazı anlatımlardan dolayı , diğer elçi kıssalarından daha farklı bir görünüm arz etmektedir. Kıssa içinde Hüdhüd adlı kuştan bahsedilmesi , karıncaların konuşmalarını anlaması , emrinde cin ve şeytanların bulunması , rüzgarın emrinde olması , melikenin tahtının bir anda yanında olması gibi anlatımlar , diğer elçilerin kıssalarında bulunmayan anlatımlardır.
Bu anlatımlarda esas alınması gereken nokta , kıssa içinde zikri geçen konuların bize dönük olarak neler ifade edebileceği olması gerekmektedir ki kıssa bir masala dönüşmesin. Kıssa içinde geçen bu anlatımlar konusunda, farklı zamanlarda yaptığımız çalışmalar mevcut olup , bu çalışmalarda esas aldığımız nokta , kıssa içindeki anlatımların bize dönük neler söylemiş olabileceği üzerinedir.
Sonuç olarak ; Süleyman (a.s) kıssasında geçen bazı anlatımlar eğer bize dönük mesajlar ihtiva etmesi üzerinden okunmayacak olursa , kıssa masala dönüşecektir. Karıncalar ile konuşan Süleyman (a.s) artık ölmüş, ve bir daha dünyaya gelmeyecektir. Sebe hükümdarının tahtını bir anda yanında bulabilecek güce sahip olan Süleyman (a.s) artık ölmüş , ve bir daha dünyaya gelmeyecektir. Ancak Süleyman (a.s) ın mülk ve güç sahibi bir hükümdar elçi olarak tüm zamanlara olan mesajı ölmeyecek ve daima yaşayacaktır.
Onun kıssasının mesajı da , elindeki güç ve servetin onun ile kıyaslanması mümkün bile olmayan bazı kimselerin , ellerindeki gücü onlara Allah (c.c) nin verdiğini unutarak , Allah'a kafa tutmaya kalkmamaları gerektiği , Süleyman (a.s) gibi elinde bulundurduğu güce kıyamete kadar kimsenin ulaşmasının mümkün olmadığı bir kimsenin bu gücü karşısında en küçük bir kibre dahi kapılmamış olmasını dikkate alarak , onun yolundan gitmeleri gerektiğidir.
Kulun imtihanı sadece fakirlik hastalık gibi şeylerle yapılmaz , güç , servet , ihtişam gibi insanlara çekici gelen şeyler de kullar için bir imtihan olup , fakirlikten daha zor bir imtihan biçimidir. Bu imtihanı başarılı ve başarısız olarak geçenler hakkında yapılan anlatımlardan bizler kendimize dönük mesajlar çıkararak , olumlu ve olumsuz örnekler üzerinden hayatımızı yönlendirmek durumundayız.
Ellerinde güç ve servet bulunan kimseler , ellerinde bulunanların kendilerine geçici bir süre için verilmiş imtihan aracı olduğu bilincinde bir yaşam sürdükleri müddetçe , kıyamet günü bu gücü en iyi biçimde kullanan bir elçi olarak Süleyman (a.s) ile birlikte olacaklardır. Bunun aksi yönünde davranışlar sergileyenler ise , Firavun , Haman ve Karunlar ile birlikte olacaklardır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
16 Aralık 2016 Cuma
İsra s. 16. Ayeti : Mütref Tabakanın Toplumların Helak Olmasındaki Rolü
Toplumların Allah (c.c) ye karşı gelmeleri sonucunda helak edildiklerinin haber verildiği ayetlere dikkat ettiğimizde , toplumların helak olmasına öncülük eden bir takım insanların olduklarını görmekteyiz. Bu insanların öne çıkan özelliği, ellerinde maddi güç olması nedeniyle toplumda söz sahibi olmaları , bu güçlerini kullanarak toplumu istedikleri gibi yönlendirme gücüne sahip olmalarıdır. Helakın sona eren bir süreç değil , kıyamete kadar devam edecek bir süreç olduğunu dikkate aldığımızda , toplumlarda her zaman ellerinde bulundurdukları gücü kullanarak, insanları kendilerinin istediği yönde kullanan bu tabakaya karşı ,her zaman teyakkuz halinde olmanın önemi ortaya çıkmaktadır.
Mütref ; "Kendisine geniş nimet ve bolluk verilmiş kimse" anlamındadır.
[017.016] Biz, bir ülkeyi helak etmeyi irade ettiğimiz zaman, onun 'varlık ve güç sahibi önde gelenlerine (mütrefihe)' emrederiz, böylelikle onlar onda fesat çıkarırlar. Artık onun üzerine söz hak olur da, onu kökünden darmadağın ederiz.
İsra s. 16. ayeti , toplumsal bir yasa olan helakın sünnetini bize hatırlatmaktadır. Allah (c.c) bir ülkeyi durup dururken asla helak etmez. Bir ülkenin helak edilmesi , o ülkede yaşayanların helak edilmeyi hak etmesi ile bağlantılıdır. Bu noktanın çok iyi anlaşılması gerekmektedir. Allah (c.c) nin bir şeyi irade etmesi , kulların fiilleri ile alakalı olup , kul helak olmayı hak edecek fiilleri işlemedikçe Allah (c.c) nin iradesi devreye girmez.
İsra s. 16. ayeti bir toplumu helak olmaya götüren sebeplerden birisi olarak o toplumda "Mütref" olarak ifade edilen kesimin yaptıklarını sebep göstermektedir. Allah (c.c) mütref tabakaya "Fesat çıkarın" şeklinde bir emir değil , "Fesat çıkarmayın" şeklinde bir emir vermekte , fakat bu emir mütref tabaka tarafından geri çevrilerek, emre isyan edilmektedir.
[023.031-33] Sonra onların ardından bir başka insan-kuşağı yaratıp-inşa ettik.Onlara da kendi içlerinden: «Allah'a ibadet edin. O'nun dışında sizin başka ilahınız yoktur, yine de sakınmayacak mısınız?» (desin) diye içlerinden bir peygamber gönderdik.Onun kavminden, kâfir olup ahirete ulaşmayı inkâr eden ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz varlıklı kişiler (vetrefnehum): «Bu, dediler, sadece sizin gibi bir insandır; sizin yediğinizden yer, sizin içtiğinizden içer.»
[021.011-13] Biz, zulmeden, ülkelerden nicesini kırıp geçirdik ve bunun ardından bir başka kavmi meydana getirdik. Bizim zorlu-azabımızı hissettikleri zaman, oradan büyük bir hızla uzaklaşıp-kaçıyorlardı.Kaçmayınız, sizi baştan çıkaran nimetlere (ütriftum) ve evlerinize dönünüz ki, sorguya çekileceksiniz!
[011.116] Sizden önceki nesillerin ileri gelenleri, yeryüzünde fesada engel olmalı değil miydiler? Onlardan kurtardıklarımız pek azdır. Kendilerine verilen nimete (ütrifu) karşı haksızlık edenlere uyanlar ise suçlu oldular.
[023.064-67] Sonunda şımarık varlıklılarını (mütrefihim) azabla yakaladığımız zaman feryat ederler. Bugün boşuna feryad etmeyiniz, bizden yardım göremeyeceksiniz. «Âyetlerim size okunduğunda, siz kibirlenerek sırtınızı çevirirdiniz, geceleyin onun aleyhinde ileri geri konuşarak saçmalıyordunuz.»
[034.034] Doğrusu uyarıcı göndermiş olduğumuz her kentin varlıklı kimseleri (mütrefuha), «Biz sizinle gönderilen şeyleri inkar ediyoruz» dediler.
[043.023] Senden önce, herhangi bir şehre gönderdiğimiz uyarıcıya, şımarık varlıklıları (mütrefuha) sadece: «Doğrusu babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerini izlemekteyiz» dediler.
[056.041-47] Ashab-ı şimal ki ne ashab-ı şimal! Ne bedbahttır onlar! İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar su içinde, Ne serin, ne de faydalı olan, kapkara duman tabakası altındadırlar. Çünkü onlar vaktiyle varlık içinde (mütrefine) azıtmışlardı.Büyük günahı işlemekte direnir dururlardı. Ve derlerdi ki: Öldüğümüzde, toprak ve kemik yığını olduğumuzda mı, gerçekten biz mi yeniden diriltileceğiz?
Yukarıdaki "Mütref" kavramının Kur'an geçtiği ayetlere dikkat ettiğimizde , toplum içinde var olan bu tabaka, sadece dünya merkezli bir hayat inancına sahip olması , ve bu hayatta güç ve servet sahibi olmak için hiç bir kural tanımamak esasına kurulu bir hayatı şeçmelerinden ötürü , kendilerine yaşadıkları hayat içinde tabi olmaları gerekli olan kuralları hatırlatan elçileri ret ederek , yaşamlarını sürdürmek istemektedirler. Bu yaşamı sürdürmek adına servetlerini ve güçlerini ortaya koyarak , insanlar üzerinde baskı ortamı meydana getirmek sureti ile onları da yanlarına alarak, kendileri ile birlikte bütün toplumu helaka sürüklemektedirler.
Tarihin her devresinde bulunan bu tabaka , bugün de dünya üzerinde bulunmakta , geçmişteki atalarının yollarını aynen takip ederek , ellerindeki güç ve servetle insanları baskı altında bulundurmakta, ve güçlerine güç katmanın yollarını aramaktadırlar.
Bankalar bu tabakanın elinde bulundurduğu en büyük maddi güç kaynağı olup , dünyanın çeşitli ülkelerinin başında bulunan yöneticilerin bir çoğu, bu banka sahiplerinin istedikleri yöneticiler olup , bu kimseler yönetim ve maddi güçleri ile dünyanın kaderini ellerinde tutmaktadırlar. İstedikleri ülkede ekonomik ve siyasal krizler çıkararak , o ülkenin kaynaklarını iliklerine kadar sömüren bu insanlar , şu anda dünyada yaşanan bütün savaşların baş aktörleridir.
Sebep oldukları savaşlarda meydana gelen insan kaybı ile dünyanın nüfusunu kontrol altında tutmayı amaçlayan bu insanlar , hem bu yolla amaçlarına ulaşırken , hem de ellerinde olan silah sanayisi ile savaşan taraflara silah satarak kazanç sağlamaktadırlar.
Dünyanın çeşitli ülkelerindeki bankalar vasıtası ile ülke içindeki insanları , daha iyi , daha rahat , daha güzel , daha zengin yaşamak adına borç almaya teşvik etmek sureti ile bütün ülke insanını borç yükü altına sokarak , onları çağdaş köleler olarak yaşamaya mahkum eden bu insanlar , ellerini attıkları ülkeleri ekonomik batağa sokarak , o ülkelerin ekonomik yönden helak olmasına sebep olmaktadırlar.
Helak dediğimiz olaylar artık gökten taş yağması şeklinde değil , insanların ve toplumların yapmış oldukları hatalar neticesinde sosyal , ekonomik ve askeri olarak işgale uğramaları şeklinde gerçekleşmektedir. Bu işgali mütref tabaka ve onların mensup olduğu ülkeler eli ile yapılmaktadır.
Yaşadığımız ülkeye baktığımız zaman , insanların kendilerine süslü gösterilen hayata ulaşmak için , ev , araba , tatil , tüketim v.s gibi adlar altında dağıtılan krediler ile, gelecek yılları bankalar tarafından ipotek altına alınmış ve bir nevi gönüllü köle durumuna düşürülmüşlerdir. İnsanların aldığı bu kredileri veren bankaların sahipleri , dünyanın en büyük mütref tabakasına mensup olan kişiler olup , sahipleri Türk olan banka sahipleri de , kredi vermek için aldıkları parayı , bu tabakanın sahip olduğu bankalardan almaktadırlar.
Yani , piramitin dibinde olan halk , lüks yaşam uğruna borçlandığı krediyi, piramitin ortasındaki banka sahiplerinden almakta , bu banka sahipleri ise halka vermek için temin ettikleri krediyi ise , piramitin en tepesinde oturan ve bir elin parmakları kadar sayılı olan dünya mütreflerinin sahip oldukları bankalardan almaktadırlar. Bugün Türkiye genelinde yaşayan milyonlarca kişi bankalara borçlu bulunmakta , bankalar ise verdikleri bu borcu , kökü dışarıda olan daha zengin bankalara borçlanarak temin etmektedirler.
Borçlu yaşam, kişilerin ve toplumların geleceğinin alacaklılar tarafından ipotek altına alınması demektir.
İnsanın bir başka insan tarafından köle edinilmesi , insan onuru ile bağdaşmayan bir durumdur. Geçmişte bu durum en vahşi ve acımasız bir biçimde uygulanmış olup , bu çağda farklı bir boyut kazanarak, insanları köleleştirme uygulaması devam etmektedir. İnsanların bir başkasına borçlu yaşaması , o insanların minnet altında kalması ve özgürlüğünün bağlanması anlamına gelmekte olup , yaşadığımız çağdaki mütref tabaka , elinde bulundurdukları bankalar ile insanları borçlanmaya teşvik eden görsel imkanlarını da seferber ederek, insanları kendilerine köle haline getirmektedirler. Aldığı maaşı önce banka kredisi , kredi kartı gibi ödemelerine ayıran, ve kalanı ile gelecek maaş zamanına kadar yaşamak zorunda kalanların, içine düştükleri durum kölelikten farklı bir durum değildir.
Aynı durum devletler için de geçerlidir. Gelir gider dengesini tutturamayan devletler , başka devletlerden veya bankalardan borç almak zorunda kalmaktadırlar. Bu devletler borç parayı sadece faiz ile vermekle kalmayıp , verdikleri parayı nerede ve nasıl harcamaları gerektiğine dair direktifler de vermektedirler. Borçlanan devlet ise bu borcu ödemek için , halkın sırtına çeşitli vergiler yüklemekte , borcu ödeyemediği zaman ise , kendi kuruluşlarını onlara satarak bu borcu ödeme yoluna gitmektedir.
Söylemek istediklerimiz , Türkiye'nin içinde bulunduğu borç batağına bakıldığında ve zarar ettiği gerekçesi ile yabancılara satılan kuruluşlarımız dikkate alındığında daha kolay anlaşılacaktır.
Bankaların insanların alması için teşvik ettiği kredi çeşitlerine bakıldığında , bu kredilerin tamamen tüketime ve israf ekonomisini körüklemek üzerine kurulu olduğunu görebiliriz. Ellerinde her türlü sanayi ve teknolojik gücü barındıran bu tabaka , vermiş olduğu krediler ile insanların yine kendi ürettikleri ürünleri almasını sağlayarak , hem ürettiklerini satarak kar etmekte , hem de ürettiklerini satmak için verdikleri kredilerden faiz geliri elde ederek çift taraflı kazanç elde etmektedirler.
Bu mütref tabaka, sahip olduğu servet ile "Çağdaş Sihirbazlık" diyebileceğimiz, görsel ve yazılı basını da ellerinde tutmakta , ve insanları istedikleri gibi yönlendirmektedirler. Ak olanı kara , kara olanı ak göstermede mahir sihirbazları vasıtası ile , yaptıkları şeytani işleri örtmekte , insanların dikkatlerini başka yönlere çekerek , dünyanın her tarafında istedikleri oyunu oynamaktadırlar.
Bu tabaka güçlerine güç , servetlerine servet katmak için yaptığı oyunlarla aslında hem kendilerinin , hem de dünyanın büyük bir felakete sürüklenmesinde en büyük rolü oynamaktadırlar. Çünkü yaptıkları şeytanlıklar sonucunda hak edilecek sonuç , hepimizin aynı gemide olması sebebi ile onların da sonunu getirecektir.
Bu kimselerin ellerindeki gücün ve iktidarın gitmesi , insanların bu kimselere olan bağımlılığının en aza indirilmesi ile mümkün olacaktır.
İnsanların ve toplumların bankalar ile olan ilişkisi en aza indirgenmeye başladığında, mütref tabaka için tehlike çanları çalmaya başlamış sayılacaktır. Sihirbazları marifeti ile borçlanmayı güzel gösteren , borçsuz yaşamayı aptallık ve gericilik olarak göstererek, insanları kendilerine köle yapmak sureti ile bir nevi helak olmalarına sebep olan bu tabakanın oyununu bozmak, yine insanların kendi elindedir.
Mütref tabaka tarafından süslü gösterilen dünya hayatına tamah etmeyen bir hayatın yaşanması , insanların kazandıkları ile geçinebilmelerini de beraberinde getirecektir. Kazandığı kadar harcamasını öğrenen insanlar borçlu yaşamaktan kurtularak , aynı zamanda bankalara köle olmaktan da kurtulacaklardır.
Mütref tabakanın insanlara sunduğu hayat tek taraflı ve ahireti hesaba katmayan bir hayat olduğu için , ahiret merkezli bir yaşamın seçilmesi , bu kimseler için sonun başlangıcı olacaktır. Bankalarında para satacak müşteri bulamayanlar , yavaş yavaş kepenkleri indirmeye başlayacak ve büyük bir sıkıntıya düşeceklerdir.
Toplumların helak olmasında önemli role sahip olan mütref tabakanın elindeki imkanların yok edilmesi , insanların helak olmaktan kurtulması anlamına da gelecektir. Bu tabakanın insanlar üzerinde uyguladığı politikalar sonucu , insanlar yaratılma gayelerinden uzaklaşan bir hayat sürmeye başlayarak , dünyevileşme , bu dünyevileşme ise kişisel ve toplumsal bazda helakın önünü açacaktır.
Sonuç olarak : Kur'an ihtiva etmiş olduğu ayetler ile , insanların dünya hayatlarını düzenlemekte , ve bu hayatta Allah (c.c) tarafından verilen talimatlara uygun yaşamayanları bekleyen tehlikeleri, önceki hayatlardan yaşanmış örnekleri ile göstermektedir.
Kendilerine geçici bir süre için verilmiş olan dünya hayatının geçici menfaatine razı olarak ahireti unutan "Mütref" tabakasının , içinde bulunduğu toplumu helak olmaya sürüklemesinin toplumsal bir yasa olduğunu İsra s. 16. ayeti bizlere hatırlatmaktadır.
Helakın bitmeyen ve kıyamete kadar devam edecek bir süreç olduğunu düşündüğümüzde , mütref tabakasının yer yüzünü fesada boğmak için yaptığı bütün şeytanlıklara insan olarak karşı çıkmak ve yaratılış amacımız doğrultusunda bir hayat sürmek , bizleri dünya ve ahirette mutluluğa sevk edecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Mütref ; "Kendisine geniş nimet ve bolluk verilmiş kimse" anlamındadır.
[017.016] Biz, bir ülkeyi helak etmeyi irade ettiğimiz zaman, onun 'varlık ve güç sahibi önde gelenlerine (mütrefihe)' emrederiz, böylelikle onlar onda fesat çıkarırlar. Artık onun üzerine söz hak olur da, onu kökünden darmadağın ederiz.
İsra s. 16. ayeti , toplumsal bir yasa olan helakın sünnetini bize hatırlatmaktadır. Allah (c.c) bir ülkeyi durup dururken asla helak etmez. Bir ülkenin helak edilmesi , o ülkede yaşayanların helak edilmeyi hak etmesi ile bağlantılıdır. Bu noktanın çok iyi anlaşılması gerekmektedir. Allah (c.c) nin bir şeyi irade etmesi , kulların fiilleri ile alakalı olup , kul helak olmayı hak edecek fiilleri işlemedikçe Allah (c.c) nin iradesi devreye girmez.
İsra s. 16. ayeti bir toplumu helak olmaya götüren sebeplerden birisi olarak o toplumda "Mütref" olarak ifade edilen kesimin yaptıklarını sebep göstermektedir. Allah (c.c) mütref tabakaya "Fesat çıkarın" şeklinde bir emir değil , "Fesat çıkarmayın" şeklinde bir emir vermekte , fakat bu emir mütref tabaka tarafından geri çevrilerek, emre isyan edilmektedir.
[023.031-33] Sonra onların ardından bir başka insan-kuşağı yaratıp-inşa ettik.Onlara da kendi içlerinden: «Allah'a ibadet edin. O'nun dışında sizin başka ilahınız yoktur, yine de sakınmayacak mısınız?» (desin) diye içlerinden bir peygamber gönderdik.Onun kavminden, kâfir olup ahirete ulaşmayı inkâr eden ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz varlıklı kişiler (vetrefnehum): «Bu, dediler, sadece sizin gibi bir insandır; sizin yediğinizden yer, sizin içtiğinizden içer.»
[021.011-13] Biz, zulmeden, ülkelerden nicesini kırıp geçirdik ve bunun ardından bir başka kavmi meydana getirdik. Bizim zorlu-azabımızı hissettikleri zaman, oradan büyük bir hızla uzaklaşıp-kaçıyorlardı.Kaçmayınız, sizi baştan çıkaran nimetlere (ütriftum) ve evlerinize dönünüz ki, sorguya çekileceksiniz!
[011.116] Sizden önceki nesillerin ileri gelenleri, yeryüzünde fesada engel olmalı değil miydiler? Onlardan kurtardıklarımız pek azdır. Kendilerine verilen nimete (ütrifu) karşı haksızlık edenlere uyanlar ise suçlu oldular.
[023.064-67] Sonunda şımarık varlıklılarını (mütrefihim) azabla yakaladığımız zaman feryat ederler. Bugün boşuna feryad etmeyiniz, bizden yardım göremeyeceksiniz. «Âyetlerim size okunduğunda, siz kibirlenerek sırtınızı çevirirdiniz, geceleyin onun aleyhinde ileri geri konuşarak saçmalıyordunuz.»
[034.034] Doğrusu uyarıcı göndermiş olduğumuz her kentin varlıklı kimseleri (mütrefuha), «Biz sizinle gönderilen şeyleri inkar ediyoruz» dediler.
[043.023] Senden önce, herhangi bir şehre gönderdiğimiz uyarıcıya, şımarık varlıklıları (mütrefuha) sadece: «Doğrusu babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerini izlemekteyiz» dediler.
[056.041-47] Ashab-ı şimal ki ne ashab-ı şimal! Ne bedbahttır onlar! İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar su içinde, Ne serin, ne de faydalı olan, kapkara duman tabakası altındadırlar. Çünkü onlar vaktiyle varlık içinde (mütrefine) azıtmışlardı.Büyük günahı işlemekte direnir dururlardı. Ve derlerdi ki: Öldüğümüzde, toprak ve kemik yığını olduğumuzda mı, gerçekten biz mi yeniden diriltileceğiz?
Yukarıdaki "Mütref" kavramının Kur'an geçtiği ayetlere dikkat ettiğimizde , toplum içinde var olan bu tabaka, sadece dünya merkezli bir hayat inancına sahip olması , ve bu hayatta güç ve servet sahibi olmak için hiç bir kural tanımamak esasına kurulu bir hayatı şeçmelerinden ötürü , kendilerine yaşadıkları hayat içinde tabi olmaları gerekli olan kuralları hatırlatan elçileri ret ederek , yaşamlarını sürdürmek istemektedirler. Bu yaşamı sürdürmek adına servetlerini ve güçlerini ortaya koyarak , insanlar üzerinde baskı ortamı meydana getirmek sureti ile onları da yanlarına alarak, kendileri ile birlikte bütün toplumu helaka sürüklemektedirler.
Tarihin her devresinde bulunan bu tabaka , bugün de dünya üzerinde bulunmakta , geçmişteki atalarının yollarını aynen takip ederek , ellerindeki güç ve servetle insanları baskı altında bulundurmakta, ve güçlerine güç katmanın yollarını aramaktadırlar.
Bankalar bu tabakanın elinde bulundurduğu en büyük maddi güç kaynağı olup , dünyanın çeşitli ülkelerinin başında bulunan yöneticilerin bir çoğu, bu banka sahiplerinin istedikleri yöneticiler olup , bu kimseler yönetim ve maddi güçleri ile dünyanın kaderini ellerinde tutmaktadırlar. İstedikleri ülkede ekonomik ve siyasal krizler çıkararak , o ülkenin kaynaklarını iliklerine kadar sömüren bu insanlar , şu anda dünyada yaşanan bütün savaşların baş aktörleridir.
Sebep oldukları savaşlarda meydana gelen insan kaybı ile dünyanın nüfusunu kontrol altında tutmayı amaçlayan bu insanlar , hem bu yolla amaçlarına ulaşırken , hem de ellerinde olan silah sanayisi ile savaşan taraflara silah satarak kazanç sağlamaktadırlar.
Dünyanın çeşitli ülkelerindeki bankalar vasıtası ile ülke içindeki insanları , daha iyi , daha rahat , daha güzel , daha zengin yaşamak adına borç almaya teşvik etmek sureti ile bütün ülke insanını borç yükü altına sokarak , onları çağdaş köleler olarak yaşamaya mahkum eden bu insanlar , ellerini attıkları ülkeleri ekonomik batağa sokarak , o ülkelerin ekonomik yönden helak olmasına sebep olmaktadırlar.
Helak dediğimiz olaylar artık gökten taş yağması şeklinde değil , insanların ve toplumların yapmış oldukları hatalar neticesinde sosyal , ekonomik ve askeri olarak işgale uğramaları şeklinde gerçekleşmektedir. Bu işgali mütref tabaka ve onların mensup olduğu ülkeler eli ile yapılmaktadır.
Yaşadığımız ülkeye baktığımız zaman , insanların kendilerine süslü gösterilen hayata ulaşmak için , ev , araba , tatil , tüketim v.s gibi adlar altında dağıtılan krediler ile, gelecek yılları bankalar tarafından ipotek altına alınmış ve bir nevi gönüllü köle durumuna düşürülmüşlerdir. İnsanların aldığı bu kredileri veren bankaların sahipleri , dünyanın en büyük mütref tabakasına mensup olan kişiler olup , sahipleri Türk olan banka sahipleri de , kredi vermek için aldıkları parayı , bu tabakanın sahip olduğu bankalardan almaktadırlar.
Yani , piramitin dibinde olan halk , lüks yaşam uğruna borçlandığı krediyi, piramitin ortasındaki banka sahiplerinden almakta , bu banka sahipleri ise halka vermek için temin ettikleri krediyi ise , piramitin en tepesinde oturan ve bir elin parmakları kadar sayılı olan dünya mütreflerinin sahip oldukları bankalardan almaktadırlar. Bugün Türkiye genelinde yaşayan milyonlarca kişi bankalara borçlu bulunmakta , bankalar ise verdikleri bu borcu , kökü dışarıda olan daha zengin bankalara borçlanarak temin etmektedirler.
Borçlu yaşam, kişilerin ve toplumların geleceğinin alacaklılar tarafından ipotek altına alınması demektir.
İnsanın bir başka insan tarafından köle edinilmesi , insan onuru ile bağdaşmayan bir durumdur. Geçmişte bu durum en vahşi ve acımasız bir biçimde uygulanmış olup , bu çağda farklı bir boyut kazanarak, insanları köleleştirme uygulaması devam etmektedir. İnsanların bir başkasına borçlu yaşaması , o insanların minnet altında kalması ve özgürlüğünün bağlanması anlamına gelmekte olup , yaşadığımız çağdaki mütref tabaka , elinde bulundurdukları bankalar ile insanları borçlanmaya teşvik eden görsel imkanlarını da seferber ederek, insanları kendilerine köle haline getirmektedirler. Aldığı maaşı önce banka kredisi , kredi kartı gibi ödemelerine ayıran, ve kalanı ile gelecek maaş zamanına kadar yaşamak zorunda kalanların, içine düştükleri durum kölelikten farklı bir durum değildir.
Aynı durum devletler için de geçerlidir. Gelir gider dengesini tutturamayan devletler , başka devletlerden veya bankalardan borç almak zorunda kalmaktadırlar. Bu devletler borç parayı sadece faiz ile vermekle kalmayıp , verdikleri parayı nerede ve nasıl harcamaları gerektiğine dair direktifler de vermektedirler. Borçlanan devlet ise bu borcu ödemek için , halkın sırtına çeşitli vergiler yüklemekte , borcu ödeyemediği zaman ise , kendi kuruluşlarını onlara satarak bu borcu ödeme yoluna gitmektedir.
Söylemek istediklerimiz , Türkiye'nin içinde bulunduğu borç batağına bakıldığında ve zarar ettiği gerekçesi ile yabancılara satılan kuruluşlarımız dikkate alındığında daha kolay anlaşılacaktır.
Bankaların insanların alması için teşvik ettiği kredi çeşitlerine bakıldığında , bu kredilerin tamamen tüketime ve israf ekonomisini körüklemek üzerine kurulu olduğunu görebiliriz. Ellerinde her türlü sanayi ve teknolojik gücü barındıran bu tabaka , vermiş olduğu krediler ile insanların yine kendi ürettikleri ürünleri almasını sağlayarak , hem ürettiklerini satarak kar etmekte , hem de ürettiklerini satmak için verdikleri kredilerden faiz geliri elde ederek çift taraflı kazanç elde etmektedirler.
Bu mütref tabaka, sahip olduğu servet ile "Çağdaş Sihirbazlık" diyebileceğimiz, görsel ve yazılı basını da ellerinde tutmakta , ve insanları istedikleri gibi yönlendirmektedirler. Ak olanı kara , kara olanı ak göstermede mahir sihirbazları vasıtası ile , yaptıkları şeytani işleri örtmekte , insanların dikkatlerini başka yönlere çekerek , dünyanın her tarafında istedikleri oyunu oynamaktadırlar.
Bu tabaka güçlerine güç , servetlerine servet katmak için yaptığı oyunlarla aslında hem kendilerinin , hem de dünyanın büyük bir felakete sürüklenmesinde en büyük rolü oynamaktadırlar. Çünkü yaptıkları şeytanlıklar sonucunda hak edilecek sonuç , hepimizin aynı gemide olması sebebi ile onların da sonunu getirecektir.
Bu kimselerin ellerindeki gücün ve iktidarın gitmesi , insanların bu kimselere olan bağımlılığının en aza indirilmesi ile mümkün olacaktır.
İnsanların ve toplumların bankalar ile olan ilişkisi en aza indirgenmeye başladığında, mütref tabaka için tehlike çanları çalmaya başlamış sayılacaktır. Sihirbazları marifeti ile borçlanmayı güzel gösteren , borçsuz yaşamayı aptallık ve gericilik olarak göstererek, insanları kendilerine köle yapmak sureti ile bir nevi helak olmalarına sebep olan bu tabakanın oyununu bozmak, yine insanların kendi elindedir.
Mütref tabaka tarafından süslü gösterilen dünya hayatına tamah etmeyen bir hayatın yaşanması , insanların kazandıkları ile geçinebilmelerini de beraberinde getirecektir. Kazandığı kadar harcamasını öğrenen insanlar borçlu yaşamaktan kurtularak , aynı zamanda bankalara köle olmaktan da kurtulacaklardır.
Mütref tabakanın insanlara sunduğu hayat tek taraflı ve ahireti hesaba katmayan bir hayat olduğu için , ahiret merkezli bir yaşamın seçilmesi , bu kimseler için sonun başlangıcı olacaktır. Bankalarında para satacak müşteri bulamayanlar , yavaş yavaş kepenkleri indirmeye başlayacak ve büyük bir sıkıntıya düşeceklerdir.
Toplumların helak olmasında önemli role sahip olan mütref tabakanın elindeki imkanların yok edilmesi , insanların helak olmaktan kurtulması anlamına da gelecektir. Bu tabakanın insanlar üzerinde uyguladığı politikalar sonucu , insanlar yaratılma gayelerinden uzaklaşan bir hayat sürmeye başlayarak , dünyevileşme , bu dünyevileşme ise kişisel ve toplumsal bazda helakın önünü açacaktır.
Sonuç olarak : Kur'an ihtiva etmiş olduğu ayetler ile , insanların dünya hayatlarını düzenlemekte , ve bu hayatta Allah (c.c) tarafından verilen talimatlara uygun yaşamayanları bekleyen tehlikeleri, önceki hayatlardan yaşanmış örnekleri ile göstermektedir.
Kendilerine geçici bir süre için verilmiş olan dünya hayatının geçici menfaatine razı olarak ahireti unutan "Mütref" tabakasının , içinde bulunduğu toplumu helak olmaya sürüklemesinin toplumsal bir yasa olduğunu İsra s. 16. ayeti bizlere hatırlatmaktadır.
Helakın bitmeyen ve kıyamete kadar devam edecek bir süreç olduğunu düşündüğümüzde , mütref tabakasının yer yüzünü fesada boğmak için yaptığı bütün şeytanlıklara insan olarak karşı çıkmak ve yaratılış amacımız doğrultusunda bir hayat sürmek , bizleri dünya ve ahirette mutluluğa sevk edecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
10 Aralık 2016 Cumartesi
Maide s. 35. Ayeti : Şirke Alet Edilen Bir Ayet
Şirk, tüm zamanların en tehlikeli hastalığı olup , bu hastalığa Kur'an içindeki ayetler ile şifa bulunmuştur (10.57 / 17.82). Allah (c.c) nin bizim için seçip beğendiği ve razı olduğu tek hayat sistemi olan İslam'ın kokmasını ve bozulmasını önlemek için indirdiği en son kitap olan Kur'an, her konuda olduğu gibi bizlere doğru yolu gösteren ve "Tuz" mesabesinde olan bir kitaptır. Ne yazıktır ki, bu kitap üzerinde yapılan bir takım mütalaalar , işi bu kitabın şirk düşüncelerine alet edilmesine kadar götürerek , İslam'ın kokmaması için tuz mesabesinde olan bu kitabın, kokutulmaya çalışılmasını beraberinde getirmiştir.
[004.048] Doğrusu Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını ise dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa pek büyük bir cinayeti iftira etmiş olduğunda şüphe yoktur.
Bilindiği üzere tasavvuf , din adına insanları şirke davet eden bir düşünce olarak , Müslümanlar için büyük bir tehlike kaynağıdır. Bu düşüncenin merkezinde , Şeyh , Kutup , Gavs v.s gibi lakaplar yakıştırılan zatlar oturmakta, ve bu zatlara insanlar ile Allah (c.c) arasında aracılık yapma görevi verilmektedir.
[002.186] Kullarım, sana Beni sorarsa; şüphesiz ki Ben, çok yakınım. Bana dua edince Ben, o dua edenin duasına icabet ederim. Öyleyse onlar da Benim da'vetime icabet etsinler. Bana iman etsinler ki, doğru yola varmış olalar.
Kullarına yakın olduğunu haber veren Allah (c.c) nin beyanının aksine , onun insanlara uzak olduğunu iddia ederek , binlerce yıldır insanlar ile Allah (c.c) arasında bağlantı kurduğuna inanılan kişiler veya cansız putlar oluşturan insanoğlu , tarih boyunca bu kişi ve putları aracı olarak görerek , yakınlaştırıcılık görevini bunlara vermektedir.
[010.018] Allah'ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek, yararları da dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: «Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir» derler. De ki: «Siz, Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk katmakta olduklarınızdan uzak ve yücedir.»
[039.003] İyi bil ki; halis din, Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler; onlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ihtilafa düştükleri şeylerde, aralarında hüküm verecektir. Muhakkak ki Allah; yalancı ve kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez.
[046.028] O zamanlar, Allah'ı bırakıp da O'na yakınlık peyda etmek için edindikleri ilahlar kendilerine yardım etmeli değil miydi? Ama tanrıları onlardan uzaklaştılar. Bu, onların yalanı ve uydurup durdukları şeydir.
Tasavvuf elbisesi giydirilmiş şirk düşüncesinin söylemi olan, kulun aracı olmadan Allah'a direk yaklaşamayacağı , ona yaklaşmak için araya Şeyh , Gavs , Kutup lakaplı bazı kulların sokulması gerektiği, açık ve net olarak bir şirk düşüncesi olmasına karşın , biz Müslümanlar için tuz mesabesinde olan bu kitabı kokutmaya çalışarak , şirk düşüncelerinin doğru olduğuna dair bu kitap içinden delil getirmeye çalışmaları "Yüzsüzlüğün bu kadarı olmaz artık" dedirtecek cinstendir.
Maide s. 35. ayeti , tasavvuf elbisesi giydirilmiş şirk düşüncesi tarafından , üzerinde bulundukları yolun doğru olduğuna dair delil olarak sunulan bir ayet olarak , bir çok kimsenin dilinde dolaşmakta, ihdas etmiş oldukları aracıları, bu ayet üzerinden meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.
[005.035] Ey iman edenler; Allah'tan sakının ve O'na yaklaşmak için vesile arayın. O'nun yolunda cihad edin ki, felaha eresiniz.
Tasavvuf merkezli din anlayışına sahip olan ve Allah ile arasında bir yakınlaştırıcı olması gerektiğini savunan kimse , gittiği bu yolun yanlış olduğunu söyleyenlere cevap olarak, Maide s. 35. ayeti delil olarak sunmakta "Bak Allah, bana ulaşmak için vesile arayın demekte ve bizim için falan kimseler Allah'a ulaşmaya vesile olmaktadır" şeklindeki sözlerle, düşüncesinin meşru olduğunu savunmaktadır.
İskender Evrenosoğlu denen bir zat tarafından yapıldığı iddia edilen Kur'an meali , bu şirk düşüncesini desteklemek üzere yapılmış bir meal olup , bir çok ayet Allah'a ulaşmak için insanların gerekli olduğu yönünde meallendirilmiş, Allah'a ulaştıran bu insanın da adı geçen kimse olduğu yönünde, insanlar aldatılarak cehenneme sürüklenmektedir.
Allah (c.c) kendisi ile arasında aracılar kılınmasını açık ve net olarak ŞİRK olarak beyan ederek , başka bir ayette kendisi ile arasında aracılar ihdas edilmesini isteyerek bizim şirke düşmemizi ister mi ?.
Bu sorunun cevabına herkes "Elbette hayır Allah bizden böyle bir şey asla istemez" diyecektir. Öyleyse bu ayet nasıl anlaşılmalıdır ?.
Vesile ; Bir şeye kendini ona yakın etmeye çalışmak , anlamındadır. Bu kelimenin eş anlamlısı ka-re-be fiilinden türeyen "Kurbet" kelimesidir.
Bu kelime Kur'an içinde 2 yerde geçmekte , diğer geçişi İsra s. 57. ayetindedir.
017.056-57] De ki: O'nun aşağısından olan size kefil olduğunu zannetiklerinizi çağırın. Sizin bir sıkıntınızı gidermeye de, değiştirmeye de güçleri yetmez.O çağırdıkları da Rablerine hangisi daha yakın olsun diye vesile ararlar ve onun rahmetini umarlar ve onun azabından korkarlar. Şüphe yok ki, Rabbinin azabı sakınılmaya daha layıktır.
İsra s. 56. 57. ayetleri , müşriklerin Allah ile aralarında aracı kıldıkları putların böyle bir işlevi olmadığını edebi bir dille anlatmaktadır. Bu ayet vesilenin ne olmadığını bizlere öğretmesi açısından dikkat çekicidir. O zaman Allah'a yakın olmaya çalışmak, birilerini aracı kılmak şeklinde olmaması gerekmektedir.
Maide s. 35. ayetinin içinde ondan sakınmak ve yolunda cihad etmek olarak beyan edilen emirler, ona yakın olmanın vesileleridir.
[034.037] Ne mallarınız ve ne de evlâtlarınız size bizim katımızda yakınlık kazandırmaz. Yalnız iman edip iyi amel işleyenler var ya, onların yaptıkları iyilikler kat kat fazlası ile ödüllendirilir. Onlar cennetin yüksek köşklerinde güven içinde ağırlanırlar.
[096.019] Hayır; ona boyun eğme (Rabbine) Secde et ve yakınlaş.
[009.099] Yine bedevilerden kimi de vardır ki, Allah'a ve ahiret gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklara ve Peygamber'in dualarını almaya vesile sayar. Gerçekten de bu, onlar için bir yakınlıktır. Allah onları rahmeti içine koyacaktır. Şüphesiz ki, Allah bağışlayıcıdır ve rahmet edicidir.
[007.056] Düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. O'na, korkarak ve rahmetini umarak dua edin. Muhakkak ki Allah'ın rahmeti, iyilik edenlere yakındır.
[011.061] Semud kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik. Dedi ki, «Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka bir tanrınız daha yoktur. Sizi topraktan O meydana getirdi. Sizi orada ömür sürmeye O memur etti. Bu sebepten O'nun mağfiretini isteyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz Rabbim yakındır, dualarınızı kabul eder.»
[005.008] Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olunuz. Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adaletli olun, çünkü o, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlerin ortak paydası , Allah'a yakın olmak için kişileri aracı kılmaya değil , iman edip salih amel işlemeye gerek olduğudur.
[034.050] De ki: «Eğer saparsam, kendi zararıma sapmış olurum. Doğru yolda olursam, bu Rabbim'in bana vahyetmesiyledir. Doğrusu O, işitendir, yakın olandır»
https://www.youtube.com/watch?v=bj2mN2x4lJI
Verdiğimiz video linki , Maide s. 35. ayeti üzerinden insanları şirk'e davet eden "Cüppeli Ahmet" lakaplı kişinin ağzından çıkan sözlerdir.
"El Garib" Allah (c.c) nin esmasına dahil olan isimlerden biri olarak , "kullarına yakın olan" demektir. "Ben kullarıma yakınım" buyuran Rabbimizin bu beyanının aksine, "Sen yakın değilsin sana direk bağlanırsak trafo patlar" veya "Direk Allah'a bağlanıyorum diyen Şeytan'a bağlanır" gibi sözlerle insanları şirk'e davet eden hoca lakaplı insan şeytanları, maalesef piyasada iyi prim yapmaktadırlar.
İçinde bulundukları şirk bataklığını süslü göstermeye çalışan bu kimse , Allah ile arada aracı kıldıkları kişilerin yaratıcı olmadığını , yaratıcı olanın sadece Allah olduğunu söylemek sureti ile kendisini temize çıkardığını zannetmekte , fakat bu sözlerin aynısını Mekkeli müşriklerde söylemektedir.
[029.061] And olsun ki onlara: «Gökleri ve yeri yaratan, güneşi, ayı buyruğu altında tutan kimdir?» diye sorarsan, şüphesiz «Allah'tır» derler.Öyleyse niçin döndürülüyorlar?
[029.063] And olsun ki onlara: «Gökten su indirip onunla, ölümünden sonra yeri dirilten kimdir?» diye sorarsan, şüphesiz, «Allah'tır» derler. De ki: «Övülmek Allah içindir», fakat çoğu bunu akletmezler.
[031.025] Andolsun ki onlara, «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye sorsan, mutlaka «Allah...» derler. De ki: (Öyleyse) övgü de yalnız Allah'a mahsustur, ama onların çoğu bilmezler.
[039.038] And olsun ki, onlara, «Gökleri ve yeri yaratan kimdir?» diye sorsan: «Allah'tır» derler. De ki: «Öyleyse bana bildirin, Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut bana bir rahmet dilerse, O'nun rahmetini önleyebilir mi?» De ki: «Allah bana yeter; güvenenler O'na güvenir.»
[043.009] Andolsun ki onlara: «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye sorsan elbette: «Onları O çok güçlü ve herşeyi bilen yarattı.» derler.
[043.087] And olsun ki, onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan: «Allah» derler. Öyleyken nasıl da aldatılıp döndürülüyorlar?
Yukarıda mealleri verilen ayetler Mekkeli müşriklerin , Allah (c.c) nin yaratıcılığı konusunda herhangi bir inanç problemine sahip olmadıklarını göstermektedir. Peki onların "Müşrik" olarak nitelenmesine sebep olan inançları ne idi ?.
[010.018] Allah'ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek, yararları da dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: «Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir» derler. De ki: «Siz, Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk katmakta olduklarınızdan uzak ve yücedir.»
[039.003] İyi bil ki; halis din, Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler; onlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ihtilafa düştükleri şeylerde, aralarında hüküm verecektir. Muhakkak ki Allah; yalancı ve kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez.
Mekkeli müşriklerin Allah (c.c) nin yaratıcı olduğuna dair imanlarında herhangi bir sorun olmamasına rağmen , Allah (c.c) ile aralarında Lat , Menat , Uzza , Hübel gibi isimler verdikleri putları Allah ile aralarında aracı olarak görerek MÜŞRİK konumuna düşmekte idiler.
Dün Mekke'de bu isimlerle anılan taştan ve tahtadan yapılmış putların, yerini bugün türbelerde yatan ölüler olan , Abdülkadir Geylani , Şah-ı Nakşibendi gibi bir çok isimler almıştır. Dün Mekke'deki bir müşriğin Lat , Menat ve Uzzaya yüklediği misyonun aynısını , bugün bir tasavvuf ehli, Abdülkadir Geylani , Şah-ı Nakşibend v.s gibi isimlere yüklemektedir.
Sonuç olarak : Allah (c.c) nin şirk hastalığına şifa olarak indirdiği kitap içindeki bazı ayetler , bu hastalığa tutulmuş olan bazı kimseler tarafından , şifa olarak okunarak şirk'ten kurtulmak yerine , şeytanca tevillerle , şirk'e alet edilmeye çalışılarak , Allah (c.c) nin insanlara şirk'i emrettiği bir durum sergilenmek istenmektedir.
Maide s. 35. ayetinde , Rabbimizin "Vesile arayın" şeklindeki emri , "Allah'a ulaşmak için bazı kimseleri aracı edinin" şeklinde tevil edilerek, şirk düşüncesinin Kur'an içindeki delili olarak sunulmaya çalışılmaktadır.
Allah (c.c) kitabının bir yerinde kendisi ile arasına aracılar koyulmasını "Şirk" olarak niteleyerek , diğer bir yerinde kendisi ile arasına aracılar koyulmasını emredecek kadar çelişkili bir kitabı bize asla indirmemiştir.
Kitabın ayetlerini dilleri ile eğip bükerek , içinde bulundukları şirk bataklığını meşru göstermek için bu kitabın ayetlerini tahrif etmekten dahi çekinmeyenler , Allah'a attıkları iftiranın cezasının elbette hesap gününde ödeyeceklerdir.
Şurası unutulmamalıdır ki , kul Allah'a kişileri aracı kılarak değil , salih amelleri ile yaklaşabilir , bunun dışında bir yaklaşma yöntemi önerenler , insanları sadece ateşe davet etmektedirler.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[004.048] Doğrusu Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını ise dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa pek büyük bir cinayeti iftira etmiş olduğunda şüphe yoktur.
Bilindiği üzere tasavvuf , din adına insanları şirke davet eden bir düşünce olarak , Müslümanlar için büyük bir tehlike kaynağıdır. Bu düşüncenin merkezinde , Şeyh , Kutup , Gavs v.s gibi lakaplar yakıştırılan zatlar oturmakta, ve bu zatlara insanlar ile Allah (c.c) arasında aracılık yapma görevi verilmektedir.
[002.186] Kullarım, sana Beni sorarsa; şüphesiz ki Ben, çok yakınım. Bana dua edince Ben, o dua edenin duasına icabet ederim. Öyleyse onlar da Benim da'vetime icabet etsinler. Bana iman etsinler ki, doğru yola varmış olalar.
Kullarına yakın olduğunu haber veren Allah (c.c) nin beyanının aksine , onun insanlara uzak olduğunu iddia ederek , binlerce yıldır insanlar ile Allah (c.c) arasında bağlantı kurduğuna inanılan kişiler veya cansız putlar oluşturan insanoğlu , tarih boyunca bu kişi ve putları aracı olarak görerek , yakınlaştırıcılık görevini bunlara vermektedir.
[010.018] Allah'ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek, yararları da dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: «Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir» derler. De ki: «Siz, Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk katmakta olduklarınızdan uzak ve yücedir.»
[039.003] İyi bil ki; halis din, Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler; onlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ihtilafa düştükleri şeylerde, aralarında hüküm verecektir. Muhakkak ki Allah; yalancı ve kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez.
[046.028] O zamanlar, Allah'ı bırakıp da O'na yakınlık peyda etmek için edindikleri ilahlar kendilerine yardım etmeli değil miydi? Ama tanrıları onlardan uzaklaştılar. Bu, onların yalanı ve uydurup durdukları şeydir.
Tasavvuf elbisesi giydirilmiş şirk düşüncesinin söylemi olan, kulun aracı olmadan Allah'a direk yaklaşamayacağı , ona yaklaşmak için araya Şeyh , Gavs , Kutup lakaplı bazı kulların sokulması gerektiği, açık ve net olarak bir şirk düşüncesi olmasına karşın , biz Müslümanlar için tuz mesabesinde olan bu kitabı kokutmaya çalışarak , şirk düşüncelerinin doğru olduğuna dair bu kitap içinden delil getirmeye çalışmaları "Yüzsüzlüğün bu kadarı olmaz artık" dedirtecek cinstendir.
Maide s. 35. ayeti , tasavvuf elbisesi giydirilmiş şirk düşüncesi tarafından , üzerinde bulundukları yolun doğru olduğuna dair delil olarak sunulan bir ayet olarak , bir çok kimsenin dilinde dolaşmakta, ihdas etmiş oldukları aracıları, bu ayet üzerinden meşrulaştırmaya çalışmaktadırlar.
[005.035] Ey iman edenler; Allah'tan sakının ve O'na yaklaşmak için vesile arayın. O'nun yolunda cihad edin ki, felaha eresiniz.
Tasavvuf merkezli din anlayışına sahip olan ve Allah ile arasında bir yakınlaştırıcı olması gerektiğini savunan kimse , gittiği bu yolun yanlış olduğunu söyleyenlere cevap olarak, Maide s. 35. ayeti delil olarak sunmakta "Bak Allah, bana ulaşmak için vesile arayın demekte ve bizim için falan kimseler Allah'a ulaşmaya vesile olmaktadır" şeklindeki sözlerle, düşüncesinin meşru olduğunu savunmaktadır.
İskender Evrenosoğlu denen bir zat tarafından yapıldığı iddia edilen Kur'an meali , bu şirk düşüncesini desteklemek üzere yapılmış bir meal olup , bir çok ayet Allah'a ulaşmak için insanların gerekli olduğu yönünde meallendirilmiş, Allah'a ulaştıran bu insanın da adı geçen kimse olduğu yönünde, insanlar aldatılarak cehenneme sürüklenmektedir.
Allah (c.c) kendisi ile arasında aracılar kılınmasını açık ve net olarak ŞİRK olarak beyan ederek , başka bir ayette kendisi ile arasında aracılar ihdas edilmesini isteyerek bizim şirke düşmemizi ister mi ?.
Bu sorunun cevabına herkes "Elbette hayır Allah bizden böyle bir şey asla istemez" diyecektir. Öyleyse bu ayet nasıl anlaşılmalıdır ?.
Vesile ; Bir şeye kendini ona yakın etmeye çalışmak , anlamındadır. Bu kelimenin eş anlamlısı ka-re-be fiilinden türeyen "Kurbet" kelimesidir.
Bu kelime Kur'an içinde 2 yerde geçmekte , diğer geçişi İsra s. 57. ayetindedir.
017.056-57] De ki: O'nun aşağısından olan size kefil olduğunu zannetiklerinizi çağırın. Sizin bir sıkıntınızı gidermeye de, değiştirmeye de güçleri yetmez.O çağırdıkları da Rablerine hangisi daha yakın olsun diye vesile ararlar ve onun rahmetini umarlar ve onun azabından korkarlar. Şüphe yok ki, Rabbinin azabı sakınılmaya daha layıktır.
İsra s. 56. 57. ayetleri , müşriklerin Allah ile aralarında aracı kıldıkları putların böyle bir işlevi olmadığını edebi bir dille anlatmaktadır. Bu ayet vesilenin ne olmadığını bizlere öğretmesi açısından dikkat çekicidir. O zaman Allah'a yakın olmaya çalışmak, birilerini aracı kılmak şeklinde olmaması gerekmektedir.
Maide s. 35. ayetinin içinde ondan sakınmak ve yolunda cihad etmek olarak beyan edilen emirler, ona yakın olmanın vesileleridir.
[034.037] Ne mallarınız ve ne de evlâtlarınız size bizim katımızda yakınlık kazandırmaz. Yalnız iman edip iyi amel işleyenler var ya, onların yaptıkları iyilikler kat kat fazlası ile ödüllendirilir. Onlar cennetin yüksek köşklerinde güven içinde ağırlanırlar.
[096.019] Hayır; ona boyun eğme (Rabbine) Secde et ve yakınlaş.
[009.099] Yine bedevilerden kimi de vardır ki, Allah'a ve ahiret gününe inanır ve harcadığını Allah katında yakınlıklara ve Peygamber'in dualarını almaya vesile sayar. Gerçekten de bu, onlar için bir yakınlıktır. Allah onları rahmeti içine koyacaktır. Şüphesiz ki, Allah bağışlayıcıdır ve rahmet edicidir.
[007.056] Düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. O'na, korkarak ve rahmetini umarak dua edin. Muhakkak ki Allah'ın rahmeti, iyilik edenlere yakındır.
[011.061] Semud kavmine de kardeşleri Salih'i gönderdik. Dedi ki, «Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Sizin O'ndan başka bir tanrınız daha yoktur. Sizi topraktan O meydana getirdi. Sizi orada ömür sürmeye O memur etti. Bu sebepten O'nun mağfiretini isteyin, sonra O'na tevbe edin. Şüphesiz Rabbim yakındır, dualarınızı kabul eder.»
[005.008] Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahitlik yapanlar olunuz. Bir kavme olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevketmesin. Adaletli olun, çünkü o, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlerin ortak paydası , Allah'a yakın olmak için kişileri aracı kılmaya değil , iman edip salih amel işlemeye gerek olduğudur.
[034.050] De ki: «Eğer saparsam, kendi zararıma sapmış olurum. Doğru yolda olursam, bu Rabbim'in bana vahyetmesiyledir. Doğrusu O, işitendir, yakın olandır»
https://www.youtube.com/watch?v=bj2mN2x4lJI
Verdiğimiz video linki , Maide s. 35. ayeti üzerinden insanları şirk'e davet eden "Cüppeli Ahmet" lakaplı kişinin ağzından çıkan sözlerdir.
"El Garib" Allah (c.c) nin esmasına dahil olan isimlerden biri olarak , "kullarına yakın olan" demektir. "Ben kullarıma yakınım" buyuran Rabbimizin bu beyanının aksine, "Sen yakın değilsin sana direk bağlanırsak trafo patlar" veya "Direk Allah'a bağlanıyorum diyen Şeytan'a bağlanır" gibi sözlerle insanları şirk'e davet eden hoca lakaplı insan şeytanları, maalesef piyasada iyi prim yapmaktadırlar.
İçinde bulundukları şirk bataklığını süslü göstermeye çalışan bu kimse , Allah ile arada aracı kıldıkları kişilerin yaratıcı olmadığını , yaratıcı olanın sadece Allah olduğunu söylemek sureti ile kendisini temize çıkardığını zannetmekte , fakat bu sözlerin aynısını Mekkeli müşriklerde söylemektedir.
[029.061] And olsun ki onlara: «Gökleri ve yeri yaratan, güneşi, ayı buyruğu altında tutan kimdir?» diye sorarsan, şüphesiz «Allah'tır» derler.Öyleyse niçin döndürülüyorlar?
[029.063] And olsun ki onlara: «Gökten su indirip onunla, ölümünden sonra yeri dirilten kimdir?» diye sorarsan, şüphesiz, «Allah'tır» derler. De ki: «Övülmek Allah içindir», fakat çoğu bunu akletmezler.
[031.025] Andolsun ki onlara, «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye sorsan, mutlaka «Allah...» derler. De ki: (Öyleyse) övgü de yalnız Allah'a mahsustur, ama onların çoğu bilmezler.
[039.038] And olsun ki, onlara, «Gökleri ve yeri yaratan kimdir?» diye sorsan: «Allah'tır» derler. De ki: «Öyleyse bana bildirin, Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut bana bir rahmet dilerse, O'nun rahmetini önleyebilir mi?» De ki: «Allah bana yeter; güvenenler O'na güvenir.»
[043.009] Andolsun ki onlara: «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye sorsan elbette: «Onları O çok güçlü ve herşeyi bilen yarattı.» derler.
[043.087] And olsun ki, onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan: «Allah» derler. Öyleyken nasıl da aldatılıp döndürülüyorlar?
Yukarıda mealleri verilen ayetler Mekkeli müşriklerin , Allah (c.c) nin yaratıcılığı konusunda herhangi bir inanç problemine sahip olmadıklarını göstermektedir. Peki onların "Müşrik" olarak nitelenmesine sebep olan inançları ne idi ?.
[010.018] Allah'ı bırakıp kendilerine zarar vermeyecek, yararları da dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve: «Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir» derler. De ki: «Siz, Allah'a göklerde ve yerde bilmediği bir şey mi haber veriyorsunuz? O, sizin şirk katmakta olduklarınızdan uzak ve yücedir.»
[039.003] İyi bil ki; halis din, Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler; onlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz, derler. Doğrusu Allah, ihtilafa düştükleri şeylerde, aralarında hüküm verecektir. Muhakkak ki Allah; yalancı ve kafir olan kimseyi hidayete eriştirmez.
[036.074] Yardım görürler umuduyla, onlar Allah'tan başka ilahlar
edindiler.
Mekkeli müşriklerin Allah (c.c) nin yaratıcı olduğuna dair imanlarında herhangi bir sorun olmamasına rağmen , Allah (c.c) ile aralarında Lat , Menat , Uzza , Hübel gibi isimler verdikleri putları Allah ile aralarında aracı olarak görerek MÜŞRİK konumuna düşmekte idiler.
Dün Mekke'de bu isimlerle anılan taştan ve tahtadan yapılmış putların, yerini bugün türbelerde yatan ölüler olan , Abdülkadir Geylani , Şah-ı Nakşibendi gibi bir çok isimler almıştır. Dün Mekke'deki bir müşriğin Lat , Menat ve Uzzaya yüklediği misyonun aynısını , bugün bir tasavvuf ehli, Abdülkadir Geylani , Şah-ı Nakşibend v.s gibi isimlere yüklemektedir.
Sonuç olarak : Allah (c.c) nin şirk hastalığına şifa olarak indirdiği kitap içindeki bazı ayetler , bu hastalığa tutulmuş olan bazı kimseler tarafından , şifa olarak okunarak şirk'ten kurtulmak yerine , şeytanca tevillerle , şirk'e alet edilmeye çalışılarak , Allah (c.c) nin insanlara şirk'i emrettiği bir durum sergilenmek istenmektedir.
Maide s. 35. ayetinde , Rabbimizin "Vesile arayın" şeklindeki emri , "Allah'a ulaşmak için bazı kimseleri aracı edinin" şeklinde tevil edilerek, şirk düşüncesinin Kur'an içindeki delili olarak sunulmaya çalışılmaktadır.
Allah (c.c) kitabının bir yerinde kendisi ile arasına aracılar koyulmasını "Şirk" olarak niteleyerek , diğer bir yerinde kendisi ile arasına aracılar koyulmasını emredecek kadar çelişkili bir kitabı bize asla indirmemiştir.
Kitabın ayetlerini dilleri ile eğip bükerek , içinde bulundukları şirk bataklığını meşru göstermek için bu kitabın ayetlerini tahrif etmekten dahi çekinmeyenler , Allah'a attıkları iftiranın cezasının elbette hesap gününde ödeyeceklerdir.
Şurası unutulmamalıdır ki , kul Allah'a kişileri aracı kılarak değil , salih amelleri ile yaklaşabilir , bunun dışında bir yaklaşma yöntemi önerenler , insanları sadece ateşe davet etmektedirler.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
28 Kasım 2016 Pazartesi
Yunus s. 18. Ayeti : "Bunlar Bizim Allah Katında Şefaatçilerimiz" Diyen Müslümanlar
Allah (c.c) tarih boyunca indirdiği kitap ve gönderdiği elçiler ile , insanların sadece kendisini ilah ve rab olarak tanımaları gerektiğini ve yaşamlarını bu esas üzerine temellendirmeleri gerektiğini bildirmiştir. Son kitabın indiği Mekke bilindiği üzere , Allah (c.c) nin "Şirk" olarak tanımladığı bir çok inanç ve ameli işleyen insanların oluşturduğu bir şehir idi. Bu şehirde yaşayan insanların bir çoğu, "Put" olarak tanımlanan, kimseye herhangi bir zarar veya faydası olmayan şeylere kulluk etmekte, bunları Allah ile aralarında aracı olarak görmekte idiler. Onların "Şirk" olarak tanımlanan bu düşünceleri ,Yunus s. 18. ayetinde şu şekilde haber verilmektedir.
[010.018] Allah'ın aşağısından olan, kendilerine ne fayda, ne de zarar verebilecek şeylere kulluk ediyorlar ve «Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir.» diyorlar. De ki, «Siz Allah'a göklerde ve yerde O'nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?» Allah onların ortak koştukları şeylerin hepsinden münezzehtir.
Mekke müşrikleri , kulluk etmiş oldukları putlarına tapma gerekçelerini "Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir" diyerek açıklamaktadırlar. Bu açıklama, Allah (c.c) ile direk irtibat kurulamayacağı , onunla irtibat kurmak için bir takım aracıların olması gerektiğine dayanan bir düşüncenin eseri olup , bu düşünce Allah tarafından ret edilmektedir.
Şefaat ; "Bir işte aracılık ve kayırıcılık etmek" anlamına gelen bir kelime olup , bu kelimenin geçtiği ayetleri alt alta koyup okuduğumuz zaman , Allah ile aralarına aracılar koyan Mekke müşriklerinin bu inançlarının yanlışlığının merkeze alındığı ve bu yanlışlığı izale etmek babından bilgiler olduğu görülecektir.
Kur'an'ın müşrik inancı olarak ret ettiği, ve konu ile ilgili bütün ayetlerinin bu inancı ret ederek , yerine doğruyu koymak amaçlı olmasına rağmen , şefaat inancı İslam düşüncesi içinde yer almış , almamakla kalmamış neredeyse imanın şartı haline gelmiştir. Bu konu ile ilgili Kur'an ayetleri, müşrik inancı olan bu düşünceyi ret ettiği düşüncesi ile değil , Allah (c.c) nin bazı kullarına böyle bir yetki vereceği düşüncesi etrafında okunmuş , bu okumaya rivayetler ile destek bulunmuş , ve konu ile ilgili ayetler bu düşünce doğrultusunda tevil edilerek bugüne gelinmiştir.
Şefaat düşüncesinin altında karşılıklı menfaatler yattığı için , insanları sömürmenin en kolay yollarından birisi olan dini alanda hayli rağbet görmektedir. Şefaat edileceğine inanan kişi, kendisine Allah katında birisinin aracı olacağına inanmakla, ahiretini garanti altına aldığını düşünerek ömrünü rahat bir biçimde geçirmekte , şefaat edeceğine inanan kimse ise , kendisinden şefaat bekleyenler sayesinde , onların sırtlarından hem maddi , hem de manevi olarak kazanç sağlayarak ömrünü rahat bir biçimde geçirmektedir. "Alan memnun satan memnun" esasına dayanan bu sektörün alıcı ve satıcıları İslam dünyası içinde büyük bir yer kaplamaktadır.
Şefaat inancının Mekke versiyonu ile İslam dünyasındaki versiyonunu mukayese ettiğimizde , Mekke'deki cansız putların yerini İslam dünyasında, yaşayan tarikat şeyhleri , ölmüş ve görkemli türbelerde yatan ölü şeyhler almıştır. Dün Mekke müşriklerinin puta tapma gerekçesi olarak söyledikleri " Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir" sözü hiç değişime uğramadan aynı şekilde dillendirilerek, şefaat inancına sahip olanların ağızlarında dolaşmaktadır.
Allah (c.c) nin şirk olarak beyan ettiği bu düşünce , Mekke'deki taştan tahtadan putların yerine , kerameti müritlerinden menkul din baronlarının veya onların yattığı türbelerin geçirilmesi ile asla meşruiyet kazanmaz.
[039.003] Dikkat edin, halis din Allah'ındır; O'nun aşağısından olanları veli edinenler: «Onlara, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz» derler. Doğrusu Allah ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Allah şüphesiz yalancı ve inkarcı kimseyi doğru yola eriştirmez.
Şefaat düşüncesine sahip olan bir kimseye " Bu yaptığınızın adı İslam literatüründeki adı şirk'tir" denildiği zaman , "Mekke'deki putlar ile bizim alimlerimizi aynı kefeye mi koyuyorsunuz?" şeklinde bir itiraz gelmektedir.
Bu tür itirazın bir benzerinin , Tevbe s. 31. ayeti nazil olduğunda yapıldığını görmekteyiz. "Onlar Allah'ın aşağısından olan hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler" cümlesine , önceden Hristiyan olan bir sahabenin, böyle bir şey yapmadıkları yönündeki itirazı üzerine Muhammed (a.s) , rahipleri rab edinmenin onları helal ve haram koyucu olarak kabul etmek anlamında olduğunu söylediğine dair rivayetler bulunmaktadır.
Şefaat inancına sahip olanlara eğer "Siz alimleriniz ve türbelerde yatan ölmüşleriniz için "Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir" veya "Onlar, bizi Allah'a yaklaştırıyorlar" şeklinde bir ifade kullanıyormusunuz?" şeklinde bir soru sorulduğunda, onlardan alınacak cevap kocaman bir EVET olacaktır.
İşte Mekkelilerin taştan tahtadan yapılmış olan putlardan bekelntileri ile , kendilerine "Ben Müslümanım" diyerek şefaat inancına sahip olanların , etten kemikten meydana gelmiş olan insanlardan olan beklentileri aynıdır. Kısacası , dün Mekke'de yaşanan putları şefaatçi olarak görmek sureti ile düşülen şirk batağının , bugün İslam dünyasında yaşanan şefaat inancı etrafındaki şirk batağı arasındaki farkı sadece aktörlerin değişmesi olup , içerek olarak zerre kadar bir farklılık arz etmemektedir.
Olayın daha vahim boyutu ise , bu düşüncenin imanın şartı gibi görülerek , bu düşünceye karşı çıkarak yanlış olduğunu dile getirenlere, "Sapık , Kafir , Zındık , Hadis Sünnet inkarcısı" gibi yaftalar takılarak söylediklerinin göz ardı edilmesidir.
[002.186] Kullarım sana Beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara YAKINIM. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip Bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar.
[050.016] And olsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz; Biz ona şah damarından daha YAKINIZ.
Kullarına YAKIN olduğunu beyan ederek, araya yakınlaştırıcılar koyulmasını istemeyen Allah (c.c) nin beyanının aksine, onun bize uzak olduğunu düşünerek , yakınlaştırıcı olduğu iddia edilen kimseler ile ona yaklaşmaya çalışmak, açık ve net Şirk inancından başka bir şey değildir.
[002.281] Allah'a döneceğiniz ve sonra haksızlığa uğramadan herkesin kazancının kendisine eksiksiz verileceği günden korkunuz.
[003.025] Geleceğinden şüphe olmayan günde, onları topladığımız ve haksızlık yapılmayarak herkese kazandığı eksiksiz verildiği zaman, nasıl olacak?
[004.124] Erkek veya kadın, mümin olarak, kim yararlı işler işlerse, işte onlar cennete girerler, kendilerine zerre kadar zulmedilmez.
[006.160] Kim ortaya bir iyilik koyarsa ona on katı verilir; ortaya bir kötülük koyan ise ancak misliyle cezalandırılır; onlara haksızlık yapılmaz.
[010.054] Haksızlık etmiş olan her kişi, yeryüzünde olan her şeye sahip olsa, onu azabın fidyesi olarak verirdi. Azabı görünce pişmanlık gösterdiler. Haksızlığa uğratılmadan aralarında adaletle hükmolunmuştur.
[016.111] O gün, herkesin kendi derdine düşüp çabalayacağı ve herkesin işlediğinin haksızlığa uğratılmadan kendisine ödeneceği bir gündür.
[017.071] Bir gün bütün insanları önderleriyle beraber çağırırız. O gün kitabı sağından verilenler, işte onlar kitablarını okurlar. Onlara kıl kadar haksizlik edilmez.
[023.062] Biz herkese ancak gücünün yeteceği kadar yükleriz. Katımızda gerçeği söyleyen bir kitap vardır; onlar haksızlığa uğratılmazlar.
[039.069] Yer; Rabbının nuru ile aydınlandı, kitab konuldu, peygamberler ve şahidler getirildi. Onlara haksızlık yapılmadan aralarında hak ile hükmolundu.
Birçok ayet , insanların dünya hayatlarında yaptıklarının en küçük bir haksızlık yapılmadan karşılığının verileceğini, onlara zerre kadar zulmedilmeyeceğini beyan etmesine rağmen , şefaat inancının temelini oluşturan kayırıcılık , araya girme düşüncesi , Allah (c.c) nin bir kul hakkında verdiği kararın yanlış olduğunu, ve bu kararından dönmesi için bir nevi avukatlık yapması anlamına gelmektedir.
Rivayetlerde yer alan bilgilerde , Muhammed (a.s) ın hesap gününde secdeden başını kaldırmayarak "Ümmetim , ümmetim" diyerek yalvarmasına karşılık olarak Allah (c.c) nin ona "Sana ümmetini bağışladım" demesi , haşa Allah'ın merhametsiz , kulunun ondan daha merhametli olduğu gibi bir yanlışa sevk etmektedir.
Allah (c.c) dışında şefaatçiler edinmek , şefaatçi edinilen kimseleri ona denk saymak anlamına gelmektedir. Ahiret gününde onun vermiş olduğu kararı değiştirmesi için birilerinin araya gireceğini düşünmek , ondan daha merhametli olan birilerinin olduğunu iddia etmek olacaktır.
Hesap gününde şefaatçilerin olmayacağını yine bir çok ayette beyan edilmesine rağmen , elçilerden başka insanlar için garanti olmayan cennetin , Şeyh , Gavs , Kutup v.s gibi adlarla anılan kimseler için garanti olduğunu düşünülerek onları şefaatçi olarak görmenin ne kadar büyük bir yanılgı olduğu görüldüğü zaman çok geç olacak, ve dünyaya geriye dönerek salih ameller işleme imkanı olmayacaktır.
Bu noktada şefaati izne bağlayan ayetler gurubu ile ilgili olarak kısa bir hatırlatma yerinde olacaktır. Şefaat konusunda bazı ayetler şefaati kesinlikle ret etmesine karşın , bazı ayetler ise şefaati izne bağlamaktadır. Bu ayetler, sanki şefaatin Allah dışında bazı kimselere verileceği gibi bir algı oluşmasına sebep olmaktadır. Bir ayette şefaati ret , diğer bir ayette şefaati izne bağlayarak bazı kimselere şefaat izni verileceği gibi bir çelişkinin Allah'ın kitabında olması asla söz konusu olamaz.
Öyleyse bu ayetleri , müşriklerin kendi yanlarından oluşturdukları şefaat düşüncesinin ret edilmiş olması bağlamında düşünerek , onların kendi yanlarından çıkardıkları bu düşüncenin Allah katından bir izni olması gerektiği , kimsenin Allah'a rağmen böyle bir inanç oluşturamayacağını , izin konusunun şefaatin imkanını değil , imkansızlığını ifade ettiği çerçevesinde okumak gerekmektedir.
Şefaat konusunda daha önceden "Şefaat Ayetlerini Birde Bu Sıra İle Okuyalım" başlıklı bir yazıda bu konudaki bütün ayetleri ele almaya çalıştığımız için bu yazıda sadece Yunus s. 18. ayeti üzerinden bu düşünceyi ele almaya çalıştığımızı hatırlatmak isteriz.
Şefaat düşüncesi İslam dünyasının ve Müslümanların gelişmesi yolunda engel olan düşüncelerin başında gelmektedir. Şefaat edeceğine inanılan kimselerin akla hayale gelmez yalanları ile doldurulmuş kitapları okuyarak , dünyanın gerçeklerinden kopuk bir yaşam sürmek , Müslümanların her konuda geri kalmasına sebep olmaktadır. Şefaatten mahrum kalmamak için , Şeyh , Gavs v.s gibi adlarla anılan kimselerin eteklerinin dibinden ayrılmayan bu insanlar , dini sadece ruhbanlık olarak görmek sureti ile dünya ile alakalarını keserek , meydanın başkaları tarafından doldurulmasına sebep olmaktadırlar.
Müslümanların her alanda gelişmeleri , "Din Adamları" denilen bu sınıfın hakimiyetinin ortadan kalkarak herkesin kendi dininin adamı olması ile mümkün olacaktır. Bu adamları nimetten sayarak onlara verilen değer , onların insanları daha kolay sömürmesine ve onların sırtlarından bir servet imparatorluğu kurmalarına sebep olmaktadır.
Ellerinde en büyük koz olarak bulundurdukları, insanları hesap gününde kurtaracaklarına dair olan inanç yıkılarak, Allah'tan başka şefaatçiler olmadığı inancı Müslümanların arasında hakim olduğu gün , bu adamlar ortada tek başına kalarak yüzüne dahi bakılmayacak kimseler olduğu anlaşılacaktır.
Sonuç olarak : Müşriklerin şirk inançları arasında sayılan ve Kur'an tarafından ret edilen şefaat inancı , zaman içinde Müslümanların baş tacı haline gelerek , insanları maddi ve manevi yönden sömürmenin aracı haline gelmiştir. Bu inanç etrafında oluşturulan sektör sayesinde bir çok Müslümanın ayağı bağlanmış , kendilerini ahirette kurtarmak vaadi ile , kerameti müritlerinden menkul olan şeyhlerin kucaklarına düşmüştür.
Müslümanların her alanda ilerlemelerine engel olan ve din adamları sınıfının elinde esir durumuna düşerek onların elinde oyuncak haline gelmesine sebep olan bu inanç , yanlış ve şirk inancı olduğu, geniş kitleler tarafından anlaşılmaya başlandığı an İslam dünyasından büyük bir değişim başlayacaktır.
Kendilerine oluşturdukları küçük dünyalarında uçtu kaçtı masalları ile Müslümanları oyalayarak onları maddi ve manevi olarak sömürerek , her yönden geri kalmasına sebep olan bu adamlar artık tarihin tozlu sayfalarında yerlerini alarak , ortadan kaldırılmalıdır.
Kendilerini din adamlarının tasallutundan kurtarmaya başlayan Müslümanlar , kendi dinlerinin adamı olarak kişilere bağımlı olmaktan kurtulacaklar ve dünya gerçeklerini daha kolay anlamaya başlayacaklardır.
Tarikat şeyhlerinin hakimiyetinin bittiği bir İslam dünyası, tüm Müslümanların özlemi olmalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[010.018] Allah'ın aşağısından olan, kendilerine ne fayda, ne de zarar verebilecek şeylere kulluk ediyorlar ve «Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir.» diyorlar. De ki, «Siz Allah'a göklerde ve yerde O'nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?» Allah onların ortak koştukları şeylerin hepsinden münezzehtir.
Mekke müşrikleri , kulluk etmiş oldukları putlarına tapma gerekçelerini "Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir" diyerek açıklamaktadırlar. Bu açıklama, Allah (c.c) ile direk irtibat kurulamayacağı , onunla irtibat kurmak için bir takım aracıların olması gerektiğine dayanan bir düşüncenin eseri olup , bu düşünce Allah tarafından ret edilmektedir.
Şefaat ; "Bir işte aracılık ve kayırıcılık etmek" anlamına gelen bir kelime olup , bu kelimenin geçtiği ayetleri alt alta koyup okuduğumuz zaman , Allah ile aralarına aracılar koyan Mekke müşriklerinin bu inançlarının yanlışlığının merkeze alındığı ve bu yanlışlığı izale etmek babından bilgiler olduğu görülecektir.
Kur'an'ın müşrik inancı olarak ret ettiği, ve konu ile ilgili bütün ayetlerinin bu inancı ret ederek , yerine doğruyu koymak amaçlı olmasına rağmen , şefaat inancı İslam düşüncesi içinde yer almış , almamakla kalmamış neredeyse imanın şartı haline gelmiştir. Bu konu ile ilgili Kur'an ayetleri, müşrik inancı olan bu düşünceyi ret ettiği düşüncesi ile değil , Allah (c.c) nin bazı kullarına böyle bir yetki vereceği düşüncesi etrafında okunmuş , bu okumaya rivayetler ile destek bulunmuş , ve konu ile ilgili ayetler bu düşünce doğrultusunda tevil edilerek bugüne gelinmiştir.
Şefaat inancının Mekke versiyonu ile İslam dünyasındaki versiyonunu mukayese ettiğimizde , Mekke'deki cansız putların yerini İslam dünyasında, yaşayan tarikat şeyhleri , ölmüş ve görkemli türbelerde yatan ölü şeyhler almıştır. Dün Mekke müşriklerinin puta tapma gerekçesi olarak söyledikleri " Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir" sözü hiç değişime uğramadan aynı şekilde dillendirilerek, şefaat inancına sahip olanların ağızlarında dolaşmaktadır.
Allah (c.c) nin şirk olarak beyan ettiği bu düşünce , Mekke'deki taştan tahtadan putların yerine , kerameti müritlerinden menkul din baronlarının veya onların yattığı türbelerin geçirilmesi ile asla meşruiyet kazanmaz.
[039.003] Dikkat edin, halis din Allah'ındır; O'nun aşağısından olanları veli edinenler: «Onlara, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz» derler. Doğrusu Allah ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Allah şüphesiz yalancı ve inkarcı kimseyi doğru yola eriştirmez.
Şefaat düşüncesine sahip olan bir kimseye " Bu yaptığınızın adı İslam literatüründeki adı şirk'tir" denildiği zaman , "Mekke'deki putlar ile bizim alimlerimizi aynı kefeye mi koyuyorsunuz?" şeklinde bir itiraz gelmektedir.
Bu tür itirazın bir benzerinin , Tevbe s. 31. ayeti nazil olduğunda yapıldığını görmekteyiz. "Onlar Allah'ın aşağısından olan hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler" cümlesine , önceden Hristiyan olan bir sahabenin, böyle bir şey yapmadıkları yönündeki itirazı üzerine Muhammed (a.s) , rahipleri rab edinmenin onları helal ve haram koyucu olarak kabul etmek anlamında olduğunu söylediğine dair rivayetler bulunmaktadır.
Şefaat inancına sahip olanlara eğer "Siz alimleriniz ve türbelerde yatan ölmüşleriniz için "Bunlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir" veya "Onlar, bizi Allah'a yaklaştırıyorlar" şeklinde bir ifade kullanıyormusunuz?" şeklinde bir soru sorulduğunda, onlardan alınacak cevap kocaman bir EVET olacaktır.
İşte Mekkelilerin taştan tahtadan yapılmış olan putlardan bekelntileri ile , kendilerine "Ben Müslümanım" diyerek şefaat inancına sahip olanların , etten kemikten meydana gelmiş olan insanlardan olan beklentileri aynıdır. Kısacası , dün Mekke'de yaşanan putları şefaatçi olarak görmek sureti ile düşülen şirk batağının , bugün İslam dünyasında yaşanan şefaat inancı etrafındaki şirk batağı arasındaki farkı sadece aktörlerin değişmesi olup , içerek olarak zerre kadar bir farklılık arz etmemektedir.
Olayın daha vahim boyutu ise , bu düşüncenin imanın şartı gibi görülerek , bu düşünceye karşı çıkarak yanlış olduğunu dile getirenlere, "Sapık , Kafir , Zındık , Hadis Sünnet inkarcısı" gibi yaftalar takılarak söylediklerinin göz ardı edilmesidir.
[002.186] Kullarım sana Beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara YAKINIM. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip Bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar.
[050.016] And olsun ki insanı Biz yarattık; nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz; Biz ona şah damarından daha YAKINIZ.
Kullarına YAKIN olduğunu beyan ederek, araya yakınlaştırıcılar koyulmasını istemeyen Allah (c.c) nin beyanının aksine, onun bize uzak olduğunu düşünerek , yakınlaştırıcı olduğu iddia edilen kimseler ile ona yaklaşmaya çalışmak, açık ve net Şirk inancından başka bir şey değildir.
[002.281] Allah'a döneceğiniz ve sonra haksızlığa uğramadan herkesin kazancının kendisine eksiksiz verileceği günden korkunuz.
[003.025] Geleceğinden şüphe olmayan günde, onları topladığımız ve haksızlık yapılmayarak herkese kazandığı eksiksiz verildiği zaman, nasıl olacak?
[004.124] Erkek veya kadın, mümin olarak, kim yararlı işler işlerse, işte onlar cennete girerler, kendilerine zerre kadar zulmedilmez.
[006.160] Kim ortaya bir iyilik koyarsa ona on katı verilir; ortaya bir kötülük koyan ise ancak misliyle cezalandırılır; onlara haksızlık yapılmaz.
[010.054] Haksızlık etmiş olan her kişi, yeryüzünde olan her şeye sahip olsa, onu azabın fidyesi olarak verirdi. Azabı görünce pişmanlık gösterdiler. Haksızlığa uğratılmadan aralarında adaletle hükmolunmuştur.
[016.111] O gün, herkesin kendi derdine düşüp çabalayacağı ve herkesin işlediğinin haksızlığa uğratılmadan kendisine ödeneceği bir gündür.
[017.071] Bir gün bütün insanları önderleriyle beraber çağırırız. O gün kitabı sağından verilenler, işte onlar kitablarını okurlar. Onlara kıl kadar haksizlik edilmez.
[023.062] Biz herkese ancak gücünün yeteceği kadar yükleriz. Katımızda gerçeği söyleyen bir kitap vardır; onlar haksızlığa uğratılmazlar.
[039.069] Yer; Rabbının nuru ile aydınlandı, kitab konuldu, peygamberler ve şahidler getirildi. Onlara haksızlık yapılmadan aralarında hak ile hükmolundu.
Birçok ayet , insanların dünya hayatlarında yaptıklarının en küçük bir haksızlık yapılmadan karşılığının verileceğini, onlara zerre kadar zulmedilmeyeceğini beyan etmesine rağmen , şefaat inancının temelini oluşturan kayırıcılık , araya girme düşüncesi , Allah (c.c) nin bir kul hakkında verdiği kararın yanlış olduğunu, ve bu kararından dönmesi için bir nevi avukatlık yapması anlamına gelmektedir.
Rivayetlerde yer alan bilgilerde , Muhammed (a.s) ın hesap gününde secdeden başını kaldırmayarak "Ümmetim , ümmetim" diyerek yalvarmasına karşılık olarak Allah (c.c) nin ona "Sana ümmetini bağışladım" demesi , haşa Allah'ın merhametsiz , kulunun ondan daha merhametli olduğu gibi bir yanlışa sevk etmektedir.
Allah (c.c) dışında şefaatçiler edinmek , şefaatçi edinilen kimseleri ona denk saymak anlamına gelmektedir. Ahiret gününde onun vermiş olduğu kararı değiştirmesi için birilerinin araya gireceğini düşünmek , ondan daha merhametli olan birilerinin olduğunu iddia etmek olacaktır.
Hesap gününde şefaatçilerin olmayacağını yine bir çok ayette beyan edilmesine rağmen , elçilerden başka insanlar için garanti olmayan cennetin , Şeyh , Gavs , Kutup v.s gibi adlarla anılan kimseler için garanti olduğunu düşünülerek onları şefaatçi olarak görmenin ne kadar büyük bir yanılgı olduğu görüldüğü zaman çok geç olacak, ve dünyaya geriye dönerek salih ameller işleme imkanı olmayacaktır.
Bu noktada şefaati izne bağlayan ayetler gurubu ile ilgili olarak kısa bir hatırlatma yerinde olacaktır. Şefaat konusunda bazı ayetler şefaati kesinlikle ret etmesine karşın , bazı ayetler ise şefaati izne bağlamaktadır. Bu ayetler, sanki şefaatin Allah dışında bazı kimselere verileceği gibi bir algı oluşmasına sebep olmaktadır. Bir ayette şefaati ret , diğer bir ayette şefaati izne bağlayarak bazı kimselere şefaat izni verileceği gibi bir çelişkinin Allah'ın kitabında olması asla söz konusu olamaz.
Öyleyse bu ayetleri , müşriklerin kendi yanlarından oluşturdukları şefaat düşüncesinin ret edilmiş olması bağlamında düşünerek , onların kendi yanlarından çıkardıkları bu düşüncenin Allah katından bir izni olması gerektiği , kimsenin Allah'a rağmen böyle bir inanç oluşturamayacağını , izin konusunun şefaatin imkanını değil , imkansızlığını ifade ettiği çerçevesinde okumak gerekmektedir.
Şefaat konusunda daha önceden "Şefaat Ayetlerini Birde Bu Sıra İle Okuyalım" başlıklı bir yazıda bu konudaki bütün ayetleri ele almaya çalıştığımız için bu yazıda sadece Yunus s. 18. ayeti üzerinden bu düşünceyi ele almaya çalıştığımızı hatırlatmak isteriz.
Şefaat düşüncesi İslam dünyasının ve Müslümanların gelişmesi yolunda engel olan düşüncelerin başında gelmektedir. Şefaat edeceğine inanılan kimselerin akla hayale gelmez yalanları ile doldurulmuş kitapları okuyarak , dünyanın gerçeklerinden kopuk bir yaşam sürmek , Müslümanların her konuda geri kalmasına sebep olmaktadır. Şefaatten mahrum kalmamak için , Şeyh , Gavs v.s gibi adlarla anılan kimselerin eteklerinin dibinden ayrılmayan bu insanlar , dini sadece ruhbanlık olarak görmek sureti ile dünya ile alakalarını keserek , meydanın başkaları tarafından doldurulmasına sebep olmaktadırlar.
Müslümanların her alanda gelişmeleri , "Din Adamları" denilen bu sınıfın hakimiyetinin ortadan kalkarak herkesin kendi dininin adamı olması ile mümkün olacaktır. Bu adamları nimetten sayarak onlara verilen değer , onların insanları daha kolay sömürmesine ve onların sırtlarından bir servet imparatorluğu kurmalarına sebep olmaktadır.
Ellerinde en büyük koz olarak bulundurdukları, insanları hesap gününde kurtaracaklarına dair olan inanç yıkılarak, Allah'tan başka şefaatçiler olmadığı inancı Müslümanların arasında hakim olduğu gün , bu adamlar ortada tek başına kalarak yüzüne dahi bakılmayacak kimseler olduğu anlaşılacaktır.
Sonuç olarak : Müşriklerin şirk inançları arasında sayılan ve Kur'an tarafından ret edilen şefaat inancı , zaman içinde Müslümanların baş tacı haline gelerek , insanları maddi ve manevi yönden sömürmenin aracı haline gelmiştir. Bu inanç etrafında oluşturulan sektör sayesinde bir çok Müslümanın ayağı bağlanmış , kendilerini ahirette kurtarmak vaadi ile , kerameti müritlerinden menkul olan şeyhlerin kucaklarına düşmüştür.
Müslümanların her alanda ilerlemelerine engel olan ve din adamları sınıfının elinde esir durumuna düşerek onların elinde oyuncak haline gelmesine sebep olan bu inanç , yanlış ve şirk inancı olduğu, geniş kitleler tarafından anlaşılmaya başlandığı an İslam dünyasından büyük bir değişim başlayacaktır.
Kendilerine oluşturdukları küçük dünyalarında uçtu kaçtı masalları ile Müslümanları oyalayarak onları maddi ve manevi olarak sömürerek , her yönden geri kalmasına sebep olan bu adamlar artık tarihin tozlu sayfalarında yerlerini alarak , ortadan kaldırılmalıdır.
Kendilerini din adamlarının tasallutundan kurtarmaya başlayan Müslümanlar , kendi dinlerinin adamı olarak kişilere bağımlı olmaktan kurtulacaklar ve dünya gerçeklerini daha kolay anlamaya başlayacaklardır.
Tarikat şeyhlerinin hakimiyetinin bittiği bir İslam dünyası, tüm Müslümanların özlemi olmalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
15 Kasım 2016 Salı
Araf s. 204. Ayeti : Kur'an Okunduğu Zaman Dinlemenin ve Susmanın Hayat İçindeki Anlamı
Kur'an'ın bazı ayetleri , Muhammed (a.s) ın vefatı sonrası, asıl mesajı içeren anlamlar yerine , farklı yönlere çekilmek sureti ile anlam kaymasına uğratılarak , hayatın merkezine hitap eder olmaktan çıkarılmış, mistik hikayeler , ön yargılara kurban edilen , rivayetleri onaylayan , güzel sesli hafızlar tarafından okunduğunda ağlanması gereken , ağlayamayanlar için ise ağlıyor gibi rol yapması gereken ayetler haline getirilmiştir.
Yazımıza konu edeceğimiz Araf s. 204. ayeti , böyle bir anlam kaymasına kurban edilen ayetlerdendir . Kur'an okunduğunda dinlenilmesinin ve susulmasının sadece literal olarak anlaşılması sonucu , Kur'an okunurken gıkını dahi çıkarmayanların bir çoğu , bu kitabın bazı hükümleri dile getirildiğinde hop oturup hop kalkarak, "Ama kardeşim ......." şeklinde bir çok itirazlar sıralayarak , okunduğu zaman dinlemek ve susmaktan kast edilen asıl amacı ötelemektedirler.
[007.204] Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.
Bu ayetin literal anlamı , bir kimse tarafından Kur'an okunduğu zaman susulması ve dinlenilmesidir. Bu anlam elbette doğrudur ,Kur'an okunduğu zaman dinlenilmeli ve susulmalıdır. Ancak bu ayet sadece cami veya belirli yerlerde , güzel sesli kariler tarafından okunan Kur'an'ın dinlenilmesi ve okunurken susulması ile sınırlandırılarak , verilmek istenen asıl mesajı arkaya atılmıştır.
Bu ayetin asıl mesajı ne olabilir ? .
Bu kitabın indiriliş gayesi , insan hayatını tevhit merkezli bir düzene koymak , şirk'i hayattan atmak amacına dayalıdır. Ayetleri sadece sesi güzel hafızların okuması sureti ile ağlamak veya ağlıyor görünmek için indirilen bir kitap değildir. Bu kitap insan hayatını yönlendiren , hayatı içinde karşılaştığı sorunlara yol gösteren bir kitap olup , sadece Arapça metninin okunması ile sevap umulan , ambalajı kutsanan , tabiri caizse bir put muamelesi görmeMEsi gereken bir kitaptır.
Bu kitap , insanları sadece Allah (c.c) nin ilah ve rab olarak bilindiği bir sisteme dayalı hayat sürülmesi gerektiği beyan eden , onun dışındakilerin kendi alanına girmesini "Şirk" olduğunu beyan ederek , bu kitabın rehberliğinde sürülen hayatların dünya ve ahirette kurtuluşa ereceğini beyan etmektedir.
Kur'an okunduğu zaman dinlemek ve susmak hayat içinde nasıl anlamını bulur ?.
Kur'an okunduğu zaman dinlemek , okunan ayetlerin bizlere dair olan emirlerini anlamak , susmak ise ayetlerin hilafına söz ederek "Ama kardeşim ......." diyerek bu kitaba muhalif söz ve fiilde bulunmamak anlamındadır.
Müslümanlar olarak hepimiz okunduğu zaman Kur'an'ı dinlemekteyiz , ancak okunduğunda susma eylemi maalesef bir çoğumuzda gerçekleşmeyerek , Kur'an'ın beyan ettiği bir hüküm bizim hayatımızda yer bulmamakta ve akidevi konularda ve sosyal hayatta , başkaları tarafından vaz edilen bilgiler ve hükümler tercih edilmektedir.
Bir çoğumuzun malumu olduğu üzere , itikadi konular bazında olaya baktığımızda , Araf s. 204. ayetindeki emrin hayat içinde yerini pek bulmadığı görülecektir. Bugün din adına ortaya konulmuş bir çok görüş ve fikir , Kur'an kaynaklı değil , rivayet kaynaklı olup , bu konuda büyük bir çatışma yaşanmaktadır.
Rivayetler kanalı ile din adına gelen bilgilerin bir çoğu, Kur'an ile çelişki arz etmesine rağmen , yüzyıllardır İslam dünyasında karizmatik bir yapıya büründürülerek , dokunulmazlık atfedilen kişi ve kitaplar tarafından ortaya konulan din algısının oluşturduğu inanç ve düşüncelere , Kur'an delil gösterilerek yapılan itirazlar bir kısım Müslüman tarafından " Ayet var diyorsun ama hadis var kardeşim" gibi itirazlarla, ve sert tepkilere neden olmaktadır.
Kur'an okunurken en küçük bir ses çıkarmamak konusunda son derece titizlik gösteren bu kimseler , din adına bildiklerinin yanlış olduğu, Kur'an referans gösterilerek ispat edildiğinde , bu yanlışları ortaya koyan kişilere karşı hakaretvari ve aşağılayıcı cümleler kurmaktan dahi geri durmamaktadırlar.
Bugün İslam dünyasında yaşanan düşünce sorunlarının temelinde, Araf s. 204. ayetinin hayata yansıtılmamış olması yatmaktadır. Her konuda hakem olması gereken bir kitap, duvarlara asılarak dokunulmaz ilan edilmiş , onun yerine beşeri kaynaklı rivayet kitapları hakem olarak ihdas edilerek , vahiy merkezli bir dinden , kişi merkezli bir dine geçilerek , ihtilafların bitmediği bir din ortaya çıkarılmıştır.
Eğer Müslümanlar Kur'an okunurken dinlemeyi ve susmayı , kitabı doğru anlamak, hayata geçirmek ve onun sözünün üzerine söz koymamak olarak anlamış olsalardı , bugün dinde bu kadar çok başlılık sorunu çıkarak, binlerce fırkaya bölünmüş bir topluluk ortaya çıkmazdı.
Kur'an okunurken dinlemek ve susmak, sadece itikadi alana dair konularda değil , bu kitabın sosyal hayat dair hükümleri olması ve bu hükümlerin hayat alanında hakim olmasının gerekmesi nedeniyle de şarttır.
Kur'an bilindiği gibi yaşanan hayatları tevhit merkezli bir düzenlemeye tabi tutan kitaptır. Allah (c.c) yi tek ilah ve rab olarak gören bir yaşam önerisi, Kur'an'ın asıl mesajıdır. İnsanların fıtratları gereği doğan birlikte yaşama gereği , bu yaşamanın getirdiği bir takın sorunları da beraberinde getirmiş , bu yaşamanın belirli kurallar dahilinde olmasını gerektirmiştir.
Allah (c.c) insanların ilah ve rabbı olmasının kendisine vermiş olduğu hak ile , tarih boyunca elçi ve kitaplar göndererek , kullarının hayatlarını düzenleyecek kurallar beyan ederek , bu kurallar üzere yaşamanın dünya ve ahiret mutluluğuna sebep olacağını haber vermiştir. Kur'an , en son inen kitap olarak , insanların yaşamlarını nasıl bir sistem dahilinde sürdürmeleri gerektiğine dair bilgiler içermektedir.
Bu kitabın bugün sosyal hayat içinde hakim olması konusunda bir takım kimselerden yükselen farklı itirazlar , Araf s. 204. ayetinin hayat içinde anlamını bulmaması demektir. Yaşadığımız çağın getirdiği gereksinimlerin, Kur'an hükümlerinin artık uygulama safhasına konulmasının imkansız hale getirmiş olduğu , beşer kaynaklı sistemlerin , Allah kaynaklı sistemden daha yaşanabilir hükümler vaz edebileceği düşüncesi , kendisini Müslüman olarak ifade eden insanların dilinde bile dolaşıyor olması , maalesef günümüzün acı bir gerçeğidir.
Kur'an'ın sosyal hayat içinde işlevinin artık olamayacağına dair getirilen her türlü iddia , onun okunduğunda dinlenilmeMEsi ve susulmaMAsı anlamına gelmektedir.
Sonuç olarak : Araf s. 204. ayeti , Kur'an ayetlerinin konuştuğu yerde dinlenilmesi ve susulmasını emrederek , başkasının konuşmasına artık meydan bırakmamaktadır. Ancak ayetin sadece literal anlamı Müslüman hayatında yer bularak , hafızların okuduğunda dinlenilmesi ve susulması olarak anlaşılmak sureti ile dar bir alana hapsedilerek , bu ayet anlam kaymasına uğratılmıştır.
Kur'an itikadi alanda tek söz sahibi olması gereken bir kitap muamele görmesi gerekirken , geri plana atılmış , itikadi alanda söz sahibi olma hakkı, başka kitaplar ve kişilere verilmek sureti ile , bu kitap dinleniliyor gibi görünen , fakat gerçekte dinlenilmeyen, ve okunduğu zaman susulmayan bir kitap durumuna düşürülmüştür.
Bu kitap, sosyal alanda da hükümler vaz etmesi nedeniyle, okunduğu zaman dinlenilmesi ve susulması gereken kitap olarak muamele görmesi gerekirken , bir takım gerekçelerle bu kitabın hayat içinde artık hüküm süremeyeceği , hüküm sürmesi gereken başka kişi ve kitapların hükümleri olduğunu iddia etmek , bu kitabın dinlenilmemesi ve okunmaması anlamına gelecektir.
Araf s. 204. ayetinde emredilen , Kur'an okunduğu zaman dinlemek ve susmanın hayat içindeki anlamı , bu kitabın insana dair olan emirlerinin , başka kişi ve kitaplar tercih edilmek suretiyle arkaya atılmaması , yaşamın her alanında hakem kitap olarak muamele görmesi ile gerçekleşecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Yazımıza konu edeceğimiz Araf s. 204. ayeti , böyle bir anlam kaymasına kurban edilen ayetlerdendir . Kur'an okunduğunda dinlenilmesinin ve susulmasının sadece literal olarak anlaşılması sonucu , Kur'an okunurken gıkını dahi çıkarmayanların bir çoğu , bu kitabın bazı hükümleri dile getirildiğinde hop oturup hop kalkarak, "Ama kardeşim ......." şeklinde bir çok itirazlar sıralayarak , okunduğu zaman dinlemek ve susmaktan kast edilen asıl amacı ötelemektedirler.
[007.204] Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.
Bu ayetin literal anlamı , bir kimse tarafından Kur'an okunduğu zaman susulması ve dinlenilmesidir. Bu anlam elbette doğrudur ,Kur'an okunduğu zaman dinlenilmeli ve susulmalıdır. Ancak bu ayet sadece cami veya belirli yerlerde , güzel sesli kariler tarafından okunan Kur'an'ın dinlenilmesi ve okunurken susulması ile sınırlandırılarak , verilmek istenen asıl mesajı arkaya atılmıştır.
Bu ayetin asıl mesajı ne olabilir ? .
Bu kitabın indiriliş gayesi , insan hayatını tevhit merkezli bir düzene koymak , şirk'i hayattan atmak amacına dayalıdır. Ayetleri sadece sesi güzel hafızların okuması sureti ile ağlamak veya ağlıyor görünmek için indirilen bir kitap değildir. Bu kitap insan hayatını yönlendiren , hayatı içinde karşılaştığı sorunlara yol gösteren bir kitap olup , sadece Arapça metninin okunması ile sevap umulan , ambalajı kutsanan , tabiri caizse bir put muamelesi görmeMEsi gereken bir kitaptır.
Bu kitap , insanları sadece Allah (c.c) nin ilah ve rab olarak bilindiği bir sisteme dayalı hayat sürülmesi gerektiği beyan eden , onun dışındakilerin kendi alanına girmesini "Şirk" olduğunu beyan ederek , bu kitabın rehberliğinde sürülen hayatların dünya ve ahirette kurtuluşa ereceğini beyan etmektedir.
Kur'an okunduğu zaman dinlemek ve susmak hayat içinde nasıl anlamını bulur ?.
Kur'an okunduğu zaman dinlemek , okunan ayetlerin bizlere dair olan emirlerini anlamak , susmak ise ayetlerin hilafına söz ederek "Ama kardeşim ......." diyerek bu kitaba muhalif söz ve fiilde bulunmamak anlamındadır.
Müslümanlar olarak hepimiz okunduğu zaman Kur'an'ı dinlemekteyiz , ancak okunduğunda susma eylemi maalesef bir çoğumuzda gerçekleşmeyerek , Kur'an'ın beyan ettiği bir hüküm bizim hayatımızda yer bulmamakta ve akidevi konularda ve sosyal hayatta , başkaları tarafından vaz edilen bilgiler ve hükümler tercih edilmektedir.
Bir çoğumuzun malumu olduğu üzere , itikadi konular bazında olaya baktığımızda , Araf s. 204. ayetindeki emrin hayat içinde yerini pek bulmadığı görülecektir. Bugün din adına ortaya konulmuş bir çok görüş ve fikir , Kur'an kaynaklı değil , rivayet kaynaklı olup , bu konuda büyük bir çatışma yaşanmaktadır.
Rivayetler kanalı ile din adına gelen bilgilerin bir çoğu, Kur'an ile çelişki arz etmesine rağmen , yüzyıllardır İslam dünyasında karizmatik bir yapıya büründürülerek , dokunulmazlık atfedilen kişi ve kitaplar tarafından ortaya konulan din algısının oluşturduğu inanç ve düşüncelere , Kur'an delil gösterilerek yapılan itirazlar bir kısım Müslüman tarafından " Ayet var diyorsun ama hadis var kardeşim" gibi itirazlarla, ve sert tepkilere neden olmaktadır.
Kur'an okunurken en küçük bir ses çıkarmamak konusunda son derece titizlik gösteren bu kimseler , din adına bildiklerinin yanlış olduğu, Kur'an referans gösterilerek ispat edildiğinde , bu yanlışları ortaya koyan kişilere karşı hakaretvari ve aşağılayıcı cümleler kurmaktan dahi geri durmamaktadırlar.
Bugün İslam dünyasında yaşanan düşünce sorunlarının temelinde, Araf s. 204. ayetinin hayata yansıtılmamış olması yatmaktadır. Her konuda hakem olması gereken bir kitap, duvarlara asılarak dokunulmaz ilan edilmiş , onun yerine beşeri kaynaklı rivayet kitapları hakem olarak ihdas edilerek , vahiy merkezli bir dinden , kişi merkezli bir dine geçilerek , ihtilafların bitmediği bir din ortaya çıkarılmıştır.
Eğer Müslümanlar Kur'an okunurken dinlemeyi ve susmayı , kitabı doğru anlamak, hayata geçirmek ve onun sözünün üzerine söz koymamak olarak anlamış olsalardı , bugün dinde bu kadar çok başlılık sorunu çıkarak, binlerce fırkaya bölünmüş bir topluluk ortaya çıkmazdı.
Kur'an okunurken dinlemek ve susmak, sadece itikadi alana dair konularda değil , bu kitabın sosyal hayat dair hükümleri olması ve bu hükümlerin hayat alanında hakim olmasının gerekmesi nedeniyle de şarttır.
Kur'an bilindiği gibi yaşanan hayatları tevhit merkezli bir düzenlemeye tabi tutan kitaptır. Allah (c.c) yi tek ilah ve rab olarak gören bir yaşam önerisi, Kur'an'ın asıl mesajıdır. İnsanların fıtratları gereği doğan birlikte yaşama gereği , bu yaşamanın getirdiği bir takın sorunları da beraberinde getirmiş , bu yaşamanın belirli kurallar dahilinde olmasını gerektirmiştir.
Allah (c.c) insanların ilah ve rabbı olmasının kendisine vermiş olduğu hak ile , tarih boyunca elçi ve kitaplar göndererek , kullarının hayatlarını düzenleyecek kurallar beyan ederek , bu kurallar üzere yaşamanın dünya ve ahiret mutluluğuna sebep olacağını haber vermiştir. Kur'an , en son inen kitap olarak , insanların yaşamlarını nasıl bir sistem dahilinde sürdürmeleri gerektiğine dair bilgiler içermektedir.
Bu kitabın bugün sosyal hayat içinde hakim olması konusunda bir takım kimselerden yükselen farklı itirazlar , Araf s. 204. ayetinin hayat içinde anlamını bulmaması demektir. Yaşadığımız çağın getirdiği gereksinimlerin, Kur'an hükümlerinin artık uygulama safhasına konulmasının imkansız hale getirmiş olduğu , beşer kaynaklı sistemlerin , Allah kaynaklı sistemden daha yaşanabilir hükümler vaz edebileceği düşüncesi , kendisini Müslüman olarak ifade eden insanların dilinde bile dolaşıyor olması , maalesef günümüzün acı bir gerçeğidir.
Kur'an'ın sosyal hayat içinde işlevinin artık olamayacağına dair getirilen her türlü iddia , onun okunduğunda dinlenilmeMEsi ve susulmaMAsı anlamına gelmektedir.
Sonuç olarak : Araf s. 204. ayeti , Kur'an ayetlerinin konuştuğu yerde dinlenilmesi ve susulmasını emrederek , başkasının konuşmasına artık meydan bırakmamaktadır. Ancak ayetin sadece literal anlamı Müslüman hayatında yer bularak , hafızların okuduğunda dinlenilmesi ve susulması olarak anlaşılmak sureti ile dar bir alana hapsedilerek , bu ayet anlam kaymasına uğratılmıştır.
Kur'an itikadi alanda tek söz sahibi olması gereken bir kitap muamele görmesi gerekirken , geri plana atılmış , itikadi alanda söz sahibi olma hakkı, başka kitaplar ve kişilere verilmek sureti ile , bu kitap dinleniliyor gibi görünen , fakat gerçekte dinlenilmeyen, ve okunduğu zaman susulmayan bir kitap durumuna düşürülmüştür.
Bu kitap, sosyal alanda da hükümler vaz etmesi nedeniyle, okunduğu zaman dinlenilmesi ve susulması gereken kitap olarak muamele görmesi gerekirken , bir takım gerekçelerle bu kitabın hayat içinde artık hüküm süremeyeceği , hüküm sürmesi gereken başka kişi ve kitapların hükümleri olduğunu iddia etmek , bu kitabın dinlenilmemesi ve okunmaması anlamına gelecektir.
Araf s. 204. ayetinde emredilen , Kur'an okunduğu zaman dinlemek ve susmanın hayat içindeki anlamı , bu kitabın insana dair olan emirlerinin , başka kişi ve kitaplar tercih edilmek suretiyle arkaya atılmaması , yaşamın her alanında hakem kitap olarak muamele görmesi ile gerçekleşecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)