Müslüman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Müslüman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Mart 2018 Salı

Muhammed (a.s) ı Allah'a Ortak Koşmak: Şirkin Müslüman Hayatında Yer Bulması

7 den 7 e hangi Müslümana Şirk nedir? diye sorulacak olsa, alacağımız cevap Allah'tan başkasına kulluk etmektir, şeklinde olacaktır. Şirk denilince yine bir çok Müslümanda, Mekke'nin fethini müteakip Kabe içinde bulunduğu söylenen 360 adet putun kırılması ile şirk kavramının artık hayatta çıkmış olduğu düşüncesi hakim bulunmakta, bu kavramın Müslüman hayatında bundan sonra asla bir daha yer almadığı veya alamayacağı zannedilmektedir.

Halbuki bu durum kısa bir süre devam etmiş, Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında ortaya çıkan farklı din algıları, onun Kul ve Elçi olarak sınırlandırılan konumunu değiştirerek, onun İlah konumuna yükseltilmesinin önünü açmıştır. Bugün bir çok Müslümanın zihnindeki peygamber portresi, maalesef Kur'an ile asla uyuşmayan bir noktada olup, şirk kavramının Müslüman hayatından yeniden yer bulmasına sebep olmaktadır.

İşin daha acı olan yönü ise, Muhammed (a.s) üzerinden hayata geçirilen şirkin dini bir vecibe olarak görülmesi, şirk içeren ameller işlendiğinde sevap alınacağına inanılmasıdır. Bugün bir çok Müslüman şirk olduğunun farkında bile olmadığı bir çok ameli dini bir görev gibi saymakta, ve titizlikle bu görevleri işlemek hususunda büyük gayretler sarf etmektedir.

Bütün Müslümanlar Muhammed (a.s) dahil bütün elçileri sevmek durumunda hatta zorundadırdır. Ancak bu sevginin de bir ölçüsü olup, bu ölçü onun getirdiği kitap içinde bizlere verilmiştir. "Ne kadar çok seversek o kadar iyi Müslüman olunur" diye bir kaide olmamasına rağmen, sevgideki aşırılık öyle bir noktaya getirilmiştir ki, bu konudaki bazı yanlışları dile getirmeye çalışanlar, maalesef, Peygamber Düşmanı olmak gibi yaftalarla suçlanmaktadır.

Kur'an içindeki İsa (a.s) ile ilgili ayetlere bakıldığında, bu ayetlerdeki ana mesajın, onun Hristiyanlar tarafından ilah mertebesine çıkarılmasındaki yanlışlıklar olduğunu rahatlıkla anlayabiliriz. Bu ayetlerin bize dönük mesajının, İsa (a.s) a yapılan muamelenin benzerinin Muhammed (a.s) için yapılmaması gerektiğinin hatırlatılması olmasına rağmen, sanki ayetlerin ana mesajı, İsa (a.s) için uygulanan muamelenin aynısının Muhammed (a.s) için de uygulanması emrediliyormuş olduğu gibi anlaşılmakta, Hristiyanlar tarafından İsa (a.s) a yapılan muamelenin belki daha aşırısı, Muhammed (a.s) için uygulanmaktadır. 

Muhammed (a.s) a karşı yapılan ve Müslümanları şirke düşüren bazı aşırı uygulamalar.

Bugün sokaktaki 100 kişiye Muhammed (a.s) ölü müdür değil midir? şeklinde bir soru sorulacak olsa, alınacak cevapların ekserisi onun ölü olmadığı şeklindedir.

[Zümer s. 30] Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler.


Kur'an içindeki bu ve benzeri ayetlerin varlığından bile haberdar olmayan bir çok Müslüman, Muhammed (a.s) için Ölü kelimesini kullanmaktan imtina etmekte, bu kelimeyi onun için kullanmaktan, sanki Allah için kullanıyormuşçasına çekinmektedir. Akademik kariyer sahibi veya halkın gözünde Ulu Hoca olarak nam salmış kişilerden onun ölmediğini, kabirlerinde sağ olduğunu, namaz kıldığını, hatta eşleri ile bile ilişki kurabildiğini, ona yapılan salavatları işittiğini duyan kimseler, elbette bu hocalara pirim vererek, bunun aksini iddia edenleri Sapık, Peygamber Düşmanı olarak göreceklerdir.

Şefaat konusu açıldığında, şefaat edecek kimselerin başında geldiğine inanılan, her fırsatta Şefaat yaa Resulullah sözünü tekrarlamanın ibadet sayıldığı bir toplumun fertlerine, "Muhammed (a.s) ın böyle bir yetkisi yoktur, şefaat yetkisinin tümü ile kendisine ait olduğunu Allah (c.c) kitabında beyan etmektedir, ahirette ondan başka medet istenecek kimse yoktur" şeklinde sözler söyleyen bir kimseye "Bu sapık neler diyor böyle" diyerek bakılmakta, söylediği sözlerin doğru olup olmadığını bırakın araştırmak, sözleri kale bile alınmamaktadır.

Onun söylediği iddia edilen ve adına Hadis denilen sözlerin Kur'an ile aynı seviyede tutulması da şirkin Müslüman hayatında yer bulan bir çeşididir. İlah olmanın gereği olan insanlar için bir takım emir yasaklar koyma hakkı, Allah ile aynı görülerek Muhammed (a.s) a da verilmiş, bu hak bazı yalan ve iftira rivayetler ile desteklenmekte, bazı Kur'an ayetleri de bu yönde tevil edilmek sureti ile, Allah ile kulu aynı kefeye konmaktadır.

Tasavvufu şirk, tasavvuf ehlini ise müşrik olarak niteleyen Selefiyye ekolü mensuplarının, onun sözlerini Kur'an ile eşdeğer görmek sureti ile kendilerinin de tasavvufçular gibi şirk batağının içinde olduklarından maalesef haberleri dahi yoktur.

Müslümanlar böyle bir şirkten nasıl kurtulabilir?.

Bu veya benzeri şirk türlerinden kurtulmanın tek ve yegane yolu, Allah'ın kitabını dinde belirleyici ve yol gösterici olarak görmekle olacaktır. Bu kitap içindeki peygamber algısı en doğru ve en sahih bilgileri içermekte, bu bilgilerin ışığında öğrenilen peygamber algısı, bizi şirk batağına düşmekten kurtaracak olan bilgileri vermektedir.

Dinde belirleyici olarak görülen bir kitap içindeki peygamber algısını belirleyen ana çizgi, onun BEŞER BİR ELÇİ  olmasını merkeze almaktadır. Böyle bir konuma sahip olan elçiye karşı yapılacak olan her türlü aşırı davranışlar, İsa (a.s) örnedğinde görüleceği üzere kişiyi şirke götürme tehlikesini barındırmaktadır.

Kur'an'ın İsa (a.s) ile ilgili ayetlerinin, sadece onu ilah mertebesine çıkaran Hristiyanları değil, böyle bir şirk içine düşme riskine sahip olan biz Müslümanları da yakından ilgilendirdiği hatırdan çıkarılmamalıdır. Böyle bir bilinç içinde okunan kitabın ayetleri, bizleri mevcut şirk riskine karşı uyaracak, ve ondan sakınmamızı sağlayacaktır.

Muhammed (a.s) ın Mekke'li müşrikler tarafından beşer oluşunun yadırganması ve onun beşer olduğu vurgusunun sıkça yapılıyor olmasının, bizler için de önemli mesajlar olduğu unutulmamalıdır. Onun beşer bir elçi oluşu onun örnekliği için önemli bir unsur olup, beşer olmaktan çıkarılması örnek alınır olmasını da olumsuz yönde etkileyecektir. 

Geçtiğimiz günlerde bir üniversitenin ilahiyat fakültesi öğrencileri arasında yapılan "Peygamberimizin en önemli sünnetleri nedir?" adlı ankette soruya verilen cevapların en çoğunu "Sakal, Sarık, Misvak" gibi cevapların verilmiş olması, dini eğitim alanların bile sahip olduğu Peygamber algısının ne halde olduğunun acı bir örneğidir.

Halk arasında dolanan dini bilgi ve düşüncelerin merkezinde Muhammed (a.s) ın Kur'an ile taban tabana zıt olarak anlatılan kişiliğinin öne çıkmış olması, din konusunda düşülen büyük hatalardan bir tanesidir. Bir elçi olarak onun kişiliğinin getirdiği vahyin önüne çıkmaması gerekirken, Kur'an'ın onun gerisinde kalması asla kabul edilir bir durum olamaz.

Elçilerin kişilikleri şayet Kur'an merkezli öne çıkacak olsa, onların küfür ve şirke karşı nasıl canları pahasına mücadele ettiği öne  çıkması gerekecek, fakat onların bu kişilikleri en başta bir çok Müslümanı rahatsız edecektir. Bundan dolayı suya sabuna dokunmamış, uçan kaçan, ümmetine sakal sarık v.s kullanmakla 100 şehit sevabı vaat eden, onları şirkten sakındırmaya çağıran bir peygamber portresi, bir çok Müslümana daha cazip gelmektedir.

Bu durumda olduğunu düşündüğümüz Müslümanlara karşı kullanacağımız üslup ta önemlidir. Şayet onlara karşı tekfir ve ötekileştirici bir dil ile yaklaştığımızda, onlar bırakın sahip oldukları düşünceleri terk etmek, bu düşüncelerine daha sıkı yapışacaklardır. 

[Nisa s. 48] Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur.

Sonuç olarak: Allah (c.c) kendisine elçisi dahi olsa kimse ile ortak koşulmasını asla bağışlamayacaktır. Muhammed (a.s) ı daha fazla sevmek adına yapılan ve Kur'an'dan onay almayan her türlü aşırılıklar, bizleri şirk batağına çekme riski barındırmasından ötürü, tehlike az etmekte, bundan kaçınılması gerekmektedir.

Yazımızın amacının bu durumda olanları müşrik olarak nitelemek ve tekfir olmadığı, amacımızın bu durumda olanları uyarmak, içinde bulundukları tehlikeli durumu haber vermeye çalışmak olduğu bilinmelidir.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.



4 Şubat 2018 Pazar

Fatiha s. 4. Ayeti: Allah'ın Din Gününün Sahibi Olduğu İnancının Müslüman Hayatındaki Yeri Üzerine

Fatiha suresi, hemen hemen bütün Müslümanların ezberinde olan, her gün defalarca okunulan, fakat diğer sureler gibi anlamının yaşam içinde nasıl olması gerektiği yönünde herhangi bir fikir yürütülmeyen surelerden birisi olarak karşımızda durmaktadır. Bırakın anlamının hayat içinde nasıl olması gerektiğini, anlamının taban tabana zıttı olan inançlar, bir çok Müslümanın hayatında maalesef yer etmiş vaziyettedir.

Yazımızda, surenin 4. ayeti üzerinde durarak, bu ayetin nasıl bir mesajı olabileceği ve bu ayetin bir çok Müslümanın hayatındaki bazı inançla ile nasıl taban tabana zıtlık arz etiği konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

Surenin 4. ayeti olan Maliki yevmiddin ifadesi, bir çok mealde Din gününün sahibidir şeklinde anlamlandırılmaktadır. Peki nedir bu Din Günü, bu sorunun cevabını bizlere yine Kur'an vermektedir.

[015.035]  «Ve şüphesiz, din gününe kadar (ile yevmiddini) lanet senin üzerinedir.»
[015.036]  Dedi ki: «Rabbim, öyleyse onların dirileceği güne kadar (ile yevmi yub'asune) bana süre tanı.»

Hicr suresindeki bu ayetlerde, Din Günü olarak bildirilen günün, insanların yeniden diriltilecekleri gün olduğunu görmekteyiz.

[037.019] İşte o, yalnızca bir tek çığlıktan ibarettir; artık kendileri (diriltilmiş olarak) bakıp durmaktadırlar.
[037.020] Ve dediler ki: Vay bize, bu; din günüdür.

[051.012] Din günü ne zaman? diye sorarlar.
[051.013] O gün onlar, ateşin üstünde tutulup-eritilecekler.

Saffat ve Zariyat surelerindeki bu ayetlerde de, Din Günü olarak bildirilen zamanın, ölüm sonrası diriliş olduğu görülmektedir.

[082.017] Din gününü sana bildiren şey nedir?
[082.018] Ve yine din gününü sana bildiren şey nedir?
[082.019] Hiç bir nefsin bir başka nefse herhangi bir şeye güç yetiremeyeceği gündür; o gün emir yalnızca Allah'ındır.

İnfitar suresindeki bu ayetlerde ise, Din Günü hakkında verilen bilgiler gerçekten çarpıcıdır, daha çarpıcı olan ise, ayetlerdeki verilen bilgi ile biz Müslümanların bir çoğunun sahip olduğu şefaat inancı taban tabana zıttır.

İnfitar suresi 19. ayetine baktığımızda, ki benzer bilgiler diğer ayetlerde de bulunmaktadır, hiç bir nefsin başka bir nefse faydasının olamayacağı, o günde emrin sadece Allah'a ait olduğunun özellikle hatırlatılmasına rağmen, neredeyse imanın şartı haline getirilmiş olan şefaat inancına göre, din gününde bir nefis başka bir nefse faydası olacak, yani onu ateşten kurtaracaktır.

Bu inanç aynı zamanda, din gününde Allah'ın Malik, yani tek yetkili ve tasarruf sahibi olmasına gölge düşürmektedir. Günde defalarca Allah (c.c) nin din gününün yegane yetkilisi ve tasarruf sahibi olduğunu lafzen tekrarlayan bir çok Müslümanın sahip olduğu şefaat inancında, Allah'ın yanında öyle yetkili ve tasarruf sahipleri ihdas edilmiştir ki bu durum maalesef akıllara zarardır. 

Her ne kadar kendi yanlarından ihdas ettikleri şefaatçileri için, Allah onlara izin verecek şeklinde bir kılıf bulsalar dahi, Allah'ın kendisi dışında bir kuluna şefaat etmesi için yetki vermesi bile yetki paylaşımına girer ki, böyle bir durum asla mümkün değildir. Yine her ne kadar, Allah kitabında bazı kullarına şefaat hakkı tanıyacağına dair haber veriyor şeklindeki iddiaların, şefaat ayetlerinin tamamını Kur'an bütünlüğü dikkate alınarak okunduğunda ne kadar yanlış olduğu da ortaya çıkacaktır.

Sonuç olarak; Fatiha s. 4. ayetinin Müslüman hayatında doğru bir şekilde yer bulması, din gününde Allah (c.c) den başka kimseden medet beklememek üzerine kurulu bir inanca sahip olmaktan geçmektedir. Bu ayeti defalarca tekrarladığı halde din gününde kendisini onun hakkında verdiği ateş kararından döndüreceğine inandığı bazı kimseler olacağına inanan bir kimse, bu ayetin anlamı ile taban tabana bir zıt bir inanca sahip olmakta, bu inancın literatürdeki adı ise şirktir.

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

26 Temmuz 2017 Çarşamba

İki Müslüman Birbirine Kılıç Çektiği Zaman Ölen de Öldüren de Cehennemde midir?

Kur'an'dan sonra ikinci kaynak olduğu söylenen, fakat Gayri Metluv Vahiy teorisi ile Kur'an ile eşdeğer haline getirilen, uygulamada ise Kur'an'ın önüne geçirilen hadisler, yüzyıllardır Müslümanlar arasındaki ihtilaflarda baş rolü üstlenmektedir. Karizmatik bir yapıya büründürülmek sureti ile sorgulanamaz duruma getirilen rivayet kitaplarındaki bazı hadisler, Kur'an'ın gündeme gelmesi ile sorgulanmaya başlanmış, bu sorgulama ise bazı kimseleri büyük ölçüde rahatsız etmektedir.

Yazımızda Tırmizi hariç, Kütübü sitte'nin tamamında bulunan bir rivayeti ele alarak bu rivayetin Kur'an karşısındaki konumunu ele almaya çalışacağız.

Ebü Bekre Nüfey' İbni Haris es-Sekafî radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"İki müslüman birbirine kılıç çektiği zaman, öldüren de, ölen de cehennemdedir".
Bunun üzerine ben:
- Ya Resulallah! Öldürenin durumu belli, ama ölen niçin cehennemdedir? diye sordum.
Resül-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem:
- "Çünkü o, arkadaşını öldürmek istiyordu" buyurdu.

Rivayete göre Muhammed (a.s), birbirine karşı kılıç çeken iki Müslümanın her ikisinin de cehennemlik olduğunu söylemektedir. Bize gelen bir rivayetin doğruluğunu eğer Kur'an ile sağlamasını yapacak olursak, bu rivayet için şöyle bir değerlendirme yapmak mümkündür;

[049.009] Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah'ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever.

Hucurat s. 9. ayetine baktığımızda, Mümin olarak vasıflanan iki topluluk savaştığında aralarının düzeltilmesi istenilmekte, şayet araları düzeltildikten sonra mümin taraftan olan herhangi bir gurup, diğer guruba saldıracak olursa, barışı bozan diğer taraf ile savaşılması emredilmektedir. Yapılacak olan bu savaşta mutlaka, barışı bozan taraftan da, barışı yeniden sağlamak isteyen taraftan da ölenler olacaktır. 

Hucurat s. 9. ayetinde gördüğümüz durumu, yukarıdaki rivayete göre değerlendirecek olursak, ayet içinde MÜMİN olarak belirtilen ve birbirlerine karşı kılıç çeken her iki tarafın da cehennemlik olması söz konusudur. Ancak barışı bozan taraf ile savaşılmasını Allah (c.c) nin emretmiş olduğunu düşündüğümüzde, Allah'ın savaşmayı emretmiş olması ve emrettiği taraftan ölen bir kimseyi cehenneme atacak olması, rivayetin sahihliğine gölge düşürmektedir.

Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında çıkan Cemel, Sıffin gibi savaşlarda, bir çok Müslümanın kanı aktığı herkesçe malumdur. Bu rivayetin, savaşan her iki tarafın yanında yer almayarak, tarafsız kalanlar tarafından ortaya atılmış olabileceği imkan dahilindedir. Çünkü Muhammed (a.s) eğer böyle bir söz söyleyecek olsaydı mutlaka Meşru bir gerekçe olmaksızın şeklinde bir istisna payı bırakması gerekirdi ki, rivayet Hucurat s. 9. ayeti ile çelişki arz etmesin. Rivayet bu hali ile ayet ile çelişkili bir duruma düşmektedir.

Rivayet bu hali ile, Müslümanların birbirlerine kılıç çektiği savaşlara işaret etmekte, yani gaybi bir durumu göstermektedir. Hadis olarak bize gelen sözlerin bazılarında Muhammed (a.s) tarafından gelecekte olacak bazı savaşlara işaret edilerek bu savaşlarda bazı gurupları destekleyen, bazı gurupları ise kınayan sözlerin olduğu bilinmektedir. 

Yani mevcut durum hakkında Muhammed (a.s) ın asla söylemeyeceği fakat ona söyletilen rivayetler bulunup, onun ağzından mevcut durum hakkında sözler uydurulmak sureti ile ona destekletilmiş veya onun tarafından yerilmiştir. 

Sonuç olarak; Hadislerde raviler tarafından duyduklarına eksiltme veya artırma yaptıkları, hadis konusu ile ilgili araştırma yapanlarca malumdur. Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesai, İbni Mace tarafından gelen bu rivayet şayet bize "Meşru bir gerekçe olmaksızın iki Müslüman bir birine kılıç çektiği zaman ölen de öldüren de cehennemdedir" şeklinde gelmiş olsaydı, bu rivayetin sahih olabileceğini düşünebilirdik. Çünkü o meşru gerekçeyi Hucurat s. 9. ayetinden bulma imkanımız bulunmaktadır. Ancak rivayet bu hali ile maalesef sahih olarak görünmemektedir. 

Muhammed (a.s) böyle bir söz söylemiş olsa dahi, bu sözün siyak ve sibakının bulunması, hadislerin doğru anlaşılmasında önemli rol oynayan, Ne, Nerede, Niçin,Nasıl, Ne için ve  Kime sorularının sorularak cevabının alınması gerekmektedir. Çünkü rivayet bu hali ile eksik ve Hucurat s. 9. ayeti ile sağlaması yapıldığında ayet ile çelişmektedir. 

Ayet ile rivayet çeliştiği zaman rivayetin değil, ayetin tercih edilmesi gerektiği selim akıl sahibi her Müslüman tarafından bilinmektedir. Rivayetin büyük hadis kitaplarında bulunmuş olması, bizler için ölçü olmamalı, Kur'an ile çelişip çelişmediği dikkate alınmalıdır. Bizler bir hadis hakkındaki kanaatimizi, o sözü direk Muhammed (a.s) dan işitmediğimiz için, belirli kriterlere göre söylemek durumundayız. Bu kriterler ise, hadislerin isim yapmış hadis kitaplarında olması değildir.

Müslümanların birbirleri ile olan her türlü kavgaları elbette kapanmaz yaralar açmaktadır. Olması gereken bütün Müslümanların birbirleri ile kardeşlik hukukunun gerekleri dahilinde ilişkilerde bulunmasıdır. Böyle bir çalışma yapma nedenimiz de, özellikle Kur'an'ı merkeze alan kimselerin hadisler konusunda takınacakları tutuma bir örnek olmaya çalışmaktır. Eğer bir rivayet ret edilecekse, ret edilme nedeni gösterilmeli toptancı bir mantık sergilenmemelidir.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

14 Ekim 2016 Cuma

Nisa s. 51-52. Ayetleri : Cibt ve Tağut'a İman Etmenin Müslüman Cenahtaki Yansıması

İsrailoğulları ile ilgili bir bahis açıldığında, bir çoğumuzun aklına ilk gelen şey, onların lanetli bir kavim olduklarıdır. Yine bir çoğumuz, onların neden lanete uğradıkları konusunda herhangi bir düşünce içine girmeden , lanete uğramanın sadece o kavme has bir durum olduğu zannı içinde onlarla ilgili ayetleri okumaktayız. 

Halbuki onlar ile ilgili bu ayetler , lanete uğramanın evrensel yasaları olarak okunmuş olsaydı , lanete uğramanın belirli bir kavme has bir olay değil , evrensel bir yasa olduğu bilinir , ve onlar ile ilgili ayetler , lanetin hangi şartlarda hak edildiği noktasında bilgiler olarak okunur , ve lanete uğramamaya çalışmak bizlerin hayatında da uygulama alanı bulabilirdi.

[004.051]  Kendilerine kitabtan bir nasip verilmiş olanların cibt ve tağut'a inanıp, küfredenlere: Bunlar mü'minlerden daha doğru yoldadırlar, dediklerini görmedin mi?.
[004.052]  İşte bunlar Allah'ın kendilerini lanetlediğidir. Allah'ın kendisini lanetlediğine hiç bir yardımcı bulamazsın.

Yukarıdaki ayetler , "Cibt" ve "Tağut" olarak ifade edilen kelimelerin anlam alanları dahiline giren her ne ise, ona iman ederek bu yolun, iman etmekten daha doğru bir yol olduğunu iddia edenlerin Allah'ın lanetine uğradıklarını beyan etmektedir. 

Bu yazımızda , Cibt ve Tağut kavramlarının bizlerin hayatında ne ifade edebileceği , biz Müslümanların bu kavram alanı içine giren düşünce ve davranışlarının ne olabileceği konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız. 

Cibt , " Gerçeği kabul etmeyen , küfrün ve kötülüğün temsilcisi" anlamında , Tağut ise ,  Haddi aşmak anlamındaki "Tağa" kelimesinden türemiş olup , " Allah'ın koyduğu ölçüler ve kurallar dışında ona zıt ölçü ve kurallar koyan her türlü kişi , kurum , kuruluş , düşünce" anlamındadır.

[016.036] Andolsun, biz her ümmete: «Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının» (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine de sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün.

"Tağuta kulluk etmek" şeklindeki yaşantı sadece kitap ehline mensup olanlara has bir durum değil , bugün işlevini biz Müslümanlar üzerinde sürdüren bir durumdur. Ne var ki bir çok Müslüman böyle bir durum içinde olduğundan habersiz bir hayat yaşayarak , kendi bulunduğu yolun doğru olduğunu düşünerek , tersini iddia edenlere karşı çıkmaktadırlar. 

Tağuta kulluk etmek , Müslüman yaşantısında nasıl gerçekleşir ?.

Bu gerçekleşme , 1- Dini düşünce ve itikat bazında , 2- Ülke içindeki gayri İslami yönetim sistemine razı olarak onu desteklemek, şeklinde ortaya çıkmaktadır.

Tağuta kulluk etmenin dini düşünce  içinde zuhur etmesi , inanç kurallarını Allah (c.c) nin kitabı olan Kur'anın değil , Kur'ana aykırı rivayetlerin ve bazı kimselerin belirlemesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Kur'anın her konuda hakem kitap olarak tayin edilmesi terk edilerek , başka hakem kişi ve kitapların ortaya çıkması "Tağut" kavramı ile yakından ilintilidir. 

Bugün halk arasında dini inanç , kural , bilgi ve yaşantı olarak yaygın olan durum bilindiği üzere , Kur'an tarafından vaz edilen bilgi ve kurallar değil , rivayet merkezli bir anlayışın sonucu, kişilerin ve bazı kitapların öne çıkarılması ile oluşturulmuş olan bir din algısıdır. Bu algıda kişiler öyle bir mertebeye çıkarılmıştır ki , Allah (c.c) gibi görürler , bilirler , haber alırlar ve onun gibi din belirlerler, İşte kulların yapmış olduğu bu işin adı haddi aşmak yani tuğyan , bu kimselerin ortak ismi ise tağuttur.

Allah (c.c) nin tekelinde bulunan ve kimseye vermediği din belirleme yetkisi , onun elinden alınarak önce elçisine , sonrada din alimi olarak bilinen bazı kimselere verilerek dini düşünce ve inançta bunların belirleyici olması, bu kimselerin tağutlaşmasına yol açmaktadır. Bugün "Kur'an dinde belirleyici kitap olmalıdır" sözünü duyduklarında, bazı kişi ve kitapları Kur'ana denk tutanların saçlarının diken diken olmasına sebep olan durum, işte din adına belirleyici konumuna gelmiş olan tağutların saltanatının yıkılma endişesidir.

Bu tağutlar ve yandaşları ,oluşturdukları din anlayışını eleştirerek , onların yanlışlıklarını Kur'an merkezli bir söylem etrafında dile getirenlere ise "Sapık"  yaftası takarak , kendilerinin daha doğru yolda olduklarını iddia etmektedirler.

Haddi aşmak (tuğyan) , tağutlaşmak şeklindeki durum , toplumların yönetilmesi için gerekli olan kuralların belirlenmesi noktasında da kendisini göstermektedir. Kur'an içinde olan bazı ayetler , insan ve toplumların ekonomik , sosyal ve hukuki yaşantılarına yön vermesi gereken ayetlerdendir . Bu ayetlerin toplum yaşantısının düzenlemesinde devre dışı bırakılarak , onun emrine zıt düzenlemelerin getirilmesi, yönetimde tuğyanı ve tağutlaşmayı ortaya çıkarmaktadır. 

Konuyu yaşadığımız ülke dahilinde düşündüğümüzde , şu anda bu topraklarda yaşayan insanların tabi olduğu sosyal , ekonomik ve hukuki kanunların belirlenme kriteri bilindiği üzere Kur'an değildir. Yaşadığımız sistem laik , demokratik , kemalist bir sistem olarak tanıtılmakta, halk bu kurallar üzerine bina edilmiş kanunlar ile yönetilmektedir.

"Hakimiyet Milletindir" sloganı ile ülke içinde yaşayan insanlar , başka insanlar tarafından belirlenmiş Kur'an ile zıtlık arz eden kanunlar doğrultusunda bir yönetim sistemine tabi tutulmaktadırlar. Yaşadığımız bu durumun adı , tuğyan ve tağutlaşmak , içinde bulunduğumuz yönetim sistemi ise "Tağuti yönetim" olmaktan başka bir şey değildir.

İşin daha vahimi ise , bu durumun bir çok Müslüman tarafından fark edilememiş olmasıdır. Başka bir vehamet ise , daha önceleri yaşadığımız sistemi tağuti olarak adlandırarak eleştirenlerin bir kısmının , şu anda iktidardaki siyasi partinin bazı söylem ve icraatlarının muhafazakar bir yapı arz etmesi nedeniyle , sistem eleştirisini bir tarafa bırakmışlar , bırakmaları ile kalmamış sisteme destek olmaya dahi başlamışlardır.

Kurulduğundan bu yana, sistemin bel kemiği olan laik , demokratik , kemalist esaslar, aynen kendisini muhafaza etmesine rağmen , bir kaç yıldır iktidarda bulunan siyasi partideki  bazı kimselerin namazlı abdestli insanlar olması , sisteme karşı bir yumuşamayı ve onu kabullenmeyi beraberinde getirmiş , hatta bu sistemi sahiplenmek, dini bir vecibe olarak görülmeye dahi başlanmıştır. 


Dün, sistem tarafından helal olarak görülen, fakat Allah (c.c) nin haram olarak bildirdiği  faiz , içki , zina , kumar v.s gibi bazı fiiller sistem tarafından helal sayılma durumunu aynen korumakta, hatta eskisinden daha canlı ve etkin bir vaziyette toplum hayatında fonksiyonunu icra etmektedir. Allah (c.c) tarafından haram kılınmış faizli bir ekonomiyi savunan bu insanlar , vermiş oldukları faizli kredilerin artmış olmasını "Allah bereketini artırsın" demek sureti ile dini bir kılıf dahi giydirebilmekte , bu gibi söylemlerden destek alan bazı kimseler ise , haramın helal yapılması karşısında alkış tutmaktadırlar. 

Müslüman olarak yaşadığımız sisteme bakış açımız , şu anda bu sistemi yönetenlerin kimliğine , namazına abdestine göre şekillenmemeli , bu kimselerin kanun vaz ederken , hangi kuralları baz aldığına göre şekillenmelidir. Muhafazakar kimliğe sahip olan insanların , yapmış oldukları yanlışları dini argümanlar ile süsleyerek meşru gösterme çabaları , seçmen tabakasının gözünden kaçmakta ve yöneticilerin ağızlarından çıkan Allah - Kur'an - Peygamber v.s gibi sözler onları galeyana getirerek , istedikleri Müslüman yönetici portresinin artık oluştuğunu zannederek , sistemi sahiplenmektedirler.

Bu sahiplenme işinin din alimi ayağı ayrı bir sıkıntı kaynağıdır. Düşünce , fikir eylem ve söylemleri insanları doğru yola sevk etmek olması gereken ve bir çok kimsenin düşüncesine değer vererek arkalarından gittiği din alimlerinin bu noktada sorumluluğu iki kat artmaktadır.

Kur'an ile bağlarının daha sıkı olması gereken bu kimseler , halkı her türlü yanlışa karşı uyarması gerekirken , ellerinde bulundurdukları fırsatları , mevcut iktidarı dini açıdan meşru hale getirmek için kullanmaları,onlarında bir şekilde tağut hale gelmeleri anlamına gelecektir.

Tağut kavramı , sadece tarikat şeyhleri dediğimiz kişilere has bir kavram değil , Allah (c.c) nin hüküm verdiği bir konuda onun aksine hüküm veren herkesi kapsamaktadır. Bu kavramın kapsama alanına işimize gelen kimseleri almak , işimize gelmeyenleri kapsama alanı dışına atmaya çalışmak şeklindeki bir düşünce tağuta destek olmak demektir. 


Tağuta iman etmek sureti ile Allah (c.c) nin lanetine uğramanın dünya hayatındaki yansıması , "Tağuti Sistem" olarak ifade edilen sistemler ile idare edilen toplumların, zaman içinde helak olmasıdır. İçki , Kumar . Faiz , Zina v.s Allah (c.c) tarafından haram kılınan fiillerin kişi ve toplumların hayatlarında yer bulması , zaman içinde bu fiilleri işleyen toplumların helak olmasını beraberinde getirecektir. Kur'an kıssalarını ibretli mesajlar olarak okuyanlar , bu toplumların yapmış oldukları yanlışların hangi zaman  diliminde yapılırsa yapılsın , o toplumların helakına sebep olacağını kolaylıklar göreceklerdir. 

Tağut ve Şirk kavramları gündeme geldiği zaman , bu kavramların sadece bir yönünde olanlara dikkat çekilerek diğer tarafında olanlara dikkat çekilmediği takdirde , bu kavramlar üzerinden yapılan söylemler , kavramların Kur'ani anlamda ortaya çıkması yönünde değil , bazılarının bazılarını suçlamak için kullandığı kavramlar haline gelecektir.

Sonuç olarak : Tağut , Kur'anın şirk ile bağlantılı kavramlarından olup , Müslüman hayatında pek gündem olmayan kavramları arasındadır. Bu kavramın anlam alanına giren bilgi ve düşünceler , bazılarımızın hayatında yer almazken , bazılarımızın hayatında eksik olarak yer almakta , bu kavrama dahil olması gereken bazı kişi , kurum , ve düşünceler göz ardı edilmektedir.

Tağut kavramı toplumların yönetimleri ile yakından alakalı bir kavram olup , yönetim şekilleri beşer aklının ürünü olarak Allah (c.c) ye isyan etme esasına dayanıyor ise bu sistemlerin adı "Tağuti sistem" dir. Bu sistemin yönetim mekanizmasında isterse namazlı abdestli kimseler olsun , sistemin adı asla değişmeyecektir. Kur'anda anlatılan toplumların helak edilmesinde en önemli etken , onların yönetimlerinin tağuti olmuş olması olup , tarihin hangi zamanında olursa olsun , bu gibi sistemler altında yaşayan insanlar helak olmaya mahkum kalacaklardır.

                               EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


9 Ekim 2016 Pazar

Al-i İmran s. 78. Ayeti: Dili Kitapla Eğip Bükmenin Müslüman Cenahtaki Yansımaları

Tarihin her devrinde , insanlar üzerinde hegemonya kurmak isteyenlerin en büyük silahı , insanların Allah'a olan inançlarını istismar ederek, onları Allah ile aldatmak olmuştur. Güven duydukları kimselerin ağzından ,"Ben demiyorum Allah diyor" sözünü duyan bir çok kişi , söylenen sözün delilini, kaynağını, doğruluğunu araştırmadan , sözü söyleyen kişiye tabi olarak , sözü söyleyen kişinin amacına ulaşmasını kolaylaştırmaktadır. Kur'an , Kitap Ehli ile ilgili anlatımlarında onların yapmış oldukları bu yanlışları dile getirmektedir.

[003.078]  Ehl-i kitaptan bir gurup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları Kitap'tan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde: Bu Allah katındandır, derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar.

Kur'an okumalarında izlemeye çalıştığımız yol , Yahudi , Hristiyan veya Müşriklere hitap eden ayetlerin kapsama alanının sadece onlarla sınırlı kalmayarak , bize dönük mesajlarının olup olmadığı yönünde bir okuma metodu izlemektir. Konumuz olan ayette yapılan yanlışın, sadece Ehli Kitap ile sınırlı olmadığı düşüncesinden yola çıkarak , bu ameliyenin bizim cenahtaki yansımalarını ele almaya çalışacağız.

Kur'an , "Ehli Kitap" olarak tabir ettiği fırkalardan bazılarının yapmış olduğu bu hataya dikkat çekerek, bunun büyük bir cürüm olduğunu beyan etmekte , aynı yanlışı Kur'an muhataplarının da yapmamasını istemesine rağmen , aynı hata sanki yapılması istenilmiş bir emir olarak algılanarak , Ehli Kitabı yarı yolda bırakan , Allah adına yalan ve iftiralar İslam adına yüzlerce yıldır ortalıkta gezmekte ve "Gerçek Din" olarak algılanarak maalesef bir çok kimse tarafından sahiplenilmektedir. 

Dili kitap ile eğip bükmenin Müslüman cenahtaki, klasik ve modern 2 farklı yansımasından bahsetmek mümkündür.

Kur'an , bir çok ayetinde ihtilafların çözümü için hakem olarak kendisini (Enam s. 114) adres olarak gösterirken , zaman içinde gelişen olaylar sonucunda ortaya çıkan farklı din anlayışları, bu kitabın hakemliğini ortadan kaldırmıştır. Kur'an içindeki "Allah'a ve resulüne itaat edin" ayetleri ve diğer bazı ayetler referans gösterilerek , zaman içinde aşırı yüceltmeci peygamber anlayışının etkisi ile , Allah ve resulü birbirinden ayrılmış , resul Allah (c.c) ile aynı seviyeye getirilerek "Ha resulün sözü , ha Allah'ın sözü ikisi de eş değerdir" şeklindeki dayatmalar ile rivayetler öne çıkarılarak, Kur'an bırakın anlaşılması , el sürülmesi bile merasim isteyen bir kitap olarak raflara kaldırılmıştır.

Rivayetlerin hakem olarak algılanmaya başlanması ile , Kur'an ile çelişen rivayetlerin nereye oturtulması gerektiği sorunu ortaya çıkmıştır. Kur'an ile çelişen bir rivayetin, Muhammed (a.s) ın ağzından çıkması veya fiiliyata dökülmesinin asla mümkün olmayacağını hatırlattıktan sonra, rivayetlerin toplandığı kitapları Kur'an ile eşdeğer gören zihniyet sahipleri , "Bir rivayet Kur'an ile çelişse dahi ayeti rivayete uygun hale getirmek gerekir"  mantığı ile hareket ederek , saltanatı yüzlerce yıldır süregelen , İslam düşüncesindeki rivayet merkezli şekillenmenin temellerini atmışlardır. 

Rivayet merkezli temellenme , Kur'an ayetlerinin rivayetlere uygun hale getirilmesi sektörünün de doğmasına sebep olmuştur. Bu sektörde çalışanlar , Yahudi alimlerinin yaptığının bir benzerini uygulamak sureti ile birbiri ile çelişen rivayet ile ayetin uygun hale getirilmesini sağlamışlardır!!. 

Bu sektörün yaptığı işin adına "Tahrifçilik" denilmektedir. Tevrat ve İncil'in metnini tahrif eden Yahudi ve Hristiyanlara karşılık , Kur'anı anlam olarak tahrif eden Müslümanlar türemiştir. Bugün geleneksel din anlayışı içinde bir çok konu , Kur'an tarafından ortaya atılmadığı halde , rivayetler ile ortaya atılmış , ve bazı ayetler o konuyu destekler bir mahiyete sokularak ayet ile rivayet uyumlu hale getirilmeye çalışılmıştır. Bu yanlışlığın getirdiği rahatsızlık , bir çok kimseyi haklı olarak alternatif arayışlarına yönelinmesi gerektiğine ve bu alternatifin Kur'an olabileceği düşüncesine itmiştir.

Kur'anın hakem kitap olarak hayatımızda yer alması gerektiği düşüncesinin yaygınlaşması , "Kur'an merkezli din anlayışı" söylemini ortaya çıkarmıştır. Bu söylem olumlulukları getirmesi ile birlikte , bazı olumsuzlukları da beraberinde getirmiştir. şöyle ki :

Geçmişte rivayetlerin merkeze alınması ile yapılan hataya tepki olarak , Kur'anın indiği zaman ve mekan şartlarını tamamen yok sayarak , indiği toplum ile bağını koparan bir okuma anlayışı ile okunan Kur'an, anlaşılmaktan çok yanlış anlaşılmamayı beraberinde getirmiştir. Tarihsel bağlamın yok sayılarak okunmaya çalışıldığı bir Kur'an, bugün inmiş gibi okunarak , bugün yaşayan insanın aklı ve yaşadığı şartlar ile anlaşılmaya çalışılması bir çok sorunu ortaya çıkarmıştır. 

Bu kitabın , bazıları tarafından 1500 sene önce Arap yarımadasında yaşayan insanların sosyal , kültürel ve dini alt yapılarını dikkate alarak nazil olduğunu hesaba katılmayan bir okuma yapılması sonucunda bir çok sorunu ortaya çıkmıştır. 

Gelenekteki rivayet merkezli din anlayış sahiplerinin dillerini, rivayet merkezli bir anlayış çerçevesinde eğip bükmelerine karşın , Kur'an merkezli din anlayışına sahip olduğunu iddia edenlerin bir kısmı ise (herkesi kast etmediğimizi özellikle hatırlatırız), kafalarında şekillenmiş anlayışları merkeze alarak, Kur'anı okuma ve anlama ameliyesine tabi tutmaktadırlar. Bu durum bir çok farklı Kur'an anlayışlarının ortaya çıkmasına sebebiyet vererek , bir çok kimsenin kafasının karışmasına ve "Hangi Kur'an?" sorusunun cevabını aramalarına sebep olmaktadır.

Bugün bu sorunun cevabını bir çok kimse vermeye çalışmakta ve verilen cevaplarda ortak bir noktaya ulaşmaktan çok, ayrılıkların daha da ayyuka çıktığı Kur'an anlayışları ortada gezmektedir. Kur'anın hayat içinde pratiğe geçirilme gereği olan bir kitap olması bir tarafa , daha bizlerin hani okuma yöntemi ile anlaşılacak Kur'anın hayata geçirileceği tartışmaları sürüp gitmektedir.

Şurası bir gerçektir ki , bizim önereceğimiz okuma yönteminin , başkaları tarafından itiraza uğrayabileceği , "Senin teklif ettiğin yöntemin doğru olduğunu nereden bileceğiz?" sözlerini duyabileceğimizi hesaba katmaktayız.Gözlemlerimiz sonucu vardığımız bir kanaat olarak söyleyebiliriz ki , bugün Kur'an okuyan bir kısım insanbütüncül bir okuma değil , parçacı bir okuma yapmaları sonucunda, Kur'anı körün fili tarif etmesi misali bir tarafından tutarak tarif etmektedir. Halbuki Kur'anın nasıl bir kitap olduğu, yine kendi içinden anlaşılması ve öğrenilmesi gereken bir kitaptır. Dışarıdan ithal edilmiş bazı izm ve düşüncelerin baz alınarak Kur'anın doğru anlaşılması asla mümkün değildir. 

Allah' tek ilah olarak tanımak üzerine kurulu bir hayatın yaşanması gerektiğini öğreten , bu yolda geçmişlerden kıssalar ile örnekler veren, merkezinde Tevhid'in yer aldığı , ve bütün ayetlerin bu kavramın merkeze alınarak okunması gerektiği , "Hangi Kur'an?" sorusunun cevabı olabileceğini söylemek istiyoruz. 

Tevhid inancını merkeze almayan , kendi indi düşüncelerini Kur'ana onaylatmak için bazı ayetleri eğip bükmekten çekinmeyen, işlerine geldiği gibi bazı ayetler üzerinde oynama yapan ve kendisini "Kur'an Ehli" olarak niteleyen içimizdeki Yahudileşenlerin yanlışlarının ortaya çıkarılmasını sağlayacak tek yöntem ,Kur'anın Allah (c.c) nin yegane rab ve ilah olarak tanınmasını merkeze alan okuma yöntemi olacaktır. 

Tevhit inancını merkeze almayan bir okuma yöntemini terk edenler, bu kitabı Allah (c.c) dışındakilere kul olmak için okumaktan başka bir şey yapmış olmayacaklardır. Tağut , şirk gibi kavramları duyduklarında akıllarına sadece hadis imamları , tarikat şeyhleri gelenlerin bir çoğu , bu kavramın anlam alanına girmesi gereken kravatlı güruhu bırakın aklına getirmek , yeri geldiğinde alkışlamaktan ve desteklemekten bile çekinmemektedirler.

Halk arasında yaygın olan ve sıkça eleştiriye tabi tutulan, anlamadan sadece Arapça metnini okuyarak sevap kazanma düşüncesi ile , anladığını iddia ederek okuyan, fakat bu okuma kişiye sadece Allah'a kul olma bilinci aşılamıyor ise, halk arasında yaygın olan okuma biçiminden herhangi bir farkı yoktur.

"Ben demiyorum Allah diyor" şeklinde bir söz, sadece elçilerin ağzından çıkabilecek bir sözdür. Elçiler Allah (c.c) nin mesajını insanlara iletmek ile görevli olan kişiler olması nedeni ile , Allah adına konuşma yetkisi sadece onlara ait olup , onların haricinde olan kimselerin böyle bir yetkileri yoktur. 

Kur'an ile ilgili konuşmak durumunda olan nebi resuller haricinde olan kimseler ki bu kurum artık Muhammed (a.s) ile son bulmuştur, eğer böyle bir söz kullanmaya kalkarlar ise , büyük bir cüret göstermiş sayılacaklardır. Kur'an okumak anlamak herkesin hakkı ve vazifesi olmakla birlikte , okuyan kişi bu kitaptan anladığını "Mutlak doğru" olarak görmeye başladığı takdirde problem başlayacaktır. 

Herkes okuduğu ayetten anladığının doğru olduğunu savunabilir buna hakkı da vardır. Ancak tek doğru kendisini görmeye başlayan kişinin, patolojik sorunları olduğunu ve bu sorunun ancak tıp doktorlarından alacağı yardım ile üstesinden gelinebileceğini hatırlatmak isteriz. Özellikle Kur'anı öncellediğini iddia eden kesimin içinde çokça rastladığımız bu tür kişiler , 1500 yıldır kimsenin bilemediği bulamadığı bazı fikirleri sadece kendilerinin bulduğu iddiası ile ortalıkta dolaşarak kendilerine taraftar toplamaya çalışmaktadırlar. 

Kur'an okuyan kişilerin okuduklarını mutlak doğru olarak değil "Benim doğru olduğunu düşündüğüm bu dur" şeklinde bir ifade ile dillendirmeleri daha doğru ve daha mütevazi bir yaklaşım olacaktır. 

Kur'an kıssaları ile ilgili konular, "Kur'an Merkezli Din" söylemine sahip olanların üzerinde çokça durdukları ve ilgilendikleri bölümlerin başında gelmektedir. Kıssa yollu anlatımlar , yaşam içinde Allah (c.c) yi merkeze almanın ve almamanın sonuçlarını göstermesi bakımından , Kur'anın en önemli bölümlerini teşkil etmektedir. Kıssalar geçmişteki yaşantılardan örnekler vererek gelecekteki yaşantıların şekillenmesine örneklik teşkil etmesi gereken anlatımlardır. 

Hayatın merkezine tevhidi alanlar ile almayanların mücadelesi olarak özetleyebileceğimiz kıssalar , bizlere hayatın anlamını öğretmektedir. Ancak bir kısım insan bu kıssalardaki ana mesaja odaklanma sorunu yaşadıkları için , tevhidi mücadelenin izlerini kıssalarda aramak gibi bir düşünce içinde olmadan bu kıssaları okumakta , ve okudukları kıssalardan akla zarar çıkarımlar yaparak , "Bu kadar da olmaz" dedirtmektedirler. 

Kur'an yaşayan insanın sorunlarına çare yolunu gösteren bir kitap olarak evrensel mesajları ihtiva etmektedir. Fakat bu mesajların ne olduğu noktasında bir çoğumuz bilgi sahibi bile olmaktan uzak okumalar yaparak , sadece biz gibi düşünmeyenleri "Kafir" ilan etmemize yarayacak ayetler aramaktan başka bir iş yapmamaktayız.

Sonuç olarak : Kur'anın "Dili kitapla eğip bükmek" şeklinde tarif ettiği yanlış sadece kitap ehli tarafından değil , biz Müslümanlar tarafından da yapılan bir yanlıştır. Bu yanlışın en baştaki sebebi ise , insanları Allah (c.c) nin adını kullanarak kendi düşüncesine bağlayabilmektir.

Bu yanlışın Müslüman cenahtaki yansıması büyük sorunlar çıkarmış , bu sorunları çözmeye soyunan bir kısım insan ise , bu yanlışı düzeltmek için başka yanlışları yapmaya başlamıştır. Kur'anın hakem bir kitap olarak Müslümanların birbirine bağlayabilmesi için bu kitabın ortak bir okuma ve anlama yöntemine tabi tutulması zaruridir , bu ortak yöntem bulunmadan kitabın hayata geçirilmesi pek mümkün olamayacaktır. 

Bu yöntem ise kıssalar yolu ile anlatılan geçmiş yaşantıların dikkate alınmak sureti ile oluşturulabilir. Kıssalardaki anlatımın merkezinde Allah (c.c) nin tek ilah olması yönünde yapılan mücadele örneklikleri bulunmakta olup , kıssalar haricindeki konuların merkezinde de tek ilah ve rab olarak hayata Allah (c.c) nin hakim olması yatmaktadır. Tevhit kavramını merkeze alan ortak bir okuma yönteminin en doğru yol olduğunu bu bu yöntemden uzak kalan okumaların parmağın işaret ettiği yere değil , parmağa bakmak ile vakit kaybettiklerini hatırlatmak isteriz. 

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

2 Ekim 2016 Pazar

Hucurat s. 6 ve Maide s. 8. Ayetleri Müslüman Hayatında Nasıl Yer Bulmalıdır?

Yalan bilgiler üreterek , bazı kimseleri yere batırmak veya bazı kimseleri göğe çıkarmak amaçlı haberler yaymak, insanlığın kadim bir sorunu olup , bu kadim sorun, son yıllarda kitle iletişim araçlarının daha çok yaygınlaşması neticesinde küresel bir sektör haline gelmiştir. Bu sektör içinde maalesef kendisini Müslüman olarak tanımlayan kişi ve kuruluşların olması, meselenin boyutlarının vehametini göstermektedir. 

Kendisine "Müslüman" sıfatını layık görenler , bu sıfatın getirdiği bir takım yükümlülükleri de sırtına yüklemiş sayılarak , bu yükümlülükleri yerine getirmek zorundadırlar. Bu yükümlülüklerinden bir tanesi ise , insanlar arasında yalan haberler yaymak ve adaletsiz davranmak sureti ile toplumun ifsad olmasına sebep olmamak, olanlara ise engel olmaktır.

[049.006]  Ey iman edenler, eğer size bir fasık bir haber getirirse onu iyice araştırın, sonra bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.

Hucurat suresinin 6. ayeti, indiği zamandan beri tazeliğini koruyan , kişilerin ve toplumun selameti için, bize gelen bir haberin iyice araştırılmasını emreden bir ayet olarak, sanki bugün inmişçesine bizlere hitap etmektedir. 

Kısaca , "İnsanları inandırma sanatı" olarak tarif edebileceğimiz "Toplum Mühendisliği" nin ustaca kullandığı bir silah olan kitle iletişim araçları, bir anda bir çok insanı, yalan bir haber yayarak istenilen yöne kanalize etmeyi sağlayan büyük bir silahtır. İnsanlık için asıl doğru olan , erdemli olmak , yalan söylememek , insanlar arasında fesadı yaymamak ,adil olmak , kendi menfaatleri için başkalarının menfaatlerini zedelememek v.s gibi, iyi ve doğru olan her şeyi bir tarafa atarak , sadece geçici dünya menfaatleri doğrultusunda bu silahı kullanmak, para , makam ve mevkiden başka bir değer gözetmeyen insanlar için, ateşli silahlardan daha etkili bir durumda işlevini sürdürmektedir. 

 Kendilerini bağlayan insani ve ahlaki değerlere sahip olmayanlar tarafından kullanılan bu silah , ne yazık ki biz Müslümanların bir kısmının da kullandığı bir silahtır. Halbuki "Ben Müslümanın" diyen bir kimsenin , kendisinin bazı ahlaki ve insani değerlere bağlı kalmasının isteğe bağlı değil, mecburiyet olduğunu bilerek hareket etmesi , kafir olarak bildiğimiz kişi ve toplumların kullandığı silahı, bizim kullanmamamız gerektiğini çok iyi bilmesi gerekmektedir.

Kitle iletişim araçlarının dünya  genelinde yaygınlaşmasına paralel olarak , Türkiye içinde de yaygın  bir şekilde kullanılması , her türlü fikir ve düşünce bağlısının propagandasını bu yol ile yapmasına imkan tanıyan bir ortam yaratmıştır. Bu ortamlarda karşıt görüşlere sahip olan kişi ve gurupların birbirlerinin görüşlerin mahkum etmek için kullanılan bazı yol ve yöntemlerin , gayri ahlaki bir durum arz ettiği ise herkesin malumudur. 

Müslüman olmamız, bizlerin bu araçları bizim dışımızda olanların kullandığı yöntem ile değil , bizim ahlaki değerlerimize uygun bir biçimde kullanmamızı mecbur kılmaktadır. Özellikle "Sosyal medya" olarak bildiğimiz alanın, her türlü kişi ve guruplar tarafında kullanılması , "Bilgi kirliliği" dediğimiz durumu meydana getirmektedir. 

Bir çok kişi ve gurup bu ortamı kendi düşüncesini yaymak amacı ile kullanırken , kullandığı yöntemlerden bir tanesi , karşıt görüşleri mahkum etmeye yönelik propaganda yapmasıdır. Kendi görüşünü yaymak için karşı görüşün yanlışları söylemek elbette herkesin hakkıdır , ancak bunu yaparken yalan , iftira , hakaret , dedikodu özellikle sosyal medyada çokça rastladığımız montaj türü haberler yapmaya kimsenin hakkı olmadığı gibi , Müslüman olduğunu iddia edenlerin iki defa hakkı yoktur. 

Sahte hesaplar açıp , kendisini o düşüncenin mensubu gibi göstererek , o düşünceyi gülünç bir duruma düşürmek amacına dayalı yapılan propaganda usulü , bazı Müslümanlar tarafından da kullanılmaktadır. Kendisini X gurubuna bağlı olarak gösteren , aslında o guruptan nefret eden bu kişiler , nefret söylemlerini o gurupların söylemesi imkansız olan bazı sözleri onlar söylemiş gibi , sahte profiller üzerinde yaparak , kişi ve gurupları töhmet altında bırakmakta , yalan , iftira , dedikodu olan bu söylemleri yaymaktan çekinmemektedirler. 

İşin daha garibi , bu sahte hesaplar üzerinden yapılan haber ve paylaşımların , bazı kimseler tarafından anında sahiplenilmesi ve sanal ortamda çığ gibi yayılmasına vesile olunmasıdır. Sadece kendi görüşlerine uygun olduğu için doğruluğu yanlışlığı araştırılmadan sahiplenilen bu gibi haberler "Fasığın haberi" olarak görülmesi ve araştırılması gerekir iken , "Benim fasığım iyidir" mantığı işletilerek sahiplenilmekte ve bazı kişilere be guruplara olan düşmanlıklar , böyle yalan ve iftira haberler üzerinde yürütülmektedir.

Montaj türü haberler , karşı olduğumuz veya sevmediğimiz kimse veya guruplara karşı yapılmakta , o kişi ve gurupların asla söylemediği sözleri , onlar söylemiş gibi yayarak , o kişi ve guruplar üzerinde infiale yol açmak sureti ile gündem oluşturulmaktadır. 

Üzülerek söyleyelim ki , bu gibi yöntemleri maalesef bazı Müslümanlar da yapmakta , yaptıkları işin sonucunu hiç düşünmeden yapmakta , yalan haberi yapan kişi ve gurupların yandaşları ise "Benim fasığım iyidir" mantığı içinde hareket ederek , o haberleri paylaşarak , "Bugün Allah için ne yaptın?) sorusuna "Bugün ....... ya hakaret ve küfür içeren yayınlar yaptım veya paylaştım" diyerek , o günün cihadını bitirerek vazifesini tamamlamış kumandanlar edasıyla mutlu ve mesut bir şekilde yataklarına uzanmaktadırlar.

Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki sanal alemin de Rabbi vardır, o da Allah (c.c) dir. Yaptıklarımızı her an gözetleyen ve hesap gününde karşımıza çıkaracak olan Rabbimiz , yapılan bu yalan ve iftira haberlerin hesabını elbette soracaktır. Müslüman kişi , hayatının her anında yaptıklarından hesaba çekileceğini bilen insandır. Bu hesaba çekilmenin, sevmediklerimiz hakkında yaptığımız bazı yalan ve iftiralar içinde geçerli olduğu hiç bir zaman unutulmamalı , yaptıklarımız ve yazdıklarımız bu bilinç içinde yapılmalı ve yazılmalıdır. 

İnternet aleminde özellikle mizah amaçlı paylaşımlar yaparak sahte haber üreten bazı haber siteleri (Zaytung gibi) bulunmakta, ve bu sitelerin yayınladıkları haberler aslı astarı olmayan mizah amaçlı yalan haberler olup , bazı kimselerin bu haberleri doğru haber sanarak paylaştıkları görülmektedir. 

"Trol" kelimesi son günlerde çokça duyulan ve sanal alemde insanları kışkırtmak için kullanılan bir yöntemdir. "Zarf atmak , yem atmak" anlamında olan bu kelime , balık avcılığında kullanılan bir terim olup insanları avlamak için kullanılan bir yöntem olarak sıklıkla sanal alemde kullanılmaktadır. 

Bazı parti ve gurupların insanları trollemek yani avlamak için özel kadrolar oluşturmuş olması ,trollemek sureti ile ortaya atılan haberlerin sanal alemde alıcısının ne kadar çok ve ne kadar rağbette olduğunu göstermektedir. Trollemek yani avlamak teriminin , balık avcılığı ile ilgili bir terim olması , insanları bir av malzemesi olarak görerek, onların etinden, sütünden, derisinden faydalanmak isteyen yani insanları sağmal hayvan yerine koyanların kullandığı bir yöntem olarak bir çok kişi ve kurum tarafından maalesef vahşice uygulanmakta ve bir çok insan bu trol ağına düşerek bunlara yem olmaktadır. 

Müslüman hayatında yer bulmakta zorlanan ayetlerden bir tanesi de Maide s. 8. ayetidir. 

[005.008]  Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) tır. Allah'a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyle bilmektedir.

Bu ayet, her zamanki tazeliğini koruyarak , yaşadığımız hayat içinde karşılaştığımız olaylar karşısında nasıl bir insiyatif kullanmamız gerektiğini öğretmektedir.

Ayetin özellikle " Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin" cümlesi, biz Müslümanların bir kısmı tarafından hayat içinde uygulama alanı bulmayan bir emir cümlesidir. Guruplaşmaların , hizipleşmelerin sanki Allah emriymişçesine ayyuka çıktığı Müslüman dünyasında , karşıt gurup ve kişiler ile ilgili yerine getirilmesi gereken "ADALET" kavramı biz Müslümanalrın bir kısmı tarafından maalesef yerine getirilmekte zorlanılmaktadır.

Kendi fırka ve hizbine mensup olmayanları düşman olarak gören bazı Müslümanlar , düşmana bile gösterilmesi gereken adalet ilkesini, birbirlerine karşı yerine getirmeyerek , adalet ilkesini sadece kendi içlerinde yerine getirilmesi gereken bir şey olarak görmektedirler.

[004.135] Ey İnananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhlerine de olsa, Allah için şahit olarak adaleti gözetin; ister zengin, ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer eğriltirseniz veya yüz çevirirseniz bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır.

Fırkalaşma ve hizipleşmelerin hız kaybetmeden her geçen gün daha belirgin bir hale gelmesi , karşıt fırkalara mensup olanların birbirlerine karşı davranış sorunlarını ortaya çıkarmıştır. Çeşitli fırkalara mensup olan Müslümanların kendi fırkalarını güzel , karşı fırkayı çirkin göstermek için kullandığı yollardan birisi olan medya, ve Facebook , Twitter gibi sosyal medya ortamları , adalet ilkesinin gözetilmesi gereken yerlerden birisidir. 

Kendi partisini veya fırkasını güzel , karşı parti veya fırkayı çirkin göstermeye yönelik bir haber olduğu zaman , bu haberde adaletsizlik olup olmadığına bakmadan hemen bu habere inanmaya hazır bir topluluğun olması , bu tür haberleri yapanları daha da gayrete getiren bir durumdur. 

Müslüman kişi adaletin sadece kendisine değil herkese lazım olduğunu bilendir. Karşısına gelen bir bilgi ve haberi tartar iken, sadece kendi menfaatlerine uygun olup olmadığına değil , adalet ilkelerine uygun olup olmadığına baktığı an , adalet ilkelerine uygun hareket etmeyenlerin yaptıkları haberler ve eylemler azalacak , adaletsizlik yaparken biraz daha fazla düşünmek zorunda kalacaklardır. 

Bugün güç ve iktidar ellerinde olduğu için adaletsizlik yapanlar , yarın iktidar ellerinden gittiklerinde , kendileri güçsüz duruma düşerek adalete ihtiyaçları olabilir. 

Türkiye'nin son aylarda bir cemaatin başını çektiği olayların sebep olduğu içinde bulunduğumuz durumu göz önüne aldığımızda , bu cemaat aleyhine yapılan bazı icraatların adalet ilkelerini çiğnediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Elde somut olarak suç sayılabilecek bir delil olmadan , suç unsurları üretilerek , bazı kimselerin suçlu sayılması "Kurunun yanında yaşında yanması" kabilinden durumlar meydana getirmiştir. 

                                "Keser döner sap döner , bir gün hesap döner"

Bu ve benzeri cemaatler sevilmese , yaptıklarının büyük bir hata olduğu bilinse dahi, onlar aleyhinde yapılacak her türlü işlem, adalet ilkelerine uygun olmalıdır. Bugün iktidar olanın ebedi olarak iktidar kalarak gücü elinde bulunduracağına dair hiç bir garantileri yoktur. Bugün muhalefet veya iktidar dışında kalanın , yarın iktidar olarak , bugün iktidarda olanların yaptıklarının hesabını sormayacaklarına dair de hiç bir garantileri yoktur. 

İnsanlar arasındaki ilişkilerin temeli kin ve nefrete dayalı değil , adalet ilkelerine dayalı olarak işlemelidir. Bu adil işleyiş, insanlar arasında fikir ve düşünce ayrılıkları olsa dahi , insanların birbirleri ile daha doğru ilişkiler kurmasını sağlayacaktır. Müslüman olmamız nedeniyle karşımızdaki düşmanımız olsa dahi, ona bile adaletli davranmayı emreden Rabbimizin bu emrine karşı , suçu sadece bizim gibi düşünmemek veya bizim fırkamızdan olmamak olan bazı insanlara karşı adaletsiz davranarak onları mahkum etmeye çalışmak insanlık suçudur. 

                               "Başarıya ulaşmak için her yol mübah değildir." 

Her insan hayatının her safhasında maddi ve manevi alanda başarılı olmak ister. Ancak bunun bir kuralı vardır ve olmalıdır. Her yolu mübah gören anlayışın teorisyenleri, bilindiği üzere Müslümanlar değil batılılardır. Evrensel ahlak ilkeleri , başarı için bazı etik yasalara uyulmasını ve bu yasaların dışına taşılmaması gerektiğini belirtir. Bu ilkelerin dışına taşarak alınan her başarı , kişileri belki dünya hayatı içinde memnun edebilir , fakat ahirette  bu ilkeleri çiğneyerek , insanların haklarını gasp edenlerin hesabı mutlaka sorulacaktır.

Sonuç olarak : Allah (c.c) kitabında bizlere , insanlar arasında fitne ve fesadın yaygınlaşmamasını sağlayacak olan bazı emirler vererek , onları hayata pratize etmemizi istemektedir. Bu emirlerin olan iki ayeti yazımıza konu etmeye çalışarak , bu ayetlerin Müslüman hayatından nasıl yer bulması gerektiğine dair düşüncelerimizi paylaşmaya çalıştık.


Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması , insanları haber yolu ile etkilemenin önünü açarak bu yolun kötüye kullanılmasını da beraberinde getirmiştir. Hucurat s. 6. ayeti bu yolun kötüye kullanılmasının önünü kapatan bir yol önermekte ve biz Müslümanların bu önermenin gereği yerine getirmesini beklemektedir.

Adalet ilkelerine uygun hareket etmek , yine Rabbimizin bizlerden istediği önemli bir husus olup , bu ilkenin ayrım gözetilmeden uygulanması konusunda  bizlere önemli uyarılar yapılmaktadır. Bu ilke güç sahibi olanların elinde kendilerinin istedikleri yönde kullanabilecekleri bir ilke değildir. Maalesef bu kitaba inandığını iddia eden bir kısım Müslüman bu kitabın ayetlerini hayata geçirilmesi gereken ayetler olarak değil , başkalarına karşı mızrak ucuna takılması gereken ayetler olarak gördüğü için , gerekeni yerine getirme konusunda duyarsız kalmaktadırlar. 

RABBİMİZ BİZLERİ , YALAN HABERLER YAYARAK ADALET İLKELERİNDEN AYRILAN KULLARINDAN DEĞİL , YALAN HABER KİMDEN GELİRSE GELSİN ADALETE UYGUN HAREKET EDEN KULLARINDAN KILSIN. 

31 Mayıs 2015 Pazar

Sisteme Karşı Müslüman Duruşu ve Nebilerin Örnekliği

Allah (c.c) sadece kendisine kul olmak için yarattığı insanlara , bu kulluğun nasıl olması gerektiği bilgisini öğreten bir çok "Nebi Resul" göndermiştir. Bu Nebi Resuller, içlerinde bulundukları kavimlerinin Allah (c.c) dışında kulluk ettiklerine karşı amansız bir mücadele içine girerek, var güçleri ile sadece tek İlahın hakimiyetini tesis etmek için mücadele etmişlerdir.

Bu mücadele içinde öne çıkan ortak nokta , müşrik kavimleri ile en küçük bir tavize bile yanaşmamaları olan bu Nebileri takip iddiasında olan bazılarımızın, bu gün içinde bulunduğumuz sisteme karşı bir takım tavizkar tutum sergiliyor olmaları ,Nebi Resullerin yoluna yapılan bir ihanet olarak karşımızda durmaktadır. Bu ihanet, son yıllarda Türkiye de A.K.P adlı siyasi partinin iktidar olması ile daha bariz bir biçimde ortaya çıkmış ve bu ihanetin başını çekenlerinde, A.K.P iktidarı öncesi Türkiye deki mevcut sistemi "Tağut" olarak niteleyen bazı alim ve yazarlar kadrolarından  olması bizi derinden yaralamaktadır. 

Ne oldu da dün içinde yaşadığımız sisteme karşı çıkanlar, bu gün bu sisteme karşı daha yumuşakve tavizkar bir bakış açısı içine girdiler ?.

Bilindiği üzere A.K.P iktidarından önceki iktidar tarafından Müslüman kesime uygulanan baskılar sonucu , inancının gereği olarak başını örten bir bayan "Kamusal Alan" olarak tabir edilen bazı yerlere alınmamaktaydı, buna benzer zulümler Müslümanları içinde yaşadıkları sistemi sorgulamaya itmiş ve sistemin değişmesi konusunda bir fikir birliği içine girilmişti. 

A.K.P adlı siyasi partinin iktidara gelmesi ile, Müslümanların yaşamında bir takım iyileştirilmeler yapılmış olması bir kısım Müslümanı atalete sürüklemiş ve sistemin sorgulanması bir kenara bırakılarak bu sistemin devam etmesi gerektiği düşüncesi ortaya atılmış ve özellikle kendisini Kur'ana nisbet ederek, düşüncelerinin kaynağını Kur'andan aldığını iddia eden bir kısım alim ve yazar kadrosu tarafından hararetle savunulmaya başlanmıştır. 

A.K.P sempatizanları içinde dün mücahit olan , fakat bu gün müteahhit olan bazı eski İslamcıların, makam ve servet sahibi olmuş olmaları, sisteme bakışımızın değişmesinde rol oynayan etkenlerin başında gelmektedir. Mevcut iktidar sayesinde makam ve mevki sahibi olanların, iktidarın değişmesinde neticesinde bu gibi imkanlardan mahrum kalma korkusu ile mevcut iktidarın desteklenmesi gerektiği düşüncesini İslami söylem kullanarak savunmaları esas kaygının servet ve makamların elden gitme korkusu olduğunu göstermektedir. 

Mevcut iktidar sahiplerinin bu gün yapmış oldukları israf derecesindeki bazı icraatları , belki de kendilerini İslami bir söylem ile halka lanse etmeyenlerin dahi yapmayacağını söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Bu israf icraatlarının bir başka iktidar tarafından yapıldığı takdirde yanlış olduğunu söyleyecek olanların , bu israfları kendi partileri yaptığı için bırakın eleştirmeyi , desteklediğini görmüş olmamız olayın vehametinin nasıl bir boyutta olduğunu göstermektedir.

Bu gün sistemin savulmasına sebeb olan mevcut iktidarın yapmış olduğu bir takım iyileştirmeleri göz önünde bulundurarak bu partinin iktidarının devam etmesi gerektiğini düşüncesine sahip olanların başta gelen argümanlarından bir tanesi , başka bir partinin iktidara gelmesi ile sahip olduğumuz mevcut iyileştirmelerin geri alınacağı ve eski baskı ve zulüm günlerinin geri geleceği iddiasıdır. 

Yazımızda muhatap almaya çalıştığımız kişilerin, olaya sadece sosyal ve ekonomik yönden bakarak Türkiyenin mevcut siyasi parti iktidarı ile daha müreffeh bir hale geldiği düşüncesine sahip olanlar değil, hayatlarında Kur'anı örnek alarak ona göre bir hayat yaşama iddiasında olanlar olduğunu hatırlatmak isteriz. Cumhurbaşkanı veya Başbakanı bazı dini değerleri kullanarak öven bir takım meczuplar, bu yazının kapsamına alınmaya dahi değmeyecek kadar alçak bir seviyede oldukları için onlar muhatap alınmaya değer görülmemiştir.

Müslüman olarak Kur'anı hayatlarında belirleyici kılmak iddiasında olanlar için yaşadığımız sisteme karşı nasıl bir tavır içinde olmamız gerektiği bu Kitabın içinde YAŞANMIŞ ÖRNEKLER ile beyan edilmektedir.

 Kur'anda zikri geçen Elçilerin mücadelelerinin bizlere anlatılma sebebi, bizlere örnek olması ve aynı durumda olduğumuz zamanlarda takip etmemiz gereken yolun nasıl olması gerektiğine dair olup , kıssa şeklindeki bu anlatımların masal veya mitoloji şeklinde okunması bu mücadeleyi anlamayı zorlaştıracaktır. 

Nuh (a.s) örneğine baktığımızda 950 sene kavminin içinde kalmış olmasına rağmen ona iman edenlerin sayısı , etmeyenlere göre kıyas edilmeyecek kadar az olduğunu, kavminin helak edilmeye müstehak olmasından anlamaktayız. Nuh (a.s) şayet müşrik kavmi ile karşılıklı br tavizleşmeye Kur'an tabiri ile "Müdahene" ye girmiş olsaydı belkide ona iman edenlerin sayısında artış olacaktı. 

Nuh (a.s) tebliğini sayısal çoğunluk üzerine değil Allah (c.c) den başkasını İlah olarak tanımama esasına kurduğu için kimse ile tavizleşmeye girmek durumuna düşmemiş ve kriterlerini Allah (c.c) nin belirlediği bir sistemin savunuculuğunu ve tebliğini yapmıştır. 

İbrahim (a.s) a kavmi içinde sadece Lut (a.s) iman etmiş olması dikkate değer bir durumdur. İbrahim (a.s) kavminin şirkine karşı tavizkar bir şekilde duruş sergilemiş olsa idi ateşe atılmasına gerek bile duyulmayacak ve kavmi ile gül gibi geçinip gideceklerdi. İbrahim (a.s) ın kavmini onu ateşe atmaya yeltenecek şekilde kızdıran duruşunun sebebi neydi ? , neden canı pahasına böyle bir mücadele içine girişti ?. 

Son Elçi Muhammed (a.s)  Elçi atalarının yolunu takip etmiş ve Mekkelilerin "Müdahene" taleplerini geri çevirmiştir. Mekke de nazil olan ilk surelere baktığımızda ona önerilen mücadele metodunun öne çıkan en önemli noktası kimse ile karşılıklı bir tavizleşmeye gidilmeme emridir (Kalem s. 9. Ayet ). 

Nuh , İbrahim , Muhammed ve diğer bütün Nebilerin selam onlara olsun , kavimlerinden bir çok baskı ve zulüm görmüş olmaları , bizlerin baskı ve zulüm görmemek için mevcut iktidarın devam etmesi gerektiği iddiasının ne kadar Kur'anla örtüştüğünü !! göstermektedir.

Bizlere ne oluyor da hem Kur'anı öncellediğimizi iddia ediyor , hem de o Kitap içinde bizden önceki Elçi atalarımızın yoluna ihanet ederek sistemi yönetenlerin sadece eşlerinin başörtülü veya namazlı abdestli olmalarını dikkate alarak bu sistemin artık savunulması gerektiğini iddia edebiliyoruz?. 

Müslümanın kriteri bu mu olmalıdır ?. 

Müslüman duruşu, sistemin kurucusunun kabrinde veya heykelinin önünde duran başka bir partinin lideri veya mensubu olduğunda onun yaptığına tereddüt etmeden "Şirk" diyebilen fakat bu eylemi bizim partinin !!!! lideri yaptığında "Gönlünüzün kıblesi şaşmasın" diyebilecek kadar yamulmak mı olmalıdır ?.  

 Müslümanın kriteri , kendisine verilen "Elma Şekeri" mesabesinde olan bir takım iyileştirmeler karşısında atalete düşmemek , Nebilerin örnekliğinde bir yol takip ederek 950 yıl dahi sürse , yanında kimse olmasa dahi doğru bildiğini bıkmadan , yılmadan , korkmadan savunmak olmalıdır. 

Aksi takdirde Nebilerin yapmış oldukları ve bizlere Kur'anda anlatılan amellerini haşa "Aptallık" olarak görmek gibi bir yanlışa düşmüş oluruz. Şayet esas olan verilen ile yetinmek olmuş olsa idi , onların ve onlarla beraber olanların yaptıkları mücadeleler boşa yapılmış bir mücadele olmuş olurdu. 

Bu gün "Tağut" denildiği zaman aklımıza sadece belli bir gurup Müslümanın sahiplendiği bir kavram aklımıza gelmektedir. Özellikle kendisini "Selefi" olarak niteleyenlerin gündeme taşıdıkları bu kavram, Kur'anın anahtar kavramlarından bir tanesidir. Kur'anı Tevhid merkezli bir okumaya tabi tuttuğumuzda ki bu okuma tarih boyunca gelen Elçilerin yolunu anlamada önemli bir okuma metodudur , bu kavram etrafında düşünülmesi gereken bir çok mesele gündeme gelecektir. Bu kavramı birilerinin gündem etmiş olması kendisini Kur'an nisbet edenlerin geri durmasını gerektirmez , aksine daha sıkı sarılmasını gerektirir.  

Türkiye geneline baktığımızda son yıllarda "Alim" olarak niteleyebileceğimiz bazı kişilerin Kur'anı gündeme alanlarına baktığımız zaman bir kısım Alimin sisteme itiraz konusunda herhangi bir söylem üretmek şöyle dursun , etrafındakilere sistemi desteklemek konusunda fikirler empoze ettiğini görmekteyiz. Toplumun önünde olan bu kişiler sorumluluk yüklenme bakımından avamdan farklı bir durumda olup etrafındakileri okudukları ve tefsir dersleri yaptıkları Kitap doğrultusunda uyarmaları gerekmektedir. Aksi takdirde İsrailoğulları alimlerinden bir farkları olmayıp yapılan kötülüklere ortak olmak durumunda kalacaklardır.

 Sonuç olarak ; Müslüman ve kendisini Kur'anın belirlediği bir Din anlayışına sahip olanlar olarak içinde bulunduğumuz sistemin adının , her ne kadar başında "Muhafazakar" kimlikli insanların olmuş olması onun "Tağuti" bir sistem olduğu noktasında hemfikir olmamızı gerektirir. Sistem konusunda hemfikir olmadığımız müddetçe içinde bulunduğumuz düşünce ayrılıkları en aza inmeyecektir. Kulluk görevimiz şayet sadece Allaha olması gerektiği bilincinde isek , Allahın yaratmış olduğu kulların vaaz ettiği sistemleri desteklemeye İslami kılıf uydurmaya çalışmaktan vaz geçip en azından kalbimizle buğz etmek gibi bir eylem içinde olmamız gerekmektedir. Aynı Kitabı okuyarak daha Kitabın bize nasıl bir yol önerdiği noktasında hem fikir olamamamız , bizim Kur'an okumalarında henüz kayda değer bir yol alamadığımızın göstergesi olarak karşımızda durmaktadır. Tağutları destekleyen , veya onlara herhangi bir sözü olmayan bir Kitap olarak okunan Kur'an, ancak entellektüel bir muhabbet aracı olmaktan başka bir işe yaramayacaktır. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

1 Mart 2015 Pazar

Mümtehine s. 4. Ayeti: Demokratik Sistemde Müslüman Olmak

Allah (c.c) yaratmış olduğu her şeyi "Alem" olarak niteleyerek , bu Alemlerin yaşadıkları alanı kendisinin mülkü olduğunu bildirmiş ve bu mülk içinde yaşayan herşeyin Rabbi ve Meliki olduğunu ilan etmiştir. Alemlerin Rabbi ve Meliki olmasının , Yaratmış olduğu İnsanlar üzerindeki tezahürü  , Arz üzerinde yaşayan İnsanlara yaşadıkları hayat boyunca tabi olacakları kuralları Elçiler ve Kitaplar göndererek beyan etmesi şeklinde gerçekleşmiştir.

Alemlerin Rabbi ve Meliki olan Allah (c.c) nin mülk alanı dahilinde yaşayan İnsanların , Mülkün gerçek sahibinin kurallarına uygun bir hayat sürmesi mecburiyetinde olmalarını red ederek kendi kurallarını üretmeye kalkmaları, Kur'anda "Tağut" ve "Şirk" kavramları etrafında ele alınarak , İnsanların bu yola tabi olmamaları gönderilen Elçilerin tebliğleri ile hatırlatılmaya çalışılmıştır

Bu Elçiler sadece tebliğ etmekle yani sadece postacı olmakla kalmamış , getirdikleri Mesaj ile kendilerinin de muhatap olmaları nedeni ile bu mesajı  yaşayarak tüm zamanlara örnek olmuşlardır. Kendi gibi yaratılmış olanlar üzerinde , Allah (c.c) nin hakkı olan tasarrufu kendi elinde tutmaya çalışanların genel adı Kur'anda "TAĞUT" olarak belirtilmiştir.

Bu örnek Elçilerden olan atamız İbrahim (a.s) ın kıssasını okuduğumuzda , gerçek Rab ve Meliğin hükümleri terkederek kendi yanlarından çıkarmış olduklarına tabi olan müşrik kavmine karşı vermiş olduğu Tevhidi mücadelenin  Kur'andaki anlatım amacı bizlerin yolunu o doğrultuda çizmesi gerektiğini amacına matuftur. 

İbrahim (a.s) dahil tüm Elçiler , Allah (c.c) nin onlara ilettiği mesaja uygun olarak tebliğlerini yapmışlardır. Bu tebliğ metodunda öne çıkan unsurlardan bir tanesi , Vahyin doğrularına karşı çıkanlar ile Vahyin doğrularını savunanların inanç bakımından kesin çizgiler ile birbirlerinden ayrılmasıdır. Bu yolun ayrılmasını bizlere Mümtehine s. 4. Ayeti göstermektedir. 

 [060.004] İbrahim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: «Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.» Şu kadar var ki, İbrahim babasına: «Andolsun senin için mağfiret dileyeceğim. Fakat Allah'tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez» demişti. (O müminler şöyle dediler:) Rabbimiz! Ancak sana dayandık, sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır.

Mümtehine s. 4. Ayetinde İbrahim (a.s) ın örnekliğinin nasıllığı , Kur'anın bir çok suresinde geçen kıssası içindeki anlatımlarda mevcuttur. Onun kıssasındaki en önemli unsur gözünü kırpmadan Babasına , Kavmine ve Kavminin Tağut Hükümdarına karşı taviz vermeden hakkı haykırmış olmasıdır. Bu haykırışı onun canına mal olabilecek bir sonu getirmiş olsa da bundan asla  vazgeçip canının derdine düşmemiştir. Bu örneklik ondan sonra gelen Muhammed (a.s) ın da hayatında pratize edilmiş , Vahyin karşısında olan Mekke nin müşrik kodamanları ile hiç bir şekilde tavizkar bir tutum Kur'ani deyim ile "Müdahene" içinde bulunmamıştır. 

Bu Elçiler ve onlarla birlikte olanların , canlarını kuru bir cihangirlik davası uğruna ortaya koymadıklarının bilinmesi, tüm zamanlarda ki Müslüman olduğunu iddia edenler tarafından bilinmesi ve örnek alınması gereken bir husus olup, bu örnekliğin Türkiye örneğinde nasıl pratize edileceği konusunun cevabının verilmesi gerekmektedir. 

Türkiye Müslümanlarının bir kısmında , içinde bulunduğumuz yönetim sistemi konusunda net bir düşünce dahi mevcut olmaması en büyük sıkıntımızdır. Bu sıkıntının en büyük sebebi iktidarda olan siyasi partinin söyleminde ve kadrosunda İslami ve muhafazakar motifler bulunmasıdır. Bu durum Türkiye Müslümanlarının bir kısmını atalete düşürmüş , hatta sistemin islamileştiği bile konuşulur olmuştur. 

Şurası muhakkaktır ki bu gün Türkiye Müslümanlarının içinde yaşadıkları sistem konusunda net bir tavır içinde olmaları şarttır. Bu tavrın belirlenmesi , her konuda belirleyicimiz olan Kur'an doğrultusunda olması gerekmektedir.

T. C anayasasının 2. maddesinde içinde bulunduğumuz topraklarda geçerli olan sistemin ana damarının nereden beslendiği şu şekilde kayıt altına alınmıştır. " Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir."

"Atatürk milliyetçiliği , Demokratik ve laik kurallar" , bu topraklarda yaşayan insanların tabi olacakları hükümlerin can damarını oluşturmaktadır. 

Bizler Allahın kulları ve onun Mülkü içinde yaşayanlar olarak , içinde bulunduğumuz herhangi bir durumun tesbitini, onun bize verdiği yol gösterici Kitaba göre yapmak zorunda olduğumuz , kendisini "Müslüman" olarak ifade eden herkesin ortak düşüncesi olmalıdır. 

Yarattığı kullarının yaşam sistemini tayin ve tesbit etme hakkı kendisinin olduğunu beyan eden Allah (c.c) nin bu beyanının aksine, onun yarattığı insanların bu hakkı ona layık görmeyerek ortaya koymuş olduğu sistemlerin ortak adı "TAĞUTİ SİSTEM" dir. 

Şu anda yaşadığımız topraklarda üzerinde geçerli olan kanunların böyle bir sistem içinde yapılan kanunlar olduğu konusunda "Müslüman" kimliğini taşıyan kimsenin şüphesi olmaması gerekir.  

 "Atatürk milliyetçiliği , Demokratik ve laik kurallar"dahilinde kurulan sistemin yürümesi için kurulan siyasi partiler de bu çerçevede çizilmiş olan kurallara tabi olmak zorundadır. 

Genel seçimler ile , halkın oyları ile belirlenen herhangi bir siyasi parti veya partiler iktidara geçerek, kuralları "Atatürk milliyetçiliği , Demokratik ve laik "olarak belirlenen sistemi devam ettirirler.

1980 sonrası , iktidara "Muhafazakar sağ" partilerin gelmiş olmaları , bu partilerin içinde bu görüşte olan insanların olmasını beraberinde getirmiştir. Bu düşüncede ki partilen son temsilcisi olan A.K.P içinde, "Muhafazakar" olmaktan ziyade geçmişinde İslami bir söylem olanların bulunmuş olması ve bu insanların daha önceleri sistem hakkında sert eleştirilerde bulunup, bu partinin iktidara gelmesi ile bu söylemi terkederek sistemi sorgulamayı bırakın , sistemi içselleştirdiğine şahid olmaktayız. 

Halkın, "Oy" vererek sistemin kurallarına bağlı olan partilerin birisini iktidara getirmesi demek öncelikle "Oy" veren insanların sistemi benimsediğini göstermesi açısından önemli bir noktadır. Her seçim öncesi konuşulmaya başlanan konu olan "Oy vermenin hükmü" konusu bu seçimler öncesi yine konuşulmaya başlanacak ve Müslümanların sanki hiç fikir ayrılıkları yokmuşcasına bu konuda da fikir ayrılıklarına düşerek münakaşalar yapılacaktır.

Açık ve net olarak belirtmek gerekirse ; T.C anayasının 2. maddesine göre kurulmuş bir Devletin kanunlarına tabi olarak oluşturulmuş olan siyasi partilerden birisine oy vermek bu partiyi desteklemek anlamından önce, bu sistemi desteklemek anlamına gelecektir. Bu noktayı İslami düşünce sahibi olan herkesin, herhangi bir partiyi oyları ile destekleyenlerin akıllarından asla çıkarmaması gerekmektedir.

Hangi parti olursa olsun hepsinin tabi olması gereken kurallar olup, kuruluşlarının temelinde bu sistemi yıkmak değil bu sistemin devamını sağlamak vardır. Millet vekili olarak seçilerek T.B.M.M ye girenlerin ettikleri yemin bu sistemin kuruluş temellerini atan kişinin adının zikredilerek yapılmış olması olayın görüldüğü kadar masum olmadığı temelinde "Şirk" denilen olgunun yattığı görülecektir.

"Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma, büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim"

Mümtehine s. 4. ve benzer Ayetleri, içinde bulunduğumuz durum çerçevesinde pratize etmeye çalıştığımız yapılması gereken eylemin nasıl olması gerektiği sorusunun cevabını şu şekilde verebiliriz.
İçinde olduğumuz durumu değerlendirirken göz önünde bulundurulması gereken kriterler , iktidar da olan siyasi partinin kadrosu içinde olan kişiler değil , iktidarda olan siyasi partinin yasama ve yürütme de hangi kurallara tabi olduğu olmalıdır. Hangi siyasi parti iktidarda olursa olsun Anayasa da belirlenmiş olan kuralların dışına çıkmak gibi bir lükse sahip değildir. Böyle bir eyleme başvurmaya yeltendiği anda Anayasa mahkemesi devreye girerek o partinin siyasi hayatını bitirir. 

Kanaat önderi pozisyonunda olan Alimlerin bu noktadaki sorumluluklarını hatırlatmakta fayada görmekteyiz. Sizler ki dün Tevhidi söylem dahilinde sistemi sorgulayarak Tağut kavramını bizlere öğretenlerdiniz , şimdi ne oldu da Tağut kavramı artık unutuldu ve yumuşak söylemlerle bu sistemin desteklenmesi yolunda düşünce beyan eder oldunuz?. Sizlerin düşüncelerine değer vererek bu sistemi destekleyerek Tağuta destek olmalarına vesile olduğunuz insanların günahı ,sizin günahınız ile sırtınıza yükleneceğini bildiğiniz halde nasıl böyle bir duruma düşebildiniz ?. Sizlere düşen vakfınızı derneğinizin geleceğini değil bu vakfa gönül veren insanların ve kendinizin geleceğini düşünerek Elçi Atalarımızın yolunu bizlere yeniden hatırlatmanızdır.

 Sonuç olarak ;Müslümanlar olarak bu bir durumda olan herhangi partiyi oy vererek desteklemek "Atatürkçü , Laik , Demokratik" sistemin ayakta durmasını sağlamak demek anlamına gelir ki atamız İbrahim (a.s) ve onunla birlikte olanların yoluna değil ona karşı olanların yoluna tabi olmak anlamına gelmektedir. Her konuda belirleyicimiz olduğunu iddia ettiğimiz Kitabı bu konuda belirleyici olmaktan çıkarıp başka belirleyiciler yol göstericiliğinde mevcut sisteme karşı herhangi bir tavır takınmamak "Ben Müslümanlardanım" diyen bir kimsenin harcı olamaz. Mevcut sisteme olan tavrımızı bu sistemin ayakta kalması sağlayan sistemin kurallarına uygun olarak kurulmuş olan hiç bir partiye sandık başlarına gitmemek sureti ile oy kullanmayarak göstermek zorundayız. Rabbimiz bizleri Atalarımızın yoluna tabi olanlardan kılsın.

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.