müslümanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
müslümanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Eylül 2016 Çarşamba

Bakara s. 97-98. Ayetleri : Cibril'e Düşman Olan Müslümanlar

Yazının başlığını okuyanların bir çoğunun "BAKARA Suresi 97.ve 98. ayetlerinde; Cibril'e düşman olanların Yahudiler olduğu bildiriliyor, Müslümanlar değil" şeklinde bir itirazda bulunacağını tahmin ederek, önce neden böyle bir başlık seçtiğimizi izah etmeye çalışalım.

Allah(c.c) kulu ve elçisi Muhammed(a.s)'a indirdiği vahyi bir melek elçi aracılığı ile indirdiğini birçok ayette beyan etmesine rağmen, bu melek elçiyi red eden bir düşünce üretilerek, melek elçiyi devre dışı bırakan bir söylem üretilmekte ve bu söyleme uygun olarak konu ile ilgili ayetler TAHRİF edilerek, söylemin doğruluğu desteklenmeye çalışılmaktadır.

Düşman kelimesini kullanmış olmamız, böyle bir elçinin olmadığını iddia ederek, vahyin Muhammed(a.s)'ın kendi düşünce ürünü olduğunu iddia eden kişilerin ortaya çıkmasına zemin hazırlanması sebebi iledir. Yoksa kimsenin "Ben Cibril'e düşmanım" şeklinde açık bir ifadesi olduğu iddiasında değiliz.

Yazımızda ilgili ayetlerin tahlili, nasıl tahrif edilmeye çalışıldığı ve Allah(c.c)'nin neden böyle bir aracı ile vahyi indirdiğini beyan ettiği üzerinde durmaya çalışacağız.

Cibril veya Cebrail adı ile bilinen ve vahyi indiren melek olduğuna inanılan şeyin aslında melek olmadığını, "Allah'ın onarması" ve "Kur'an" olarak anlaşılması gerektiği iddia edenlerin fikir babası diyebileceğimiz (diğer kimseler bu görüşlerini bu kişiden esinlenerek almışlardır) "Tebyinül Kur'an" adlı eserin müellifi olan, sayın Hakkı Yılmaz'ın BAkARA Suresi 97. ve 98. ayetlere verdiği anlam şöyledir;

قُلْ مَن كَانَ عَدُوًّا لِّجِبْرِيلَ فَإِنَّهُ نَزَّلَهُ عَلَى قَلْبِكَ بِإِذْنِ اللّهِ مُصَدِّقاً لِّمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَهُدًى وَبُشْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ
مَن كَانَ عَدُوًّا لِّلّهِ وَمَلآئِكَتِهِ وَرُسُلِهِ وَجِبْرِيلَ وَمِيكَالَ فَإِنَّ اللّهَ عَدُوٌّ لِّلْكَافِرِينَ

97.De ki: “Kim Cibrîl’e/Kur’ân’a düşmansa, öfkesinden, kıskançlığından çatlasın, gebersin. - Şüphesiz Allah Cibrîl’i/Kur’ân’ı, Kendisinin bilgisi gereği, iki eli arasındakileri/ içindekileri doğrulayıcı, inananlar için bir yol gösterme ve müjde olarak, senin kalbine indirmiştir. Ki onlar işte bundan dolayı düşman kesilmişlerdir.- 98.Kim ki Allah’a, meleklerine, elçilerine, Cibrîl’e/Kur’ân’a, Mîkâl’e/Elçi Muhammed’e düşman ise, üzüntüsünden, kahrından ölsün.” –Şüphesiz işte bu yüzden, Allah da kâfirlere; Kendisinin ilâhlığını, rabliğini bilerek reddedenlere düşmandır.

Müellef, bu ayetlere verdiği anlamı izah etmek için "ayetlerin teknik yapıları" adı altında açtığı başlıkta böyle bir anlam verme gerekçesini uzun bir şekilde izah etmektedir. Sayın müellif, bin dereden su getirme misali yapmaya çalıştığı izahın içinde, 97. ayetteki "bi iznillahi" ibaresini neden anlama dahil etmediğini izah etmemektedir. Teorisini Cibril'in Kur'an olduğu önyargısı üzerine kuran müellif, bu ibareyi anlama ilave ettiği an, bu ayete verdiği anlamın çökeceğini bildiği için bu ibareyi metinde yok sayarak anlama ilave etmemiştir.

Sayın müellifin çevirdiği kitap herhangi bir insanın kitabı, değil Allah(c.c)'nin kitabıdır. İnsanın kitabı olsa dahi, çevirirken bazı kurallara riayet etmesi gerektiğini bilmesi gerekmektedir. Bu kuralların başında ise; çevirdiği kitabın içinde kafasına yatmayan bir şey olsa dahi, bunu kendi hevasına göre bazı ibareleri yok etmek şeklinde bir cürete kimsenin hakkı yoktur.

Biz, müellifin düştüğü "Cibril vahiy meleği değildir" gibi bir önyargıya düşmeden, yani biz de "Cibril mutlaka vahiy meleğidir" iddiası içinde olmadan ve Cibril'e kendisinin bindirdiği anlam gibi bir anlam bindirmeden, BAKARA Suresi 97. ayeti kelime kelime tercüme etmeye çalışalım.

qul : de ki 
men : kim
kane: oldu
aduvven : düşman
li cibrile : cibrile
fe innehu : muhakkak o
nezzelehu : onu indirdi
ala qalbike : senin kalbin üzerine 
bi iznillahi : Allah'ın izni ile
musaddikan : tasdik edici olarak 
li ma : o şeyi ki 
beyne yedeyhi : iki elleri arasında , önünde
ve hüden : hidayet edici , yol gösterici olarak
ve büşra : müjdeci olarak
lilmü'minine : mü'minler için , iman edenler için 

Anlamı toparlayacak olursak; "De ki kim CİBRİL'e düşman oldu ise, muhakkak O o şeyi ki senin kalbinin üzerine ALLAH'IN İZNİ İLE, iki elleri arasında olanı tasdik edici, yol gösterici, müjdeci olarak indirmiştir."

Ayeti dikkatli ve ön yargısız olarak okumaya çalıştığımızda; Cibril olarak anılan şeyin (herhangi bir anlam bindirmiyoruz) bir şey indirdiğini, o indirdiği şeyin ALLAH'IN İZNİ ile olduğunu, indirilen o şeyin İsrailoğulları'nın elinde bulunan şeyi tasdik ettiğini, yol gösterici ve müjdeci bir özelliğe sahip olduğu anlatılmaktadır. Yani Cibril kelimesi ile bahsedilen şey Kur'anı indirmiş ve bu Kur'an, Tevrat'ı tasdik eden müjdeci ve yol gösterici bir kitaptır.

Dikkat edilirse burada Cibril ile birlikte inen başka bir şey de bulunmaktadır ve müellif metin içindeki "bi iznillahi" ifadesini göz boyacı bir sihirbaz gibi yok ederek anlama dahil etmemiş, böylece istediği anlamı bu şekilde vermesi mümkün olmuştur. Eğer bu ibareyi çevirisine dahil etmiş olsaydı, Cibril'e verdiği anlam olan Kur'an'ın kendi kendisini indirdiği gibi saçma bir anlam oluşacağı için, çareyi bu ibareyi çeviriye dahil etmemekte bulmuştur.

Sayın müellife yaptığı hatayı göstermek için; bir ara, açmış olduğu sosyal medya hesabı üzerinden bu ayeti kelime kelime çevirmesi yönünde yaptığımız isteğin geri çevrilerek karşılık bulmadığını da burada söylemek istiyoruz.

Şimdi soruyoruz; Kur'an'ı kendi ön yargılarımızı tasdik ettirmek için onu tahrif etmek pahasına dahi olsa ketmetmek kimlerin harcıdır? Bu sorunun cevabı, yine BAKARA Suresi içinde verilmekte ve kitabı gizlemenin ağababası olarak Yahudiler işaret edilmektedir. Müslüman olmak iddiasında olmak, bize inmiş olan kitabı öncekiler gibi okuyarak, işimize geldiği gibi yorumlamak değil, onun anlattığı biçimde teslim olmak olmalıdır.

Müellif, Kur'an'ın inişi ile ilgili olarak NAHL, ŞUARA ve NECM Sureleri içinde geçen ayetleri de aynı şekilde tahrifata uğratarak, ön yargıları doğrultusunda anlam vermeye çalışmıştır. Yazının uzamaması için bu ayetleri burada ele almadan, neden böyle bir aracı ile vahyin indirildiğinin ifade olabileceği konusu üzerinde durmaya çalışacağız.

Müellifin eseri ile ilgili olarak yazmış olduğumuz blog içinde "Tebyinül Kur'an'dan tahriful Kur'an örnekleri" başlıklı yazılara göz atılarak yapmış olduğu tahfiratlar görülebilir.

Şurasını hatırlatmak isteriz ki; Cebrail adı bilinen meleği, gelenekteki anlaşıldığı şekli ile kanatları olan mitolojik bir varlık olarak algılamak ve düşünmek mümkün değildir. Melek denildiği zaman, kanatları olan ve kuş gibi uçan varlıkları akla getirmek, Kur'an'dan beslenen bir aklı ürünü olamaz.

FATIR Suresi başında bahsedilen meleklerin kanatlarını gerçek anlamda okumak bazı problemler getirmesi açısından doğru bir okuma yöntemi değildir. Allah(c.c); soyut olan bir şeyi somut hale sokarak, bizim zihni idrak kapasitemiz dahilindeki bilgilere benzeterek anlatmaktadır.

Melek denildiği zaman biz ontolojik mahiyetinin olup olmadığı yönünde bir tartışmaya girmekten ziyade, o kelime ile neyin anlatılmak istenildiği üzerinde fikir yürütmenin daha sağlıklı sonuçlar getireceğini düşünmekteyiz.

Gelenekteki din algısı maalesef Cibril veya başka bir ad ile anılan ve vahyi getirdiği beyan edilen elçi meleğin nasıl  olduğu üzerinde kafa yorarak , neden böyle bir yol kullanıldığının ifade edilmiş olduğu üzerinde durmamışlardır. Halbuki asıl üzerinde durulması nokta, neden melek aracılığı ile Muhammed (a.s) a vahyedilmiş olduğunun beyan edildiği olmalıdır. 

Geleneğin bu yanlış Cibril algısı, maalesef şu anda böyle bir meleğin olmadığını iddia etmek noktasına gelen insanların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Halbuki vahyin Muhammed(a.s)'a ulaşma yolu ile ilgili ayetleri gelenekteki yanlışı dikkate alarak yapılan bir okuma yerine, böyle bir yolun neden kullanıldığının beyan edilmiş olduğu üzerinde yoğunlaşan bir okuma yapılmış olsaydı, varlığının veya yokluğunun tartışılmasının gereksiz ve boş bir tartışma olduğu ortaya çıkacak ve böylece Kur'an ayetlerini tahrif etmeye kadar varan cürete gerek kalmadan, daha makul ve daha doğru bir açıklama getirilecekti.

Vahiy sadece Muhammed(a.s)'ın şahit olduğu bir olay olup, bizler bu olaydan Kur'an'ın anlattığı kadarı ile bilgi sahibi olmaktayız. Gayba dair bir konu olan vahiy olgusu içinde bize verilen bilgilerden bir tanesi; bu vahyin direk Allah(c.c)'den Muhammed(a.s)'a değil, Allah - Melek - Beşer elçi şeklinde gerçekleştiğidir.

Aradaki melek elçinin ne veya nasıllığı konusunda bir anlatım bizlere yapılmamış olup, onun görselliği konusunda yapılan rivayetler mitolojik bilgilerdir. Allah(c.c)'nin meleklerden elçi seçtiğini (HACC 75), seçtiği elçiye başka bir elçi ile vahyetmesini (ŞURA 51), kullarından dilediğine melek indirerek vahyetmesi (NAHL 2) gibi ayetleri doğru anlamanın yolu; Kur'an'ın nüzul dönemi arka plan inancının anlaşılması ile mümkün olacaktır.

Kur'an'ın nazil olması öncesi Arap cahiliyesinde "şair", "kahin" gibi ünvanlara sahip olan kişiler, ağızlarından çıkan sözlerin kendi ürünleri değil "cin" denilen varlıklardan aldıkları gaybi bilgiler olduklarını iddia ederek, bu şekilde kendilerine diğer insanlardan ayrıcalık sağlamakta idiler. Gaybdan haber aldığını iddia etmek herkes için geçerli bir şey olmayıp, şair, kahin gibi ünvanlara sahip olanlara has bir durumdu. Muhammed(a.s)'a yöneltilen şair, kahin, mecnun gibi suçlamaları, Arap cahiliyesinde yerleşik olan bu inancın bir tezahürü olarak anlamak gerekmektedir.

Gaybdan haber aldığını iddia edenleri kahin ve şair olarak tanıyan Arap insanı, Allah(c.c)'den vahy aldığını iddia eden Muhammed(a.s) için de aynı şeyi düşünerek, onun şair, kahin veya mecnun yani cinlenmiş olduğunu iddia etmeye başladılar.

Bu bağlamda "melek" ve "şeytan" kelimelerinin halk arasındaki bilinen anlamını dikkate almanın konuyu anlamada kolaylık sağlayacağını söylemek istiyoruz. Halk arasında "melek" denildiği zaman iyilik, güzellik gibi olumlu kavramlar akla gelirken, "şeytan" denildiği zaman kötülük ve çirkinlik gibi kavramlar akla gelmektedir. Yani melek ve şeytan denildiği zaman kişinin aklına onların ontolojik varlıkları değil, temsil ettikleri anlamlar akla gelmektedir.

Allah(c.c) gaybdan haber aldıklarını iddia eden kahin ve şairlerin bu haberleri, şeytanlardan aldıklarını ifade ederken, vahiy aldığını iddia eden Muhammed(a.s)'ın okuduğu sözlerin şeytan eseri değil, Allah(c.c)'nin sözleri olduğunu bildirmektedir.

Allah(c.c) kuluna bu sözleri şeytanın karşıtı olan melek aracılığı ile vahyettiğini bildirmesini, bu arka plan dahilinde anlamaya çalıştığımızda, melek aracılığı ile vahyetme olgusunun daha doğru anlaşılacağını düşünmekteyiz.

Bir an için kendimizi Muhammed(a.s) yerine koyalım; yaşadığı şehir içinde gaybdan haber aldığını iddia eden kahin ve şairler cirit atmakta ve ona bir gün Allah(c.c)'nin vahyi olduğu söylenen sözler vahyediliyor.

Kitap nedir iman nedir bilmeyen Muhammed(a.s) bir insan olarak kendisine vahyedilen bu sözlerin kimden geldiği konusunda elbette kuşkuya düşebilir. Çünkü o böyle bilgileri kahin, şair veya mecnun olarak bilinen kimselerin aldığını iddia ettiklerini bilmektedir.

Kur'an'ın Mekke döneminin ilk yıllarında nazil olan ayetlerine baktığımızda, ona gelen bu vahyin Allah(c.c)'den olduğu, kahin, şair veya mecnun olmadığı yönünde onun gönlünü ferahlatacak bilgiler verilmiş olması, yaşadığı zaman ve mekanda genel geçer olan anlayışa uygun olan bir tarzda ona anlatılarak, şair ve kahinlerin sahip olduğu bilgilerin kaynağı ile onun sahip olduğu bilgilerin kaynağının aynı olmadığı ona haber verilmektedir.

Şair ve kahinlere geldiği iddia edilen bilgiler şeytan menşeli iken, ona gelen bilginin menşei Allah(c.c)'den olup, bu bilgi ona melek elçi ile verilmektedir. Ona meleğin inmiş olması, şeytanın inmemiş olmaması anlamına gelmektedir.

[026.193] Onu Ruh el-Emin indirmiştir.
[026.194] Uyarıcılardan olasın diye senin kalbin üzerine;
[026.195] Apaçık Arapça bir dille.
[026.196] O, şüphesiz öncekilerin kitaplarında da var.
[026.197] Beni İsrail bilginlerinin onu bilmesi, onlar için bir delil değil mi?

[026.210] Onu (Kur'ân'ı) şeytanlar indirmedi.
[026.211] Bu, onlara düşmez de, buna güçleri de yetmez.
[026.212] Doğrusu onlar (vahyi) dinlemekten uzak tutulmuşlardır.

[026.221] Şeytanların kime indiğini size bildireyim mi?
[026.222] Onlar, günaha, iftiraya düşkün olan herkesin üzerine inerler.
[026.223] Bunlar şeytanlara kulak verirler, çoğu yalancıdırlar.
[026.224] O şairlere gelince; onlara azgınlar uyar.
[026.225] Görmedin mi; onlar, her bir vadide vehmedip durmaktadırlar;
[026.226] Ve gerçekten onlar, yapmayacakları şeyleri söylemektedirler.

Yukarıdaki ŞUARA Suresi'nden verdiğim ayet mealleri, demek istediklerimizin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır.

Muhammed(a.s)'ın okuduğu sözler, Arap insanının bilgisi dahilinde olan kahin ve şairlerin şeytanlardan aldığı ilham değil, Allah(c.c)'nin melek aracılığı ile ona indirmiş olduğu sözlerdir. Şairlerin ve kahinlerin okudukları sözlerin kaynağı kötülüğün temsili olan ŞEYTAN iken, Muhammed(a.s)'ın okuduğu sözler TEKVİR Suresi 19. ayette "Kerim Elçi" olarak tabir edilen MELEĞİN sözleridir. Elbette bu melek ona Allah(c.c)'den aldığı sözleri aktarmaktadır.

[081.019] Şüphesiz o şerefli bir elçinin sözüdür.
[081.020] (Bu elçi,) Bir güç sahibidir; arşın sahibi katında şereflidir.
[081.021] Kendisine uyulandır, emindir.

Yine tekrar ediyoruz; bu meleğin ontolojik mahiyeti bizim için ilgi alanı dahilinde değildir, olmaması da gerekir. Bizim ilgi alanımıza neden böyle bir yol kullanılmış olduğu girmeli ve onun dışına çıkmamalıdır. Geleneksel din anlayışında vahiy meleği ile neredeyse her gün buluşan, onunla muhabbet eden, ondan Kur'an haricinde de sözler alan bir elçi anlayışı, maalesef bizleri vahiy meleğini red etme noktasına getirmiştir.

Vahyin melek aracılığı ile inmiş olmasını red etmenin ne gibi zararları olabilir?

Öncelikle böyle bir yol ile indirdiğini beyan eden ayetleri inkar etmek anlamına gelecektir. Kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak ifade eden bazı kimselerin, "deizm" akımına kapılmalarının altında yatan sebeplerden bir tanesi, Kur'an hakkında edinmiş oldukları bazı yanlış bilgilerdir.

Kur'an'ın Muhammed(a.s)'ın ilhamı olarak dile getirilmiş olan sözler olarak görmeye başlayan bu kimselerin, bu tür düşünceler içine girmelerinin sebeplerinden bir tanesi; Kur'an'ın melek elçi ile indirilmiş olduğunu beyan eden ayetleri doğru okuyamamaları neticesinde, bu sözlerin Allah(c.c)'nin kelamı değil, Muhammed(a.s)'ın sözleri olduğuna inanmalarıdır. Muhammed(a.s) bu sözleri Allah'ın ona vahyetmesi ile değil, içine doğan bazı ilhamlar neticesinde dile getirdiği iddiası, eski Kur'an'cı yeni deist veya deist olmaya aday bazı kimselerin dile getirdiği iddialardandır.

Muhammed(a.s)'ı kahin ve şairlerden ayıran nokta; onun okuduğu sözlerin ona melek elçi ile vahyedilmiş olduğudur. Bu noktayı göz ardı ettiğimizde Muhammed(a.s)'ın şair veya kahinden bir farkı olmadığı iddiası zımnen de olsa dile gelmiş veya bu kapı aralanmış olacaktır.

BAKARA Suresi 97. ayete verdiği anlamın tahrifat olduğunu iddia ettiğimiz kişinin başı çektiği düşüncenin böyle bir tehlikesi bulunmaktadır. Düne kadar onun eserlerini okuyarak dini öğrenen bazı kimselerin, bugün deizm akımına dahil olmasının altında yatan sebeplerden bir tanesi, bu kişinin ortaya attığı bazı yanlış düşüncelerdir.

BAKARA SUresi 97. ve 98. ayetlerde dile getirilen Cibril'e düşmanlık, bağlam olarak İsrailoğulları tarafından yapılan bir düşmanlık olup, vahyi red etmek anlamında yapılan bir düşmanlıktır. Bu düşman olmayı Allah(c.c) küfür olarak nitelemektedir. Müslüman kesimin bir kısmında ortaya çıkan Cibril'in farklı şekilde yorumlanarak red edilme yoluna gidilmesi, bugün değilse ilerleyen zamanlarda vahyin red edilmesine yani küfre kapı aralayan bir düşünce olması nedeniyle, yazımıza böyle bir başlık atmayı uygun bulduk. Yazının amacının, Cibril konusunda bazı kimselerin söylediklerini doğru kabul ederek yanılgı içinde olan kimseleri, kafir olarak nitelemek amaçlı olmadığını hatırlatmak isteriz.

Sonuç olarak; Allah(c.c) Muhammed(a.s)'a indirdiği vahyi HAC 75 ve diğer ayetlerde beyan ettiği üzere meleklerden seçtiği elçi ile indirdiğini beyan etmektedir. Vahyin böyle bir yol izleyerek inişini anlamak için, Arap cahiliyesi arka plan düşüncesinin anlaşılması önemli bir rol oynamaktadır.

Kahin ve şairlerin gaybdan haber aldıklarını iddia ettikleri topraklarda, Allah(c.c)'den vahiy aldığını iddia eden Muhammed(a.s)'ın aldığı vahyin kahin ve şairlerden farklı olduğunu ifade etmek için kullanılan "melek elçi" vasıtası ile ona vahyedilmiş olduğunu red etmenin yolunu, bu konu ile ilgili ayetleri tahrif etme yoluna giderek bulmaya çalışanların yaptıkları şey, ön yargılarını Kur'an'a kabul ettirme yöntemli bir okumadır.

Yapılan Kur'an okumaları; metin dahilindeki anlatımlar baz alınarak, anlaşılmaya çalışılmaya, işimize gelmediği yerde metin içindeki bazı ibareleri görmezden gelmeye çalışarak, kendi düşüncemizi Kur'an'a onaylatma ameliyesi içinde olmamalıyız.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

19 Eylül 2016 Pazartesi

ARAF s. 169. Ayeti : Yakında Bağışlanacağız Diyen Yahudiler ve Müslümanlar

Allah (c.c) yaratmış olduğu biz kullarına elçi ve kitaplar aracılığı ile, dünya hayatında uymamız gereken kulları bildirmiş , bu kurallara uyanlara ve uymayanlara , dünya ve ahirette bir takım karşılıklar verileceğini vaat etmiştir. Bize emredilen kurallara uymanın karşılığı cennet olurken , uymamanın karşılığı cehennem olarak bildirilmektedir. Allah (c.c) bize vaat ettiği cennet ve cehennemin geçici olarak kalınacak bir yer değil, EBEDİ olarak kalınacak bir yer olduğunu beyan etmektedir. 

İslam düşüncesinde, cennetin ebediliği konusunda bazı farklı düşünceler olmuş olsa da , ebediliği yani oraya giren kimsenin bir daha çıkmayacağı konusunda fikir birliği olduğunu söylemek mümkündür. Ancak cehennem için bunu söylemek mümkün değildir. Yaygın kanaate göre, dünya hayatında günah işleyen Müslümanlar , günahlarının cezasını ödedikten sonra oradan çıkarılarak cennete konulacaklardır. 

Bu düşüncenin delili ise , Meryem s. 71. ayetinin siyak sibakına dikkat edilmeksizin okunması olup, ön kabule uygun bir ayet arayışının sonucu olarak sunulmaya çalışılmaktadır. Asıl meselemiz cehennemden çıkış düşüncesinin nereden ve kimden kaynaklandığı olduğu için , bu düşüncenin kaynağını oluşturan İsrailoğullarının düşüncelerini , bu konudaki Kur'an ayetleri üzerinden okumaya, ve İslam düşüncesine hakim olan bu söylemin atalarının neden böyle bir söylem üretmek ihtiyacı duyduklarını ele almaya çalışacağız. 

[007.169] Onların ardından yerlerine kitaba mirasçı olan bir takım  kimseler geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya) nın geçici-yararını alıyor ve: «Yakında bağışlanacağız» diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı da okudular. (Allah'tan) Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Halâ akıl erdirmeyecek misiniz?

Araf s. 169. ayeti , İsrailoğulları ile ilgili bir bağlama sahiptir. 163. ayetten başlayan ve deniz kıyısında yaşayan İsrailoğullarına mensup bir topluluğun, kendilerine emredilen yasağı delmeleri sonucu helak edilmesinin ardından gelenleri anlatmaktadır. 

Bu ayetin asıl dikkat çekici cümlesi ise , dünya hayatını ahiret hayatına tercih eden İsrailoğullarının , dünya hayatı içindeki yaptıkları zulme "Yakında bağışlanacağız" şeklinde bir kılıf uydurmalarıdır. Ahiret hayatında nasıl olsa bağışlanma gelecek diye günah işlemek , bir insanı günaha teşvik eden bir düşüncedir. Bu düşünceyi insanlar arasında hakim kıldığımız zaman, dünya hayatında elde etmek istediğimiz gayri meşru olan şeylere ulaşmayı bu yol ile meşru kılmak mümkün olabilir. 

Bakara ve Al-i İmran surelerinde İsrailoğullarının kendileri için ahiret hayatında uygulanacağını düşündükleri muamele şu şekilde anlatılmakta ve ret edilmektedir.

[002.079]  Vay, Kitabı elleriyle yazıp, sonra da onu az bir değere satmak için, «Bu Allah katındandır» diyenlere! Vay ellerinin yazdıklarına! Vay kazandıklarına!
[002.080] Sayılı günlerden başka katiyyen bize ateş dokunmayacak dediler. De ki; 'Allah'tan bu yönde söz mü aldınız - ki Allah asla sözünden caymaz- yoksa Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?
[002.081]  Hayır öyle değil; kötülük işleyip suçu kendisini kuşatmış olan kimseler; cehennemlikler işte onlardır. Onlar orada temellidirler.

[003.023]  Kendilerine Kitapdan bir pay verilenleri, görmedin mi? Onlar aralarında hüküm vermek için Allah'ın Kitabına çağırılmışlar, sonra onlardan bir takımı dönmüşlerdir. Onlar temelli yüz çevirenlerdir.
[003.024]  Bu, onların: «Bize ateş sadece sayılı birkaç gün değecektir» demelerindendir. Uydurup durdukları şeyler, onları dinlerinde yanıltmıştır.
[003.025]  Geleceğinden şüphe olmayan günde, onları topladığımız ve haksızlık yapılmayarak herkese kazandığı eksiksiz verildiği zaman, nasıl olacak?

Bakara s. 79 ve Al-i İmran s. 23. ayetlerine baktığımızda kendilerine indirilen kitabı hayatlarına pratik etmemeleri anlatılarak , buna sebep olan düşüncenin ahirette ebedi cehennemde değil , geçici bir süre cehennemde kalacaklarına dair oluşturdukları inançtır. İşte bu inanç İsrailoğullarına dünya hayatlarında her türlü kötülüğün yolunu açarak zalim bir kavim olmalarını sağlamıştır. 

Yukarıdaki ayetler İsrailoğullarının bu düşüncesini açık ve net bir şekilde ret ederken , aynı düşünce İslam düşüncesine hakim olmuş , Kur'an tarafından ret edilen "Cehennemde sayılı günler kalma" düşüncesi, İsrailoğullarından bize ithal edilmiştir.

Burada şöyle bir soru akla gelebilir , Allah (c.c) İsrailoğulları için ret ettiği bir düşünceyi , biz Müslümanlar için kabul edebilir mi ?. Bu sorunun cevabı için , Allah (c.c) nin nezdinde "Özel kul" veya "Seçilmiş topluluk" gibi özel muamele yapılacak bir gurubun olup olmadığının cevabının verilmesi gerekmektedir.

[005.018] Yahudiler ve hıristiyanlar «Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz» dediler. De ki: Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor? Doğrusu siz de O'nun yarattığı insanlardansınız. O, dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder. Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allah'a aittir. Sonunda dönüş de ancak O'nadır.

Maide s. 18. ayeti , Yahudi ve Hristiyanlar tarafından dile getirilen bir iddiayı ret ederek , onlarında Allah (c.c) nin yarattığı insanlardan bir zümre olduğu , hiç bir şekilde özel bir statüye sahip olmadıklarını beyan etmektedir. Bu seçilmişliğe Müslümanların dahil olması asla mümkün değildir. Öyleyse cehenneme veya cennete girmek herhangi bir kimlik üzerinden değil , ameller üzerinden yapılacak değerlendirme ile sağlanacaktır. Cennete girmek için sadece Yahudi , Hristiyan veya Müslüman kimliğe sahip olmak değil , cennete girmek için belirlenen kriterleri yaşadığı dünya hayatında yerine getirmek gerekmektedir.

Kur'anın hiç bir yerinde , dünya hayatında işlenen günahlardan dolayı belirli bir süre cehennem azabı görüldükten sonra oradan çıkılacağı hakkında açık ve net bir bilgi yoktur. Allah (c.c) hesap gününde kimseye en küçük bir haksızlık dahi yapılmayacağını beyan ettiğine göre , hesap gününde Müslüman , Hristiyan , Yahudi veya başka bir dine mensup olan insanlar hakkında en doğru karar verilecektir.


Allah (c.c) nin cehennem için "Ebedi" ve orada ölüm olmadığını beyan etmiş olması , dünya hayatında "Günah" olarak belirtilen amellerin işlenmesinin önünün kapatılması içindir. Dünya hayatını fısk ve fücur içinde geçirerek o halde ölen kimsenin , ahiretteki ödülü ebedi cehennem olarak bildirilmiştir. 

Eğer cehennemden geçici bir mekan olarak bahsedilmiş olsa idi , dünya hayatında yapılmaması gereken bir takım günahlar , insanlar tarafından işlenerek , "Cezası neyse çekeriz" mantığı hakim olurdu. Allah (c.c) böyle bir düşüncenin önünü kapatmasına rağmen , elleri ile kitap yazanlar , böyle bir iddiayı, dillerini eğip bükerek kitaba mal etmişler , ve böylece fısk ve fücurun önünün açılmasına fırsat sağlamışlardır.

Ebedi olan bir hayatın ebedi olmadığını iddia ederek, fısk ve fücurun önünü açan bir düşünce üretmek hangi aklın ürünüdür?.

"Ne yardan geçerim ne serden" deyimi , bu sorunun cevabıdır. Dünya hayatının aldatıcı görüntüsüne kanarak onun sahte zevklerinden vazgeçemeyen , fakat ahiret inancına sahip olanlar , dünya hayatına olan sevgilerinden dolayı olan bu vazgeçemeyişlerini , ahiret inancını deformasyona uğratarak , cehennemin geçiciliği düşüncesi ortaya atmışlar , böylelikle ihtiraslarını tatmin etmek yoluna gitmişlerdir. 

Ahiret inancına sahip olmayan müşrikler ilk yaratılma konusunda Kur'an tarafından ortaya konulan onca akli delile rağmen , kendilerinin ortaya koydukları akli delilleri öne sürerek yeniden dirilmeyi ret etmekte , bu suretle dünya hayatının geçici zevklerini hiç bir kural tanımadan elde etme yoluna giderlerken , ahiret inancına sahip olan kitap ehli ise , bu zevklerini, ahiret inancına sahip olmaları nedeniyle, cehennemin geçici olduğu yönünde bir düşünce geliştirerek tatmin etme yoluna gitmektedirler.

Bugün İslam coğrafyası sınırları içinde yaşayan Müslümanların, dünya hayatına olan gayri meşru tutkularını tatmin etmenin altında yatan en büyük saiklerden birisi , işte bu dışarıdan ithal edilmiş olan cehennemin geçiciliği düşüncesidir. 

Dün , "Yakında bağışlanacağız" diyen Yahudilere ilave olarak , bugün aynı sözü söyleyen geniş bir Müslüman kitlesi türemiş bulunmakta, ve iman etmek iddiasında bulunduğumuz kitap içinde , net olarak ret edilmiş olan Yahudi düşüncesini , sahiplenerek yahudileşme yolunda maalesef önemli bir adım atmış bulunmaktayız.

Cehennemin süreli olduğu düşüncesine ilaveten , müşriklerden ithal edilen şefaat düşüncesi , İslam coğrafyasının önemli bir kesiminde yaygın olarak kabul görerek , dünya hayatında yapılması muhtemel olan yanlışlara , bu düşüncelerin verdiği serbestiyet ile kapı aralanmaktadır.

Ahiret hayatında birileri tarafından ricacı olunarak ateşten kurtulunacağı veya ateşte belirli bir süre kalınacağı düşüncesi nasıl İsrailoğullarına fesadın yolunu açmış ise , biz Müslümanlarda da günah işlemenin yolunu açarak , bizleri fısk ve fücurda örnek bir topluluk haline getirmiştir. 

Elbette bağışlayıcı olduğunu haber veren bir Rabbimiz vardır , ve bu vaadinden dönmeyecektir. Onun bağışlayıcılığı belirli bir zümreye veya bazı kişilere tabi olmuş insanlara has değil , bu bağışlamayı hak edecek olanlara verilmiş bir vaattir. 


[031.033]  Ey insanlar! Rabbinizden korkunuz ve bir günden de endişe ediniz ki, bir baba evladından bir şey ödeyemez, evlat da atasından bir şey ödeyecek değildir. Şüphe yok ki, Allah'ın vaadi haktır. Sizi dünya hayatı sakın aldatmasın ve sizi o çok aldatıcı (şeytan) Allah hakkında şaşırtmasın.

[035.005]  Ey insanlar, haberiniz olsun ki, Allah'ın va'di muhakkak gerçektir; sakın o dünya hayatı sizi aldatmasın ve sakın o aldatıcı şeytan, sizi Allah'a karşı aldatmasın!

[057.014]  Onlara bağırırlar ki: «Biz sizinle beraber değil mi idik?» Onlar da derler ki: «Evet.. Velâkin siz nefsinizi fitneye düşürdünüz, ve (mü'minler hakkında fenalık) gözettiniz ve sizi bâtıl şeyler gurura düşürdü. Tâ ki, Allah'ın emri geliverdi. Ve sizi şeytan Allah ile aldattı.»

Bağışlanma garantili günah işlemek , insana şeytanın verdiği vesveselerden olup , yukarıdaki ayet mealleri insan için mevcut olan bu tehlikeye karşı uyarılarda bulunmaktadır.

Cehennemin ebedi olmadığı düşüncesinin İslam dünyasında alıcı bulmasının altında yatan sebepleri araştırdığımızda , Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında siyasal olayların neticesinde ortaya çıkan bir takım itikadi fırkaların, büyük günah işleyenin kafir olup olmadığı , bunların akıbeti tartışmalarını görebiliriz. 

Özellikle iman ile amelin birbirinden ayrılması sonucunda , iman etmiş olmanın sadece dil ile ikrar kalp ile tasdik etmeye indirgenmiş olması , imanı hayatına pratize etmeyen sultanların akıbetinin halledilmesi ! sorununu ortaya çıkarmıştır. Bu hal işini üstlenen saray uleması , çareyi Yahudilerin düşüncelerini devşirmekte bularak , bu sorunu kökünden halletmiştir!!. 

Büyük günah işleyenin durumu etrafında yapılan tartışmaların bir tarafı olan mürcie fırkasının ürettiği teoriler , bir takım uydurma rivayetler ile yüzlerce yıldır ehli sünnet itikadı adı altında Müslümanların üzerinde bir kılıç gibi durmaktadır.

Sonuç olarak ; Allah (c.c) dünya hayatında emirleri gereğince hareket etmeyenlere ebedi cehennemi layık görerek , bu mekanı hak etmemek için gerekli olan amelleri yerine getirmemizi bizden istemektedir. Bu cezanın ebedi olarak öngörülmüş olması , dünya hayatını yaşayan insanların yaşadıkları hayat içinde kendilerine emredildiği şekilde yaşamasına matuf olduğunu söyleyebiliriz.

Ancak dünya hayatının cazibesine kendisini kaptıran ve dünya ile ahiret arasında tercih yapmak zorunda kalan kitap ehli "Ne yardan geçerim ne serden" misali , cehennem hayatının ebedi olmadığı yönünde düşünceler üreterek , dünya hayatının geçici menfaatlerinden faydalanmak yolunu seçmişlerdir.


Kur'an tarafından ret edilmesine rağmen aynı iddia , İslam düşüncesi içine sokularak , günahkar Müslümanlar açısından cehennemin ebedi olmadığı , geçici olduğu düşüncesi ortaya atılarak , dünya hayatında yapılan günahların , ahirette af edileceği gündeme sokulmuş , böylelikle dünya hayatında bazı günahlara meşruiyet kazandırma yoluna gidilmiştir. 

Ahiret hayatında affa uğrayacaklarına dair kimseye garanti vermeyen Allah (c.c) nin vermediği bu garanti , maalesef bazı kulları tarafından , başka kullara verilerek , yanlışların önünü kapama amaçlı olan bu ceza, bir şekilde delinmeye çalışarak , af garantili yanlışlar yapmak teşvik edilmiştir.

Allah (c.c) elbette ahirette bağışlayıcı olduğunu bizlere beyan etmektedir. Ancak dünya hayatında bazı kimselerin yaptıkları yanlışlara kılıf uydurmak için , "Yakında bağışlanacağız" şeklindeki sözlerini ret etmekte ve bu iddianın yalan olduğunu bildirmektedir. 

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

30 Haziran 2016 Perşembe

ZÜMER s. 45. Ayeti : Allah (c.c) yi Tek Olarak An(a)mayan Müslümanlar

Şirk kavramı, Kur'anın odak kavramlarından olup, "Allah (c.c) nin hükümranlık alanına giren konularda onun dışındakilerin hükmüne tabi olmak" anlamına gelmekte ve bu cürmü işleyerek ölmeden evvel bu cürümden dönmeyenlerin ebedi cehennem ile cezalandırılacağı haberi bizlere aynı kitap içinde müteaddit defalar haber verilmektedir. 

Bu kavramın ifade ettiği anlamlar , maalesef bir kısım Müslümanın hayatı içinde yer almakta ve kendisine "Ben Müslümanım" diyen bir çok Müslüman, şirk içinde bir hayat geçirmekte , ve bu şirklerinden haberleri olmadan vefat etmektedirler. 

Yazının amacı ,kimseyi tekfir etmeye yönelik olmayıp , Zümer s. 45. ayeti örneğinde şirk'in Müslüman hayatında nasıl yer aldığına dikkat çekmeye çalışarak , bundan sakınılmasına yönelik bir hatırlatmadır.

[039.043] Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: «Onlar bir şeye sahip olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi şefaat edecekler?»
[039.044]  De ki: «Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra hep döndürülüp O'na götürüleceksiniz.»
[039.045]  Böyle iken Allah bir olarak anıldığı vakıt Ahırete inanmıyanların yürekleri burkulur da ondan berikiler anıldığı vakıt derhal yüzleri güler.

Ayetin ilk muhatap kitlesi Mekkeli müşriklerdir. Biz bu ayeti "sadece onlara hitap ediyor" diyerek tarihe gömmek yerine , bu ayetin içerdiği mesajı dikkate alarak , aynı durumun Müslümanlardaki yansımalarına dikkat çekmeye çalışacağız.

Bilindiği üzere bugün İslam coğrafyasında yaşayan Müslümanların inançlarının kaynağı vahiyden değil, rivayetlerden beslenmektedir. Muhammed (a.s) ın vefatı sonrası gelişen bazı olaylar , Müslümanları "Vahiy merkezli din" den , "Elçi merkezli din" e yöneltmiş ve bu yönelimin yol açtığı itikadi bozukluklar ile bugüne bu şekilde gelinmiştir.

Vahyin elçisi olan Muhammed (a.s) a, Allah (c.c) tarafından verilmiş olan "Nebi Resul" payesi bizlere az gelerek , onu daha yukarı taşıma emareleri, daha ilk yıllardan itibaren Müslümanlar arasında rağbet görmeye başlamış , ve neticede Muhammed (a.s) nin ismi, Allah (c.c) nin ismi ile birlikte anılmaya başlamıştır. 

Bilindiği üzere onun sözlerinin aynı Kur'an gibi yani vahiy olduğu şeklinde yerleştirilmiş olan inanç , maalesef İslam dünyasının çoğunluğunda kabul gören bir anlayıştır. Böyle olunca Onun sözleri Kur'anın önüne geçmiş , ve rivayet merkezli bir dinin temelleri bu yolla atılmıştır. 

İlerleyen zamanlarda , Muhammed (a.s) a yüklenen misyon öyle bir hale gelmiştir ki , onun ismi anılmadan Allah isminin anılması sanki günhamış bir bir algı oluşturulmuş ve Hristiyanların teslis (üçleme) akidesine karşılık bizde de tesniye (ikileme) akidesi oluşturulmuştur.

Bugün bir çok Müslümanın ağzında "Ya Rabbim Ya Resulullahım" , "Ya Allah Ya Muhammed" , "Kur'an ve Sünnet" gibi ikilemeler, dindarlık ifadesi olarak dolaşmakta , böylelikle Zümer s. 45. ayetinin haber verdiği durumun bir benzeri, biz Müslümanlarda bu şekilde yaşanmaktadır. 

Fatiha okunmadan önce "El fatiha meassalavat" şeklinde komut verilerek , fatihaya başlanmadan evvel salavat okunması gerektiği düşüncesi , bir çok Müslümanın zihninde yer etmiş doğru bilinen yanlışlar serisindendir. 

Duaya başlanmadan evvel salatü selam okunarak başlanması gerektiği düşüncesi , edilen duaların önce Muhammed (a.s) a uğrayarak oradan Allah (c.c) ye çıktığı inancının kişinin itikadında derin bir yara açtığı bilinmeden , duaların kabulü için ne kadar bol salavat okunursa o kadar iyidir düşüncesi ile salavat kampanyaları dahi yapılmaktadır.

Dünyanın her neresinde bir camiye gitsek , oralarda "Allah" ve "Muhammed" isimlerinin yan yana olduğunu müşahede edebiliriz. Dahası , 4 halife ve aşere i mübeşşere olarak bilinen 10 sahabenin isimleri duvarları kaplamaktadır. 

Yukarıda bahsettiğimiz kelimeleri kullanan bir Müslümana , bunları kullanmanın yanlış olduğu söylense, bir çoğu karşı çıkarak bu yanlışlığı hatırlatan kimse , "Sen peygambere düşman mısın?" şeklinde sert bir tepki ile karşılaşacaktır.

Bir çok Müslümanın algısında peygamber sevgisi demek , onun ismini Allah (c.c) ile birlikte anarak onun şefaatine nail olmak ve böylece cehennemden azat olmak anlamına gelmektedir. 
Başlı başına garabet bir düşünce olan şefaat düşüncesi , Kur'anın bir çok yerinde müşrik inancı olduğu gerekçesi ile ret edilmişken , nasıl olmuşsa olmuş bu inanç biz Müslümanlarda akide konusu haline getirilmiştir.

Bugün bir çok Müslümanın Allah inancında büyük problemler olup , bu problemlerin Kur'anın gösterdiği ışığın izinde çözülmesi gerekmektedir. Allah (c.c) nin kim olduğu , onun elçisi de olmuş olsa bir beşere hiç bir şekilde kendisine ait olan yetkilerden bir kısmını devretmesinin imkansız olduğu inancı kökleşmeden gerçek bir peygamber sevgisi asla oluşamaz.

Şirk kavramının geçmişte kalmış veya bizim dışımızda olanlar ile sınırlı bir kavram olmadığı , bizlerinde her an bu tehlike ile karşı karşıya kalabilmesi muhtemel olduğu düşüncesi Müslümanlarda yaygınlaşmadan , bu gibi yanlışların önüne geçmek asla mümkün olmayacaktır. 

Allah (c.c) nin ismini söylerken , Muhammed (a.s) ın isminin anılması sanki farzmış gibi bir algı sahibi olanlara , böyle bir durumun olmadığını , aksine böyle bir ikileme kullanmanın kişiyi şirk'e düşürme tehlikesi olduğunu anlatmanın kolay olmadığını da bilmekteyiz. 

Dinlerini kerameti müritlerinden menkul şeyh efendilerden öğrenenler için , bunları anlaması zor hatta imkansız gibidir. Bu gibi kimselerin hatalarını yumuşak bir dille anlatmaya çalışmak gerekmektedir. Onlar sert dil kullansa dahi, bizlerin aynı sert üslubu onlara karşı kullanmadan doğru bildiklerimizi anlatmak zorundayız. Kimseye kendi düşüncemizi dikte ettirmek gibi bir vazifemiz olmadığı da asla unutulmamalıdır. 

Kişi merkezli din anlayışı içinde olan tasavvuf kesimi için bu tehlikenin daha büyük olduğunu söylemek isteriz. İsimleri meşhur olan ve "Gavs" , "Kutub" , "Evliya" ,  "Sadat" v.s olarak bilinen kimseler üzerinden yapılan şirk içeren ifadeler , maalesef bir çok cahil müridin ağızlarında "Yetişşşş yaaaa ......." , "Medet yaaaa....." şeklinde dolanmaktadır. 

Allah (c.c) nin isminin yanına başka isimler koymanın tezahürleri çok geniş bir alanın konusu olmakla birlikte , biz sadece Müslümanların Muhammed (a.s) a yükledikleri yarı ilah misyonunun sözel kesime yayılmış şeklindeki yanlışa dikkat çekmeye çalıştık. Bu cürmün cezası ise şu şekilde beyan edilmektedir. 

[040.012]  Bunun sebebi şudur ki, «Siz tek Allah'a çağırıldığınız zaman inkar ettiniz, O'na ortak koşulduğunda da inanıyordunuz, işte hüküm O ulu, O büyük Allah'ındır.»

Sonuç olarak ; Dini Kur'andan öğrenmemenin açık bir tezahürü olan ve vahyin yerine kişiyi merkeze alan bir inancın göstergesi olan Allah (c.c) nin isminin yanına peygamberin ismini koymak yanlış bir inanç olup, kişiyi şirke götürebilir.

Muhammed (a.s) ı  sevmek elbette her Müslümanın görevidir , ancak bu sevginin aşırısı nasıl Hristiyanları şirk'e götürdü ise , Müslümanları da şirk'e götürebilir. Vahiy , bu konuda da bizlere sınırlarımızı göstermekte , şirk'e düşmeden bir sevgi nasıl gösterilir onu en sahih biçimde öğretmektedir.

Şurası asla unutulmamalıdır ki , Allah (c.c) isminin yanına hiç bir ismi bu elçisi olmuş olsa da kabul etmez. Bizlerin peygamber sevgisi adına yaptığımız bazı hatalar bizlerin ebedi olarak cehenneme sevk edilmemize sebep olabilecektir. Yapılan bu tür yanlışları ikaz etmek peygamber düşmanlığı değil , aksine bu gibi yanlışları yapanlar bilerek veya bilmeyerek Allah ve peygambere düşmanlık yapmaktadırlar

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

8 Şubat 2016 Pazartesi

ENFAL s. 73. Ayeti : Yeryüzünde Fitne ve Fesadı Kaldırma Görevini Yüklenen Müslümanlar

"Fitne" ve "Fesat" kelimelerinin anlamları çerçevesinde meydana gelen olaylar , dünya üzerinde yaşayan insanlar için en büyük tehlike olarak kendisini göstermekte ve bu tehlike ilk insandan beri var olup , son insana kadar devam edecektir. Kur'an kıssalarında anlatılan olaylara baktığımızda , fitne ve fesadın yaygınlaşmasına çalışanlara karşı gönderilen elçilerin önderliğindeki Mü'minler, bu fitne ve fesada ortak olmayarak , fitnenin yeryüzünden kalkması için çabalamışlardır.

[002.193]  Fitne tamamen yok edilinceye ve din  de yalnız Allah için oluncaya kadar onlarla savaşın. Şayet vazgeçerlerse zalimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur.

[008.039]  Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın! (İnkâra) son verirlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını çok iyi görür.

Bakara ve Enfal surelerindeki bu ayetler , iman edenlerin üzerine yüklenmiş olan bir görevi beyan etmektedir. Bu ayetlere göre bizlerin asli vazifesi , yeryüzündeki fitne ve fesadı yayanlara engel olmak ve ıslahı yerleştirmektir. Fitne ve fesadın yeryüzünden kaldırılma ve ıslahın yayılması için yapılması gereken ameliyeler , Kur'anın geneline yayılmış ayetler içinde mevcut bulunmaktadır. 

Bu yazımızda , Enfal s. 73. ayetinden yola çıkarak , yeryüzündeki fitne ve fesadın nasıl önüne geçilebileceği konusunda, bizlere Kur'an tarafından önerilen yolu okumaya çalışacağız. 

[008.073] Ve kafirler o kimseler ki, onların bazıları bazılarının velîleridir. Eğer bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne ve pek büyük bir fesat olur.

Enfal s. 73. ve Kur'anın diğer ayetlerinde , Kafirlerin birbirlerinin velileri oldukları beyan edilmektedir. Fakat bu ayette, kafirlerin birbirleri ile olan velayet ilişkisini, biz Müslümanların kendi aralarında yerine getirmediği takdirde , yeryüzünde fitne ve fesadın çıkacağı haberi verilmektedir. Bize verilen bu haberden yola çıkarak , bu kelimenin ifade ettiği anlamı ve bu anlamın hayatımıza nasıl yansıyabileceği üzerinde düşüncelerimizi paylaşmak istiyoruz. 

"Düşmanlık" anlamındaki "El Adavetü" kelimesinin zıddı olan "El Velyü" kelimesi, sözlükte "Yakınlık" anlamına gelmektedir. Kişiye sevgi ve yardım amacı ile yaklaşarak onu hiç terk etmeyen yani ona dost olana "Veli" denir. "Vali" kelimesi, insanların işlerini idare etmek için onlara emir ve yasaklar koyarak onların sorumluluğunu üstlenen kişiler için kullanılır.

Bir işte tasarruf sahibi , tasarrufa yetkili kişi , "Veliyyü'l Yetim" : Yetimin işlerini üzerine alan kişi

Bu kelime ayrıca, "İlkbahar yağmurundan sonra gelen yağmura" verilen bir isimdir. Bu yağmur , ilkbahar yağmurunun hemen arkasından yağdığı için "Veli" ismi ile anılmaktadır. Bu yağmura "Veli" ismi verilme sebebi , bu kelimenin sözlük anlamı olan "hemen arkadan gelme arada boşluk bırakmama , yakın olma" gibi anlamlarının dikkate alınmasıdır. 

"Veli" kelimesinin , "Kendi cinsinden olmayan bir şeyin araya girememesi" anlamını dikkate alarak, konumuz ile ilgisini şu şekilde kurabiliriz; 

Kafirlerin birbirleri ile veli olduğunun haber verilmesini , onların aralarına kendileri gibi kafir olmayan birilerini almayarak , birbirlerine sıkı sıkıya bağlandıkları ve birbirleri ile dostluk ilişkilerinin kuvvetli olduğu , onların bu dostluklarının yeryüzünde fitne ve fesat için çalışmalarını kuvvetlendirdiği haber verilmektedir. 

Kafirlerin kendi aralarında "Velayet" ilişkisi içinde bağlı bulundukları, bir çok ayette bizlere hatırlatılmaktadır. Onların bu velayet ilişkisinin anlamı , üretmiş oldukları değerlerin sadece kendi düşüncelerinin ürünü olduğu , ve bu değerlerin temelinde yeryüzünü fitne ve fesada salmak yattığını , yaşadığımız dünya üzerinde canlı örnekleri ile görmekteyiz. 

Kafirlerin birbirlerinin velisi olması demek , aralarına kendileri gibi olmayanların düşüncelerini almayan , sadece kendi yanlarından ürettikleri değerleri yaşam alanına sokmaları demektir. Kafirlerin birbirlerinin velisi olması demek, bir Müslümanı aralarına almak sureti ile , onun tarafından önerilen değerleri dikkate alarak , bu değerler üzerine kurulmuş bir yaşam biçimini hayat sahasına koymamaları demektir.

Kafirler arasındaki bu ilişkiyi dikkate aldığımızda , Enfal s. 73. ayetindeki "Eğer bunu yapmazsanız" cümlesi önem kazanmaktadır. 

Enfal s. 73. ayeti , kafirlerin kendi aralarında sıkı bir bağ oluşturarak , hayat alanlarına kendileri gibi değer üretmeyenleri ve kendileri tarafından üretilmeyen değerleri almadıkları, yani sadece kendi ürettikleri değerleri hayat safhasına koydukları , bu suretle yeryüzünde fitne ve fesada koştukları , bu fitne ve fesadın önlenmesinin biz Müslümanlara düştüğü haberi verilerek , bu fitne ve fesadın önlenebilmesinin, biz Müslümanların aynı kafirler yapmış olduğu gibi kendimizden olmayan hiç bir düşünceye itibar etmemeleri, sadece kendi kaynağımızdan esinlenerek ürettiğimiz değerleri hayat safhasına koyarak mümkün olacağı bildirilmektedir.

Müslümanlar birbirleri ile nasıl bir velayet ilişkisi içinde olmalıdırlar ?. 

Bu sorunun cevabını , "Müslümanların kendilerinin dışındakiler tarafından üretilen yani Müslüman olmayanlar tarafından geliştirilen sistemleri kendi aralarına alarak, içlerinde barındırmamaları yani o sistemler ile kendi hayatlarını yönlendirmemeleri olarak olmalıdır" şeklinde verebiliriz

Müslüman olmayanların ürettikleri değerler ile yönetilen bir dünyayı nasıl felaketler beklemektedir ?.

Bu sorunun cevabı , bizlerden önce yaşanan hayatların anlatıldığı , Kur'an içindeki kıssalarda mevcuttur.

Tarih boyunca Müslüman olmayanlar yani Allah (c.c) ye teslim olmayanlar tarafından üretilen hayat sistemlerinin ortak ismi "ŞİRK" tir. Bu insanların ürettikleri hayat sistemlerinde , Allah (c.c) tarafından elçileri aracılığı ile beyan edilen hayat sistemlerinin yerine , kendileri tarafından üretilen hayat sistemleri rağbet görerek , bu kavimlerin arz üzerinde fitne ve fesat çıkardıkları , ve bu fitne ve fesadın sonunun o kavimlerin dünya hayatlarının, helak edilmek sureti ile son bulduğu görülmektedir.

Salih , Lut , Şuayb (a.s) ların kıssalarını okuduğumuzda , bu kavimlerin şirkleri sonucu ortaya çıkan hayat sistemlerinin , insan dışında canlı hayatına saygı göstermeme , cinsel sapma , bozgunculuk , güçsüzleri ezmek , ekonomik ve sosyal hayatta ölçüsüzlük v.s gibi bir çok hataların tavan yaptığı görülmektedir.

Kavimlerin düşmüş olduğu bu hatalar , başta elçiler olmak üzere onlara tabi olanlar tarafından engellenmeye çalışılmak sureti ile , doğru olanın ikamesi için büyük bir mücadele ortaya konulmuştur. Ancak bu kavimlerin müstekbir ileri gelenlerinin başı çektiği guruplar , kurulu düzenlerinin ellerinden gitmemesi için, var güçleri ile, bu elçiler ve onlarla beraber olanlara karşı şiddetli biçimde karşı koymuşlardır.

Hayatlarını "ŞİRK" temelli sistemler üzerine kurarak , yeryüzünde fitne ve fesada SEBEP olan kavimlerin uğradıkları SONUÇ, o kavimlerin helak edilmek sureti ile tarih sahnesinden silinmesi olmuştur. Kafirlerin birbirleri ile olan velayet ilişkilerinin, yani  kendi yanlarından üretmiş oldukları sistemleri ayakta tutmak için birbirleri ile sıkı sıkı bağ kurarak , kendi yanlarından üretilmeyen ve şirk'e dayanmayan ilahi sistemi hayata geçirMEdikleri için helak edilmiş olmaları , sadece Kur'anda bahsedilen kavimler ile sınırlı olmayıp , evrensel bir yasa olarak kıyamete kadar sürecektir.

"SEBEP-SONUÇ" ilişkisi dahilinde gerçekleşen helak olaylarının temelinde , kafirlerin birbirleri ile olan velayet ilişkisi , bu ilişkinin dünya üzerinde fitne ve fesada sebep olması , ve bunun sonucunda bu kavimlerin helak edilmiş olmaları , bizlere örnek gösterilerek , velayet ilişkisini biz Müslümanların kendi aramızda gerçekleştirmediğimiz takdirde , onlarla aynı sona uğrayacağımız unutulmamalıdır.

Müslümanlar kendi aralarında velayet ilişkisini nasıl gerçekleştirir ?. 

"Veli" kavramının , "Kendi cinsinden olmayan bir şeyin araya girememesi ve yakın olmak" anlamını dikkate aldığımızda,  Müslümanlar bu kavramı , yaşamları ile ilgili kuralları belirleme noktasında, "Kafir" olarak nitelenen insanların empoze ettiği fikir ve düşüncelere itibar etmeyerek , inandıkları kitabın onlara önerdiği sistemi hayatlarına geçirmek sureti ile, kendi aralarında bu velayet ilişkisini oluşturmuş olacaklardır. 

Bizlerin, bu ilişkiyi hayata pratize etmediğimiz takdirde, yeryüzünde büyük bir fitne ve fesadın olacağı haberinin ne kadar doğru olduğu, bu gün yaşadığımız dünyaya , özellikle Müslüman coğrafyasına baktığımızda maalesef görülecektir.

Ahzab s. 72. ayetinde beyan edilen , göklerin , yerin ve dağların yüklenmekten çekindiği ağır bir sorumluluğu yüklenen insanın , bu sorumluluklarından bir tanesi belki de en önemlisi, yaşadığı dünyayı ISLAH ediciler olarak yaşayarak , FESAT çıkaranlardan olmayan bir hayat sürmesidir.

016.009] Yolun doğrusunu göstermek Allah'ın tekelindedir. Kimi yollar eğridir. Eğer o dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi.»

 Nahl s. 9. ayeti önemli bir noktaya dikkat çekerek "Doğru Yol" olarak nitelenebilecek yolun sadece kendisinin önermiş olduğu yol olduğunu beyan etmektedir. 

Bu noktada , "Kul" statüsüne sahip olanların önerdikleri yol doğru olmamakta ve bu yolun izlenmesi sonucunda açığa çıkan fitne ve fesadın dünyayı neye çevirdiği, dünya tarihinin sayfalarında acı hatıraları ile yerini almış ve hala aynı durum devam etmektedir. 

Dünyanın bu içler acısı gidişatını değiştirme görevi, biz Müslümanlardan başkasına düşmemektedir. Ne acıdır ki Müslümanlar olarak böyle bir görevin farkında bile olmadan , hala kafirler ile velayet ilişkisi içinde kalarak , onlar tarafından önerilmiş olan sistemleri hayatımıza aktararak onlar gibi yaşamaktayız.

Bırakın başka Müslümanların yaşadıkları coğrafyayı , kendi yaşadığımız ülke sınırları dahilinde yaşayan Müslümanların düşünce yapılarına baktığımız zaman , kafirler ile yapılmış velayet ilişkisinin sonucu olan yönetim ve düşünce sistemleri  ve ideolojilerin bizler tarafından savunularak , "Ben Müslümanım" demenin gereği olan düşünceler ve fikirlerin savunulmaz hale geldiğini görmekteyiz.

"Ben Müslümanım" diyenlerin dahi , kafirlerin birbirleri ile olan velayet ilişkilerinin sonucu ortaya çıkan "izm" leri savunur olması , bırakın dünyayı değiştirmeyi , inandığı dinin ona nasıl bir görev yüklediğinin şuurunda dahi olamamış Müslümanların yaşadığı bir dünyanın fitne ve fesattan kurtulması nasıl mümkün olacaktır ?.

Yüklendiği görevin şuurunda dahi olmayan ve sadece kendisine "Dinin bu dur" diyerek anlatılan hurafe ve yalanları din zanneden , Kur'an denilince eline almaya bile korkan bir Müslüman tipinin dünyanın, bu gidişatını değiştirmek noktasında nasıl bir sözü olabilir?. 

Hala hadis ve sünnet tartışmaları içinde boğulmuş ve rivayet kitaplarının saltanatının sürmesi için , Allah ve elçisine karşı iftira ve yalan uydurmaktan geri durmayan "Kanaat Önderi" pozisyonunda olanların sürükledikleri insanlar , nasıl ellerine Kur'anı alıp "Acaba Allah (c.c) bize nasıl bir görev yüklemiş" sorusunun cevabını arayan bir okuma ile Kur'an okuyacaklar?.

Hala namazda yapılan şekillerin nasıllığı üzerinden doğan farklı görüşlerin dahi düşmanlık vesilesi haline gelmiş bir dinin mensuplarının , bu düşmanlıklardan vazgeçerek birlik ve beraberliği oluşturabilmeleri için acaba kaç yüz yıl daha geçmesi gerekiyor ?.

Kur'an gözü ile şu anda yaşayan dünya Müslümanlarının durumunu değerlendirmeye çalıştığımız zaman ,  40 değil 40 milyon fırın ekmek yenilse dahi bu içler acısı durumdan kurtulmak için çareler aranmaya başlanmasının mümkün olamayacağını üzülerek müşahede etmekteyiz. 

Ortaya karamsar bir tablo çizerek bir kenara çekilip her şeyi akışına bırakalım iddiasında değiliz . Önümüzde, kavmine 950 sene tebliğ yapmış bir elçinin sabrı kapı gibi durmakta olup , aynı sabrı bizlerde göstererek , inandığımız yolda ölünceye kadar yürümek zorundayız.

Kendi değerlerimizin farkına varıp , bizim dışımızdakilerin ürettikleri değerleri ret ederek , gerçek bir Tevhit akidesine sahip olmaya çalışmak , dünya üzerinde fitne ve fesadın önlenmesi yönünde atılacak ilk adımdır. Kur'anı farklı amaçlar için değil ,sadece kul olma sorumluluğumuzu öğrenmek için okuyarak , bu sorumluluğu yerine getirmek için okuduklarımızı hayat içinde pratize etmeye çalışmak , bizleri birbirimize düşman hale getiren bir çok meselenin kendiliğinden kapanmasına sebep olacaktır.

Fetih s. 29. ayeti içindeki "Onun beraberinde bulunanlar, inkarcılara karşı sert, birbirlerine merhametlidirler" cümlesi , bütün Müslümanlar tarafından düstur haline getirilmedikçe , şu anda bu cümlenin tersi olan durumdan kurtularak dünyaya sözü olan , mazlumların umudu , kafirlerin korkulu rüyası haline gelmemiz mümkün olmayacaktır.

[009.071]  Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridir; iyiyi emreder kötülükten alıkorlar; salatı ikame ederler, zekat verirler, Allah'a ve Peygamberine itaat ederler. İşte Allah bunlara rahmet edecektir. Allah şüphesiz güçlüdür, hakimdir.
[004.144]  Ey iman edenler, mü'minleri bırakıp kâfirleri veliler (dostlar) edinmeyin. Kendi aleyhinizde Allah'a apaçık olan kesin bir delil vermek ister misiniz?
[005.051] Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları velî edinmeyin! Onlar ancak birbirlerinin velisidirler. Sizden kim onları velî edinirse o da onlardandır. Allah böylesi zalimleri doğru yola iletmez.
[005.057]  Ey iman edenler! Ne dininizi alay ve eğlence konusu yapan sizden önce kendilerine kitap verilenleri, ne de diğer kâfirleri veli ( üzerinize yönetici) edinmeyin. Mümin iseniz, Allah’ın bu buyruklarına karşı gelmekten sakının!

"Mü'minler" ve "Kafirler" den oluşan iki kutuplu bir dünyanın , kafirler yanında olmamamız gerektiğine dair olan emirler bizler tarafından içselleştirilmedikçe , kafirler tarafından meydana gelen fitne ve fesada bizlerde ortak olarak, onların zulümlerine bir şekilde iştirak etmiş olacağız.

[011.113] Zulmedenlere eğilim göstermeyin, yoksa size ateş dokunur. Sizin Allah'tan başka velileriniz yoktur, sonra yardım da göremezsiniz.

Hud s. 113. ayeti , açık ve net bir biçimde zalimlere karşı olan meyletmenin neticesinin ateş olacağı belirtilmektedir. Bu ateş dokunması sadece cehennem azabı olarak değil , dünya hayatında da kendisini gösterecektir.

Kafirler tarafından dünyaya salınan ateşi söndürmek için çalışmayan her kim olursa olsun , bu ateş zamanla onları da saracaktır. Biz Müslümanların yakılan bu ateşi söndürmek gibi bir çalışma içine girmememiz neticesinde, ateş bizim evlerimizin içine  kadar girmiştir. Bu ateşin söndürülmesi için yapılması gerekenler, bize kitap içinde bildirilmiş olmasına rağmen , yandığımızın dahi farkında olmayan bir şuursuzluk içinde hayatını devam ettiren bizlerin, daha kitabı abdestli tutmanın gerekli olduğunu düşünerek kağıt kutsayıcısı bir durumda olmamız , bu ateşin sönmesi bir yana daha da artarak yayılmasına sebep olacaktır.

Sonuç olarak ; Yaratılma gayesi sadece tek ilah ve rab olan Allah (c.c) nin kendisi için belirlediği kurallara uymak olan biz insanlar , bu gayenin dışına çıkarak , yaşam kurallarımızı kendimiz belirlemeye kalktığımızda , kendi yanımızdan uydurduğumuz kurallar sonucunda yeryüzünde fitne ve fesat ortaya çıkmaktadır. 

Bu insanların Kur'andaki adı "Kafir" olup , onların birbirleri ile veli oldukları , aynı veliliği bizlerin birbirimiz ile yapması istenerek yeryüzündeki fitne ve fesadın kaldırılarak dinin sadece Allah'ın , yani yaşam kurallarını belirleyen sadece Allah (c.c) olması için çalışmamız gerektiği emredilmektedir. 

Müslümanların birbirleri ile velayet ilişkisini nasıl gerçekleştirebileceği Kur'an içinde bulunan  ayetlerde mevcut bulunup , sadece bizlerin yaratılış gayemizi hatırlayarak , aramızda velayet ilişkisinin gerçekleştirmenin şart olduğu şuuruna yeniden vakıf olmamızı beklemektedir. Maalesef bizlerin böyle bir şuurun gerekliliği içinde dahi olamamamız , yeryüzündeki fitne ve fesadın gün geçtikçe artarak bizleri de sarmıştır.  

RABBİMİZ BİZLERİ YERYÜZÜNDE FİTNE VE FESADIN ORTADAN KALDIRILMASI İÇİN GAYRET EDEN KULLARINDAN KILSIN.


12 Temmuz 2015 Pazar

Cumartesi Yasağını Delmeye Çalışan Yahudiler İle Riba Yasağını Delmeye Çalışan Müslümanlar

Kur'an; kıssa yollu anlatım uslubu ile bizden önceki yaşantılardan kesitler sunarak, o yaşanmışlıklardan ibretler almamızı ve hayatımızı ona göre düzenlememizi amaçlamaktadır. Bu bağlamda, prototip bir kavim olarak karşımıza İsrailoğulları çıkmaktadır. İsrailoğulları ile ilgili anlatımlar, onların yaşamış oldukları hayat içindeki yaşanmışlık örneklerinden muhatapların dersler çıkararak onlar üzerinden verilen olumlu ve olumsuz örneklerin bizlere yol gösterici olması amacına matuf olarak bir bakış içinde okunduğunda "Eskilerin Masalları" olmaktan çıkacaktır.

İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarda öne çıkan nokta; onların olumsuz davranışları ve bu davranışları neticesinde başlarına gelen akıbettir. ARAF 163 -166 ayetleri arasında İsrailoğulları'na mensup, deniz kıyısında yaşayan bir topluluğun kıssası ve başlarına gelenler anlatılarak, aynı hataya düşmememiz hatırlatılmaktadır.

Neydi bu topluluğun kıssası?

Allah(c.c) İsrailoğulları'na, yapmış oldukları hatalar nedeniyle daha önce kendilerine helal bazı şeyleri haram kıldığını beyan etmektedir (NİSA 160-161). Bu haramların içinde onlara Cumartesi günleri çalışma yasağı getirmiştir. ARAF Suresi içindeki ilgili ayetler bu yasağı delmeye çalışan topluluğun akıbetini anlatmaktadır.

Balıkçılık ile geçinen bu kasabanın halkı için, Cumartesi günü akın akın gelen balıklar çalışmanın serbest olduğu diğer günlerde aynı şekilde gelmiyordu. Buna daha fazla dayanamayan halk bir şekilde bu yasağı ihlal etme yoluna giderek sonlarını hazırlamışlardır.

Bu durumu önce biraz irdeleyerek, daha sonra kendimize "Riba" örneği üzerinden bir pay çıkarmaya çalışacağız.

Deniz kıyısındaki kasabanın halkı diğer günler tutabildikleri balıklar ile geçimlerini sağlayamayarak muhtaç bir duruma mı düşüyorlardı? Elbette ki hayır. Diğer günler gelen balıklar onların geçimlerini sağlayacak miktarda olup, daha fazla kazanma arzusu ve aç gözlülükleri, onları haram olan günde o balıkları avlamaya sevketmiştir. Kıssa içinde bu yasağı ihlal etmeyenlerin de olduğu görülmektedir. Peki onları bu yasağı ihlal etmemelerine sebep olan durum nedir?

Yasağı ihlal etmeyenlerin sebepleri; Allah(c.c)'nin emrine olan itaatları ve kanaatkar olmaları idi. Yaşadıkları hayat içinde gözettikleri şey bitmez tükenmez aç gözlülükleri değil, haram helal dairesini gözetmenin gereğine inanmış bir hayata talip olmaları idi.

Yasağı ihlal edenlere neden böyle yaptıklarını sorsak sanırım şöyle cevaplar almamız kaçınılmazdır;

"Kardeşim benim bir sürü ihtiyacım var, çocuğumun okul taksidi, yeni ev aldım onun taksidi, arabayı değiştirdim onun taksidi, ev eşyası eskidi onun taksidi, cep telefonun modeli eski onu değiştirmem lazım. Hayatım deniz kıyısında mı geçecek? Dağ başına tatile gitmek zorundayım, Cumartesi günü gelen fırsatı nasıl kaçırabilirim" gibi vs. vs. vs.

Ancak bitip tükenmeyen ihtiyaçlarını karşılamak için haram helal gözetmeden çalışanlar, gün gelir bataklığa saplanır kalır, maymun ve domuz haline gelirler. Onların maymun ve domuz olmaları fiziki olarak olup, olmadıklarını tartışmak bu yazının konusu değildir. Ancak hayvani hislere sahip olmak demek, insan olduğunu ve kendisine Allah(c.c) tarafından bir takım emir ve nehiylere tabi tutulmuş olmasını unutarak, sadece midesini doldurmak üzere bir hayat sürmenin adı maymun ve domuz olmak yani maymunlaşmak ve domuzlaşmak olmalıdır.

Bu olaydan yola çıkarak, bugün yaşadığımız hayat içinde bazı yasaklara karşı olan ihlal girişimleri bize "Cumartesi ashabı"nı hatırlatmaktadır. Çünkü bitip tükenmez hevalarını tatmin etmek için yaşadıkları hayat, onları maymun ve domuzlaştırmıştır.

"Riba" yasağı üzerindeki bazı ihlal girişimleri ve düşüncelerini ele alarak bu girişimlerin "Cumartesi Ashabı" üzerindeki sonuçları ile bağlantısını kurmaya çalışacağız.

"Riba" kelimesi sözlükte "fazlalaşma, artma, köpürme" gibi anlamlara gelip terim olarak "sermayenin ana malın üzerinde olan haksız artışı" demektir.

Riba, ticaret usulü ile mal ve para mübadelesinin dışında bir olgudur. Allah(c.c) ticareti helal, ribayı haram kılmıştır (BAKARA 275). Peki bu haramlılık nasıl oluşmaktadır?

"Riba" vadeli alışverişler ve borç vermede ortaya çıkan bir durumdur. Kişi peşin olarak 100TL olan bir malı, belirli bir süre sonunda ödemek üzere aldığında onun fiyatı 110TL oluyorsa, aradaki 10TL'lik farkın adı "riba"dır. Kişi bir başkasından 100TL borç ister ve bu borcu belirli bir zaman sonunda 110TL olarak öderse, arada oluşan 10TL'lik farkın adı da "riba"dır.

Eğer bir malın peşin fiatı 100 tl , vadeli fiatı 110 tl ise ,ve müşteri vadeli seçeneği seçerek malı 110 liradan belirli bir süre içinde ödemek zorunda kalmış ise bu ödeme şekli riba olmaz. Ancak 110 lira bedel mukabili aldığı malı, ödeme güçlüğü içine düşerek , satıcı tarafından gecikme bedeli olarak 10 tl daha yüksek bir fiat biçilerek alıcı 120 tl ödemek zorunda bırakılıyor ise aradaki bu 10 tl lik fark riba olacaktır.

Allah(c.c)'nin dün haram kıldığı bu işlem, bugün de, yarın da, kıyamete kadar haram olup bunu değiştirecek yeni bir hüküm gelmeyecektir.

İçinde yaşadığımız sistemde, bu tür işlemler hayatın her safhasına girmiş olup Müslüman olsun veya olmasın herkesin bir şekilde yapmış olduğu alışverişlerde uygulamaları mevcuttur. Bugün "vade farkı" veya "faiz" adı altında bilinen işlemler, Kur'an'ın "riba" adını vermiş olduğu işlem ile aynıdır.

Hayat standartları bizleri öyle bir duruma getirmiştir ki, bitmek tükenmek bilmeyen ihtiyaçlar ve bunları her an temin etme gayreti içinde olan bir hayat tarzı içinde olmamız, bizi bu konuda bazı çareler üretmek zorunda bırakmıştır.

Bankalar tarafından reklam edilen kredi çeşitlerine baktığımızda; geleneksel bayram kredisi, tatil kredisi, ev kredisi, araba kredisi, okul kredisi, ihtiyaç kredisi vb. kredi çeşitleri gerçek ihtiyaçtan çok, oluşturulmuş suni bir ihtiyaçtır. Yaz gelince tatile çıkmak için bankadan kredi alıp gelecek tatile kadar onu ödemek zorunda kalmak, cep telefonun modelini yükseltmek için alınan taksitli telefonun taksit bitimine kadar yeni modelinin çıkarak onu almak zorunda bırakılmış olmamız, ihtiyacımız olmadığı halde bizlere "zorunlu ihtiyaç" olarak empoze edilen birçok gereksiz şeyleri almak için çalışan insanlar, kapitalist sistemin içinde sadece bir tüketici olarak görülmektedir.

Kişiler ihtiyaçlarını bütçelerine göre ayarlamak veya biriktirerek almak yerine, taksitli veya kredi alarak temin etmek ve daha sonra bunları ödemek yoluna gitmektedirler. Taksitli satışlarda veya kredilerde alınan malın veya paranın fazlalık olarak geri ödenen kısmı faizi oluşturmakta olup, bu faiz Allah(c.c) tarafından haram kılınmıştır.

İşin sorun oluşturan kısmı burası olup, içinde bulunduğumuz ekonomik sistemde böyle fazlalığın alınmama imkanı bulunmamaktadır. Bu konuda duyarlı olan bazı Müslümanlar yapılan işin haram olup olmadığı noktasında tereddütte kalmakta ve bazılarımız böyle bir sistemin haram olmaması gerektiğini savunmaktadır.

Bu ihtiyaçları temin etmek için bankalardan alınan kredilerin İslami açıdan hükmü tartışılmakta olup, bir kısım tarafından bu tür işlemlerin Kur'an'ın haram ettiği "riba" ile alakası olmadığı, bunun adının "faiz" veya "vade farkı " olduğu, bu tür alışverişlerin haram kapsamına girmediği veya girmemesi gerektiği savunulmaktadır. Gerekçe olarak; yaşadığımız dünyada böyle bir işlemden artık kurtulmanın mümkün olmadığı, hatta zorunlu olduğu, dolayısı ile buna haram demenin yanlış olduğu öne sürülmektedir. Kur'an'ın haram kıldığı "riba"nın tefeci faizi olan kat kat artırılmış faiz olduğu, makul ölçülerde olan faizin haram olmadığı düşüncesi yine ortaya atılan düşünceler arasındadır.

Bu düşüncelerin; evlenemeyen insanların zina yapmalarının gayet normal, hatta mecbur olmasını iddia etmekten bir farkının olmadığını düşünmekteyiz. Hayatımızı Allah(c.c)'ye göre değil, yaşadığımız şartlara göre uydurmak gibi bir düşüncenin ürünü olan faizin haram olmaması gerektiği düşüncesine, Kur'an'dan delil arayarak yasağı ihlal etmeye çalışmak ayrı bir hata olarak karşımıza çıkmaktadır.

Yaşadığımız zaman içinde karşımızdaki en önemli sorun; faiz gibi yasaklanmış birçok işlemin toplum içinde hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelmiş olmasıdır. Bu durum bizleri bu gibi günahlardan kaçınacak tedbirler almak yerine, bunları delme girişimlerine yani KİTABA DEĞİL KİTABINA UYDURMA işlemleri içine girmeye sokmuştur.

Faiz ve faizli işlemler şayet hayatın gereklerinden olsaydı, Allah(c.c) bunları yasaklayarak bizlere büyük bir zulüm ve haksızlık(!) yapmaz, ona göre gerekli hükümleri kitabında bizlere vaaz ederdi.

"Borçlu darda ise ona süre tanıyın" (BAKARA 280) demez, "Borçlu darda ise borcunun üzerine fazlalık (riba) ekleyip ona süre verin" derdi.

"Yeyin için israf etmeyin" (A'RAF 31) demez, "Eşinizle dostunuzla alışverişte yarışın, yetmediği yerde kredi alın" derdi. 

Maalesef böyle demedi, asla da demeyecek. O zaman bizler KİTABA UYMAK zorunda olduğumuzu yeniden hatırlayarak çağdaşlığın gerekleri olan israf yerine vasat bir hayat sürmeye gayret edeceğiz.

Böyle bir hayat sürmenin neticesinde, geleneksel bayram kredilerine ihtiyacımız kalmaz ve buna benzer bir sürü cazip kılınmış kredi tuzaklarına düşerek yaşadığımız yanlışlara kılıf aramak zorunda kalmayız.

Faizli işlem yapanların öne sürdükleri gerekçelerden bir tanesi de bunu almaya mecbur kaldıklarıdır. Ticarethane işleten bir esnaf işlerini düzeltmek için, kirada oturan bir kişi ev sahibi olmak için vb. gerekçelerle böyle kredi almak zorunda kalmış olduğunu gerekçe göstererek, böyle bir mecburiyetin haram olmaması gerektiğini savunmaktadır.

Mecburiyetler karşısında haram olan bir şeyin helal olma durumu, yiyecek ve içecekler ile sınırlı olup, Rabbimiz faizi haram kılarken "Darda kalanlar müstesna" ibaresini eklememiştir. Müslümanlar olarak birbirimizi faizli işlem yapmaktan kurtaracak müesseseler oluşturamamış olmamız, darda kalanları maalesef faiz batağı içine sokmuştur.

Şurası bir gerçektir ki; "riba" olarak Kur'an'da haram kılınan bir işlemin bu gün adının "faiz" olması, onun haramlılığını değiştirmez. "Zina" yerine "nikahsız ilişki", "rüşvet" yerine "hediye" denilmiş olması, bunların meşrulaşmasını nasıl sağlamazsa; "faiz" olarak bilinen işlemin "riba"dan farklı olduğunu söylemek onu meşrulaştırmaz. Haram olan bir fiil, adı değiştirilmek sureti ile helale asla dönüşmez.

Lüks ve israf özentisi bir hayatın sonu, aynı "Cumartesi Ashabı"nın sonu gibi maymunlaşmak ve domuzlaşmak olarak helaka uğramaktır. Bugün Türkiye'de yaşayan birçok insanın sadece lüks ve israf sayılabilecek ihtiyaçlarını temin etmek veya o ihtiyaçlar için borç ödemek zorunda olmasının bir tür helak olduğu unutulmamalıdır.

Bugün Türkiye'nin kredi kartı ve hacizli kişi verilerine baktığımızda; nüfusun büyük bir çoğunluğunun bankalara borç batağı içinde yüzüyor olmasını banka faizlerinin "riba" olmadığı düşüncesine sahip olanlar nasıl karşılamaktadırlar?

Faizli bir hayatın gerekliliği; inancımızda belirleyici olarak Allah(c.c)'nin değil, yaşadığımız şartların belirleyici olmasının bir sonucudur. Kur'an bir şeye haram diyorsa bu harama giden yolları kapatmış ve kapatılması için gereki yolları önermiştir. Gücünün üzerinde yük teklif etmeyen Rabbimiz bizleri haram kıldığı bir işleme mecbur bırakmaz. Şayet böyle bir mecburiyet içinde olduğumuzu hissediyorsak, bu Allah(c.c)'nin bizim için tamamlamış olduğu bir eksiklik buluyoruz anlamına gelecektir.

Hayatımıza yön verirken çağın gereklerini değil dinin gereklerini gözetmek ve bu gerekler üzerine kurulmuş bir hayat sürmek zorundayız. Bunun dışında sürüdğümüz bir hayat bizi haramları helal görerek Dünya ve Ahiret'te helakımıza sebeb olacaktır.

Allah(c.c)'nin biz insanlar için önermiş olduğu hayat sistemi kompleks bir sistemdir. Hırsızlık, zina, faiz vb. yasakları, önce bu yasakları çiğnemek zorunda kalınmasını önleyecek sosyo ekonomik tedbirler alır. Faize haram demişse buna bulaşmayacak önemleri de beraberinde vaaz eder. Hırsızlık suçuna ceza getirmişse, önce hırsızlık yapmayı gerektirecek durumları ortadan kaldırır, buna rağmen bu suçu işleyen olursa ona ceza verir.

Kapitalist bir sistem içinde, faiz yasağı gibi hükümlerinin uygulaması elbette mümkün görünmemektedir. Kapitalist sistem içinde barındırdığı bir takım uygulamalar ile tüketimi körükler, kişilere suni ihtiyaçlar empoze eder ve israfı körükler. Kişilere harcama konusunda geniş imkanlar vererek, onları tüketim çılgınlığına sürükler.

"Paran yoksa ben veririm; yeter ki sen harca" diyerek kişilere maddi imkanlar sağlar ancak bu sağlamasını karşılıksız yapmaz. Bunun karşılığında bir fazlalık alır. Böyle bir sistem içinde Müslüman kalmanın zorluğuna dayanamayanlar maalesef hududları çiğneme pahasına bu çarkların arasında ezilmeye razı olarak yaptıkları yanlışa mensup oldukları dinden cevaz aramaya kalkarlar.

Sonuç olarak; Allah(c.c)'nin bizim için belirlediği kurallara uymanın zor geldiği zamanlarda, kuralları kendimize uydurmanın bir örneği olan faizli işlemlere bulaşmış bir hayatın sürülmesi, bizleri öyle bir hale getirmiştir ki; artık böyle işlemlerin hayatın bir gerçeği ve olmazsa olmazlarından olup bu tür işlemlerin dini açıdan herhangi bir mahzurunun olması hayatın gerçeklerine aykırı olduğu için meşru olması gerektiği düşünülür olmuştur. Kur'an ayetlerinin bile bu düşünceler ışığında anlaşılmaya çalışılır olması bir tür "Yahudileşme temayülü" içine girilmiş olduğunu göstermektedir. "Ayağını yorganına göre uzat" atasözü kişinin kazancı ve imkanları kadar harcamasını öğütleyen güzel bir atasözü olup bunun tersi bir yaşam bizleri borç batağına sürükleyerek maddi ve manevi açıdan çok zor duruma bırakacaktır.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

2 Temmuz 2015 Perşembe

Tek Çeşit Yemeğe Dayanamayan İsrailoğulları ve Tek Kitaba Dayanamayan Müslümanlar

Kur'an'ın İsrailoğulları ile ilgili anlatımları, onların ne menem bir kavim olduklarından çok, Allah(c.c)'nin arz üzerine koymuş olduğu toplumsal yasaların yani Sünnetullah'ın işleyişinin nasıl ve hangi şartlarda gerçekleştiğinin pratik hayat üzerinden sonrakilere gösterilmesi amacına matuftur. İsrailoğulları ile ilgili anlatımların sadece onlara hasredilerek okunması, bu anlatımların maalesef masal mesabesinde kalmasına sebep olmuş ve bizlere dair herhangi bir mesajı olabileceği ihtimali pek düşünülmemiştir.

İsrailoğulları ile ilgili yazılarımızda, ilgili ayetlerin bize dönük mesajını okumaya gayret ederek gerekli derslerin çıkarılması yönünde okumalar yapmaya çalıştığımızı hatırlatarak, "BAKARA 61 ayetinin bize dönük nasıl bir mesajı olabilir?" sorusunun cevabını aramaya çalışacağız.

Konumuz olan ayetlere kadar geçen süreci kısaca hatırlayacak olursak; Firavun'un zulmünden Musa(a.s) ve Harun(a.s) önderliğinde kurtulan İsrailoğulları, denizin karşı kıyısına geçmişler ve orada yaşam sürmeye başlamışlardır. BAKARA 57 ayetinde, onların yaşamlarını rahat bir biçimde idame ettirebilmeleri için onlara verilen nimetler şöyle beyan edilmektedir.

[002.057] Ve üstünüze o bulutu gölge yaptık, ve size ihsan ettiğimiz hoş rızıklardan yiyin, diye üzerinize kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Onlar, bize zulmetmediler, lakin kendi nefislerine zulmediyorlardı.

BAKARA 57 ayetinde, İsrailoğulları denizin karşı kıyısında, "elmenne vesselva" olarak haber verilen ve meallerde "bıldırcın ve kudret helvası" olarak çevrilen gıdalar ile rızıklandırıldıkları bildirilmektedir. "Menne" kelimesi Kur'an'da başka ayetlerde de geçmekte olup "verilen nimetin kişiye hatırlatılması" gibi bir anlama sahiptir. "Selva" ise "kişiyi avunduran şey" anlamına sahip bir kelimedir. Tefsirlere baktığımızda bunların ne olduğu konusunda bir takım farklı görüşler serdedilmiş olsa da, İsrailoğulları'nın hayatiyetini devam ettirebilmeleri için gerekli olan yiyeceği temin ettiklerini anlamak mümkündür.

Ancak bu yiyecekler onları zamanla bıktırmış ve Musa(a.s)'dan şöyle bir istekte bulunmuşlardır;

[002.061] Siz (ise şöyle) demiştiniz: «Ey Musa, biz bir çeşit yemeğe katlanmayacağız, Rabbine yalvar da, bize yerin bitirdiklerinden bakla, acur, sarımsak, mercimek ve soğan çıkarsın.» (O zaman Musa da) «Hayırlı olanı, şu değersiz, şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz? (Öyleyse) Mısır'a inin, çünkü (orada) kendiniz için istediğiniz vardır.» demişti. Onların üzerine horluk ve yoksulluk (damgası) vuruldu ve Allah'tan bir gazaba uğradılar. Bu, kuşkusuz, Allah'ın ayetlerini tanımazlıkları ve peygamberleri haksız yere öldürmelerindendi: (yine) bu, isyan etmelerinden ve sınırı çiğnemelerindendi.

İsrailoğulları'nın bu istekleri karşısında, Musa(a.s) onlara eski günlerini hatırlatarak içinde bulundukları durumun kıymetini bilmeleri ve nankörlük etmemeleri yönünde uyarılarda bulunmaktadır.

Ayet içinde geçen "ihbitu Mısran" (Mısır'a inin) ibaresinden yola çıkarak, ayetin bize dönük nasıl bir mesajı olabileceğini okumak mümkündür. Neden "izhebu Mısran" (Mısır'a gidin) denilmedi de böyle bir kelime kullanıldı?

"Hubut" kelimesi "bir taşın yukarıdan aşağıya düşüşü"nü ifade etmektedir. Bu kelime alçaltılmaya dikkat çekilen yerlerde kullanılmaktadır. Musa(a.s)'ın böyle bir ifade kullanmış olması, İsrailoğulları'nın önceden çektiği sıkıntıları hatırlatmak ve oraya dönüldüğü takdirde aynı sıkıntılar ile karşı karşıya kalabileceklerinin hatırlatılması olarak anlaşılabilir.

Peki bu ayet bizlere nasıl bir mesaj içermektedir?

İsrailoğulları'nın Firavun zulmünden kurtulduktan sonra denizin karşı kıyısında onurlu ve özgür bir hayata kavuştuklarını görmekteyiz. Ancak bu hayata kavuşmak için yıllarca mücadele edip bir takım bedeller ödemişlerdir. Musa(a.s) kıssasının Firavun'un boğulma sürecine kadar geçen zamanın anlatıldığı ayetlerine baktığımızda, bu mücadele açık ve net olarak görülmektedir. YUNUS 87 ayeti bu mücadelenin nasıl olması gerektiğini beyan etmektedir.

Bu mücadelede öne çıkan en önemli unsur; İsrailoğulları'nın birlik ve beraberlik içinde hareket etmiş olmalarıdır. Her ne kadar içlerinde bir takım çatlak sesler çıkmış olsa da, ki bu tür çatlak sesler her toplumda çıkabilir, esas olan sağlam seslerin çatlak sesleri bastırarak inisiyatifi onlara bırakmamasıdır. Musa(a.s) ve kardeşinin önderliğinde tek bir vücut olan İsrailoğulları, girdikleri bu mücadeleden başarı ile çıkmaya hak kazanmışlardır.

Rehavet, atalet ve nankörlük gibi olumsuzluklar kişilerin ve bu kişilerin oluşturdukları toplulukların en amansız düşmanıdır. "Men ve selva"yı İsrailoğulları'na bahşeden Allah(c.c), dileseydi İsrailoğulları'na daha çeşitli rızıklar da verebilirdi. Ancak bunları vererek onları bir nevi denemeye tutmuştur.

"Bir çeşit yemek" üzerinden verilmek istenen mesajı, herkesin aynı durum üzerinde olması yani bir çeşit birlik ve beraberlik içinde olmaları şeklinde okumak mümkündür. Toplumların refah, istikrar, düzen, emniyet ve güven içinde olmaları aralarındaki birlik ve beraberlik ile mümkündür. Tersi durumlar toplumların yıkılışlarını hazırlayan unsurların başında gelmektedir.

İsrailoğulları'nın Musa(a.s)'dan farklı yiyecekler istemiş olmasının bize dönük mesajını, içlerinde olan fırkacılık ve bölünme isteği olarak okumak mümkündür.

[028.004] Doğrusu Firavun, ülkesinde (Mısır’da) zorbalık yaptı, büyüklük tasladı. Halkını çeşitli fırkalara ayırdı. Onlardan bir topluluğu, erkek evlatlarını kesmek, kız evlatlarını ise hayatta bırakmak suretiyle özellikle zayıflatmak istiyordu. O, bozguncunun teki idi.

Musa(a.s) "bir çeşit yemeğe" dayanamayan yani birlik ve beraberlik içinde olmaya dayanamayan İsrailoğulları'na eski günlerini hatırlatarak, fırkalaştıkları takdirde başlarına geleceklerini hatırlatmıştır. BAKARA 61 ayetinin devamında İsrailoğulları'nın Musa(a.s)'ın bu ikazlarına aldırmayarak yanlışa saptıkları ve sonucunda "Zillet ve Meskenet" damgası vurulduğu beyan edilmektedir.

"Zillet ve Meskenet" damgası, toplumsal bir yasa yani Allah(c.c)'nin değişmeyen bir sünneti olarak İsrailoğulları'nda ortaya çıkmış. Bu yasanın tekrarı bugün biz Müslümanlar üzerinde de işlemektedir.

Muhammed(a.s)'ın yaşadığı zaman çerçevesine baktığımızda, risalet görevini üstlenmesinden vefatına kadar geçen zaman içerisinde, ona Rabbi tarafından önerilen mücadele metodunu taviz vermeden uygulamış, o ve ashabı çıkarıldıkları şehre galipler olarak geri dönmüşlerdir. Müslümanların bu galibiyeti; Sünnetullah dediğimiz toplumsal yasaların gereğini 23 sene boyunca yerine getirmiş olmaları neticesinde idi.

Bu galibiyette en önemli unsur; birlik, beraberlik, tek bir önder ve tek bir Kitap'a bağlı kalarak, yani olayı İsrailoğulları ile bağlantılı düşünürsek "TEK BİR ÇEŞİT YEMEĞE" sabretmeleri neticesinde idi.

Toplumları ayakta tutan en önemli faktörlerden birisi; sahip oldukları değerlere toptan yapışmalarıdır. Toplumlar, kendi içlerinde başka değerler üretip bunlara yapışmaya başladıkları zaman çöküş başlamış demektir.

[023.052-53] İşte sizin ümmetiniz bir tek olan ümmettir ve ben de sizin Rabbinizim: öyleyse benden korkup-sakının. Ancak onlar, işlerini kendi aralarında (farklı) kitaplar halinde parçalayıp-bölündüler; her bir grup, kendi ellerindeki olanla yetinip-sevinmektedir.

[030.032] Onlardan ki dinlerini ayırıp öbek öbek olmuşlardır, her hizib kendilerindekine güvenmektedir

Resulullah hayatta iken "TEK BİR YEMEĞE" yani "TEK BİR KAYNAĞA" sabreden ve ona yapışan Müslümanlar, onun vefatının sonrasında tıpkı İsrailoğulları gibi "TEK BİR YEMEĞE DAYANAMAYACAĞIZ" yani "TEK BİR KİTAP'A DAYANAMAYACAĞIZ" diyerek ve farklı kitaplar üreterek, bu kitaplar doğrultusunda inançlar edinmeye başlamışlardır. Bu durum sonuç olarak fırkalaşmayı beraberinde getirmiştir.

[003.103] Toptan Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Allah'ın size olan nimetini anın: Düşmandınız, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı. Allah, doğru yola erişesiniz diye size böylece ayetlerini açıklar.

Yukarıda verdiğimiz ayet mealine baktığımızda, Allah(c.c)'nin ipine sarılınması sonucunda düşmanlıkların bittiği ve kalplerin uzlaştığı beyan edilmektedir. Ayeti tersinden okuduğumuzda, Allah(c.c)'nin ipine sarılmadığımız zaman uzlaşan kalplerin düşmanlığa dönüşmesi durumu söz konusudur, ki bugün içinde bulunduğumuz hal bunun apaçık göstergesidir.

"TEK KİTAP'A DAYANAMAYAN" bizler, dinimizi farklı kitaplar, kişiler ve mezheplerin belirlediği şekilde anlamaya ve yaşamaya başladıktan sonra, İsrailoğulları'na vurulan "ZİLLET ve MESKENET" damgası bize de vurulmuştur. Bu durum kaçınılmaz yasa olup bundan kurtulmanın tek çaresi "TEK KİTAP'A DAYANMAK"tan geçmektedir.

Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda yüzyıllardır kan, gözyaşı ve zulmün dinmemesinin sebebi; bizlerin fırka fırka olarak, bizim fırkamızın haricindekileri en azılı düşman görmemizden kaynaklanmaktadır. En azılı düşman olarak görülmesi gerekenler, bizlere birbirimizi vurmak için silah imal ederek, onları satıp hem maddi olarak kazanç elde etmekte, hem de kendileri savaşarak kaybedecekleri insan gücünden tasarruf etmektedirler.

"Zillet ve Meskenet" damgasının vurulması bir yasaya tabi ise, ki tabidir, bundan kurtulmanın çaresi de bir yasaya tabidir. Bu yasanın işlemesi ise bu duruma düşme sebebi olan fırkalaşmayı terk ederek tek bir Kitap etrafında birleşmekten geçmektedir. Bunu yapmadığımız müddetçe bizler her zaman her yerde zulme uğrayan, birbirini öldürmekten zevk alan bir toplum olarak yeryüzünde zulüm altında inleyerek yaşamaya devam ederiz.

Sonuç olarak; Sünnetullah denilen "toplumsal yasaların işleyişi", Kur'an'da İsrailoğulları üzerinden bizlere gösterilmiş, onların yaşamış olduğu olumlu ve olumsuz örneklikler bizlere anlatılarak ders çıkarmamız istenmiştir. Zillet ve Meskenet damgasının vurulma yasası olarak BAKARA 61 ayetinde İsrailoğulları "TEK BİR ÇEŞİT YEMEĞE" dayanamadıklarını söyleyerek farklı yiyecekler istemişlerdir. Bu ayetin bize dönük mesajını okuduğumuzda, "Zillet ve Meskenet" damgasının vurulmasının "TEK BİR KİTAP'A DAYANAMAMAK" olduğu ve bugün Müslüman coğrafyası olarak içinde bulunduğumuz durumun sebebinin bu olduğu anlaşılacaktır. Bu durumun tersi olan "Güven ve Emniyet" yasasının işlemesi için birlik ve beraberlik içinde olmak gerekmekte olup bunun yolu da "TEK BİR KİTAP'A DAYANMAK" yani Kur'an'a sarılmak, diğer bütün kitapları terketmekten geçmektedir. Bunun tersi durum yani farklı hiziplere ve kitaplara bölünmüş Müslümanların oluşturduğu toplum, yıkımdan kurtulamayacak ve kafirlerin elinde oyuncak olmaya devam edecektir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

15 Temmuz 2014 Salı

Maide s. 20-26. Ayetleri ve Yahudileşen Müslümanlar

İsrailoğulları üzerinden yapılan anlatımların, onların nasıl bir kavim olduğunu anlamak açısından olduğu gibi , insan olmaları tarafı ile ortak yönlerimiz olduğu ve tarih içinde yapmış oldukları bazı işlerin aynısının biz müslümanlar tarafından tekrarlanabileceğinden hareketle, yapılan hareketlerin nasıl karşılığını bulduğunu görmek ve ibret alınması açısından okunması gerekmektedir. İsrailoğulları ile ilgili anlatımları özetleyecek olursak , Allah cc nin arz üzerine koymuş olduğu kuralların onların üzerinde canlı bir örnek olarak nasıl uygulandığının gösterildiği prototip bir kavimdir diyebiliriz. 

Kur'anı hayat içindeki geçenlerden örnekler veren , muhataplarına başlarına gelecek olan olaylarda onlara yol gösteren bir kitap olarak okumak gerektiğini her defasında dile getirmeye çalışmaktayız. Maide s. 20-26. arasına baktığımız zaman arz üzerindeki işleyişin nasıl yürüdüğünü görmekteyiz, olayın sadece israiloğulları ile ilgili olarak bir yaşanmışlık şeklinde görmeyip sünnetullahın nasıl tecelli edeceğinin koordinatlarının verilmesi olarak okunduğu zaman bizlere çok önemli mesajlar verdiği görülecektir. 

 [005.020] Musa kavmine şöyle demişti: «Ey kavmim! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. O, içinizden nebiler çıkardı. Sizi hükümdarlar yaptı. Ve âlemlerde hiçbir kimseye vermediğini size verdi.»
[005.021]  «Ey kavmim, Allah'ın sizin için yazdığı kutsal yere girin ve gerisin geri arkanıza dönmeyin; yoksa kayba uğrayanlar olarak çevrilirsiniz.»
[005.022]  Onlar şu cevabı verdiler: Yâ Musa! Orada zorba bir toplum var; onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla girmeyeceğiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de hemen gireriz.
[005.023]  Korkanların içinden Allah'ın kendilerine lütufda bulunduğu iki kişi şöyle dedi: Onların üzerine kapıdan girin; oraya bir girdiniz mi artık siz zaferi kazanmışsınızdır. Eğer müminler iseniz ancak Allah'a güvenin.
[005.024]  «Ey Musa! Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz; şu halde sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız» dediler.
[005.025]  Musa: «Ey Rabbim! Ben, kendimle kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum, artık bizimle bu fâsık kavmin arasını ayır» dedi.
[005.026] Allah dedi ki; «Kırk yıl boyunca orası onlara yasaklandı. Bu süre içinde orada burada şaşkın şaşkın dolaşacaklardır. Yoldan çıkmış bu kavim için sakın üzülme.

Maide s. 20-26. ayet mealleri bu şekildedir , ayetlere baktığımızda Allah cc nin israiloğullarına yazmış olduğu ancak içinde çıkarılması gereken bir topluluk olan şehre girmek için savaşmak istemedikleri , sen ve rabbin gidin savaşın " diyerek elçilerini yarı yolda bıraktıkları görülmektedir.

Ayetleri sadece yaşandığı zaman ve mekan içinde alarak, bahsedilen mukaddes yerin neresi olduğu gibi yorumlardan ziyade aynı olayın bugün bizler tarafından nasıl yaşandığı üzerinde düşüncelerimizi aktarmaya çalışacağız. Ayetlerin tefsiri gibi bir kaygıdan çok bu ayetler bugün bize ne anlatıyor , müslümanlar olarak okuduğumuz bu metinler nasıl canlı bir metin olur şeklinde kaygılarla ayetlere yaklaşacağız. 

Hakları zalimlerin ellerinden alınan mazlumların bu haklarını geri alma yollarından birisi savaşarak geri almak şeklinde olduğu dünyanın bir gerçeğidir. Kur'an bu konu ile ilgili olarak bir çok ayette bilgi vermekte , evlerinden yurtlarından çıkarılan insanların kaybettiklerini geri alma yolları savaş olarak gösterilmiştir. İsrailoğulları ile ilgili anlatımlarda bakara s. içinde geçen talut ve calut kıssasında bunun örneğinin yaşanarak nasıl hayata geçirildiği anlatılmaktadır.

Maide s. 20-26. ayetlerde savaşmak sureti ile elde edilmesi şartı konulan bir şehre girmek için gerekli olan şartı yerine getirmeyerek emre isyan edenlerin o şehre giremeyerek başıboş ve dağınık bir halde yeryüzüne dağıtıldığını anlatılmaktadır. Bu ve benzeri olaylardan çok iyi ders çıkaran israiloğulları kendi hakları olduğu iddia ettikleri ve üzerinde müslümanların yaşadıkları toprakları geri almanın yolunun kendilerinin savaşmasından  geçtiğini anlamışlar ve bu anlayışlarını yıllardır acımasızca tatbik ederek müslümanlara kan kusturmaktadır.

Şimdi gelelim maide s. 20-26. ayetlerini Musa as ve israiloğulları adlarını bir tarafa bırakarak bugün nazil olmuş şeklinde bir okumaya.

"Mukaddes arz" olarak bahsedilen yerde yaşayanları israiloğulları olarak , başlarında elçileri olan insanları müslümanlar olarak görüp bu ayetlerin bize ne ifade ettiğini , bizlerin bu ayetlere karşı tutumumuzu şöyle bir hatırlayalım. 1948 yılından beri işgal ettiği topraklarda acımasızca insanları katleden israiloğullarının bu zulmünün önlenme yolu savaşarak onları çıkarmaktan geçtiğini arz üzerinde cari olan kurallardan anlamaktayız.

İsrailoğullarını o topraklardan çıkarmanın yolu savaşmak olduğunu öğrenmemize rağmen, dün israiloğullarının elçilerine söyledikleri sözü kal dili ile söylememiş olsakta hal dili ile bugün aynısını söylemekteyiz. Bizim yerimize Allah cc nin savaşarak israiloğullarının zulmünün önlenmesi için ellerimizi mümkün olduğu kadar yükseğe , seslerimizi mümkün olduğunca gür çıkarmamıza rağmen bu yardımın gelmemesi bizlerin bir yerlerde yanlış yaptığımızı hatırlatması gerekmektedir. 

Halbuki ayetleri çok dikkatli okuduğumuz zaman Allah cc nin savaşması gibi bir durum asla sözkonusu olmaz ve olmayacaktır, böyle bir istekte bulunan israiloğullarının akıbeti yıllarca bölük börçük bir yaşantıya mahkum edilmiş olmaları bizlere ders olmamış bugünkü halimizin sebebini kendimizin israiloğullarına denk bir savaş gücü oluşturmayarak sadece gökten gelecek olan yardıma bel bağlamış olmamızda yattığını görmez olmuşuz. 

Aynı israiloğulları geçmişlerinden ders çıkararak düşman olarak gördükleri müslümanlara galebe çalmanın yolunun Allah cc nin değil , kendilerinin savaşması olduğunu anlamışlar ve bu anlayışlarını tatbik sahasına dökerek başarılı olmuşlardır. Müslümanlar Allah cc nin kendilerine rehber olarak gönderdiği kitap içindeki kıssaları köy kahvelerinde okunası şeyler yada hayata herhangi bir mesajı olmayan mecazi anlatımlar bellemiş ibret alınacak gözü ile bakmayıp , özellikle israiloğulları ile ilgili anlatımların sadece onların ne menem bir kavim olduğunu anlatan ayetler zannedip onlara lanet okuma fırsatı verdiği zannı uyanmış onların yaptıklarının aynını bizlerinde yaptığı zaman aynı lanete bizlerinde uğrayacağı akla bile gelmemiştir. 

Dünyanın hangi coğrafyasında olursa olsun zalimlerin , bertaraf edilme yolu mazlumlarında savaşarak onlara karşı koymalarından geçmektedir. Bugün başta filistinde yaşananlar olmak üzere israiloğullarının yaptığı okumayı bizler yapmış olsaydık ibret alınası ayetler olduğunu görür ve onların hal ve kal diliyle dediğini bizler hal dili ile söylemez ve her gün çoluk çocuk kadın erkek demeden öldürülen insanlara seyirci kalmazdık. Bedir harbinde sahabenin "biz sana israiloğullarının Musa ya dediği gibi sen ve rabbin gidin savaşın demeyeceğiz" demesi sonucunda yapılan savaşta gelen galibiyetin nasıl gelmiş olabileceği düşünülmeli ve bedir harbi sadece yaşanmış bitmiş bir harp olarak görülmemelidir.  

Ramazan ayı olması münasebeti ile filistinde yapılan zulme karşı çıkma adına bazı hocaların "yetiş yaaa Muhammed" türünden sözlerle mezardaki bir ölüden yardım umma şirkine düşmüş olmaları işin vehametini gözler önüne sermektedir. Varsayalımki Muhammed as mezarından kalktı ve aramıza geldi , yapacağı ilk iş müslümanlara Allah cc nin arz üzerinde cari olan kurallarını hatırlatarak sadece kendisinin değil topyekün bir savaş ile bu zulmün ortadan kaldırılacağını söyleyecek olsa ki muhakkak böyle diyecektir, "yetiş yaaa Muhammed" diyen sayın hocalar en önce kaçacak delik arayacaklar ve bir çok medeni ayet örneğinde gördüğümüz gibi ya evlerini ya işlerini ya çocuklarını bahane ederek sıvışma yollarını arayacaklardır.

Sonuç olarak; maide s. 20-26. ayetler arası yaşanmışlık içinden örnekler vererek , zulme karşı nasıl durulacağının şartlarını ,eğer bu şartlara riayet edilmezse zulmün devam edeceğinin mesajı veren ayetler olarak okunması gereken ayetlerdir. Dün israiloğullarının başlarından geçenler anlatılarak, bugün müslümanların karşısında oldukları bu sorunun aşılması için ne yapılması gerektiği öğreten ayetlerden örnek bir ayet gurubu olan bu ayetler, biz müslümanların sadece yaşanmış bitmiş masallar olarak görmeden bizlere yol haritası olduğu olarak okunmasını beklemektedir. 

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.

12 Temmuz 2014 Cumartesi

İsrail , Müslümanlar ve Demiri Kullanmanın Önemi

Batılıların gayretleri 1948 yılında kurulan İsrail'in o günden bu yana yerini sağlamlaştırmak amacı ile işgal ve şiddet merkezli eylemler içinde Müslümanlara kan kusturmaktan geri kalmadığı malumdur. Bu yazının yazıldığı anda bile Gazze üzerine bombalar yağmakta, masum insanlar ölmektedir. Bizlerin, İsrail'in yaptığı bu zulme karşılık olarak sadece protesto ve beddua faaliyetlerinden başka bir şeyin elimizden gelmemesi, ve bunun Gazze'ye herhangi bir faydası olmaması karşısında, "Neden bunlar başımıza geliyor?" sorusunu sorup, takkemizi sarığımızı önümüze alıp düşünmemiz gerekmektedir. 

Davud yıldızı, bilindiği gibi İsrail bayrağının sembolüdür , Davud as ın Kur'an'da anlatılan kıssasına baktığımız zaman, onun askeri bir deha olduğu karşımıza çıkmaktadır. Davud as ,  Talut ordusunda bir askerdir, Calut'u öldürerek büyük bir iş başarmış, ve bu başarısı karşısında Allah cc ona mülk, hikmet, nübüvvet vermiştir (bakara s. 251). Rivayet o dur ki Davud as Calut'u sapan taşı ile öldürmüştür. 

Davud as ın Kur'an'da anlatılan kıssasına baktığımız zaman onun demiri işleyerek savaş sanatında kullandığı anlatılmaktadır. Davud as elindeki bu askeri gücü insanları ve tabiatı ifsat etmek için asla kullanmamış , aksine Rabbinin ona verdiği bu gücü hak yolda kullanarak güç sahiplerine örnek olmuştur. 

 [057.025]  Andolsun biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Bu, Allah'ın, dinine ve peygamberlerine gayba inanarak yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür.

 Hadid s. 25. ayetine baktığımız zaman ayet içinde KİTAB-MİZAN-DEMİR şeklinde, 3 kelime göze çarpmaktadır. Bu üç kelime saç ayağı mesabesinde olup, birbirinden asla ayrılmadan okunması gerekmektedir. Okumadan kastımız tabi ki dil ile zikretmek anlaşılmamalı, bu kelimelerin içleri doldurularak hayat içindeki işlevi yerine getirilmelidir. Oku emrini yanlış anlayıp sadece yazılı bir metinden okumayı anlayıp, okuduğumuz yazılı metindeki ayetleri bile hakkı ile okuyamadığımız için kur'an sevap makinesine dönüşmüş bir kitap kalacak, ve bize hayat içindeki olayları okumayarak, ona göre tedbirler alma şeklindeki emirleri göz ardı edilecektir.

İsraile baktığımız zaman, Davud as ı örnek aldığını onun sembolu olan Davud yıldızını bayrağına sembol yapmasından anlamaktayız. İsrail Allah cc nin kevni ayetlerini okuyarak, özellikle demir ayetini okuyarak, bugün Müslümanlar üzerinde acımasızca kullandığı askeri gücünü elde etmiştir. Ancak DEMİRİ tek taraflı olarak okuması sonucu KİTAB- MİZAN ikilisini arkaya atmış ve bu güç İsrail'in elinde zulüm ve fesat için kullanılır olmuştur. Hadid s. 25. ayetinde geçen 3 unsurun birbirinden ayrılmadan okunması gerektiği, maalesef İsrail örneğinde çok acı örnekleri ile ortaya çıkmıştır. 

Aynı elçiye biz Müslümanlarda iman etmekteyiz , ancak Davud as ın demiri kullanarak nasıl bir güç elde ettiği ve bu gücü nasıl kullandığı gibi bir okuma modeli geliştirmekten yoksun olarak sadece sesinin güzelliği üzerinde durarak asıl mesajı ötelemiş olmamız, bu günkü zelil duruma düşmüş olmamızdan anlaşılmaktadır. 

Müslümanlar Davud as ın calutu sapan taşı ile öldürmesini örnek alarak , israilin davud as ı örnek alarak yapmış oldukları güçlü savaş araçlarına karşı koymaya çalışması aslında bizim acziyetimizin , israil ve müslümanların Davud as ı okumadaki farklılıklarının bir göstergesidir.

Hadid s. 25. ayetinde demirin indirilmiş olması, onun insanların elinde kitap ve mizan ile birlikte şekil almasının ne kadar önemli olduğu, bugün bu gücü elinde bulunduranların tek taraflı bir okuma yapmış olmalarından dolayı, demiri bir zulüm ve fesat aracı haline getirmiş olmasından anlaşılmaktadır. Allah cc nin ayetlerini sadece Muhammed as a inen Kur'an içinde zannedip diğer ayetleri okumayan biz Müslümanlar, Kur'an içindeki ayetleri okumayıp sadece kainat ayetlerini okuyan İsrail, A.B.D gibi zalimlerin elinde mazlum duruma düşürülmüşlerdir. 

Allah cc nin Errahman ismi, mü'min kafir ayırt etmeden, yeryüzünde koymuş olduğu kurallara riayet edenlere bu çalışmalarının karşılığını vermesi demek anlamına gelmektedir. Kainat ayetlerini okumak sureti ile çalışan gayret eden İsrail bu çalışmasının karşılığını almış ve bulunduğu topraklar üzerinde güç ve hakimiyet elde etmiştir. 

Biz Müslümanlar ise İsrail'in  güç ve hakimiyetini bizim üzerimizde acımasızca kullanmasına karşın sadece Allah cc nin yardımını istiyoruz. Ne acıdır ki Allah cc nin koymuş olduğu kurallar gereği çalışana yardım etmesi unutularak el açıp dua etmekle bu yardımın geleceği zannedilir olmuştur. Kur'anda İsrailoğulları üzerinden verilen örneklere baktığımızda, bu örneklerin arz üzerinde cari olan kuralların (Sünnetullah) işleyişinin nasıllığı konusunda bilgi verildiğini ve bu bilgilerden hareketle yardım istenmesi gerektiği anlatılmaktadır. 

Maide s. 20-26. ayetler arasına baktığımız İsrailoğullarının kendileri için yazılmış olan yere girmeleri için o yerdeki insanların çıkarılmaları gerekmekteydi. Bu durum bir menfaate sahip olmak için gerekli olan sebepleri yerine getirmenin şart olduğu mesajını vermesine rağmen, onlar karşılık olarak Musa as a "Sen ve rabbin gidin savaşın" demişler, bunun üzerine o şehre giremeden arz üzerinde bölük börçük bir halde zillet içinde yıllarca dolaşmışlardır. Bedir harbinde sahabenin "biz sana İsrailoğulları'nın Musa ya dediği gibi demeyeceğiz" diyerek galibiyet için gerekli olan savaşma şartını yerine getirdikleri, bunun sonunda galibiyetin hak edildiği bilinmektedir. 

Bizler dün İsrailoğulları'nın Musa as a dediğini kavli olarak olmasa da fiili olarak söyleyerek, bizim yerimize Allah cc nin savaşmasını istemekte, bu şekilde İsrail'in yerle bir edilmesini beklemekteyiz. Eğer İsrail adlı devletin yaptığı zulüm önlenmek isteniyorsa, kainat içinde geçerli olan kurallar dahilinde hareket ederek KİTAP-MİZAN-DEMİR üçlüsünü birlikte kullanmak sureti ile gücü ele geçirmekten başka bir yol yoktur. 

Kitabın ayetlerinden gerekli mesajlar çıkarılmadan okunması neticesinde seçkin kavim inancı İsrailoğullarından bize geçmiş, Müslümanlar olarak Allah cc nin seçkin kulları olduğumuz inancı yerleşerek, istediklerimizin çalışmadan sadece kavli dua ile gerçekleşeceği zannı bizlerde hakim olmuştur. Halbuki aynı İsrailoğulları kendilerinin seçkin kullar olduğunu hiç bir zaman unutmayarak bu seçkin olma düşüncesinin karşılığının, yatarak çalışmadan gökten gelen yardım ile olmayacağını anlayarak, oyunu kuralına göre oynamışlar, ve KİTAP  ve MİZAN ikilisini arkalarına atarak, sadece DEMİRi kullanarak acımasız bir güç elde etmişler ve bu gücü nasıl kullanacaklarını beyan eden kitabın emirerine karşı gelerek mazlumlar üzerinde kullanmışlar ve bu gücü acımasızca kullanmaya hala devam etmektedirler. 

Bizler oyunu kuralına göre oynamayıp sadece tek taraflı dua ile gökten gelecek yardımı beklediğimiz müddetçe kıyamete kadar bu zelil durumdan asla kurtulamayacağız. Sadece İsraile beddua seansları ile bizim yerimize Allah cc nin savaşmasını bekleyerek günlerimizi geçireceğiz.

Müslümanlar olarak Davud as ın Calutu öldürdüğü rivayet edilen sapan taşı ile İsrail zulmünün bertaraf edileceğini düşünmek, sadece rivayet merkezli din anlayışının eseri olup , Davud as ın demiri işleyip güçlü savaş araçları yapmış olmasından hareketle bizlerin de bu zulmü bertaraf etmek için sapan taşı ile savaşmanın herhangi bir faydası olmayacağı artık öğrenilmelidir. Demir ayetini okuyup onun üzerinde gerekli işlemleri yapmadıkça ve demir zalimlerin elinde kaldığı müddetçe bizlerin hiç bir şekilde bu zulümden kurtulamayacağımız artık bilinmelidir. 

Sonuç olarak;Bizlere İsrailoğullarını anlatarak evrensel değişmez kuralların (Sünnetullah)nasıl çalıştığını öğreten kitabımızın bu öğretileri göz ardı edilerek İsrailoğulları sadece lanetli bir kavim olarak görülmüş, ve onların tarih içinde geçirdikleri tecrübeler bizlere örnek olmamış Davud as ın demiri işleyerek güç elde etmesi, ve bu gücü hayırlarda kullanması bizlere örnek olmamış sadece rivayetlerde geçen, sapan taşı ile Calut'u öldürmesi örnek alınmış ve taşla İsrail zulmü önlenebilir sanılır olmuştur. Kitap-mizan ikilisini arkaya atarak, sadece demiri kullanan İsrail, bu gücü fesat ve zulüm haline dönüştürmüş olup, bizlerin bu zulmü beddua ile önleme çalışmaları sonuçsuz kalmış ve sonuçsuz kalmaya devam edecektir. Müslümanlar demiri ellerine geçirip kitap ve mizan ile birleştirip üçlü bir şekilde kullanmaya başlamadan bu zulümler asla arz üzerinde eksik olmayacak ve bizler de bu zulüm altında inlemeye devam edeceğiz. 

                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.