19 Ekim 2015 Pazartesi

Ruh Kavramı Üzerinde Bir Düşünce Denemesi

"Ruh" kavramı , önemli  kavramlardan birisi olarak Kur'an da yerini almıştır. Bu kelime , nuzül öncesi arap dilindeki kullanımı ile birlikte , anlam genişlemesine uğrayan kelimelerden olup, günlük dilde kullanılan anlamına ilave olarak izafi bir anlam kazanmıştır. Kur'anın nazil olması ile teknik bir anlam yüklenmiş olan kelimelerin anlaşılabilmesi , bu kelimenin nuzül öncesi arap insanının dilindeki anlamı ile yakından alakalıdır. "Ruh" kelimesinin anlaşılabilmesi , bu kelimenin arap insanının dilindeki anlamı ile yakından alakalı olup , Kur'anın sıkça kullandığı "Teşbih" yani benzetme metodu, bu kelimenin ifade ettiği anlamın anlaşılmasında da kullanılmıştır.

Yazımızda bu, kelimenin Kur'anda geçişlerinin, önce günlük dilde kullanıldığı anlam ile ilgili olan ayetlerini sonra , bu kelimeye Kur'an tarafından katılan anlam üzerinde durmaya gayret edeceğiz. 

"Rihu" kelimesi , etkisi hissedilen fakat gözle görülemeyen kuvvet , rüzgar , esinti , koku gibi anlamlara gelmektedir. Rüzgara bu adın verilmesi , gözle görülmediği , fakat insan üzerinde etkisi hissedildiği ve bir şeyin hareketlenmesine sebeb olduğu içindir. Ruh kelimesini bu anlam üzerinden değerlendirmek gerekmektedir. Önce bu kelimenin hakiki anlamda kullanıldığı ayetleri görerek , konumuz olan kavramın anlaşılmasını kolaylaştıralım.

[016.005-6] Allah davarları da yarattı. Bunlarda sizi soğuktan koruyan (deri, yün, kıl gibi) maddeler ve birçok faydalar vardır. Hem onların etlerini ve ürünlerini de yersiniz. Akşam getirir (turihune), sabah salarken onlarda sizin içîn bir cemal de vardır.

Ayet içinde geçen "Turihune" kelimesi , serinlik ve rüzgarın daha etkin olduğu akşam vaktini ifade etmek için kullanılmıştır. 

 [034.012]  Süleymana da rüzgâr (errihe): sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü (revahuha)bir ay, erimiş bakır menbaını da ona seyl gibi akıttık, hem rabbının iznile elinin altında Cinnîlerden de çalışan vardı, onlardan da her kim emrimizden inhiraf ederse ona Saîr azâbını tattırırız.

[012.087]  Ey oğullarım haydi gidiniz de Yusüfle kardeşinden bir tahassüste bulununuz ve Allahın revhınden (ravhillahi) ye'se düşmeyiniz, çünkü Allâhın revhınden ye'se düşen Ancak kâfirler güruhudur

[056.089] Ferahlık (fe ravhun), hoş kokular (reyhanun) ve bol nimetli cennet onu bekliyor

Vakıa suresinin bu geçen "reyhan" kelimesi , etkisi hisedilen fakat kendisi gözle görülmeyen temel anlamından hareketle "hoş koku" anlamındadır.

[003.117]  Onların, bu dünya hayatında yapmakta oldukları harcamaların durumu, kendilerine zulmetmiş olan bir kavmin ekinlerini vurup da mahveden kavurucu bir rüzgârın (rihin) durumu gibidir. Onlara Allah zulmetmedi; fakat onlar kendilerine zulmediyorlar.
 [007.057]  Rüzgârları (erriyahe)rahmetinin önünde müjde olarak gönderen O'dur. Sonunda onlar (o rüzgârlar), ağır bulutları yüklenince onu ölü bir memlekete sevkederiz. Orada suyu indirir ve onunla türlü türlü meyveler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Her halde bundan ibret alırsınız.
[008.046]  Allah’a ve Resulüne itaat edin, sakın birbirinizle ihtilaf etmeyin; sonra korkuya kapılıp za’fa düşersiniz, rüzgârınız (rihukum) gider. Bir de tam mânasıyla sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.
[010.022]  Sizi karada ve denizde yürüten Allah'tır. Bulunduğunuz gemi, içindekileri güzel bir rüzgarla (rihin tayyibetin) götürürken yolcular neşelenirler; bir fırtına çıkıp da onları her taraftan dalgaların sardığı ve çepeçevre kuşatıldıklarını sandıkları anda ise Allah'ın dinine sarılarak, «Bizi bu tehlikeden kurtarırsan and olsun ki şükredenlerden oluruz» diye O'na yalvarırlar.
[012.094]  Kafile daha Mısır’dan ayrılır ayrılmaz, öteden babaları: «Şayet ‘Bunadı’ demezseniz, doğrusu, ben Yusuf’un kokusunu(rihi yusufe) alıyorum!» dedi.
 [002.164]  Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah'ın gökten indirip yeri ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgarları (erriyahi)ve yerle gök arasında emre amade duran bulutları döndürmesinde, düşünen kimseler için deliller vardır.
[014.018]  Rabblerini inkâr edenlerin durumu tıpkı fırtınalı bir günde rüzgarın(errihu) şiddetle savurduğu bir küle benzer. Kazandıklarından hiçbir şeyi elde edemezler. İşte asıl uzak sapıklık budur.
 [015.022]  Rüzgarları (erriyahe)aşılayıcı olarak gönderdik; yukarıdan su indirdik de sizi onunla suladık. Yoksa siz onu toplayamazdınız.
[017.069]  Yoksa sizi tekrar oraya iade etmesinden, sonra da üzerinize şiddetli bir rüzgar (qasıfen min errihi) gönderip de sizi küfrettiğinizden dolayı garkedeceğinden emin mi oldunuz? Sonra kendiniz için Bize karşı intikam alacak da bulamazsınız.
 [018.045] Onlara dünya hayatinin misalini şöyle ver (Dünya hayatı) gökten indirdiğimiz bir suya benzer ki. onunla yeryüzünün bitkileri birbirine karışmış, nihayet rüzgarların(erriyahu) savurup götürdüğü bir çöp kırıntısı olmuştur. Allah herşeye muktedirdir.
[021.081] Bereketli kıldığımız yere doğru, Süleyman'ın emriyle yürüyen şiddetli rüzgarı (errihi asıfeten), onun buyruğuna verdik. Biz herşeyi biliyorduk.
[022.031] Allah'ın birliğini onaylayan kimseler olunuz, O'na ortak koşmayınız. Kim Allah'a ortak koşarsa sanki gökten yere düşmüş de kuşlara yem olmuş ya da rüzgâr (errihu) tarafından sürüklenerek ıssız bir köşeye atılmış gibi olur.
 [025.048]  Rüzgarları (erriyahe)rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen ve gökten tertemiz bir su indiren O'dur.
[027.063]  Yoksa, karanın ve denizin karanlıklarında size yol bolduran ve rahmetinin önünde rüzgarları(erriyahe) müjdeci olarak gönderen mi? Allah'ın yanında başka bir ilah mı? Allah; onların koştukları ortaklardan münezzehtir.
[030.046] Rahmetinden size tattırmak, emriyle gemiler aksın, lütfundan arayıp kazanmanız için ve belki, şükredersiniz diye, rüzgarları (erriyahe) müjdeleyiciler olarak göndermesi de O'nun ayetlerindendir.
[030.048]  Allah O'dur ki, rüzgârları (erriyahe) gönderir, bunlar da bulutu kaldırır. Derken, Allah onu gökte dilediği gibi yayar ve parça parça eder; nihayet arasından yağmurun çıktığını görürsün. Allah dilediği kullarına yağmuru nasip edince, onlar seviniverirler.
 [030.051] Bir rüzgar (rihen)göndersek de yeşilliklerin sarardığını görseler hemen nankörlüğe başlarlar.
[033.009] Ey inananlar! Allah'ın size olan nimetini anın; üzerinize ordular gelmişti. Biz de onların üzerine rüzgar(rihen) ve göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah, yaptıklarınızı görüyordu.
[035.009]  Rüzgarları (erriyahe) gönderip de bulutları yürüten Allah'tır. Biz bulutları ölü bir yere sürüp, onunla toprağı ölümünden sonra diriltiriz. İnsanları diriltmek de böyledir.
[038.036]  Bunun üzerine ona rüzgârı (errihe) müsahhar ettik, emriyle istediği yere yumuşacık cereyan ederdi
Rüzgarın Süleyman (a.s) emrine müsahhar kılınması ile ilgili ayetlerin ne anlama ayrı bir konu başlığı altında değerlendirilebilecek ayetler olup , bu kelime mecaz anlamda " güç kuvvet" anlamında kullanılmış ve Süleyman (a.s) ın hakimiyet alanının genişliği vurgulanmaktadır.
 [041.016]  Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azâbını tattırmak için o uğursuz günlerde dondurucu bir rüzgâr (rihen sarsaren)gönderdik. Ahiret azabı elbette daha çok rüsvay edicidir. Onlara yardım da edilmez.
[042.033] Eğer dileyecek olsa rüzgarı (erriha) durdurur. Artık onun (denizin)sırtı üzerine durakalırlar. Şüphe yok ki, bunda elbette âyetler vardır, her ziyâde sabreden, ziyâde şükreden kimse için.
 [045.005]  Gece ile gündüzün birbiri ardından gelmesinde, gökten, Allah'ın rızık vermek için yağmur indirip, yeri onunla, ölümünden sonra diriltmesinde, rüzgarları (erriyahe) yönetmesinde, akleden kimseler için dersler vardır.
[046.024]  Nihayet onu, vâdilerine doğru yayılan bir bulut şeklinde görünce: Bu bize yağmur yağdıracak yaygın bir buluttur, dediler. Hayır! O, sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. İçinde acı azap bulunan bir rüzgârdır!(rihun)
[051.041] Âd kavminde de (ibretler vardır). Onlara kasıp kavuran rüzgârı (rihel aqıme)göndermiştik.
[054.019]  Biz onların üstüne, uğursuzluğu devamlı bir günde dondurucu bir rüzgâr(rihen sarsaren) gönderdik.
[055.012]  Yapraklı daneler ve hoş kokulu (erreyhanu) bitkiler vardır.
[069.006] Ad'a gelince; onlar da uğultulu, azgın bir fırtına(rihin sarsarin atiyetin) ile helak edildiler.

Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri "Rih" kelimesinin ,etkisi hissedilen fakat göz ile görülmeyen , rüzgar , esinti , harekete geçirmek ,  koku  anlamında kullanıldığı ayetlerdir. "Ruh" kelimesini de , etkisi hissedilen fakat göz ile müşahede edilemeyen , hareket ve canlılık kazandıran şey olarak bir anlam etrafında düşünebiliriz.

"Ruh" kelimesinin geçtiği ayetleri okumaya , Adem , İsa ve Meryem'e ruh üflendiğini beyan eden ayetler ile başlayabiliriz.

[032.007-9] Yarattığı her şeyi güzel yaratan, insanı başlangıçta çamurdan yaratan, sonra onun soyunu, bayağı bir suyun özünden yapan, sonra onu şekillendirip ruhundan ona üfleyen (ve nefeha fihi min ruhihi) Allah'tır. Size kulaklar, gözler, kalbler verilmiştir. Öyleyken, pek az şükrediyorsunuz.
[015.028-9]  Rabbin meleklere: «Ben, balçıktan, işlenebilen kara topraktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde(ve nefahtü fihi min ruhii) ona secdeye kapanın» demişti.
[038.071-2] Rabbin meleklere şöyle demişti: «Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan ona üflediğim zaman (ve nefahtü fihi min ruhii) ona secdeye kapanın.»

[021.091] Mahrem yerini koruyan Meryem'e ruhumuzdan üflemiş (fenefahna fihe min ruhina), onu ve oğlunu, alemler için bir ayet kılmıştık.
[066.012] Mahrem yerini korumuş olan İmran kızı Meryem de bir misaldir. Ona ruhumuzdan üflemiştik(fenefahna fihi min ruhina; Rabbinin sözlerini ve kitablarını tasdik etmişti; o, Bize gönülden itaat edenlerdendi.
[004.171]  Ey kitab ehli! Dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında ancak doğru olanı söyleyin! Meryem oğlu İsa Mesih, sadece Allah'ın elçisi, Meryem'e atmış olduğu kelimesi ve O'ndan bir ruhtur.(ve ruhun minhu) Allah'a ve peygamberlerine inanın (Allah) üçtür demeyin. Kendi yararınız için buna son verin. Muhakkak ki Allah tek bir ilâhtır. O, çocuk sahibi olmaktan yüce (münezzeh)dir. Göklerdeki ve yerdekilerin hepsi O'nundur. Vekil olarak Allah yeter.

Yukarıda verdiğimiz ayet meallerinde, Allah (c.c) Adem ve İsa Meryem'e "ruh" üflediğini beyan etmektedir. "Rih" kelimesinin ,  "bir şeyin harekete geçmesi , canlılık kazanması" anlamını dikkate aldığımızda , Allah (c.c) yaratıcı gücü ile biz insanlara hayatiyet kazandırdığını beyan etmektedir. Adem 'in şahsında biz bütün insanlara hayat kazandıranın kendisi olduğunu beyan ederek , gerçek İlah olmanın gücünü , İsa ve Meryem'in ondan bir ruh olması ise , onlarında aynı Adem gibi onun yarattıklarından iki insan olduğu , dolayısı ile ilahlıktan herhangi bir payları olmadığını beyan etmektedir. 

Bir şeyin üflenerek yerinden oynatılması hareketlikve canlılık kazanmasını düşündüğümüzde , Allah (c.c) benzetme metodunu kullanarak , "ruh üfledim" demesi insana kazandırdığı canlılığın anlatılmasıdır.

[017.085]  Bir de sana ruhtan soruyorlar, de ki: ruh rabbımın emrindendir ve size ılimden ancak az bir şey verilmiştir
[040.015] O, dereceleri yükselten, arş sahibi olan Allah, o büyük buluşma gününün dehşetini haber vermek için, kullarından dilediğine emrini tebliğ için rûhu indirir.
[042.052]  İşte böylece Biz; sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Sen kitab nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz; onu, kullarımızdan dilediğimizi hidayete eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen, dosdoğru bir yolu göstermektesin.
[016.002]  O, kullarından dilediği üzerine kendi emrinde Ruh ile melekleri indirir ki, korkutunuz. Şüphe yok ki, Benden başka ilâh yoktur. Artık Benden korkunuz.

Bu ayetlerde "Ruh" kelimesinin ,iman edildiği takdirde , ölü insanı canlandıran , ona hayatiyet kazandıran "vahiy" anlamında kullanıldığını görmekteyiz. Kur'anda bir çok ayette , ölü ile diri nin bir olmadığı , vahye iman etmeyenlerin ölüler ile bir tutulduğu ayetleri göz önüne aldığımızda "Ruh" kelimesinin vahiy anlamında kullanılmasının hikmeti daha kolay anlaşılacaktır. 

[002.087]  Andolsun, biz Musa'ya Kitap verdik ve ardından peşpeşe peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudüs'le destekledik. Demek, size ne zaman bir peygamber nefsinizin hoşlanmayacağı bir şeyle gelse, büyüklük taslayarak bir kısmınız onu yalanlayacak, bir kısmınız da onu öldürecek misiniz?
[002.253] İşte bu peygamberler; bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Onlardan, Allah'ın kendileriyle konuştuğu ve derecelerle yükselttiği vardır. Meryem oğlu İsa'ya apaçık belgeler verdik ve onu Ruhu'l-Kudûs'le destekledik. Şayet Allah dileseydi, kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, onların peşinden gelen (ümmet) ler, birbirlerini öldürmezdi. Ancak ihtilafa düştüler; onlardan kimi inandı, kimi de küfretti. Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah dilediğini yapandır.
[005.110] Allah, «Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve anana olan nimetimi an» demişti, «Seni Ruhul Kudüs ile desteklemiştim; beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun; sana Kitap'ı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim. Sen iznimle, çamurdan kuş gibi bir şey yapmış ona üflemiştin de iznimle kuş olmuştu; anadan doğma körü, alacalıyı iznimle iyi etmiştin. Ölüleri iznimle diriltiyordun. İsrailoğullarına belgelerle geldiğinde, onlardan inkar edenler, 'Bu apaçık bir büyüdür' demişlerdi de Ben onların sana zarar vermelerini önlemiştim.»

Bakara ve Maide surelerindeki ayetlerde , İsa (a.s) ın "Ruhul Kudus" ile desteklenmiş olduğu beyan edilmektedir. Bu desteklemeden bahsedilme sebebi , onun Hıristiyanların iddia ettiği gibi ilahlıktan bir payı olmadığını vurgulamak amacına dayalı olup , onun kul ve elçi olduğu , Allah (c.c) nin beşer içinde seçtiği elçilere , yine meleklerden seçtiğini beyan ettiği elçiler vasıtası ile vahyetmesinin bir sonucu olarak ona da bu yolla vahyedilerek elçi seçildiği beyan edilmektedir. 

"Ruhul kudus" terkibi , Nahl s. 102. ayetinde yine karşımıza çıkmakta ve kim veya ne olduğu bir tarafa , Muhammed (a.s) a Kur'anın Ruhul kudus tarafından indirildiği bildirilmektedir. Dolayısı ile İsa (a.s) ile Muhammed (a.s) ın durumları , aynı görevi yüklenen kul ve elçiler olmaları nedeniyle bu noktada aynilik kazanmaktadır.  

[016.102]  De ki: «İnananları sağlamlaştırmak ve müslümanlara yol gösterici ve müjde olmak üzere onu Ruh'ül Kudüs, Rabbinden hak gereğince indirdi.»

[026.192-93] Muhakkak ki o  âlemlerin Rabbinin indirmesidir.Onu Ruhu'l-Emin indirdi.

Şuara s. 193. ayetinde , Kur'anın "Ruhu'l Emin"in indirdiği beyan edilmektedir. Allah (c.c) nin seçtiği beşer elçiye , keyfiyetini ve mahiyetini bilmediğimiz "melek elçi" ile mesajını iletmesi ile ilgili bilgileri göz önünde tutarak bu ayeti okuduğumuzda "emin" (güvenilir) ibaresini, Kur'anın indirilmesi ile bilgileri içeren tekvir s. 21. ayetinde görmekteyiz. Tekvir s. 19. ayetinde "Kerim elçi" olarak bahsedilen kişiden , 21. ayette "Eminin" (güvenilir) olarak bahsedilmektedir. 

Allah (c.c) nin beşer elçiye vahyi iletmekle görevlendirdiği melek elçi den "emin" olarak bahsedilmesinin , Şuara s. 193. ayette ki "Ruhu'l emin" terkibi ile ve Meryem s.17. ayetinde Meryem'e gönderilen elçiden "Ruh" olarak bahsedilmesinin ilişkisini kuracak olursak , Tekvir s. 19. ayetinde bahsedilen "Kerim elçi" ile aynı kişi olduğu anlaşılacaktır.

[019.017] Onlardan öte bir perde çekti derken kendisine ruhumuzu gönderdik de düzgün bir beşer halinde ona temessül ediverdi

Meryem s. 17. ayetinde , Allah (c.c) nin Meryem'e "ruh" gönderdiğini ve bu ruh'un Meryem'e "düzgün beşer" şeklinde temessül ettiği beyan edilmektedir. Allah (c.c) Meryem'e erkek bir çocuğunun olacağını haber vermek için, seçmiş olduğu elçiyi insan kılığında birisi olarak Meryem'e göndermiştir. Şuara s. 193. ayetinde , Kur'anı Muhammed (a.s) a indiren den "Ruh" olarak bahsedilmesini dikkate aldığımızda , Meryem'e gelen beşer kılığındaki elçi Allah (c.c) nin elçilere gönderdiği vahiy elçisidir. 

[058.022]  Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun -babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa- Allah'a ve Resûlüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. İşte onların kalbine Allah, iman yazmış ve katından bir ruh ile onları desteklemiştir. Onları içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, kurtuluşa erecekler de sadece Allah'ın tarafında olanlardır.

Mücadele s. 22. ayetinde , Allah (c.c) nin iman edenleri "ruh" ile desteklediği beyan edilmektedir.Bu desteğin ne olduğu Fussilet s. 30-31. ayetlerinde anlatılmaktadır.

[041.030-1]  Şüphesiz, Rabbimiz Allah'tır deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: Korkmayın, üzülmeyin, size vâdolunan cennetle sevinin! derler.Biz dünya hayatında da ahiret hayatında da sizin dostlarınızız. Orada canlarınızın çektiği ve istediğiniz her şey sizindir.

Allah (c.c) nin iman edenlere olan desteği , elle tutulur gözle görülür bir şey olmayıp soyut bir şeydir . Allah (c.c) soyut olan bir şeyi bizim zihnimizde somutlaştırmak için "melek" ile bizleri desteklediğini bildirmektedir. Melekler ile desteklemek demek , Allah (c.c) nin iman edenler üzerinde olan gözetim ve kollamasının somutlaştırılmış bir tezahürü olup , Mücadele s. 22. ayeti bu durumu beyan etmektedir. "Rih" kelimesinin sıcak bir iklimde serinliğe hasret olarak yaşayan insanlar nezdindeki değerini düşündüğümüz zaman , "ruh" kelimesi ile ifade edilen kelimenin anlamının , Allah (c.c) nin iman edenlere verdiği ferahlık ve rahatlama daha kolay anlaşılacaktır.

[070.004]  Melekler ve Ruh miktarı ellibin yıl süren bir gün içinde ona çıkar.
[078.038]  O gün Ruh ve melekler sıra sıra dururlar. Rahmân'ın izin verdikleri dışında hiç kimse konuşamaz. İzin verilen de doğruyu söyler.
[097.004]  Melekler ve Ruh, o gece Rabblarının izniyle her iş için iner de iner.

Bu ayetlerde ki "melek ve ruh" u anlamak için, Kur'anda geçen "Mele i Ala" terkibi ile kast edilmek istenileni anlamak gerekmektedir. 

[037.008] Onlar, artık mele-i a'lâ'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar.
[038.069] «Mele-i A'lâ (yüce topluluk) tartışıp dururken, benim hiç bir bilgim yoktur.»

Kur'an'a  baktığımızda , Allah (c.c) nin aşkın bir varlık olması nedeniyle bize kendisi ile ilgili olan bilgiyi , zihni kapatisitemizin sahip olduklarına benzeterek anlattığını görürüz. Allah (c.c) kendisini bizlere tanıtmak için "Hükümdar" tasvirini kullanmaktadır. Bizler "Hükümdar" denildiği zaman , tahtı , hazinesi , elçileri , orduları , mele yani yakın çevresi gibi kendisine has olguları zihnimizde canlandırırız. 

Allah (c.c) kendisini "Hükümdar" olarak tanıtması çerçevesinde, etrafında "melei ala" (yüce topluluk) olduğunu bildirmektedir. Bizler bu topluluğun nasıllığı hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz. "Melek" kelimesi ile bahsedilen varlıklar , böyle bir teşbih sonucu Allah (c.c) nin hükümdarlığının bir uzantısı olarak , bizlere bazı şeyleri anlatmak için kullanığı bir anlatım uslubunun somutlaştırılmış halidir. 

"Melek" denilince bizler onların ontolojik olarak nasıllığını değil , Allah (c.c) nin yüce bir hükümdar olması hasebiyle , onun mülkü altında yaşayan kulları olduğumuzu hatırlarız. Bu hükümdar, mesajını bildirmek için yeryüzünde yaşayan hükümdarler nasıl elçi kullanırsa kendi hükümdarlığını hatırlatmak için "elçi" kullandığını beyan eder. 

Allah (c.c) bu elçileri "İnsan ve Melek" lerden seçtiğini bildirir. İnsan elçiler gözümüzün gördüğü nesneler olup, beşer elçilere mesaj ulaştıran "Melek elçi" lerin mahiyeti hakkında herhangi bir şey söylemek mümkün değildir. Bizlerin "Melek" kavramını , sadece soyut bir şeyi bizim gözümüzde somutlaştırmak için kullanılan bir isim olarak bilmemizin yeterli olduğunu düşünmekteyiz.  

Kur'anın "Ruh" kavramı etrafında bizlere vermek istediği mesajı , öncelikle bu kelimenin "Etkisi hissedilen fakat gözle görülmeyen şey" temel anlamından hareketle rüzgar , koku gibi anlamı olan "Rih" kelimesi ile aynı kökten olduğunu gördük. Rüzgar estiği zaman , esintisi gözle görülmez fakat etraftaki nesnelerin hareketlenmesinden , veya bizleri ferahlatmasından bu olayı anlarız. 

Kur'anın ilk muhataplarının sıcak bir bölgede yaşayan insanlar olduğunu düşünecek olursak , tatlı bir esintinin onlar için ne kadar faydalı ve ne kadar rahatlatıcı olmasından hareketle inen vahiy, "Ruh" kelimesi üzerinden tasvir edilerek, o bölgede yaşayan insanlar için , onları rahatlatan , canlılık kazandıran bir rüzgara benzetilmiştir. 

Bereketli yağmurların gökten inerek, ölü bir beldeyi canlandırması ile ilgili ayetleri dikkate alarak , yağmurun ölü beldeyi canlandırması ile ilgili yapılan anlatımları , vahyin ölüleri canlandırmış olması ile birlikte düşündüğümüz zaman , yağmurların müjdecisi olarak , yağmurdan önce esen rüzgarlar yani "Riyah" , nasıl yağmuru taşıyorsa , vahyin taşıyıcılığını yapanların yani beşer elçiye ulaştıranın da "Ruh" olarak tanımlanmasının ne demek olduğu daha kolay anlaşılacaktır.

Sonuç olarak ; Kur'an , "Ruh" kavramının ne olduğunu anlatmak için, bir çok yerde kullandığı "Teşbih" yani benzetme uslubunu kullanmaktadır. Etkisi hissedilen fakat kendisi gözle müşahede edilmeyen bir şey olan rüzgar'ın, arapçada ki karşılığı olan "Rih" kelimesinin hakiki anlamda kullanıldığı ayetleri dikkate alarak, bu kavramın bizler için ne ifade ettiğini anlamak kolaylaşacaktır.

Bu kelime , 1- Allah (c.c) nin yarattığı insana "Ruh" üflemesinden bahsettiği ayetler bağlamında , "Rih" kelimesinin insan zihninde hatırlattığı anlama uygun olarak , insana hayatiyet kazandırılması , canlılık verilmesi  , Allah (c.c) nin yaratıcı gücünün bir tezahürü olarak , 2- rüzgarın esmesi ile durağan bir şeyin hareket eder hale gelmesi gibi , vahyin inmesi ile ölülerin canlılık kazanması hayatı canlandırmasına benzetilerek "vahiy" olarak , 3- yağmur öncesi rüzgarlar nasıl taşıyıcılık yapıyor ve yağmur vahiy gibi ölü beldeyi diriltiyor ise vahyin taşıyıcılığını yaparak  beşer elçiye getirilmesi de "Ruh" kelimesi ile ifade edilmiştir. 

Vahyin taşıyıcılığını yaptığı ifade edilen "Ruhu'l kudus" , "Ruhu'l emin" gibi terimlerin ifade ettiği anlamlar bizlere soyut olan şeyleri somutlaştırmak amacı ile kullanılmış terimlerdir. Melek kavramı ile bütünleşen bu terimler bizlerin şahid olamadığı bir alan ile ilgili bilgileri , şahid olduğumuz alana ait bilgilere benzetilerek anlatılmasından ibaret olup , ne veya nasıl oldukları konusunda gaybı taşlamak diyebileceğimiz yorumlardan uzak durmak gerektiğini düşünmekteyiz. Bu anlatımların asıl amacı , vahyin Allah (c.c) katından olduğunun beyan edilmesi olup , bize düşen onu getirenlerin nasıllığı veya ne liği değil , gelen vahyin okunup , hayata pratize edilmesidir.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

17 Ekim 2015 Cumartesi

Tevbe s. 84. Ayeti : Üzerine Salat Edilecek Cenazenin Vasıfları

               "Her nefis ölümü tadıcıdır sonra bize döndürüleceksiniz" Ankebut s. 57

Geçici olan Dünya hayatlarını yaşayan insanların , ebedi olan hayatlarını yaşamak için geçecekleri ahiret hayatının merhalelerinden bir tanesi de "Ölüm" dür. Doğan her insan bu merhaleden geçerek, hesap günü yeniden dirilecekleri zamana kadar kabirlerde bekleyeceklerdir. Ölüm , Dünya üzerinde yaşayan bütün insan toplulukları için , önemli bir olay olup, her topluluk kendi inançlarına uygun olarak, ölen insan için bir takım törenler düzenlerler. 

Törenler , kişilerin aidiyet duygularını pekiştirmek için yapılan toplantılar olup, her inanç mensubu birlikteliklerini açığa vurmak , kendisinin bir yere ait olduğunu göstermek için bu tür törenlere katılır. Ölen kişiler için yapılan törenler genelde böyle bir amaca yönelik olarak yapılmaktadır.

Biz müslümanlar , Dünya üzerinde yaşayan topluluklardan birisi olarak , ölen birisi için bir takım törenler düzenleyerek onu toprağa veririz. Bu törenlerden birisi,  "Cenaze namazı" olarak bildiğimiz , fakat bilinen namazla alakası olmayan bir törendir. Bu yazımızda bu konu ile ilgili düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız. 

Ölen birisi ile ilgili olarak bir müslümanın yapması veya yapmaması gerekenleri , Tevbe suresi 84. ayetinde görmekteyiz. 

 Ve lâ tusalli alâ ehadin minhum mâte ebeden ve lâ tekum alâ kabrih(kabrihi), innehum keferû billâhi ve resûlihî ve mâtû ve hum fâsikûn (fâsikûne).

Onlardan ölen hiç bir kimseye ebedî düâ etme (Defn veya ziyaret için) kabrinin başında da durma. Çünkü onlar Allâhı ve Resulünü inkâr ile kâfir oldular, onlar faasık (adam) lar olarak öldüler. (Hasan Basri Çantay meali)

Bu ayetin çevirilerine baktığımız zaman "Ve la tusalli" ibaresinin bir çok mealde , "Namazını kılma" şeklinde çevrilmiş olduğunu gördük. Çevirilerde büyük bir sıkıntı kaynağı olan , "Salat" kelimesinin geçtiği ayetlerin, "Namaz" olarak çevrilme hatasına burada da düşüldüğünü görmekteyiz. Verdiğimiz ayet meali yıllar önce yapılmış bir meal olup ibareyi doğru bir biçimde çevirdiği için o meali kopyaladık.

Tevbe s. 84. ayeti , adına "Münafık" denilen gurup ile ilgili olarak bir bağlam içindedir. Biz bu ayetin sebebi nuzulü ile ilgili rivayetleri buraya alarak hacmi doldurmak istemediğimiz için ayetin özel hitabını dikkate alarak , genel hitabı okumaya çalışacağız. 

Tevbe s. 84. ayetinde Rabbimiz , elçisi Muhammed (a.s) a Medine'de ölen münafıklar için ne yapmaMAsı gerektiğini beyan etmektedir. Bu kişi yaşadığı hayat boyunca Allah ve elçisini inkar eden bir hayat yaşayarak "FASIK" olarak ölmüşler dolayısı ile onların müslümanlar tarafından sahiplenerek üzerine dua edilir vaziyette gömülmesine gerek olmadığını hatırlatmaktadır. 

Bu ayet bize şöyle bir mesaj vermektedir ; Müslüman bir toplum içinde yaşayıp , bu toplumun inanç değerlerine aykırı ameller yaparak yaşayan ve o halde ölen birisi  , müslümanlara tarafından asla sahiplenilmeyecek , asla onun üzerine asla dua edilmeyecek.

Birisi öldüğü zaman, neden ona dua edilir ?. 

Bilindiği üzere , yaşayan bir kişi yaşadığı zaman zarfı içinde , yaptığı herhangi bir günahtan dolayı tevbe ettiği takdirde , Allah (c.c) bu tevbeyi kabul edeceğini , ölüm anında yapılan tevbenin kabule şayan olmadığını beyan etmektedir. Burada "ölen kişi için yapılan dua onun günahının affına sebeb olur mu ?" sorusu gündeme gelmektedir. 

[009.080] Onlar için ister mağfiret dile, ister mağfiret dileme. Onlar için yetmiş defa mağfiret dilesen de Allah onları bağişlamayacaktır. Bu, Allah'ı ve Peygamberini inkar etmelerindendir. Allah; fasıklar güruhunu hidayete erdirmez.

Ölen kişi eğer hayatını , fısk içinde geçirmiş ise öldükten sonra onun için yapılan bağışlama isteklerinin geri çevrileceğini Rabbimiz beyan etmektedir. Ölen kişi eğer hayatını iman ve salih amel içinde geçirmiş , yaşadığı hayatta eğer hatası olmuş ise bunu bilip hatadan zaten dönmüştür. Kısacası , ölen kişi kafir ise onun için yapılan dua kabul edilmez , eğer müslüman ise zaten onun böyle bir duaya ihtiyacı yoktur. 

"Salat" kavramı ,Kur'anın en önemli kavramlarından birisi olup , hayat bu kavramın üzerine kurulmuş ve bu kavram etrafında devam etmesi gerekmektedir. Bu kavram maalesef Kur'anda geçen ayetlerde "namaz" olarak çevrilerek anlamı daraltılmış bir kavram haline sokulmuştur. 

"Salat" kavramı,insanların birbirlerine olan birlik ve beraberlik duygularını açığa vurdukları bir kavram olarak hayat içinde yerini almıştır. Ölen birisi için salat'ın anlamı ise , onun vesilesi ile bir araya gelmek , onun müslüman toplumun bir ferdi olduğunu göstermek , cenaze sahiplerinin acısını paylaşmak , varsa ihtiyaçlarını gidermek, onun vesilesi ile Allah'a olan kulluğumuzu hatırlamaktır.

Ölen kişi için yapılan dua , toplumun aidiyet ve sahiplenme duygularının bir gereği olarak yapılmaktadır. Müslüman olmamız hasebiyle ölen bir kişiye karşı sahiplenmemizi ve onun bize ait bir kişi olduğuna dair olan duygularımızı açığa vurmak için kullandığımız yöntem , onu dua ederek uğurlama yöntemidir. Bu yöntemin adına "Cenaze salatı" diyebiliriz , çünkü "salat" kelimesinin anlamları içinde "dua etmek" anlamı da mevcuttur.

[009.099]  Bedevilerden, Allah'a ve ahiret gününe inanan, sarfettiğini, Allah katında ibadet ve Peygamberin dualarına (salavatirresuli )nail olmağa vesile sayanlar da vardır. Bilin ki, verdikleri onlar için ibadettir. Allah, onlara rahmet edecektir. Allah şüphesiz bağışlar ve merhamet eder.

Müslümanların bir araya geldiği zaman yapacakları en güzel ve doğru şey Rablerine olan kulluklarını göstermektir , cenazelerde de bunları yaparak , hem kendi kulluklarını hatırlarlar , hem de ölen kişiye karşı olan sahiplenmelerini ve ölen kişinin nereye ait olduğunu gösterirler. 

Konumuz olan ayette olduğu gibi ölen kişi eğer iman etmiş bir kişi değilse , müslümanların onu sahiplenmesi, onun vesilesi ile aidiyet gösterisi yapmaları doğru bir tutum olmayıp Allah (c.c) böyle bir törenin kesinlikle YAPILMAMASINI emretmektedir.

Bu uygulamanın günümüzde yapılışına gelince !!!!!......

Öncelikle "Cenaze namazı" şeklinde bir terimin hatalı bir kullanım olduğunu söylemek isteriz. Bu terim , "salat" kelimesinin sadece namaz olarak anlaşılmasının bir tezahürü olarak literatürümüze girmiştir. Onun yerine "Cenaze duası" terimini kullanmak "salat" kelimesinin anlamına uygun bir kullanım olacaktır . Bu arada "salat" kelimesinin dua anlamında olduğunu söylemek bildiğimiz namaz diye bir şeyin olmadığını iddia ettiğimiz anlamına gelmemelidir.

Bilindiği üzere günümüzde ölen bir kişi, şayet kimliğinin din hanesinde "İslam" yazıyor ise doğru camiye getirilir ve "Cenaze namazı" adı altında yapılan törenle toprağa verilir. Bu kişinin nasıl bir hayat yaşadığı, kimsenin umurunda bile olmadan musalla taşına konur , eğer fısk üzere bir hayat yaşamışsa , kara gözlüklerini takmış vaziyette camiye gelen yakınları kenarda bekler halde , günlük cami cemaati bunun için safa durur ve dua eder. 

Günümüzdeki camilerin, gerçek bir salatın yapıldığı merkez olmadığı , sadece yatıp kalkmaya indirgenmiş bir namazın eda edildiği yerler ve bu namazı kıldıran kişilerin bir çoğunun bu işi sadece maaşlarını düşünerek yaptığını düşünecek olursak , önüne gelen cenazenin kim olduğuna bakmadan yaptıkları duayı çok görmemek gerektiğini düşünüyoruz. 

Eğer günümüz camileri , gerçek salat mekanlarına dönüştürüldüğü takdirde , bu camilerde kılınan namazlar sadece yatıp kalkmaya endeklenen sportif faaliyetler olmaktan çıkarak, tevhidi bir kulluk gösterisine dönüşecek ve bu camilerde yapılan cenaze törenleri bu günkü yapılanın aynısı olmayacaktır. Camiye getirilen bir kişi eğer hayatı boyunca müslümanlara kin ve öfke duyan bir kişi olarak yaşamış ve öyle öldüğü biliniyorsa bu kişinin cami kapısından içeri sokulmasına izin verilmeden , ömrünü nerede geçirdi ise cenazenin de oradan kaldırılması istenerek geri çevrilecektir.

Böyle bir hayat yaşamış olan kişiye , onun cenazesini camiye getirmek , müslümanları aptal ve enayi yerine koymak anlamına gelecektir. Kendisine yakın olan kişiler cami duvarına yaslanarak bekler vaziyette taziyeleri kabul edecekler , günlük cami cemaati "Farzı kifaye dir bari sevap kazanalım" diyerek ömrünü fısk fücur içinde geçirmiş birisi için Allah'tan mağfiret isteyecek . Böyle bir görüntünün, salatın gerçek işlevinin şuuruna varmış olan müslümanların camilerinde asla yeri olamaz.

İbadetleri mekanik bir hale sokarak şekle indirgeyen ve bu şekiller ile ilgili olarak bir sürü hüküm ihdas eden ilmihal kitaplarında , "Cenaze namazı" başlığı altında açılan bahislerde , bu namazın nasıl kılınacağına dair üretilen bir sürü lüzumsuz bilgiye karşılık, bir tek yerde "Kimlerin namazı kılınmaz" başlığı altında bir tek bahis bulunmamaktadır. Ölmeden önce , "Benim cenazemi camiye götürmeyin" diye vasiyet eden kişilerin dahi , bu vasiyetleri hiçe sayılarak camiye getirilerek , onların üzerine dua ettirilmesi olayın trajikomik yönünü gözler önüne sermektedir.

Bizler camilerin işlevlerinin farkına varamadığımız müddetçe , bu mekanlar hıristiyan kilisesinden farksız bir işlev yerine getirmeye devam ederek , bu tür olumsuzluklar yapılmaya devam edecektir. 

CAMİLERİN GERÇEK BİR SALAT MEKANI OLMASI İÇİN ÇABA SARFEDENLERE SELAM OLSUN.

16 Ekim 2015 Cuma

Al-i İmran s. 103. Ayeti: Birlik Olmanın Adresi

Biz Müslümanlar, yeryüzünde yaşayan topluluklardan olarak , aralarında en fazla ihtilaf olan guruplarının başında gelmekteyiz. Aralarında ihtilaf olan müslümanların  hepsi,  bu ihtilaflardan rahatsız olduğunu beyan ederek ,vahdet'in yani birliğin gerçekleşmesini istemektedir. İstemesine istemektedirler ancak, vahdet'in gerçekleşmesi için verdikleri adres, kendi fırkalarının bayrağının altıdır. Yani bütün hizipler kendilerini "Fırkai naciye" ilan ederek , vahdet'in kendi hiziplerinin altında gerçekleşmesi gereğini öne sürmektedirler. 

Bu duruma Kur'an ne diyor , adres olarak nereyi gösteriyor ?. 

[003.103]  Topluca Allah'ın ipine sarılın, ayrılmayın. Ve Allah'ın üzerindeki nimetini hatırlayın. Hani, siz; düşman idiniz de O, kalblerinizin arasını uzlaştırdı da, O'nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz; bir ateş uçurumunun tam kenarında iken, sizi oradan doğru yola eresiniz diye kurtardı. Alah ayetlerini size işte böylece açıklar.

Allah (c.c) birlik ve beraberliğin önemine dikkat çekerek "ve la teferrequu" (ayrılmayınız , fırkalaşmayınız) buyurarak , birlik ve beraberliğin tek adresinin "Hablilllahi" (Allah'ın ipi) olduğunu hatırlatıp, aynı surenin 105. ve 106. ayetlerinde şöyle buyurmaktadır. 

[003.105-6]  Kendilerine belgeler geldikten sonra ayrılan ve ayrılığa düşenler gibi olmayın. Bir takım yüzlerin ağaracağı ve bir takım yüzlerin kararacağı günde büyük azab onlaradır. Yüzleri kararanlara: «İnanmanızdan sonra inkar eder misiniz? İnkar etmenizden dolayı tadın azabı» denecektir.

Maaleseftir ki , biz Müslümanlar bu gün sanki,"Topluca Allah'ın ipine sarılMAyın , Ayrılın" şeklinde bir emir almışçasına bir hareket içine girerek , olanca gücümüzle fırkalaşmaya devam etmekteyiz. Bütün fırka mensuplarının iman ettiğini iddia ettiği kitap içindeki bu ve benzeri ayetler, hayat içinde pratize edilmekten nesh edilmiş bir vaziyette atıl olarak bırakılmıştır. 

Bir topluluğu topluluk yapan en önemli unsur, topluluk içinde olan insanların birbirlerine olan sevgi ve muhabbetleridir. Bu durum toplulukların ayakta kalmasına sebeb olan en önemli faktör olup , Müslümanlar olarak bizlere inandığımız kitabın bir çok yerinde birlik ve beraberliğin önemini vurgulayan ayetler hepimizin dilindedir.

Maaleseftir ki bu gün bir çok Müslüman , birlik ve beraber olmanın luzumunu , kendi fırkası haricinde olanların yanlış yolda olduğu ve doğru yola girerek kurtulmaları için kendi fırkasının şemsiyesi altında toplanılması gerektiğini savunmakta , "vahdet'e evet ama benim fırkam altında olması gereklidir" diyerek, vahdet isteği altında, ayrılıkların daha da körüklenmesine sebeb olmaktadır.

Halbuki Allah (c.c) adresi açık ve net olarak beyan etmiştir . 

[003.064] De ki: «Ey Kitap ehli! Ancak Allah'a kulluk etmek, O'na bir şeyi eş koşmamak, Allah'ı bırakıp birbirimizi rab olarak benimsememek üzere, bizimle sizin aranızda müşterek bir söze gelin». Eğer yüz çevirirlerse: «Bizim müslüman olduğumuza şahid olun» deyin.

Tüm insanların arasında müşterek olması gereken sözler 1- sadece Allah'a kulluk, 2- ona hiç bir şeyi ortak koşmamak , 3- Allah'tan başka rabler benimsememek. 

Biz bu durumun kapsamını biraz daraltarak , olayı biz müslümanlar çerçevesinde değerlendirdiğimiz zaman , fırkalaşmanın nedenleri açıkça ortaya çıkmaktadır. 3. sıradaki, Allah dışında rabler edinilmesi durumu maalesef , biz müslümanların hayatlarında yer ederek, mensubu olduğu fırkanın , kitabı , büyüğü , prensipleri , Allah (c.c) nin kitabından öne geçmiştir. 

Allah (c.c) kendisinin ipine sarılarak ateş çukurundan kurtulmanın yolunu bizlere göstermiştir. Bu ipi sarılmayarak başka iplere sarılmak , başka rabler edinmek ve kişiyi ateş çukuruna götürmesi anlamına gelecektir.

[023.053]  Ama insanlar din konusunda aralarında bölük bölük oldular. Her bölük kendi tuttuğu yoldan memnundur.
[030.032] Kendi dinlerini fırkalara ayıran ve kendileri de parça parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp-sevinç duymaktadır.

Yukarda verdiğimiz ayetler , Müslümanlar olarak durumumuzu gayet net bir şekilde ifade etmektedir. Her hizip kendisini temsil eden , kitap , kişi , objeyi sahiplenerek onlar üzerinden aidiyetlerini yansıtarak dinlerini oluşturmuş bundan herhangi bir rahatsızlık duymadan günlerini geçirmektedirler.

Müslümanların bu gün birleşerek , fırka ve hiziplerini arkaya atıp vahyin belirleyeciliğinde birleşmeleri için , böyle bir gerekliliğini olduğunun şuuruna varmaları gerekmektedir.Maalesef bu gün bir çok müslüman bir başka müslüman kardeşini gördüğü zaman , aklına  ilk gelen şey onunla hangi konularda ihtilaf içinde oldukları olup, bu ihtilafları öne çıkararak birbirlerini usul , uslup , edep gözetmeden tekfir etmeleri olağan bir durum haline gelmiştir.

Müslümanların birbirleri ile bazı konularda ihtilaf etmeleri doğal olup , bu ihtilafların tefrikaya dönüşmemesi gerekmektedir. Üzücü olan şey bu ihtilafların özellikle tefrikaya dönüşmesi için elimizden gelen gayreti gösteriyor olmamızdır. 

Kur'anın belirleyiciliğini kabul etsek bile, yine bu kitabın içindeki ayetleri hazmederek karşımızdaki farklı düşüncelere karşı bu kitabın bize öngördüğü usulu kullanmaktan geri kaçarak, Kur'anı birleştirici değil ,ayırıcı bir kitap konumuna sokmaktayız.İnancını ve düşüncesini Kur'anın belirlediğini iddia eden bazı kimselerde gördüğümüz yanlış şu dur;

Geleneksel islam düşüncesi ile , Kur'anın önerdiği düşünce arasında büyük bir uçurum olduğu herkesin malumudur. Kendisini Kur'an nisbet ederek bu yanlışlara dikkat çeken kimselerin çoğunda usul ve uslup hatası bulunmaktadır. Kendisinin geleneksel din inancı içinde olmadığını dikkat çekmek için bazılarımızın, karşısındaki kimseye "Ben sizden farklıyım" şeklinde bir mesaj vermeye çalıştığını görmekteyiz. 

Karşısındaki kişiyi ötekileştirmek diyebileceğimiz bu uslubun kullanılması , diyalog imkanını ortadan kaldırmaktadır. "Ötekileştirmek" şeklindeki yaklaşımlar , müslümanlar olarak yaptığımız en önemli hatalardan birisidir. Bu durum bazılarımızda öyle bir boyuta gelmiştir ki, geleneksel inanç içinde yer alan ve doğru olan bazı konular bile , sadece muhalefet olsun diye eleştiriye tabi tutulmakta ve red edilme yoluna gidilmektedir. 

Birlik olmanın adresini Kur'anda görerek güzel bir nokta yakaladığmızı zannettiğimiz bazı kimselerdeki ortaya çıkan Kur'an anlayışlarının, geleneksel din inancına sahip olanlardan daha yanlış ve ifrata varan düşünceler olduğunu gördükçe, birlik konusunda çok geride olduğumuzu görmekteyiz. 

Yüzlerce yıldır , müslümanların uygulaya geldikleri namaz , hacc , kurban gibi ibadetlerin , gelenekten gelen bazı yanlışlarla bezenerek icra edilmesi , bazılarımız tarafından bu ibadetlerin red edilmesine sebeb olmaktadır. Kur'an nazil olmaya başladığı zaman , bu gibi ibadetler şirk bulaştırılarak icra edilmekte olduğu yine Kur'an içindeki ayetlerden bilinmektedir. Kur'an bunları toptan kaldırmak yerine doğru olan boyuta getirmek için gerekli olanları vaaz etmiştir. 

Bizler bu usule dikkat ederek , müslümanların çoğunun yanlış içinde olmasını kalkan edinerek bunları red yoluna gitmek yerine , doğrusunun ne olduğu Kur'an içinde açık ve net bir şekilde edildiğini yanlış yaptığını iddia ettiklerimize anlatmak zorundayız. Kur'anın hayatında belirleyici kitap olduğunu iddia ederek , inancını , düşüncesini, karşısındaki insana olan tavrını, bu kitaptan almayan birisinin okuduğu kitap, maalesef boşa vakit harcamaktan başka bir işe yaramayacaktır. 

Birlik olmanın gerekliliğini ve bu birlikteliğin adresinin Kur'anda olması gerektiğini kavramış insanlara, bu konularda önemli roller düşmektedir. Öncelikle kendimizi ciddi biçimde eğitimden geçirmenin ilk şartı olduğunu söylemek , Kur'an adına konuştuğunu iddia eden bazılarımızda arız olan hataları gördükçe, bu şartın ne kadar gerekli olduğunu bize gösterecektir.

Bir şey red etmekteki kriterimiz , o şeyin müslümanlar tarafından yanlış bilinip ve uygulanması olmamalıdır. Eğer ortada bir yanlışlık varsa bunu Kur'ana mal etmek büyük bir hatadır. Yapılması gereken yanlış bilinen ve uygulanan şeyin doğrusunun ne olduğunu öğrenip bu doğruyu önce kendimiz uygulayıp , sonra yanlış uygulama içinde olanlara uygun bir dil ile aktarmak olmalıdır. 

Bir şeyi kabul etmekteki kriterimiz , bu şeyin geleneğin aksini iddia etmesi olmamalıdır. Gelenek içinde bazı bilgiler doğru olup bu doğrular hurafeler ile üzeri örtülü bir hale düşürülmüştür. Dikkat edilmesi gereken noktalardan bir tanesi, her devirde ortaya çıkan ve kendilerini içimizden birisi gibi gösterip , kaleyi içerden yıkma faaliyetlerine girişmiş kişilerdir. Bu tür kişiler , özellikle Kur'anı öncelleyen insanlar arasında bulunarak , bizlerin geleneğe karşı olan tutumumuzdan faydalanarak , gelenekteki yanlışları göstererek , kendi yanlışlarının içine samiri misali bir avuç doğru katarak , zehiri bal şerbeti diye bizlere sunmaktadırlar.

Kimsenin kalbini yarıp içinde ne gibi duygular taşıdığını bilmemiz mümkün değildir , ancak bakış açımızı , ortaya atılan bir düşüncenin kimin ekmeğine yağ sürdüğünü , kime faydası,kime zararı olduğunu noktasında düzenleyerek söylenen sözü değerlendirmemiz mümkündür . 

Bilerek veya bilmeyerek , biz gibi düşünmeyen insanlara karşı olan tutumumuz eğer onları , dışlayıcı , diyalog ortamından koparıcı bir uslup ise eğer bu bilinerek yapılıyorsa ihanet , eğer bilinmeden yapılıyorsa cehalettir.

Bu gün müslümanlar olarak , en fazla ihtiyaç duyuduğumuz şey aramızda birlik ve beraberliğin tesis edilmesi olup , bunun tesis edilmemesi için çalışanlar olduğunu bilmemiz gerekmektedir. Aradaki birliğin kurulmaması için çalışanlar "kafir" diye bildiğimiz insanlar olsa işimiz daha kolay olurdu , ancak birlik ve beraberliğin kurulmaması için çalışanlar maalesef bizden daha uyanık olup bu isteklerini aramıza soktukları truva atları ile gerçekleştirmek yoluna gitmektedirler.

Özellikle inanç değerlerini Kur'andan aldıklarını iddia eden insanların arasına sızmış olan bu insanlar , Kur'anın birleştiriciliğini gündem etmek yerine , gelenekten gelen yanlışları devamlı körükleyerek , bu yanlışları yapanları doğruya çağırmak şeklinde bir uslubu değil , onları tekfir eden bir söylem kullanmaktadırlar. 

Gerçekten bilgi sahibi ve samimi bir müslüman , karşısındaki kişilerin yanlış düşüncelerine nefsinin verdiği vesveseler ile değil , Kur'anın ona önerdiği yol ile yaklaşmasını bilecektir. Musa (a.s) dan, Firavuna dahi yumuşak söz kullanmasını isteyen Rabbimizin bu isteği bizlere de örnek olmalı değil midir ?.

Birlik olmanın olmazsa olmaz bir şart olduğu , bu gün yer yüzünde acı çeken , zulüm gören toplulukların başında bizlerin gelmekte olduğumuzu göz önüne aldığımızda ,durumun aciliyeti gözler önündedir. Bizler ferdi olarak vazifemizi yapmaya çalıştığımızı düşünür ve her fert bu vazifeyi yerine getirmek için çalışırsa , kitlesel anlamda birlikte hareket eden insanlar ortaya çıkacak ve kafirlerin korkulu rüyası , müslümanların umudu olacaktır. 

Tek şartımız , Allah (c.c) nin ipine birlikte sarılmak olup , bu ipin gerçek mesajını doğru biçimde anlamak ve hayata geçirmeye çalışmak gerekmektedir. Bize pratik hayat içinde herhangi bir getirisi olmayan suni gündemler oluşturarak , bizleri bu suni gündemler etrafında kavga ettirerek purolarını tüttürenlerin alay konusu olmamalıyız. 

Kur'anın gerçek gündemini yakalayarak bunun etrafında bir söylem geliştirmek en çok kimin konforunu bozacak ise , bu gün bizleri gerçek gündem etrafından alarak gereksiz gündemler etrafında vaktimizi ve çalanlar aynı kadrolardır. Çünkü müstekbirlerin saltanatını yıkmak için ortaya atılan gündemler , zamanla aksiyon haline dönüşerek , bazılarının sömürü güçlerinin ellerinden gitmesine sebeb olacaktır.  

Kur'anda birlik olmanın önemini kavramış olan insanlar arasında önemli olan sorunlardan bir tanesi "Hangi Kur'an?" sorusunun cevabıdır. 

Hangi Kur'an bizleri, bu gün içinde bulunduğumuz zelil ve hakir durumdan çıkarak mazlumların umudu haline getirebilir ?.

Tarih boyunca gelen elçilerin , ne uğurda mücadele ettiklerini anlatan , bu elçiler ve onlarla birlikte olanların , Allah (c.c) yolunda bıkmadan , usanmadan , korkmadan malını ve canını feda etmekten çekinmediklerini anlatan, Nisa s. 69. ayetinde bahsedilen kişilerle birlikte olmaya teşvik eden bir Kur'an bizleri zelil ve hakir durumdan çıkararak , yarınların umudu haline gelmiş insanlar haline getirebilir.

                     GAYRET BİZDEN BAŞARI ALLAH (C.C) KATINDANDIR.
 

15 Ekim 2015 Perşembe

Al- i İmran s. 59. Ayeti : İsa nın Meselinin Adem in Meseli Gibi Olması

Okunan bir ayetin doğru anlaşılma yollarından bir tanesi , o ayette zikredilen kişi veya konunun , o topraklar üzerinde yaşayan kişiler tarafından sahip oldukları bilginin arka planının bilinmesidir. Kur'anın nazil olmaya başladığı zaman ve mekanda yaşayan insanların sahip olduğu bilgiler göz ardı edilerek okunan ayetler, bağlamdan kopuk okunacağı için bizlerin doğru bilgiler sahibi olmamızı güçleştirecek hatta imkansız kılacaktır. 

Bilindiği üzere Kur'an, Adem'in topraktan yaratıldığını beyan etmektedir. Bu yaratılış onun anne ve baba nın ilişkisi sonucu meydana gelen bilindik bir yaratılmadan farklılık arz ettiğini göstermektedir. 

Al-i İmran s. 59. ayetinde " Doğrusu Allah ındinde İsa meseli Âdem meseli gibidir: Onu topraktan yarattı sonra da ona «ol!» dedi, o halde olur" buyurulması ile verilmek istenen mesajı anlamak için önce Adem'in meseli ile kast edilmek istenilenin ne olabileceği üzerinde düşünmek gerekmektedir. 

Bu ayet ile ilgili yapılan meallere baktığımız zaman , ayet içinde geçen "mesel" kelimesinin çevirisinin "durum" şeklinde yani "İsa'nın durumu Adem'in durumu gibidir" olarak çevrildiğini görmekteyiz. Bu tür çevirilerin bazı kimselerde haklı olarak kafa karışıklığı meydana getirerek , "Adem anne babasız yaratıldı , İsa ise babasız yaratıldı ama annesi vardı o zaman aynı durumda olmak bunun neresinde?" şeklinde sorulara kapı açmaktadır , dolayısı ile "mesel" kelimesinin "durum" şeklinde çevrilmesi pek oturmamaktadır. 

"Mesel" kelimesi ; Biri diğerini açıklasın tasvir etsin diye , aralarındaki bir benzerlikten hareketle, bir şeyle ilgili başka bir şeyle ilgili söylenen söze benzer bir söz söylemeyi ifade eder. 

Mesel kelimesi, ayetin anahtar kelimesi olup , İsa nın kim ve ne  olduğunu açıklamak için Adem ile aralarındaki benzerlik kullanılmaktadır. Burada esas bakılması gereken taraf onların ebeveynleri meselesi değil, Adem ile aralarında nasıl bir benzerlik kurulduğudur.

[032.007-9]  Yarattığı her şeyi güzel yaratan, insanı başlangıçta çamurdan yaratan, sonra onun soyunu, bayağı bir suyun özünden yapan, sonra onu şekillendirip ruhundan ona üfleyen Allah'tır. Size kulaklar, gözler, kalbler verilmiştir. Öyleyken, pek az şükrediyorsunuz.
[015.028-9] Rabbin meleklere: «Ben, balçıktan, işlenebilen kara topraktan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın» demişti.
[038.071-2]  Rabbin meleklere şöyle demişti: «Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu yapıp ruhumdan ona üflediğim zaman ona secdeye kapanın.»
[038.075] Allah: Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni meneden nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden misin? dedi.

Adem'in yaratılışını anlatan bu ayetlerin merkezinde Allah (c.c) nin ilahlığının bir yansıması olan onun yaratma gücünün Adem üzerinde nasıl tecelli ettiği anlatılmaktadır. Adem , Allah (c.c) nin yarattığı bir kul olup , onun "ol" demesi ile meydana gelmiştir. Burada "Kün feyekün" ifadesinin ne anlama geldiği de önem arz etmektedir. 

Allah (c.c) bir çok ayette bu ifadeyi kullanmakta olup , bunun sebebi onun biz insanlar gibi herhangi bir şeyi meydana getirmek için güç , kuvvet , zaman , para gibi şeyler harcamak veya başkalarının yardımına ihtiyaç duymak durumunda olmadığının ifade edilmesi içindir. 

Özet olarak; Adem , Allah (c.c) nin gücünün kudretinin bir yansıması olarak onun "ol" demesi ile yani ilahlığının tezahürünün tecelli etmesi ile yarattığı bir kuludur. 

Gelelim İsa (a.s) a

İsa (a.s) Kur'an da zikri geçen elçilerden olup, konumuz olan ayetin anlaşılabilmesi için önce onun kıssasının doğru anlaşılması , nuzül dönemi muhatapları olan Hıristiyanların onun hakkındaki inanç arka planlarının bilinmesi, ilgili ayetlerin doğru ve daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır. 

[005.116] [ Allah buyurmuştu ki: Ey meryem oğlu İsa; sen mi insanlara: Beni ve annemi Allah'tan başka iki ilah edinin, dedin? Demişti ki: Tenzih ederim Seni, hak olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer ben, onu söylemişsem; Sen, onu elbette bilirsin. Sen, benim içimde olanı bilirsin, ama ben Senin zatında olanı bilmem. Doğrusu görülmeyeni en iyi bilen Sensin, Sen.
 [005.072]  Allah, Meryemoğlu Mesih'(İsa)dır diyenler kesinlikle kafir olmuşlardır. Oysa Mesih demişti ki; «Ey israiloğulları, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz. Kim Allah'a ortak koşarsa Allah ona cenneti kesinlikle haram etmiştir, onun varacağı yer cehennemdir, zalimlerin hiçbir yardım edeni yoktur.»
[005.073]  «Allah, üçün üçüncüsüdür.» Diyenler elbette kafir oldu. Oysa, bir tek ilahtan başka ilah yoktur. Eğer bu dediklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kafir olarak kalanlara kesinlikle pek acı veren bir azap dokunacaktır.

Bu ayetler , İsa (a.s) a Hıristiyanlar tarafından ona yüklenen ilahlık ve rablik yakıştırmasını anlatmakta olup , Kur'anın İsa (a.s) hakkındaki bütün ayetleri onun böyle bir durumu olmadığını red etmek merkezine kurulmuş anlatımlardır. 

[005.075] Meryemin oğlu Mesîh başka bir şey değil, sade bir Resuldür, kendisinden evvel de bir çok Resuller geçti, anası da gayet doğru bir kadın, ikisi de yemek yerlerdi, bak biz âyetlerimizi onlara nasıl açık anlatıyoruz? Sonra da bak onlar nasıl çeviriliyorlar?

Acıkmak ve yemek , insana has bir özellik olup ilahi vasıflar yüklenen İsa (a.s) ve annesinin , acıktığı için yemek yedikleri , dolayısı ile "insan" oldukları beyan edilerek onların ilahlıktan herhangi bir payı olmadığı hatırlatılmaktadır.

[004.171]  Ey Kitap Ehli, dininiz konusunda taşkınlık etmeyin, Allah'a karşı gerçek olandan başkasını söylemeyin. Meryemoğlu Mesih İsa, ancak Allah'ın peygamberi ve kelimesidir. Onu (OL' kelimesini) Meryem'e yöneltmiştir ve O'ndan bir ruhtur. Öyleyse Allah'a ve peygamberine inanınız; «üçtür» demeyiniz. (Bundan) kaçının, sizin için hayırlıdır. Allah, ancak bir tek ilahtır. O, çocuk sahibi olmaktan yücedir. Göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur. Vekil olarak Allah yeter.

Nisa s. 171. ayetinde , İsa (a.s) ın ondan bir ruh olması , aynı Adem gibi canlılığı ondan verilen yani onun yarattığı bir kul olmasını anlatmaktadır. 

Sonuç olarak ; Tamamı ilahlıktan bir payı olduğuna dair olan inançları red etmek merkezinde olan İsa (a.s) ile ilgili ayetlerden olan Al-i İmran s. 59. ayeti , İsa ile Adem (a.s) arasında ikisininde Allah (c.c) nin yarattığı kullarından olması noktasında bir bağ kurarak , "Adem nasıl bir kul ise , İsa da kul dur" buyurarak , yanlış inançları red eden bir ayet olarak Kur'an da yerini almıştır. 

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

14 Ekim 2015 Çarşamba

Meryem'e Gelen Ruh Zekeriyya (a.s) mı idi ?

Kur'an okumalarında yapılan yanlışlardan birisi , okunan ayetin kişisel , mezhepsel , düşünsel önyargılar ışığında okunarak ,  ön yargıları tasdikleyen bir ayet haline getirilmesi çalışmalarıdır. Bu duruma örnek vermeye çalışacağımız yazımızda , İsa (a.s) ın doğumunu anlatan Meryem suresi içindeki ayetlerde , Meryem'e gelen elçinin kimliği konusunda yapılan bir takım spekülatif yorumların ne kadar doğru olabileceği ve ön yargılı bir okumanın kişiyi nasıl trajikomik bir duruma düşürebileceği üzerinde düşüncelerimizi paylaşacağız. 

Konumuz ile ilgili ayetlerin metni ve meali şöyledir.

Vezkur fil kitâbı meryem(meryeme), izintebezet min ehlihâ mekânen şarkıyyâ(şarkıyyen).
[019.016] Kitap'ta Meryem'i de zikret. Hani o, ailesinden kopup doğu tarafında bir yere çekilmişti.

Fettehazet min dûnihim hicâben fe erselnâ ileyhâ rûhanâ fe temessele lehâ beşeren seviyyâ(seviyyen).
[019.017] Onlardan öte bir perde çekti derken kendisine ruhumuzu gönderdik de düzgün bir beşer halinde ona temessül ediverdi

Kâlet innî eûzu bir rahmâni minke in kunte tekıyyâ(tekıyyen).
[019.018] Rahman'a sığınırım senden, dedi. Eğer takva sahibi isen.

Kâle innemâ ene resûlu rabbiki li ehebe leki gulâmen zekiyyâ(zekiyyen).
[019.019] Demişti ki: «Ben, yalnızca Rabbinden bir elçiyim; sana tertemiz bir erkek çocuk armağan etmek için.»

 Kâlet ennâ yekûnu lî gulâmun ve lem yemsesnî beşerun ve lem eku bagıyyâ(bagıyyen).
 [019.020] O: «Benim nasıl bir erkek-çocuğum olabilir? Bana hiç bir beşer dokunmamışken ve ben azgın-utanmaz değilken» dedi.

Kâle kezâlik(kezâliki), kâle rabbuki huve aleyye heyyin(heyyinun), ve li nec’alehû âyeten lin nâsi ve rahmeten minnâ, ve kâne emren makdıyyâ(makdıyyen). 
 [019.021] «İşte böyle» dedi. «Rabbin, dedi ki: -Bu benim için kolaydır. Onu insanlara bir ayet ve bizden bir rahmet kılmak için .» Ve iş de olup bitmiştir.

 Meryem'in ,kendisine gönderilmiş olan Ruh ile olan konuşmasını anlatan bu ayetler , farklı bakış açıları doğrultusunda yorumlanarak , "Ruh" olarak bahsedilen kişinin, Zekeriyya (a.s) olduğu iddia edilmektedir. 

Bu iddiayı dile getirenlerden birisi de sayın Hakkı Yılmaz 'dır , "Tebyin'ül Kur'an" adlı eserinde , Meryem suresinin bu konu ile ilgili ayetlerini şu şekilde yorumlamaktadır

Sayın Yılmaz , "Meryem'e gönderilen ruh" başlığı altında şunları söyleyerek gelen ruh'un Zekeriyya (a.s) olduğunu iddia etmektedir. 

"Kadr suresinin tahlilinde yaptığımız ayrıntılı açıklamalarda belirttiğimiz gibi, “ruh” sözcüğü Kur’an’da hep “vahiy, ilâhî bilgi” anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla 17. ayetteki “ona ruhumuzu gönderdik” ifadesi de “Meryem’e bir takım ilâhî bilgilerin gönderildiği” anlamına gelmektedir. Ancak bu bilgiler doğrudan Meryem’e vahyedilmemiş, bir elçi vasıtasıyla gönderilmiştir. Bu elçi, o dönemde yaşamış olan Zekeriyya peygamberden başkası değildir. Çünkü Kur’an’dan öğrendiğimize göre, Meryem o dönemde Zekeriyya peygamberin himayesindedir.

 Meryem'in , Zekeriyya (a.s) ın himayesine verildiği konusunda sayın Yılmaz'a katılmakla birlikte , Meryem bu olayla karşılaşmadan önce Zekeriyya (a.s) ın vefat etmiş olduğunu düşünüyoruz. Meryem'in bulunduğu toprakları terkedip başka bir yere gitme sebebi büyük ihtimal , Zekeriyya (a.s) ölümü sonucu onu himaye eden birisinin olmama sebebidir. 

Zekeriyya (a.s) velev ki hayatta olmuş olsa bile , ondan "Ruh" olarak bahsedilmesi mümkün değildir. Sayın Yılmaz "Ruh" kelimesine verdiği anlam ile , Zekeriyya (a.s) ın ruh olduğunu iddia etmesinin doğru bir tesbit olmadığını düşünüyoruz şöyle ki ; 

"Ruh" kelimesini , sayın Yılmaz'ın tarifi üzerinde giderek "vahiy" anlamında olduğunu düşünürsek , Meryem'e gelen "Ruh", vahy'in kendisi olması gerekmektedir. Sayın Yılmaz bu durumu kurtarmak için mecburen araya metin harici bir ilave yaparak " mesajlarımızı getiren elçi" yazmak zorunda kalmıştır. 

 Sayın Yılmaz , Meryem'in evden ayrılma sebebi olarak onun "erselik" yani erkek ve dişi üreme organları bir arada bulunan birisi olduğu ve bu durumun onda açtığı psikolojik sıkıntı  olduğunu söylemektedir. Meryem'in erselik bir yapıda olduğu düşüncesini doğrulatmak için bazı ayetleri delil göstererek düşüncesini destekleme yoluna gitmektedir , bu ayetler şunlardır. 

   "Diğer taraftan Âl-i Imran suresinin 37. ayetindeki “Ve onu güzel bir bitki olarak bitirdi” ifadesi de, Meryem’in normal bir insan özelliğinden çok bir bitki özelliği taşıdığını düşündürmektedir. Bir insanın bitki özelliğinde olması Rabbimizin yaratılış kanunlarına ters değildir.
Çünkü insanın yaratılış aşamalarından birisi de bitkilik evresidir:
17Ve Allah, sizi yeryüzünden bir bitki olarak bitirdi. (Nuh/ 17) " 

Bu iddiaların sayın Yılmaz'ın ön yargılarını onaylatmak amacına dayalı olduğunu düşündüğümüzü ifade etmeke isteriz , Al-i imran s. 37. ayetinde Meryem'in doğumu değil doğduktan sonraki durumu ile ilgili olarak ayetteki ifadeler kullanılmaktadır , dolayısı ile onun erselik bir yaratılışta olduğunu bu ayeti delil göstererek iddia etmek doğru değildir.

"Bu kanaatimizi doğrulayan bir husus da Âl-i Imran suresinin 42. ayetindeki “seni âlemlerin kadınlarına seçti” ifadesidir. Çünkü bu ifade ile belirtilen seçkinlik, Meryem’in meziyetleri dolayısıyla diğer kadınlardan üstünlüğünü değil, onun biyolojik farklılığını, fazlalığını, fizikî bakımdan diğer kadınlarla aynı yapıda olmadığını anlatmaktadır."

Sayın Yılmaz'ın delil olarak sunduğu ayetlerden birisi de Al-i imran s. 42. ayetidir. Meryem'in erselik olduğunun bu ayette ifade edildiğini onun bu farkının öne çıkarıldığını iddia etmektedir. Sayın Yılmaz'ın burada gözden kaçırdığı bir nokta vardır , onun iddiasına göre ayet içinde geçen "ve tahharake" (seni temizledi) ifadesinin , erselik olmanın utandırıcı bir durum olduğunu , bunun için ona bu şekilde bir hitapta bulunulduğunu düşünmek gerekmektedir. Halbuki erselik olarak yaratılmak utandırıcı bir durum değildir , sayın Yılmaz farkında olmadan diğer erselik yarartılışta olanların durumlarının utandırıcı olduğunu iddia etmek durumuna düştüğünün farkında değildir. 

Sayın Yılmaz işine geldiği yerde gördüğü müzekker zamiri kendi iddiasına delil göstermeye çalışırken, Meryem'e yapılan hitapta kullanılan müennes yani dişil sigasını görmezlikten gelmesi onun bu konuda nasıl bir ön yargı içinde olduğunu göstermesi açısından önemlidir.

"Ayrıca Meryem’in (20. ayette görüleceği üzere) “Bana bir beşer dokunmamıştır” şeklindeki ifadesi de, onun erselik yapıda olmasına uygun bir ifadedir. Çünkü Meryem “Bana bir erkek dokunmamıştır” dememiş, hem erkek hem kadın için söz konusu edilebilecek bir ifade kullanmıştır."

Sayın Yılmaz "Beşer" kelimesini dikkate alarak , Meryem'in erselik olduğu iddiasını dile getirmeye çalışırken , resuller ile ilgili olarak onların "beşer" oldukları şeklindeki ifadeler için,  resullerin hem kadın hem erkekler den gönderilebileceğini acaba iddia edebilir mi ?. Cevap olarak "evet" diyecek olursa, biz de ona Nahl s. 43 ve Enbiya s. 7. ayetlerine bakmasını tavsiye ederiz.

"Enbiya/91’de Meryem’e raci zamir müennes kullanılırken, Tahrim/ 12’de müzekker kullanılmıştır"

Sayın Yılmaz'ın , Meryem'in erselik olduğu iddiasının ne kadar önyargılı ve zorlama olduğu bu ifadelerinden de anlaşılmaktadır. Meryem ile ilgili ayetlerde geçen bütün ifadelerin dişil olmasına dikkat etmemiş veya göz ardı etmiş iken, sadece Tahrim s. 12.ayette geçen kelimenin eril olduğunu görebilmiş ve Meryem'in erselik olduğunu bu ayete dayanarak iddia etmektedir. Sayın Yılmaz burada "tağlib" sanatının kullanıldığını maalesef unutmuş görünmektedir. 

Sayın Yılmaz'a eğer ,Kuran' da "ey iman edenler" şeklindeki hitapların eril hitaplar olduğu için bu hitapların kadınları muhatap alıp almadığını soracak olursak buna cevabı mutlaka "evet" olacaktır , çünkü "tağlib sanatı kullanılmıştır" diyecektir , peki bu sanatın Tahrim 12 de kullanıldığını neden unutmuş veya görememiştir. Bu ayete baktığımız zaman , Meryem'e yapılan hitapların tamamı dişil sigası ile yapılmış olup, önyargıların kör ettiği göz bunları görebilmekten maalesef mahrum kalmıştır.

Sayın Yılmaz , "Tamamen Kur’an ayetlerindeki ifadelere dayandırdığımız bu tahminler, bilimsel gerçeklerle de hiçbir çelişki göstermemektedir" diyerek , Kur'an ayetlerine nasıl dayan(ma)dığını !! göstermiştir.

Sayın Yılmaz , "MERYEM’E GÖNDERİLEN RUH" başlığı altında , Meryem'a gönderilen ruh'un Zekeriyya (a.s) olduğu iddiasını dile getirdikten sonra , "Bu ayette “ruhumuzu gönderdik” sözleri ile ifade edilen Meryem’e bilgi verme işlemi, aynı olayı anlatan başka ayetlerde “ruhumuzu üfledik” sözleri ile ifade edilmiştir." demektedir. 

Sayın Yılmaz'ın bu tesbitinin isabetli olmadığını düşünüyoruz şöyle ki ; Meryem'e ruh üflenmesi , onun yaratılışı ile ilgili bir durum olup , aynı durumu Adem'e ruh üflenmesi ile ilişiklendirilmesi gerekmektedir. Adem'e ruh üflenmesi , insana hayatiyet verilerek duyu organları ile donatılması anlamında düşünülmesi gerekmektedir.

İlk düğmeyi yanlış ilikleyen sayın Yılmaz, ardından gelen düğmeleri de haliyle yanlış iliklemeye devam etmektedir. Sayın Yılmaz'a göre , Meryem'e gelen elçi Zekeriyya (a.s) olunca , onun gösterdiği örnek te Yahya (a.s) olmaktadır.

Meryem'e gelen elçinin Zekeriyya (a.s) olduğunu kanıtlamak için , "TEMESSÜL" başlığı altında şunları söylemektedir.

“ تمثّلTemessül” sözcüğünün esas anlamı “örnek vermek” demektir. Bununla beraber sözcük, ikinci, üçüncü anlam olarak “insan şekline girmek” manasında da kullanılmıştır.   Kur’an ile ilgili çalışma yapanlar, genellikle sözcüğün esas anlamı yerine uzak anlamını tercih etmişlerdir. Böyle olunca da Meryem’e haberci olarak Cebrail’in geldiği, korkmasın diye de Cebrail’in ona bir delikanlı kılığında göründüğü yorumları ortaya çıkmıştır.
Biz “temessül” sözcüğünün esas anlamı ile çevrilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Sözcüğün burada asıl anlamıyla değerlendirilmesi, yukarıdaki alıntıda geçen İncil’in şu ifadesi ile de uyum göstermektedir:
36- Bak, senin akrabalarından Elizabet de yaşlılığında bir oğula gebe kaldı. Kısır bilinen bu kadın şimdi altıncı ayındadır."

Sayın Yılmaz burada , kelimeleri yerinden kaydırmanın örneğini vererek , ön yargılarına uygun ayet okumanın, kişiyi incilden bile medet uman bir hale sokabileceğinin acı bir bir örneğini vermektedir.

Bu kelime "ayağa kalkıp dikilmek" anlamına gelen , "mesulun" kelimesinden türemiştir. 
"Elmümesselu" : "Bir başkasının misali üzerine biçimlendirilmiş , belirli şekil verilmiş , tasvir edilmiş , şekillendirilmiş veya resmedilmiş olan" . Türkçe de kullandığımız "mümessil" kelimesinin anlamını , " bir başkasını temsil etmek , başkası adına davranmak" olarak düşündüğümüz zaman sözcük daha doğru anlaşılacaktır.

"Ettemesselü" kelimesi , biçimlendirilmiş , belirli bir şekil verilmiş , tasvir edilmiş , şekillendirilmiş , resmedilmiş şey. 
"Temesselü keza" : bir şeyin biçimini aldı , suretine girdi. 

Bu sözcüğün farklı sözlüklerdeki anlamı şöyledir . 

Kitabul ayn : bir başkasının yaratılışı üzerine tasvir edilmiş , biçimlendirilmiş , belirli şekil verilmiş şeyin adı.
Tehzibu'l-luga , Lisanu'l Arab , Tacul'l -Arus: Allah'ın mahlukatından herhangi birine benzetilerek yapılmış şeyin adı.
El-Misbahu'l -Munir: Musavver ,biçimlendirilmiş ,belirli bir şekil verilmiş , tasvir edilmiş, resmedilmiş bir suret.  

Sayın Yılmaz , kendisinden alıntı yaptığımız paragrafta görüldüğü üzere , Cebrail veya başka adlarla bilinen elçinin olmadığı düşüncesinden yola çıkarak , yolda gördüğü ne varsa deviren frenleri patlamış kamyon misali, önüne geleni devirerek bir yerlere toslamış ve sonunda Meryem'e gelen elçiyi Zekeriyya (a.s) olarak ilan etmiştir.

Sayın Yılmaz , Meryem'e gelen elçinin Zekeriyya (a.s) olduğunu iddia etmekle birlikte , 18. ayet ile ilgili olarak kaynağı Kur'an olmayan başka ihtimalleri de sıralayarak şunları söylemektedir. 

" Buradaki “ تقىّtakiyy” sözcüğü “takva sahibi biri” anlamında olabileceği gibi, özel bir isim de olabilir. Bazı kaynaklarda Meryem’in bulunduğu kentte “Takiyy” adında adı kötüye çıkmış, günahkâr bir adamın varlığından bahsedilmektedir. Eğer bu bilgi doğru ise, Meryem’in, yalnız başına yaşadığı yerde kendisine yaklaşan kişinin o kötü kişi olabileceğini düşünmüş ve taciz edilmekten korkarak “Eğer sen Takiyy adındaki kimse isen” demiş olması mümkündür."

Sayın Yılmaz'ın buraya kadar olan iddialarını toparlarsak şunları söyleyebiliriz ; Şayet Meryem, kendisine gelen elçiyi daha önceden tanıyor ve bu kişi Zekeriyya (a.s) ise , Meryem neden bu kişiden korkarak kendisine kötülük yapabileceğini düşünmüştür ?. Kendisini yıllarca himaye eden bir kişiye karşı neden böyle bir hitapta bulunmuştur ?. Kaynağının nereden olduğu bilinmeyen "Takiyy" diye adı kötüye çıkmış birinden bahsedildiği , onun bir başkası olabileceği ihtimalini mümkün görüdükten sonra neden ayetlerin mealinde gelen elçinin ismini Zekeriyya olarak vermiştir ?.

Görülüyor ki sayın Yılmaz'ın iddiası olan , Meryem'e gelen elçinin Zekeriyya (a.s) olduğu iddiası neresinden tutsanız dökülmektedir.

Meryem'e gelen elçi kimdir? 

MERYEM'E GELEN ELÇİ ALLAH (C.C) NİN "RUH" ADINI VERDİĞİ , KENDİSİ GERÇEK BİR İNSAN OLMAYIP , İNSAN SURETİ İÇİNDE MERYEM'E GÖRÜNEN BİR ELÇİ OLUP, ADININ CEBRAİL OLUP OLMADIĞI AYET İÇİNDE BİLDİRİLMEMİŞ VE KİMLİĞİ KONUMUZ HARİCİNDEDİR.

Surenin İsa (a.s) ın doğumunun anlatıldığı ayetlerde Zekeriyya ve Takıyy isimleri arasında kararsız kalan sayın Yılmaz , ilgili ayetlere yine Zekeriyya ismini ilave ederek ayetleri tahrif etmekten çekinmez.

24-26Sonra ona; Meryem’e aşağısındaki kişi; ZEKERİYYA seslendi: “Sakın üzülme, Rabbin alt tarafında bir su arkı yaptı. Hurma kütüğünü kendine doğru silkele, üzerine olgunlaşmış taze hurmalar düşsün. Sonra ye-iç, gözün aydın olsun. Sonra eğer beşerden birini görürsen, ‘Ben Rahmân’a [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'a] bir oruç adadım, onun için bugün hiçbir kimseyle konuşmayacağım’ de.”

27-28Sonra Meryem, çocuğunu yüklenerek toplumuna getirdi. Toplumu dediler ki: “Ey Meryem! Doğrusu sen görülmemiş bir şey yaptın. Ey Hârûn’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kişi değildi, annen de yasa tanımaz/iffetsiz bir kadın değildi.”

29Bunun üzerine Meryem ona; doğum anında aşağısında bulunan kişiye; ZEKERİYYA’ya işaret etti, ondan gelişmeleri açıklamasını istedi. ZEKERİYYA, Meryem’in zina etmeden çocuğu doğurduğuna kefil olup çocuğun ma’bedde yetiştirilmesini istedi. Onlar, “Biz, yüksek mevkide olan kişiler, henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyleriz/yüksek mevkide olan kişiler henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyler?” dediler.

Sayın Yılmaz'ın Meryem s.24-29 ayetler arasına verdiği anlam bu şekil olup büyük harflerle yazdığımız isim orjinal metin içinde yer almamaktadır.

Bu ayetlerin çevirisi ile arapça orjinal metin ile karşılaştırarak yapılan tahrifi göstermek istiyoruz. 

27. ve 28. ayetlerde , Meryem'in doğruduğu çocuk ile toplumuna geldğini görmekteyiz. Yanında Zekeriyya olduğuna dair herhangi bir bilgi ayet içinde yoktur. 29. ayette Zekeriyya (a.s) ın sahnede olması için önceki ayetlerde buna dair herhangi bir bilgi bulunması gerekirdi. 

29. ayetin arapça metnindeki " fe eşaret ileyhi" ( o na işaret etti) ibaresi, 28. ayetteki Meryem tarafında getirilen çocuğa raci olması gerekirken , orjinal metin içinde ne ismen ne cismen esamesi bile olmayan Zekeriyya (a.s) ortaya çıkarak "ZEKERİYYA, Meryem’in zina etmeden çocuğu doğurduğuna kefil olup çocuğun ma’bedde yetiştirilmesini istedi."şeklinde bir cümle ilave edilerek , tamamen kurgu ve uydurma bir anlam ayet içine sokulmuştur. 

Sonuç olarak ; Önyargılı Kur'an okumalarının kişiyi ne hallere düşürebileceğine dair güzel bir örnek diyebileceğimiz "Tebyin'ül Kur'an" adlı eserin , Meryem suresi içindeki İsa (a.s) ın doğumu ile ilgili ayetleri ele alarak , kitaba değil kitabına uydurmanın nasıl olabileceğini göstermeye çalıştık. Meryem'e gelen Ruh'un Zekeriyya (a.s) olduğu ön kabulunden yola çıkıp ilk düğmeyi yanlış ilikleyerek sonraki iliklerinde yanlış düğmelenmesine sebeb olan yorumları ile ayetleri tahrif etmekten çekinmeyen birisi olduğunu maalesef göstermiştir. 

Meryem'e gelen ve  "Ruh" insan şekline girmiş bir elçi olup onun adının Cibril olup olmadığı konumuz değildir , aslı konumuz ön yargılı bir okuma örneği göstermek , ve bu tür okumaların kişileri nasıl bir duruma düşürdüğünü göstererek bundan kaçınılmasını sağlamaya yöneliktir.

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

12 Ekim 2015 Pazartesi

ASA nın Evrensel Sembollüğü Üzerinden Musa ve Süleyman (a.s) ın Asalarını Okumak

Sembol kelimesini kısaca tarif etmek gerekirse; "duyularla algılanamayan ve ifade edilemeyen şeylerin somut objelerle ifade edilmesi" diyebiliriz. Semboller istisnasız olarak bütün insanların hayatlarında önemli yer kaplamaktadır. Allah(c.c) gönderdiği elçi ve kitapları, yaşayan insanların günlük hayatlarında algıladıkları ve tecrübe sahibi oldukları bilgiler dahilinde göndererek, elçi ve kitapların o insanlarla aynı dili konuşmalarını sağlayarak, elçi ve kitapların söylemlerinin aynı zamanda çağlar boyunca gelecek insanlar tarafından anlaşılmasını da beraberinde getirmiştir.

Sembolik dil kullanımı Allah(c.c)'nin son elçisine indirdiği kitap içinde de mevcut olup, bu dilin kullanımı aynı zamanda kitabın evrensel olmasını da sağlamıştır. Bu yazımızda Musa(a.s) ve Süleyman(a.s)'ın kıssasında gördüğümüz "Asa" objesinin sembolik dil üzerinden nasıl bir mesaj vermiş olabileceği yönünde düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

Kur'an kıssaları, geçmişlerinden yaşantılarında kesitler sunarak, gelecekteki insanlara mesaj vermeyi amaçlayan anlatımlar olup, bu bağlamda Musa(a.s) kıssası, içinde birçok mesaj barındıran bir kıssa olarak ortaya çıkmaktadır. Onun elindeki asanın şekil değiştirmesi konusunda, geçmişte yazılan tefsirlerde bu olayın mesaj içerikli olması konusu hesaba katılmamış, sadece yaşanmışlığı ile ilgili hikayeler sayfalar doldurmuştur.

Modernist anlayışta ise bir kısım tarafından bu asanın şekil değiştirmesi imkansız olarak algılanarak, bu imkansızlık Sünnetullah'a bağlanmıştır. Halbuki Sünnetullah denilen yasalar doğru okunabilmiş olsaydı, asa üzerinden verilen mesajın Sünnetullah'a nasıl uygun olduğu görülünce hayretler içinde kalınırdı. Klasik ve modernist okumaların Kur'an kıssaları bazında düştüğü en önemli hata; bu kıssaları sadece yaşandığı zaman ve mekana hapsederek okumaya çalışarak evrensel mesajı okuyamamak olduğunu söyleyebiliriz.

Kur'an'da "yed" olarak geçen "el" kelimesi, birçok yerde mecaz anlamda "güç ve kuvvet"i sembolize etmesi anlamında kullanılmıştır. Bu anlam Kur'an öncesi zamanlardan beri bilinmektedir. Bu anlamı dikkate alarak "asa" kelimesi, kişinin elinde tutulan bir obje olarak güç ve kuvveti, elin uzamasına yardımcı olmasını yani güce güç katmasını ifade etmesi bakımından hükümdarların ve belirli güç sahibi kimselerin gücünü sembolize eden evrensel bir objedir.

"Sağ el" deyimi gücün ve kuvvetin doğru kullanımını ifade eden, "Kitabı sağ taraftan verilmek" deyimi cezai müeyyideden kurtulmak, hayırlı haber almak anlamında bir terim olarak Kur'an literatüründe yerini almıştır.

[037.093] (İbrahim) Derken onların üstüne yürüyüp sağ eliyle bir darbe indirdi.

[084.007-9] Amel defteri kendisine sağından verilen kimse, kolay geçireceği bir hesaba çekilir ve arkadaşlarının yanına sevinçle döner.

Musa(a.s) Medyen'den sözleştiği vakti tamamlayarak ayrıldıktan sonra, Tuva Vadisi'nde kendisine elçilik görevi verilerek Firavun'a gönderilir. Tuva Vadisi'nde olan konuşma Kur'an'ın birkaç ayrı suresinde anlatılmaktadır. TAHA Suresi ayetlerinde anlatılan konuşma şöyledir;

[020.017] «Ey Musa! Sağ elindeki nedir?»

[020.018] «O asamdır,» dedi, «üzerine dayanırım, onunla davarlarıma yaprak çırparım, ayrıca onunla daha birçok ihtiyacımı gideririm.»

[020.019] Dedi ki: «Onu at, ey Musa.»

[020.020] Hemen bırakıverdi, o derhal koşar bir yılan kesildi.

[020.021] Dedi ki: «Onu al ve korkma, biz onu ilk durumuna çevireceğiz.»

Musa(a.s) bilindiği gibi Medyen'de çobanlık yapmış ve elindeki asayı, çobanlığın gereği olan işlerde ve gücüne güç katması için kullanmıştır. Medyen'den çıktıktan sonra da bu asa onun elindedir. Allah(c.c)'nin sorduğu soruya cevaben, asanın yaptığı işleri ve onun kendisine olan faydalarını anlatmaktadır. Bu anlatımda, asanın hakiki kullanımı üzerinden nasıl bir sembolik anlamı olduğunu okumak mümkündür.

Musa(a.s) koyunlarının başında bir nevi hükümdar ve onların ihtiyaçlarını karşılamak için elini uzatması yani gücüne güç katması için asayı kullandığını ifade etmektedir. Koyunların bakıcılığını yani elinin altında olanların ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için kendisinin güçlü konumunu muhafaza etmesi gerekmektedir.

Tebasının yani koyunlarının herhangi bir yırtıcı tarafından yenilmesi gibi tehlikeleri bertaraf etmek için için devamlı uyanık bulunmak zorunda olup bu uyanıklığı asaya dayanarak sağlamaktadır. Asa; kişinin gücünü pekiştiren ve bunu sembolize eden bir obje olarak binlerce yıldır kullanılan ve bilinen bir nesne olarak Kur'an'da yerini almış ve bu bilinmişlik üzerinden bir takım mesajlar verilmektedir.

Kur'an'ın bu ayetleri üzerinden "asa" objesinin alelade bir obje değil, bulunduğu konuma göre yönetici sıfatında olanların, bu yönetimlerini devam ettirebilmek için sağladıkları güç sembolu olduğu anlaşılmaktadır.

Allah(c.c)'nin Musa(a.s)'a "elindeki asayı at" buyurarak, sonrasında bu asanın şeklinin değişerek yılan haline gelmesinin anlamını; Allah(c.c)'nin yeryüzünde olan bütün güç sahiplerinin üzerinde bir güç sahibi olduğu, onların güçlerini kontrol altında tuttuğu, onların yönetim güçlerinin kendi gücünün altında olduğu mesajını, önce Musa(a.s)'a , sonra bütün insanlara vererek asanın evrensel bir sembol olması üzerinden bizlere anlatmaktadır.

Musa(a.s)'ın asasının şeklinin değişip değişmediği tartışmaları, yapılabilecek en gereksiz tartışmalardan olup, bu oluşun ne anlama geldiğinin okunması gerektiğini tekrar hatırlamak istiyoruz.

Firavun'a alemlerin Rabbi tarafından elçi olarak gönderilen Musa(a.s)'ın elindeki asa, artık sadece bir ağaç parçası değil, Allah'(c.c)'nin hükümranlığını gösteren ve yeryüzündeki hiçbir güç sahibinin başa çıkamayacağı bir güç sembolu haline gelerek, işlevini Musa(a.s) üzerinden yerine getirecektir.

Firavun; halk üzerindeki tahakkümünü sürdürmek için bir takım güç sahiplerini de kullanır. Bu güç sahipleri, Firavun'un ayakta kalması için, ondan maddi ve manevi olarak nemalanıp, onun halk üzerinde üstün bir güç sahibi olduğunu vehmettirerek, destekledikleri Firavun'un ne kadar güçlü olduğunu halka kabul ettirmek sureti ile halkın Firavun'a olan bağlılığını sürdürmeye çalışırlar. Yani sihirbazlar iktidarların önemli bir ayağını oluşturan unsurlar olup evrensel bir yardakçı grubudur.

Firavun sihirbazları evrensellik taşıyan bir olgu olup, bugün çağdaş firavunların iktidarını ayakta tutmak için halkın gözünü boyayarak, firavunların zulümleri örtmek veya halka güzel göstermek için başvurulan her yolu "sihir", bu yolları oluşturan insanları "sihirbaz" olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.

Firavun, iktidarına karşı çıkan Musa(a.s)'ı yenmek için sihirbazlarını çağırarak, Musa(a.s) ile bir nevi düello yapmalarını istemiş, nasıl olsa galip gelecek olan tarafın kendisi olacağını bildiği için bu düelloyu Musa(a.s)'ın isteği üzerine halkın toplandığı bayram günlerinden birinde yapmayı kabul etmiştir.

Halk, Firavun, sihirbazlar ve Musa(a.s) düello için hazırlandılar. Bu arada yılanın Mısır kültüründe Firavun'un ilahi gücünü temsil ettiğini hatırlatmak, asanın yılan olmasının nedenini bizlerin anlamasını kolaylaştıracaktır.

[007.116-7] Musa: «Siz koyun» dedi. Sihirbazlar marifetlerini ortaya koyunca insanların gözlerini sihirlediler ve onları ürküttüler, büyük bir sihir yaptılar. Ve Mûsa'ya vahyettik: «Âsânı atıver.» Hemen o (âsâ) da onların uydurmuş oldukları şeyleri yutuverdi.

[026.044-5] Onlar da iplerini ve değneklerini attılar ve: «Firavun hakkı için, şüphesiz, biz üstün geleceğiz» dediler. Ardından Musa asasını attı. Bir de ne görsünler; onların uydurduklarını yutuveriyor.

Dikkat edileceği üzere sihirbazlar Firavun adı ile, Musa(a.s) Allah(c.c) adı ile düelloya başlamışlar, sonunda Allah(c.c) adı ile başlayan kişi galip gelmiştir. Bu galibiyet Musa(a.s)'ın galibiyeti değil, Allah(c.c)'nin galibiyetidir. Firavun'un izzeti adına başlayanlara karşı, Allah(c.c)'nin izzeti ile başlayanların alacağı sonuç bu olay ile bizlere gösterilmiştir.

[035.010] Her kim izzet istiyorsa, bilsin ki, izzet tamamıyla Allah'ındır. O'na hoş kelimeler yükselir, onu da salih amel yükseltir. Kötülükler kuranlara gelince, onlara şiddetli bir azap vardır ve onların tuzakları da hep tarumar (darmadağın) olur.

[008.017] Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, müminleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah işitendir, bilendir.

ENFAL 17 ayetini okuduğumuzda, ayet her ne kadar Bedir savaşı ile bir bağlam dahilinde ise de ayetin evrensel mesajının "Allah(c.c)'nin adını yüceltmek için girişilen eylemlerin yardımcısının yine Kendisi olduğu"nu okumak ve bu bağlamda Musa(a.s)'ın galibiyetini de anlamak mümkündür.

Musa(a.s)'ın elindeki asa, alelade bir sopa olmaktan çıkarak, Allah(c.c)'nin gücünü, kudretini, azametini, Kendisine karşı efelenen sahte ilahların O'nun karşısında bir hiç olduğunu temsil eden bir güç sembolu haline gelerek Allah(c.c)'nin asasına dönüşmüş ve firavunların güç sembolu ve ilahi bir anlam yükledikleri yılan haline gelerek gerçek ilahi gücün kimde olduğunu göstermiştir. Bu gerçeği sihirbazlar anlayarak ve ölümü göze alarak iman etmişlerdir.

Bu olayın evrensel mesajını okumaya çalışırsak şunları söyleyebiliriz; her çağda var olan Firavun ve onların yardakçıları olan sihirbazların yenilmesi için, onların güçlerini alt edecek daha üstün bir güç gerekmektedir. Bu güç Allah(c.c)'nin yardımını almayı hak edecek seviyeye gelen Müslümanların elinde olursa, bu gücün nasıl meydana gelebileceği yine Musa(a.s) kıssasından okunabilir. Zalimlerin iktidarı yıkılarak mazlumların iktidarı kurulabilir. Eğer bunu biz yapmazsak, çağdaş firavunlar, bir başka firavun eliyle yıkılarak, zalim iktidar, bir başka zalimin eline geçerek kan ve gözyaşı seli akmaya devam edecektir.

Bugün bizim elimizde de bir nevi asa vazifesi görebilecek olan vahiy mevcut olup, maalesef bu vahiy firavunları yıkmak için değil, firavunların ayakta kalması için kullanılmaktadır. Vahyin firavunları desteklemek için değil, onları yıkmak için indirildiğini idrak eden Musa'lar olmadıkça bu durum böyle sürüp gidecektir.

[007.034] Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geri kalırlar ne de bir an ileri gidebilirler.

[017.058] Hiç bir kasaba yoktur ki; kıyamet gününden önce Biz, onu helak edecek veya şiddetli bir azabla azablandıracak olmayalım. Bu, Kitab'da yazılmıştır.

Bu ve benzeri ayetler, arz üzerinde geçerli olan toplumsal yasaları beyan etmektedir. Dünya üzerinde "arkeolojik kalıntı" denilen yerleri, sırf turistik gezi olsun diye gezmek yerine, bu yıkımın sebeblerini okumak yönünden bir düşünce içinde gezilseydi, belki biraz ibret alınabilirdi.

Firavun'un yıkımı, arz üzerinde geçerli olan toplumsal yasaların işlemesi sonucunda olup, bu yasalar Kıyamet'e kadar geçerli olacaktır. Bu yasaların Müslümanlar tarafından doğru okunarak, zalimlerin yıkımının kendi elleri ile olması için çalışılmalıdır. Yakın yıllara baktığımızda, dünya üzerinde birçok devlet, bir şekilde yıkıma uğramış ve yerine gelenler başka zalimler olmuşlardır. Yani yıkılış yasaları bir başka zalimin eli ile olmuş, neticede sadece isim değişikliği ile dünya üzerinde kan ve gözyaşı selini akıtmaya devam etmektedirler.

Bu yasalar çerçevesinde, Süleyman(a.s)'ın ölümünü anlatan SEBE 14 ayeti önemli mesajlar vermektedir.

[034.014] Süleyman'ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü, ancak menseesini  yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. yıkılınca anlaşıldı ki cinler gaybı bilselerdi, o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.

Süleyman(a.s) kıssası, Kur'an kıssaları içinde önemli bir yere sahip olan kıssalardan olup, bu kıssadaki ana mesaj; yönetim gücüne sahip olanların bu gücü nasıl kullanması gerektiği dairdir. Süleyman(a.s), babası Davud(a.s)'dan aldığı yönetimi daha da büyüterek devam ettirmiş fakat toplumsal yasalar gereği bu yönetim de sona ermiştir.

Süleyman(a.s)'ın bu yönetiminin sona ermesi, tabi ki onun zalim bir yönetim sergilemesi sonucunda değildir. Ancak adil bir yönetimden rahatsız olanlar her zaman vardır ve olacaktır. SEBE 14 ayetinin tefsirlerine baktığımız zaman, tamamen asılsız yorumlar üzerine kurulmuş tefsirler görmekteyiz. Bu ayetin tefsirleri birçoğumuzun malumu olup, maalesef toplumsal yasaların neticesi olarak bir okumaya tabi tutulmamıştır.

Bu ayet maalesef literal bir okuma örneği dahilinde okunarak, Süleyman(a.s)'ın öldükten sonra bile ayakta kalmaya devam ettiği, onun ölümünü asasının kurtlar tarafından yenilmek suretiyle yere yıkılmasından sonra anlaşıldığı etrafında yorumlar getirilmiştir. Halbuki ayet bir iktidarın nasıl yıkılabileceği yönünde mesajlar ihtiva etmekte ve bu mesaj çerçevesinde okumaya tabi tutulması gerektiğini düşünmekteyiz.

Ayette, Süleyman(a.s)'ın ölene kadar yönetiminin ayakta kaldığını, onun ölümünden sonra onun yönetimini devam ettiren varislerinin onun gibi bir yönetim sergilemekte başarılı olamayarak, devleti içten kemiren insan kurtlarının bu amaçlarına ulaşamaması için gerekli önlemleri almadıkları için devletin yıkımının gerçekleştiğini görmekteyiz.

Ayette geçen "minsee" kelimesi "Vakit bakımından tehir etmek, ertelemek" anlamına gelen "nesee" kelimesinden türemiştir. "Minsee" kelimesi alet ismi sigasında olup, bir şeyi ertelemede kullanılan değnek olarak izafi bir anlama sahiptir. Ayetin bu kelimenin sembolize ettiği anlam etrafında bir yol izlenerek okunmasının, mesajın evrenselliğinin anlaşılmasında önemli bir katkı sağlayacaktır.

Bu kelimenin Süleyman(a.s) ile olan ilgisi, hükümranlık sembolu olan "asa" kelimesi ile yakından alakalı olup, onun bir hükümdar olarak elinde tuttuğu "Minsee" şu anlama gelmektedir. Bir hükümdar iş başına geçtiği zaman, elindeki gücün başkaları tarafından giderilmesi için yapılacak hiçbir eyleme izin vermez, bu durum adil olsun zalim olsun her iktidar için geçerlidir.

Süleyman(a.s) yaşarken bu asanın kurtlar tarafından kemirilerek, kırılmaması için yani gücünün zayi olmaması için gerekli her türlü önlemi almış, bu önlemler sayesinde gücü ve kuvveti elinden gitmemiştir.

Olaya Süleyman(a.s)'ın sahip olduğu güç ve mülk açısından bakacak olursak, onun da mülkü içinde onun adil yönetiminden rahatsız olan unsurlar mutlaka vardır. Onun yönetiminden rahatsız olan bu unsurlar, onun askeri bir gücü elinde tutarak iç ve dış düşmanlara karşı her an teyakkuzda bulunmasını hesaba katarak, ağaç kurdu misali onun iktidarını içten içe kemirerek yıkmak gibi bir taktik ile çalışmışlar ve sonunda onlar da başarıya ulaşmışlardır.

Süleyman(a.s) kıssasını okuduğumuz zaman onun, mülkü altında olan kimseleri sosyal ve ekonomik yönden doyuran bir icraat içinde olduğunu görmekteyiz. "Cin ve Şeytanlar" olarak ifade edilen yıkıcı unsurları dahi bu sistem içine katarak sistemin ekonomik ve sosyal imkanlarından onları da faydalanmıştır. "Cin ve Şeytan"ları, her devlet içinde olan ve o devletin yıkılması için çalışan kişiler olarak okumak, kıssanın evrensel bir mesaj taşıması açısından önemi olduğunu söyleyebiliriz.

Bu insanlar her fırsatı değerlendirerek, içinde bulundukları gemiyi batırmak için faaliyet gösterebilir. Yönetimlerin zaafiyet gösterdikleri yerde bu kurtlar için şartlar daha kolay olup yıkmak istedikleri yönetimleri yıkmaları daha da kolaylaşmaktadır.

Süleyman(a.s)'ın elindeki "asa"sı yani hükümranlığını ayakta tutmak için kullandığı yönetim mekanizmasının içine o her ne kadar gayret etse dahi dıştan değil, içten kemiren unsurlar girerek bu devletin yıkılmasını sağlamışlardır. Süleyman(a.s) yaşadığı zaman zarfı içinde bu unsurların içten kemiren faaliyetlerine engel olabilmişse de, ondan sonra gelen yöneticiler bu yıkıma engel olacak tedbirleri almakta Süleyman(a.s) gibi usta bir yönetim sergileyememişlerdir.

Bu kıssadan alınacak hisse; bir devletin yönetimi altında bulunanların hoşnutsuzluğunu çekecek, onları bu devlete karşı hasım olmaya yöneltecek sebebleri en aza indirmesi gereklidir. Bu yönetim şayet adil bir yönetim olsa bile bu yönetimlerin şeytan düşmanları olacaktır. Bu yönetimden rahatsız olanları memnun etmek için gayri adil bir yönetim sergilmesi gerekir demek istemediğimizin bilinmesi gerekmektedir.

Sonuç olarak; "asa" adı verilen objenin, yönetimi ve gücü temsil etmesi bakımından sembolik bir anlamı vardır. Bu asa, elinde tutulan kişinin kullanımına göre işlev taşır. Firavun'un elindeki asa gücün zulüm, baskı, katliam şeklinde yön bulmasına sebeb olurken, Musa(a.s)'ın elindeki asa gücün hak, adalet, doğru yol şeklinde yön bulmasına sebep olmaktadır.

Süleyman(a.s)'ın elindeki asa, onun her ne kadar adil bir yönetim anlayışı içinde olsa dahi bu yönetim onun yaşadığı müddet içinde gerçekleşerek, kendisinden sonra gelenler bu adil yönetimi devam ettirememişlerdir. Bu adil yönetimin devam edememe sebebi, yönetimi içten yıkmak isteyen unsurların yıkıcı faaliyetleri olup, yönetimdeki zaafiyet bu yıkımın gerçekleşmesine sebeb olmuştur.

Musa(a.s) ve Süleyman(a.s)'ın kıssasında geçen bu obje üzerinden verilen mesaj evrensellik arz etmekte olup, zalim iktidarların nasıl bir yolla yıkılabileceği Musa(a.s)'ın asası üzerinden verilen mesaj ile, adil yönetimlerin ayakta kalması için uygulanması gereken tedbirler Süleyman(a.s) kıssası ile verilmektedir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

10 Ekim 2015 Cumartesi

KERİM KUR'AN Adlı Kur'an Çevirisi Üzerinde Bir Değerlendirme

Türkiye de son yıllarda artan Kur'anın mesajını okuma ve anlama çalışmalarının bir uzantısı olan , Kur'an çevirilerine geçtiğimiz ramazan ayı içinde , sayın Erhan Aktaş'ın "KERİM KUR'AN" adlı çevirisi eklenmiştir. Türkiye de yapılan bazı Kur'an çevirilerinin ticari amaçlı olduğunu düşündüğümüzde , sayın Aktaş'ın bu çeviriyi okuyucuya ulaştırma metodu takdire değer bir davranış olup , yaptığı iş üzerinden para kazanmayı amaçlamamış olmasının diğer Kur'an çevirmenlerine örnek olmasını diliyoruz. 

Kur'an çevirilerinin genel olarak , çeviriyi yapan kişinin bilgi birikimi , yetiştiği kültür ortamı , meşrebi bakış açısı ile orantılı olarak yapılmış olduğu hepimizin malumudur. Sayın Aktaş, çevirisinin giriş bölümünde bu konuda hayli uzun bir malumat vermiş olup , verdiği malumatların hepsi altına imza atılacak malumatlardır. Hiç bir Kur'an çevirisi hatadan beri olmamakla birlikte sayın Aktaş'ın çevirisinde bizim açımızdan hata olarak gördüğümüz noktaları kendisine iletme cesaretimizin nedeni , kendisi bu konuda yapılan ikazları ikinci baskıda dikkate alacağını söylemesi olup , "Ben yaptım oldu" havası içinde bir çeviri sahibi olmak istemediğini açıkça göstermiştir, kendisini bu davranışından dolayı takdir ediyoruz. 

Yaptığı çevirinin en önemli özelliği parantez kullanmaması ve bir çok çevirmenin dikkat etmediği kavramlara dikkat çekmesi olup , bazı ayetler ile ilgili düşüncelerini dipnot şeklinde paylaşmış ve bu dipnotlardan bazıları ciddi bir şekilde tepki çekmiştir. Bu dipnotların bazılarında , anlam yorum tarzına uygun bir yol izleyerek , ayet ile ilgili düşüncesini ayet içine değil ,altına dipnot şeklinde yazması bazı ayetler ile ilgili yorumlarında biz de, isabetli düşünmediği kanaatını oluşturmuştur.

Ayrıca metne sadık kalan bir tarzda yapılan çevirilerin , "Anlam yorum" tarzında yapılan çevirilere göre daha sağlıklı olduğunu düşündüğümüz için bu çevirinin metne sadık kalma noktasındaki hassayeti kayda değerdir ancak , ancak bazı ayetler ile ilgili olarak koyduğu dipnotlar çevirmenin kendi düşüncesinin bir ürünü olup bu konularda dikkat edilmesinin gerektiğini düşünüyoruz.

Yazımızda, kendisinin bazı ayetler ile ilgili yapmış olduğu çevirilerin hatalı olduğunu, özellikle Kur'anın inmesi ile ilgili ayetlerin çevirilerinde hata yapıldığını düşündüğümüz için bu ayetlere verdiği anlamlar üzerinde durmaya çalışacağız. 

Bakara s. 97. ayeti . 

Kul men kâne aduvven li cibrîle fe innehu nezzelehu alâ kalbike bi iznillâhi musaddikan limâ beyne yedeyhi ve huden ve buşrâ lil mu’minîn(mu’minîne).

De ki : Kim Cibril' düşmansa , bilsin ki O, onu bilgisi dahilinde iki eli arasındakileri tasdik edici , müminlere doğru yolu gösterme ve müjde olarak senin kalbine indirmiştir.

Sayın Aktaş'ın Bakara s. 97. ayetine verdiği anlam bu şekildedir. Ayet ile ilgili verdiği dipnotta "Cibril'in vahyi Muhammed (a.s) a getirdiğini düşüncelerine katılmadığını beyan ederek ,son cümleyi "Dolayısı ile Cibril'e vahiy meleği denilmesinin dayanağı yoktur" diyerek bağlamıştır. Biz, vahiy meleğinin olup olmadığını tartışmak için değil, bu ayetin çevirisinin doğru olmadığını düşünerek yanlışı ortaya koymaya çalışacağız.

Sayın Aktaş çeviride , "O"  zamiri ile bahsedilen kişinin Allah (c.c) olduğunu söylemektedir. Arapça metinde "feinnehu" şeklindeki ibarenin Cibril'e raci olması gramer kuralları gereğidir. Ayet içindeki fail Cibril olup onun yaptığı iş anlatılmaktadır. Yapılan çeviride ki "O" zamirini Allah (c.c) olarak okuduğumuz zaman Cibril'in Allah (c.c) olduğu gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. 

Yapılan hata, ayet içindeki "feinnehu" zamirinin, Cibril'e raci edilmemiş olmasından kaynaklanan bir durumdur. Bu zamirin Allah (c.c) ye raci edilmesi gibi bir durum sözkonusu olamaz. Basit bir gramer kuralı olan , zamirin en yakın isme raci olması kuralına burada dikkat edilseydi "O" zamirinin karşılığının Allah (c.c) değil , Cibril olduğu anlaşılırdı. Yapılan hatanın sebebi ,dipnotta belirtildiği gibi Cibril'in vahiy meleği olduğu düşüncelerin dayanağının olmadığı iddiasıdır. Sayın Aktaş bu düşüncesini dipnotta belirtebilirdi ancak bunun böyle olduğunu ispatlamak için hatalı bir çeviri yapmak zorunda değildi. 

Ayrıca ayet içindeki Bi iznillahi (Allah'ın izni ile) ibaresinin çeviriye dahil edilmeyerek çıkarılmış olması, hatadan ziyade bir tahrifattan başka bir şey değildir. Çünkü bu ibarenin çeviriye dahil edilmesi sayın Aktaş'ın önce zihninde oluşturduğu düşünceye aykırı olacağı için, çareyi, o ibareyi çeviriden çıkartmakta bulmuştur.

Bu ayetin doğru çevirisinin ,bir çok çeviride yapıldığı şekli ile şu şekilde olması gerektiğini düşünüyoruz. 

De ki: «Cibril'e kim düşman ise,  gerçekten o , onu, Allah'ın izniyle kendinden öncekileri doğrulayıcı ve mü'minler için hidayet ve müjde verici olarak senin kalbine indirdi.

Nahl s. 102. ayeti. 

 Kul nezzelehu rûhul kudusi min rabbike bil hakkı li yusebbitellezîne âmenû ve huden ve buşrâ lil muslimîn(muslimîne).

De ki : İman edenlerin ; imanlarını pekiştirmek ,Müslümanlara kalvuz ve müjde olmak üzere Rabb'inden , Hakk ile çokça Ruhu'l-Kudus indi.

Sayın Aktaş Nahl s. 102. ayetine böyle bir anlam verdikten sonra dipnotunda , Ruhul Kudus tamlamasının Allah'ın vahyi olduğunu, bu nedenle bu tamlama ya Cebrail anlamı verilmesinin doğru olmadığını söylemektedir. Biz bu tamlamanın Cebrail olup olmadığını tartışmaktan çok dip notunda belirttiği " Ayrıca ayette yer alan "nezzele" fiiline "indirdi" anlamı vermek gramer olarak yanlıştır. Zira "indirdi" olabilmesi için , sözcüğün "nezzele" değil "enzele" olması gerekirdi. Ayette yer alan "nezzelehu Ruhu'l Kudus" ifadesinin anlamı , "Ona çokça vahiy / Ruhu'l Kudus indi" demektir. iddiasının üzerinde durmak istiyoruz.

Sayın Aktaş , "nezzele" filine, "indirdi" anlamı verilmesinin YANLIŞ olduğunu , bu kelimeye "indirdi" anlamı verilebilmesi için sözcüğün "enzele" olması gerektiğini söylemektedir. Sayın Aktaş'ın kendi çevirisinde , "nezzele" fiilinin geçtiği diğer ayetlere verdiği anlamlara baktığımız zaman bu kelimeye , gramer açısından YANLIŞ olduğunu ifade ettiği "İNDİRDİ" anlamı vermiştir. Bakara s. 97. ayetinde geçen "nezzelehu" fiiline, yanlış dediği "İNDİRDİ" anlamı vermiş olması sayın Aktaş için büyük bir çelişkidir. 

Sayın Aktaş'a soruyoruz ; Sayın Aktaş eğer Nahl s. 102. ayetinde geçen "nezzelehu" kelimesine verilen "indirdi" anlamı gramer olarak yanlışsa , neden aynı kelimeye, Bakara s. 97. ayetinde ve kelimenin geçtiği bütün ayetlerde yanlış olduğunu iddia ettiğiniz anlamı verdiniz?. "Nezzele - nezzelna - nezzelehu - nezzelnahu" kelimelerinin geçtiği ayetlerde bu kelimeye verdiğiniz anlam eğer yanlışsa bu kelimelerin hepsini , doğru olduğunu iddia ettiğiniz "indi" olarak düzeltmeniz gerekmektedir. Yok eğer bunlar doğrudur derseniz o zaman Nahl s. 102. ayetine verdiğiniz sizin doğru olduğunu iddia ettiğiniz fakat kendiniz ile çelişkiye düşerek yanlış çevirdiğiniz bu kelimeyi düzeltmeniz gerekmektedir. 

Bırakın diğer ayetleri sadece "nezzelehu" kelimesinin geçtiği bir ayeti "İndirdi" olarak çevirip , aynı kelimenin geçtiği diğer ayeti "indi" olarak çevirmeniz , üstelik Bakara s. 97 de verdiğiniz "indirdi" anlamının gramer açısından yanlış olduğunu iddia etmeniz , okuyucuların aynı kelimenin acaba hangi anlamı doğru şeklinde bir şüpheye düşmesine sebeb olacak ve sizinde bu konuda büyük bir çelişkiye düştüğünüz görülecektir. Bir kelimeye verilen anlam eğer gramer olarak yanlış olursa , aynı kelimeye başka ayette verilen ve yanlış olduğu iddia edilen nasıl doğru olabilir?.

Bu ayetin doğru olduğunu düşündüğümüz çevirisi şu şekilde olmalıdır. 

 De ki: «İnananları sağlamlaştırmak ve müslümanlara yol gösterici ve müjde olmak üzere onu (Kur'an'ı) Ruh'ül Kudüs, Rabbinden hak olarak indirdi.»

Şuara s. 193. ayeti. 

Nezele bihir rûhul emîn(emînu).

Onunla er-ruh'ul emin indi.

Şuara s. 193. ayetini bu şekil çeviren sayın Aktaş , "ruhul emin" terkibinin "vahiy" olduğunu söylemektedir.

Sayın Aktaş bu ayet içindeki "nezele bihi" ibaresine "indi" anlamı vermektedir. "be" harfi cerri nin geçişsiz fiili geçişli yapması gibi bir özelliği olduğunu düşündüğümüz zaman bu ibarenin "indirdi" şeklinde çevrilmesi daha doğrudur.

Sayın Aktaş , Yusuf s. 15. ayetindeki "zehebu bihi" ibaresini bu kurala riayet ederek "götürdüler" , aynı surenin 72. ayetindeki "cae bihi"ibaresini "bulana" (getirene şeklinde olması daha uygun olmakla birlikte bu çeviri aynı anlama gelmektedir) , müminun s. 18. ayetindeki "zehabin bihi" ibaresini "gidericiyiz" şeklinde çevirmiştir. Aynı surenin 210. ayetindeki "ve ma tenezzelet bihişşeytanü" cümlesinin " onu şeytanlar indirmedi" şeklinde çevirerek bu kurala riayet etmiş , fakat Şuara s. 193. ayetinde bu kurala riayet etmesi halinde Kur'anın "ruhul emin" tarafından indirilmesi anlamı , bu konu ile ilgili ayetlere verdiği anlam ile çakışacağı için çareyi bu kuralı ihlal etmekte bulduğunu düşünüyoruz.

Tekvir s. 19. ayetindeki "kerim elçi" nin kimliği konusunda dipnotunda yaptığı açıklamada onun Muhammed (a.s) olduğunu "Cebrail" olduğu şeklindeki ifadelerin doğru olmadığını söylemektedir. Biz Cebrail'in var olup olmadığı açısından değil bu ayetteki kerim resul'un Muhammed (a.s) olup olmadığı açısından ayeti irdeleyeceğiz.

19. ayette bahsedilen kişinin eğer Muhammed (a.s) olduğunu kabul ederek okuyacak olursak şöyle bir durum meydana gelecektir; 20 ve 21. ayetlerde vasıfları sayılan kişinin 23. ayette birisini gördüğünden bahsedilmektedir. Sayın Aktaş ın yorumu üzerinden gidecek olursak , Muhammed (a.s) , Muhammed (a.s) ı görmektedir. Bunun doğru olamayacağını bilen sayın Aktaş bu sefer 23. ayete koyduğu dipnotta görülen şeyin "Allah tan vahyedilen , Allahın büyük tecellisi" olduğunu söylemektedir.

Sayın Aktaş tezini, Cebrail adında birisinin olmadığı üzerine kurmadan bu ayetleri okusaydı , Muhammed (a.s) ın 23. ayette gördüğü beyan edilen şeyin , 19. ayette anlatılan kerim elçi olduğu konusunda, zorlama yorumlara girilmesine gerek kalmazdı.

Necm suresi 5. ayet dipnotunda , "Rahman suresi 1. 2. ayetlerinde Kur'anı öğretenin "Cebrail" değil Allah olduğu bildirilmektedir" demektedir. Rahman suresinde Kur'anı öğretenin elbette Allah olduğunu söylemektedir , ancak sayın Aktaş verdiği dipnotta Kur'anı Cebrail'in öğretmediği sanki Rahman suresi ayetlerinde yer alıyor gibi bir düşüncenin oluşmasına sebeb olmaktadır. Bu düşünceler Allah (c.c) nin , seçtiği beşer elçilere vahyetme keyfiyetinin , meleklerden seçtiği elçiler ile olduğunu düşünmeden yapılan yorumlardır. Allah (c.c) nin melek ile vahyetmesi mesajın onun tarafından ve onun öğretmesi olduğuna herhangi bir halel getirmez.

5. ayette Muhammed (a.s) a Kur'anı öğretenin Allah (c.c) olduğunu düşündüğümüz zaman , sonraki ayetler , Muhammed (a.s) ile 5. ayette bahsedilen kişinin ilişkisini anlatmaktadır. Eğer bu kişinin Allah (c.c) olduğunu iddia edersek , Muhammed (a.s) ile aralarının çok yakın olduğu , onun yere indiği gibi anlatımları Allah (c.c) ile ilişkisini kurmak zorunda kalırız.

Sayın Aktaş , 18. ayetin dipnotunda , 1-18. ayetler arasındaki anlatımların gaybi alemde gerçekleşen olaylar olduğu , bu anlatımların teşbih içerdiği , vahyin Muhammed (a.s) a nasıl ulaştığının anlatıldığını ifade etmektedir. 

Bu düşüncelere katılmakla birlikte sayın Aktaş'ın kaçırdığı noktanın şurası olduğunu düşünmekteyiz ; Evet bu ayetler vahyin gelişini teşbihi ifadeler ile anlatmaktadır, bu anlatılanlarda gerçekleşen olayı Muhammed (a.s) birebir olarak yaşamıştır. Onun yaşadığı bu olay bizlere teşbihen anlatılmaktadır, onun yaşadıklarının teşbihi anlatımı değildir.

Ele almaya çalıştığımız ayetler , Kur'anın Muhammed (a.s) a ulaşması ilgili ayetler olup , sayın Aktaş bu ayetler ile ilgili çevirilerini , Cebrail adında bir vahiy meleğinin olmadığı tezi üzerine kurmaya çalışmıştır. Vahyin ulaşma keyfiyetini anlatan ayetlerde geçen , Cibril , Ruhul emin , Ruhul kudus gibi terimler ile ifade edilen şeylerin ne olduğunu bilmemiz mümkün değildir. Allah (c.c) bu isimlerle soyut bir olguyu bize somutlaştırarak anlatmaktadır. 

Rivayet kitaplarda geçen kanatlı meleklerin gelip Muhammed (a.s) a vahyi getirdiği düşüncesine bizimde katılmamız mümkün değildir , ancak Şura s. 51 de Allah (c.c) nin insanlarla konuşmasının 3 şeklinden biri olan , elçi göndererek vahyetmesi , Hacc. s 75 de Allah (c.c) nin meleklerden elçi seçmesi, Nahl s. 2. ayetinde beyan edilen " O, kullarından dilediğine kendi emrinden melekleri ruh ile indirir ki; Ben'den başka tanrı yoktur, Ben'den sakının, diye uyarsınlar." durum dikkate alınarak ilgili ayetler okunmaya çalışılsaydı , Cebrail in vahiy meleği olmadığının oturtulmaya çalışılması için ilgili ayetler üzerinde bu kadar oynamalar yapılmasına gerek kalmazdı.


Sayın Aktaş'tan şahsım adına şunu beklerdim , ilgili ayetlerin çevirisini Cebrail'in vahiy meleği olmadığı tezi üzerine kurulmuş bir anlayış üzerine kurarak değil , daha objektif bir yaklaşım sergileyerek , bu tezinin ayrı bir yazı konusu yapıp çevirinin dışında bunu paylaşabilirdi. Eleştirilerimiz sadece bu konuda olmayıp , faiz ve örtünme konularında yaptığı dipnot şeklinde açıklamaların yerinin bu çevirinin sayfaları içinde olmaması gerektiğini bu konularda eğer söylecekleri varsa ayrı bir kitap halinde paylaşılması gerektiğini düşünüyoruz. 

Kendisinin de rahatsız olduğunu belirttiği, kişilerin şahsi düşüncelerinin Kur'ana onaylatma merkezli bir çalışma haline gelme tehlikesini taşıyan "anlam yorum" tarzı çeviri çalışmasının bir benzerini , vahyin gelişi , faiz ,örtünme , ile ilgili ayetlerin altına koymuş olduğu dipnotlar la "anlam yorum" tarzını kendisinin de takip ettiğini düşündüğümüzü söylemek istiyoruz.

Şahsım adına söylemek gerekirse , sayın Aktaş'ın yukarıdaki ayetler ile ilgili çevirilerinin yanlış olduğunu iddia etmiş olmam ,  her ne kadar vahyin Muhammed (a.s) a elçi ile inmiş olduğu düşüncesi içinde olsam da, bu ön yargı ile ayetlerin çevirisinin yanlış olduğu iddiasında olmadığımızın anlaşıldığını düşünüyorum. 

Melek kavramı maalesef rivayetlerin gölgesi altında kalmış bir konu olup , Muhammed (a.s) ın vahiy alması konusundaki bazı rivayetlere baktığımızda , Cebrail ile sanki kanka durumunda olup ikide birde onunla görüşen bir kişi durumuna sokulmuştur. Bunun böyle olması mümkün olmayıp, olayın Kur'ani bir zemine oturtulması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu oturtma çalışmalarına eğer , ilgili ayetlerin anlamlarını yerinden oynatmakla başlarsak , doğru bir başlangıç olmayacağı bilinmelidir. 

Sayın Aktaş'ın , Meryem s. 24. ayetine verdiği anlam hakkında da kısaca görüşlerimizi belirtmek istiyoruz. 

Fe nâdâhâ min tahtihâ ellâ tahzenî kad ceale rabbuki tahteki seriyyâ(seriyyen).

Sonra aşağısından , ona "Üzülme" diye bir ses geldi: Rabb'in senin alt tarafında olanı şerefli kılmıştır.

Sayın Aktaş'ın bu ayete verdiği anlamın yanlış olduğunu düşünmemekle birlikte , bağlam gözetilmeden anlam verildiğini düşünüyoruz şöyle ki ; Ayet içinde ki "seriyyen" kelimesi, kendisinin de belirttiği gibi "su yolu" anlamına da gelmektedir. Biz Mü'minun s. 50.  de " Biz, Meryem'in oğlunu ve annesini bir ayet kıldık ve ikisini barınmaya elverişli ve akar suyu olan bir tepede yerleştirdik." şeklindeki beyanın dikkate alınarak "su yolu" anlamının verilerek çevirlmesinin daha doğru olacağını düşünüyoruz. 

Ayrıca ayet içinde ki nida nın doğum öncesi olduğunu düşündüğümüzde , sayın Aktaş tarafından verilen anlamın uygun olması için , ayet içindeki "tahteki" kelimesi yerine "senin karnındaki ni" şeklinde çevrilmeye müsait olan "batın" kelimesi ile ifade edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Sonuç olarak ; sayın Erhan Aktaş'ın yapmış olduğu çevirinin ilk baskısından sonra ,ikinci baskı için tashihe muhtaç yerlerini geecek olan uyarıları dikkate alacağını söyleyerek , bunları ikici baskı da düzelteceğini söylemesi üzerine , şahsımız tarafından gönderilen bazı tashihlerin dikkate alınması , kendisinin bu konuda "Ben yaptım oldu" mantığı içinde bir çalışma yapmamış olması bizi sevindirmiştir. İlk baskısında gördüğümüz ve önemli olarak dikkat çektiğimizi yazımızda ele aldığımız ayetler üzerinde düşüncelerinin aynı olduğunu gördüğümüz için ilgili ayetler üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmak istedik. Yazımızda ele aldığımız ayetleri, biz gibi düşünmediği üzerinden değil , çevirilerdeki hatalar noktasından ele almaya çalıştık. 

Yapılan çevirinin emek ürünü ve uzun yıllar gerektiren bir çalışma olduğu ve bu çalışmalarını bir kalemde üzerinin çizilmesinin haksızlık olduğu düşüncesi içinde yazılmış bir yazı olduğunun önce sayın Aktaş'ın sonra okuyucuların bilmesini isterim. Yapılan hiç bir çeviride sıfır hata olmayacağı bilinci içinde olduğumuzu , kendimiz böyle bir işe girişsek  bizdede hatalar olacağını bilerek böyle bir işe cesaret edemediğimizi itiraf etmek , cesaret edenlerin cesaretlerinin kırmamak gerektiği söyleyerek yapılan eleştirilerin yıkıcı değil yapıcı olmasını düşündüğümüz için, bu yapıcılığa örnek olmak için bunları kaleme almaya çalıştık, sayın Erhan Aktaş'ı tekrar tebrik eder , sürçü lisan ettik ise af ola diyoruz. 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.