Ayetleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ayetleri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Mart 2018 Çarşamba

Cin Konusu İle İlgili Ayetleri Okuma Klavuzu

Kur'an'ın doğru anlaşılmasında, nuzül ortamında yaşayan insanların kültürel, dini ve sosyo ekonomik yaşantı gibi bilgileri, kısacası tarihsel arka plan bilgisi önemli bir rol oynamaktadır. Bu bilginin göz ardı edilmesi, yapılacak okuma ve anlama çalışmalarından sağlıklı sonuçlar çıkarılamamasını beraberinde getirecektir. Yazımıza konu edeceğimiz cinler ile ilgili ayetlerin doğru anlaşılmasında, nuzül öncesi tarihsel arka plan büyük ölçüde önem arz etmektedir.

Son yıllarda Kur'an'ın gündeme gelmesi ile, bir çok konu yeniden masaya yatırılmış, yeniden anlaşılmaya ve tartışılmaya başlanılmış, tartışılan bu konuların içinde cinler ile ilgili bilgilerin yeniden Kur'an'i anlamda anlaşılması da  bulunmaktadır. Maalesef bu konuda yapılan anlama çalışmaları etrafında yapılan tartışmalar, cinlerin varlığı yoklu etrafında  kilitlenmiş, bir taraf cinlerin varlığını kabul ederken, bir diğer taraf cinlerin varlığını kabul etmemekte, bu kısır tartışmalar sonucunda, tartışan taraflar birbirlerini tekfir etmeye kadar varan suçlamalar yöneltebilmektedir.

Cinler ile ilgili ayetleri okurken, göz önüne alınması gereken en önemli husus, Kur'an'ın cinlerin ontolojik varlığı veya yokluğu konusu ile asla ilgilenmediğidir. Bundan dolayı bu konuda yapılacak tartışmalar cin var yok mu kavgasına çekilmemeli, şayet çekilecek olursa, yapılan tartışmaların kördöğüşünden farksız, ve havanda su dövmekten başka bir işe yaramayacağı da bilinmelidir.

Yaşadığımız dünyanın her tarafında, geçmiş ve gelecek tüm zamanlarda, insanları maddi ve manevi açıdan sömürmek isteyenlerin kullandıkları ve kullanmaya devam edecekleri en önemli silah, kendilerinin diğer insanlar gibi olmadıkları, diğer insanlardan farklı olarak ellerinde bir takım gizli güçler bulunduğu, bu gizli güçler vasıtası ile kendilerine bir takım özel bilgiler verildiği şeklinde bir iddia sahibi olmalarıdır.

Görünmeyen ve sadece özel kişilerle iletişim kurduğu iddia edilen bu gizli güçlerin ismi ise CİN dir. Cinlerle ilişki kurduklarını iddia eden bu kimseler, onlardan gaybe dair haber aldıklarını iddia etmekte, onların kendilerine bir takım bilgiler verdiğini söyleyerek kendilerini diğer insanlardan ayrıcalıklı göstererek, itibar sahibi olmaya, ve bu yolla onları sömürmeye çalışmaktadırlar.

Konuyu nuzül öncesi Mekke'de yaşayan insanlar boyutunda düşündüğümüzde, o toplumda Şair, Mecnun, Kahin, Arraf  v.s gibi isimlerle bilinen insanların var olduğu bilinmekte, bu insanların cinlerle ilişki kurdukları zannedilerek, ağızlarından çıkan sözlerin kendi sözleri olmadığı, cinlerin onlara verdikleri ilham ve haberlerin neticesinde bu sözleri onlardan alarak söyledikleri iddia edilmektedir.

Yani nuzül öncesi Mekke insanının bazı insanların cinler vasıtası ile gökten haber aldıklarına dair bir arka plan bilgisi mevcut bulunmaktaydı. Cinlerin göklerden aldıkları haber ve bilgileri yerde yaşayan bazı insanlara aktardıkları şeklinde bir bilgiye sahip olan Mekke'lilere, bir gün 40 yıldır içlerinde yaşayan bir adam tarafından kendisinin de Allah'tan haber aldığını söylemesi şok etkisi yaratmış, Muhammed adındaki bu kişinin Allah'tan aldığını iddia ettiği bu haberleri beğenmeyenler, ona şiddetle karşı çıkmış, onun ŞAİR, MECNUN, KAHİN olduğunu ileri sürerek, verdiği bilgilerin itibar görmemesi için var güçleri ile mücadeleye girişmişlerdir.  

Mecnun yani cinlenmiş olduğu iddia edilen Muhammed (a.s) ın böyle bir durumda olmadığını ifade eden ayetlerin nazil olmasının arka planında, Mekke'li müşriklerin ona karşı yaptığı bu türden ithamlar yatmaktadır. Çünkü Mekke'lilerin mevcut olan arka plan bilgilerinde, bu gibi haberler alan insanlar, cinlerle ilişki kurmuş olarak bilinmektedir.

Şeytan, Melek, Cin gibi kelimeler, vahiy kavramı ile yakından ilgilidir. Bu kelimeler birbiri ile iç içe bir durum arz etmekte olup, birbirinden kopuk şekilde anlamaya çalışmak bizleri doğru bir sonuca götürmeyecektir.

Şeytan kavramının, Kur'an içinde önemli bir yer tuttuğu malumdur. Kötülük ve çirkinliğin sembolü olarak yer alan bu kavramın cinlerle özdeşleştirilmesi dikkat çekicidir (Kehf s. 50). Kur'an'da, cinler vasıtası ile alınan haberlerin ve bu haberler neticesinde bir yöne ve düşünceye kanalize olan insanların düştüğü durum, ŞİRK kavramı ile ifade edilmektedir. Cinlerden haber aldıklarını iddia eden insanların aldıkları haberlerin şeytan ile özdeşleştirilmekte, bu haberlere inanarak yaşamını belirleyenlerin sonunun cehennem olduğu, yine Kur'an içindeki ayetlerde bildirilmektedir.

Kur'an'ın şeytanlar tarafından indirilmediğinin (Şuara s. 210-212) bildirilmiş olması, Muhammed (a.s) ın aldığını iddia ettiği haberin kaynağının neresi olmadığının bilinmesi açısından önemlidir. Çünkü Mekke'li müşrikler Muhammed (a.s) ın aldığını iddia ettiği vahyin kaynağının, kendilerinin haber aldığını iddia ettikleri cinler olduğunu, dolayısı ile onun bir mecnun olduğunu söyleyerek, vahyi ve elçiyi halkın gözünde itibarsızlaştırmak istiyorlardı.

Yine bazı surelerde (Hicr, Saffat, Cin) cinlerin gökten haber almalarının imkansız olduğunu beyan eden ayetlerin, nuzül ortamı arka plan bilgisi ile yakından alakası bulunmaktadır. Cinlerin gökten haber aldıkları bilgisine sahip olan Mekke'li müşriklerin bu düşünceleri, cinlerin böyle bir haber alma imkanlarının olmadığını beyan eden ayetler ile mahkum edilmekte, Muhammed (a.s) a inen vahye onlar tarafından herhangi bir müdahale yapılmasının imkansız olduğu, dolayısı ile onun asla cinlenmiş olmadığı vurgusu yapılmaktadır.

Melek kavramının da Kur'an içinde önemli bir yer tuttuğu malumdur. İyilik ve güzelliğin sembolü olarak yer alan bu kavramın Muhammed (a.s) a inen vahiy ile özdeşleştirilmesi de dikkati çekmesi gerekmektedir. Cinlerden haber aldıklarını iddia eden Mekke'li müşriklerin bu haberleri onlara şeytanların indirdiği söylenirken, Muhammed (a.s) ın aldığı vahyi meleğin indirmesinin söylenmesi, gaybi haber aldıklarını iddia eden her iki tarafın, bu haberleri nereden aldıklarının bilinmesi açısından önemli bir noktadır.

Buraya kadar söylediklerimizi toparlayacak olursak; Kur'an'ın Nezele kelimesi ve türevleri ile ifade ettiği gökten haber alma yani vahiy olgusu, Mekke'li müşriklerce daha önce bilinmekte idi. Kur'an Mekke'lilerce bilinen bu bilgi alt yapısını kullanarak, Allah'ın elçi olarak seçtiği bir kuluna vahyettiğini bildirmektedir. Şeytan ve Melek kavramları iniş olgusunda yine anahtar bir rol üstlenmekte, müşriklerin cinlerden aldığını iddia ettiği haberin kaynağının şeytan olduğu, Muhammed (a.s) ın aldığını iddia ettiği haberin kaynağının ise Allah ve melek olduğu belirtilerek arada fark olduğu vurgusu yapılmaktadır. Yani cin konulu ayetlerin iniş sebebi, müşriklerin gaybi haber almaya dair olan bilgi birikimleridir.

Kur'an'ın cin konulu ayetlerini bu pencereden bakarak anlamaya çalıştığımızda, onların varlığı yokluğu konusu asla bizler için mesele teşkil etmeyecek, dikkatler Kur'an'ın cinleri hangi sebepten ötürü ele aldığına yoğunlaşacaktır. Kur'an içinde cinlerle ilgili ayetler okunduğunda, Mekke'lilerin bu konudaki inançlarına öncelikle vurgu yapıldığı anlaşılacak, ayetlerin tarihsel bağlamı doğru anlaşıldıktan sonra, bizler için nasıl mesajlar ihtiva etmiş olabileceği daha net anlaşılabilecektir.

Cin ve Ahkaf surelerinde cinlerin konuşturulması ile ilgili ayetler, onların ontolojik varlıkları açısından değil, Mekkeli'lerin sahip oldukları şirk inançlarının kutsal olarak bildikleri isimler üzerinden ret edilmesi olarak okunmasu gerektiğini burada hatırlatmak isteriz.

Bunlardan sonra Cin adı ile bilinen, ve belirli kulluk vazifeleri ile sorumlu bir varlık gurubunun olup olmadığı sorusunun cevabı verilebilir. Biz her ne kadar Kur'an'ın cin konusu ile ilgili ayetlerinin, onların varlığı veya yokluğu tartışmasından ziyade, nuzül dönemi insanlarının sahip olduğu bilgi birikimini dikkate aldığını söylesek bile, cin var mı yok mu sorusu yine sorulacaktır.

Bizim kanaatimiz şu dur ki, dünya yüzünde insan haricinde yaratılmış, ve Cin adı ile bildiğimiz herhangi bir varlık türü yoktur. Allah (c.c) sadece İnsan olarak bildiğimiz bir varlık türünü dünya yüzüne yerleştirmiş, ve sadece ona bir takım sorumluluklar yüklemiştir. Bu iddiayı ortaya attıktan sonra, Kur'an içinde cinlerle ilgili geçen ayetlerde haklı olarak, onların yaratılmış olduklarını bildiren ayetler gündeme gelecek, ve bu konuda ne söyleyeceğimiz merak konusu olacaktır.

Kur'an'ın bir konuda muhataplarını bilgilendirmekte kullandığı anlatım üsluplarından bir tanesi, onların mevcut algılarını dikkate almasıdır. Bugün okuduğumuz Kur'an'da cinler ile ilgili ayetleri anlamanın yolu bu durumun dikkate alınmasından geçmektedir.

Allah (c.c) Kur'an'da cinler ile ilgili ayetlerde, Mekke toplumunun cinler hakkındaki bilgi birikimini dikkate almıştır. Şayet Kur'an, "Sizin bildiğiniz anlamda cin diye bir şey yok yalan ve düzmece şeylere inanmayın" mealindeki ayetler ile Mekke'lilere hitap etmiş olsaydı, onların cinler vasıtası ile göklerden haber alma inançlarının da yanlış olduğunu söylemiş olacak, bu şekildeki bir söylem ise, Kur'an'ın nazil olma olgusunu da Mekke'lilerin anlamamasına ve daha geniş bir kesimin vahyi inkar etmesine neden olacaktı.

Cinlerin yaratılmış olması ile ilgili ayetlerin mevcut olan algının üzerinden onların insanları şirke düşürmek sureti ile cehennem ehli olmalarına sebep oldukları hatırlatması olarak okumaya çalıştığımızda herhangi bir problem de kalmayacaktır. Zımnen onlara, "Sizin bana ortak koştuğunuz bu cinler sizi cehenneme sürüklemekten başka bir işe yaramaz" denilmektedir.

Konuya sanki cinlerin varlığına iman şartı varmış gibi bakılmasından ötürü, bir takım anlaşmazlıklar çıkmakta, cin diye bir şeyin olmadığını iddia edenler sert tepkiler ile karşılaşarak, "Sen nasıl cinleri inkar edersin" şeklinde sözler muhatap olmaktadır. Cin konusu Kur'an içinde iman konusu olarak bizlere anlatılan bir konu değil, mevcut ortamdaki insanların Kur'an'a karşı olan inkarcı tutumlarının sebeplerinden birisi olarak bizlere sunulmaktadır.

Mekke'lilerin cinlerden haber alma inançları, Kur'an'ın insanlara nasıl ulaştığının da onlar tarafından daha kolay anlaşılmasına, bu konuda onların herhangi bir itirazda bulunmamalarını beraberinde getirmiştir. Mekke'li müşriklerin vahyi inkar ederken kullandıkları söyleme dikkat ettiğimizde, vahyin inzal olgusunu değil, vahyin muhteviyatında olan kendilerine dair olan emirleri inkar ettikleri görülecektir. Çünkü onlar bazı kimselerin gökten haber aldıklarını bilmekte idiler, işlerine gelmeyen şey, onlara gelen haberin mahiyetindeki şirk batağından kurtulmalarına vesile olacak bilgilerdi.

Ayrıca insanların zihinlerinde cin diye bir varlık olmadığı fikrinin yerleşmesi, onların cinlerle ilgili korkularını yenmesine, şarlatan din tacirlerinin bu yoldan maddi ve manevi kazanç sağlamalarının yolunu da kapacaktır. Bugün din üzerinden yapılan ticarete baktığımızda büyük bir kısmının insanlara musallat olduğu ileri sürülen cinlerin onlardan çıkarılması, veya cin musallat olmaması için bir takım alet edevat satışlarının olduğu herkesçe malumdur. Cinci Hoca olarak bilinen insanların tv ekranlarında cin kovalama seansları yaparak, cin mektubu, bu mektupların yazılı olduğu şalların ellerinde kalarak satılmamasının yegane yolu, insanların kafasından bu korkuyu silmek olacaktır. Bu korkunun silinmesinin tek yolu ise, cin diye kendisinden korkulacak bir varlığın olmadığı inancının insanlarda yerleşmesidir.


                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


18 Nisan 2017 Salı

Maide s. 109. Ayeti ile Nisa s. 41. ve Nahl s. 89. ayetleri Arasındaki Bir Müşkülat ve Peygamberlerin Şahitliği

Allah (c.c) Maide s. 109. ayetinde "Allah, Resulleri topladığı gün şöyle buyurur; Size ne cevap verildi? Onlar da: Bizim bir bilgimiz yoktur, doğrusu gaybları bilen Sensin Sen, derler." buyurarak, hesap gününde meydana gelecek bir olayı bildirmektedir. Ancak dikkatli bir Kur'an okuyucusu, Kur'an'ın bazı ayetlerinde Muhammed (a.s) ın kavmine şahit olarak getirileceğini beyan eden ayetleri okuduğu zaman, bu ayetler arasında bir müşkülat olduğunu fark edecek ve bu müşkülatın nasıl çözülebileceğini düşünecektir.

[004.041] Her ümmetten bir şahid getirdiğimiz ve onların da üzerine seni şahid olarak getirdiğimiz zaman nasıl olacak?.

[016.089] Her ümmet içinde kendi nefislerinden onların üzerine bir şahid getirdiğimiz gün, seni de onlar üzerinde bir şahid olarak getireceğiz. Biz Kitabı sana, her şeyin açıklayıcısı, müslümanlara da bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik.

Nisa s. 41. ve Nahl s. 89. ayetlerine baktığımızda, Muhammed (a.s) ın yaşadığı zaman içindeki muhataplarına karşı, hesap gününde şahit olarak getirileceğinden bahsedilmektedir. Maide s. 109. ayetine baktığımız zaman ise, hesap gününde bütün resullere (Muhammed a.s da bu resullere dahildir) kavimleri tarafından onlara ne cevap verildiği sorulduğunda, onların "Bizim bir bilgimiz yoktur, doğrusu gaybları bilen Sensin Sen" şeklinde bir cevap verecekleri bildirilmektedir. 

Bu ayetleri okuyan dikkatli bir okuyucunun, Nisa ve Nahl surelerindeki ayetlerde, Muhammed (a.s) ın kavmine karşı şahitlik için getirileceğinden bahsedilirken, Maide s. 109. ayetinde ise içinde Muhammed (a.s) ın da dahil olduğu elçilerin, bu konuda bilgi sahibi olmadıklarını söyledikleri dikkatini çekecektir. Bu durum, tefsirde Müşkülat olarak bildiğimiz durum ile izah edilerek, bu müşkülatın nasıl çözülebileceği üzerinde fikir yürütülmektedir.

Bilindiği üzere, hesap gününde bütün insanlar toplanacak, toplanan bu insanlar arasında, Allah (c.c) tarafından gönderilmiş elçilere, onların vefat etmesinden sonra da iman etmiş veya etmemiş olan insanlar da bulunmaktadır. 

Bu durumu Muhammed (a.s) ın elçiliğinde örnekleyecek olursak; Muhammed (a.s) a iman eden veya etmeyen insanlar, sadece kendisinin yaşadığı zaman ile sınırlı değil, vefatından sonra da ona iman eden veya etmeyen insanlar, kıyamete kadar da ona iman edecek veya etmeyecek olan insanlar olacaktır. Bu durum İbrahim, İsa, Musa ve bütün elçiler (hepsine selam olsun) için de geçerlidir. 

Bütün insanların toplandığı mahşer alanında, bütün elçilerin vefatlarından sonra kendilerinden sonra yaşayan insanlar ile ilgili herhangi bir şahitlikte bulunmalarının söz konusu olmadığını düşündüğümüzde, Maide s. 109. ayetinde elçilerin söyleyeceği "Bizim bir bilgimiz yoktur, doğrusu gaybları bilen Sensin Sen" sözü daha net anlaşılacak, Nisa s. 41. ve Nahl s. 89. ayetlerinde müşkül olarak görünen durum açıklığa kavuşmuş olacaktır.

Bu noktada Elçilerin şahitlikleri kimler için sınırlıdır? sorusu sorulacak ve bunun cevabı istenecektir. Bu sorunun cevabı ise Maide s. 116-117-118. ayetlerindeki İsa (a.s) ın sorgulanması sırasında söylediği sözlerdedir.

[005.116-8] Allah: «Ey Meryem oğlu İsa!» Sen mi insanlara «Beni ve annemi Allah’tan başka iki tanrı edinin,» diye? «diye sorguladığı vakit o şöyle diyecek: «Hâşa! Sen şerikden ve her noksandan münezzehsin Ya Rabbî! Hakkım olmayan bir şeyi söylemem doğru olmaz, bana yakışmaz.» «Hem söylediysem malûmundur elbet. Benim varlığımda olan her şeyi Sen bilirsin, ama ben Sen’in Zatında olanı bilemem. Bütün gaybleri hakkıyla bilen ancak Sen’sin.» «Sen ne emrettinse ben onlara, bundan başka bir şey söylemedim. Dediğim hep şu idi: «Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin!» «Ya Rabbî! Ben aralarında olduğum müddetçe onları kolladım. Fakat vakta ki Sen beni aralarından tutup aldın, onları görüp denetleyen yalnız Sen kaldın. Sen gerçekten her zaman, her şeye hakkıyla şahitsin. Eğer onları cezalandırırsan, şüphe yok ki onlar Sen’in kullarındır. Onları affedersen, aziz-u hakîm (üstün kudret, tam hüküm ve hikmet sahibi) ancak Sen’sin!»

Bu ayetlerde İsa (a.s) yaşadığı zaman içinde ulaştığı kişilere, kendisine verilen emrin dahilinde hareket ettiğini, kendisinin vefatından sonra olan bitenden haberi olmadığını söylemektedir. İsa (a.s) ın bu durumu sadece kendisi için değil, bütün elçiler için geçerlidir. Bütün elçiler yaşadıkları zaman zarfı içinde olan biten hakkında şahitlik yapacak olup, kendilerinden sonra olanlar için,  bu durum ayet içinde GAYB olarak geçmektedir, herhangi bir bilgiye sahip olmadığını söylemektedir.

Nisa s. 41 ve Nahl s. 89. ayetlerdeki şahitlik, Muhammed (a.s) ın kavmine karşı yapacağı şahitlik olup, kendisinden sonra gelen insanlar hakkında herhangi bir şahitliği olmayacaktır. Maide s. 109. ayeti elçilerin kendilerinden sonra ki durumu ifade etmektedir.

Sonuç olarak; Elçilerin şahitlikleri yaşadıkları zaman içinde muhatap oldukları insanlar ile sınırlı olup, kendilerinden sonra yaşamış insanlar hakkında herhangi bir şahitliklerinin olması söz konusu değildir. Maide s. 109. ayetinde, elçilerin kendilerine Allah (c.c) tarafından sorulan soruya verdikleri cevap ile, Nisa s.41. ve Nahl s. 89. ayetlerinde elçinin şahitlik etmesi ile ortaya çıkan müşkül durum, elçilerin kendilerinden sonraki insanlar hakkında herhangi bir bilgi sahibi olmadıkları için, onlar hakkında herhangi bir şahitliklerinin olamayacağını söylemeleri olarak anlaşılması, ayetler arasındaki müşkülatın ortadan kalkması anlamına gelecektir. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

2 Mart 2017 Perşembe

Nisa s. 78. ve 79. Ayetleri Arasında Çelişki Var mı ?

Son yıllarda Kur'an'a olan yönelişin neticesinde Kur'an meali okuyanlar çoğalmış , fakat bu okumalarda, bazı ayetlerin Kur'an bütünlüğü ile olan bağının kurulamaması neticesinde , meal okuyucularının bazılarının kafalarında istifhamlar oluşmakta , ve bu istifhamlara cevaplar arama yoluna gitmektedirler. Özellikle internet ortamında boy gösteren ve Kur'an ayetleri arasında çelişki arayan sitelere rastladıklarında ise kafaları daha da fazla karışmaktadır.

[004.082] Onlar hâlâ Kur'ân'ı gereği gibi düşünüp anlamaya çalışmazlar mı? Eğer o Allah'tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı mutlaka onda birçok çelişkiler bulurlardı.

[018.001] Hamd, Kitabı kulu üzerine indiren ve onda hiç bir çarpıklık kılmayan Allah'a aittir.

Bir Müslüman Kur'an ayetleri arasında çelişki olabileceğini asla düşünmez. Kur'an ayetlerinin birbirleri ile aralarında çelişki olduğu gibi bir durum sezdiğinde , bu durumun Allah'ın kitabındaki bir hatadan dolayı değil, kendisinin konuyu doğru kavrayamamış olmasından kaynaklandığını bilir.  Ancak bazı Kur'an ayetleri arasında kuramadığı bağın nasıl kurulabileceğini öğrenmek ve araştırmak kişinin en tabii hakkı ve vazifesidir. 

Nisa s. 78. ve 79. ayetlerini okuyan bir kimse , bu ayetler arasında müşkül bir duruma rastlayacak , ve bu müşkülatın nasıl çözülebileceği konusunda arayışa girecektir.

[004.078] Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde bulunsanız bile, ölüm size yetişecektir. Onlara bir iyilik gelirse: «Bu Allah'tandır» derler, bir kötülüğe uğrarlarsa «Bu, senin tarafındandır» derler. De ki: «Hepsi Allah'tandır». Bunlara ne oluyor ki, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?

[004.079] Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter.

Bu ayetleri okuyan bir kimse , bir ayette iyiliğin ve kötülüğün Allah'tan geldiğinin beyan edilmesi , diğer ayette ise iyiliğin Allah'tan, kötülüğün ise kişiden geldiğinin beyan edilmesinde farklılıklar olduğunu gördüğünde bu ayetleri nasıl anlamak gerektiği konusunda düşünecektir. 

Kur'an bilindiği üzere Mekke ve Medine'de yaşayan bir topluluğa inmiştir. İnen Kur'an ayetlerinin bir çoğu, özellikle Medine'de inen ayetler, yaşanan canlı ve dinamik bir hayat ile ilgili bir olay ve konu ile alakalıdır. İlgili ayetlerin ilk muhataplara ne dediği doğru olarak anlaşılmadan , sonraki muhataplara yani bizlere ne demiş olabileceğini anlamak zorlaşacak hatta imkansızlaşacaktır. 

İlk muhataplara ne dediğinin anlaşılması için sebebi nuzül gibi rivayet kitaplarını adres olarak göstermediğimizi hatırlatmak isteriz. Kur'an yine kendi içinde bizlere bu anlama yolunun ip uçlarını vermektedir. Yazımıza konu edeceğimiz ayetler  de , yaşanan bir hayat içinde ve ilk muhataplar dediğimiz insanların yaşadıkları bir hayata inmiş, ve bu ayetlerin anlaşılmasının ilk muhataplar ile olan bağı koparılmamak sureti ile mümkün olduğunu düşünmekteyiz.  

Nisa s. 77. ayeti , konumuz ile alakalı olan ayetlerin ilk muhataplarının kimler olduğunu bizlere göstermektedir. 

[004.077] Kendilerine; «Elinizi çekin, salatı ayakta tutun, zekâtı verin» denenleri görmedin mi? Oysa savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, insanlardan Allah'tan korkar gibi- hata daha da şiddetli bir korkuyla- korkuya kapılıyorlar ve: «Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?» dediler. De ki: «Dünyanın metaı azdır, ahiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz 'bir hurma çekirdeğindeki ince bir iplik kadar bile haksızlığa uğratılmayacaksınız.»

Nisa s. 77. ayetinde ayetinde bahsedilen kimseler , Müslüman toplum içine çöreklenmiş ve her fırsatta Müslümanlara zarar vermeye çalışan Münafıklardır. Devam eden 78 ve 79. ayetlerdeki muhataplar , 77. ayette bahsedilen bu kimselerdir. Tefsirlerde bu konuda farklı yorumlar bulunmakla birlikte , münafıklar ile ilgili olduğu şeklindeki yorumların daha isabetli olduğunu söylemek istiyoruz. 

Bu ayet dikkatli okunduğunda savaşmaları gerektiği halde ölüm korkusu nedeniyle savaşmaktan geri durmak isteyenlerin münafıklar olduğu anlaşılmaktadır. Ayetlerde bahsedilenlerin kim olduklarının bilinmesi , ayetlerin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır.

Nisa s. 78. ayetindeki "Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde dahi olsanız ölüm sizi bulacaktır" cümlesi , ölümden kaçışın olmadığını herkese hatırlatmaktadır. Ölüm korkusu ile Allah yolunda cihat etmekten kaçmak , gerçek iman sahibi olan bir mümin için olacak iş değildir. Mümin kişi Allah yolunda ölümü ebedi cennetin anahtarı olarak görürken , münafık ise böyle bir inanca sahip olmadığı ve yaptıklarının karşılığını almaktan korktuğu için ölümü asla istemez.

Ayetin devamında , o münafıkların kendilerine iyilik dokunduğunda "Bu Allah'tandır" , bir kötülük dokunduğunda ise "Bu, senin tarafındandır" demelerine karşılık ,  Muhammed (a.s) a iyilik ve kötülüğün " Hepsi Allah'tandır" demesi emredilmektedir. 

Bu cümleler üzerinde biraz durmak gerektiğini düşünmekteyiz. Münafık olarak tanımlanan kimseler bilindiği gibi , Müslüman topluluk içine çöreklenmiş , inanmadıkları halde inandık diyerek, her fırsatta Müslümanları aldatmaya ve onlara zarar vermeye çalışan kimselerdir. 

[047.030] Eğer dileseydik, Biz onları sana gösterirdik; sen de onları yüzlerinden tanırdın. And olsun ki sen, onları konuşmalarından da tanırsın; Allah işlediklerinizi bilir.

Münafıkların kendilerini saklamaları , onların Müslüman toplum içinde tanınmalarını güçleştirmektedir. Ancak onların toplum içindeki fiilleri ve sözleri , onların deşifre olmalarını sağlamaktadır. Nisa s. 78. ayetindeki münafıkların sözlerini, onların tanınmalarını sağlayan konuşmaları olarak anlamak mümkündür. Muhammed (a.s) ı incitmek sureti ile ona iman etmediklerini dil ile söylemek anlamına gelen bu sözler , bir toplum içinde elçiye karşı inkarcı tavırlar takınmanın , iman edenlerin yapacakları işlerden olmadığını göstermektedir. 

Aynı itirazların , Musa ve Salih (a.s) lara karşı da yapılmakta olduğunu görmekteyiz.

[007.130-131]  And olsun ki, Biz de Firavun ailesini, ders alsınlar diye, yıllarca kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık.Fakat kendilerine iyilik geldiği zaman, işte bu bizim hakkımızdır, dediler, başlarına bir kötülük gelince de, işte bu Musa ile yanındakilerin uğursuzluğu yüzünden, dediler. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katındandır. Lâkin çoğu bunu bilmezler.

[027.047] «Sen ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık» dediler. Salih: «Uğursuzluğunuz Allah katındandır; belki imtihana çekilen bir kavimsiniz» dedi.

Araf ve Neml surelerindeki bu ayetleri Nisa s. 78. ayet, ile birlikte okuduğumuzda , Musa ve Salih (a.s) lara karşı yapılan muamele ile , Muhammed (a.s) a yapılan muamele eşleştirilerek , elçilerine karşı böyle bir muameleyi reva görenlerin iman etmiş olmayacağı gösterilmekte , bu yol ile münafıkların yapmış oldukları ile kafirlerin yapmış oldukları aynı düzleme çekilerek küfür ve nifakları ayan beyan ortaya çıkarılmaktadır.

Elçi gönderilmiş toplumların bazı sıkıntılara uğratılması , toplumsal bir yasanın sonucu olup, bu yasa Enam ve Araf s. ayetlerinde karşımıza çıkmaktadır.

[006.042]  Andolsun ki; Biz, senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik. Yalvarsınlar diye, onları darlık ve sıkıntıya soktuk.

[007.094] Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek onun halkı yalvarıp-yakarsınlar diye, mutlaka onları dayanılmaz bir zorluk (yoksulluk) ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz.

Tevbe s. ayetlerinde ise , münafıkların yanlışlarını görmeleri için aynı yasanın onlar üzerinde de işletildiğini görmekteyiz. 

[009.126] Onlar, yılda bir iki defa belaya uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı? Böyleyken yine tevbe etmiyorlar, ibret de almıyorlar.

[030.036] İnsanlara bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinirler, ama yaptıklarından ötürü başlarına bir kötülük gelirse hemen ümitlerini kaybediverirler.

Münafıkların kendilerine gelen iyiliği Allah'tan , kötülüğü ise elçiden bilmek sureti ile elçiyi incitmeleri , Kur'an'ın bir çok yerinde gördüğümüz nankör insan tiplemesinin de bir karşılığıdır. Allah (c.c) "De ki: Hepsi Allah'tandır" buyurmak sureti ile , münafıklar tarafından elçisine yüklenmek istenen sorumluluğu onun üzerinden almakta , iyilik ve kötülüğün kendisinden olduğunu beyan etmektedir. 

İnsana isabet eden her ne olursa olsun Sünnetullah dediğimiz yasalara bağlanmış bir kader (ölçü) neticesindedir , Hadid s. 22. 23.  ayetleri buna işaret etmektedir. 

[057.022] Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce o, Kitap'da bulunmasın. Doğrusu bu Allah'a kolaydır. Bu, kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmamanız içindir. Allah, kendini beğenip öğünen hiç kimseyi sevmez;

[064.011]  Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musîbet başa gelmez. Kim Allah’ı tasdik ederse, Allah onun kalbini hakka ve doğruya açar. Allah her şeyi hakkıyla bilir.

79. ayete gelecek olursak ; Ayet içindeki " Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir" cümlesindeki Sana kelimesi ile kimin kast edildiği yönünde 2 farklı yorumda bulunmak mümkündür. Ayet içindeki Sana  ifadesinin münafıkları kast ederek, Muhammed (a.s) ı incitmek için kullandıkları sözlerin ret edilme yoluna gittiğini söylemek mümkündür. Yine Sana ifadesinin Muhammed (a.s) ı kast ederek onun üzerinden bütün insanları içine alan bir anlama sahip olduğunu anlamak ta mümkündür. 

Çünkü Allah (c.c) nin koyduğu yasalar bir kişi için ayrı , diğer bir kişi için ayrı işleyiş göstermeden her kul için aynı şekilde işleyiş gösterir. Ayet münafığı veya Muhammed (a.s) ı kast etmiş olsa bile Sünnetullah dediğimiz yasalar bütün insanlar için eşit olarak işleyiş gösterir.

[042.030]  Ve size musibetten her ne şey isabet ederse kendi ellerinizin kazandığı şey sebebiyledir ve bir çoğundan ise affeder.

Şura s. 30. ve benzeri ayetlerde insana isabet eden herhangi bir musibetin nasıl bir yasaya bağlı olduğunu beyan edilmektedir. Allah (c.c) tarafından insanlara iyilikten veya kötülükten isabet eden her şey, insanların kendi elleri ile işlediklerinin bir sonucu olup , bu konudaki sorumluluk tamamen insana aittir. Allah (c.c) insanların elleri ile işlediklerinin karşılığını koymuş olduğu yasalar gereğince vermektedir.

Nisa s. 78. ayetindeki "De ki: «Hepsi Allah'tandır " cümlesi ile 79. ayetteki " Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir" cümlesini nasıl bağdaştırabiliriz ?. 

 Dikkat edilecek olursa her iki ayette iyiliğin Allah'tan olduğu konusunda müştereklik söz konusudur. 78. ayette münafıkları tarafından dile getirilen , kötülüğün Muhammed (a.s) sebebi ile başlarına geldiği iddiaları ret edilerek , insanlara isabet eden kötülüğü başkalarının üzerine yıkmaları onları sorumluluktan kurtarmayacağı , kişinin başına gelen kötülüğün kendi elleri ile kazandıklarının bir sonucu olduğu anlatılmaktadır.

Kur'an'da çelişki arayan bazı kimselerin bulduklarını zannettikleri çelişkilerden bir tanesi bu ayetlerdedir. Bu kimselere göre iyiliğin ve kötülüğün Allah'tan olması şeklindeki 78. ayete mukabil , 79. ayet ise Allah (c.c) bu ayetlerde iyiliğin kendisinden , kötülüğün ise kullarından sadır olduğunu beyan etmektedir. 

Bu kimselerin yanıldıkları nokta , insana isabet eden iyilik ve kötülük Allah (c.c) nin kendi tercihi doğrultusunda değil , kullarının elleri ile işlediklerinin sonucu olarak, Sünnetullah denilen toplumsal yasaların gereğince meydana gelmektedir. Allah (c.c) kullarına eğer iyilik ve kötülüğü sadece kendi tercihleri doğrultusunda vermiş olsaydı bu adaletsizliğe yol açacağı gibi , dünyada işlenen iyilik ve kötülüklerin karşılığı olan cennet ve cehennemin kurulmasına gerek görülmezdi.

Allah (c.c) kullarına 2 yol göstermek sureti ile iyi ve kötüyü göstermiş , fakat bu yollardan hangisine gideceği noktasında onlara seçim hakkı tanımıştır. İnsanların tüm kazandıkları serbest iradeleri ile yaptıkları seçimlerin bir neticesi olup , bu noktada Allah (c.c) kullarının bu isteklerinin neticesini yaratmaktadır. 

Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin kitabının art niyetli okunması veya iyi niyetli kimselerin ayetler arasında anlam bütünlüğünü kuramaması neticesinde, bazı ayetler arasında sanki çelişki olarak görülebilecek bazı müşkül durumlar ortaya çıkmaktadır.

Nisa s. 78. ve 79. ayetler arasında iyiliğin ve kötülüğün nereden geldiği noktasında farklı gibi görünen bir durum olsa da , Allah (c.c) nin kullarının kazandığı iyilik ve kötülüğü kendi tercihi olarak meydana getirdiği değil , koyduğu yasalar gereği kullarının elleri ile işlediklerinin bir sonucu olarak meydana getirmiş olduğu bilindiğinde problem ortadan kalkacaktır.

Kader olarak bildiğimiz kavram , Allah (c.c) nin insanın alnına daha doğmadan önce ne yapacaklarını yazması değil , doğduktan sonra işlediklerinin karşılığını alacağı yasalar olarak bilindiğinde doğru bir düşünce sahibi olunmuş olacaktır.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 
            

23 Kasım 2016 Çarşamba

Rad s. 11. ve Enfal s. 53. Ayetleri : Firavun Örneğinde Toplumsal Değişimin Yasaları

Yarattığı insanlara dünya hayatlarında uyması gereken kuralları, elçi ve kitapları vasıtası ile bildiren Allah (c.c), koymuş olduğu kurallara uymanın veya uymamanın, insanlara dünya ve ahiret hayatlarında nasıl bir karşılık ile döneceğini de kitapları ile kullarına haber vermiştir. 

İnsanların ve toplumların dünya hayatlarında yaptıklarının karşılığını belirli yasalara bağlayarak, bu yasalar dahilinde kişi ve toplum ayrımı yapılmadan karşılığının verilmesine "Sünnetullah" denilmektedir.

Sünnetullah adı verilen toplumsal yasaların nasıl işlediği, hem kural olarak, hem de gerçek hayat içinde bu kuralın nasıl vaki olduğu bizlere Kur'an içinde haber verilmektedir. Rad s. 11 ve Enfal s. 53. ayetleri, bu kuralı bize bildiren ayetlerdendir. 

 [Rad s.11] Ardından ve önünden takib edenler vardır. Allah'ın emriyle onu gözetirler. Şüphesiz ki bir kavim , kendisini değiştirmedikçe , Allah ta o kavmi değiştirmez. Ve Allah, bir kavimin fenalığını dileyince; artık onun önüne geçilemez. Allah'tan başka onları koruyacak birisi de bulunmaz.

[Enfal s. 49] Hani münafıklar, kalblerinde hastalık bulunanlar: Bunları, dinleri aldattı, diyorlardı. Halbuki kim Allah'a tevekkül ederse; muhakkak ki Allah, Aziz' dir, Hakim'dir.

[Enfal s. 50] Melekler yüzlerine ve arkalarına vurarak ve «Tadın yakıcı cehennem azabını» (diyerek) o kâfirlerin canlarını alırken onları bir görseydin!

[Enfal s. 51] İşte bu, ellerinizle yaptığınız yüzündendir, yoksa Allah kullara zulmedici değildir.

[Enfal s. 52]  Firavun taifesi ve onlardan öncekilerin gidişi gibi, Allah'ın ayetlerini yalanladılar da Allah onları günahlarından ötürü yoketti. Allah kuvvetlidir, cezalandırması şiddetlidir.

[Enfal s. 53]  Nedeni şu: Bir kavim (toplum), kendinde olanı değiştirinceye kadar Allah, ona nimet olarak bağışladığını değiştirici değildir. Allah şüphesiz işitendir, bilendir.

Allah (c.c) bu ayetlerde, bir insan veya topluluğun, menfi veya müspet yönde bir değişime uğramasının, insan veya toplumların yaptıkları sonucunda gerçekleşeceğini bildirmektedir. Yani değişimi Allah (c.c) değil , insan veya toplumlar başlatmakta, Allah (c.c) bu değişim isteğine göre koyduğu yasaları işleyiş alanına sokmaktadır.

[Ahzab s. 62]  (Bu,) Daha önceden gelip-geçenler hakkında (uygulanan) Allah'ın sünnetidir. Allah'ın sünnetinde kesin olarak bir değişiklik bulamazsın.

Allah (c.c) toplumsal işleyiş yasasının (Sünnetullah) kuralını koyduktan sonra, bu işleyişin geçmişteki yaşanan hayatlarda nasıl gerçekleştiği örneğini, yaşanmış kıssalar vasıtası ile bizlere bildirmektedir.

[Enfal s. 54]  Firavun hanedanıyla, onlardan öncekilerin gidişi gibi. Rabblarının ayetlerini yalanlamışlardı da, Biz de günahlarından dolayı onları helak etmiş ve Firavun hanedanını suda boğmuştuk. Hepsi de zalimlerdi.

Bilndiği üzere Musa (a.s) kıssası, Kur'an'da en fazla yer tutan bir kıssa olarak dikkat çekmektedir. Onun Firavun ve kendi kavmi ile olan mücadelesi, sadece geçmişte yaşanmış bitmiş olaylar değil, toplumsal yasaların gerçek hayat içinde nasıl işlediğinin gösterilmesine yönelik anlatımlardır. Enfal s. 53. ayetinde toplumsal yasaların kuralından bahsedildikten sonra, bu yasaların Firavun örneğinde işlemiş olduğu hatırlatılmaktadır. 

Firavun ve ordusunun denizde boğulmasına kadar geçen ayetleri kronolojik olarak alt alta koyup okuduğumuzda, elinde insanları yönetme ve iktidar gücü olanların ,bu gücü nasıl kullanmaMAsı gerektiği  güç ve iktidar nimetini gereği gibi kullanmayanların, sonlarının nasıl olacağı hatırlatılmaktadır. 

Firavun ve ordusunun karşı karşıya kaldığı son, sadece onlara özel bir durum değil, tarih boyunca elinde gücü halkını ezmek ve sömürmek için kullananların karşılaşacağı toplumsal bir yasa, yani Sünnetullah olarak okunmalı ve onların sonundan ibret alınmalıdır. 

"Firavun ve ordusunu helaka götüren sebepler ne idi ?" sorusuna verilecek cevaplar, aynı yolun izlendiği takdirde, tüm zamanlardaki güç ve iktidar sahiplerinin başlarına gelecek olan kaçınılmaz sonu da gösterecektir. 

[Kasas s.4]  Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır'da) büyüklenmiş (ala) ve oranın halkını birtakın fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı.

[Naziat s.24]  «Sizin en yüce rabbiniz benim» dedi.

[Şuara s. 29] (Firavun) Dedi ki: «Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım.»

[Zuhruf s.51-54]  Firavun kavmine şöyle seslenip dedi ki: «Ey kavmim, Mısır mülkü ve şu altından akıp giden ırmaklar benim değil mi? Görmüyor musunuz?«Yoksa ben, kendisi zayıf ve neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan şu adamdan daha hayırlı değil miyim?»«Ona altın bilezikler verilmeli veya yanında ona yardım edecek melekler gelmeli değil mi?» Böylelikle kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fasık olan bir kavimdi.

Elinde yönetim ve iktidar gücü bulunduranların bilmesi gereken ilk şey, kendisinin ve elinin altında bulunan insanların tek sahibinin Allah (c.c) olduğudur. Bunu bilmeyen ve kendisini ülkenin tek hakimi , insanların ilahı ve rabbi olarak gören yönetim sahipleri, toplumsal yıkım yasasının ilk basamağını atlayarak, yıkıma bir adım yaklaşmış sayılırlar.

[Neml s. 15]  Biz Davud’a ve Süleyman’a ilim verdik. Onlar da: «Bizi mümin kullarının çoğuna üstün kılan Allah’a hamd olsun» dediler.

Davud ve Süleyman (a.s) lar, elinde güç , servet ve iktidar bulunduran kimselere örneklik teşkil eden iki hükümdar olması açısından okunması ve anlaşılması gereken iki elçidir. Bu elçilerin kıssalarının merkezinde, tek ilah ve rab olarak Allah (c.c) yi bilmek ve tanımak , icraatlarını bu esas üzerine kurmaları yatmaktadır.

Allah (c.c) nin insanların tek ilahı ve rabbi olmasını ret eden bir yönetim sahibi, yaptıklarının hesabını kimseye vermeyeceğini zannederek, ahireti inkar eden bir yönetim örneği sergilerler. Ahiret inancı olmayan kişi ve toplumlar , "Ne yapsak kardır" mantığı içinde hareket ederek, dünyayı fesada boğmaktan korkmayan bir yaşam sürdürür, bunun sonucunda ise toplumsal işleyiş yasaları gereğince helak edilirler. 

Kendisini halktan biri olarak değil, ayrı bir konumda görüp, özel bir statüye sahip olduğunu zannederek, halkı zulme dayanan esaslara göre yönetmenin sonu, Firavun misali yıkıma uğramaktır. Yönetimi altında yaşayanların, ırk, renk, kabile, mezhep, meşrep, din v.s gibi alt kimliklerini dikkate alan bir yönetim uygulaması, zaman içinde o topluluklarda huzursuzluğun asıl nedenini oluşturarak, toplulukların güçsüz düşmesine sebep olacak ve beraberinde yıkımı getirecektir.

Firavun, kendisinin yönetimi altındaki etnik unsur olan İsrailoğullarına her türlü zulmü reva görürken, Süleyman (a.s) ise elinin altındaki etnik unsurları sosyal ve ekonomik ayrım gözetmeden yönetmeyi başaran bir hükümdar örneği olarak karşımızda durmaktadır. 

Irk, soy, kabile gibi insan ile ilgili unsurlar, dünya hayatının bir gerçeğidir. Bu gerçekler, yönetimi elinde bulunduranların elinde bir zulüm aracı olarak asla kullanılmamalıdır. Bir devletin çatısı altında mutlaka farklı ırk, kabile ve soylara bağlı etnik unsurlar mutlaka bulunmaktadır. Bir devletin gücü ve devamlılığı, bu unsurları birbirine bağlı tutmayı başardığı müddetçe sürecektir. Devletler bu etnik unsurlar arasında ayrım yapan bir politika gütmeye başladığında ise, Firavun misali güçten düşecek ve yıkım gerçekleşecektir. 

Yaşadığımız dünyada yakın geçmişte ve şu anda yapılan savaşlara baktığımızda , farklı etnik unsurlara sahip olanların kışkırtılması sonucunda çıkarılmış savaşlar olduğunu görebiliriz. Bu savaşların verdiği zararlar ile dünyanın her tarafı yangın yerine dönüşmüştür. Bu savaşların yaşandığı ülkeler zaman içinde güçten düşerek, yıkıma mutlaka uğramıştır.

İnsanların bir erkek ve bir dişiden yaratıldığını beyan eden Hucurat s. 13 ve diğer ayetler, insanlar arasındaki yakınlığın anlatılması açısından okunması gereken ayetlerdir. Bir erkek ve bir dişiden yaratılan insanların kardeş olması, kardeşler arasında olması gereken birlik , beraberlik ve dayanışmayı da beraberinde getirmesi açısından okunarak, bir insanın diğer insana karşı olan üstünlüğünün, bizlerin belirlediği kriterlerin değil , Allah (c.c) nin belirlediği kriterlerin dikkate alınması , "Üst Kimlik" dediğimiz olguyu gündeme getirerek , "Alt Kimlik" dediğimiz ve insanlar arasında ayrımcılığı körükleyen unsurları da gündemden düşecektir.

Üst kimliğin esas alındığı bir toplum düzeni, ancak Allah (c.c) nin ilah ve rab olarak bilindiği bir sistem içinde gerçekleşebilir. İnsanların ilahlık ve rabliğe soyunduğu bir sistemde, üst kimliğin esas alındığı bir toplum düzeninin kurulması asla mümkün değildir. Bu durum ise toplumların kendi içinde çatışmasını beraberinde getirecek, ve toplumları güçten düşürerek yıkılmalarına sebep olacaktır. 

Firavunun ilahlık ve rablik iddiası , yönetim ile ilgili kuralları koyma hakkını kendisinde görmesi , koyduğu kuralların ise yanlış olması sonucunda, Sünnetullah'ın tecelli ederek onun iktidarının yıkımını getirmiştir. Onun ilahlık ve rablik iddiası, halkını küçümsemesini ve bölmesini, bir bölümünü soykırıma tabi tutmak sureti ile kendi iktidarını daha da sağlamlaştıracağı zannı, onun sonunu getirmiştir.

Sünnetullah'ı aşağıdaki dizeler kadar veciz bir şekilde anlatmaktadır.


                                  "Kadermiş!" öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru;
                                   Belânı istedin Allah da verdi... doğrusu bu ya
                                   Taleb nasılsa, tabîî, netîce öyle çıkar,
                                   Meşiyyetin (İrade) sana zulmetmek ihtimâli mi var?
                                                                                                              (Mehmet Akif Ersoy)

Rad s. 11 ve Enfal s. 53. ayetlerinde belirlenen kurala göre Firavun sahip olduğu iktidar nimetini , kendisini ilah ve rab olarak görmek , halkı küçümsemek , halkın bir bölümünü soy kırıma uğratmak sureti ile kötüye kullanarak , değişim yasalarının kendisi aleyhinde gerçekleşmesini talep etmiş, Allah (c.c) ise bu değişim isteğinin karşılığını vermiştir.

Firavunluk sadece yönetim kademesindeki insanlar ile ilgili bir durum değil , kişisel olarak ta bu durum yaşanabilir. Önemli olan Firavun karakteri üzerinden verilen örnekleri üzerimizde taşımamak gerektiğidir. Firavun karakterine sahip olan bir kişi evin reisi olsa, bu zulmü aile bireyleri üzerinde, öğretmen olacak olsa talebeleri üzerinde uygulamaktan geri durmayacaktır.

Sonuç olarak : Kitabında koyduğu toplumsal yasalarda kıyamete kadar bir değişme olmayacağını beyan eden Allah (c.c) (İsra s.77 - Ahzab s.62 - Fetih s.23- Kehf s.55) , bu yasaların nasıl işleyeceğini yine kitabında beyan ederek , nasıl işlediğini ise kıssalar yolu ile canlı örneklerle göstererek, bizlerin bu anlatımlardan ibret almasını istemektedir. 

Firavun, Sünnetullah'ın tecelli etmesinin en önemli örneği olarak , tarih boyunca gelecek yönetimlerin aynı yolu izlediği takdirde başına gelecek sonu gösteren son derece önemli bir aktördür. Onun denizde boğulması, iktidarının son bulması açısından okunması gereken bir son olup, tüm iktidar sahiplerinin denizde boğulması gerektiği gibi bir son akla gelmemelidir.

Elindeki yönetim gücünü kötüye kullananların bu gücü her ne surette olursa olsun kaybetmiş olmaları , toplumsal yasaların (Sünnetullah) işlemesinin bir gereği olduğu , ve bu işleyişin kıyamete kadar süreceği hatırdan çıkarılmamalıdır. 

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

16 Kasım 2016 Çarşamba

Zümer s. 42 ve En'am s. 60. Ayetleri Örneğinde Kur'an'ı Kur'an'dan Anlamak

Kur'an'ın bir takım ön yargılara, veya bazı düşüncelerin tasdik ettirilmesine yönelik yapılan okumalar , bu kitaba karşı işlenebilecek en büyük suçlardandır. Bu türden ameliyeler maalesef geçmişte çokça yapılarak , bir çok soruna yol açan ihtilafları beraberinde getirmiştir. Bu okumalar yüzünden oluşan fırkalaşmalar, yüzyıllardır kapanmaz bir yara olarak içimizde bulunmakta , kapatılmaya çalışılmak şöyle dursun , yeni yeni fırka oluşumları her geçen gün çoğalarak , içinden çıkılmaz bir hal almaktadır.  

Yazımıza konu edeceğimiz Zümer s. 42. ayeti oluşturulmuş ön yargılar sonucu, İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir zamanda geleceği yönündeki düşünce etrafında okunarak, onun şu anda ölmediğine dair bir delil olarak , veya Yunan felsefesinin bir ürünü olan ruh- beden ayrımı düşüncesi baz alınarak o doğrultuda okunmaya çalışılmaktadır. 

Bu ayet oraya buraya çekmeden yine Kur'an bütünlüğü dikkate alınarak anlaşılabilecek bir ayet olup , oluşturulmuş ön yargıların ne kadar yanlış olduğu , En'am s. 60. ayeti ile birlikte okunduğunda görülecektir.  

اللَّهُ يَتَوَفَّى الْأَنفُسَ حِينَ مَوْتِهَا وَالَّتِي لَمْ تَمُتْ فِي مَنَامِهَا فَيُمْسِكُ الَّتِي قَضَى عَلَيْهَا الْمَوْتَ وَيُرْسِلُ الْأُخْرَى إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِّقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

Bu ayetin Ruh-Beden ayrımı düşüncesi üzerine bina edilmiş, ve yanlış olduğunu düşündüğümüz çevirileri şu şekildedir.

[039.042] Allah, öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerinde uykuları esnasında ruhlarını alır. Sonra ölümlerine hükmettiği kimselerinkini tutar; diğerlerini bir süreye kadar salıverir. Doğrusu bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır.

Zümer s. 42. ayetinin bu şekilde yapılmış çevirilerini okuyanlar, özellikle kabir azabı konusu ile yakından ilgili olan "İnsan Ruhu" deyimi ve bu deyim etrafında geliştirilen düşüncelerin , Kur'an menşeli olduğunu zannedecektir. Halbuki "Ruh" kavramı Kur'an'ın hiç bir yerinde insan ile ilgili olarak kullanılmamaktadır. 

Kabirde bedenin değil ruhun azap gördüğü düşüncesi , Yunan felsefesinin bir ürünü olan ruh - beden ayrımını bir sonucu olup , beraberinde bir takım sorunları da getirmektedir , şöyle ki ;

Ruhun insanın ölümü ile birlikte ölmeyerek , kıyamete kadar diri olarak kaldığı , ve kabirde azap çekmenin bedenen değil ruhen olduğu düşüncesi , bazı felsefecileri cismani haşrin olmadığı gibi bir düşünceye sevk etmiştir. Aslında bu düşünce (Böyle bir düşünceyi her ne kadar tasvip etmemiş olsak ta) , kendi içinde tutarlı bir düşüncedir. Ruh eğer kıyamete kadar ölmüyor ise , bedenen dirilişin zaten söz konusu olmaması gerekecektir. 
Kabir azabının var olduğunu düşünenlerin , cismani haşri kabul etmeleri aslında büyük bir çelişkidir. 

İnsana Allah (c.c) tarafından ruh üflenmiş olmasını , bu kelimenin esinti , koku gibi anlamlarını dikkate aldığımızda insana canlılık vermek anlamında olduğunu söyleyebiliriz. İnsanda olan bu canlılığı ruh olarak görecek olursak , insanın ölümü ile bu canlılığı kaybolmakta ve ruh denilen şey onunla birlikte son bulmaktadır. 

Kabirde bedenin değil ruhun azap gördüğü iddiası temelden çürük bir iddia olup , Kur'an'dan onay almayan bir düşüncenin eseridir. Konumuz kabir azabı konusu olmadığı için bu konuyu burada bırakarak , Zümer suresinin İsa (a.s) ın ölmediğine dair bir delil olarak sunulması üzerinde de kısaca durmak istiyoruz.

İsa (a.s) ın ölmediği , göğe kaldırıldığı , kıyamete yakın bir zamanda yeniden dünyaya indirileceği düşüncesi , İslam düşüncesi içinde hayli yaygın bir görüştür. İsa (a.s) ın ölmediğine dair getirilen delillerden bir tanesi Zümer s. 42. ayetidir.

Ayet içinde geçen "Yeteveffe" kelimesinin , insanın uykudaki halini anlattığından yola çıkılarak , Al-i İmran s. 55. ayetinde geçen " İnni müteveffike" (Seni vefat ettireceğim) , Maide s. 117. ayetinde geçen "Felemma teveffeyteni" (Beni vefat ettirince) cümleleri ile bağlantı kurularak , İsa (a.s) ın vefat ettirilmiş olmasının ölüm değil uyku hali olduğu , ve bu halin kıyamete yakın bir süreye kadar devam edeceği , İsa (a.s) ın tekrar dünyaya indirileceği iddia edilmektedir.

İsa (a.s) ın ölmediği yönündeki iddianın merkezinde, ölümün uykuya benzetilme düşüncesi yatmaktadır.

Halbuki ön yargısız bir okuma yapılacak olursa , ölümün uykuya benzetilmesi değil , tam tersi UYKUNUN ÖLÜME BENZETİLMESİ söz konusudur. Burası çok önemli olup, ayetin nirengi noktası burasıdır.

Zümer s. 42. ayetinin Elmalılı tarafından yapılmış olan çevirisi şöyledir;

"Allah alır o canları öldükleri zaman, ölmiyenleri de uyuduklarında, sonra üzerlerine ölüm hukmü verdiklerini alıkor da diğerlerini salıverir bir müsemmâ ecele kadar, şübhesiz ki bunda düşünecek bir kavm için âyetler var."

Bu ayet uykuyu ölüme benzeterek , insanın her gün bir nevi öldüğü , uyanması ile dirildiği anlatılmaktadır. Bu ayet En'am s. 60. ayetini okuduğumuzda daha kolay anlaşılacaktır. 

وَهُوَ الَّذِي يَتَوَفَّاكُم بِاللَّيْلِ وَيَعْلَمُ مَا جَرَحْتُم بِالنَّهَارِ ثُمَّ يَبْعَثُكُمْ فِيهِ لِيُقْضَى أَجَلٌ مُّسَمًّى ثُمَّ إِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ثُمَّ يُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ

[006.060] Geceleyin sizi öldüren, gündüzün de ne işlediğinizi bilen; sonra belirlenmiş ecel tamamlansın diye sizi dirilten O'dur. Sonra dönüşünüz yine O'nadır. Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir.

Bilindiği gibi ölüm ve ölümden sonra yeniden diriliş haberi , Kur'an'ın en büyük haberlerinden bir tanesidir. Kur'an bir çok ayetinde bu gerçeği haber vermektedir. Sunduğu deliller ile ölüm sonrası dirilişin gerçek olduğunu akleden kafalara nakşeden ayetlerden bir tanesi de , En'am s. 60. ayetidir. 

Her insanın hayatı içinde her gün yaşadığı uyku hali ölüm ile , uykudan sonraki uyanış hali ise yeniden dirilme ile eşleştirilerek anlatılmakta , insanın her gün yaşadığı bir gerçek olarak yeniden dirilişin akli olarak imkanı bizlere anlatılmaktadır. Bizi her gün uyutan , ölümümüze kadar her gün uyandıran Allah (c.c) elbette , ölüleri diriltmeye de kadirdir. 

Yeniden Zümer s. 42. ayetine dönecek olursak , En'am s. 60. ayeti ile paralellik arz eden bu ayet , uykuyu ölüme  benzeterek , uyumak ve sonrasında uyanmanın , ölüm ve diriliş arasında bir benzerliğini kurarak , uyku ve uykudan uyanmanın , gerçek ölüme kadar devam edeceğini bildirmektedir. 

Gece uyumak , gündüz uyanmak sureti ile süren insan yaşamı , Allah (c.c) nin insanlar üzerindeki hayat verme kudretinin bir tecellisidir. İnsana hayat veren Allah (c.c), onları öldürdükten sonra , yeniden hayat vermeye elbette kadir olduğunu bütün insanların yaşadıkları gerçekler üzerinden anlatmaktadır. 

Bu ayetler özellikle Kur'an'da sıkça görülen ölümden sonra dirilişi inkar eden müşriklere zımnen şöyle demektedir ; " Ey insanlar , siz her akşam uyumak , her sabah uyanmak sureti ile , inkar ettiğiniz ölümden sonra yeniden dirilmeyi aslında her gün yaşamaktasınız. Sizi her gün uyutan , her gün uyandıran Allah'ın kıyamet sonrası yeniden dirilme haberini nasıl inkar edersiniz". 

Ayrıca "Ashabı Kehf" kıssasında yıllarca uyutulan insanların uyandırılmaları ile ilgili ayetteki ibare dikkat çekicidir. 

[018.019] Birbirlerine sorsunlar diye onları uyandırdık (Baasnahum). İçlerinden biri: «Ne kadar kaldınız?» dedi. «Bir gün veya daha az bir müddet kaldık» dediler. «Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Paranızla birinizi şehre gönderin, sakın sizi kimseye duyurmasın» dediler.

Ayette "Uyandırdık" olarak çevrilen kelimenin Arapça metni, yeniden diriliş ile ilgili kullanılan "Baasnahum" kelimesidir. Bu ayeti de konumuz ile ilgili ayetlere bağlayacak olursak , yıllarca uyutulmuş olan gençlerin uyandırılmaları yeniden dirilme ile ilişkilendirilerek , En'am s. 60. ayetinde olduğu gibi uyku ölüme benzetilmektedir.

Sonuç olarak : Zümer s. 42. ayeti , insanın her gün yaşadığı uyku ve uykudan uyanış gerçeğine dikkat çekerek , Allah (c.c) nin gücünün ve kudretinin bir eseri olan insanlara hayat imkanı vermesinin bir sonucu olduğunu beyan etmektedir. Uyku ve uykudan uyanma hali belirli bir ecele kadar devam ederek gerçek ölüm hali ile tanışacak olan insan , ölümden sonra yeniden dirilerek ebedi bir hayata yeniden başlayacaktır. 

Kur'an ayetlerinin birbirini açması , ve bu kitabın doğru anlaşılmasının kendi bütünlüğü içinde bir okuma ile mümkün olduğu , Zümer s. 42. ayetinin , En'am s. 60. ayeti ile birlikte okunduğunda, daha net ve daha doğru anlaşılması örneğini gösterebiliriz.

Bu çalışmayı yapma amacımızdan bir tanesi de , Kur'an ayetlerinin ön yargılar ile değil , yine kendi bütünlüğü içinde okunması ve anlaşılmaya çalışılması gerektiğine dair olan düşüncemize bir örnek çalışma teşkil etmesine dayalıdır. Devşirilmiş düşüncelerin tasdik ettirilmesine dayalı bir okuma biçimi, Kur'an'ın yol gösterici bir rehber olmasına halel getirerek , bu kitabı rehber olmak yerine , başka rehberler edinenlerin oyuncağı haline getirecektir. 

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.




28 Ekim 2016 Cuma

Hadid s. 27 ,Maide s. 63, Tevbe s. 31.34. Ayetleri Işığında Din Adamları Sınıfına Bir Bakış

Dinler , insanların birbirleri ile olan bağının güçlenmesine vesile olan bir çimento olarak binlece yıldır işlevini sürdürmektedir. Din denildiğinde ilk akla gelen şeylerden bir tanesi, halk içinde mevcut bulunan din konusunda bilgi sahibi , ve diğer insanlardan farkı bir yeri olduğuna inanılan "Din Adamları" sınıfı gelmektedir. Fakat bu sınıfın istisnaları olmakla birlikte , kendilerine verilmiş olan bu ayrıcalığı kötüye kullanarak , insanlar üzerinde maddi ve manevi baskı aracı olarak kullanmakta oldukları herkesin malumudur. 

İnsanlığın kadim bir sorunu diyebileceğimiz , bu sınıfın yaptığı yanlışlar Kur'an'da da yer bularak , Yahudi ve Hristiyanlar içindeki Ahbar ve Ruhban takımının yaptıkları eleştirilmiş , onlar tarafından yapılan bu yanlışların Müslümanlar tarafından tekrarlanmaması için gereken ikazlar yapılmış, fakat bu ikazların maalesef göz ardı edildiği, ve Müslümanlar arasında bu sınıfın bir çok olumsuzluğu ve yanlışları içinde barındırmak sureti ile işlevini sürdürdüğüne şahit olmaktayız. 

"Din Adamlığı" sınıfının oluşmasını Allah c.c mi emretmektedir ?.

Kur'an'ın Ahbar ve Ruhban gibi bir sınıfın oluşmasına onay verdiğini söylemenin yanlış bir kanaat olduğunu burada ifade etmek istiyoruz. Böyle bir sınıfın var olması ile, hayatiyetini devam ettirmesinin meşru olması, birbirine karıştırılmamalıdır. Kur'an'ın Yahudi ve Hristiyanlar içinde olan bu guruptan bahsetmesi , böyle bir sınıfın bu toplumlar içinde var olmasından dolayıdır. 

Allah c.c, kullarından bir kısmına "Din Adamlığı" şeklinde ayrı bir paye verilerek onların ayrı bir sınıf oluşturmasına dayanan bir sistem ihdas edilmesine, veya dinin sadece mistik bir hayat olarak insanlardan ve hayatın gerçeklerinden olarak bir yaşantı olarak görülmesi ve buna uygun bir yaşantı sürülmesine onay vermemiştir. Bu durumu Hadid s. 27. ayet, şu şekilde anlatmaktadır. 

[057.027]  Sonra onların izleri üzerinde, resullerimizi ard arda gönderdik. Meryem oğlu İsa'yı da arkalarından gönderdik. Ona İncil'i verdik ve ona uyanların kalplerine bir şefkat ve merhamet koyduk. Onların uydurdukları ruhbaniyyete gelince; onu kendilerine Biz, yazmadık. Fakat kendileri Allah'ın rızasını kazanmak için yaptılar. Ama buna da hakkıyla riayet etmediler. Biz de onlardan iman etmiş olanlara ecirlerini verdik. İçlerinden çoğu ise fasıklardır.

Hadid s. 27. ayeti, kendilerine farz kılınmadığı halde , İsa a.s a tabi olduğunu iddia edenlerin, bid'at olarak türettikleri ruhbanlığı , türetme niyetlerine uygun bir şekilde yürütmediklerini beyan etmektedir. Ruhbanlık şeklinde hayat bulan yaşam sistemini , Allah c.c insanlara emretmemiş olmasına rağmen , Allah c.c nin rızasını kazanmak gibi iyi bir niyetle ihdas edilen bu kurumun , zaman içinde şekil değiştirerek ,yanlış amaçlara hizmet eden bir kuruma dönüşmüş olması , bu kurumun diğer toplumlardaki benzer oluşumları hakkında da bizlere bilgi verebilir.

İnsanların içinde bulundukları şartlar , bazı insanların birbirlerinden bazı yönlerden farklı olmasını beraberinde getirmiştir. Bilgi bakımından daha ileride olan bazı insanların, diğer insanlar üzerinde onun bilgisinden faydalanılması gereğini doğurmuştur. Bu üstünlüğü din alanında düşündüğümüzde, dini alanda bilgi sahibi olan insanlar , bu alanda yeterli bilgi sahibi olmayanlar ile bilgi paylaşımında bulunarak, bir şekilde bilgilerinin zekatlarını vermek durumundadırlar.  

Bilgi paylaşımı maalesef bu şekilde yapılmamakta , bilgi sahibi olanlar ile, bilgi sahibi olmayanlar arasında derin bir uçurum oluşturularak , bir sınıf ihdas edilmiş ve insanlar "Din Adamları" olarak bildiğimiz bu sınıfa mahkum bir hale getirilmiştir. Toplumun önünde olan olan insanların , o topluma iyilik ve fazilette örnek olması açısından bazı vazifeleri bulunmaktadır. Çünkü onun arkasındaki insanlar , o kişiye saygın ve güvenilir bir kişi gözü ile bakarak , onu kendilerine önder edinerek , ondan gelecek olan sözler doğrultusunda hareket etmeyi kendilerine şiar edinmişlerdir. 

"Kanaat Önderleri" veya "Din Adamları" olarak bildiğimiz sınıflara mensup olan insanların büyük çoğunluğu, halkın kendilerine verdiği önderlik vasfını fırsata çevirerek , insanları maddi ve manevi olarak sömürerek , etrafındaki bir avuç kişi ile büyük bir saadet zinciri oluşturmuşlardır.

Kur'an işte böyle bir arka plana sahip bir topluma nazil olmuş , ve Medine de nazil olan ayetler , özellikle Yahudi ve Hristiyan toplumundaki din adamlarının yaptığı yanlışlara dikkat çekmektedir. Toplumun önünde olan insanların o topluma müspet anlamda örnek olma zorunlulukları olmasına rağmen, bu görevlerini yapmamaktadırlar. Bu gerçeği şu ayetlerde görmekteyiz . 

[005.062] Onlardan birçoğunun günah, düşmanlık ve haram yemede yarıştıklarını görürsün. Yaptıkları ne kadar kötüdür!
[005.063]  Rabb'a kul olanlar ve bilginler; onları günah söylemelerinden ve haram yemelerinden vazgeçirmeye çalışmalı değiller miydi? Yapmakta oldukları şey gerçekten ne kötü.

İnsanların yaptıkları yanlışları onlara ikaz etmek , onları kötülüklerden engellemeye çalışmak , bu yapılanların kötü olduğunu bilen insanların görevidir. Kötülükleri gördüğü halde bunlara engel olmaya çalışmamak bundan önceki zamanlarda toplumların helak olmasına sebep olmuş, bundan sonra da olacaktır. 

Din adamları sınıfının insanlar üzerinde baskı ve hegemonya kurmak için kullandıkları yollardan birisi , kendilerinin Allah adına konuştuklarını söyleyerek yalan ve iftiralarına Allah'ı alet etmeleridir. Bu durumu Tevbe s. 31. ayeti şöyle beyan etmektedir.

[009.031] Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını ve rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler. Oysa ki, hepsi ancak bir ilaha ibadet etmekle emrolunmuşlardı ki, O'ndan başka hiçbir ilah yoktur; O, onların ortak koştukları herşeyden münezzehtir.

Haham ve rahiplerin "Rab" olarak ittihaz edinilmesi , onların Allah c.c nin yetki alanına giren konularda, Allah'ı devre dışında bırakarak verdikleri hükümlere tabi olunması şeklinde gerçekleşmekte idi. İnsanları manevi yönden bu şekilde sömüren din adamları , sömürülerini maddi bakımdan da yaparak ceplerini doldurmakta idiler . Aynı surenin 34 ve 35. ayetleri , onların bu yaptıklarına dikkat çekerek  cezalarının ne olacağını haber vermektedir. 

[009.034] Ey inananlar! Hahamlar ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler. Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele.
[009.035] Bunların üzerlerinin cehennem ateşinde kızdırılacağı gün, onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak (ve:) «işte bu, kendileriniz için yığıp-sakladıklarınızdır; yığıp-sakladıklarınızı tadın» (denilecek) .

Din adamları sınıfı , insanların kendilerine olan güvenlerini kötüye kullanarak , onların iyi niyetlerini istismar etmekte ve bu yolla maddi kazanç elde etme yoluna gitmektedirler. 

Yukarıdaki ayetler ışığında din adamları sınıfının yaptıkları yanlışları sıralayacak olursak ;

1- İnsanları yaptıkları kötülüklerden onları sakındırmamak . ( Maide s. 63)
2-İnsanları manevi yönden sömürerek , onlar üzerinde rablık oluşturmak. (Tevbe s. 31)
3-İnsanları maddi yönden sömürerek , onların güvenlerini servete dönüştürmek . (Tevbe s. 34)

Yaptıkları bu yanlışlar sadece Yahudi ve Hristiyanlara has bir durum değil , tüm zamanlarda yaşamış ve yaşayacak olan ve insanları din adına kendilerine bağlayarak , din'i sömürü aracı olarak kullanan din adamlarının karakteristik özellikleridir. 

Bu durumun aynısının İslam dünyasında da yaşandığı bir gerçektir. Kendisine Hoca , Alim , Şeyh , Gavs ,Kutup , Ayetullah v.s denilen insanların büyük çoğunluğunun ellerindeki imkanı maddi ve manevi yönden sömürü aracı olarak kullanarak , insanların dünya ve ahiretini berbat etme yolunda kullandıklarını görmekteyiz. 

Biz burada bu kimselerin yaptıklarını uzun uzun yazarak, malumu yeniden tekrarlamak yerine , bu adamlardan kurtulmanın yolu üzerinde durmaya çalışacağız.

Müslümanları maddi ve manevi olarak sömüren bu kimselerin en büyük kozları , anlattıkları din'in Kur'an merkezli olmayışıdır. Kur'an dışı kaynaklardan oluşan bu din'de Allah c.c nin kullarına sunduğu kolaylıklar asla mevcut olmayıp , zorluklarla ve gereksiz teferruatlarla donatılmış bir din bulunmaktadır. Böyle bir din , bu kimselerin elinin güçlenmesine ve insanların bu kimselerin tasallutundan kurtulamamalarına sebep olmaktadır. 

Ayakkabının ilk önce hangi ayağa giyileceği , tuvalete hangi ayakla girilmesi gerektiği , tırnak kesmenin , su içmenin , yemek yemenin , yatmanın ,oturmanın İslama göre nasıl olması gerektiğini soracak kadar cahil , ve bu gibi binlerce saçma sapan sorulara cevap yetiştirecek kadar kör cahil din adamlarının varlığını devam ettirmesinin sebebi , bu gibi soruların din ile alakası olduğunu , veya din denilince incir çekirdeğini doldurmayan meseleler aklına gelen cahil Müslümanlardır. 

Kafalarında binlerce saçma sapan soruların din ile alakasını olduğunu zannederek , din adamlarının kapılarını aşındıran bu Müslümanların yeniden yapılanarak, din'i Kur'andan okumaya başlamaları , bu gibi soruların adedinin büyük ölçüde azalarak , bu kimselerin ekmek kapılarının kapanmasına sebep olacaktır.

Özellikle tasavvuf kesiminde yaygın olan kurtarıcılık müessesesi , bu sınıfa daha fazla bel bağlanılmasını beraberinde getirmektedir. Kendilerine Şeyh , Mürşit , Gavs , Evliya v.s gibi adlar yakıştırılmış olan insanları maddi ve manevi olarak ayakta tutan en büyük unsur, müritlerini ahirette kurtaracaklarına dair olan inançtır.

Kur'an , din adamları tarafından din adına uydurulmuş olan her türlü yalan ve iftiranın açığa çıkarıcısı , ve doğru olanı göstericisi olarak ismi gündeme geldiğinde , bu kitaba düşman olanlardan çok , dost olduğunu iddia eden din adamları sınıfına mensup büyük bir kesimin gürültü kopardığı bir kitaptır. Bunun sebebi ise , halkın sorularına bu kitap doğrultusunda cevap arama isteğinde bulunmaya başladıkları takdirde , maddi ve manevi sömürü kapılarının kapanması korkusudur.

Kur'an'ın anlaşılmaz bir kitap olduğu , din'in öğrenilme kaynağının Kur'an değil , hurafe , menkıbe ve rivayetler ile dolu olan kitaplar olduğu , din denildiğinde uçan kaçan şeyhlerin masallarının akla gelmediği, vaaz kürsülerinde anlatılan yalanlara kimsenin inanmamaya başladığında , bu kimselerin saltanatları artık yıkılmaya başlanacaktır. 

Din dediğimiz şey , kuru bilgiler ve mistik inançlar manzumesi değildir. Var oluş amacına uygun olarak Allah c.c yi ilah ve rab olarak tanımak , ve bu doğrultuda bir hayat sürmek din'in ta kendisidir. Bu hayatı sürmek için , bu sınıfın öğretilerine kimse muhtaç değildir. Bu sınıf mükellef olmanın getirdiği sorumlulukları kendi hayatlarında uygulayarak , ancak insanlara örnek güzel olabilir.

Yüzlerce yıldır İslam dünyası içinde din olarak anlatılanlara, ve bunların halk arasında nasıl rağbet gördüğüne baktığımızda , din adamlarının saltanatı şu anda sallanmak şöyle dursun , daha sağlamlaşma yolunda ilerlemektedir. 

Bugün Müslümanların en büyük sorunu , din olarak bildikleri şeylerin büyük çoğunluğunun din ile alakası olmayan konular olmasıdır. Gereksiz ayrıntılara boğulması nedeni ile gerçek din'in üzeri kalın bir örtü ile kaplı bulunmaktadır. Bu örtü kaldırıldığında , gerçek din'in insanların mutluluk ve huzur kaynağı olduğunu görenler , fevc fevc bu din'e atım atarak , sadece Allah'a kul olmak için gerekenleri yerine getirmeye çalışacak ve önlerindeki engelleri yıkacaklardır.

Sonuç olarak : Din adamlığı sınıfı , binlerce yıldır insanları maddi ve manevi olarak sömürmek için oluşturulmuş , insanlığın kadim bir sorunudur. Bu kadim soruna Kur'an parmak basarak , bu sınıfın yanlışlarını ortaya koymuş , ve onlardan sakınılması gereğini hatırlatmasına rağmen , bu sınıf İslam dünyası içinde daha şedid bir biçimde ortaya çıkarak , insanların kanlarını emen vampirlere dönüşmüştür. 

Bu sınıfın tahakkümünden kurtulma yolu , insanların uyanması ile gerçekleşecektir. İnsanlar din adına bildikleri şeylerin ne kadar gereksiz , din adına cevaplarını aradıkları soruların ne kadar boş , din denilen şeyin mistik inançlar manzumesi olmadığını idrak etmeye başladıkları anda bu kurtuluş yolunun kapısı aralanmış olacaktır. 

Kur'an bu kurtuluşun yegane reçetesi olarak din adamları sınıfının baş düşmanıdır. Bu sınıfın baş düşmanı olduğu yegane şey ise yine bu kitaptır. Kur'an'ın gündeme gelmesi konusu açıldığında elektrik çarpmışcasına irkilen bu sınıfa mensup olanlar , kendileri için en büyük tehlikenin bu kitaptan geleceğini çok iyi bilmektedirler. 

İnsanlar Kur'an'ı hayatlarına aldıklarında , artık sorulacak soruların adedi azalacak , ve onların cevap yetiştirmek sureti ile elde ettikleri karizmatik yapı yerle bir olacaktır. Kur'an hayata girdiğinde bu din'in ne kadar kolay olduğu , bazı insanların elinde maddi ve manevi bir kazanç kapısı olmadığı , mistik ve hurafe bilgilerin bu din içinde yeri olmadığını göreceklerdir. 

DİN ADAMLARI SINIFININ OLMADIĞI BİR DÜNYA ANCAK HERKESİN DİNİ KENDİSİNİN ÖĞRENMESİ İLE MÜMKÜN OLACAKTIR.

6 Ekim 2016 Perşembe

Bakara s. 261-274 Arasındaki İnfak Ayetleri Üzerinde Bir Tefekkür Çalışması

İnsanların ekonomik bakımdan tamamının aynı seviyede olmayışı nedeniyle , ekonomik bakımdan iyi durumda olanların üzerine, ekonomik bakımdan iyi olmayanlara karşı bir takım yükümlülükler getirilmiştir. İnsanlar arasındaki sosyal dengenin sağlanması yolunda önemli bir adım olan infak müessesesinin ayakta kalarak işlevini sürdürmesi, her zaman olduğu gibi bugünde önemini korumaktadır. İnsanlar arası ilişkilerde önemli rol oynayan bu yükümlülüklerin yerine getirilmesi konusunda , Kur'anda bir çok ayet bulunmaktadır. 

Kur'an, insanların elinde bulunan dünyaya ait olanların tamamının onlara Allah (c.c) tarafından verildiği , ellerinde olanların hiç birinin kendi malları olmadığını hatırlatarak , vermeleri gerekenlerin onlara emaneten ve imtihan süreci dahilinde verildiğini önemle hatırlatır. "Kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden" şeklinde bir çok ayette geçen bu ifade , elimizde rızık olarak bulunanların gerçekte bizim değil , bize Allah (c.c) tarafından verilmiş olduğunu ve bunlarda başkalarının da hakkı olduğunu hatırlatır. 

İnfak ile ilgili ayetler , Kur'anın pek çok suresinde bulunmasına karşın, Bakara suresi içinde toplu bir şekilde yer almış olması nedeniyle , bu sure içindeki infak ile ilgili ayetler üzerinde bir tefekkür çalışması yapmaya çalışacağız. 

Surenin 3. ayetinin , kendilerine rızık olarak verilenlerden infak etmeyi , Müminlerin vasıflarından saydığını hatırlayarak konumuz ile ayetlere geçebiliriz. 

[002.261]  Mallarını Allah yolunda infak edenlerin durumu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren tanenin durumu gibidir. Allah, dilediğine kat kat verir. Ve Allah, Vasi'dir, Alim'dir.

Mesel ile anlatma , Kur'anın sıkça kullandığı bir yöntemdir. Bu yöntem ile soyut olan bazı şeyler , muhatabın zihninde somut olarak canlandırılmakta, ve yaptığı işin ona ahiretteki getirisini , dünya hayatı içinde şahit olduğu bilgilere benzetilmesi yolu ile daha kolay anlamaktadır. Ayette, infak etmek verimli bir toprağa benzetilerek , onun verdiği ürün yapılan infaktan hasıl olan sevabı ifade etmektedir.

Herkesin malumu olduğu üzere tarım , insan hayatının ayrılmaz bir parçasıdır. Malından infak etmek , verimli bir toprağa benzetilerek, infak etmenin insana olan getirisinin, çiftçinin toprağa attığı bir tohumun, 700 misli vermesi olarak anlatılarak , insana ilk başta zor gelen elini cebe atmanın, sonrasında ona nasıl bir karlılık getirdiği, bildiği bir örnek üzerinden anlatılarak infaka teşvik edilmektedir.

Ayetteki " Allah, dilediğine kat kat verir" cümlesi , Kur'anda bir çok ayette yer alan "Allah'ın dilemesi" konulu ayetlerdeki dilemenin, nasıl gerçekleştiğini de anlatmaktadır. Allah'ın dilemesi onun keyfiliği anlamında değil , kulun yaptığının karşılığında alacağı karşılığı bildirmektedir. 261. ayet ile konuyu alakalandıracak olursak , kişi malını infak etmesi neticesinde Allah (c.c) tarafından kat kat karşılık ile mükafatlandırılmaktadır. Aksi takdirde Allah (c.c),  malını infak etmeyene keyfi olarak böyle bir karşılık vermez. 

Bir çok ayetin sonunda gördüğümüz esmaya dahil olan isimler , ayet içindeki konu ile yakından alakalıdır. Allah (c.c) nin Vasi (imkanları genişleten) olması , infak etmekle ilk bakışta eksilir gibi görünen malın, aslında eksilmediğini aksine genişlediğini , Alim (her şeyi bilici) olması ise , yapılan infakın mutlaka bilindiği , bilinmemezlik gibi bir durumun asla mümkün olmadığını bildirmektedir.

[002.262] Mallarını Allah yolunda infak edip de, sonra infak ettikleri şeyin ardından başa kakmayan ve eziyet etmeyenlerin mükafaatı, Rabbları katındadır. Onlara korku yoktur. Ve mahzun da olacak değillerdir.
[002.263]  Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden eza gelen bir sadakadan daha iyidir. Allah müstağnidir, Halim'dir.

Malını infak etmenin yanında, bu infakın bir vazife, bir görev şuuru içinde yapılması önemli bir husustur. Mekki ayetlere baktığımızda , verdiğini başa kakma ve eziyet etmek, müşrik özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Yaptığı infakı gereği gibi yapanların mükafatlandırılacağı hatırlatılarak , veren kişinin verdiğini nasıl bir şuur içinde olarak vermesi gerektiği hatırlatılmaktadır.

263. ayet , verdiğinizi başa kakmak ve eziyet etmek sureti ile verecekseniz , bunu hiç vermeyin insanlara güzel söz söylemek , eziyetli bir infaktan daha hayırlıdır diyerek , vermenin adabını beyan etmektedir. Ayetin sonundaki Allah'ın müstağni olması ile , onun bizim infak edeceğimiz mala ihtiyacı olmadığı hatırlatılmakta ve Halim ismi ise , bu tür hata yapanları eğer döndükleri takdirde af edeceğini beyan etmektedir.

[002.264]  Ey İnananlar! Allah'a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını sarf eden kimse gibi, sadakalarınızı başa kakma ve eza etmekle boşa çıkarmayın. Onun durumu, üzerinde toprak bulunan kayanın durumu gibidir, üzerine bol yağmur yağdığında onu cascavlak bırakır. Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah inkar eden kimseleri doğru yola eriştirmez.

264. ayette infak ettiğini başkalarına gösteriş , başa kakma ve eziyet haline getirenlerin durumu, 261. ayette olduğu gibi , bir mesel ile anlatılmaktadır. 261. ayette kullanılan benzetmeler , bu ayette de kullanılarak infak yine bir toprağa benzetilmektedir. Yağmur yağdığı zaman 1 e 700 verebilme kapasitesi olan toprak , bu sefer yağan yağmurlar ile bırakın 1. e 700 vermeyi , o toprak yağan yağmur ile sürüklenip gitmekte , hiç bir ürün vermeyen bir kayalık ortaya çıkmaktadır. 

Ayet içinde geçen kaya , insanın kötü tarafını temsil etmektedir. İnfak gibi yapılan iyilikler toprak misali, bu kayayı yani kötülüğü örterek , kötülüklerin açığa çıkmasına engel olmaktadır. Ancak yaptığı infakı gösteriş , başa kakma ve eza olarak yapan kimsenin yaptığı infakı yani toprağı, sele karışarak yok olup gitmektedir. 

Günümüzde ve kurumlar tarafından yapılan yardımlar , kişinin ihtiyacını gidermek amaçlı değil , o yardımı yapan bazı kurumların ihtiyaçlarını gidermek amaçlı olduğu gözlemlenmektedir. Özellikle seçim zamanlarında siyasi partiler tarafından bazı insanlara yapılan yardımlar , onların ihtiyaçlarını gidermek amaçlı değil , onlardan oy devşirmek amaçlı olup , infak kurumunun gösteriş , başa kakma ve eza amaçlı bir yardım haline getirilerek laçka bir hale getirilmesine acı bir örnektir.

[002.265]  Allah'ın rızasını kazanmak ve nefislerde olanı sağlamlaştırmak için mallarını infak edenlerin hali, bir tepedeki güzel bir bahçenin haline benzer. Kuvvetli bir sağanak düşünce; yemişlerini iki kat verir. Bol yağmur yağmasa bile bir çisenti bulunur ve Allah işlediklerinizi görür.

Bu ayette ise , yaptığı infakı Allah (c.c) nin rızasını kazanmak için yapanların durumu ,yine bir mesel ile anlatılmaktadır. Toprağı verimli olduğu için yağmuru az olsa da meyvesini iki kat veren bir bahçe örneğinde, doğru yapılan bir infakın nasıl bir işleve sahip olduğunu yine toprak ve bahçe örneği üzerinden anlatmaktadır.

[002.266] Biriniz ister mi ki; hurmalardan ve üzümlerden bir bahçesi olsun, altından ırmaklar aksın, içinde her çeşit meyve bulunsun da; kendisi ihtiyarlamış, çocukları da güçsüz kalmışken; bahçesi ateşli bir kasırga ile yanıversin. Düşünesiniz diye Allah, size ayetlerini böyle açıklar.

266. ayet yine olayı bir mesel ile anlatmaktadır. Bir insanın yaşadığı hayatta başına gelebilecek en kötü bir olayı örnek olarak göstererek , riya , başa kakma ve eza kokan infakın, kişiyi düşürdüğü kötü duruma işaret etmekte ve zımnen, "Nasıl hiç biriniz böyle bir duruma düşmek istemez iseniz , riya , başa kakma ve eza ederek verdiğiniz infak sizi işte bu duruma düşürecektir" demektedir, böyle duruma düşmemek için , verdiklerini riya olarak değil , vazife gereği vermesi gerektiği hatırlatılmaktadır.

[002.267]  Ey iman edenler; kazandıklarınızın tayyib olanından ve size yerden çıkardıklarımızdan infak edin. Kendiniz göz yummadan alıcısı olmadığınız bayağı şeyleri vermeye yeltenmeyin. Ve bilin ki; Allah, Gani'dir, Hamid'dir.

267. ayet , infak edilebilecek malın nasıl olması gerektiğini bildirmektedir. İnfak edilecek mal helal olarak kazanılmış , ve kendimize layık gördüklerimizden olması gerekmektedir. Haram yolla kazanılmış malın infak edilmesinden dolayı kişiye herhangi bir mükafat verilmeyecektir. Çünkü malı kazanırken yasakları çiğneyerek harama bulaşmıştır. 

Kişilerin infak edecekleri malın , kendilerine layık görmeyerek , eskiyen , modası geçen , veya "çöpe atılacağına ver bir fakire yesin" diyeceğimiz şeylerin infak olarak sayılmayacağı bildirilirken , günümüzde bu tür sözde infak modeli maalesef yaygın bir şekilde sürdürülmektedir. Allah (c.c) helal yolla kazanılmamış , kendimize layık görmediğimiz bir şeyin infak olarak sayılmayacağını bildirirken, 263. ayette olduğu gibi kendisini "Ğani" olduğunu hatırlatarak bizim yapacağımız infaka kendisini ihtiyacı olmadığını , "Hamid" yani övgüye layık olduğunu da hatırlatarak , verdiği bu hükümde asla bir yanlışlık olmadığını yerinde bir hüküm olduğunu bildirmektedir.

Burada yeri gelmişken Ramazan aylarında gelenek haline gelen Ramazan kumanya paketleri ile ilgili bir kaç şey söylemek istiyoruz; Bilindiği üzere Ramazan aylarında hali vakti iyi olan Müslümanlar, etrafındaki ihtiyaç sahiplerine erzak yardımı yapmaktadır. Bu elbette güzel ve takdir edilecek bir davranıştır. 

Erzak paketleri bilindiği üzere içindeki malzemenin adedine ve kalitesine göre fiatlara sahip olup, isteyen istediği kalitedeki erzak paketlerini alıp ihtiyaç sahiplerine yardım yapmaktadır. Ancak yardımı yapan kişi erzak paketi içindekileri eğer kendisi yemiyor, sadece ucuz olduğu için alıp ve dağıtıyor ise bu doğru bir davranış değildir. Dağıttığı erzak paketinin içindeki gıdaların kendi evine aldığı gıda ile aynı olması, kişinin yaptığı yardımın kabule şayan olmasına vesile olacaktır.

[002.268] Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size cimriliği telkin eder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lütuf vâat eder. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir.

Cimriliğe meyyal bir yapısı olan insanın bu huyu , infak etme konusunda ortaya çıkarak , infak etmekten dolayı malın eksileceği korkusu ile, onun infak etmekten geri durmasına sebep olmaktadır. Bu korkunun şeytan vesvesesi olduğu hatırlatılarak , içimize gelen bu fakirlik korkusunun yanlış olduğu ifade edilmektedir. Allah (c.c) , infak etmeyerek şeytanın esiri olmak ile , infak ederek bağışlanma ve onun lütfuna nail olmak arasında kalarak, 2 seçenekten birisini seçmek durumunda olan bizlere , şeytanın değil kendisinin tavsiyelerine uyulmasının daha güzel sonuçlar doğuracağını bildirmektedir.

[002.269]  Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir. Bundan ancak akıl sahipleri ibret alır.

Hikmet konusu geniş bir konu olmakla beraber, kelimenin anlamını kısaca "Hayatı eşyanın yaratılış gayesi doğrultusunda okuyabilmek" olarak tarif edecek olur , ve infak konusu ile ilgisini kurduğumuzda şunları söyleyebiliriz: Mal sahibi olmanın tabiatında onu biriktirmek , saklamak gibi kötü hasletler değil , onu infak etmek gibi iyi hasletler yatmaktadır. Elindeki malı infak yolunda harcayan kişi "Hikmet sahibi" olmuş olacak ve bu haslet, kişi için kendisine hayırlar getirecektir.

[002.270] Nafakadan her ne infak eder veya adaktan her ne adarsanız, muhakkak Allah onu bilir. Zulmedenlerin yardımcıları yoktur.

İnfak edilen her şeyin , Allah (c.c) nin bilgisi dahilinde olduğu , ve kayıt altında tutulduğu tekrar hatırlatılarak , yapılanların boşa yapılmış olmayacağı bildirilmektedir. 

[002.271]  Sadakaları açık verirseniz o, ne iyi ve eğer onları gizler de fukaraya öyle verirseniz bu sizin için daha hayırlıdır ve günahlarınızdan bir kısmına kefaret olur, hem Allah her ne yaparsanız haberdardır

Sadakaları açıktan ve gizliden vermenin herhangi bir sakıncası olmadığı beyan edilirken , gizliden verilmesinin tercih edilmesi vurgulanmaktadır. Açıktan vermek hayrı teşvik etmek açısından olumlu bir durum iken , veren açısından gösterişe , alan açısından ezikliğe yol açması söz konusu olabilmektedir. Gizliden vermenin gösteriş ve ezikliğe yol açmaması bakımından tercih edilmesi gereken yol olduğu tavsiye edilirken takvaya daha yakın olan gizliden vermek olmalıdır. 

Günümüzde bazı kişi ve kurumlar tarafından yapılan yardımların , açıktan yapılmış olması maalesef, infak kavramının gösteriye alet edilecek kadar laçka bir hale getirilmiş olduğunu göstermekte olup , bu durum çoğu kimse tarafından müşahede edilmektedir. Açıktan vermeyi gösteriş amaçlı yapmak , ayetin emri ile uyuşmamaktadır. Açıktan vermek eğer , bazı kimseleri infak etmeye teşvik etmeye yönelik bir amaç taşıyor ise makul görülebilir.

[002.272] Onları hidayete erdirmek sana düşmez. Allah, dilediğini hidayete erdirir. Hayır namına ne infak ederseniz kendinizedir. Zaten yalnız Allah rızasını kazanmak için infak edersiniz. Verdiğiniz her hayır tam olarak size ödenir. Ve siz, haksızlığa uğratılmazsınız.

Ayet içinde infak konusundan ayrı olarak "Onları hidayete erdirmek sana düşmez. Allah, dilediğini hidayete erdirir." cümlesi bulunmaktadır. Muhammed (a.s) ın görevi , sadece tebliğ olup , bu görevin dışında zorla hidayet vermek gibi bir görevi yoktur. Doğru yola girip girmemek konusunda insanlar hür iradelerini kullanacak ve kendilerine gösterilen 2 yoldan birisini seçeceklerdir.

Kişinin yaptığı infakın kendi menfaatine olduğu , yaptığı infaktan hasıl olan hayrı kendisinin kazandığı , bu infakın kimin için yapılması gerektiği tekrar hatırlatılarak , verdiklerimizin karşılığının haksızlık edilmeden eksiksiz olarak ödeneceği bildirilmektedir.

[002.273]  Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna vermiş olup da yeryüzünde dolaşmayan ve tanımayanların; hayalarından dolayı onları zengin zannettikleri yoksullara verin. Onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan bir şey istemezler. Hayırdan ne infak ederseniz şüphesiz Allah onu bilir.

273. ayet , infakın yapılması gereken kimseleri beyan etmektedir. İnfak gerçek ihtiyaç sahibi olup ta , hayasından dolayı bunu açığa vuramayan , dolayısı ile infakı hak ettiği halde bundan mahrum kalma riski olan kişilere dikkat çekmektedir. Dilenciliğin meslek haline geldiği ve dilencilerin bir çoğunun emekleri ile çalışanlardan daha fazla kazandığı bir zamanda yaşadığımızı hatırlayacak olursak , dilenmeyen fakat gerçek ihtiyaç sahibi olanların araştırılarak infakın bunlara yapılması , daha bir önem arz etmektedir. 

[002.274]  Gece gündüz, açık gizli, mallarını sarf edenlerin mükafatlarını Rab'leri verecektir. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

İnfak konulu ayetlerin sonu , yine infakı teşvik eden ve bunu yerine getirenlere verilecek olan mükafatın haber verilmesi ile son bulmaktadır.

Sonuç olarak : İnsanlar arasında rızkın eşit olmaması nedeniyle ortaya çıkan sorunun kapatılmasına yönelik emirlerden olan infak emri , gereği gibi uygulandığında zengin ve fakir arasındaki derin uçurumlar azalacaktır. Dünyadaki  gelir adaletsizliğinin zirveye tırmandığı , bir kişiye bin , bin kişiye bir pulun düştüğü dünyanın , Müslüman olduğunu iddia eden varlıklıları , eğer üzerilerine düşen infak vazifesini hakkı ile yerine getirmiş olsalardı , bugünkü gelir adaletsizliği büyük ölçüde azalabilirdi. 

İnfak etmek demek, fakiri başından savmak için önüne üç kuruş atmak değil , infak etmenin varlık sahibinin üzerine düşen bir vazifedir. İnfak etmek demek, ihtiyacı olan kişinin ihtiyacını gidermek amaçlı olmadığı, infak sahibinin beğenmediği , yemediği , giymediği şeylerin atılacağına, birilerine verilmesi amaçlı olduğu müddetçe doğru anlaşılmış olamaz.

İnfak eden kişi ile infak edilen kişi arasında asla bir minnet borcu asla olamaz. Özellikle siyasi partilerin oy amaçlı yaptıkları bazı yardımlar böyle bir minnet borcu esasına dayandığı için infak değil ,rüşvet haline gelmiştir. Bu kurum gerçek işlevini , ancak Kur'anın belirlediği esaslar dahilinde doğru olarak yerine getirebilir.

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


2 Ekim 2016 Pazar

Hucurat s. 6 ve Maide s. 8. Ayetleri Müslüman Hayatında Nasıl Yer Bulmalıdır?

Yalan bilgiler üreterek , bazı kimseleri yere batırmak veya bazı kimseleri göğe çıkarmak amaçlı haberler yaymak, insanlığın kadim bir sorunu olup , bu kadim sorun, son yıllarda kitle iletişim araçlarının daha çok yaygınlaşması neticesinde küresel bir sektör haline gelmiştir. Bu sektör içinde maalesef kendisini Müslüman olarak tanımlayan kişi ve kuruluşların olması, meselenin boyutlarının vehametini göstermektedir. 

Kendisine "Müslüman" sıfatını layık görenler , bu sıfatın getirdiği bir takım yükümlülükleri de sırtına yüklemiş sayılarak , bu yükümlülükleri yerine getirmek zorundadırlar. Bu yükümlülüklerinden bir tanesi ise , insanlar arasında yalan haberler yaymak ve adaletsiz davranmak sureti ile toplumun ifsad olmasına sebep olmamak, olanlara ise engel olmaktır.

[049.006]  Ey iman edenler, eğer size bir fasık bir haber getirirse onu iyice araştırın, sonra bilmeden bir topluluğa sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.

Hucurat suresinin 6. ayeti, indiği zamandan beri tazeliğini koruyan , kişilerin ve toplumun selameti için, bize gelen bir haberin iyice araştırılmasını emreden bir ayet olarak, sanki bugün inmişçesine bizlere hitap etmektedir. 

Kısaca , "İnsanları inandırma sanatı" olarak tarif edebileceğimiz "Toplum Mühendisliği" nin ustaca kullandığı bir silah olan kitle iletişim araçları, bir anda bir çok insanı, yalan bir haber yayarak istenilen yöne kanalize etmeyi sağlayan büyük bir silahtır. İnsanlık için asıl doğru olan , erdemli olmak , yalan söylememek , insanlar arasında fesadı yaymamak ,adil olmak , kendi menfaatleri için başkalarının menfaatlerini zedelememek v.s gibi, iyi ve doğru olan her şeyi bir tarafa atarak , sadece geçici dünya menfaatleri doğrultusunda bu silahı kullanmak, para , makam ve mevkiden başka bir değer gözetmeyen insanlar için, ateşli silahlardan daha etkili bir durumda işlevini sürdürmektedir. 

 Kendilerini bağlayan insani ve ahlaki değerlere sahip olmayanlar tarafından kullanılan bu silah , ne yazık ki biz Müslümanların bir kısmının da kullandığı bir silahtır. Halbuki "Ben Müslümanın" diyen bir kimsenin , kendisinin bazı ahlaki ve insani değerlere bağlı kalmasının isteğe bağlı değil, mecburiyet olduğunu bilerek hareket etmesi , kafir olarak bildiğimiz kişi ve toplumların kullandığı silahı, bizim kullanmamamız gerektiğini çok iyi bilmesi gerekmektedir.

Kitle iletişim araçlarının dünya  genelinde yaygınlaşmasına paralel olarak , Türkiye içinde de yaygın  bir şekilde kullanılması , her türlü fikir ve düşünce bağlısının propagandasını bu yol ile yapmasına imkan tanıyan bir ortam yaratmıştır. Bu ortamlarda karşıt görüşlere sahip olan kişi ve gurupların birbirlerinin görüşlerin mahkum etmek için kullanılan bazı yol ve yöntemlerin , gayri ahlaki bir durum arz ettiği ise herkesin malumudur. 

Müslüman olmamız, bizlerin bu araçları bizim dışımızda olanların kullandığı yöntem ile değil , bizim ahlaki değerlerimize uygun bir biçimde kullanmamızı mecbur kılmaktadır. Özellikle "Sosyal medya" olarak bildiğimiz alanın, her türlü kişi ve guruplar tarafında kullanılması , "Bilgi kirliliği" dediğimiz durumu meydana getirmektedir. 

Bir çok kişi ve gurup bu ortamı kendi düşüncesini yaymak amacı ile kullanırken , kullandığı yöntemlerden bir tanesi , karşıt görüşleri mahkum etmeye yönelik propaganda yapmasıdır. Kendi görüşünü yaymak için karşı görüşün yanlışları söylemek elbette herkesin hakkıdır , ancak bunu yaparken yalan , iftira , hakaret , dedikodu özellikle sosyal medyada çokça rastladığımız montaj türü haberler yapmaya kimsenin hakkı olmadığı gibi , Müslüman olduğunu iddia edenlerin iki defa hakkı yoktur. 

Sahte hesaplar açıp , kendisini o düşüncenin mensubu gibi göstererek , o düşünceyi gülünç bir duruma düşürmek amacına dayalı yapılan propaganda usulü , bazı Müslümanlar tarafından da kullanılmaktadır. Kendisini X gurubuna bağlı olarak gösteren , aslında o guruptan nefret eden bu kişiler , nefret söylemlerini o gurupların söylemesi imkansız olan bazı sözleri onlar söylemiş gibi , sahte profiller üzerinde yaparak , kişi ve gurupları töhmet altında bırakmakta , yalan , iftira , dedikodu olan bu söylemleri yaymaktan çekinmemektedirler. 

İşin daha garibi , bu sahte hesaplar üzerinden yapılan haber ve paylaşımların , bazı kimseler tarafından anında sahiplenilmesi ve sanal ortamda çığ gibi yayılmasına vesile olunmasıdır. Sadece kendi görüşlerine uygun olduğu için doğruluğu yanlışlığı araştırılmadan sahiplenilen bu gibi haberler "Fasığın haberi" olarak görülmesi ve araştırılması gerekir iken , "Benim fasığım iyidir" mantığı işletilerek sahiplenilmekte ve bazı kişilere be guruplara olan düşmanlıklar , böyle yalan ve iftira haberler üzerinde yürütülmektedir.

Montaj türü haberler , karşı olduğumuz veya sevmediğimiz kimse veya guruplara karşı yapılmakta , o kişi ve gurupların asla söylemediği sözleri , onlar söylemiş gibi yayarak , o kişi ve guruplar üzerinde infiale yol açmak sureti ile gündem oluşturulmaktadır. 

Üzülerek söyleyelim ki , bu gibi yöntemleri maalesef bazı Müslümanlar da yapmakta , yaptıkları işin sonucunu hiç düşünmeden yapmakta , yalan haberi yapan kişi ve gurupların yandaşları ise "Benim fasığım iyidir" mantığı içinde hareket ederek , o haberleri paylaşarak , "Bugün Allah için ne yaptın?) sorusuna "Bugün ....... ya hakaret ve küfür içeren yayınlar yaptım veya paylaştım" diyerek , o günün cihadını bitirerek vazifesini tamamlamış kumandanlar edasıyla mutlu ve mesut bir şekilde yataklarına uzanmaktadırlar.

Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki sanal alemin de Rabbi vardır, o da Allah (c.c) dir. Yaptıklarımızı her an gözetleyen ve hesap gününde karşımıza çıkaracak olan Rabbimiz , yapılan bu yalan ve iftira haberlerin hesabını elbette soracaktır. Müslüman kişi , hayatının her anında yaptıklarından hesaba çekileceğini bilen insandır. Bu hesaba çekilmenin, sevmediklerimiz hakkında yaptığımız bazı yalan ve iftiralar içinde geçerli olduğu hiç bir zaman unutulmamalı , yaptıklarımız ve yazdıklarımız bu bilinç içinde yapılmalı ve yazılmalıdır. 

İnternet aleminde özellikle mizah amaçlı paylaşımlar yaparak sahte haber üreten bazı haber siteleri (Zaytung gibi) bulunmakta, ve bu sitelerin yayınladıkları haberler aslı astarı olmayan mizah amaçlı yalan haberler olup , bazı kimselerin bu haberleri doğru haber sanarak paylaştıkları görülmektedir. 

"Trol" kelimesi son günlerde çokça duyulan ve sanal alemde insanları kışkırtmak için kullanılan bir yöntemdir. "Zarf atmak , yem atmak" anlamında olan bu kelime , balık avcılığında kullanılan bir terim olup insanları avlamak için kullanılan bir yöntem olarak sıklıkla sanal alemde kullanılmaktadır. 

Bazı parti ve gurupların insanları trollemek yani avlamak için özel kadrolar oluşturmuş olması ,trollemek sureti ile ortaya atılan haberlerin sanal alemde alıcısının ne kadar çok ve ne kadar rağbette olduğunu göstermektedir. Trollemek yani avlamak teriminin , balık avcılığı ile ilgili bir terim olması , insanları bir av malzemesi olarak görerek, onların etinden, sütünden, derisinden faydalanmak isteyen yani insanları sağmal hayvan yerine koyanların kullandığı bir yöntem olarak bir çok kişi ve kurum tarafından maalesef vahşice uygulanmakta ve bir çok insan bu trol ağına düşerek bunlara yem olmaktadır. 

Müslüman hayatında yer bulmakta zorlanan ayetlerden bir tanesi de Maide s. 8. ayetidir. 

[005.008]  Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) tır. Allah'a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyle bilmektedir.

Bu ayet, her zamanki tazeliğini koruyarak , yaşadığımız hayat içinde karşılaştığımız olaylar karşısında nasıl bir insiyatif kullanmamız gerektiğini öğretmektedir.

Ayetin özellikle " Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin" cümlesi, biz Müslümanların bir kısmı tarafından hayat içinde uygulama alanı bulmayan bir emir cümlesidir. Guruplaşmaların , hizipleşmelerin sanki Allah emriymişçesine ayyuka çıktığı Müslüman dünyasında , karşıt gurup ve kişiler ile ilgili yerine getirilmesi gereken "ADALET" kavramı biz Müslümanalrın bir kısmı tarafından maalesef yerine getirilmekte zorlanılmaktadır.

Kendi fırka ve hizbine mensup olmayanları düşman olarak gören bazı Müslümanlar , düşmana bile gösterilmesi gereken adalet ilkesini, birbirlerine karşı yerine getirmeyerek , adalet ilkesini sadece kendi içlerinde yerine getirilmesi gereken bir şey olarak görmektedirler.

[004.135] Ey İnananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhlerine de olsa, Allah için şahit olarak adaleti gözetin; ister zengin, ister fakir olsun, Allah onlara daha yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer eğriltirseniz veya yüz çevirirseniz bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır.

Fırkalaşma ve hizipleşmelerin hız kaybetmeden her geçen gün daha belirgin bir hale gelmesi , karşıt fırkalara mensup olanların birbirlerine karşı davranış sorunlarını ortaya çıkarmıştır. Çeşitli fırkalara mensup olan Müslümanların kendi fırkalarını güzel , karşı fırkayı çirkin göstermek için kullandığı yollardan birisi olan medya, ve Facebook , Twitter gibi sosyal medya ortamları , adalet ilkesinin gözetilmesi gereken yerlerden birisidir. 

Kendi partisini veya fırkasını güzel , karşı parti veya fırkayı çirkin göstermeye yönelik bir haber olduğu zaman , bu haberde adaletsizlik olup olmadığına bakmadan hemen bu habere inanmaya hazır bir topluluğun olması , bu tür haberleri yapanları daha da gayrete getiren bir durumdur. 

Müslüman kişi adaletin sadece kendisine değil herkese lazım olduğunu bilendir. Karşısına gelen bir bilgi ve haberi tartar iken, sadece kendi menfaatlerine uygun olup olmadığına değil , adalet ilkelerine uygun olup olmadığına baktığı an , adalet ilkelerine uygun hareket etmeyenlerin yaptıkları haberler ve eylemler azalacak , adaletsizlik yaparken biraz daha fazla düşünmek zorunda kalacaklardır. 

Bugün güç ve iktidar ellerinde olduğu için adaletsizlik yapanlar , yarın iktidar ellerinden gittiklerinde , kendileri güçsüz duruma düşerek adalete ihtiyaçları olabilir. 

Türkiye'nin son aylarda bir cemaatin başını çektiği olayların sebep olduğu içinde bulunduğumuz durumu göz önüne aldığımızda , bu cemaat aleyhine yapılan bazı icraatların adalet ilkelerini çiğnediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Elde somut olarak suç sayılabilecek bir delil olmadan , suç unsurları üretilerek , bazı kimselerin suçlu sayılması "Kurunun yanında yaşında yanması" kabilinden durumlar meydana getirmiştir. 

                                "Keser döner sap döner , bir gün hesap döner"

Bu ve benzeri cemaatler sevilmese , yaptıklarının büyük bir hata olduğu bilinse dahi, onlar aleyhinde yapılacak her türlü işlem, adalet ilkelerine uygun olmalıdır. Bugün iktidar olanın ebedi olarak iktidar kalarak gücü elinde bulunduracağına dair hiç bir garantileri yoktur. Bugün muhalefet veya iktidar dışında kalanın , yarın iktidar olarak , bugün iktidarda olanların yaptıklarının hesabını sormayacaklarına dair de hiç bir garantileri yoktur. 

İnsanlar arasındaki ilişkilerin temeli kin ve nefrete dayalı değil , adalet ilkelerine dayalı olarak işlemelidir. Bu adil işleyiş, insanlar arasında fikir ve düşünce ayrılıkları olsa dahi , insanların birbirleri ile daha doğru ilişkiler kurmasını sağlayacaktır. Müslüman olmamız nedeniyle karşımızdaki düşmanımız olsa dahi, ona bile adaletli davranmayı emreden Rabbimizin bu emrine karşı , suçu sadece bizim gibi düşünmemek veya bizim fırkamızdan olmamak olan bazı insanlara karşı adaletsiz davranarak onları mahkum etmeye çalışmak insanlık suçudur. 

                               "Başarıya ulaşmak için her yol mübah değildir." 

Her insan hayatının her safhasında maddi ve manevi alanda başarılı olmak ister. Ancak bunun bir kuralı vardır ve olmalıdır. Her yolu mübah gören anlayışın teorisyenleri, bilindiği üzere Müslümanlar değil batılılardır. Evrensel ahlak ilkeleri , başarı için bazı etik yasalara uyulmasını ve bu yasaların dışına taşılmaması gerektiğini belirtir. Bu ilkelerin dışına taşarak alınan her başarı , kişileri belki dünya hayatı içinde memnun edebilir , fakat ahirette  bu ilkeleri çiğneyerek , insanların haklarını gasp edenlerin hesabı mutlaka sorulacaktır.

Sonuç olarak : Allah (c.c) kitabında bizlere , insanlar arasında fitne ve fesadın yaygınlaşmamasını sağlayacak olan bazı emirler vererek , onları hayata pratize etmemizi istemektedir. Bu emirlerin olan iki ayeti yazımıza konu etmeye çalışarak , bu ayetlerin Müslüman hayatından nasıl yer bulması gerektiğine dair düşüncelerimizi paylaşmaya çalıştık.


Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması , insanları haber yolu ile etkilemenin önünü açarak bu yolun kötüye kullanılmasını da beraberinde getirmiştir. Hucurat s. 6. ayeti bu yolun kötüye kullanılmasının önünü kapatan bir yol önermekte ve biz Müslümanların bu önermenin gereği yerine getirmesini beklemektedir.

Adalet ilkelerine uygun hareket etmek , yine Rabbimizin bizlerden istediği önemli bir husus olup , bu ilkenin ayrım gözetilmeden uygulanması konusunda  bizlere önemli uyarılar yapılmaktadır. Bu ilke güç sahibi olanların elinde kendilerinin istedikleri yönde kullanabilecekleri bir ilke değildir. Maalesef bu kitaba inandığını iddia eden bir kısım Müslüman bu kitabın ayetlerini hayata geçirilmesi gereken ayetler olarak değil , başkalarına karşı mızrak ucuna takılması gereken ayetler olarak gördüğü için , gerekeni yerine getirme konusunda duyarsız kalmaktadırlar. 

RABBİMİZ BİZLERİ , YALAN HABERLER YAYARAK ADALET İLKELERİNDEN AYRILAN KULLARINDAN DEĞİL , YALAN HABER KİMDEN GELİRSE GELSİN ADALETE UYGUN HAREKET EDEN KULLARINDAN KILSIN.