Yazımıza konu olarak seçtiğimiz ayetlerde, Allah (c.c) biz iman etmiş kullarına bir vaatte bulunmaktadır. Bu yazımızda Allah (c.c) nin bu vaadinin hayat için nasıl gerçekleştiğine dair bazı tespitlerde bulunmaya çalışacağız.
[041.030] Şüphesiz, Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru yolda
yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vâat olunan
cennetle sevinin! derler.
[041.031] «Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriniziz. Orada
nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir ve istemekte olduğunuz her şey de
sizindir.»
[041.032] Gafur, Rahim olanın ikramı olarak.
Bu ayeti literal bir anlam dahilinde okumak , bazı problemleri beraberinde getirerek , bu inişin keyfiyeti ve insanların bu sözleri duyup duymadıkları tartışma konusu olacak , ve asıl mesaj buhar olup uçacaktır. Allah (c.c) nin vaadi yalan olmayacağına , ve vaadinden asla dönmeyeceğine göre , bu ayetlerde bize haber verilenlerin, bizim hayatımıza nasıl yansıyabileceği ve nasıl anlaşılması gerektiği konusu önem kazanmaktadır.
Bilindiği üzere Kur'an'da bir çok ayette Allah (c.c) , kullarına yardım edeceğini vaat etmekte , bu vaadin yaşanan hayatlarda nasıl gerçekleştiği ise , elçi kıssaları ile bizlere gösterilmektedir. Biz bu kıssaları okumak ile sadece geçmişte yaşanmış bazı olayları değil , "Sünnetullah" dediğimiz toplumsal işleyiş yasalarının , insan hayatında nasıl pratik bulduğunu da öğrenmekteyiz.
Konumuz olan ayetlerin, Allah'ın yardımının kuralı ve bu kuralın nasıl işleyeceği , hak ediş neticesinde bu kuralın işleyişinin, Meleklerin lisanı üzerinden anlatılmış olması çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.
Allah (c.c) ye yapmış olduğumuz dualarımızın içeriğinde , dünya genelindeki Müslümanların yaşadıkları zulme engel olması , onun bize yardım etmesi , Bedir savaşında olduğu gibi Melekleri indirmek sureti ile yaptığı yardımın aynısının bugünde gerçekleşmesi , Kabe'yi yıkmak için gelen orduya yaptığı , ebabil ile kafirleri helak etmesi gibi sözlerle, ondan yardım talebinde bulunmak yatmaktadır.
Fakat yardım isteklerimiz bir türlü karşılık bulmamakta , zulüm ve gözyaşı, başta İslam coğrafyası olmak üzere , dünyanın dört bir yanında tüm hızıyla sürmektedir. Allah (c.c) bu yapılanları elbette görmekte , fakat yardım elini bizlere bir türlü uzatmamaktadır. Yardım elinin uzanmamasına sebep olarak, bizden kaynaklanan bazı hataların bu vaadin gerçekleşmesine engel olduğunu söyleyebiliriz. Halbuki yardım vaadi kıyamete kadar geçerli ise, ki öyledir yardım hak edenlere kıyamete kadar yapılacaktır.
Allah (c.c) kullarına vaat ettiği yardımını, sadece elçi kıssalarında yaptığı yardımlar ile sınırlamamış , veya sadece Bedir veya Huneyn gününde bu yardım vaadini sonlandırarak defteri kapatmamıştır. Yardım defteri kıyamete kadar açık kalacak , ancak bu defterin açık kalması, bir takım yasalara bağlı olmak kaydını taşımaktadır.
Allah (c.c) Meleklerini kullarının üzerine sadece Bedir gününde değil, kıyamete kadar indireceğini, konumuz olan Fussilet s. 30. ve 32. ayetleri arasında vaat etmektedir. Yalnız 30. ayette, Rabbimiz Allah'tır diyerek bu yolda yürümek gerektiği şeklinde bir ifade ile, bu inmenin şartını görmekteyiz. Rabbimiz , beyan ettiği şartı gerçekleştirenlerin üzerine Meleklerini kıyamete kadar indirecek , ve bu vaadinden asla dönmeyecektir.
Rabbimiz Allah'tır diyerek bu yolda yürümek, hayat içinde nasıl gerçekleşecektir ?.
"Rabbimiz Allah'tır" sözünün sadece dil ile söylenmesi yeterli olmamakta , devamında "Bu yolda yürümek gerektiği" ifade edilerek , bu sözün hayat içinde gereğinin yerine getirilmesi hatırlatılmaktadır. Bu nokta çok önemli olup , yardım vaadinin yerine gelmemesinin sebebini de , bu cümlenin hayat içinde yerine gelmemiş olmasından anlamak mümkündür. , "Rabbimiz Allah'tır" sözünün sadece dil ile söylenerek , bu sözün hayat içinde gereğinin yerine getirilmemesi yardım yasasının işlememiş olmasının başlıca nedenidir.
"Rabbim Allah deyip sonra doğru bir yol üzerinde yürümek" cümlesi, içinde çok geniş anlamlar barındırmaktadır. Allah (c.c) nin "Rab" olarak bilinmesine dayalı bir tarzından ödün vermeden yürümek, ve bu bilinci hayatın her safhasında unutmamak, bize dünya ve ahiretin kapılarını açacaktır.
Kur'an kavramlarının içinin boşaltılmış olmasının verdiği zararlardan bir tanesi , Allah'ın "Rab" olarak bilinmesinin hayat içinde nasıl pratiğe dökülmesi gerektiğini maalesef biz Müslümanlara unutturmuş olmasıdır. Allah'ın rab olarak bilinmesi ve bu bilinç temeline kurulu bir hayat tarzı yerine , bir çok rabler ittihaz edinmiş hayat tarzı üzerinde yaşayanlara elbette Allah yardım etmeyecektir.
İtikat bazında Allah (c.c) dışında kitaplar ve kişiler ihdas ederek o kişi ve kitaplar üzerinden din algısına sahip olanlara , siyasi , iktisadi , sosyal v.s gibi yaşamı ilgilendiren konularda, Allah (c.c) dışında , insanlar tarafından ortaya atılan izm ler ile yönetilmek sureti ile başka rabler ittihaz eden Müslümanlara , Allah nasıl yardım edecektir ?. Allah'ın yardımının işlemesinin kuralı , onun hayatın her alanında rab olarak tanınması , ve onun hayatın her alanında olması ile mümkün olacaktır. Onu devreden çıkararak başka rabler tanıyanların , başı dara düştüğünde ondan yardım istemesi elbette abes olacak , ve yardım asla gelmeyecektir.
Rabbim Allah diyerek , doğru bir yol tutanların üzerine Melekler nasıl iner ?.
Fussilet s. 30. ve 32. ayetler arasında Melekler tarafından söylenen sözler temsili bir anlatım olup , bir beşerin kulağıyla duyması, veya inen Melekleri göz ile görmesi asla söz konusu değildir . Meleklerin ağzından çıkan bu sözler , "Rabbim Allah" diyerek doğru bir yol üzerinde gidenlerin, kendilerine yardım kapısının açılmasını hak ettiklerini , artık önündeki engellere aldırmadan yürümeleri gerektiğini ifade etmektedir.
Her kim "Rabbim Allah" diyerek , bu sözün gerektirdiği yaşantı üzerinde olursa Allah'ın yardımı ona ulaşacak, ve arkasında büyük bir güç olduğunu bilerek ona göre hareket edecektir. Meleklerin Kur'an'da, Allah (c.c) nin iman eden kullarına olan yardımının vasıtası olması açısından bir göreve sahip olduğu beyan edildiği için , bu anlatım Meleklerin lisanı üzerinden gerçekleştirilmektedir.
Kur'an gayb alanına giren konuları zihnimizin algılaması mümkün olmadığı için, zihin dünyamızın tecrübe alanına giren konulara benzeterek anlatmaktadır. Allah (c.c) gayb alanına girmesi nedeniyle bizim kendisini tanıyabilmemiz için zihin dünyamızın aşina olduğu bir kavram olan, mülk ve saltanat sahibi olan bir hükümdara benzeterek anlatmaktadır.
Melek kavramı ise bu benzetme ile alakalı olarak , bir hükümdarın çevresinde olan , elçi , danışman , ordu gibi unsurların somut bir hale getirilmiş olmasını ifade etmektedir. Allah (c.c) bir hükümdar olarak meleklerden elçiler seçmekte (Hacc s.75 , Nahl s. 2) , etrafında "Mele i Ala" dediği danışmanları bulunmakta (Sad s. 69 , Saffat s. 8) , düşmanlarını bozguna uğratacak orduları bulunmaktadır (Enfal s. 40 , Fetih s. 4-7).
Allah (c.c) mülk sahibi bir hükümdar olarak , mülkünün ve mülkü üzerinde yaşayan, ve onu gerçek rab ve ilah olarak kabul etmiş olan kullarının da koruyucusudur. Bu korumayı bizlere zihin dünyamızın aşina olduğu "Ordu" kavramı ile anlatmaktadır. Kendisine baş kaldıranları helak etmek için, veya kendisini ilah ve rab olarak tanıyan kullarını korumak için gerekli olan güç "Allah'ın Orduları" deyimi şeklinde , Kur'an içindeki ayetlerde kullanılmaktadır. Allah'ın ordularının mensubu olan askerler de haliyle gaybi bir kavram dahilinde olacak, ve bu ordular "Melek" kavramı ile ifade edilecektir.
[008.012] Hani Rabbın, meleklere: Ben sizinleyim, haydi iman edenlere sebat
verin, diye vahyetmişti. Ben, küfretmiş olanların kalblerine korku salacağım.
Artık siz de vurun boyunlarının üstüne, vurun tüm parmaklarına.
Melek , iyilik ve güzellik etrafında şekillenmiş tüm olumlu şeyleri ifade eden bir kavram olarak , insanların öteden beri bildiği bir kavramdır. Allah (c.c) kendisine iman eden ve güvenen kullarına olan desteğini , kullarının bildiği ve şahit olduğu bir kavram dahilinde anlatarak , onlara olan desteğini Melekler ile somut bir hale getirmek sureti ile ifade etmektedir.
Allah'ın ordularının desteğinin arkalarında olduğunu bilenlerin Bedir'de aldığı başarı buna canlı bir örnektir. "Rabbimiz Allah'tır" diyerek doğru bir yol üzerinde giden Müslümanlar az olmalarına rağmen , kendilerinden daha fazla olan müşrik ordusunu mağlup etmişlerdir. Aynı Müslüman ordusu bu sözlerin gereğini, Uhut harbinde yerine getirmemesi nedeniyle mağlup olmuştur.
[009.040] Eğer siz ona yardım etmezseniz; doğrusu Allah, ona yardım
etmişti. Hani kafirler onu çıkarmışlardı da, o ikinin ikinicisiydi. Hani onlar
mağarada idiler ve hani o, arkadaşına; üzülme, Allah bizimledir, diyordu. Bunun
üzerine Allah, ona sekinetini indirmişti, onu sizin görmediğiniz ordularla
desteklemişti. Ve küfretmiş olanların sözünü alçaltmıştı. Allah'ın kelimesi ise
en yüce olandır. Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.
Rabbimiz Allah'tır sözünü hayat içinde pratiğe döken Muhammed (a.s) ve yol arkadaşına , mağarada ölüm ile burun buruna geldiklerinde yapılan yardım "Görülmeyen ordular ile desteklenmek" şeklinde ifade edilmektedir. Ne Muhammed (a.s) ne de arkadaşı kendilerine yardım edenleri göz ile görmemişlerdir. Fakat mağarada ölüm ile burun buruna geldiklerinde , onların ölümden kurtulmuş olmaları böyle ifade edilerek , bu kurtuluşu sağlayan güç ve kuvvetin Allah (c.c) olduğu hatırlatılmaktadır. Bedir savaşı ile ilgili ayetlerde "Onları siz öldürmediniz Allah öldürdü , Attığın zaman sen atmadın Allah attı" (Enfal s. 17) ifadeleri, Bedir'de olan yardımın ifadesidir.
Bizler Meleklerin askerlik yaptığı orduların nasıllığı üzerinde herhangi bir fikir yürütebilecek bilgilere sahip değiliz. Bu ifadeler kendisini bizlere güç ve kudret sahibi olan bir hükümdara benzeterek tanıtan Allah (c.c) nin , bir hükümdarın düşmanlarına korku , dostlarına ise güven veren ordulara sahip olması gerektiğine binaen yapılmış anlatımlardır.
Bu noktada Meleklerin varlığı, yokluğu veya ne oldukları noktasında bir takım tartışmaların yapılmış olduğu , konu ile alakalı olanların malumudur. Bu tür tartışmaların gereksiz ve yanlış olduğunu hatırlatarak , gayb ile alakalı olan konularda, verilmek istenen mesajı okumaya çalışmak , üzerinden mesaj verilen kişi veya varlıkların varlığı veya yokluğunu tartışmanın anlamsız olduğunu da ortaya koyacaktır. Varlık veya yokluk üzerinden yapılan tartışmalar , bizlere yaşantı içinde herhangi bir getiri sağlamayacak , sadece entellektüel bir faaliyet olarak kısır tartışmalar içinde, bize verilmek istenilen mesajların buharlaşmasını sağlayacaktır.
[003.160] Allah size yardım ederse, sizi yenecek yoktur; eğer sizi
yardımsız bırakıverirse, O'ndan başka size yardım edecek kimdir? İnananlar
yalnız Allah'a güvensinler.
Sonuç olarak : İnsan fıtri olarak arkasında kendisine güvendiği , kendisinden güçlü olduğuna inandığı , başı dara düştüğünde yardımını görebileceği , güç ve kudret sahibi olan kimselere ihtiyaç duymaktadır. Allah (c.c) insanın yaratıcısı olarak fıtratından gelen bu ihtiyaca gerçek olarak cevap veren tek varlık olduğunu haber vererek , güvenilmesi gereken adresin sadece kendisi olduğunu beyan etmektedir. Kullarının bu güveninin boşa olmadığını göstermek için , teşbihi bir anlatım dahilinde Meleklerden oluşan ordular sahibi olduğunu , gerektiği zaman bu ordusunu kendisini rab olarak tanıyan kullarına yardım için göndereceğini bizlere bildirmektedir.
Fussilet suresi 30-31 ve 32. ayetleri işte bu yardımın hangi şartlarda meydana geleceğini , Allah'ın yardımının somut hale getirilmiş şekli olan Meleklerin lisanı üzerinden anlatmakta , Allah'ın yardımına mazhar olanların dünya ve ahirette mutluluğa kavuşacağını haber vermektedir.
Melek , gaybe ait bir kelime olması nedeniyle , üzerinde bir takım spekülasyonlar yapılabilmektedir. İnsanın görünmeyen olan merakı , bu kelime ile ifade edilen varlıkların nasıllığı konusu cevabını aramaktadır.
Fakat Kur'an bu sorunun cevabını bizlere vermemektedir. Nedeni ise, gaybi alana dair bir konu olması ve bizim zihnimizin bu alan ile ilgili bilgileri algılama konusunda yetersiz kalmasıdır. Biz Melek kelimesi ile anılan varlıkların ne olduğu veya ne olmadığından ziyade , bize anlatılan işlevi üzerinde bilgi verilmiş olmasını dikkate alarak , sınırları zorlamamak zorunda olduğumuzu düşünmekteyiz.
İman edenlerin üzerine Melek inmesi , Allah'ın gücünün ve yardımının arkalarında olduğunu bilmeleri ve arkalarında olan bu gücün mağlup olmasının imkansız olduğunu bilerek hareket etmelerini sağlamaya matuf , moral ve motivasyon sağlayan anlatımlardır.
Fussilet s. 30-31-32. ayetlerde anlatılan bilgileri bu doğrultuda okumaya çalışarak , gaybı taşlamadan bize verilmek istenilen mesajı okumaya gayret ettik.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
İnsan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İnsan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
27 Kasım 2016 Pazar
13 Kasım 2016 Pazar
Araf s. 179. Ayeti : Bir Çeviri Sorunu Allah (c.c) Cehennem İçin İnsan Yaratır mı ?
Kur'an'da bazı ayetler, okuyan kişiler tarafından anlaşılmasında güçlük çekilmekte , bu okuyuculardan kalbinde hastalık olanlar , "Böyle şey olmaz" , "Bu ayette çelişki var" , "Allah'ın insanlara ne garezi var" gibi sözlerle ayetlere karşı inkarcı bir tavır takınmakta iken, bir diğer gurup okuyucu ise, Kur'an'ı samimi amaçlarla okumakta, ve bazı ayetleri anlamakta zorluk çekerek , bu ayetler ile bizlere nasıl bir mesaj verilmek istendiği yönünde anlama çalışmasına girmektedir.
Bu okuyucuların bazı ayetleri anlamamalarının bir takım nedenleri bulunmaktadır. Bu nedenlerden bir tanesi , ayetin çevirisinde yaşanan sorunlardır. Ayetin yanlış çevirisi , dil kurallarını kullanmaktaki eksiklik , veya Kur'an bütünlüğünden bağımsız bir çeviri yapılmasından kaynaklanan bazı sorunlar, okuyucunun zihninde bazı soruların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
Bu yazımızda , Araf s. 179. ayetini ele alarak , okuyucu tarafından bazı soruların sorulmasına sebep olan ayetin çevirisinden kaynaklandığını düşündüğümüz problem üzerinde durmaya çalışacağız.
وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِّنَ الْجِنِّ وَالإِنسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لاَّ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بِهَا أُوْلَئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
Bu ayetin yapılan çevirileri şöyledir ;
[007.179] And olsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık; onların kalbleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir.
Ayetin bu şekilde yapılmış çevirisini okuyan bir kimsenin zihninde , Allah (c.c) nin insanları neden cehennem için yarattığı , kalbinde hastalık olanların ise , "Allah'ın insanlara ne garezi var?" sorusu sorulacaktır.
Bu soruya , Allah (c.c) nin insanları cennet veya cehennem ile karşılık alacakları amelleri işlemesinde serbest bıraktığı , onların iradelerine müdahale etmediği , insanların dünya hayatlarında işlediği amelleri hür iradeleri ile işlediği , ilmi gereği insanların nasıl amel işleyerek sonlarının nasıl olacağını bildiği gibi , bir çok ayette insanların bir çoğunun iman etmediğinin zaten bildirilmiş olduğu gibi cevaplar verilebilir.
Bu cevapların elbette hepsi doğrudur. Ancak ayetin, rivayetler tarafından oluşturulmuş olan kader inancındaki , bütün insanların yapacaklarının, onlar varlık sahasına gelmeden ezelde yazıldığı düşüncesinin doğrultusunda bir çeviri yapılmış olmasının yanlış olduğunu düşünmekteyiz.
Ayetteki "Zere'na" fiiline "Yarattık" şeklinde bir anlam vermenin uygun olmadığını söyleyerek , bu kelime için farklı bir çeviri yapılması gerektiğini düşünmekteyiz.
"Zeree" fiili , Allah'ın yarattığını açığa çıkarması , bedenlere varlık vermesi , vücuda getirmesi anlamındadır. Asıl önemli nokta bu fiilin yaratmadan sonraki bir aşamayı ifade etmiş olmasıdır. Bu fiile "Yaratmak" olarak verilen anlam, bu sebepten ötürü uygun değildir.
Bu fiilin geçtiği diğer ayetleri gördüğümüz zaman demek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır.
[023.079] Ve sizi Arzda yayan (zereeküm) o dur, hep ona haşrolunacaksınız.
[067.024] Deki, sizi Arzda yayan (zereeküm) o dur hep ona haşrolunacaksınız.
[042.011] O göklerin ve yerin yaratıcısıdır (fatiru). O sizin için kendi nefsinizden eşler ve hayvanlardan da çiftler kılmıştır (ceale). O, sizi bu düzen içerisinde üretip yayıyor (yezreüküm). O'nun benzeri olan hiçbir şey yoktur. O, her şeyi işitir ve görür.
Şura s. 11. ayetinde "Fatare" fiili ile ifade edilen ilk yaratmanın ardından , yaratma sonrası aşamaları ifade eden "Ceale" ve "Zeree" fiillerinin gelmiş olması , bu fiile yaratmak anlamının verilmesinin uygun olmadığını göstermektedir.
Zeree fiiline "yaratmak" anlamının yerine verilecek olan "Yaymak" anlamı , yaratmadan sonraki aşamayı daha doğru ifade etmiş olması açısından, tercih edilmesi gereken anlam olduğunu söyleyebiliriz.
Ayet içindeki "Licehenneme" kelimesine "Cehennem için" anlamı yerine , "Cehenneme" şeklinde anlam vermek, "Lam" edatının e , a anlamına da sahip olması açısından daha uygun olacaktır. Aynı kelimenin geçtiği diğer iki ayete baktığımızda, kelimeye bu anlamın verildiğini görmekteyiz.
[050.030] O gün cehenneme:(licehenneme) «Doldun mu?» deriz, o: «Daha var mı?» der.
[072.015] Ama haksızlar, cehenneme (licehenneme) odun olmuşlardır!»
Bundan sonra Araf s. 179. ayetini şu şekilde yeniden anlamlandırmak mümkündür.
"And olsun ki , ins ve cinden bir çoğunu , kalpleri olup onunla anlamadıkları , gözleri olup onunla görmedikleri , kulakları olup onunla işitmediklerinden dolayı , CEHENNEME YAYDIK. İşte bunlar , hayvanlar gibi hatta onlardan daha şaşkındırlar."
Dikkat edilirse meal yapıcılarının tamamına yakınının bu ayete verdikleri anlam, insanların bir çoğunun , daha varlık sahasına çıkmadan cehennemlik olduğunun belirlenmiş olduğuna dair bir anlam içermektedir. Bizim verdiğimiz anlam ise , insanların bir çoğunun varlık sahasına çıktıktan sonra , işledikleri ameller yüzünden cehennemi hak ettiklerine dairdir.
Burada neden gelecek zaman sigası olarak değil de , geçmiş zaman sigası olarak ifade edildiği sorulacaktır. Kur'an'ı dikkatli okuyan birisi , bir çok ayette gelecek olan kıyamet günü için geçmiş zaman sigasına ait fiillerin kullanıldığını görecektir.
[039.068] Sûr'a üfürüldü; böylece Allah'ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde olanlar çarpılıp-yıkılıverdi. Sonra bir daha ona üfürüldü, artık onlar ayağa kalkmış durumda gözetiyorlar.
Zümer s. 68. ayeti (başka örnekleri de mevcuttur), daha vaki olmamış kıyamet gününü anlatan ayetlerin gelecek zaman sigası ile değil geçmiş zaman sigası olarak anlatımına bir örnek olması açısından dikkat çekicidir.
Sonuç olarak :Allah (c.c) kullarını cehenneme atmak için yaratmaz , kulları yaşadıkları hayatta eğer cehennem ehlinden olmak için gerekli olan amelleri işleyecek olurlarsa , onları vaat ettiği cehennem ile cezalandırır.
Araf s. 179. ayetinin , yapılan çevirileri , Allah (c.c) nin bir çok insanı cehennem için yarattığı şeklinde bir anlam verilmek sureti ile kafalarda bazı soruların oluşmasına sebep olmaktadır. Bu anlamın, insanların kaderinin daha onlar yaratılmadan önce belirlendiği düşüncesini destekleyen bir anlam doğrultusunda olması nedeniyle doğru, bir anlam olmadığını düşünmekteyiz.
Bu noktada , Allah (c.c) nin kullarının işleyeceği amelleri, onlar daha varlık sahasına gelmeden önce bildiğini , fakat onun bilmesi ile , kaderlerinin yazılmış olmasının aynı şey olmadığını hatırlatmak istiyoruz. Allah (c.c) kullarının nasıl ameller işleyeceğini önceden elbette bilir , ancak onun bilmesi o kullarının hür iradeleri ile ne yapacaklarını bilmesi , iradelerine müdahale etmemesi anlamındadır.
Ayetin doğru anlamının , insanların yaratılmadan önce kaderlerinin belirlendiğine dair bir bilgi değil , insanların yaratıldıktan sonra işledikleri amellerin karşılığını alacaklarına dair bir anlam içermesi gerektiğini düşünmekteyiz.
Allah (c.c) insanlara "Semi - Basar - Fuad" olarak ifade edilen duyu organları bahşederek , bunları kullanmak sureti ile, insan olmanın gereğini yerine getirmelerini istemektedir. Bu duyu organlarını gereği gibi kullanmak sureti ile insan olmanın gereğini yerine getirmeyenlerin akıbetlerinin cehennem olduğu beyan edilmektedir.
Onların "Sanki En-am gibi" olduklarının ifade edilmesi ise , görme ve işitme duyularına sahip olan hayvanların kendilerine söylenen sözleri anlamamış olmalarından dolayı benzetmede bulunulmasıdır.
Araf s. 179. ayetine "And olsun ki , ins ve cinden bir çoğunu , kalpleri olup onunla anlamadıkları , gözleri olup onunla görmedikleri , kulakları olup onunla işitmediklerinden dolayı , CEHENNEME YAYDIK. İşte bunlar , hayvanlar gibi hatta onlardan daha şaşkındırlar." şeklinde bir anlamın daha uygun olacağını düşünmekteyiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu okuyucuların bazı ayetleri anlamamalarının bir takım nedenleri bulunmaktadır. Bu nedenlerden bir tanesi , ayetin çevirisinde yaşanan sorunlardır. Ayetin yanlış çevirisi , dil kurallarını kullanmaktaki eksiklik , veya Kur'an bütünlüğünden bağımsız bir çeviri yapılmasından kaynaklanan bazı sorunlar, okuyucunun zihninde bazı soruların ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.
Bu yazımızda , Araf s. 179. ayetini ele alarak , okuyucu tarafından bazı soruların sorulmasına sebep olan ayetin çevirisinden kaynaklandığını düşündüğümüz problem üzerinde durmaya çalışacağız.
وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِّنَ الْجِنِّ وَالإِنسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لاَّ يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لاَّ يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بِهَا أُوْلَئِكَ كَالأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُوْلَئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ
Bu ayetin yapılan çevirileri şöyledir ;
[007.179] And olsun ki, cehennem için de birçok cin ve insan yarattık; onların kalbleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi hatta daha sapıktırlar. İşte bunlar gafillerdir.
Ayetin bu şekilde yapılmış çevirisini okuyan bir kimsenin zihninde , Allah (c.c) nin insanları neden cehennem için yarattığı , kalbinde hastalık olanların ise , "Allah'ın insanlara ne garezi var?" sorusu sorulacaktır.
Bu soruya , Allah (c.c) nin insanları cennet veya cehennem ile karşılık alacakları amelleri işlemesinde serbest bıraktığı , onların iradelerine müdahale etmediği , insanların dünya hayatlarında işlediği amelleri hür iradeleri ile işlediği , ilmi gereği insanların nasıl amel işleyerek sonlarının nasıl olacağını bildiği gibi , bir çok ayette insanların bir çoğunun iman etmediğinin zaten bildirilmiş olduğu gibi cevaplar verilebilir.
Bu cevapların elbette hepsi doğrudur. Ancak ayetin, rivayetler tarafından oluşturulmuş olan kader inancındaki , bütün insanların yapacaklarının, onlar varlık sahasına gelmeden ezelde yazıldığı düşüncesinin doğrultusunda bir çeviri yapılmış olmasının yanlış olduğunu düşünmekteyiz.
Ayetteki "Zere'na" fiiline "Yarattık" şeklinde bir anlam vermenin uygun olmadığını söyleyerek , bu kelime için farklı bir çeviri yapılması gerektiğini düşünmekteyiz.
"Zeree" fiili , Allah'ın yarattığını açığa çıkarması , bedenlere varlık vermesi , vücuda getirmesi anlamındadır. Asıl önemli nokta bu fiilin yaratmadan sonraki bir aşamayı ifade etmiş olmasıdır. Bu fiile "Yaratmak" olarak verilen anlam, bu sebepten ötürü uygun değildir.
Bu fiilin geçtiği diğer ayetleri gördüğümüz zaman demek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır.
[023.079] Ve sizi Arzda yayan (zereeküm) o dur, hep ona haşrolunacaksınız.
[067.024] Deki, sizi Arzda yayan (zereeküm) o dur hep ona haşrolunacaksınız.
[042.011] O göklerin ve yerin yaratıcısıdır (fatiru). O sizin için kendi nefsinizden eşler ve hayvanlardan da çiftler kılmıştır (ceale). O, sizi bu düzen içerisinde üretip yayıyor (yezreüküm). O'nun benzeri olan hiçbir şey yoktur. O, her şeyi işitir ve görür.
Şura s. 11. ayetinde "Fatare" fiili ile ifade edilen ilk yaratmanın ardından , yaratma sonrası aşamaları ifade eden "Ceale" ve "Zeree" fiillerinin gelmiş olması , bu fiile yaratmak anlamının verilmesinin uygun olmadığını göstermektedir.
Zeree fiiline "yaratmak" anlamının yerine verilecek olan "Yaymak" anlamı , yaratmadan sonraki aşamayı daha doğru ifade etmiş olması açısından, tercih edilmesi gereken anlam olduğunu söyleyebiliriz.
Ayet içindeki "Licehenneme" kelimesine "Cehennem için" anlamı yerine , "Cehenneme" şeklinde anlam vermek, "Lam" edatının e , a anlamına da sahip olması açısından daha uygun olacaktır. Aynı kelimenin geçtiği diğer iki ayete baktığımızda, kelimeye bu anlamın verildiğini görmekteyiz.
[050.030] O gün cehenneme:(licehenneme) «Doldun mu?» deriz, o: «Daha var mı?» der.
[072.015] Ama haksızlar, cehenneme (licehenneme) odun olmuşlardır!»
Bundan sonra Araf s. 179. ayetini şu şekilde yeniden anlamlandırmak mümkündür.
"And olsun ki , ins ve cinden bir çoğunu , kalpleri olup onunla anlamadıkları , gözleri olup onunla görmedikleri , kulakları olup onunla işitmediklerinden dolayı , CEHENNEME YAYDIK. İşte bunlar , hayvanlar gibi hatta onlardan daha şaşkındırlar."
Dikkat edilirse meal yapıcılarının tamamına yakınının bu ayete verdikleri anlam, insanların bir çoğunun , daha varlık sahasına çıkmadan cehennemlik olduğunun belirlenmiş olduğuna dair bir anlam içermektedir. Bizim verdiğimiz anlam ise , insanların bir çoğunun varlık sahasına çıktıktan sonra , işledikleri ameller yüzünden cehennemi hak ettiklerine dairdir.
Burada neden gelecek zaman sigası olarak değil de , geçmiş zaman sigası olarak ifade edildiği sorulacaktır. Kur'an'ı dikkatli okuyan birisi , bir çok ayette gelecek olan kıyamet günü için geçmiş zaman sigasına ait fiillerin kullanıldığını görecektir.
[039.068] Sûr'a üfürüldü; böylece Allah'ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde olanlar çarpılıp-yıkılıverdi. Sonra bir daha ona üfürüldü, artık onlar ayağa kalkmış durumda gözetiyorlar.
Zümer s. 68. ayeti (başka örnekleri de mevcuttur), daha vaki olmamış kıyamet gününü anlatan ayetlerin gelecek zaman sigası ile değil geçmiş zaman sigası olarak anlatımına bir örnek olması açısından dikkat çekicidir.
Sonuç olarak :Allah (c.c) kullarını cehenneme atmak için yaratmaz , kulları yaşadıkları hayatta eğer cehennem ehlinden olmak için gerekli olan amelleri işleyecek olurlarsa , onları vaat ettiği cehennem ile cezalandırır.
Araf s. 179. ayetinin , yapılan çevirileri , Allah (c.c) nin bir çok insanı cehennem için yarattığı şeklinde bir anlam verilmek sureti ile kafalarda bazı soruların oluşmasına sebep olmaktadır. Bu anlamın, insanların kaderinin daha onlar yaratılmadan önce belirlendiği düşüncesini destekleyen bir anlam doğrultusunda olması nedeniyle doğru, bir anlam olmadığını düşünmekteyiz.
Bu noktada , Allah (c.c) nin kullarının işleyeceği amelleri, onlar daha varlık sahasına gelmeden önce bildiğini , fakat onun bilmesi ile , kaderlerinin yazılmış olmasının aynı şey olmadığını hatırlatmak istiyoruz. Allah (c.c) kullarının nasıl ameller işleyeceğini önceden elbette bilir , ancak onun bilmesi o kullarının hür iradeleri ile ne yapacaklarını bilmesi , iradelerine müdahale etmemesi anlamındadır.
Ayetin doğru anlamının , insanların yaratılmadan önce kaderlerinin belirlendiğine dair bir bilgi değil , insanların yaratıldıktan sonra işledikleri amellerin karşılığını alacaklarına dair bir anlam içermesi gerektiğini düşünmekteyiz.
Allah (c.c) insanlara "Semi - Basar - Fuad" olarak ifade edilen duyu organları bahşederek , bunları kullanmak sureti ile, insan olmanın gereğini yerine getirmelerini istemektedir. Bu duyu organlarını gereği gibi kullanmak sureti ile insan olmanın gereğini yerine getirmeyenlerin akıbetlerinin cehennem olduğu beyan edilmektedir.
Onların "Sanki En-am gibi" olduklarının ifade edilmesi ise , görme ve işitme duyularına sahip olan hayvanların kendilerine söylenen sözleri anlamamış olmalarından dolayı benzetmede bulunulmasıdır.
Araf s. 179. ayetine "And olsun ki , ins ve cinden bir çoğunu , kalpleri olup onunla anlamadıkları , gözleri olup onunla görmedikleri , kulakları olup onunla işitmediklerinden dolayı , CEHENNEME YAYDIK. İşte bunlar , hayvanlar gibi hatta onlardan daha şaşkındırlar." şeklinde bir anlamın daha uygun olacağını düşünmekteyiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
4 Kasım 2016 Cuma
Hamd'ın Alemlerin Rabbi Allah'a Olmasının İnsan Hayatındaki Yeri Nasıl Olmalıdır?
Kur'an'ın bir çok yerinde geçen, "Elhamdulillahi Rabbil Alemin" (Hamd Alemlerin Rabbi Allah'a dır) şeklindeki cümleleri, her gün defalarca tekrarlamamıza rağmen, bu sözlerin gereğini hayatımızda yerine getirdiğimizi söylemek güçtür. Övgü anlamına gelen "Hamd" kelimesinin insan hayatında , insanın asi ve nankör bir tabiatı olması , başına gelenlerden kendisini sorumlu tutmayarak suçu başkalarında araması ile yakından ilgisi vardır.
İnsanlardan bazıları , yaşamları içinde başlarına gelen kötü olaylardan Allah c.c yi sorumlu tutarak, ona isyan etmeyi kendilerinde bir hak olarak görmekte, ve böylelikle ahiret yaşamlarını tehlikeye atmaktadırlar. Kur'an'ın bir çok yerinde geçen "Hamd" kavramı, şayet insanlar tarafından doğru anlaşılmış olsaydı , böyle bir isyanın ne kadar haksız olduğu anlaşılır , ve insanların başına gelen kötülüklerden dolayı Allah c.c nin hiç bir sorumluluğu olmadığı anlaşılmış olurdu.
Hamd kelimesinin Allah c.c için kullanılması , Alemlerin rabbi olması nedeniyle tüm alem üzerine koymuş olduğu işleyiş yasalarında herhangi bir yanlışlık , hata , kayırma , düzensizlik , eksiklik olmadığını göstermektedir. Bir kimsenin hamd edilmeyi hak etmesi demek , onun yanlış bir iş yapmaması , yaptığı her ne ise doğru olması nedeniyle her türlü övgüye layık olması demektir. Allah c.c yanlışlık ve hatadan münezzeh olması nedeniyle , hamd edilmeyi hak eden yegane varlıktır.
"Hamd" kavramı , Allah c.c nin aldığı kararların , verdiği hükmün en doğru ve tartışmasız olmasını ifade etmektedir. Bir kulun ona hamd etmesi demek , o kulun başına gelen her türlü olayı kabullenmesini , ve kendisi için hak ettiğinin bu olduğunu bilmesi ve ona göre davranış sergilemesi anlamına gelmektedir.
Hamd kavramının anlaşılması , Allah c.c nin yaratmış olduğu tüm varlıklar ve olaylar üzerinde bir yasa koymuş olduğunun bilinmesi ile mümkün olacaktır.Onun yaratmış olduğu aleme koymuş olduğu yasalar yani düzen, bazı ayetlerde şu şekilde beyan edilmektedir:
[006.038] Yerde debelenen hiçbir hayvan ve iki kanadı ile uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar! Biz kitapta hiçbir eksik bırakmamışızdır. Sonra hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.
[006.059] Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu ki apaçık Kitap'tadır ancak O bilir.
[057.022] Ne Arzda, ne de nefislerinizde bir musıbet başa gelmezki biz onu fi'le çıkarmazdan evvel bir kitabda yazılmış olmasın, şübhesiz bu Allaha göre kolaydır
Özellikle Hadid s. 22. ayeti, arz ve insan ile ilgili olan her şeyin daha önceden belirlenmiş bir yasası olduğunu yani hiç bir şey de başıboşluk , düzensizlik olmadığını beyan etmektedir. "Sünnetullah" diyebileceğimiz bu yasalar, hiç bir ayrım gözetmeden herkes üzerinde aynı şekilde işleyiş göstermektedir. Kısacası Allah c.c tüm varlıklar üzerine koyduğu bazı ilkeleri bulunmakta olup , bu ilkelere göre hareket etmektedir.
Bunu insan hayatı bazında düşündüğümüz zaman , insanın başına gelenler kendi elleri ile işledikleri sebebi ile olup , nankör bir tabiatı olan insan bu durumu kabullenmeyerek , hatayı başkalarında arayıp , kendi hatasını görmemek gibi bir haslete sahiptir.
[011.009] And olsun ki, insana nimetimizi tattırır sonra onu ondan çekip alırsak, o şüphesiz umutsuz bir nanköre döner.
[042.048] Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Biz seni onlara bekçi göndermedik; sana düşen sadece tebliğdir. Doğrusu Biz insana katımızdan bir rahmet tattırırsak ona sevinir; ama elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse işte o zaman görürsün ki insan gerçekten pek nankördür.
[041.046] Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir; kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara karşı zalim değildir.
Kullarına karşı zalim olmadığını bir çok yerde haber veren rabbimizin bu haberine karşı , kendi elleri ile işledikleri yüzünden başlarına gelenlerin sebebini kendi yaptıklarında aramayanlar , hatayı Allah c.c de arayarak , büyük bir zulüm işlemektedirler.
"Kadermiş!" öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru;
Belânı istedin Allah da verdi... doğrusu bu ya
İnsanlardan bazıları , yaşamları içinde başlarına gelen kötü olaylardan Allah c.c yi sorumlu tutarak, ona isyan etmeyi kendilerinde bir hak olarak görmekte, ve böylelikle ahiret yaşamlarını tehlikeye atmaktadırlar. Kur'an'ın bir çok yerinde geçen "Hamd" kavramı, şayet insanlar tarafından doğru anlaşılmış olsaydı , böyle bir isyanın ne kadar haksız olduğu anlaşılır , ve insanların başına gelen kötülüklerden dolayı Allah c.c nin hiç bir sorumluluğu olmadığı anlaşılmış olurdu.
Hamd kelimesinin Allah c.c için kullanılması , Alemlerin rabbi olması nedeniyle tüm alem üzerine koymuş olduğu işleyiş yasalarında herhangi bir yanlışlık , hata , kayırma , düzensizlik , eksiklik olmadığını göstermektedir. Bir kimsenin hamd edilmeyi hak etmesi demek , onun yanlış bir iş yapmaması , yaptığı her ne ise doğru olması nedeniyle her türlü övgüye layık olması demektir. Allah c.c yanlışlık ve hatadan münezzeh olması nedeniyle , hamd edilmeyi hak eden yegane varlıktır.
"Hamd" kavramı , Allah c.c nin aldığı kararların , verdiği hükmün en doğru ve tartışmasız olmasını ifade etmektedir. Bir kulun ona hamd etmesi demek , o kulun başına gelen her türlü olayı kabullenmesini , ve kendisi için hak ettiğinin bu olduğunu bilmesi ve ona göre davranış sergilemesi anlamına gelmektedir.
Hamd kavramının anlaşılması , Allah c.c nin yaratmış olduğu tüm varlıklar ve olaylar üzerinde bir yasa koymuş olduğunun bilinmesi ile mümkün olacaktır.Onun yaratmış olduğu aleme koymuş olduğu yasalar yani düzen, bazı ayetlerde şu şekilde beyan edilmektedir:
[006.038] Yerde debelenen hiçbir hayvan ve iki kanadı ile uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar! Biz kitapta hiçbir eksik bırakmamışızdır. Sonra hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.
[006.059] Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu ki apaçık Kitap'tadır ancak O bilir.
[057.022] Ne Arzda, ne de nefislerinizde bir musıbet başa gelmezki biz onu fi'le çıkarmazdan evvel bir kitabda yazılmış olmasın, şübhesiz bu Allaha göre kolaydır
Özellikle Hadid s. 22. ayeti, arz ve insan ile ilgili olan her şeyin daha önceden belirlenmiş bir yasası olduğunu yani hiç bir şey de başıboşluk , düzensizlik olmadığını beyan etmektedir. "Sünnetullah" diyebileceğimiz bu yasalar, hiç bir ayrım gözetmeden herkes üzerinde aynı şekilde işleyiş göstermektedir. Kısacası Allah c.c tüm varlıklar üzerine koyduğu bazı ilkeleri bulunmakta olup , bu ilkelere göre hareket etmektedir.
Bunu insan hayatı bazında düşündüğümüz zaman , insanın başına gelenler kendi elleri ile işledikleri sebebi ile olup , nankör bir tabiatı olan insan bu durumu kabullenmeyerek , hatayı başkalarında arayıp , kendi hatasını görmemek gibi bir haslete sahiptir.
[011.009] And olsun ki, insana nimetimizi tattırır sonra onu ondan çekip alırsak, o şüphesiz umutsuz bir nanköre döner.
[042.048] Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Biz seni onlara bekçi göndermedik; sana düşen sadece tebliğdir. Doğrusu Biz insana katımızdan bir rahmet tattırırsak ona sevinir; ama elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse işte o zaman görürsün ki insan gerçekten pek nankördür.
[041.046] Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir; kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara karşı zalim değildir.
Kullarına karşı zalim olmadığını bir çok yerde haber veren rabbimizin bu haberine karşı , kendi elleri ile işledikleri yüzünden başlarına gelenlerin sebebini kendi yaptıklarında aramayanlar , hatayı Allah c.c de arayarak , büyük bir zulüm işlemektedirler.
"Kadermiş!" öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru;
Belânı istedin Allah da verdi... doğrusu bu ya
Taleb nasılsa, tabîî, netîce öyle çıkar,
Meşiyyetin (İrade) sana zulmetmek ihtimâli mi var? (Mehmet Akif Ersoy)
İnsan olarak şunu hatırdan çıkarmamalıyız ki ; Bizim başımıza ne geldi ise , veya dünya üzerinde insanların dahli ile meydana gelen her ne olay olursa , bu olaylardan Allah c.c sorumlu değil , kullar sorumludur (deprem , tsunami , kasırga gibi felaketleri kast etmediğimizi hatırlatmak isteriz). Eğer insan eli ile meydana gelen olaylardan Allah c.c sorumlu olsaydı , onun bizim yaptıklarımız karşısında bize vaat ettiği ahiret karşılığı, zulümden başka bir şey olmazdı . Bizim yaptıklarımız hususunda onun sorumluluğunun olması , ve bunun karşısında kendisini sorumlu tutmayarak bizleri sorumlu tutan Allah c.c, adil değil haşa zalim bir ilah olmuş olurdu.
[076.003] Ona yolu da gösterdik; artık ister şükreder, ister nankör olur.
Hamd etmek yerine isyan etmek şeklinde ortaya çıkan tepkiler genellikle, bazı insanların doğuştan bir hastalık ile doğmaları ,veya genç yaşta hastalıklar nedeniyle vefat etmeleri gibi insanları sıkıntıya sokan bazı nedenlerle ortaya çıkmaktadır. Bu tür durumlarla karşılaşan bazı insanların yakınları veya kendileri , bu durumu Allah c.c nin onlara yaptığı bir kötülük olarak görerek , "Bula bula bizi mi buldun?" gibi isyankar sözlerle , başlarına gelen sıkıntılı durumlardan ötürü Allah c.c yi suçlamaktadırlar.
Günümüzde bir çok insanı yakından ilgilendiren bu sorun, yine "Hamd" kavramı ile yakından alakalıdır. Hamd edilmeye layık yegane varlık olması nedeniyle , yarattığı her şeye bir kural ve yasa koyan Allah c.c hiç bir kulu için , "Bu kulumun gözleri ama halde dünyaya gelmesini istiyorum" , "Bu kulumun spastik özürlü olarak dünyaya gelmesini istiyorum" , "Bu kulumun genç yaşta kanser veya benzeri hastalıklar ile ölmesini istiyorum" şeklinde bir irade beyanı ile kullarının bu şekilde dünyaya gelmesinde dahli olmaz.
Eğer bir çocuk doğuştan ama olarak , veya spastik özürlü olarak dünyaya geliyor , veya bir kimse genç yaşta kanser veya benzeri hastalıklar ile vefat ediyorsa , bunun sebebi tamamen o kişilerin ailelerinde olan genetik sorunlardan , veya çevresel faktörlerden ,veya sağlıklı olmak için gerekli olan kuralları çiğnemesinden kaynaklanan sorunlardır.
Anne ve babanın kendisi veya onların daha önceki anne babalarından gelen genetik faktörler , veya insanların yaşadığı dünyanın çeşitli yerlerinde meydana gelen olumsuz çevresel olaylar, bir kimsenin dünyaya bazı azalarından noksan , bazı azalarının çalışmaz , veya bir takım hastalıklar taşıyarak dünyaya gelmesine sebep olabilir , veya bir kimse sağlık nimetini iyi kullanmaması sonucunda bir takım hastalıklara yakalanarak genç yaşta hayatını kaybedebilir.
Allah c.c her şeye gücü yeten biri olarak bu gibi doğumları veya erken yaştaki ölümleri neden önlemediği sorusu, bu noktada mutlaka sorulacaktır. Allah c.c koymuş olduğu yasalar gereğince genetik veya çevresel faktörler gibi sebeplerden dolayı , bir kimsenin dünyaya sağlıksız olarak gelmesi gerekiyor ise , duruma müdahale ederek , onun sağlıklı bir şekilde dünyaya gelmesini de sağlamaz. Bu gibi olaylar tamamen sebep-sonuç ilişkisi dahilinde gelişen olaylar olup , olayın yegane suçlusu olarak Allah c.c nin gösterilmesi büyük bir bühtandır.
Hastalıkların tedavi edilmesi için çalışılması ve gayret edilmesi konusunun elbette göz ardı edilmemesi gereken bir durum olduğunu burada hatırlatmak isteriz.
Allah c.c nin bu gibi olaylara neden müdahale etmediği sorusunun cevabı "İmtihan" kavramı ile de yakından alakalıdır. İnsan hayatını iki aşamalı olarak kabul edecek olursak , birinci aşaması kendi elleri ile işledikleri yüzünden başına gelen bazı sıkıntılı durumlar , ikinci aşaması ise başına gelen sıkıntılı duruma isyan etmemek , sabır göstermek , çıkış yolu aramaktır.
[067.002] O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginiz daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır.
[011.007] Hanginizin daha güzel ameli olduğunu denemek için; gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. Zaten Arş'ı su üstünde idi. Andolsun ki; ölümden sonra muhakkak siz yine dirileceksiniz, desen; küfredenler mutlaka: Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir, diyeceklerdir.
Bir çok ayet dünya hayatının, kalıcı olan ahiret hayatı için bir çalışma yeri olduğunu , asıl olan yerin ahiret yurdu olduğunu bizlere hatırlatarak , yaşadığımız yerin imtihan sahası olduğunu ve buna göre hareket etmemizi istemektedir. İnsanların bazı sebeplerden ötürü başlarına gelen musibetlere karşı isyan etmeyerek sabır göstermesi , onlar için imtihanı başarma vesilesi sayılmaktadır.
[002.155-156] Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.Onlara bir musibet geldiğinde: «Biz Allah'ınız ve elbette O'na döneceğiz» derler.
Yukarıdaki ayet , insana kendi eli ile işlediği yüzünden veya başka sebeplerden ötürü dokunmuş olan musibetlere karşı, nasıl bir tavır takınması gerektiğini öğreten ayetlerdendir. İnsan yaşadığı hayat içinde karşılaştığı zorluklara karşı , isyan etmeden , nankörlük etmeden içinde bulunduğu durumu iyileştirmek için çabalamak ve gayret etmek zorundadır.
Başına gelen herhangi bir musibete karşı "Kaderim böyleymiş" diyerek oturmak yerine , içine düştüğü sıkıntılı durumdan kurtulmanın yollarını aramak , gerçek tevekkül sahibi olan bir müminin yapması gerekendir.
Ele almaya çalıştığımız konu "Kader" kavramı ile de yakından alakalıdır. Bu kavram Kur'an'i anlamda , Allah c.c nin varlıklar üzerine koymuş olduğu yasalar anlamında olmasına rağmen , zaman içinde yanlış bir anlama büründürülerek insanın ne yapsa değiştiremeyeceği , doğuştan alnına yazılmış olan yazgı anlamında anlaşılmaktadır. Kader kavramı eğer doğru bir şekilde anlaşılacak olursa , kişilerin başlarına gelen olaylar ve durumların meydana gelmesinde Allah c.c nin sorumluluğu olmadığı da anlaşılarak , "Kader mahkumu" , "Kaderimse çekerim" gibi arabesk edebiyatı da ortadan kalkacaktır.
Yeri gelmişken , halk arasında yanlış olarak bilinen bir konuyu hatırlatmak istiyoruz . Hasta olan birine "Hastalığına şükretme hamd et , Allah hastalığına şükredenlerin hastalığını artırır" şeklinde bazı hatırlatmalar yapılmaktadır.
Bu düşünceye İbrahim s. 7. ayetinde "Hani Rabbınız: Şükrederseniz; andolsun ki, size artırırım, nankörlük ederseniz; bilin ki azabım çok şiddetlidir, diye bildirmişti." ayetinin yanlış olarak anlaşılması sonucunda varıldığını söylemek istiyoruz. Allah c.c kullarına verdiği nimete nankörlük etmemelerini , şükretmelerini , şükrettikleri takdirde bu nimetleri artıracağını vaat etmekte , fakat hasta olan birisi eğer bu hastalığına şükrettiği takdirde bu hastalığı da artıracağı gibi bir düşüncenin ortaya çıkması son derece hatalıdır. Şayet hasta biri hastalığına şükretse bu durum onun nankör bir kul olmadığını gösterir , ancak hastalığının artmasına vesile olmaz.
"Hastalık için hamd etmek mi , yoksa şükretmek mi gerekir?" şeklinde bir soruya , ikisi de yapılabilir diyebiliriz şöyle ki ; Hastalık ile karşılaşan bir kul bu hastalıktan Allah c.c nin sorumlu olmadığını ifade etmek için hamd eder , nankör bir kul olmadığını göstermek için şükreder.
Hamd ile şükür arasındaki farkı kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür ; Hamd kula isabet eden nimet içinde , sıkıntı içinde yapılabilir , şükür ise sadece nimet karşılığında yapılabilir. Hamd , şükürden daha geniş kapsamlı olmakla birlikte , şükür daha dar kapsamlıdır.
Yazımızda geçen "Hamd" - "Kader" - "İmtihan" kavramlarının birbiri ile alakasını kurduğumuz takdirde ortaya çıkan sonuç şudur ;
Hamd = Allah c.c nin alemlerin rabbi olarak yaratmış olduğu her şeyin üzerinde yapmış olduğu tasarrufta , verdiği kararda , hiç bir şekilde hata ve yanılma gibi durumların söz konusu olmaması , yaptığı her şeyin övgüye layık olması anlamındadır.
Kader = Allah c.c nin Yarattığı her şeyin bir yasa gereği olması , yaratılan her şeyin üzerinde bir yasa bulunması , bu dünya yüzünde her ne meydana geliyorsa bu yasaların sonucu meydana gelmesi , Allah c.c nin keyfi davranışı , taraflı davranışı , ilkesiz davranışı gibi şeyin söz konusu olmaması anlamındadır.
İmtihan = Yaşadığımız hayat içinde kendi işlediklerimiz yüzünden veya bizim elimizde olmayan sebeplerden dolayı başımıza gelen herhangi bir musibetin bizim tarafımızdan görülmesi gereken yönüdür. Kendisine bir musibet gelen kul, "Allah c.c beni bu şekilde imtihan ediyor" bilinci içinde başına gelene karşı isyan etmemek sureti ile, gereken çalışma ve gayreti gösterdiği takdirde , "Hamd" kavramını hayatı içinde doğru bir yere oturtarak , nankör insan olmak yerine , şükreden bir insan olacaktır.
Çünkü bu kul başına gelenin sorumluluğunu Allah c.c ye yüklemeyerek , meydana gelen olayın kendi sorumluluğundan ötürü başına geldiğini bilerek hareket etmek sureti ile isyan etmek yerine , başına gelen sıkıntıdan kurtulmayı veya sabretmeyi bilecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
Meşiyyetin (İrade) sana zulmetmek ihtimâli mi var? (Mehmet Akif Ersoy)
İnsan olarak şunu hatırdan çıkarmamalıyız ki ; Bizim başımıza ne geldi ise , veya dünya üzerinde insanların dahli ile meydana gelen her ne olay olursa , bu olaylardan Allah c.c sorumlu değil , kullar sorumludur (deprem , tsunami , kasırga gibi felaketleri kast etmediğimizi hatırlatmak isteriz). Eğer insan eli ile meydana gelen olaylardan Allah c.c sorumlu olsaydı , onun bizim yaptıklarımız karşısında bize vaat ettiği ahiret karşılığı, zulümden başka bir şey olmazdı . Bizim yaptıklarımız hususunda onun sorumluluğunun olması , ve bunun karşısında kendisini sorumlu tutmayarak bizleri sorumlu tutan Allah c.c, adil değil haşa zalim bir ilah olmuş olurdu.
[076.003] Ona yolu da gösterdik; artık ister şükreder, ister nankör olur.
Hamd etmek yerine isyan etmek şeklinde ortaya çıkan tepkiler genellikle, bazı insanların doğuştan bir hastalık ile doğmaları ,veya genç yaşta hastalıklar nedeniyle vefat etmeleri gibi insanları sıkıntıya sokan bazı nedenlerle ortaya çıkmaktadır. Bu tür durumlarla karşılaşan bazı insanların yakınları veya kendileri , bu durumu Allah c.c nin onlara yaptığı bir kötülük olarak görerek , "Bula bula bizi mi buldun?" gibi isyankar sözlerle , başlarına gelen sıkıntılı durumlardan ötürü Allah c.c yi suçlamaktadırlar.
Günümüzde bir çok insanı yakından ilgilendiren bu sorun, yine "Hamd" kavramı ile yakından alakalıdır. Hamd edilmeye layık yegane varlık olması nedeniyle , yarattığı her şeye bir kural ve yasa koyan Allah c.c hiç bir kulu için , "Bu kulumun gözleri ama halde dünyaya gelmesini istiyorum" , "Bu kulumun spastik özürlü olarak dünyaya gelmesini istiyorum" , "Bu kulumun genç yaşta kanser veya benzeri hastalıklar ile ölmesini istiyorum" şeklinde bir irade beyanı ile kullarının bu şekilde dünyaya gelmesinde dahli olmaz.
Eğer bir çocuk doğuştan ama olarak , veya spastik özürlü olarak dünyaya geliyor , veya bir kimse genç yaşta kanser veya benzeri hastalıklar ile vefat ediyorsa , bunun sebebi tamamen o kişilerin ailelerinde olan genetik sorunlardan , veya çevresel faktörlerden ,veya sağlıklı olmak için gerekli olan kuralları çiğnemesinden kaynaklanan sorunlardır.
Anne ve babanın kendisi veya onların daha önceki anne babalarından gelen genetik faktörler , veya insanların yaşadığı dünyanın çeşitli yerlerinde meydana gelen olumsuz çevresel olaylar, bir kimsenin dünyaya bazı azalarından noksan , bazı azalarının çalışmaz , veya bir takım hastalıklar taşıyarak dünyaya gelmesine sebep olabilir , veya bir kimse sağlık nimetini iyi kullanmaması sonucunda bir takım hastalıklara yakalanarak genç yaşta hayatını kaybedebilir.
Allah c.c her şeye gücü yeten biri olarak bu gibi doğumları veya erken yaştaki ölümleri neden önlemediği sorusu, bu noktada mutlaka sorulacaktır. Allah c.c koymuş olduğu yasalar gereğince genetik veya çevresel faktörler gibi sebeplerden dolayı , bir kimsenin dünyaya sağlıksız olarak gelmesi gerekiyor ise , duruma müdahale ederek , onun sağlıklı bir şekilde dünyaya gelmesini de sağlamaz. Bu gibi olaylar tamamen sebep-sonuç ilişkisi dahilinde gelişen olaylar olup , olayın yegane suçlusu olarak Allah c.c nin gösterilmesi büyük bir bühtandır.
Hastalıkların tedavi edilmesi için çalışılması ve gayret edilmesi konusunun elbette göz ardı edilmemesi gereken bir durum olduğunu burada hatırlatmak isteriz.
Allah c.c nin bu gibi olaylara neden müdahale etmediği sorusunun cevabı "İmtihan" kavramı ile de yakından alakalıdır. İnsan hayatını iki aşamalı olarak kabul edecek olursak , birinci aşaması kendi elleri ile işledikleri yüzünden başına gelen bazı sıkıntılı durumlar , ikinci aşaması ise başına gelen sıkıntılı duruma isyan etmemek , sabır göstermek , çıkış yolu aramaktır.
[067.002] O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginiz daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır.
[011.007] Hanginizin daha güzel ameli olduğunu denemek için; gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. Zaten Arş'ı su üstünde idi. Andolsun ki; ölümden sonra muhakkak siz yine dirileceksiniz, desen; küfredenler mutlaka: Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir, diyeceklerdir.
Bir çok ayet dünya hayatının, kalıcı olan ahiret hayatı için bir çalışma yeri olduğunu , asıl olan yerin ahiret yurdu olduğunu bizlere hatırlatarak , yaşadığımız yerin imtihan sahası olduğunu ve buna göre hareket etmemizi istemektedir. İnsanların bazı sebeplerden ötürü başlarına gelen musibetlere karşı isyan etmeyerek sabır göstermesi , onlar için imtihanı başarma vesilesi sayılmaktadır.
[002.155-156] Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.Onlara bir musibet geldiğinde: «Biz Allah'ınız ve elbette O'na döneceğiz» derler.
Yukarıdaki ayet , insana kendi eli ile işlediği yüzünden veya başka sebeplerden ötürü dokunmuş olan musibetlere karşı, nasıl bir tavır takınması gerektiğini öğreten ayetlerdendir. İnsan yaşadığı hayat içinde karşılaştığı zorluklara karşı , isyan etmeden , nankörlük etmeden içinde bulunduğu durumu iyileştirmek için çabalamak ve gayret etmek zorundadır.
Başına gelen herhangi bir musibete karşı "Kaderim böyleymiş" diyerek oturmak yerine , içine düştüğü sıkıntılı durumdan kurtulmanın yollarını aramak , gerçek tevekkül sahibi olan bir müminin yapması gerekendir.
Ele almaya çalıştığımız konu "Kader" kavramı ile de yakından alakalıdır. Bu kavram Kur'an'i anlamda , Allah c.c nin varlıklar üzerine koymuş olduğu yasalar anlamında olmasına rağmen , zaman içinde yanlış bir anlama büründürülerek insanın ne yapsa değiştiremeyeceği , doğuştan alnına yazılmış olan yazgı anlamında anlaşılmaktadır. Kader kavramı eğer doğru bir şekilde anlaşılacak olursa , kişilerin başlarına gelen olaylar ve durumların meydana gelmesinde Allah c.c nin sorumluluğu olmadığı da anlaşılarak , "Kader mahkumu" , "Kaderimse çekerim" gibi arabesk edebiyatı da ortadan kalkacaktır.
Yeri gelmişken , halk arasında yanlış olarak bilinen bir konuyu hatırlatmak istiyoruz . Hasta olan birine "Hastalığına şükretme hamd et , Allah hastalığına şükredenlerin hastalığını artırır" şeklinde bazı hatırlatmalar yapılmaktadır.
Bu düşünceye İbrahim s. 7. ayetinde "Hani Rabbınız: Şükrederseniz; andolsun ki, size artırırım, nankörlük ederseniz; bilin ki azabım çok şiddetlidir, diye bildirmişti." ayetinin yanlış olarak anlaşılması sonucunda varıldığını söylemek istiyoruz. Allah c.c kullarına verdiği nimete nankörlük etmemelerini , şükretmelerini , şükrettikleri takdirde bu nimetleri artıracağını vaat etmekte , fakat hasta olan birisi eğer bu hastalığına şükrettiği takdirde bu hastalığı da artıracağı gibi bir düşüncenin ortaya çıkması son derece hatalıdır. Şayet hasta biri hastalığına şükretse bu durum onun nankör bir kul olmadığını gösterir , ancak hastalığının artmasına vesile olmaz.
"Hastalık için hamd etmek mi , yoksa şükretmek mi gerekir?" şeklinde bir soruya , ikisi de yapılabilir diyebiliriz şöyle ki ; Hastalık ile karşılaşan bir kul bu hastalıktan Allah c.c nin sorumlu olmadığını ifade etmek için hamd eder , nankör bir kul olmadığını göstermek için şükreder.
Hamd ile şükür arasındaki farkı kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür ; Hamd kula isabet eden nimet içinde , sıkıntı içinde yapılabilir , şükür ise sadece nimet karşılığında yapılabilir. Hamd , şükürden daha geniş kapsamlı olmakla birlikte , şükür daha dar kapsamlıdır.
Yazımızda geçen "Hamd" - "Kader" - "İmtihan" kavramlarının birbiri ile alakasını kurduğumuz takdirde ortaya çıkan sonuç şudur ;
Hamd = Allah c.c nin alemlerin rabbi olarak yaratmış olduğu her şeyin üzerinde yapmış olduğu tasarrufta , verdiği kararda , hiç bir şekilde hata ve yanılma gibi durumların söz konusu olmaması , yaptığı her şeyin övgüye layık olması anlamındadır.
Kader = Allah c.c nin Yarattığı her şeyin bir yasa gereği olması , yaratılan her şeyin üzerinde bir yasa bulunması , bu dünya yüzünde her ne meydana geliyorsa bu yasaların sonucu meydana gelmesi , Allah c.c nin keyfi davranışı , taraflı davranışı , ilkesiz davranışı gibi şeyin söz konusu olmaması anlamındadır.
İmtihan = Yaşadığımız hayat içinde kendi işlediklerimiz yüzünden veya bizim elimizde olmayan sebeplerden dolayı başımıza gelen herhangi bir musibetin bizim tarafımızdan görülmesi gereken yönüdür. Kendisine bir musibet gelen kul, "Allah c.c beni bu şekilde imtihan ediyor" bilinci içinde başına gelene karşı isyan etmemek sureti ile, gereken çalışma ve gayreti gösterdiği takdirde , "Hamd" kavramını hayatı içinde doğru bir yere oturtarak , nankör insan olmak yerine , şükreden bir insan olacaktır.
Çünkü bu kul başına gelenin sorumluluğunu Allah c.c ye yüklemeyerek , meydana gelen olayın kendi sorumluluğundan ötürü başına geldiğini bilerek hareket etmek sureti ile isyan etmek yerine , başına gelen sıkıntıdan kurtulmayı veya sabretmeyi bilecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
15 Ekim 2016 Cumartesi
Nisa s. 97-100. Ayetleri : Melekler İnsan ile Konuşur mu?
Kur'anın muhataplarına vermek istediği mesajı iletme yollarından birisi , karşılıklı konuşma üslubudur. Bu tür üslubu, Kur'anın bazı yerlerinde görmekteyiz. Bu tür ayetleri okuduğumuzda konuşmanın sadece kendisine odaklandığımız zaman , "Bu iş nasıl olur" şeklinde sorular kafamıza takılacaktır. Bu sorunun cevabının aranması yerine, " Bu konuşma üzerinden bize nasıl bir mesaj verilmek isteniyor?" sorusunun cevabının aranmaya çalışılması, daha doğru bir yöntem olacaktır.
Söylemek istediklerimizi , Nisa s. 97. ve 100. ayetler arasında hicret konulu ayetleri örnek vererek somut bir şekilde anlatmaya çalışalım.
[004.097] Melekler; nefislerine zulmedenlerin canlarını aldıkları zaman: Ne yapıyordunuz? deyince; biz yeryüzünde müstaz'af kimselerdik, diyecekler. Melekler de: Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz? diyecekler. Onların varacakları yer, cehennemdir. Dönülecek yer olarak ne kötüdür orası.
Ayete baktığımızda , ölmek üzere olan bir kimse ile meleklerin arasında geçen bir konuşma görmekteyiz. Melekler bu kimseye , "Neden hicret etmediğini" sormakta , ölmek üzere olan kimse ise , neden hicret etmediğinin mazeretini söylemektedir.
Okuyucu, eğer bu konuşmanın nasıl meydana geldiğine takılacak olursa , bu konuşma üzerinden verilmek istenilen mesaj buhar olup uçacaktır. Bir insanın melekle karşılıklı bir şekilde konuşması gerçekte mümkün değildir . Sıradan bir beşerin melekle konuşması şöyle dursun , nebi resuller bile melekle karşılıklı bir şekilde konuşmamıştır. Elçiler sadece kendilerine bir şekilde ilka edilen vahyi alıp muhataplarına bildirmişler, bunun dışında karşısında ontolojik bir varlık olarak melekle oturup sohbet etmemişlerdir.
Bu konuşmalarda bize düşen taraf, konuşmanın nasıl ve ne şekilde cereyan ettiğinden ziyade , bu konuşma ile muhataplara nasıl bir mesaj istenilmiş olabileceği sorusunun cevabının aranması olmalıdır.
Bu sorunun cevabı için ilgili ayetin dahil olduğu bağlamı dikkate almak gerektiğini düşünmekteyiz.
[004.098] Ancak erkek, kadın ve çocuklardan çaresiz kalarak bir yol bulamayan müstaz'aflar müstesnadır.
[004.099] Umulur ki Allah bunları affeder. Allah affedicidir, bağışlayıcıdır.
[004.100] Kim Allah yolunda hicret ederse, yer yüzünde çok yer de bulur, genişlik de bulur. Ve kim Allah'a ve peygambere hicret etmek maksadıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, muhakkak ki onun mükafatı Allah'a aittir, Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
Dikkat edilirse, ayetlerin bağlamı hicret etmek ile ilgilidir. Hicret etmesi gerektiği halde , dünyevi kaygılarla hicret etmeyen kimsenin durumu , her şeyin sona erdiği ve kimsenin artık geriye dönüpte , dünya hayatında yapması gerektiği halde yapmadığı bazı şeyleri yeniden yapabilmesi için çok geç bir vakit olan ölüm anındaki durumu gözler önüne serilerek , kişinin düştüğü çaresiz durum, konuşma tasviri içinde görselleştirilerek anlatılmaktadır.
Yaşadığı hayat içinde iman ettiğini iddia ederek , bu imanın gereklerini yaşadığı belde içinde yerine getiremeyen kimseler , imanlarının gereğini yerine getirebilecekleri beldelere hicret etmek zorundadırlar. Bu durumu Mekkeli Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır.
Mekke'deki baskılara dayanamayarak , Medine'ye hicret eden Muhammed (a.s) , bu şehirde vahyin hayata geçirilmesi noktasında bir zemin oluşturmuş , ve bu oluşuma Müslüman olupta katılım göstermeyenlerin yanlış yaptığı , dünyevi kaygılar güderek hicret etmeyen Mekke'li Müslümanlarında hicret etmesi emredilmektedir. Bu emir Enfal suresinde şu şekilde beyan edilmektedir.
[008.072] Doğrusu inanıp hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat edenler ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte bunlar birbirinin dostudurlar. İnanıp hicret etmeyenlerle, hicret edene kadar sizin dostluğunuz yoktur. Fakat din uğrunda yardım isterlerse, aranızda anlaşma olmayan topluluktan başkasına karşı onlara yardım etmeniz gerekir. Allah işlediklerinizi görür.
Hicret , malı , mülkü ,serveti , eşi ,dostu , çoluk çocuğu terk etmeye göze almak demektir. İman iddiasında olan bir kimse her zaman için , dünya sevgisi ile ahiret sevgisi arasında tercih yapmak zorunda kalacaktır. Hicret etmesi gerektiği halde dünya sevgisini terk edemeyenlerin düşecekleri durum işte Nisa s. 97. ayetinde anlatılmaktadır. Bizlere bu ayette zımnen , "yaşadığınız hayat içinde yapmanız gerektiği halde yapmadığınız şeyleri ölüm anı geldiğinde yapmak isterseniz vakit artık çok geç olacaktır, yol yakınken ayağınız denk alın" denilmektedir.
Bu ikazı sadece hicret konusu ile sınırlamayarak, daha geniş bir biçimde düşünmekte mümkündür. Müslüman olarak imanımız gereği yapmamız gereken her ne varsa , meşru bir mazeret durumu hariç , eğer gücümüz yettiği halde yapmıyorsak , ölüm anı geldiği zaman geri dönerek bunları yapmamız asla mümkün değildir. bundan dolayı , şu anda yaşadığımız hayat içindeki fırsatları iyi değerlendirerek , imanımız gereği olan şeyleri , yarın "ah vah" etmemek için şimdiden yapmaya gayret etmek en doğru davranış olacaktır.
[023.099-100] Onlardan birine ölüm geldiği vakit der ki: Rabbım, beni geri döndür.«Ki, geride bıraktığım (dünya) da salih amellerde bulunayım.» Asla, gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir. Onların önlerinde, diriltilip-kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır.
Yazımızın amacının meleklerin varlığını tartışmak olmadığı göz önünde tutulmalıdır. Bu yazıyı okuyanların , amacımızın meleklerin varlığı yokluğu konusunda bir tartışma zemini yaratmak olmadığını bilmelidir. Meleklerin varlığı veya yokluğu konusunda tartışma yapmak yerine , Kur'anın melekler ile vermek istediği mesajın anlaşılmasına yönelik çalışmalar yapmanın daha doğru bir yöntem olacağını hatırlatmak isteriz.
Sonuç olarak : Kur'an muhataplarına vermek istediği mesajı, bazı edebi dil üsluplarını kullanarak vermektedir. Nisa s. 97. ayetinde ölmek üzere olan bir kimse ile meleklerin konuşması tasvir edilmektedir. Okuyucu eğer , bu konuşmanın nasıllığı üzerinde kafa yorarak ayeti anlamaya çalıştığında , bu nasıllığın cevabını vermek mümkün olmayacaktır. Okuyucu eğer , bu konuşmalar üzerinden muhataplara bir mesaj verilmek istenilmiş olabileceğinden yola çıkarak ilgili ayetleri okuduğunda, ayeti anlaması kolaylaşacak , konuşmanın nasıllığı üzerinde kafa yormanın da gereksiz olduğunu anlayacaktır.
Ayet , dünya hayatında imanının gereği olan şeyleri bazı dünyevi kaygıları öne çıkararak yapmayarak , ölüm anına gelen kimselerin durumunu tasvir etmekte , "sizde böyle duruma düşmeyin" mesajı vermektedir. Kur'anda başka yerlerde de geçen bu tür konuşmaların içeriği, muhataba mesaj içermesi bakımından okunduğu zaman anlamak daha da kolaylaşacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Söylemek istediklerimizi , Nisa s. 97. ve 100. ayetler arasında hicret konulu ayetleri örnek vererek somut bir şekilde anlatmaya çalışalım.
[004.097] Melekler; nefislerine zulmedenlerin canlarını aldıkları zaman: Ne yapıyordunuz? deyince; biz yeryüzünde müstaz'af kimselerdik, diyecekler. Melekler de: Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz? diyecekler. Onların varacakları yer, cehennemdir. Dönülecek yer olarak ne kötüdür orası.
Ayete baktığımızda , ölmek üzere olan bir kimse ile meleklerin arasında geçen bir konuşma görmekteyiz. Melekler bu kimseye , "Neden hicret etmediğini" sormakta , ölmek üzere olan kimse ise , neden hicret etmediğinin mazeretini söylemektedir.
Okuyucu, eğer bu konuşmanın nasıl meydana geldiğine takılacak olursa , bu konuşma üzerinden verilmek istenilen mesaj buhar olup uçacaktır. Bir insanın melekle karşılıklı bir şekilde konuşması gerçekte mümkün değildir . Sıradan bir beşerin melekle konuşması şöyle dursun , nebi resuller bile melekle karşılıklı bir şekilde konuşmamıştır. Elçiler sadece kendilerine bir şekilde ilka edilen vahyi alıp muhataplarına bildirmişler, bunun dışında karşısında ontolojik bir varlık olarak melekle oturup sohbet etmemişlerdir.
Bu konuşmalarda bize düşen taraf, konuşmanın nasıl ve ne şekilde cereyan ettiğinden ziyade , bu konuşma ile muhataplara nasıl bir mesaj istenilmiş olabileceği sorusunun cevabının aranması olmalıdır.
Bu sorunun cevabı için ilgili ayetin dahil olduğu bağlamı dikkate almak gerektiğini düşünmekteyiz.
[004.098] Ancak erkek, kadın ve çocuklardan çaresiz kalarak bir yol bulamayan müstaz'aflar müstesnadır.
[004.099] Umulur ki Allah bunları affeder. Allah affedicidir, bağışlayıcıdır.
[004.100] Kim Allah yolunda hicret ederse, yer yüzünde çok yer de bulur, genişlik de bulur. Ve kim Allah'a ve peygambere hicret etmek maksadıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, muhakkak ki onun mükafatı Allah'a aittir, Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
Dikkat edilirse, ayetlerin bağlamı hicret etmek ile ilgilidir. Hicret etmesi gerektiği halde , dünyevi kaygılarla hicret etmeyen kimsenin durumu , her şeyin sona erdiği ve kimsenin artık geriye dönüpte , dünya hayatında yapması gerektiği halde yapmadığı bazı şeyleri yeniden yapabilmesi için çok geç bir vakit olan ölüm anındaki durumu gözler önüne serilerek , kişinin düştüğü çaresiz durum, konuşma tasviri içinde görselleştirilerek anlatılmaktadır.
Yaşadığı hayat içinde iman ettiğini iddia ederek , bu imanın gereklerini yaşadığı belde içinde yerine getiremeyen kimseler , imanlarının gereğini yerine getirebilecekleri beldelere hicret etmek zorundadırlar. Bu durumu Mekkeli Müslümanlar açısından değerlendirdiğimizde şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır.
Mekke'deki baskılara dayanamayarak , Medine'ye hicret eden Muhammed (a.s) , bu şehirde vahyin hayata geçirilmesi noktasında bir zemin oluşturmuş , ve bu oluşuma Müslüman olupta katılım göstermeyenlerin yanlış yaptığı , dünyevi kaygılar güderek hicret etmeyen Mekke'li Müslümanlarında hicret etmesi emredilmektedir. Bu emir Enfal suresinde şu şekilde beyan edilmektedir.
[008.072] Doğrusu inanıp hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat edenler ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte bunlar birbirinin dostudurlar. İnanıp hicret etmeyenlerle, hicret edene kadar sizin dostluğunuz yoktur. Fakat din uğrunda yardım isterlerse, aranızda anlaşma olmayan topluluktan başkasına karşı onlara yardım etmeniz gerekir. Allah işlediklerinizi görür.
Hicret , malı , mülkü ,serveti , eşi ,dostu , çoluk çocuğu terk etmeye göze almak demektir. İman iddiasında olan bir kimse her zaman için , dünya sevgisi ile ahiret sevgisi arasında tercih yapmak zorunda kalacaktır. Hicret etmesi gerektiği halde dünya sevgisini terk edemeyenlerin düşecekleri durum işte Nisa s. 97. ayetinde anlatılmaktadır. Bizlere bu ayette zımnen , "yaşadığınız hayat içinde yapmanız gerektiği halde yapmadığınız şeyleri ölüm anı geldiğinde yapmak isterseniz vakit artık çok geç olacaktır, yol yakınken ayağınız denk alın" denilmektedir.
Bu ikazı sadece hicret konusu ile sınırlamayarak, daha geniş bir biçimde düşünmekte mümkündür. Müslüman olarak imanımız gereği yapmamız gereken her ne varsa , meşru bir mazeret durumu hariç , eğer gücümüz yettiği halde yapmıyorsak , ölüm anı geldiği zaman geri dönerek bunları yapmamız asla mümkün değildir. bundan dolayı , şu anda yaşadığımız hayat içindeki fırsatları iyi değerlendirerek , imanımız gereği olan şeyleri , yarın "ah vah" etmemek için şimdiden yapmaya gayret etmek en doğru davranış olacaktır.
[023.099-100] Onlardan birine ölüm geldiği vakit der ki: Rabbım, beni geri döndür.«Ki, geride bıraktığım (dünya) da salih amellerde bulunayım.» Asla, gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir. Onların önlerinde, diriltilip-kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır.
Yazımızın amacının meleklerin varlığını tartışmak olmadığı göz önünde tutulmalıdır. Bu yazıyı okuyanların , amacımızın meleklerin varlığı yokluğu konusunda bir tartışma zemini yaratmak olmadığını bilmelidir. Meleklerin varlığı veya yokluğu konusunda tartışma yapmak yerine , Kur'anın melekler ile vermek istediği mesajın anlaşılmasına yönelik çalışmalar yapmanın daha doğru bir yöntem olacağını hatırlatmak isteriz.
Sonuç olarak : Kur'an muhataplarına vermek istediği mesajı, bazı edebi dil üsluplarını kullanarak vermektedir. Nisa s. 97. ayetinde ölmek üzere olan bir kimse ile meleklerin konuşması tasvir edilmektedir. Okuyucu eğer , bu konuşmanın nasıllığı üzerinde kafa yorarak ayeti anlamaya çalıştığında , bu nasıllığın cevabını vermek mümkün olmayacaktır. Okuyucu eğer , bu konuşmalar üzerinden muhataplara bir mesaj verilmek istenilmiş olabileceğinden yola çıkarak ilgili ayetleri okuduğunda, ayeti anlaması kolaylaşacak , konuşmanın nasıllığı üzerinde kafa yormanın da gereksiz olduğunu anlayacaktır.
Ayet , dünya hayatında imanının gereği olan şeyleri bazı dünyevi kaygıları öne çıkararak yapmayarak , ölüm anına gelen kimselerin durumunu tasvir etmekte , "sizde böyle duruma düşmeyin" mesajı vermektedir. Kur'anda başka yerlerde de geçen bu tür konuşmaların içeriği, muhataba mesaj içermesi bakımından okunduğu zaman anlamak daha da kolaylaşacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
3 Nisan 2016 Pazar
Kur'an İnsan Neslinin Nasıl Çoğaldığı Hakkında Bilgi Veriyor mu?
İnsanlar arasında en çok tartışılan dini konuların başında insan neslinin nasıl çoğaldığı konusundaki tartışmalar gelmektedir . Bu konuda yaygın olan kanaat , insan neslinin Adem ile eşinden türeyen çocukların birbiri ile evlenmesi neticesinde çoğaldığı şeklindedir. Fakat bu kanaat , Kur'anın kardeşler arası evliliği yasaklamış olması üzerinden yanlış olduğu delillendirilerek böyle bir çoğalmanın mümkün olamayacağı yönünde , bir takım itirazlara sebep olmaktadır.
Kardeşler arası evlilik ile insan neslinin çoğalması mümkün olamayacağına göre , geriye tek bir seçenek kalmakta , dolayısı ile insan neslinin bir çok insanın birden yaratılarak bu şekilde çoğalmış olduğu , ve bu görüşe delil olarak Kur'an içinden ayetler getirilerek , kardeş evliliği yolu ile çoğalmış olduğumuz görüşü mahkum edilmekte , bir çok insanın yaratılarak insanlığın bu güne kadar geldiği iddiası dile getirilmektedir.
Bu yazının konusu , insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda dile getirilen iki görüşten birisini kabul edip diğerini ret etmek değil , bu konuda delil olarak sunulan her iki görüşün bazı açmazlarını ortaya koymaya çalışarak , insan neslinin çoğalması konusunda, Kur'anın net olarak bir bilgi verip vermediğini anlamaya çalışmak , özellikle Nisa s. 1. ve benzeri ayetlerin nasıl anlaşılabileceği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmak olacaktır.
[004.001] Ey insanlar; sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden bir çok erkek ve kadın üreten Rabbınızdan korkun. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'dan korkun da, akrabalık bağını kesmekten sakının. Muhakkak ki Allah; sizin üzerinizde tam bir gözeticidir.
[039.006] Sizi bir tek nefisten yaratmış, sonra ondan eşini varetmiştir; sizin için hayvanlardan sekiz çift meydana getirmiştir; sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde, yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır; işte bu Rabbiniz olan Allah'tır. Hükümranlık O'nundur, O'ndan başka ilah yoktur. Öyleyken nasıl olur da O'nu bırakıp başkasına yönelirsiniz?
[049.013] Ey insanlar! Muhakkak ki, Biz sizi bir erkek ile dişiden yarattık ve sizleri şubelere ve kabilelere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız. Şüphe yok ki, sizin ind-i ilâhide en mükerrem olanınız en ziyâde müttakî olanınızdır. Muhakkak ki Allah Teâlâ alîmdir, habîrdir.
İnsan neslinin nasıl çoğaldığı sorusunun cevabının aranmasına yönelik bir okumada , yukarıda verdiğimiz ayetlerde , ilk bakışta klasik yorum olan insanlığın Adem ve eşinden türediği düşüncesi desteklenmektedir. Fakat bu düşünce , Nisa s. 23. ayetinde gördüğümüz evlenilmesi haram olanlar listesinde kardeşler arası evliliğinde olması , 26. ayette öncekilere de bu yolun uygulandığını beyan edilmiş olmasına binaen yanlış olarak görülmektedir.
Kardeşler arası evlilik yolu ile çoğalmış olduğumuz düşüncesinin bu şekilde kapatılması , insan neslinin nasıl çoğaldığı sorusuna farklı bir cevap aranmasının yolunu açmıştır.
[002.030] Bir zamanlar, Rabbin meleklere: «Muhakkak Ben, yeryüzünde bir halife kılacağım.» dediği vakit, «Biz seni tesbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkaracak ve kanlar akıtacak olanımı kılacaksın?» dediler. «Her halde Ben sizin bilmeyeceğiniz şeyleri bilirim!» buyurdu.
[007.011] And olsun ki, sizi yarattık, sonra şekil verdik, sonra meleklere, «Adem'e secde edin» dedik; İblis'ten başka hepsi secde etti, o secde edenlerden olmadı.
[071.017] Allah sizi yerden bir bitki bitirir gibi bitirdi.
Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlere dayanarak , ilk yaratılan insanın Adem olmadığı , ondan önce yaratılmış olan insanlar olduğu yönünde bir takım görüşler serd edilerek, insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda cevaplar verilmeye çalışılmaktadır.
Ancak ne var ki , insan neslinin Adem ile eşinden doğan çocukların birbiri ile evlenerek çoğaldığı görüşünün yanlışlığına dair getirilen bu karşıt görüş , yine bir takım müşkilatlar arz etmektedir şöyle ki ;
Bakara s. 30. ayette geçen kelime "Cailun" (kılacağım) kelimesinin, bazı meallerde "Yaratacağım" şeklinde anlamlandırılmasının yanlış olduğu , "Ceale" kelimesinin yaratılıştan sonra gelen bir aşamayı ifade ettiği , dolayısı ile Ademden önce yaratılan insanların var olduğu yönünde bir takım görüşler serd edilmektedir. Ceale kelimesinin anlamı ile ile ilgili olarak herhangi bir itirazımız olmamakla birlikte , Ademin yaratılışının anlatıldığı başka ayetlerde "Halaka" ( yaratmak) fiilinin kullanıldığını görmekteyiz.
[015.028] Hani Rabbin meleklere demişti: «Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağım,»
[038.071] Bir vakit Rabbin meleklere: «Ben,» dedi, «çamurdan bir beşer yaratacağım.»
Meallerini verdiğimiz bu ayetlerde, Ademin yaratılması "Halaka" fiili ile anlatılmakta , bu fiil ilk yaratmayı ifade etmesi dolayısı ile , sadece Bakara s. 30. ayetinden yola çıkılarak varılmaya çalışılan sonuç, yukarıdaki ayetlere çarpmaktadır.
Araf s. 11. ayetinde Ademin yaratılmasından önce, "Sizi yarattık" şeklinde bir ibare kullanılmasından ötürü , Ademden önce insanların var olduğu düşüncesinin delil ayeti olarak sunulmaktadır.
Adem kıssasının Araf suresi içinde geçen ayetlerinde ve diğer surelerdeki bazı ayetlerde , "Ey Ademoğulları" şeklindeki hitapların , Ademden önce yaratılan insanlar olduğu düşüncesini yine iptal ettiğini düşünmekteyiz. "İsrailoğulları" şeklindeki hitapların , İsrail yani Yakub (a.s) ın neslinden türeyen insanlar için kullanılmış olmasını dikkate aldığımızda , "Ademoğulları" hitabına muhatap olan bizlerin , Ademden türemiş olduğumuz görüşleri daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
Ayrıca "Sizi yarattık" ifadesi , anlatılan kıssanın belirli kişilere has bir kıssa değil , bütün insanlığın her an yaşanan ve yaşanacak olan bir kıssası olarak okunması ve ibret alınması gereğine dair bir ifadedir. Ademin başına gelenlerin bir benzeri her an bizlerin başına gelme ihtimali olduğu için , şeytanın Ademi kandırma yolu bizlere gösterilerek , bizlerinde aynı tuzağa düşmemesi öğütlenmektedir.
Nuh s. 17. ayeti , birden fazla Ademin yaratıldığına dair getirilmeye çalışılan bir ayettir. Bu ayete dayanarak bir çok insanın yaratılarak insan neslinin üremesinin sağlandığı yönünde görüşler ileri sürülmektedir. Kanaatimiz o dur ki ; Bu ayet böyle bir görüşe delil olmaktan ziyade , insanın bitkiye ve çiçeğe karşı olan ihtimamı benzetme yapılarak, Allah (c.c) nin bizlere olan ikramı anlatılmaktadır. Aynı anlatımı Meryem'in doğumu ile ilgili olarak Al-i İmran s. 37. ayetinde de görmekteyiz. Meryem topraktan değil , annesinin karnından doğmuş , Allah (c.c) onu güzel bir şekilde yetişmesi için nimetler bahşetmiştir.
Maide s. 27-32. ayetler arasında anlatılan Ademin iki oğlunun kıssasında , öldürdüğü kardeşini ne yapacağını bilmemesi , onu gömmeyi bir kargadan öğrenmesi , bu olayın insanın daha bilgi birikimine sahip olmadığı bir zamanda yaşanmış olduğunu göstermektedir. Gömmeyi bilmeyen insanın öldürmeyi nasıl öğrendiği sorusuna ise , yine yaşayan hayvan neslinin birbirini öldürmesinden öğrenmiş olduğunu söyleyebiliriz.
Bizler bir kısım insan tarafından eleştiri konusu yapılarak, ayıplama vesilesi görülen bazı konular hakkında , başkalarına illaki akli bir izah getirmek, veya onları inandırmak zorunda değiliz. Bu satırların yazarı, insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda eğer , Ademin çocuklarının birbirleri ile evlenerek çoğaldığı düşüncesini kabul etmiş olsaydı şöyle bir delil getirerek bu düşünceyi savunabilirdi ;
İnsan yaşantısında, yapılması haram olarak beyan edilen kuralları koyma yetkisi Allah (c.c) ye aittir. Haram olarak beyan edilen herhangi bir konuda , o haramlığın bizler tarafından mantıki izahının aranması gibi mecburiyeti ve gereği yoktur. Sadece Allah (c.c) tarafından yasaklandığı için bizler o yasağa tabi olmak zorundayız. Kardeş evliliği , Allah (c.c) tarafından "Haram" olarak beyan edilmiş olmasına rağmen , belirli bir zaman için böyle bir yasak konulmamış ve helal olmuş olabilir.
Eğer Allah (c.c) böyle bir geçici helallik koymuşsa , kim kalkıp "Neden böyle bir hüküm koydun" diyebilir ?.
Ayrıca İsrailoğullarının yapmış oldukları bir takım hatalar nedeniyle önceden helal olan bazı yiyeceklerin onlara haram kılınmış olması (4.160), akli ve mantıki olarak nasıl izah edilebilir ?. Bu cezaları hak edenlerden sonra gelenler , "Ey Rabbimiz bizim kabahatimiz neydi ki bize de bunlar haram kılındı?" şeklinde bir akli ve mantıki bir izaha giderek sorgulamak yerine , İsrailoğullarından bu cezayı hak edenlerden sonraki gelen iman edenlerin tamamı bu yasaklara itiraz etmeden tabi olmuşlardır.
Ayrıca Salih (a.s) kıssasına baktığımızda , ayet olarak gönderilen dişi devenin su içme hakkı ile ilgili, akli ve mantıki bir izah getirmemiz mümkün değildir. Kıssayı okuduğumuzda, su içme hakkının deve ile kavim arasında paylaştırıldığı görülmektedir. Olaya akli ve mantıki olarak baktığımızda , tek başına bir deve ile , bir kavmin su içme hakkının ikiye bölünmesi adaletsiz bir durumdur.
Böyle bir taksimi bir köy ağası yapmış olsaydı, ve köyün çeşmesinden akan suyun bir gün devesine , bir günde bütün köy ahalisine ait olduğunu ilan etseydi , bu köy ağasının adı "Zalim Ağa" olacaktı.
Şimdi biz Allah (c.c) için "Semud kavmine böyle bir uygulama yapmak ile zalimlik etti" diyebilir miyiz? . Haşa ve kella asla böyle bir sözü Allah (c.c) için kullanamayız. Çünkü Allah (c.c) yaptığı bir işten dolayı asla sorgulanamaz ve kınanamaz.
Şimdi kalkıp "Allah (c.c) Ademin çocuklarının birbirleri ile evlenmesini belirli bir süre için serbest bırakarak helal kılmış olabilir" dersek , kim "Hayır böyle bir şey mümkün olamaz" diyebilir ?.
Bu örnekleri vermemiz , Ademin çocuklarının birbiri ile evlenerek insan neslinin çoğalmasını sağladığına olan inancımızdan dolayı değil , bu düşüncenin bazıları tarafından horlanarak bakılmasından doğan sıkıntıları düzeltmek amacı ile yapılan farklı yorumların çelişki arz etmesi , ve yanlış olarak görülen kardeşler arası evlilik düşüncesinin izah edilebilir bir yönü olabileceğinin gösterilmesi amaçlıdır.
Düşüncemiz o dur ki ; Kur'an insan neslinin nasıl çoğaldığına dair net olarak bilgi vermemekte, verdiğini düşündüğümüz bilgiler , ilgili ayetlerden yapılan yorumlar neticesinde varılan zanni yorumlardır. Her iki düşünce yanlıları da , kendi düşüncelerinin hak , karşı düşüncenin batıl olduğunu iddia edebilecek , net bir delili Kur'an içinden bulduklarını iddia etmeleri mümkün değildir. Bulduklarını düşündükleri deliller , ilgili ayetlerin yorumlanması sonucunda varılmış olup , hata ihtimali hiç bir zaman göz ardı edilmemeli, varılan sonuç mutlaklaştırılarak , karşı tarafın sonucu mahkum edilmemelidir.
Görülmektedir ki her iki delilde, beraberinde bazı soruları veya itirazları getirerek , insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda Kur'an içinden net bir bilgi bulabilmemize maalesef olanak vermemektedir.
[017.036] Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.
Bizler bize verilen bilgiler ile yetinerek , verilmemiş bilgilerin peşinden koşmak, veya bazılarını hoşnut etmek üzerine kurulu bir söylem üretmek için, zorlama yorumlar yapmak gibi bir mecburiyet içinde değiliz.
"Öyleyse Nisa s. 1. ayeti gibi ayetleri nasıl yorumlayabiliriz ?" sorusuna cevap aramak gerekmektedir.
Kur'an , fizik , kimya , biyoloji v.s gibi ilimleri kapsayan bir bilim kitabı değildir. Bu kitap içindeki bazı bilgiler bugünkü bilimsel veriler ışığında bakıldığında, yanlış olarak dahi görülebilir. Çünkü 1500 sene önce yaşayan insanların bilgi birikimleri üzerinden , onları tek bir ilah olan Allah (c.c) ye kulluk etmeleri gerektiğini öğütleyen ayetleri ihtiva etmektedir. Bazı kevni ayetlere dikkat çekilerek verilen mesajlar bilime değil , o ayetlerin yaratıcısına dikkat çekilerek , Allah (c.c) her şeyin üzerinde yegane mülk sahibi olduğuna dair mesajları , ve sadece ona kulluk yapılması esasına dayanmaktadır.
Nisa s. 1 , Zümer s. 6 , Hucurat s. 13. ayetlerinde, insanın yaratılışı ile ilgili verilen bilgileri , sadece insanlığın nasıl türediği konusunda verilen salt bir bilgi olarak okumak yerine , dünya üzerinde yaşayan bütün insanların birbirleri ile olan ilişkilerinde , birbirlerine karşı olan davranışlarında esas almaları gereken, en üst kimliğe dikkat çekildiğine dair bir mesaj olarak okuduğumuzda, "Parmak ayı gösterirken aya değil parmağa bakmak" misali bir okuma yönteminden de kurtularak ,Kur'anın genel anlam örgüsüne uygun bir okuma gerçekleştirilmiş olacaktır..
Gelmiş ve gelecek bütün insanlarla en geniş anlamdaki ortak olan paydamızın , aynı rahimden türemiş olduğumuza dikkat çekilerek , insanlar arasındaki ortak paydanın onların birbirleri ile düşman olmalarını gerektirecek değil , düşmanlığa dayanmayan daha yakın ilişkiler kurmaya gerektirecek bir yakınlıkları olduğu vurgusu yapılmaktadır.
Eğer birisi kalkıp "Hem insanlığın Adem ile eşinden türediği görüşlerine katılmadığınızı , hem de insanlığın Adem ile eşinden türediği gibi bir düşünce üzerinden yola çıkarak ilgili ayetleri yorumlamaya çalışıyorsunuz" diyecek olursa şöyle bir cevap verebiliriz ;
Biz ilgili ayetleri , insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda bilgi vermesi açısından değil , insanlığın en geniş anlamda nasıl bir ortak paydaya sahip olduğu yönünden okumaya çalıştığımız için böyle bir yorumda bulunuyoruz. İnsanlığın nasıl çoğaldığı hakkında bilgi verilmemiş olması , bizi bu konuda bilgi arayışlarına giderek , zorlama tevillerle bir takım çıkarımlarda bulunmamız yerine daha gerçekçi mesajlar çıkarmaya çalışmaya sevk etmelidir.
Ademin iki oğlunun kıssası, insanlık tarihinin belki ilk düşmanlık örneği olup , insanlar arasında süren bu düşmanlık kıyamete değin sürecektir. Allah (c.c) insanlar arasında düşmanlığın yerine daha güzel ilişkilerin almasına yönelik bir mesaj olarak , Kur'anda bütün insanların aynı anne babadan türediği dolayısı ile , insanların tamamının birbirleri ile düşmanlığa dayanmayan ilişkiler kurması gereğine vurgu yapmış olduğunu söyleyebiliriz.
Nisa s. 1. ayetinde " Ey insanlar" şeklindeki hitabın en geniş çerçeveye hitap ettiği dikkate alındığında , rahim yakınlığını gözetmeye dair yapılan hatırlatma , bütün insanların birbirleri ile olan ilişkilerinde gözetmesi gereken bir yakınlık , dolayısı ile bütün insanların böyle bir yakınlığı olması , onların birbirleri ile olan yakınlık derecesini hatırlatarak , birbirleri ile olan ilişkilerinde gözetilmesi gereken nokta olarak karşımıza çıkmaktadır.
Asıl nokta ise , sakınılması gereken yegane varlık olan Allah (c.c) nin insanları yaratmış olmasının onun ne kadar güçlü ve kudretli olduğunun vurgusunun yapılması olduğu hatırlanmalıdır.
Hucurat s. 13. ayetinde, Nisa s. 1. ayetinde yapılan "Ey insanlar" hitabı yine karşımıza çıkmaktadır. Bir kadın ve bir erkekten türeyerek , çeşitli ırk , renk , kavimlere ayrılan insanların bu ayrılıklarının düşmanlık vesilesi değil , birbirleri ile tanışma ve kaynaşma vesilesi olması gerektiği , üstün olmanın kriterinin renk , ırk , kavimde değil , kendisine karşı olan takvalı davranışlarda olduğunu beyan etmektedir.
İnsanlar birbirleri ile olan ilişkilerini en alt kimlik üzerinden değil , en üst kimlik üzerinden değerlendirdiklerinde, birbirleri ile aralarında daha ortak değerler bularak , birbirlerine olan yakınlıkları artacak ve düşmanlık yaratabilecek bir takım unsurlar geri planda kalacaktır. Kur'an bu tür ayetlerle , insanlar arasındaki bağı en üst kimlik üzerinden hatırlatarak , onların birbirleri ile olan ilişkilerinde insan olmak ortak paydasını dikkate almalarını amaçlamaktadır.
Sonuç olarak ; Bir çok insan tarafından merak edilen bir konu olan , insanlığın nasıl çoğaldığı konusuna Kur'andan aramaya çalıştığımız cevaplar , beraberinde bazı soruları ve itirazları getirmektedir. İnsanlığın Adem ile eşinden doğan çocukların birbiri ile evlenmesi neticesinde türemiş olduğu yönünde bazı görüşlerin alay etmeye kadar varan bazı itirazlara sebep olması , bazı kimseleri , Kur'an içinden farklı görüşler aramaya yöneltmektedir.
Ancak ne var ki bu farklı görüşler , yine diğer Kur'an ayetleri ile çelişki arz eden bir duruma düşmektedir. Bizler kimseye karşı şirin görünmek veya bazıları tarafından yanlış olarak görülen şeyleri düzeltmek için bir çaba içinde olmak zorunda değiliz. "Adem ile eşinden doğan çocukların birbiri ile evlenmesini nasıl izah edebiliriz" ezikliği içinde yapılan ilgili ayetleri anlama ve yorumlama çabaları , gerçeği aramanın değil , bazılarına şirin görünme çabalarının bir ürünüdür.
Kur'an insan neslinin nasıl çoğaldığı hakkında kesin bir bilgi vermemektedir. Verdiği düşünülen bilgiler biyoloji ilmine ait veriler olarak değil , insanları yaratan Allah (c.c) nin gücü , kudreti , azameti ve yüceliğinin bilinmesine dair anlatımlar olarak okunduğunda , insan neslinin üremesi ile ilgili üretilen bilgiler arasında çelişkiler ortadan kalkarak , ortak bir bilgiye ulaşmak mümkün olacaktır.
Bizler Kur'anın insan neslinin çoğalması konusunda bilgi verip vermediğini araştırmak yerine , ilgili ayetlerin Kur'anın genel anlam örgüsü dahilinde nasıl bir mesajı olabileceği yönünde okumalar gerçekleştirerek , bazılarını ikna çabasından kurtulmak zorundayız.
İnsan neslinin çoğalması ile ilgili olarak bilgi verdiğini düşündüğümüz ayetleri , böyle bir bilgi yerine , bütün insanların en üst ortak kimliğinin hatırlatılması üzerinden verilen bir mesaj olarak okuyarak , bütün insanların önce rahim yakınlığı bakımından birbirleri ile olan ilişkilerini düzenleme gereğine vurgu yaptığını özellikle Nisa s. 1. ayetinde görebiliriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kardeşler arası evlilik ile insan neslinin çoğalması mümkün olamayacağına göre , geriye tek bir seçenek kalmakta , dolayısı ile insan neslinin bir çok insanın birden yaratılarak bu şekilde çoğalmış olduğu , ve bu görüşe delil olarak Kur'an içinden ayetler getirilerek , kardeş evliliği yolu ile çoğalmış olduğumuz görüşü mahkum edilmekte , bir çok insanın yaratılarak insanlığın bu güne kadar geldiği iddiası dile getirilmektedir.
Bu yazının konusu , insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda dile getirilen iki görüşten birisini kabul edip diğerini ret etmek değil , bu konuda delil olarak sunulan her iki görüşün bazı açmazlarını ortaya koymaya çalışarak , insan neslinin çoğalması konusunda, Kur'anın net olarak bir bilgi verip vermediğini anlamaya çalışmak , özellikle Nisa s. 1. ve benzeri ayetlerin nasıl anlaşılabileceği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmak olacaktır.
[004.001] Ey insanlar; sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden bir çok erkek ve kadın üreten Rabbınızdan korkun. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'dan korkun da, akrabalık bağını kesmekten sakının. Muhakkak ki Allah; sizin üzerinizde tam bir gözeticidir.
[039.006] Sizi bir tek nefisten yaratmış, sonra ondan eşini varetmiştir; sizin için hayvanlardan sekiz çift meydana getirmiştir; sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde, yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır; işte bu Rabbiniz olan Allah'tır. Hükümranlık O'nundur, O'ndan başka ilah yoktur. Öyleyken nasıl olur da O'nu bırakıp başkasına yönelirsiniz?
[049.013] Ey insanlar! Muhakkak ki, Biz sizi bir erkek ile dişiden yarattık ve sizleri şubelere ve kabilelere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız. Şüphe yok ki, sizin ind-i ilâhide en mükerrem olanınız en ziyâde müttakî olanınızdır. Muhakkak ki Allah Teâlâ alîmdir, habîrdir.
İnsan neslinin nasıl çoğaldığı sorusunun cevabının aranmasına yönelik bir okumada , yukarıda verdiğimiz ayetlerde , ilk bakışta klasik yorum olan insanlığın Adem ve eşinden türediği düşüncesi desteklenmektedir. Fakat bu düşünce , Nisa s. 23. ayetinde gördüğümüz evlenilmesi haram olanlar listesinde kardeşler arası evliliğinde olması , 26. ayette öncekilere de bu yolun uygulandığını beyan edilmiş olmasına binaen yanlış olarak görülmektedir.
Kardeşler arası evlilik yolu ile çoğalmış olduğumuz düşüncesinin bu şekilde kapatılması , insan neslinin nasıl çoğaldığı sorusuna farklı bir cevap aranmasının yolunu açmıştır.
[002.030] Bir zamanlar, Rabbin meleklere: «Muhakkak Ben, yeryüzünde bir halife kılacağım.» dediği vakit, «Biz seni tesbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkaracak ve kanlar akıtacak olanımı kılacaksın?» dediler. «Her halde Ben sizin bilmeyeceğiniz şeyleri bilirim!» buyurdu.
[007.011] And olsun ki, sizi yarattık, sonra şekil verdik, sonra meleklere, «Adem'e secde edin» dedik; İblis'ten başka hepsi secde etti, o secde edenlerden olmadı.
[071.017] Allah sizi yerden bir bitki bitirir gibi bitirdi.
Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlere dayanarak , ilk yaratılan insanın Adem olmadığı , ondan önce yaratılmış olan insanlar olduğu yönünde bir takım görüşler serd edilerek, insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda cevaplar verilmeye çalışılmaktadır.
Ancak ne var ki , insan neslinin Adem ile eşinden doğan çocukların birbiri ile evlenerek çoğaldığı görüşünün yanlışlığına dair getirilen bu karşıt görüş , yine bir takım müşkilatlar arz etmektedir şöyle ki ;
Bakara s. 30. ayette geçen kelime "Cailun" (kılacağım) kelimesinin, bazı meallerde "Yaratacağım" şeklinde anlamlandırılmasının yanlış olduğu , "Ceale" kelimesinin yaratılıştan sonra gelen bir aşamayı ifade ettiği , dolayısı ile Ademden önce yaratılan insanların var olduğu yönünde bir takım görüşler serd edilmektedir. Ceale kelimesinin anlamı ile ile ilgili olarak herhangi bir itirazımız olmamakla birlikte , Ademin yaratılışının anlatıldığı başka ayetlerde "Halaka" ( yaratmak) fiilinin kullanıldığını görmekteyiz.
[015.028] Hani Rabbin meleklere demişti: «Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağım,»
[038.071] Bir vakit Rabbin meleklere: «Ben,» dedi, «çamurdan bir beşer yaratacağım.»
Meallerini verdiğimiz bu ayetlerde, Ademin yaratılması "Halaka" fiili ile anlatılmakta , bu fiil ilk yaratmayı ifade etmesi dolayısı ile , sadece Bakara s. 30. ayetinden yola çıkılarak varılmaya çalışılan sonuç, yukarıdaki ayetlere çarpmaktadır.
Araf s. 11. ayetinde Ademin yaratılmasından önce, "Sizi yarattık" şeklinde bir ibare kullanılmasından ötürü , Ademden önce insanların var olduğu düşüncesinin delil ayeti olarak sunulmaktadır.
Adem kıssasının Araf suresi içinde geçen ayetlerinde ve diğer surelerdeki bazı ayetlerde , "Ey Ademoğulları" şeklindeki hitapların , Ademden önce yaratılan insanlar olduğu düşüncesini yine iptal ettiğini düşünmekteyiz. "İsrailoğulları" şeklindeki hitapların , İsrail yani Yakub (a.s) ın neslinden türeyen insanlar için kullanılmış olmasını dikkate aldığımızda , "Ademoğulları" hitabına muhatap olan bizlerin , Ademden türemiş olduğumuz görüşleri daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
Ayrıca "Sizi yarattık" ifadesi , anlatılan kıssanın belirli kişilere has bir kıssa değil , bütün insanlığın her an yaşanan ve yaşanacak olan bir kıssası olarak okunması ve ibret alınması gereğine dair bir ifadedir. Ademin başına gelenlerin bir benzeri her an bizlerin başına gelme ihtimali olduğu için , şeytanın Ademi kandırma yolu bizlere gösterilerek , bizlerinde aynı tuzağa düşmemesi öğütlenmektedir.
Nuh s. 17. ayeti , birden fazla Ademin yaratıldığına dair getirilmeye çalışılan bir ayettir. Bu ayete dayanarak bir çok insanın yaratılarak insan neslinin üremesinin sağlandığı yönünde görüşler ileri sürülmektedir. Kanaatimiz o dur ki ; Bu ayet böyle bir görüşe delil olmaktan ziyade , insanın bitkiye ve çiçeğe karşı olan ihtimamı benzetme yapılarak, Allah (c.c) nin bizlere olan ikramı anlatılmaktadır. Aynı anlatımı Meryem'in doğumu ile ilgili olarak Al-i İmran s. 37. ayetinde de görmekteyiz. Meryem topraktan değil , annesinin karnından doğmuş , Allah (c.c) onu güzel bir şekilde yetişmesi için nimetler bahşetmiştir.
Maide s. 27-32. ayetler arasında anlatılan Ademin iki oğlunun kıssasında , öldürdüğü kardeşini ne yapacağını bilmemesi , onu gömmeyi bir kargadan öğrenmesi , bu olayın insanın daha bilgi birikimine sahip olmadığı bir zamanda yaşanmış olduğunu göstermektedir. Gömmeyi bilmeyen insanın öldürmeyi nasıl öğrendiği sorusuna ise , yine yaşayan hayvan neslinin birbirini öldürmesinden öğrenmiş olduğunu söyleyebiliriz.
Bizler bir kısım insan tarafından eleştiri konusu yapılarak, ayıplama vesilesi görülen bazı konular hakkında , başkalarına illaki akli bir izah getirmek, veya onları inandırmak zorunda değiliz. Bu satırların yazarı, insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda eğer , Ademin çocuklarının birbirleri ile evlenerek çoğaldığı düşüncesini kabul etmiş olsaydı şöyle bir delil getirerek bu düşünceyi savunabilirdi ;
İnsan yaşantısında, yapılması haram olarak beyan edilen kuralları koyma yetkisi Allah (c.c) ye aittir. Haram olarak beyan edilen herhangi bir konuda , o haramlığın bizler tarafından mantıki izahının aranması gibi mecburiyeti ve gereği yoktur. Sadece Allah (c.c) tarafından yasaklandığı için bizler o yasağa tabi olmak zorundayız. Kardeş evliliği , Allah (c.c) tarafından "Haram" olarak beyan edilmiş olmasına rağmen , belirli bir zaman için böyle bir yasak konulmamış ve helal olmuş olabilir.
Eğer Allah (c.c) böyle bir geçici helallik koymuşsa , kim kalkıp "Neden böyle bir hüküm koydun" diyebilir ?.
Ayrıca İsrailoğullarının yapmış oldukları bir takım hatalar nedeniyle önceden helal olan bazı yiyeceklerin onlara haram kılınmış olması (4.160), akli ve mantıki olarak nasıl izah edilebilir ?. Bu cezaları hak edenlerden sonra gelenler , "Ey Rabbimiz bizim kabahatimiz neydi ki bize de bunlar haram kılındı?" şeklinde bir akli ve mantıki bir izaha giderek sorgulamak yerine , İsrailoğullarından bu cezayı hak edenlerden sonraki gelen iman edenlerin tamamı bu yasaklara itiraz etmeden tabi olmuşlardır.
Ayrıca Salih (a.s) kıssasına baktığımızda , ayet olarak gönderilen dişi devenin su içme hakkı ile ilgili, akli ve mantıki bir izah getirmemiz mümkün değildir. Kıssayı okuduğumuzda, su içme hakkının deve ile kavim arasında paylaştırıldığı görülmektedir. Olaya akli ve mantıki olarak baktığımızda , tek başına bir deve ile , bir kavmin su içme hakkının ikiye bölünmesi adaletsiz bir durumdur.
Böyle bir taksimi bir köy ağası yapmış olsaydı, ve köyün çeşmesinden akan suyun bir gün devesine , bir günde bütün köy ahalisine ait olduğunu ilan etseydi , bu köy ağasının adı "Zalim Ağa" olacaktı.
Şimdi biz Allah (c.c) için "Semud kavmine böyle bir uygulama yapmak ile zalimlik etti" diyebilir miyiz? . Haşa ve kella asla böyle bir sözü Allah (c.c) için kullanamayız. Çünkü Allah (c.c) yaptığı bir işten dolayı asla sorgulanamaz ve kınanamaz.
Şimdi kalkıp "Allah (c.c) Ademin çocuklarının birbirleri ile evlenmesini belirli bir süre için serbest bırakarak helal kılmış olabilir" dersek , kim "Hayır böyle bir şey mümkün olamaz" diyebilir ?.
Bu örnekleri vermemiz , Ademin çocuklarının birbiri ile evlenerek insan neslinin çoğalmasını sağladığına olan inancımızdan dolayı değil , bu düşüncenin bazıları tarafından horlanarak bakılmasından doğan sıkıntıları düzeltmek amacı ile yapılan farklı yorumların çelişki arz etmesi , ve yanlış olarak görülen kardeşler arası evlilik düşüncesinin izah edilebilir bir yönü olabileceğinin gösterilmesi amaçlıdır.
Düşüncemiz o dur ki ; Kur'an insan neslinin nasıl çoğaldığına dair net olarak bilgi vermemekte, verdiğini düşündüğümüz bilgiler , ilgili ayetlerden yapılan yorumlar neticesinde varılan zanni yorumlardır. Her iki düşünce yanlıları da , kendi düşüncelerinin hak , karşı düşüncenin batıl olduğunu iddia edebilecek , net bir delili Kur'an içinden bulduklarını iddia etmeleri mümkün değildir. Bulduklarını düşündükleri deliller , ilgili ayetlerin yorumlanması sonucunda varılmış olup , hata ihtimali hiç bir zaman göz ardı edilmemeli, varılan sonuç mutlaklaştırılarak , karşı tarafın sonucu mahkum edilmemelidir.
Görülmektedir ki her iki delilde, beraberinde bazı soruları veya itirazları getirerek , insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda Kur'an içinden net bir bilgi bulabilmemize maalesef olanak vermemektedir.
[017.036] Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.
Bizler bize verilen bilgiler ile yetinerek , verilmemiş bilgilerin peşinden koşmak, veya bazılarını hoşnut etmek üzerine kurulu bir söylem üretmek için, zorlama yorumlar yapmak gibi bir mecburiyet içinde değiliz.
"Öyleyse Nisa s. 1. ayeti gibi ayetleri nasıl yorumlayabiliriz ?" sorusuna cevap aramak gerekmektedir.
Kur'an , fizik , kimya , biyoloji v.s gibi ilimleri kapsayan bir bilim kitabı değildir. Bu kitap içindeki bazı bilgiler bugünkü bilimsel veriler ışığında bakıldığında, yanlış olarak dahi görülebilir. Çünkü 1500 sene önce yaşayan insanların bilgi birikimleri üzerinden , onları tek bir ilah olan Allah (c.c) ye kulluk etmeleri gerektiğini öğütleyen ayetleri ihtiva etmektedir. Bazı kevni ayetlere dikkat çekilerek verilen mesajlar bilime değil , o ayetlerin yaratıcısına dikkat çekilerek , Allah (c.c) her şeyin üzerinde yegane mülk sahibi olduğuna dair mesajları , ve sadece ona kulluk yapılması esasına dayanmaktadır.
Nisa s. 1 , Zümer s. 6 , Hucurat s. 13. ayetlerinde, insanın yaratılışı ile ilgili verilen bilgileri , sadece insanlığın nasıl türediği konusunda verilen salt bir bilgi olarak okumak yerine , dünya üzerinde yaşayan bütün insanların birbirleri ile olan ilişkilerinde , birbirlerine karşı olan davranışlarında esas almaları gereken, en üst kimliğe dikkat çekildiğine dair bir mesaj olarak okuduğumuzda, "Parmak ayı gösterirken aya değil parmağa bakmak" misali bir okuma yönteminden de kurtularak ,Kur'anın genel anlam örgüsüne uygun bir okuma gerçekleştirilmiş olacaktır..
Gelmiş ve gelecek bütün insanlarla en geniş anlamdaki ortak olan paydamızın , aynı rahimden türemiş olduğumuza dikkat çekilerek , insanlar arasındaki ortak paydanın onların birbirleri ile düşman olmalarını gerektirecek değil , düşmanlığa dayanmayan daha yakın ilişkiler kurmaya gerektirecek bir yakınlıkları olduğu vurgusu yapılmaktadır.
Eğer birisi kalkıp "Hem insanlığın Adem ile eşinden türediği görüşlerine katılmadığınızı , hem de insanlığın Adem ile eşinden türediği gibi bir düşünce üzerinden yola çıkarak ilgili ayetleri yorumlamaya çalışıyorsunuz" diyecek olursa şöyle bir cevap verebiliriz ;
Biz ilgili ayetleri , insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda bilgi vermesi açısından değil , insanlığın en geniş anlamda nasıl bir ortak paydaya sahip olduğu yönünden okumaya çalıştığımız için böyle bir yorumda bulunuyoruz. İnsanlığın nasıl çoğaldığı hakkında bilgi verilmemiş olması , bizi bu konuda bilgi arayışlarına giderek , zorlama tevillerle bir takım çıkarımlarda bulunmamız yerine daha gerçekçi mesajlar çıkarmaya çalışmaya sevk etmelidir.
Ademin iki oğlunun kıssası, insanlık tarihinin belki ilk düşmanlık örneği olup , insanlar arasında süren bu düşmanlık kıyamete değin sürecektir. Allah (c.c) insanlar arasında düşmanlığın yerine daha güzel ilişkilerin almasına yönelik bir mesaj olarak , Kur'anda bütün insanların aynı anne babadan türediği dolayısı ile , insanların tamamının birbirleri ile düşmanlığa dayanmayan ilişkiler kurması gereğine vurgu yapmış olduğunu söyleyebiliriz.
Nisa s. 1. ayetinde " Ey insanlar" şeklindeki hitabın en geniş çerçeveye hitap ettiği dikkate alındığında , rahim yakınlığını gözetmeye dair yapılan hatırlatma , bütün insanların birbirleri ile olan ilişkilerinde gözetmesi gereken bir yakınlık , dolayısı ile bütün insanların böyle bir yakınlığı olması , onların birbirleri ile olan yakınlık derecesini hatırlatarak , birbirleri ile olan ilişkilerinde gözetilmesi gereken nokta olarak karşımıza çıkmaktadır.
Asıl nokta ise , sakınılması gereken yegane varlık olan Allah (c.c) nin insanları yaratmış olmasının onun ne kadar güçlü ve kudretli olduğunun vurgusunun yapılması olduğu hatırlanmalıdır.
Hucurat s. 13. ayetinde, Nisa s. 1. ayetinde yapılan "Ey insanlar" hitabı yine karşımıza çıkmaktadır. Bir kadın ve bir erkekten türeyerek , çeşitli ırk , renk , kavimlere ayrılan insanların bu ayrılıklarının düşmanlık vesilesi değil , birbirleri ile tanışma ve kaynaşma vesilesi olması gerektiği , üstün olmanın kriterinin renk , ırk , kavimde değil , kendisine karşı olan takvalı davranışlarda olduğunu beyan etmektedir.
İnsanlar birbirleri ile olan ilişkilerini en alt kimlik üzerinden değil , en üst kimlik üzerinden değerlendirdiklerinde, birbirleri ile aralarında daha ortak değerler bularak , birbirlerine olan yakınlıkları artacak ve düşmanlık yaratabilecek bir takım unsurlar geri planda kalacaktır. Kur'an bu tür ayetlerle , insanlar arasındaki bağı en üst kimlik üzerinden hatırlatarak , onların birbirleri ile olan ilişkilerinde insan olmak ortak paydasını dikkate almalarını amaçlamaktadır.
Sonuç olarak ; Bir çok insan tarafından merak edilen bir konu olan , insanlığın nasıl çoğaldığı konusuna Kur'andan aramaya çalıştığımız cevaplar , beraberinde bazı soruları ve itirazları getirmektedir. İnsanlığın Adem ile eşinden doğan çocukların birbiri ile evlenmesi neticesinde türemiş olduğu yönünde bazı görüşlerin alay etmeye kadar varan bazı itirazlara sebep olması , bazı kimseleri , Kur'an içinden farklı görüşler aramaya yöneltmektedir.
Ancak ne var ki bu farklı görüşler , yine diğer Kur'an ayetleri ile çelişki arz eden bir duruma düşmektedir. Bizler kimseye karşı şirin görünmek veya bazıları tarafından yanlış olarak görülen şeyleri düzeltmek için bir çaba içinde olmak zorunda değiliz. "Adem ile eşinden doğan çocukların birbiri ile evlenmesini nasıl izah edebiliriz" ezikliği içinde yapılan ilgili ayetleri anlama ve yorumlama çabaları , gerçeği aramanın değil , bazılarına şirin görünme çabalarının bir ürünüdür.
Kur'an insan neslinin nasıl çoğaldığı hakkında kesin bir bilgi vermemektedir. Verdiği düşünülen bilgiler biyoloji ilmine ait veriler olarak değil , insanları yaratan Allah (c.c) nin gücü , kudreti , azameti ve yüceliğinin bilinmesine dair anlatımlar olarak okunduğunda , insan neslinin üremesi ile ilgili üretilen bilgiler arasında çelişkiler ortadan kalkarak , ortak bir bilgiye ulaşmak mümkün olacaktır.
Bizler Kur'anın insan neslinin çoğalması konusunda bilgi verip vermediğini araştırmak yerine , ilgili ayetlerin Kur'anın genel anlam örgüsü dahilinde nasıl bir mesajı olabileceği yönünde okumalar gerçekleştirerek , bazılarını ikna çabasından kurtulmak zorundayız.
İnsan neslinin çoğalması ile ilgili olarak bilgi verdiğini düşündüğümüz ayetleri , böyle bir bilgi yerine , bütün insanların en üst ortak kimliğinin hatırlatılması üzerinden verilen bir mesaj olarak okuyarak , bütün insanların önce rahim yakınlığı bakımından birbirleri ile olan ilişkilerini düzenleme gereğine vurgu yaptığını özellikle Nisa s. 1. ayetinde görebiliriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
18 Kasım 2014 Salı
Ahzab s. 72. ayeti: Emanete İhanet Eden İnsan
"Emanet" kelimesi ; "Nefsin güvene kavuşması , korkunun ortadan kalkması" anlamına gelen "e-me-ne" kelimesinden türemiştir. İnsanın kendisinde emin kılınan , kendisine geçici olarak verilen şeyin adı olarak kullanılır.
Esas konumuz olan Ahzab s. 72. ayetinin mesajına geçmeden önce bu kelimenin Kur'anda geçtiği ayetleri sıralayarak , kişinin kendisinin emniyetine geçici olarak verilen şeylere nasıl bir tutum sergilemesi gerektiğini beyan eden ayet meallerini görelim.
[002.283] Yolculukta olur da, yazacak kimse bulamazsanız (borca karşılık) alınmış bir rehin de yeterlidir. Birbirinize bir emanet bırakırsanız, emanet bırakılan kimse emaneti sahibine versin ve (bu hususta) Rabbi olan Allah'tan korksun. Şahitliği, bildiklerinizi gizlemeyin. Kim onu gizlerse, bilsin ki onun kalbi günahkârdır. Allah yapmakta olduklarınızı bilir.
[004.058] Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah işitir ve görür.
[008.027] Ey iman edenler, Allah'a ve Resulüne ihanet etmeyin, bile bile emanetlerinize de ihanet etmeyin.
[023.008] Ve onlar ki, emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler.
[023.008] Ve onlar ki, emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler.
Ahzab s. 72. ayetinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır.
[033.072] Biz, o emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar ve ondan korktular da insan yüklendi onu. O gerçekten çok zalim, çok cahildir.
Ahzab s. 72. ayetinde emanetin , "göklere , yere ve dağlara sunulması" şeklindeki anlatım üzerimizdeki sorumluluğunu ne kadar ciddi olduğunun anlaşılması için yapılmış teşbihi bir anlatımdır , aksi takdirde sunulan emanetin red edilmesinin keyfiyetinin nasıllığı üzerinde kafa yormaya kalktığımız zaman altından kalkılmayacak müşkiller ortaya çıkacaktır.
Ayette işaret edilen ana konu, "Emanet" olgusu olup, bu emaneti yüklenen insanın "zalim ve nankör" olmasıdır. İnsana Allah (c.c) nin tevdi ettiği geçici şeyler ne olabilir ki , insan "zalim ve nankör" bir tutum sergileyerek bu emenetlere ihanet edebiliyor.
Bu merkezde, Kur'anda geçen "Halife" kelimesi de "Emanet" kelimesi ile bağlantılıdır. Halife kelimesin, "esas sahibi yani asil olan kişiden bir görevi geçici olarak devr almak , geçicilik , kalıc olmamak" gibi anlamları etrafında düşünecek olursak , "insanın arz üzerinde halife kılınmış olması" nın ne demek olduğunun anlaşılması kolaylaşacaktır.
Allah (c.c) , Bakara s. 30. ayetinde "Ben arz üzerinde bir halife kılacağım" buyurması kendisinin ASİL olarak uhdesinde olan bir şeyi vekil olarak tayin ettiği insana GEÇİCİ olarak HİLAFETEN vermesini ifade etmektedir. Allah (c.c) arz'a bir halife atayarak ki bu halife olmak bütün insanlar için geçerlidir, kendi istekleri doğrultusunda hareket edecek bir varlık meydana getirmek istediğini beyan etmektedir. Maalesef bu varlığın bir çoğu, kendisine verilen irade hürriyetini yanlış yolda kullanarak bu halifeliği doğru kullanmamıştır
Bu bağlamda arz üzerinde gelmiş veya gelecek olan herhangi bir insana verilen her ne ise o verilenin geçici olduğu yani EMANET olduğu , bunu mülkün asıl sahibi olanın, insanı geçici bir süre için hakim kıldığı , olması gereken şeyin bunun şuuruna vakıf olarak insanın mülkün asıl sahibine göre elindeki geçici mülkü kullanması gerektiği konusu Kitabın ana konularındandır diyebiliriz.
Allah (c.c) her şeyin yaratıcısı kendisi olduğu , dolayısı ile yarattığı her şeyin asıl sahibinin kendisi olduğu , kullarına verdiği her ne ise onların "geçici dünya malı" olduğu , verdiği her ne ise kendisinin koyduğu kurallara göre kullanılması gerektiğini tarih boyunca gönderdiği Elçiler vasıtası ile kullarına bildirmiştir.
Tarihi , "insanın kendisine vekaleten, hilafeten ve emaneten verilen şeylerin , asıl sahibini unutarak asıl sahibinin kendisi olduğu zannına kapılarak bunlarda hak iddia etmesi ile buna karşı çıkarak asıl sahibin Allah (c.c) olduğunu savunanlar arasındaki mücadele" olarak yorumlamak Kur'ana uygun bir tarif olsa gerektir.
Bu mücadele örnekleri kıssa yollu anlatımlar ile bizlere aktarılmış olup bu örneklerden "EL melik" ismini "vekaleten" değil de "asaleten" kullanmaya kalkan kişilere örnek olarak olarak İbrahim ve Musa (a.s) ların kavimlerinin zalim hükümdarları örnek verilebilir.
"Elmelik" ismi ; "Mülk'ün tek sahibi" anlamında olup ortaklık şeklinde bir durumu asla kabul etmez , yer yüzünde bir kısım insana verilen mülk ten bir pay mülk ün sahibi tarafından emaneten verilmiştir.
[023.116] Hak melik olan Allah pek yücedir. Ondan başka ilah yoktur; Kerim olan Arş'ın Rabbidir.
[059.023] O, öyle Allah'tır ki, O'ndan başka tanrı yoktur. Mülkün sahibidir, son derece mukaddestir, selamete erdirendir, güveni sağlayandır, görüp gözetendir, üstündür, zorludur, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştuklarından münezzehtir.
[002.258] Allah kendisine MÜLK verdi diye İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim: «Rabbim, dirilten ve öldürendir» demişti. «Ben de diriltir ve öldürürüm» dedi; İbrahim, «Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene» dedi. İnkar eden şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.
[043.051] Firavun kavmine şöyle seslenip dedi ki: «Ey kavmim, Mısır MÜLKÜ ve şu altından akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?
Bu ve benzeri yöneticiler , ellerindeki gücü kendilerinden başka sorgulama ve yönetme yetkisine sahip kimse olmadığı iddiası ile İlahlık ve Rabliğe soyunmuşlar ve tebalarını zulüm altında inleterek yönetmişlerdir. Buna karşılık kendilerine verilen "Mülk" ün asıl sahibi olmadıkları , bunun kendilerine geçici bir süre olarak "Emaneten" verildiği şuuruna sahip olanlara da örnek verilerek ibret alınması sağlanmaktadır.
[004.53-54]Yoksa onların MÜLK ten bir payları mı var? Eğer böyle olsaydı, insanlara 'çekirdeğin sırtındaki küçücük bir tomurcuğu' bile vermezlerdi.Yoksa o insanlara Allah'ın kendi lütfundan verdiği nimeti çekemiyorlar da haset mi ediyorlar. Oysa Biz İbrahim ailesine kitap ve hikmet verdik, ayrıca büyük bir MÜLK de verdik.
[038.035] (Süleyman)Dedi ki: Rabbım; bağışla beni. Ve bana öyle bir MÜLK ver ki; benden sonra hiç bir kimse ulaşamasın. Muhakkak ki en çok bağışta bulunan Sensin, Sen.
[002.247] Nebileri onlara «Allah size şüphesiz, Talut'u hükümdar olarak gönderdi» dedi. «Biz hükümdarlığa ondan layık iken ve ona malca da bir bolluk verilmemişken bize hükümdar olmağa o nasıl layık olabilir?» dediler, «Doğrusu Allah size onu seçti, bilgice ve vücutça gücünü artırdı» dedi. Allah MÜLKÜ dilediğine verir. Allah her şeyi kaplar ve bilir.
Süleyman , Davud, Yusuf ve Zülkarneyn (a.s) ların kıssalarını mesajını anlama maksadı ile okuduğumuz zaman o kıssalarda öne çıkan nokta , onlara Mülk'ten verilen emaneti gereği kullanmış olmaları , asla sahipliğe soyunmuş olmamalarıdır.
"Errezzak" ismi ; yarattıkların rızkını veren ihtiyaçlarını karşılayan" anlamına gelmektedir. Bu anlamda rızkın anahtarlarının sadece kendisinde olduğunu beyan eden bir çok ayet mevcuttur. "Rızkı dilediğine yayıp dilediğine kısması" şeklinde gelen bir çok ayet bu gerçeği vurgular. Bu ismi gereğince yaratmış olduğu insanlara rızk vermiş ve onlara bu rızıkların onlara kendisini lutfu olduğu asla sahiplenmemeleri gerektiği "emanetçi" olduklarının unutmamaları asalete soyunmamalarını Kitabında defaatle tembihlemiştir.
Kullarına vermiş olduklarını kendi yolunda harcamaları gerektiğini bir çok ayetinde beyan eden rabbimiz , bu emrin tersine hareket edenleri "Karun kıssası" nda onun sonunu anlatarak bu şekil davrananların dünyadaki sonlarının nasıl olabileceği , ahirette ise onları daha elim bir azabın beklediğini haber vermiştir. "Sizi rızıklandırdığımız şeylerden" şeklinde yapılan vurgu dikkat çekici olup rızkın kimin tarafından verildiğinin unutulmaması açısından önemlidir. Buna rağmen Yasin s. 47. ayette verilen cevap emanete ihanetin bir belgesidir.
"Onlara; Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden infak edin, denildiğinde; o küfredenler iman etmiş olanlara dediler ki: Dilediği takdirde Allah'ın doyuracağı kimseyi biz mi doyuralım? Doğrusu siz, ancak apaçık bir sapıklık içerisindesiniz."
Allah (c.c) kuluna verdiği can ın dahi emanet olduğunu hatırlatarak bu canı onun yolunda vermesi gerektiğini ve bunun karşılığında vereceklerini bir çok ayetinde hatırlatarak bu konuda da cimri davranılmaması gerektiğini beyan etmektedir. Mal ve can vazgeçilmesi neredeyse imkansız iki emanet olarak , bu konuda yapılan vazgeçmeler veya vazgeçememeler Kur'an içinde anlatılarak alınacak karşılıklar bildirilmektedir.
Sonuç olarak ; Ahzab s. 72. ayeti insana onu yaratan tarafından verilen her şeyin "emanet" olgusu içinde değerlendirilmesi gerektiğini ve bu olgunun basit bir şey olmadığını teşbihi bir uslup ile anlatmaktadır. Halife olarak atanan insanın , bu şekil bir atanmışlığının ona daha üst bir mercie karşı olan sorumluluğunu hatırlatmakta olup asalete soyunmamayı yani "Allah tan rol çalmaya kalkmamasını hatırlatmaktadır. "Elmelik" ve "Errezzak" ismi çerçevesinde kısaca değinmeye çalıştığımız "emanete ihanet" in nasıllığı diğer bütün emanet çeşitlerinde de kendini göstermektedir. İnsanın "zalim ve cahil" olarak vasıflandırılması onun bu yönünün ağır basarak kendisine tevdi edilen emanete karşı davranışının onu getirdiği noktayı ifade etmektedir. İnsan olarak elimizde olanın asla bizim kendimizin değil , bize belirli bir süre için imtihan gerekçesi ile emaneten verildiği ,imtihan sonunda elimizden alınacağı bilinci içinde bunları kullanarak "zalim ve cahil"olmak yerine "adil ve alim" bir kul olarak ebedi cennetlerde ikamet etmek hakkını kazanmamız gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Esas konumuz olan Ahzab s. 72. ayetinin mesajına geçmeden önce bu kelimenin Kur'anda geçtiği ayetleri sıralayarak , kişinin kendisinin emniyetine geçici olarak verilen şeylere nasıl bir tutum sergilemesi gerektiğini beyan eden ayet meallerini görelim.
[002.283] Yolculukta olur da, yazacak kimse bulamazsanız (borca karşılık) alınmış bir rehin de yeterlidir. Birbirinize bir emanet bırakırsanız, emanet bırakılan kimse emaneti sahibine versin ve (bu hususta) Rabbi olan Allah'tan korksun. Şahitliği, bildiklerinizi gizlemeyin. Kim onu gizlerse, bilsin ki onun kalbi günahkârdır. Allah yapmakta olduklarınızı bilir.
[004.058] Hiç şüphesiz Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah işitir ve görür.
[008.027] Ey iman edenler, Allah'a ve Resulüne ihanet etmeyin, bile bile emanetlerinize de ihanet etmeyin.
[023.008] Ve onlar ki, emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler.
[023.008] Ve onlar ki, emanetlerine ve verdikleri söze riayet ederler.
Ahzab s. 72. ayetinde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır.
[033.072] Biz, o emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar ve ondan korktular da insan yüklendi onu. O gerçekten çok zalim, çok cahildir.
Ahzab s. 72. ayetinde emanetin , "göklere , yere ve dağlara sunulması" şeklindeki anlatım üzerimizdeki sorumluluğunu ne kadar ciddi olduğunun anlaşılması için yapılmış teşbihi bir anlatımdır , aksi takdirde sunulan emanetin red edilmesinin keyfiyetinin nasıllığı üzerinde kafa yormaya kalktığımız zaman altından kalkılmayacak müşkiller ortaya çıkacaktır.
Ayette işaret edilen ana konu, "Emanet" olgusu olup, bu emaneti yüklenen insanın "zalim ve nankör" olmasıdır. İnsana Allah (c.c) nin tevdi ettiği geçici şeyler ne olabilir ki , insan "zalim ve nankör" bir tutum sergileyerek bu emenetlere ihanet edebiliyor.
Bu merkezde, Kur'anda geçen "Halife" kelimesi de "Emanet" kelimesi ile bağlantılıdır. Halife kelimesin, "esas sahibi yani asil olan kişiden bir görevi geçici olarak devr almak , geçicilik , kalıc olmamak" gibi anlamları etrafında düşünecek olursak , "insanın arz üzerinde halife kılınmış olması" nın ne demek olduğunun anlaşılması kolaylaşacaktır.
Allah (c.c) , Bakara s. 30. ayetinde "Ben arz üzerinde bir halife kılacağım" buyurması kendisinin ASİL olarak uhdesinde olan bir şeyi vekil olarak tayin ettiği insana GEÇİCİ olarak HİLAFETEN vermesini ifade etmektedir. Allah (c.c) arz'a bir halife atayarak ki bu halife olmak bütün insanlar için geçerlidir, kendi istekleri doğrultusunda hareket edecek bir varlık meydana getirmek istediğini beyan etmektedir. Maalesef bu varlığın bir çoğu, kendisine verilen irade hürriyetini yanlış yolda kullanarak bu halifeliği doğru kullanmamıştır
Bu bağlamda arz üzerinde gelmiş veya gelecek olan herhangi bir insana verilen her ne ise o verilenin geçici olduğu yani EMANET olduğu , bunu mülkün asıl sahibi olanın, insanı geçici bir süre için hakim kıldığı , olması gereken şeyin bunun şuuruna vakıf olarak insanın mülkün asıl sahibine göre elindeki geçici mülkü kullanması gerektiği konusu Kitabın ana konularındandır diyebiliriz.
Allah (c.c) her şeyin yaratıcısı kendisi olduğu , dolayısı ile yarattığı her şeyin asıl sahibinin kendisi olduğu , kullarına verdiği her ne ise onların "geçici dünya malı" olduğu , verdiği her ne ise kendisinin koyduğu kurallara göre kullanılması gerektiğini tarih boyunca gönderdiği Elçiler vasıtası ile kullarına bildirmiştir.
Tarihi , "insanın kendisine vekaleten, hilafeten ve emaneten verilen şeylerin , asıl sahibini unutarak asıl sahibinin kendisi olduğu zannına kapılarak bunlarda hak iddia etmesi ile buna karşı çıkarak asıl sahibin Allah (c.c) olduğunu savunanlar arasındaki mücadele" olarak yorumlamak Kur'ana uygun bir tarif olsa gerektir.
Bu mücadele örnekleri kıssa yollu anlatımlar ile bizlere aktarılmış olup bu örneklerden "EL melik" ismini "vekaleten" değil de "asaleten" kullanmaya kalkan kişilere örnek olarak olarak İbrahim ve Musa (a.s) ların kavimlerinin zalim hükümdarları örnek verilebilir.
"Elmelik" ismi ; "Mülk'ün tek sahibi" anlamında olup ortaklık şeklinde bir durumu asla kabul etmez , yer yüzünde bir kısım insana verilen mülk ten bir pay mülk ün sahibi tarafından emaneten verilmiştir.
[023.116] Hak melik olan Allah pek yücedir. Ondan başka ilah yoktur; Kerim olan Arş'ın Rabbidir.
[059.023] O, öyle Allah'tır ki, O'ndan başka tanrı yoktur. Mülkün sahibidir, son derece mukaddestir, selamete erdirendir, güveni sağlayandır, görüp gözetendir, üstündür, zorludur, büyüklükte eşi olmayandır. Allah, müşriklerin ortak koştuklarından münezzehtir.
[002.258] Allah kendisine MÜLK verdi diye İbrahim ile Rabbi hakkında tartışanı görmedin mi? İbrahim: «Rabbim, dirilten ve öldürendir» demişti. «Ben de diriltir ve öldürürüm» dedi; İbrahim, «Şüphesiz Allah güneşi doğudan getiriyor, sen de batıdan getirsene» dedi. İnkar eden şaşırıp kaldı. Allah zulmeden kimseleri doğru yola eriştirmez.
[043.051] Firavun kavmine şöyle seslenip dedi ki: «Ey kavmim, Mısır MÜLKÜ ve şu altından akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?
Bu ve benzeri yöneticiler , ellerindeki gücü kendilerinden başka sorgulama ve yönetme yetkisine sahip kimse olmadığı iddiası ile İlahlık ve Rabliğe soyunmuşlar ve tebalarını zulüm altında inleterek yönetmişlerdir. Buna karşılık kendilerine verilen "Mülk" ün asıl sahibi olmadıkları , bunun kendilerine geçici bir süre olarak "Emaneten" verildiği şuuruna sahip olanlara da örnek verilerek ibret alınması sağlanmaktadır.
[004.53-54]Yoksa onların MÜLK ten bir payları mı var? Eğer böyle olsaydı, insanlara 'çekirdeğin sırtındaki küçücük bir tomurcuğu' bile vermezlerdi.Yoksa o insanlara Allah'ın kendi lütfundan verdiği nimeti çekemiyorlar da haset mi ediyorlar. Oysa Biz İbrahim ailesine kitap ve hikmet verdik, ayrıca büyük bir MÜLK de verdik.
[038.035] (Süleyman)Dedi ki: Rabbım; bağışla beni. Ve bana öyle bir MÜLK ver ki; benden sonra hiç bir kimse ulaşamasın. Muhakkak ki en çok bağışta bulunan Sensin, Sen.
[002.247] Nebileri onlara «Allah size şüphesiz, Talut'u hükümdar olarak gönderdi» dedi. «Biz hükümdarlığa ondan layık iken ve ona malca da bir bolluk verilmemişken bize hükümdar olmağa o nasıl layık olabilir?» dediler, «Doğrusu Allah size onu seçti, bilgice ve vücutça gücünü artırdı» dedi. Allah MÜLKÜ dilediğine verir. Allah her şeyi kaplar ve bilir.
Süleyman , Davud, Yusuf ve Zülkarneyn (a.s) ların kıssalarını mesajını anlama maksadı ile okuduğumuz zaman o kıssalarda öne çıkan nokta , onlara Mülk'ten verilen emaneti gereği kullanmış olmaları , asla sahipliğe soyunmuş olmamalarıdır.
"Errezzak" ismi ; yarattıkların rızkını veren ihtiyaçlarını karşılayan" anlamına gelmektedir. Bu anlamda rızkın anahtarlarının sadece kendisinde olduğunu beyan eden bir çok ayet mevcuttur. "Rızkı dilediğine yayıp dilediğine kısması" şeklinde gelen bir çok ayet bu gerçeği vurgular. Bu ismi gereğince yaratmış olduğu insanlara rızk vermiş ve onlara bu rızıkların onlara kendisini lutfu olduğu asla sahiplenmemeleri gerektiği "emanetçi" olduklarının unutmamaları asalete soyunmamalarını Kitabında defaatle tembihlemiştir.
Kullarına vermiş olduklarını kendi yolunda harcamaları gerektiğini bir çok ayetinde beyan eden rabbimiz , bu emrin tersine hareket edenleri "Karun kıssası" nda onun sonunu anlatarak bu şekil davrananların dünyadaki sonlarının nasıl olabileceği , ahirette ise onları daha elim bir azabın beklediğini haber vermiştir. "Sizi rızıklandırdığımız şeylerden" şeklinde yapılan vurgu dikkat çekici olup rızkın kimin tarafından verildiğinin unutulmaması açısından önemlidir. Buna rağmen Yasin s. 47. ayette verilen cevap emanete ihanetin bir belgesidir.
"Onlara; Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden infak edin, denildiğinde; o küfredenler iman etmiş olanlara dediler ki: Dilediği takdirde Allah'ın doyuracağı kimseyi biz mi doyuralım? Doğrusu siz, ancak apaçık bir sapıklık içerisindesiniz."
Allah (c.c) kuluna verdiği can ın dahi emanet olduğunu hatırlatarak bu canı onun yolunda vermesi gerektiğini ve bunun karşılığında vereceklerini bir çok ayetinde hatırlatarak bu konuda da cimri davranılmaması gerektiğini beyan etmektedir. Mal ve can vazgeçilmesi neredeyse imkansız iki emanet olarak , bu konuda yapılan vazgeçmeler veya vazgeçememeler Kur'an içinde anlatılarak alınacak karşılıklar bildirilmektedir.
Sonuç olarak ; Ahzab s. 72. ayeti insana onu yaratan tarafından verilen her şeyin "emanet" olgusu içinde değerlendirilmesi gerektiğini ve bu olgunun basit bir şey olmadığını teşbihi bir uslup ile anlatmaktadır. Halife olarak atanan insanın , bu şekil bir atanmışlığının ona daha üst bir mercie karşı olan sorumluluğunu hatırlatmakta olup asalete soyunmamayı yani "Allah tan rol çalmaya kalkmamasını hatırlatmaktadır. "Elmelik" ve "Errezzak" ismi çerçevesinde kısaca değinmeye çalıştığımız "emanete ihanet" in nasıllığı diğer bütün emanet çeşitlerinde de kendini göstermektedir. İnsanın "zalim ve cahil" olarak vasıflandırılması onun bu yönünün ağır basarak kendisine tevdi edilen emanete karşı davranışının onu getirdiği noktayı ifade etmektedir. İnsan olarak elimizde olanın asla bizim kendimizin değil , bize belirli bir süre için imtihan gerekçesi ile emaneten verildiği ,imtihan sonunda elimizden alınacağı bilinci içinde bunları kullanarak "zalim ve cahil"olmak yerine "adil ve alim" bir kul olarak ebedi cennetlerde ikamet etmek hakkını kazanmamız gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
5 Temmuz 2011 Salı
İnsan Fıtratında Ritüeller ve Sembollerin Önemi
insan yaratılışından gelen özellikler nedeniyle sosyal bir varlıktır. Bu özelliği nedeniyle birlikte yaşamanın gereklerini yerine getirmek durumundadır. İnsan yaşamında manevi duygular onların birlikte yaşamaları için önemli bir yer tutmaktadır. İnsan fıtratı,birlikte yaşamanın bir gereği olan aidiyet duygusunu açığa vurmak için bir takım ritüel ve sembolleri kullanmak durumundadır. Bu ritüel ve semboller onların nanevi birlikteliğini göstermek açısından olmazsa olmazlarındandır. Biz bu konuyu islamdaki ritüel ibadetlerin ve sembollerin insan hayatındaki birliktelik duygusunun dışa vurumu açısından ele alarak bu ritüel ve sembollerin müslüman için önce ne ifade ettiği konusu üzerinde durmak istiyoruz. Bu ritüel ve sembollerin en önde gelen kısmı , salat, hac, kıble ve kabedir.
-----7.172 Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler.
----7.173 Yahut «Daha önce babalarımız Allah'a ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik (onların izinden gittik). Bâtıl işleyenlerin yüzünden bizi helâk edecek misin?» dememeniz için (böyle yaptık).
Araf suresindeki bu ayetler bize göstermektedirki Adem as dan kıyamete kadar gelecek olan bütün insanların fıtratında Allah cc yi rab olarak bilme yetisi mevcuttur. Ancak fıtratında olan bu duygu çeşitli saikler vasıtası ile başkaları tarafından istismar edilerek kendilerini Allahtan başka rabler olarak insanlar üzerinde baskı ve zulüm düzeni kurma aracı olarak kullanılmıştır. Bunların örnekleri kur'anda çeşitli ayetlerde verilmektedir.
-----79.24(firavun) «Sizin en yüce rabbiniz benim» dedi.
----9.31 Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler. Oysa tek Tanrı'dan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. Ondan başka tanrı yoktur. Allah, koştukları eşlerden münezzehtir.
-----3.64 De ki: «Ey Kitap ehli! Ancak Allah'a kulluk etmek, O'na bir şeyi eş koşmamak, Allah'ı bırakıp birbirimizi rab olarak benimsememek üzere, bizimle sizin aranızda müşterek bir söze gelin». Eğer yüz çevirirlerse: «Bizim müslüman olduğumuza şahid olun» deyin.
-----3.80 Size melekleri, peygamberleri Rab olarak benimsemenizi emretmesi de yaraşmaz. Siz müslüman olduktan sonra, size inkar etmeyi mi emredecek?
Bu ayetler bizlere göstermedirki insanoğlu fıtratında olan kendisinden yüce bir varlığa inanma duygusu gerçek rab ve ilah olan Allah cc nin dışındaki varlıklara vermek suretiyle "şirk" olarak tabir edilen duruma düşmüştür. Düştüğü bu durumu izah ederken kur'anda bir çok ayette karşımıza çıkan aidiyyet duygusunun bir eseri olan "biz babadan böyle gördük " bahanesini göstermiştir.
-----2.170Onlara: «Allah'ın indirdiğine uyun» denilince, «Hayır, atalarımızı yapar bulduğumuz şeye uyarız» derler; ya ataları bir şey akledemeyen ve doğru olmayan kimseler idiyseler.
-----5.104 Onlara, «Gelin Allah'ın indirdiği Kitap'a ve peygambere uyun» dendiğinde, «Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter» derler; ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler
-----10.78 «Siz ikiniz, bizi babalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan çevirmek ve yeryüzünün büyükleri olasınız diye mi geldiniz? Biz size inanmıyoruz» dediler
-----31.21Onlara, «Allah'ın indirdiğine uyun» denince: «Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız» derler. Ya şeytan, babalarını alevli ateşin azabına çağırmışsa.
Ayetlerde geçen "babaların yoluna uymak" sözlerinden insanın fıtratından gelen aidiyyet duygusunun bir eseri olarak birlikteliklerini göstermek arzusu yatmaktadır. Bu müşriklerin babalarının yollarına uyduklarının göstergesi olarak belli ritüeller ve semboller etrafında toplanarak onlara ibadet etmelerini görüyoruz. Tabiki bu durum bir sapmadır. Allah cc ilk insanı yaratmasından itibaren ona tek ilah ve rab olan kendisine nasıl ve ne şekilde ibadet edileceğini gönderdiği resuller vasıtası ile bildirmiş ancak "adem ile iblis " kıssalarındaki gördüğümüz ayetlerde " şeytanın" kıyamete kadar Allahtan izin alarak insanları onun doğru yolundan saptırmaya çalışacağını ve insanların çoğunun buna uyarak yoldan çıkacağını görmekteyiz.
Allah cc gönderdiği bütün resullere vermiş olduğu ortak bir emir vardır. " SALATI İKAME EDİN" salatı ayakta tutmak insanın var olmasından beri süregelen bir emirdir. "Salat" kavramı kur'anda birden fazla anlama gelen kavramlardan biridir. Bu kavramın en önde gelen ve bu kavramın anlamlarını içine alan bir ibadet olan "NAMAZ" konusunda kur'anın bazı kavramlarının içini boşaltarak hevaya uygun bir anlam yükleme peşinde koşan baz kişler "namaz" kelimesinin arapça bir kelime olmadığından yola çıkarak salatın ritüel boyutunu inkar etme yoluna gitmektedirler.
Ritüel ibadetlerin arkaplanına baktığımız zaman toplumların aynı inancı paylaşmalarının önemi bir ifadesi olduğunu görmekteyiz. Musa as kıssasına baktığımız zaman firavunun büyücüleri ile boy ölçüşme zamanı olarak insanların bir arada oldukları bayram gününün tesbit edildiğin görmekteyiz.
-----20.59Musa: «Buluşma zamanımız sizin bayram gününüzde, insanların toplandığı kuşluk vaktidir» dedi.
Önümüzde en bariz örnek olarak tc nin milli bayram günlerinde her şehir ,ilçelerindeki heykeller önündeve anıt kabirde yapılan ritüellerin tc ye bağlılığın bir göstergesi olarak ve bu ritüellere katılmayanların tc ye bağlı olmadıklarının göstergesi olarak algılanmaktadır. Konumuz tevhidi ritüeller olduğu için bu şirk rüitüellerini sadece bu kadarı ile hatırlayıp esas konumuz olan Allah cc ye olan bağlılığın ritüel bir göstergesi olan "NAMAZA" devam edelim.
"NAMAZ" ibadetinin ritüel boyutunun yanında ikame ederken yöneldiğimiz bir yön olan "kıble" olarak isimlendirilen yöneldiğimiz "kabe" nin sembolik yönünü bilmek gerekmektedir. Çünkü "sağdan yanaşan şeytanlar" namaz ibadetinden önce bu "kıble" kavramını eğerek "kabenin" taştan bir put olduğu düşüncesini yaymaya çalışmaktadırlar. Biz önce bu tevhidi ritüellerin arka planını görüp bu kavramların içinin boşaltılarak müminlerin namaz ibadetinin kaldırılması şeklinde ortaya çıkan ihanetin arka planını anlayabiliriz.
"KIBLE" kelimesi sözlükte yön anlamına gelmektedir. Istılahi bir kavram olarak "kıble" düşünce birliğininin bir göstergesinin sembolu olarak insanların yöneldikleri bir objedir. Bu obje müslümanlar için mekkedeki "KABE"dir.
-----2.145 Sen, Kitap verilenlere her türlü delili getirsen, yine de KIBLENE uymazlar; sen de onların KIBLESİNE uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. And olsun ki, eğer sana gelen ilimden sonra onların heveslerine uyarsan, şüphesiz o zaman zulmedenlerden olursun.
-----2.148 Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Hayırlı işlerde birbirinizle yarışın. Nerede olursanız olun Allah sizi bir araya toplar, Allah şüphesiz her şeye Kadir'dir
-----2.127 İbrahim ve İsmail, beytin temellerini yükseltiyordu: «Rabbimiz! Yaptığımızı kabul buyur. Şüphesiz ki, Sen hem işitir hem bilirsin»
-----3.096 Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbet), Mekke'deki (Kâbe)dir.
-----5.97 Allah, hürmetli ev Kabe'yi, hürmetli ayı, kurbanı, boynu tasmalı kurbanlıkları insanların faydası için ortaya koydu. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde olanları bildiğini ve Allah'ın şüphesiz her şeyi Bilen olduğunu bilmeniz içindir.
-----22.26 «Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, orada kıyama duranlar, rüku edenler ve secdeye varanlar için Evimi temiz tut» diye İbrahim'i Kabe'nin yerine yerleştirmiştik.
Verilen örnek ayetlerden anlamaktayızki Allah cc insanlığın başlangıcından buyana tevhidi duruşun ortak bir göstergesi olarak sembolik bir mekan yada bir obje belirlemiştir. Bunun karşısındaki şirk düşüncesi ise karşı objeler ve mekanlar oluşturarak aynı şekilde müşriki duruşun bir göstergesi olarak belli belirli mekan ve objelere yönelerek duruşlarını sergilemişlerdir.
Müminler için "KABE" sembolu ise tevhidi duruşun göstergesi olarak dünyanın hertarafında bulunan müminlerin ortak kıblesi olmuştur. Dünyanın her tarafındaki müslümanların günde 5 vakit olarak ikame ettikleri ritüel salat olan " NAMAZ" ise bu tevhidi duruşun hiç unutulmadan devamlı surette hatırlanmasıdır. Yani mümin ikameettiği bu ritüel ile şunu demek ister. "EY RABBİM SENDEN BAŞKASININ KARŞISINDA EĞİLİP BEL BÜKMEDEN BİRLİK VE BERABERLİĞİN BİR SEMBOLU OLAN KABEYE YÖNELİP SANA OLAN KULLUĞUMU İFADE EDİYORUM."
Ancak salatın mecraaından çıkarılarak sadece bir spor gösterisi haline döndürülmesi karşısında "papaza kızıp oruç bozan müslüman" tavrındaki bazı kimseler kabenin taşının kutsanması olarak ifade edilen bazı yanlış uygulamaları bahane ederek kabeyi "PUT" olarak ifade etme cüretini göstermeye başlamışlardır. Hepimizin malumudurki yapılan yanlışlar o düşüncenin yanlış olduğunun göstergesi olamaz. Bugün kabenin olması gereken durumundan çıkarılarak bir kısım müslümanlar tarafından sadece taşı öpülmesi gereken bir obje olarak görülmesi ifratı karşısındakiyapılan yanlışlara karşılık olarak bazı kimselerin kabeyi bir put olarak görme tefritleride daha yanlıştır.
Aynı şekilde "NAMAZ" ibadetininde esas işlevi unutulup neredeyse sportif bir olay haline getirilmesi yanlışı karşındaki ifrati yanlışa karşılık " zaten namaz arapça bir kelime değil salatın anlamı namaz demek değildir" şeklindeki tefritde o kadar yanlıştır. Ancak bu semboller ve ritüellerin bu şekilde olmadığının iddiası o kadar samimi ve masum iddialar olarak görülmemelidir.
RİTÜELLER VE SEMBOLLERİN BİRLEŞTİRİCİ ÖZELLİĞİNİ BİLEN İSLAM DÜŞMANLARI EN ÖNEMLİ UNSURLAR OLAN "KIBLE" "KABE" "NAMAZ" "HAC" GİBİ RİTÜEL VE SEMBOLLER ÜZERİNDE ŞEYTANIN SAĞDAN YANAŞMA ŞEKLİ OLAN "ALLAH İLE ALDATMA" TAKTİĞİNİN BİR YANSIMASI OLARAK GÜYA KUR'ANI BAZ ALARAK BU RİTÜEL VE SEMBOLLERİN BİRER ŞİRK UNSURU OLDUĞUNU YAYARAK MÜSLÜMANLARIN EN ÖNEMLİ BİRLEŞTİRİCİ UNSURLARI ETRAFINDA ŞÜPHELER YAYAMAYA ÇALIŞARAK BU KONULAR ETRAFINDA FESAD TOHUMLARI SAÇMAYA ÇALIŞMAKTADIRLAR. ACI OLAN TARAF İSE BU FESADA BAZI SAMİMİ İNSANLARINDA ACABA ÖYLEMİ DİYEREK O DÜŞÜNCEYE YÖNELME DURUMUNDA OLMALARIDIR. VAZİFEMİZ BU YANLIŞLARI ORTAYA KOYUP DİLEYEN KİMSENİN ÖĞÜT ALMASIDIR. KİMSE ÜZERİNDE ZORLAYICI VE BEKÇİ DEĞİLİZ. RABBİMİZ HEPİMİZİ HİDAYET YOLUNDAN AYIRMASIN AMİN.
-----7.172 Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler.
----7.173 Yahut «Daha önce babalarımız Allah'a ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik (onların izinden gittik). Bâtıl işleyenlerin yüzünden bizi helâk edecek misin?» dememeniz için (böyle yaptık).
Araf suresindeki bu ayetler bize göstermektedirki Adem as dan kıyamete kadar gelecek olan bütün insanların fıtratında Allah cc yi rab olarak bilme yetisi mevcuttur. Ancak fıtratında olan bu duygu çeşitli saikler vasıtası ile başkaları tarafından istismar edilerek kendilerini Allahtan başka rabler olarak insanlar üzerinde baskı ve zulüm düzeni kurma aracı olarak kullanılmıştır. Bunların örnekleri kur'anda çeşitli ayetlerde verilmektedir.
-----79.24(firavun) «Sizin en yüce rabbiniz benim» dedi.
----9.31 Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler. Oysa tek Tanrı'dan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. Ondan başka tanrı yoktur. Allah, koştukları eşlerden münezzehtir.
-----3.64 De ki: «Ey Kitap ehli! Ancak Allah'a kulluk etmek, O'na bir şeyi eş koşmamak, Allah'ı bırakıp birbirimizi rab olarak benimsememek üzere, bizimle sizin aranızda müşterek bir söze gelin». Eğer yüz çevirirlerse: «Bizim müslüman olduğumuza şahid olun» deyin.
-----3.80 Size melekleri, peygamberleri Rab olarak benimsemenizi emretmesi de yaraşmaz. Siz müslüman olduktan sonra, size inkar etmeyi mi emredecek?
Bu ayetler bizlere göstermedirki insanoğlu fıtratında olan kendisinden yüce bir varlığa inanma duygusu gerçek rab ve ilah olan Allah cc nin dışındaki varlıklara vermek suretiyle "şirk" olarak tabir edilen duruma düşmüştür. Düştüğü bu durumu izah ederken kur'anda bir çok ayette karşımıza çıkan aidiyyet duygusunun bir eseri olan "biz babadan böyle gördük " bahanesini göstermiştir.
-----2.170Onlara: «Allah'ın indirdiğine uyun» denilince, «Hayır, atalarımızı yapar bulduğumuz şeye uyarız» derler; ya ataları bir şey akledemeyen ve doğru olmayan kimseler idiyseler.
-----5.104 Onlara, «Gelin Allah'ın indirdiği Kitap'a ve peygambere uyun» dendiğinde, «Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter» derler; ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler
-----10.78 «Siz ikiniz, bizi babalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan çevirmek ve yeryüzünün büyükleri olasınız diye mi geldiniz? Biz size inanmıyoruz» dediler
-----31.21Onlara, «Allah'ın indirdiğine uyun» denince: «Babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız» derler. Ya şeytan, babalarını alevli ateşin azabına çağırmışsa.
Ayetlerde geçen "babaların yoluna uymak" sözlerinden insanın fıtratından gelen aidiyyet duygusunun bir eseri olarak birlikteliklerini göstermek arzusu yatmaktadır. Bu müşriklerin babalarının yollarına uyduklarının göstergesi olarak belli ritüeller ve semboller etrafında toplanarak onlara ibadet etmelerini görüyoruz. Tabiki bu durum bir sapmadır. Allah cc ilk insanı yaratmasından itibaren ona tek ilah ve rab olan kendisine nasıl ve ne şekilde ibadet edileceğini gönderdiği resuller vasıtası ile bildirmiş ancak "adem ile iblis " kıssalarındaki gördüğümüz ayetlerde " şeytanın" kıyamete kadar Allahtan izin alarak insanları onun doğru yolundan saptırmaya çalışacağını ve insanların çoğunun buna uyarak yoldan çıkacağını görmekteyiz.
Allah cc gönderdiği bütün resullere vermiş olduğu ortak bir emir vardır. " SALATI İKAME EDİN" salatı ayakta tutmak insanın var olmasından beri süregelen bir emirdir. "Salat" kavramı kur'anda birden fazla anlama gelen kavramlardan biridir. Bu kavramın en önde gelen ve bu kavramın anlamlarını içine alan bir ibadet olan "NAMAZ" konusunda kur'anın bazı kavramlarının içini boşaltarak hevaya uygun bir anlam yükleme peşinde koşan baz kişler "namaz" kelimesinin arapça bir kelime olmadığından yola çıkarak salatın ritüel boyutunu inkar etme yoluna gitmektedirler.
Ritüel ibadetlerin arkaplanına baktığımız zaman toplumların aynı inancı paylaşmalarının önemi bir ifadesi olduğunu görmekteyiz. Musa as kıssasına baktığımız zaman firavunun büyücüleri ile boy ölçüşme zamanı olarak insanların bir arada oldukları bayram gününün tesbit edildiğin görmekteyiz.
-----20.59Musa: «Buluşma zamanımız sizin bayram gününüzde, insanların toplandığı kuşluk vaktidir» dedi.
Önümüzde en bariz örnek olarak tc nin milli bayram günlerinde her şehir ,ilçelerindeki heykeller önündeve anıt kabirde yapılan ritüellerin tc ye bağlılığın bir göstergesi olarak ve bu ritüellere katılmayanların tc ye bağlı olmadıklarının göstergesi olarak algılanmaktadır. Konumuz tevhidi ritüeller olduğu için bu şirk rüitüellerini sadece bu kadarı ile hatırlayıp esas konumuz olan Allah cc ye olan bağlılığın ritüel bir göstergesi olan "NAMAZA" devam edelim.
"NAMAZ" ibadetinin ritüel boyutunun yanında ikame ederken yöneldiğimiz bir yön olan "kıble" olarak isimlendirilen yöneldiğimiz "kabe" nin sembolik yönünü bilmek gerekmektedir. Çünkü "sağdan yanaşan şeytanlar" namaz ibadetinden önce bu "kıble" kavramını eğerek "kabenin" taştan bir put olduğu düşüncesini yaymaya çalışmaktadırlar. Biz önce bu tevhidi ritüellerin arka planını görüp bu kavramların içinin boşaltılarak müminlerin namaz ibadetinin kaldırılması şeklinde ortaya çıkan ihanetin arka planını anlayabiliriz.
"KIBLE" kelimesi sözlükte yön anlamına gelmektedir. Istılahi bir kavram olarak "kıble" düşünce birliğininin bir göstergesinin sembolu olarak insanların yöneldikleri bir objedir. Bu obje müslümanlar için mekkedeki "KABE"dir.
-----2.145 Sen, Kitap verilenlere her türlü delili getirsen, yine de KIBLENE uymazlar; sen de onların KIBLESİNE uyacak değilsin. Onlar birbirlerinin kıblesine de uymazlar. And olsun ki, eğer sana gelen ilimden sonra onların heveslerine uyarsan, şüphesiz o zaman zulmedenlerden olursun.
-----2.148 Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Hayırlı işlerde birbirinizle yarışın. Nerede olursanız olun Allah sizi bir araya toplar, Allah şüphesiz her şeye Kadir'dir
-----2.127 İbrahim ve İsmail, beytin temellerini yükseltiyordu: «Rabbimiz! Yaptığımızı kabul buyur. Şüphesiz ki, Sen hem işitir hem bilirsin»
-----3.096 Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbet), Mekke'deki (Kâbe)dir.
-----5.97 Allah, hürmetli ev Kabe'yi, hürmetli ayı, kurbanı, boynu tasmalı kurbanlıkları insanların faydası için ortaya koydu. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde olanları bildiğini ve Allah'ın şüphesiz her şeyi Bilen olduğunu bilmeniz içindir.
-----22.26 «Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, orada kıyama duranlar, rüku edenler ve secdeye varanlar için Evimi temiz tut» diye İbrahim'i Kabe'nin yerine yerleştirmiştik.
Verilen örnek ayetlerden anlamaktayızki Allah cc insanlığın başlangıcından buyana tevhidi duruşun ortak bir göstergesi olarak sembolik bir mekan yada bir obje belirlemiştir. Bunun karşısındaki şirk düşüncesi ise karşı objeler ve mekanlar oluşturarak aynı şekilde müşriki duruşun bir göstergesi olarak belli belirli mekan ve objelere yönelerek duruşlarını sergilemişlerdir.
Müminler için "KABE" sembolu ise tevhidi duruşun göstergesi olarak dünyanın hertarafında bulunan müminlerin ortak kıblesi olmuştur. Dünyanın her tarafındaki müslümanların günde 5 vakit olarak ikame ettikleri ritüel salat olan " NAMAZ" ise bu tevhidi duruşun hiç unutulmadan devamlı surette hatırlanmasıdır. Yani mümin ikameettiği bu ritüel ile şunu demek ister. "EY RABBİM SENDEN BAŞKASININ KARŞISINDA EĞİLİP BEL BÜKMEDEN BİRLİK VE BERABERLİĞİN BİR SEMBOLU OLAN KABEYE YÖNELİP SANA OLAN KULLUĞUMU İFADE EDİYORUM."
Ancak salatın mecraaından çıkarılarak sadece bir spor gösterisi haline döndürülmesi karşısında "papaza kızıp oruç bozan müslüman" tavrındaki bazı kimseler kabenin taşının kutsanması olarak ifade edilen bazı yanlış uygulamaları bahane ederek kabeyi "PUT" olarak ifade etme cüretini göstermeye başlamışlardır. Hepimizin malumudurki yapılan yanlışlar o düşüncenin yanlış olduğunun göstergesi olamaz. Bugün kabenin olması gereken durumundan çıkarılarak bir kısım müslümanlar tarafından sadece taşı öpülmesi gereken bir obje olarak görülmesi ifratı karşısındakiyapılan yanlışlara karşılık olarak bazı kimselerin kabeyi bir put olarak görme tefritleride daha yanlıştır.
Aynı şekilde "NAMAZ" ibadetininde esas işlevi unutulup neredeyse sportif bir olay haline getirilmesi yanlışı karşındaki ifrati yanlışa karşılık " zaten namaz arapça bir kelime değil salatın anlamı namaz demek değildir" şeklindeki tefritde o kadar yanlıştır. Ancak bu semboller ve ritüellerin bu şekilde olmadığının iddiası o kadar samimi ve masum iddialar olarak görülmemelidir.
RİTÜELLER VE SEMBOLLERİN BİRLEŞTİRİCİ ÖZELLİĞİNİ BİLEN İSLAM DÜŞMANLARI EN ÖNEMLİ UNSURLAR OLAN "KIBLE" "KABE" "NAMAZ" "HAC" GİBİ RİTÜEL VE SEMBOLLER ÜZERİNDE ŞEYTANIN SAĞDAN YANAŞMA ŞEKLİ OLAN "ALLAH İLE ALDATMA" TAKTİĞİNİN BİR YANSIMASI OLARAK GÜYA KUR'ANI BAZ ALARAK BU RİTÜEL VE SEMBOLLERİN BİRER ŞİRK UNSURU OLDUĞUNU YAYARAK MÜSLÜMANLARIN EN ÖNEMLİ BİRLEŞTİRİCİ UNSURLARI ETRAFINDA ŞÜPHELER YAYAMAYA ÇALIŞARAK BU KONULAR ETRAFINDA FESAD TOHUMLARI SAÇMAYA ÇALIŞMAKTADIRLAR. ACI OLAN TARAF İSE BU FESADA BAZI SAMİMİ İNSANLARINDA ACABA ÖYLEMİ DİYEREK O DÜŞÜNCEYE YÖNELME DURUMUNDA OLMALARIDIR. VAZİFEMİZ BU YANLIŞLARI ORTAYA KOYUP DİLEYEN KİMSENİN ÖĞÜT ALMASIDIR. KİMSE ÜZERİNDE ZORLAYICI VE BEKÇİ DEĞİLİZ. RABBİMİZ HEPİMİZİ HİDAYET YOLUNDAN AYIRMASIN AMİN.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)