Kur'an ön yargılı okunmak sureti ile, kendi bütünlüğü ve muhataplarına iletmek istediği mesaj dikkate alınmadığı zaman, isteyenin istediğini söyletebilme imkanı bulduğu hale gelebilen bir kitaptır. Yasin suresi içinde anlatılan bir kıssada, zikri geçen bir kişinin üzerinden anlatılan bazı sözler, kabir azabı gibi konulara delil olarak sunulmaktadır. Kur'an'ı rivayet veya ön yargı destekli bazı düşünceleri onaylayan bir kitap haline getirmeye çalışmak, yine bu kitabın kendi içindeki bütünlüğü tarafından ret edilerek, kalbinde hastalık olanların elinde oyuncak haline gelmekten kurtarmaktadır.
Yasin suresi içinde adı belirtilmeyen bir şehre iki elçi gönderildiği, bu elçilerin üçüncü bir elçi ile daha desteklendiği, bu elçilere iman etmiş olan bir adamın şehrin diğer ucundan koşarak geldiği ve kavmine elçilere iman etmeleri gerektiğini hatırlattığını görmekteyiz. Konu ile ilgili ayet mealleri şu şekildedir;
[036.020] Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: «Ey kavmim,
elçilere uyun» dedi.
[036.021] «Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru
yoldadırlar.»
[036.022] «Bana ne oluyor ki, beni yaratana kulluk etmeyecekmişim? siz O'na
döndürüleceksiniz.»
[036.023] «Ben, O'nun aşağısından olan ilahlar edinir miyim ki, Rahman (olan Allah),
bana bir zarar dileyecek olsa, ne onların şefaati bana bir şeyle yarar sağlar,
ne de onlar beni kurtarabilirler.»
[036.024] «O durumda ise, gerçekten ben apaçık bir sapıklık içinde olmuş
olurum.»
[036.025] «Şüphesiz ben, sizin Rabbinize iman ettim; işte beni işitin.»
[036.026] Ona: «Cennete gir» denildi. O da: «Keşke benim kavmim de bir
bilseydi» dedi.
[036.027] «Rabbimin beni bağışladığını ve beni ağırlananlardan
kıldığını.»
Kavmine, gelen elçilere iman etmeleri için çağrı yapan kişi, büyük ihtimal kavmi tarafından öldürülür ve konumuzu ilgilendiren taraf ise bu kişinin öldükten sonra söylediği sözlerdir. Yasin s. 26. ve 27. ayetleri okuduğumuz zaman, bu kişinin öldüğü zaman hemen cennete gitmiş olduğu, bu kişinin cennette kavmi için hayıflandığını görmekteyiz.
Kabir hayatının var olduğuna inanan bir kimse için bu ayetler delil işlevi görerek, Bak öldükten sonra cennete gitmiş ve daha hayatta olan kavmi için ah vah ediyor diyebilir. Veya Allah yolunda öldürülenlerin diriler olduğunu beyan eden ayetlerdeki diriliğin, hakiki anlamda bir dirilik olduğunu düşünen bazı kimseler için yine bu ayetler delil işlevi görerek, Bak Allah yolunda ölenler diri olmasa nasıl kavmi ile alakalı olarak konuşabilir şeklinde sözler sarf edebilir.
Fakat Kur'an'daki ölüm ile yeniden diriliş arasında geçen zaman ile ilgili ayetlere baktığımızda, kabirlerinden kalkan kimselerin kabirlerinde hiç bir şeyden habersiz olarak çok az bir zaman kaldıklarını beyan edilmiş olması, bu iddiaların çürümesine sebep olacaktır. Ayrıca cennet ve cehenneme gidişin yeniden diriliş sonrası görülecek hesabın sonrasında olacağını beyan eden ayetleri baz aldığımızda, bu kişinin ölümünün hemen ardından cennete gitmiş olması dikkati çekecektir.
Kavmi tarafından öldürülen kişinin, kavmi henüz hayatta iken söylediği sözleri Kur'an bütünlüğüne dikkat etmeden okumak ve anlamaya çalışmak, görüldüğü üzere bir takım müşkülata yol açacaktır. Öyleyse bu sözleri öyle bir okuyup anlamalıyız ki, Kur'an bütünlüğünde sağlaması yapıldığında herhangi bir çelişkili durum ve müşkülat ortaya çıkmasın.
İlgili ayetlerde ölen kişiye Qıle (denildi) ifadesinin geçmiş zaman sigasında kullanılmış olması, bizlerde cennete girme olayının birebir gerçekleştiği düşüncesi oluşturmamalıdır. Zümer s. 68. ayetinden sonrasını okuyanlar o ayetlerde kıyamet, hesap, cennete ve cehenneme girme olayları ile ilgili anlatımların yine geçmiş zaman sigasında anlatıldığını göreceklerdir. Kur'an'ın yine diğer ayetlerinde henüz vaki olmamış olan sura üfürülme hadisesinin geçmiş zaman sigasında anlatıldığını göreceklerdir.
Dolayısı ile, Yasin s. 26. ve 27. ayetlerinde ölen kişi için kullanılan geçmiş zaman sigasının, kabir hayatı ile ilgili bir delil olarak sunulması Kur'an bütünlüğüne sunulduğu zaman geri tepecektir, çünkü Kur'an henüz vaki olmamış, yani gelecekte olacak olan bazı olaylar için, vaki olmuş gibi geçmiş zaman sigasını kullanabilmektedir.
Biz bu kişinin sözlerini dikkate alarak, bu sözlerin bize dönük olarak nasıl bir mesaj içermiş olabileceğini düşünerek okuduğumuz zaman, ön yargıları da bir tarafa bırakmış olabileceğiz.
Burada o kişinin cennete girmesine sebep olan amelleri dikkate alarak, bizlerin de cennete nasıl gidebileceğini öğrenmek mümkündür. Kişinin konuşmalarını okuduğumuz zaman, onun gelen elçilere iman ettiğini, Allah (c.c) yi tek ilah olarak kabul ettiğini, kavminin işlediği şirk'i ret eden bir hayat sürdüğünü görebiliriz. Böyle bir yaşamın ahiret hayatındaki karşılığı ise, herkes için Cennete gir denilmek olup, cennete girebilmek için gerekli olan kriterler, bu kimsenin yaşamı ve sözleri üzerinden bizlere anlatılmaktadır.
Allah'a ve elçilere iman eden bir hayat sürmek demek, sadece belirli ritüelleri günün ve senenin bazı zamanlarında icra etmek olarak görülmemelidir. Ritüellerin icra edildiği vakitlerin dışında da insan hayatını ilgilendiren her konuda tevhit temelli bir hayat sürmenin ahiret karşılığı cennet olduğu gibi, bu hayatın tersinin sürüldüğü bir yaşam ise cehennemdir.
Kur'an bir çok yerde kıssa yollu anlatımlar ile bizlere bu mesajı vermektedir. Yasin s. 13 ve 29. ayetler arasında da bu mesajı görmekteyiz.
Kıssayı böyle bir perspektiften bakarak okumaya çalıştığımızda, hem ön yargılardan uzak bir okuma yapmış, hem de ön yargılı okumaların sonucu ortaya çıkabilecek çelişkili durumlardan da kurtulmuş olacağız.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
gelen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
gelen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
15 Temmuz 2017 Cumartesi
2 Mart 2016 Çarşamba
TEVBE s. 38-41. Ayetleri : Düşmanlarımızla Savaşmamak Neticesinde Meydana Gelen Toplumsal Yasa
Kur'anın "Sünnetullah" adını verdiği toplumsal yasaların sebepleri ve bu sebeplerin meydana getirdiği sonuçlar, Kur'an içindeki önemli anlatımları teşkil etmektedir. Bu anlatımların amacı, geçmişte yaşanan olaylardan, gelecek olanların ibret alarak dersler çıkarması, ve yollarını ona göre belirlemeleri gerektiği doğrultusunda olup , bizden öncekilerin yaptıkları ve yapmadıkları neticesinde karşılaştıkları sonucun aynısının dün olduğu gibi , bugün , yarın ta ki kıyamete kadar görüleceğinin bilinmesine dairdir.
Bu yazımızda Tevbe s. 38-41. ayetlerini , "Sünnetullah" olgusunu dikkate alan bir okuma yapmaya çalışarak , bu ayetlerdeki yasaların bugün bizler için nasıl işlediği üzerinde durmaya gayret edeceğiz.
Bilindiği üzere "Kıtal" (Harp) bir insanlık gerçeğidir. Bu yolla , müstekbirler müstazafları ezdikleri gibi , aynı yolla müstazaflar müstekbirlerin fesatlarını önleyebilmektedirler.
[002.251] Allah'ın izniyle onları hemen hezimete uğrattılar. Davud da Calut'u öldürdü. Allah ona mülk ve hikmet verdi. Dilemekte olduğunu da ona öğretti. Şayet Allah'ın insanları birbiriyle def'edip savması olmasaydı yeryüzü muhakkak fesada uğrardı. Ancak Allah, alemler üzerinde lutuf sahibidir.
[022.040] Onlar, başka değil, sırf «Rabbimiz Allah'tır» dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları (kötülüklerini) diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir.
Bu noktada asıl olan şey , haksızlığa uğrayanların , gasp edilen haklarını geri almaları için bu savaşı yapmaları gerektiği olup , gasp edilen haklarını geri almak için savaşmayanların ise , zulüm ve baskı altında inlemeye mahkum olmaları, tarih boyunca değişmeyen toplumsal bir yasadır.
Konumuz olan ayetler, bizlere bu gerçeği vurgulamaktadır.
[009.038] Ey iman edenler! Size ne oldu ki «Allah yolunda seferber olunuz!» emri verilince bulunduğunuz yere yığılıp kaldınız? Yoksa âhiretten vazgeçip dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama iyi bilin ki dünya hayatının zevki, âhiretin yanında pek az bir şeydir!
[009.039] Eğer seferber olmazsanız, Allah sizi acı bir azaba uğratır ve sizin yerinize başka bir topluluk getirir de siz savaşa çıkmamakla Onun dinine zerrece zarar veremezsiniz. Çünkü Allah her şeye kadirdir.
[009.040] Siz ona (peygambere) yardım etmezseniz, Allah ona yardım etmiştir. Hani kâfirler ikiden biri olarak onu (Mekke'den) çıkarmışlardı; ikisi mağarada olduklarında arkadaşına şöyle diyordu: «Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle beraberdir.» Böylece Allah ona 'huzur ve güvenlik duygusunu' indirmişti, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, küfre sapanların da kelimesini (küfür çağrılarını) alçaltmıştı. Oysa Allah'ın kelimesi ise, yüce olandır. Allah üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.
[009.041] Ey müminler! Sizler gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak hep birlikte seferber olunuz, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Eğer anlıyorsanız, sizin için hayırlı olan budur.
Tevbe s. 39. ayeti, Allah (c.c) yolunda yapılması gerekli olan seferberliğin yapılmaması halinde meydana gelecek olan durumu beyan etmektedir. Eğer Allah (c.c) ye iman ettiğini iddia edenler , savaşılması gereken durumlarda , bu savaşı yapmayarak oturmayı tercih ederlerse , bu yaptıkları onlara ZİLLET ve ESARET olarak geri dönecektir.
Bu ayetler , dün Medine deki Müslümanların savaş konusundaki isteksiz davranışlarının onlara ne gibi bir zararı dokunacağı beyan ederek , bu zararın değişmez bir yasa olduğunu bizlere hatırlatarak , aynı fiilin işlenmesi durumunda bizlerin de bu yasanın getirdikleri ile karşı karşıya kalacağımız mutlak bir gerçektir.
Medine Müslümanlarına örnek olarak anlatılan geçmişteki hayatlardan kesitler olan kıssalarda, yurtlarından çıkarılmış olanların , çıkarıldıkları bu yerlere nasıl dönebilecekleri ve buralarda nasıl bir hakimiyet tesis edecekleri ,özellikle "Talut Kıssası" ile veciz bir biçimde anlatılmaktadır. Bu kıssa okunduğunda , ortak yönleri "İnsan" olan İsrailoğulları ve Müslümanların, düşmana karşı bir isteksizlik içinde olduklarını da görebiliriz.
[002.246] Musa'dan sonra İsrailoğullarından bir topluluğu görmedin mi ? Hani, onlar nebilerine bize bir hükümdar gönder ki, Allah yolunda savaşalım, dediler. Nebileri de: Üzerinize savaş farz edilir de ya savaşmazsanız? dedi. Onlar dediler ki: Biz Allah yolunda neden savaşmayalım? Hem yurtlarımızdan çıkarıldık, hem de oğullarımızdan (ayrıldık) . Fakat onların üzerine savaş farz edildiği vakit, içlerinden pek azı müstesna hep geri döndüler. Allah, zalimleri çok iyi bilendir.
Tevbe s. 39. ayetinde , iman edenlerde düşmana karşı oluşacak olan savaş isteksizliğinin, onlara "Acı bir azap ve kendilerinin yerine başka bir topluluk gelmesi" şeklinde bir karşılığı olacağının beyan edilmiş olmasının, yaşadığımız hayatta ki bugünkü karşılığının nasıl olduğunu görmek , ve içinde bulunduğumuz bu durumdan çıkmanın yolunu, yine bize rehber olan kitaptan okumak durumundayız.
Bugün İslam coğrafyasının büyük bir kısmını teşkil eden topraklara baktığımızda , geçmiş zamanlarda Müslümanların yapmış oldukları hatalar neticesinde ellerindeki gücü kaybederek , güçsüz duruma düştükleri , ve bu durumun halen devam ettiğini söylemek , "Görünün köy klavuz istemez" misali, yanlış olmayacaktır. İslam coğrafyasının çok büyük bir kısmı , kafirler tarafından ya askeri işgale , ya da sosyal ve ekonomik yönden işgale uğramış vaziyettedir.
Biz Müslümanların içinde bulunduğumuz bu durum , 1- Bizlerin bu duruma düşmemize sebep olan hatalar , 2- Bizlerin içinde bulunduğumuz durumdan kurtulma yollarının aranması, şeklinde 2 başlık altında incelenebilir.
Mü'min veya Kafir farkı olmadan , hangi inanç bayrağı altında olurlarsa olsunlar, bu toplulukların sahip oldukları bir inanç değerleri olup, Mü'min veya kafirlerin bu inançlarının yaşanan hayatlar üzerinde etkili olması gibi bir misyonları bulunmaktadır. Bu gerçeği ayetlerde şu şekilde görmekteyiz.
[008.039] Fitne kalmayıp, yalnız Allah'ın dini kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse bilsinler ki Allah onların işlediklerini şüphesiz görür.
[009.033] Müşriklerin hoşuna gitmese de kendi dinini diğer bütün dinlere karşı üstün getirmek üzere peygamberini doğru yol ve gerçek din ile gönderen O'dur.
[004.076] İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de tağut yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın taraftarlarına karşı savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır.
Müslüman bir inanca sahip olanlar , bu inançlarının diğer insanlar üzerinde etkisi olması ve onlar tarafından da kabul görmesi için , Kafir bir inanca sahip olanlarda kendi inançlarının diğer insanlar üzerinde etkili olması için çalışmaları ret edilemez bir gerçektir. Savaş , bu isteğin gerçekleşmesi yönünde her iki tarafın da kullandığı bir yol olarak binlerce yıldır süregelen bir olgudur.
Mü'min -Kafir şeklinde meydana gelen yeryüzündeki denge , hiç bir zaman boşluk kabul etmez. Eğer Mü'min tarafı terazinin hafif basan kefesinde yer alırsa , ağır basan tarafında kafirler olacak , eğer kafir tarafı terazinin hafif basan kefesinde yer alırsa, ağır basan kefesinde Müslümanlar olacaktır. Çeşitli sebepler yüzünden bu denge uzun senelerdir kafirler lehine değişerek , terazinin ağır basan tarafına yerleşmiş bir halde , yeryüzünde fitne ve fesada devam etmektedirler.
[008.046] Allah'a ve Peygamberine itaat edin; çekişmeyin, yoksa korkar başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz gider. Sabredin, doğrusu Allah sabredenlerle beraberdir.
Dengenin bozulmasından en fazla zarar gören toplulukların başında maalesef bizler gelmekteyiz. Halbuki bizler bırakınız zulüm görmeyi , bu zulme engel olarak yeryüzünde ıslahı ikame etmek ile görevli kimseler iken , kendi aramızda kin , öfke , nifak , fırkalaşmak gibi unsurları sokarak güçsüz düşmüş, böylelikle bizden boşalan yeri kafirlerin doldurmasına kendi elimiz ile onlara fırsat tanıyarak, yeryüzünde fesadın yayılmasına sebep olan bir topluluk haline gelmişiz.
Tevbe s. 39. ayeti , bizlerin birbirimizi yememiz sonucunda ortaya çıkacak olan durumu bizlere haber vererek , bu duruma düşmemek için gerekenlerin yapılmasını emretmektedir.
[009.039] Eğer seferber olmazsanız, Allah sizi acı bir azaba uğratır ve sizin yerinize başka bir topluluk getirir de siz savaşa çıkmamakla Onun dinine zerrece zarar veremezsiniz. Çünkü Allah her şeye kadirdir.
"Seferber olmak" emrini , "İçinde savaşın da dahil olduğu , ve küfrün yeryüzünde hakimiyet ortamı bulma imkanının kafirlere verilmemesi" ni ifade eden geniş bir anlam çerçevesinde anladığımızda ,bunları yapmadığımız zaman kafirlerin şu andaki yeryüzündeki sahip oldukları durum ortaya çıkacaktır.
Müslümanların bilim , teknoloji , sosyal , ekonomi , askeri v.s gibi her yönden seferberlik hareketine girişerek , her konuda dünyanın en kuvvetli gücü haline gelmeleri gerekirken , bunların yapılmaması neticesinde , ayet içinde vaat edilen "ACI BİR AZAP" haberi gerçekleşerek , biz Müslümanlar kafirler tarafından çoluk ,çocuk , kadın , erkek ayırt edilmeden her türlü zulme maruz kalmaktayız.
Ayetin haber verdiği ikinci bir vaat olan , " BİZİM YERİMİZE BAŞKA BİR TOPLUĞUN GELMESİ" yine gerçekleşerek , İslam coğrafyası hem fiili olarak askeri yönden kafirlerin işgaline uğramış , hemde kendilerini bağımsız zanneden halkı Müslüman olan ülkelerin uyguladıkları siyasi ve ekonomik yönetim şekilleri ile kafirlerin üretimi olan sistemlere teslim olarak , onlar tarafından topyekün işgalimiz gerçekleşmiştir.
Bir kısım İslam coğrafyası , İsrail , Amerika , Rusya gibi müstekbirler tarafından fiili olarak askeri işgale maruz kalırken , diğer bir kısım İslam coğrafyası ise , bu gibi ülkelerin ürettikleri ürünleri tüketen ve onların kültürlerine ve yönetim sistemlerine sempati duyan bir toplum haline gelerek , ekonomik , siyasi ve sosyal olarak işgal edilmiş vaziyettedir.
Eskiden sadece askeri işgal yolu şeklinde ortaya çıkan sömürgecilik , artık başka şekillerde de ortaya çıkmaktadır. Bir ülkenin başka ülkeye muhtaç olan bir hayat sürmesi , o ülkenin ekonomik ve sosyal olarak işgal edilmesini de beraberinde getirecektir.
Ekonomik , sosyal , askeri , siyasi , ahlaki v.s gibi değerlerin İslam dışındaki başka topluluklardan ithal edilerek , İslam coğrafyasında yaşayanlar üzerinde hakim kılınması , o coğrafyanın işgali anlamına gelmektedir. Bu işgalden kurtuluş çareleri aranmadıkça , İslam coğrafyası üzerindeki zillet ve esaret sona ermeyecektir.
Bu durumdan nasıl çıkılır ?, kafirlerin zulmü nasıl sona erer? .
[011.113] Ve zulm edenlere meyl etmeyin ki size ateş dokunur, ve Allahdan başka velîleriniz de yoktur sonra yardım göremezsiniz.
Hud s. 113. ayeti , bugün Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz durumun sebebini "Zulm edenlere meyletmek ve Allah tan başka veliler edinmek" şeklinde sürülen hayatların sonucu olduğunu haber vermektedir.
Biz Müslümanların , "Zulmedenlere meyletmemek ve Allah tan başka veliler edinmemek" şeklindeki emri hayatımıza pratize şekli bu sorunun cevabı olarak anlaşılıp , okunarak hayata aktarıldığında, şu anda dünyanın içinde bulunduğu duruma karşı çözümler üretilmeye başlanacaktır.
Kur'anın bir çok ayeti, kafirler ile velayet yani işlerimizi onlara havale etmek şeklindeki yaklaşımları ret ederek , kendi kaynağımızı kullanarak ürettiğimiz değerlerin hayata geçirilmesi gerektiği emretmektedir. Ne acıdır ki, biz Müslümanların elindekinin kıymetini bilmeyen bir tutum içine girerek , başkalarının ellerinde olanlara ilgi ve heves duyan bir yaşam tarzını tercih etmiş olması ,bizleri bugünleri görmeyi hak eden bir topluluk haline getirmiştir.
Müslümanların şu anda içinde bulunduğu ZİLLET ve ESARET ten kurtulma yolunun ilk basamağını atlamaları , öncelikle böyle bir durumda olduklarının farkına varmaları ile gerçekleşecektir. İçinde bulunulan durumdan rahatsız olan bir yaşam sürmek , bazı şeylerin farkında olmanın ve kurtulma çarelerini de aramanın yolunu açacaktır.
Tevbe s. 39. ayet içinde belirtilen "Topyekün seferberlik" emrinin , teknolojik , askeri , sosyal , ekonomik , ahlaki bir kalkınma emrini ifade ettiğini söyleyebiliriz. Savaşmak gücüne sahip olmak demek, her yönden kalkınmışlığın bir neticesi olup , savaşacak gücü elinde bulunduramayanlar, her yönden savaşacak gücü elinde bulunduranların kölesi olmaya mahkumdur.
Bizler Kur'anı okurken , ilk muhataplar olan Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanların , çıkarıldıkları Mekke ye muzaffer biçimde geri dönmeleri için nasıl hazırlandıklarına dikkat eden bir okuma yapmaya çalıştığımız zaman , Kur'an mantığını ve mesajını daha kolay çözmüş olacağımızı söyleyebiliriz.
Mekke şehri , müşriklerin kalesi konumunda olan bir şehir olarak , Medine deki Müslümanların nihai bir hedefi idi. Medine hicreti ile başlayan hareketin tek gayesi , müşriklerin güç ve kuvvetlerinin sembolü ve ŞİRK'İN KALESİ olan bu şehrin, Müslümanlar tarafından fethedilerek tevhidin bir sembolü haline getirilmesi idi.
Bizler bu hedefi gözeten bir Kur'an okumaları yapıp , nihai hedef olarak şu anda ŞİRK'İN KALESİ (Mekke) konumunda olan yerleri TEVHİDİN KALESİ konumuna getirmeyi amaçlayan bir bir yaşamın gerektirdiklerini yapmakla mükellef bir topluluk olduğumuzu unutmayan bir iman iddiası içinde bulunmamız gerekmektedir.
Bizler yaşadığımız dünyayı "Tevhidin Kalesi" yapmak için çalışmadıkça , yaşadığımız dünyayı "Şirk'in Kalesi" yapmaya çalışanlar meydanı boş bularak , şu andaki yaşanan dünyanın ortaya çıkmasına sebep olacaklardır.
Medine de inen ayetlere baktığımızda , dikkatimizi çeken en önemli vurgu, kafirler ile olan savaşlar ve bu savaşlardaki insan tipleridir. Savaş , hayat içinde istenmese dahi çoğu zaman kaçınılmaz olarak baş vurulması gereken bir yol olarak , Müslümanların karşılaştığı bir olgu olup , bu savaştan kaçmak şeklinde ortaya çıkan durum sert biçimde eleştirilerek , bu savaştan kaçanların "Münafık" sıfatlı kişiler olduğu bir çok yerde hatırlatılmaktadır.
İman- Küfür savaşının her an devam ettiği bir dünyada , "İman" safında yer almak iddiasının getirdiği bir takım yükümlülüklerin yerine getirilmesi , olmazsa olmaz şartlardandır. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi neticesinde ortaya çıkacak olan durumdan tüm Müslümanlar sorumlu olacaktır.
Sonuç olarak ; Savaş bir dünya gerçeği olup , inandığımız değerleri dünyaya hakim kılmak için yapılması gereken seferberlik hareketinin bir parçasıdır. Eğer bizler bu hareketi yapmaz isek , başkaları yaparak , bizleri zillet ve esaret altına alacaktır. Bu değişmez bir yasa olup şu anda yaşadığımız dünya içindeki durumumuz , savaş gerçeğini göz ardı eden yaşam tarzı ve onun gereğini yapmamanın bir sonucudur.
Savaşacak güç sahibi olmak demek , ekonomik , sosyal , askeri , siyasi , ahlaki v.s gibi bütün değerler noktasında üst seviyede olmayı gerektiren bir güç sahibi olmayı da beraberinde getirmesi gerektirdiği unutulmamalıdır. Şu anda sadece askeri gücü kullanarak insani ve ahlaki değerleri gözetmeyenlerin dünyayı ne hale getirdiklerini gördüğümüzde , eksik olan tarafın insana değer vermemek olduğunu görürüz.
Haksız yere bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmek gibi olduğunu bildiren Rabbimizin bize indirmiş olduğu değerler bütünü kevni ayetler ile birlikte okunmadığı müddetçe dünya kan gölü olmaya devam edecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu yazımızda Tevbe s. 38-41. ayetlerini , "Sünnetullah" olgusunu dikkate alan bir okuma yapmaya çalışarak , bu ayetlerdeki yasaların bugün bizler için nasıl işlediği üzerinde durmaya gayret edeceğiz.
Bilindiği üzere "Kıtal" (Harp) bir insanlık gerçeğidir. Bu yolla , müstekbirler müstazafları ezdikleri gibi , aynı yolla müstazaflar müstekbirlerin fesatlarını önleyebilmektedirler.
[002.251] Allah'ın izniyle onları hemen hezimete uğrattılar. Davud da Calut'u öldürdü. Allah ona mülk ve hikmet verdi. Dilemekte olduğunu da ona öğretti. Şayet Allah'ın insanları birbiriyle def'edip savması olmasaydı yeryüzü muhakkak fesada uğrardı. Ancak Allah, alemler üzerinde lutuf sahibidir.
[022.040] Onlar, başka değil, sırf «Rabbimiz Allah'tır» dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları (kötülüklerini) diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir.
Bu noktada asıl olan şey , haksızlığa uğrayanların , gasp edilen haklarını geri almaları için bu savaşı yapmaları gerektiği olup , gasp edilen haklarını geri almak için savaşmayanların ise , zulüm ve baskı altında inlemeye mahkum olmaları, tarih boyunca değişmeyen toplumsal bir yasadır.
Konumuz olan ayetler, bizlere bu gerçeği vurgulamaktadır.
[009.038] Ey iman edenler! Size ne oldu ki «Allah yolunda seferber olunuz!» emri verilince bulunduğunuz yere yığılıp kaldınız? Yoksa âhiretten vazgeçip dünya hayatına mı razı oldunuz? Ama iyi bilin ki dünya hayatının zevki, âhiretin yanında pek az bir şeydir!
[009.039] Eğer seferber olmazsanız, Allah sizi acı bir azaba uğratır ve sizin yerinize başka bir topluluk getirir de siz savaşa çıkmamakla Onun dinine zerrece zarar veremezsiniz. Çünkü Allah her şeye kadirdir.
[009.040] Siz ona (peygambere) yardım etmezseniz, Allah ona yardım etmiştir. Hani kâfirler ikiden biri olarak onu (Mekke'den) çıkarmışlardı; ikisi mağarada olduklarında arkadaşına şöyle diyordu: «Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle beraberdir.» Böylece Allah ona 'huzur ve güvenlik duygusunu' indirmişti, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, küfre sapanların da kelimesini (küfür çağrılarını) alçaltmıştı. Oysa Allah'ın kelimesi ise, yüce olandır. Allah üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.
[009.041] Ey müminler! Sizler gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak hep birlikte seferber olunuz, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Eğer anlıyorsanız, sizin için hayırlı olan budur.
Tevbe s. 39. ayeti, Allah (c.c) yolunda yapılması gerekli olan seferberliğin yapılmaması halinde meydana gelecek olan durumu beyan etmektedir. Eğer Allah (c.c) ye iman ettiğini iddia edenler , savaşılması gereken durumlarda , bu savaşı yapmayarak oturmayı tercih ederlerse , bu yaptıkları onlara ZİLLET ve ESARET olarak geri dönecektir.
Bu ayetler , dün Medine deki Müslümanların savaş konusundaki isteksiz davranışlarının onlara ne gibi bir zararı dokunacağı beyan ederek , bu zararın değişmez bir yasa olduğunu bizlere hatırlatarak , aynı fiilin işlenmesi durumunda bizlerin de bu yasanın getirdikleri ile karşı karşıya kalacağımız mutlak bir gerçektir.
Medine Müslümanlarına örnek olarak anlatılan geçmişteki hayatlardan kesitler olan kıssalarda, yurtlarından çıkarılmış olanların , çıkarıldıkları bu yerlere nasıl dönebilecekleri ve buralarda nasıl bir hakimiyet tesis edecekleri ,özellikle "Talut Kıssası" ile veciz bir biçimde anlatılmaktadır. Bu kıssa okunduğunda , ortak yönleri "İnsan" olan İsrailoğulları ve Müslümanların, düşmana karşı bir isteksizlik içinde olduklarını da görebiliriz.
[002.246] Musa'dan sonra İsrailoğullarından bir topluluğu görmedin mi ? Hani, onlar nebilerine bize bir hükümdar gönder ki, Allah yolunda savaşalım, dediler. Nebileri de: Üzerinize savaş farz edilir de ya savaşmazsanız? dedi. Onlar dediler ki: Biz Allah yolunda neden savaşmayalım? Hem yurtlarımızdan çıkarıldık, hem de oğullarımızdan (ayrıldık) . Fakat onların üzerine savaş farz edildiği vakit, içlerinden pek azı müstesna hep geri döndüler. Allah, zalimleri çok iyi bilendir.
Tevbe s. 39. ayetinde , iman edenlerde düşmana karşı oluşacak olan savaş isteksizliğinin, onlara "Acı bir azap ve kendilerinin yerine başka bir topluluk gelmesi" şeklinde bir karşılığı olacağının beyan edilmiş olmasının, yaşadığımız hayatta ki bugünkü karşılığının nasıl olduğunu görmek , ve içinde bulunduğumuz bu durumdan çıkmanın yolunu, yine bize rehber olan kitaptan okumak durumundayız.
Bugün İslam coğrafyasının büyük bir kısmını teşkil eden topraklara baktığımızda , geçmiş zamanlarda Müslümanların yapmış oldukları hatalar neticesinde ellerindeki gücü kaybederek , güçsüz duruma düştükleri , ve bu durumun halen devam ettiğini söylemek , "Görünün köy klavuz istemez" misali, yanlış olmayacaktır. İslam coğrafyasının çok büyük bir kısmı , kafirler tarafından ya askeri işgale , ya da sosyal ve ekonomik yönden işgale uğramış vaziyettedir.
Biz Müslümanların içinde bulunduğumuz bu durum , 1- Bizlerin bu duruma düşmemize sebep olan hatalar , 2- Bizlerin içinde bulunduğumuz durumdan kurtulma yollarının aranması, şeklinde 2 başlık altında incelenebilir.
Mü'min veya Kafir farkı olmadan , hangi inanç bayrağı altında olurlarsa olsunlar, bu toplulukların sahip oldukları bir inanç değerleri olup, Mü'min veya kafirlerin bu inançlarının yaşanan hayatlar üzerinde etkili olması gibi bir misyonları bulunmaktadır. Bu gerçeği ayetlerde şu şekilde görmekteyiz.
[008.039] Fitne kalmayıp, yalnız Allah'ın dini kalana kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse bilsinler ki Allah onların işlediklerini şüphesiz görür.
[009.033] Müşriklerin hoşuna gitmese de kendi dinini diğer bütün dinlere karşı üstün getirmek üzere peygamberini doğru yol ve gerçek din ile gönderen O'dur.
[004.076] İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler de tağut yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın taraftarlarına karşı savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır.
Müslüman bir inanca sahip olanlar , bu inançlarının diğer insanlar üzerinde etkisi olması ve onlar tarafından da kabul görmesi için , Kafir bir inanca sahip olanlarda kendi inançlarının diğer insanlar üzerinde etkili olması için çalışmaları ret edilemez bir gerçektir. Savaş , bu isteğin gerçekleşmesi yönünde her iki tarafın da kullandığı bir yol olarak binlerce yıldır süregelen bir olgudur.
Mü'min -Kafir şeklinde meydana gelen yeryüzündeki denge , hiç bir zaman boşluk kabul etmez. Eğer Mü'min tarafı terazinin hafif basan kefesinde yer alırsa , ağır basan tarafında kafirler olacak , eğer kafir tarafı terazinin hafif basan kefesinde yer alırsa, ağır basan kefesinde Müslümanlar olacaktır. Çeşitli sebepler yüzünden bu denge uzun senelerdir kafirler lehine değişerek , terazinin ağır basan tarafına yerleşmiş bir halde , yeryüzünde fitne ve fesada devam etmektedirler.
[008.046] Allah'a ve Peygamberine itaat edin; çekişmeyin, yoksa korkar başarısızlığa düşersiniz ve kuvvetiniz gider. Sabredin, doğrusu Allah sabredenlerle beraberdir.
Dengenin bozulmasından en fazla zarar gören toplulukların başında maalesef bizler gelmekteyiz. Halbuki bizler bırakınız zulüm görmeyi , bu zulme engel olarak yeryüzünde ıslahı ikame etmek ile görevli kimseler iken , kendi aramızda kin , öfke , nifak , fırkalaşmak gibi unsurları sokarak güçsüz düşmüş, böylelikle bizden boşalan yeri kafirlerin doldurmasına kendi elimiz ile onlara fırsat tanıyarak, yeryüzünde fesadın yayılmasına sebep olan bir topluluk haline gelmişiz.
Tevbe s. 39. ayeti , bizlerin birbirimizi yememiz sonucunda ortaya çıkacak olan durumu bizlere haber vererek , bu duruma düşmemek için gerekenlerin yapılmasını emretmektedir.
[009.039] Eğer seferber olmazsanız, Allah sizi acı bir azaba uğratır ve sizin yerinize başka bir topluluk getirir de siz savaşa çıkmamakla Onun dinine zerrece zarar veremezsiniz. Çünkü Allah her şeye kadirdir.
"Seferber olmak" emrini , "İçinde savaşın da dahil olduğu , ve küfrün yeryüzünde hakimiyet ortamı bulma imkanının kafirlere verilmemesi" ni ifade eden geniş bir anlam çerçevesinde anladığımızda ,bunları yapmadığımız zaman kafirlerin şu andaki yeryüzündeki sahip oldukları durum ortaya çıkacaktır.
Müslümanların bilim , teknoloji , sosyal , ekonomi , askeri v.s gibi her yönden seferberlik hareketine girişerek , her konuda dünyanın en kuvvetli gücü haline gelmeleri gerekirken , bunların yapılmaması neticesinde , ayet içinde vaat edilen "ACI BİR AZAP" haberi gerçekleşerek , biz Müslümanlar kafirler tarafından çoluk ,çocuk , kadın , erkek ayırt edilmeden her türlü zulme maruz kalmaktayız.
Ayetin haber verdiği ikinci bir vaat olan , " BİZİM YERİMİZE BAŞKA BİR TOPLUĞUN GELMESİ" yine gerçekleşerek , İslam coğrafyası hem fiili olarak askeri yönden kafirlerin işgaline uğramış , hemde kendilerini bağımsız zanneden halkı Müslüman olan ülkelerin uyguladıkları siyasi ve ekonomik yönetim şekilleri ile kafirlerin üretimi olan sistemlere teslim olarak , onlar tarafından topyekün işgalimiz gerçekleşmiştir.
Bir kısım İslam coğrafyası , İsrail , Amerika , Rusya gibi müstekbirler tarafından fiili olarak askeri işgale maruz kalırken , diğer bir kısım İslam coğrafyası ise , bu gibi ülkelerin ürettikleri ürünleri tüketen ve onların kültürlerine ve yönetim sistemlerine sempati duyan bir toplum haline gelerek , ekonomik , siyasi ve sosyal olarak işgal edilmiş vaziyettedir.
Eskiden sadece askeri işgal yolu şeklinde ortaya çıkan sömürgecilik , artık başka şekillerde de ortaya çıkmaktadır. Bir ülkenin başka ülkeye muhtaç olan bir hayat sürmesi , o ülkenin ekonomik ve sosyal olarak işgal edilmesini de beraberinde getirecektir.
Ekonomik , sosyal , askeri , siyasi , ahlaki v.s gibi değerlerin İslam dışındaki başka topluluklardan ithal edilerek , İslam coğrafyasında yaşayanlar üzerinde hakim kılınması , o coğrafyanın işgali anlamına gelmektedir. Bu işgalden kurtuluş çareleri aranmadıkça , İslam coğrafyası üzerindeki zillet ve esaret sona ermeyecektir.
Bu durumdan nasıl çıkılır ?, kafirlerin zulmü nasıl sona erer? .
[011.113] Ve zulm edenlere meyl etmeyin ki size ateş dokunur, ve Allahdan başka velîleriniz de yoktur sonra yardım göremezsiniz.
Hud s. 113. ayeti , bugün Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz durumun sebebini "Zulm edenlere meyletmek ve Allah tan başka veliler edinmek" şeklinde sürülen hayatların sonucu olduğunu haber vermektedir.
Biz Müslümanların , "Zulmedenlere meyletmemek ve Allah tan başka veliler edinmemek" şeklindeki emri hayatımıza pratize şekli bu sorunun cevabı olarak anlaşılıp , okunarak hayata aktarıldığında, şu anda dünyanın içinde bulunduğu duruma karşı çözümler üretilmeye başlanacaktır.
Kur'anın bir çok ayeti, kafirler ile velayet yani işlerimizi onlara havale etmek şeklindeki yaklaşımları ret ederek , kendi kaynağımızı kullanarak ürettiğimiz değerlerin hayata geçirilmesi gerektiği emretmektedir. Ne acıdır ki, biz Müslümanların elindekinin kıymetini bilmeyen bir tutum içine girerek , başkalarının ellerinde olanlara ilgi ve heves duyan bir yaşam tarzını tercih etmiş olması ,bizleri bugünleri görmeyi hak eden bir topluluk haline getirmiştir.
Müslümanların şu anda içinde bulunduğu ZİLLET ve ESARET ten kurtulma yolunun ilk basamağını atlamaları , öncelikle böyle bir durumda olduklarının farkına varmaları ile gerçekleşecektir. İçinde bulunulan durumdan rahatsız olan bir yaşam sürmek , bazı şeylerin farkında olmanın ve kurtulma çarelerini de aramanın yolunu açacaktır.
Tevbe s. 39. ayet içinde belirtilen "Topyekün seferberlik" emrinin , teknolojik , askeri , sosyal , ekonomik , ahlaki bir kalkınma emrini ifade ettiğini söyleyebiliriz. Savaşmak gücüne sahip olmak demek, her yönden kalkınmışlığın bir neticesi olup , savaşacak gücü elinde bulunduramayanlar, her yönden savaşacak gücü elinde bulunduranların kölesi olmaya mahkumdur.
Bizler Kur'anı okurken , ilk muhataplar olan Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanların , çıkarıldıkları Mekke ye muzaffer biçimde geri dönmeleri için nasıl hazırlandıklarına dikkat eden bir okuma yapmaya çalıştığımız zaman , Kur'an mantığını ve mesajını daha kolay çözmüş olacağımızı söyleyebiliriz.
Mekke şehri , müşriklerin kalesi konumunda olan bir şehir olarak , Medine deki Müslümanların nihai bir hedefi idi. Medine hicreti ile başlayan hareketin tek gayesi , müşriklerin güç ve kuvvetlerinin sembolü ve ŞİRK'İN KALESİ olan bu şehrin, Müslümanlar tarafından fethedilerek tevhidin bir sembolü haline getirilmesi idi.
Bizler bu hedefi gözeten bir Kur'an okumaları yapıp , nihai hedef olarak şu anda ŞİRK'İN KALESİ (Mekke) konumunda olan yerleri TEVHİDİN KALESİ konumuna getirmeyi amaçlayan bir bir yaşamın gerektirdiklerini yapmakla mükellef bir topluluk olduğumuzu unutmayan bir iman iddiası içinde bulunmamız gerekmektedir.
Bizler yaşadığımız dünyayı "Tevhidin Kalesi" yapmak için çalışmadıkça , yaşadığımız dünyayı "Şirk'in Kalesi" yapmaya çalışanlar meydanı boş bularak , şu andaki yaşanan dünyanın ortaya çıkmasına sebep olacaklardır.
Medine de inen ayetlere baktığımızda , dikkatimizi çeken en önemli vurgu, kafirler ile olan savaşlar ve bu savaşlardaki insan tipleridir. Savaş , hayat içinde istenmese dahi çoğu zaman kaçınılmaz olarak baş vurulması gereken bir yol olarak , Müslümanların karşılaştığı bir olgu olup , bu savaştan kaçmak şeklinde ortaya çıkan durum sert biçimde eleştirilerek , bu savaştan kaçanların "Münafık" sıfatlı kişiler olduğu bir çok yerde hatırlatılmaktadır.
İman- Küfür savaşının her an devam ettiği bir dünyada , "İman" safında yer almak iddiasının getirdiği bir takım yükümlülüklerin yerine getirilmesi , olmazsa olmaz şartlardandır. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi neticesinde ortaya çıkacak olan durumdan tüm Müslümanlar sorumlu olacaktır.
Sonuç olarak ; Savaş bir dünya gerçeği olup , inandığımız değerleri dünyaya hakim kılmak için yapılması gereken seferberlik hareketinin bir parçasıdır. Eğer bizler bu hareketi yapmaz isek , başkaları yaparak , bizleri zillet ve esaret altına alacaktır. Bu değişmez bir yasa olup şu anda yaşadığımız dünya içindeki durumumuz , savaş gerçeğini göz ardı eden yaşam tarzı ve onun gereğini yapmamanın bir sonucudur.
Savaşacak güç sahibi olmak demek , ekonomik , sosyal , askeri , siyasi , ahlaki v.s gibi bütün değerler noktasında üst seviyede olmayı gerektiren bir güç sahibi olmayı da beraberinde getirmesi gerektirdiği unutulmamalıdır. Şu anda sadece askeri gücü kullanarak insani ve ahlaki değerleri gözetmeyenlerin dünyayı ne hale getirdiklerini gördüğümüzde , eksik olan tarafın insana değer vermemek olduğunu görürüz.
Haksız yere bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmek gibi olduğunu bildiren Rabbimizin bize indirmiş olduğu değerler bütünü kevni ayetler ile birlikte okunmadığı müddetçe dünya kan gölü olmaya devam edecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
14 Ekim 2015 Çarşamba
Meryem'e Gelen Ruh Zekeriyya (a.s) mı idi ?
Kur'an okumalarında yapılan yanlışlardan birisi , okunan ayetin kişisel , mezhepsel , düşünsel önyargılar ışığında okunarak , ön yargıları tasdikleyen bir ayet haline getirilmesi çalışmalarıdır. Bu duruma örnek vermeye çalışacağımız yazımızda , İsa (a.s) ın doğumunu anlatan Meryem suresi içindeki ayetlerde , Meryem'e gelen elçinin kimliği konusunda yapılan bir takım spekülatif yorumların ne kadar doğru olabileceği ve ön yargılı bir okumanın kişiyi nasıl trajikomik bir duruma düşürebileceği üzerinde düşüncelerimizi paylaşacağız.
Konumuz ile ilgili ayetlerin metni ve meali şöyledir.
Vezkur fil kitâbı meryem(meryeme), izintebezet min ehlihâ mekânen şarkıyyâ(şarkıyyen).
[019.016] Kitap'ta Meryem'i de zikret. Hani o, ailesinden kopup doğu tarafında bir yere çekilmişti.
Fettehazet min dûnihim hicâben fe erselnâ ileyhâ rûhanâ fe temessele lehâ beşeren seviyyâ(seviyyen).
[019.017] Onlardan öte bir perde çekti derken kendisine ruhumuzu gönderdik de düzgün bir beşer halinde ona temessül ediverdi
Kâlet innî eûzu bir rahmâni minke in kunte tekıyyâ(tekıyyen).
[019.018] Rahman'a sığınırım senden, dedi. Eğer takva sahibi isen.
Kâle innemâ ene resûlu rabbiki li ehebe leki gulâmen zekiyyâ(zekiyyen).
[019.019] Demişti ki: «Ben, yalnızca Rabbinden bir elçiyim; sana tertemiz bir erkek çocuk armağan etmek için.»
Kâlet ennâ yekûnu lî gulâmun ve lem yemsesnî beşerun ve lem eku bagıyyâ(bagıyyen).
[019.020] O: «Benim nasıl bir erkek-çocuğum olabilir? Bana hiç bir beşer dokunmamışken ve ben azgın-utanmaz değilken» dedi.
Kâle kezâlik(kezâliki), kâle rabbuki huve aleyye heyyin(heyyinun), ve li nec’alehû âyeten lin nâsi ve rahmeten minnâ, ve kâne emren makdıyyâ(makdıyyen).
[019.021] «İşte böyle» dedi. «Rabbin, dedi ki: -Bu benim için kolaydır. Onu insanlara bir ayet ve bizden bir rahmet kılmak için .» Ve iş de olup bitmiştir.
Meryem'in ,kendisine gönderilmiş olan Ruh ile olan konuşmasını anlatan bu ayetler , farklı bakış açıları doğrultusunda yorumlanarak , "Ruh" olarak bahsedilen kişinin, Zekeriyya (a.s) olduğu iddia edilmektedir.
Bu iddiayı dile getirenlerden birisi de sayın Hakkı Yılmaz 'dır , "Tebyin'ül Kur'an" adlı eserinde , Meryem suresinin bu konu ile ilgili ayetlerini şu şekilde yorumlamaktadır
Sayın Yılmaz , "Meryem'e gönderilen ruh" başlığı altında şunları söyleyerek gelen ruh'un Zekeriyya (a.s) olduğunu iddia etmektedir.
"Kadr suresinin tahlilinde yaptığımız ayrıntılı açıklamalarda belirttiğimiz gibi, “ruh” sözcüğü Kur’an’da hep “vahiy, ilâhî bilgi” anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla 17. ayetteki “ona ruhumuzu gönderdik” ifadesi de “Meryem’e bir takım ilâhî bilgilerin gönderildiği” anlamına gelmektedir. Ancak bu bilgiler doğrudan Meryem’e vahyedilmemiş, bir elçi vasıtasıyla gönderilmiştir. Bu elçi, o dönemde yaşamış olan Zekeriyya peygamberden başkası değildir. Çünkü Kur’an’dan öğrendiğimize göre, Meryem o dönemde Zekeriyya peygamberin himayesindedir."
Meryem'in , Zekeriyya (a.s) ın himayesine verildiği konusunda sayın Yılmaz'a katılmakla birlikte , Meryem bu olayla karşılaşmadan önce Zekeriyya (a.s) ın vefat etmiş olduğunu düşünüyoruz. Meryem'in bulunduğu toprakları terkedip başka bir yere gitme sebebi büyük ihtimal , Zekeriyya (a.s) ölümü sonucu onu himaye eden birisinin olmama sebebidir.
Zekeriyya (a.s) velev ki hayatta olmuş olsa bile , ondan "Ruh" olarak bahsedilmesi mümkün değildir. Sayın Yılmaz "Ruh" kelimesine verdiği anlam ile , Zekeriyya (a.s) ın ruh olduğunu iddia etmesinin doğru bir tesbit olmadığını düşünüyoruz şöyle ki ;
"Ruh" kelimesini , sayın Yılmaz'ın tarifi üzerinde giderek "vahiy" anlamında olduğunu düşünürsek , Meryem'e gelen "Ruh", vahy'in kendisi olması gerekmektedir. Sayın Yılmaz bu durumu kurtarmak için mecburen araya metin harici bir ilave yaparak " mesajlarımızı getiren elçi" yazmak zorunda kalmıştır.
Sayın Yılmaz , Meryem'in evden ayrılma sebebi olarak onun "erselik" yani erkek ve dişi üreme organları bir arada bulunan birisi olduğu ve bu durumun onda açtığı psikolojik sıkıntı olduğunu söylemektedir. Meryem'in erselik bir yapıda olduğu düşüncesini doğrulatmak için bazı ayetleri delil göstererek düşüncesini destekleme yoluna gitmektedir , bu ayetler şunlardır.
"Diğer taraftan Âl-i Imran suresinin 37. ayetindeki “Ve onu güzel bir bitki olarak bitirdi” ifadesi de, Meryem’in normal bir insan özelliğinden çok bir bitki özelliği taşıdığını düşündürmektedir. Bir insanın bitki özelliğinde olması Rabbimizin yaratılış kanunlarına ters değildir.
Çünkü insanın yaratılış aşamalarından birisi de bitkilik evresidir:
17Ve Allah, sizi yeryüzünden bir bitki olarak bitirdi. (Nuh/ 17) "
Bu iddiaların sayın Yılmaz'ın ön yargılarını onaylatmak amacına dayalı olduğunu düşündüğümüzü ifade etmeke isteriz , Al-i imran s. 37. ayetinde Meryem'in doğumu değil doğduktan sonraki durumu ile ilgili olarak ayetteki ifadeler kullanılmaktadır , dolayısı ile onun erselik bir yaratılışta olduğunu bu ayeti delil göstererek iddia etmek doğru değildir.
"Bu kanaatimizi doğrulayan bir husus da Âl-i Imran suresinin 42. ayetindeki “seni âlemlerin kadınlarına seçti” ifadesidir. Çünkü bu ifade ile belirtilen seçkinlik, Meryem’in meziyetleri dolayısıyla diğer kadınlardan üstünlüğünü değil, onun biyolojik farklılığını, fazlalığını, fizikî bakımdan diğer kadınlarla aynı yapıda olmadığını anlatmaktadır."
Sayın Yılmaz'ın delil olarak sunduğu ayetlerden birisi de Al-i imran s. 42. ayetidir. Meryem'in erselik olduğunun bu ayette ifade edildiğini onun bu farkının öne çıkarıldığını iddia etmektedir. Sayın Yılmaz'ın burada gözden kaçırdığı bir nokta vardır , onun iddiasına göre ayet içinde geçen "ve tahharake" (seni temizledi) ifadesinin , erselik olmanın utandırıcı bir durum olduğunu , bunun için ona bu şekilde bir hitapta bulunulduğunu düşünmek gerekmektedir. Halbuki erselik olarak yaratılmak utandırıcı bir durum değildir , sayın Yılmaz farkında olmadan diğer erselik yarartılışta olanların durumlarının utandırıcı olduğunu iddia etmek durumuna düştüğünün farkında değildir.
Sayın Yılmaz işine geldiği yerde gördüğü müzekker zamiri kendi iddiasına delil göstermeye çalışırken, Meryem'e yapılan hitapta kullanılan müennes yani dişil sigasını görmezlikten gelmesi onun bu konuda nasıl bir ön yargı içinde olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
"Ayrıca Meryem’in (20. ayette görüleceği üzere) “Bana bir beşer dokunmamıştır” şeklindeki ifadesi de, onun erselik yapıda olmasına uygun bir ifadedir. Çünkü Meryem “Bana bir erkek dokunmamıştır” dememiş, hem erkek hem kadın için söz konusu edilebilecek bir ifade kullanmıştır."
Sayın Yılmaz "Beşer" kelimesini dikkate alarak , Meryem'in erselik olduğu iddiasını dile getirmeye çalışırken , resuller ile ilgili olarak onların "beşer" oldukları şeklindeki ifadeler için, resullerin hem kadın hem erkekler den gönderilebileceğini acaba iddia edebilir mi ?. Cevap olarak "evet" diyecek olursa, biz de ona Nahl s. 43 ve Enbiya s. 7. ayetlerine bakmasını tavsiye ederiz.
"Enbiya/91’de Meryem’e raci zamir müennes kullanılırken, Tahrim/ 12’de müzekker kullanılmıştır"
Sayın Yılmaz'ın , Meryem'in erselik olduğu iddiasının ne kadar önyargılı ve zorlama olduğu bu ifadelerinden de anlaşılmaktadır. Meryem ile ilgili ayetlerde geçen bütün ifadelerin dişil olmasına dikkat etmemiş veya göz ardı etmiş iken, sadece Tahrim s. 12.ayette geçen kelimenin eril olduğunu görebilmiş ve Meryem'in erselik olduğunu bu ayete dayanarak iddia etmektedir. Sayın Yılmaz burada "tağlib" sanatının kullanıldığını maalesef unutmuş görünmektedir.
Sayın Yılmaz'a eğer ,Kuran' da "ey iman edenler" şeklindeki hitapların eril hitaplar olduğu için bu hitapların kadınları muhatap alıp almadığını soracak olursak buna cevabı mutlaka "evet" olacaktır , çünkü "tağlib sanatı kullanılmıştır" diyecektir , peki bu sanatın Tahrim 12 de kullanıldığını neden unutmuş veya görememiştir. Bu ayete baktığımız zaman , Meryem'e yapılan hitapların tamamı dişil sigası ile yapılmış olup, önyargıların kör ettiği göz bunları görebilmekten maalesef mahrum kalmıştır.
Sayın Yılmaz , "Tamamen Kur’an ayetlerindeki ifadelere dayandırdığımız bu tahminler, bilimsel gerçeklerle de hiçbir çelişki göstermemektedir" diyerek , Kur'an ayetlerine nasıl dayan(ma)dığını !! göstermiştir.
Sayın Yılmaz , "MERYEM’E GÖNDERİLEN RUH" başlığı altında , Meryem'a gönderilen ruh'un Zekeriyya (a.s) olduğu iddiasını dile getirdikten sonra , "Bu ayette “ruhumuzu gönderdik” sözleri ile ifade edilen Meryem’e bilgi verme işlemi, aynı olayı anlatan başka ayetlerde “ruhumuzu üfledik” sözleri ile ifade edilmiştir." demektedir.
Sayın Yılmaz'ın bu tesbitinin isabetli olmadığını düşünüyoruz şöyle ki ; Meryem'e ruh üflenmesi , onun yaratılışı ile ilgili bir durum olup , aynı durumu Adem'e ruh üflenmesi ile ilişiklendirilmesi gerekmektedir. Adem'e ruh üflenmesi , insana hayatiyet verilerek duyu organları ile donatılması anlamında düşünülmesi gerekmektedir.
İlk düğmeyi yanlış ilikleyen sayın Yılmaz, ardından gelen düğmeleri de haliyle yanlış iliklemeye devam etmektedir. Sayın Yılmaz'a göre , Meryem'e gelen elçi Zekeriyya (a.s) olunca , onun gösterdiği örnek te Yahya (a.s) olmaktadır.
Meryem'e gelen elçinin Zekeriyya (a.s) olduğunu kanıtlamak için , "TEMESSÜL" başlığı altında şunları söylemektedir.
“ تمثّلTemessül” sözcüğünün esas anlamı “örnek vermek” demektir. Bununla beraber sözcük, ikinci, üçüncü anlam olarak “insan şekline girmek” manasında da kullanılmıştır. Kur’an ile ilgili çalışma yapanlar, genellikle sözcüğün esas anlamı yerine uzak anlamını tercih etmişlerdir. Böyle olunca da Meryem’e haberci olarak Cebrail’in geldiği, korkmasın diye de Cebrail’in ona bir delikanlı kılığında göründüğü yorumları ortaya çıkmıştır.
Biz “temessül” sözcüğünün esas anlamı ile çevrilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Sözcüğün burada asıl anlamıyla değerlendirilmesi, yukarıdaki alıntıda geçen İncil’in şu ifadesi ile de uyum göstermektedir:
36- Bak, senin akrabalarından Elizabet de yaşlılığında bir oğula gebe kaldı. Kısır bilinen bu kadın şimdi altıncı ayındadır."
Sayın Yılmaz burada , kelimeleri yerinden kaydırmanın örneğini vererek , ön yargılarına uygun ayet okumanın, kişiyi incilden bile medet uman bir hale sokabileceğinin acı bir bir örneğini vermektedir.
Bu kelime "ayağa kalkıp dikilmek" anlamına gelen , "mesulun" kelimesinden türemiştir.
"Elmümesselu" : "Bir başkasının misali üzerine biçimlendirilmiş , belirli şekil verilmiş , tasvir edilmiş , şekillendirilmiş veya resmedilmiş olan" . Türkçe de kullandığımız "mümessil" kelimesinin anlamını , " bir başkasını temsil etmek , başkası adına davranmak" olarak düşündüğümüz zaman sözcük daha doğru anlaşılacaktır.
"Ettemesselü" kelimesi , biçimlendirilmiş , belirli bir şekil verilmiş , tasvir edilmiş , şekillendirilmiş , resmedilmiş şey.
"Temesselü keza" : bir şeyin biçimini aldı , suretine girdi.
Bu sözcüğün farklı sözlüklerdeki anlamı şöyledir .
Kitabul ayn : bir başkasının yaratılışı üzerine tasvir edilmiş , biçimlendirilmiş , belirli şekil verilmiş şeyin adı.
Tehzibu'l-luga , Lisanu'l Arab , Tacul'l -Arus: Allah'ın mahlukatından herhangi birine benzetilerek yapılmış şeyin adı.
El-Misbahu'l -Munir: Musavver ,biçimlendirilmiş ,belirli bir şekil verilmiş , tasvir edilmiş, resmedilmiş bir suret.
Sayın Yılmaz , kendisinden alıntı yaptığımız paragrafta görüldüğü üzere , Cebrail veya başka adlarla bilinen elçinin olmadığı düşüncesinden yola çıkarak , yolda gördüğü ne varsa deviren frenleri patlamış kamyon misali, önüne geleni devirerek bir yerlere toslamış ve sonunda Meryem'e gelen elçiyi Zekeriyya (a.s) olarak ilan etmiştir.
Sayın Yılmaz , Meryem'e gelen elçinin Zekeriyya (a.s) olduğunu iddia etmekle birlikte , 18. ayet ile ilgili olarak kaynağı Kur'an olmayan başka ihtimalleri de sıralayarak şunları söylemektedir.
" Buradaki “ تقىّtakiyy” sözcüğü “takva sahibi biri” anlamında olabileceği gibi, özel bir isim de olabilir. Bazı kaynaklarda Meryem’in bulunduğu kentte “Takiyy” adında adı kötüye çıkmış, günahkâr bir adamın varlığından bahsedilmektedir. Eğer bu bilgi doğru ise, Meryem’in, yalnız başına yaşadığı yerde kendisine yaklaşan kişinin o kötü kişi olabileceğini düşünmüş ve taciz edilmekten korkarak “Eğer sen Takiyy adındaki kimse isen” demiş olması mümkündür."
Sayın Yılmaz'ın buraya kadar olan iddialarını toparlarsak şunları söyleyebiliriz ; Şayet Meryem, kendisine gelen elçiyi daha önceden tanıyor ve bu kişi Zekeriyya (a.s) ise , Meryem neden bu kişiden korkarak kendisine kötülük yapabileceğini düşünmüştür ?. Kendisini yıllarca himaye eden bir kişiye karşı neden böyle bir hitapta bulunmuştur ?. Kaynağının nereden olduğu bilinmeyen "Takiyy" diye adı kötüye çıkmış birinden bahsedildiği , onun bir başkası olabileceği ihtimalini mümkün görüdükten sonra neden ayetlerin mealinde gelen elçinin ismini Zekeriyya olarak vermiştir ?.
Görülüyor ki sayın Yılmaz'ın iddiası olan , Meryem'e gelen elçinin Zekeriyya (a.s) olduğu iddiası neresinden tutsanız dökülmektedir.
Meryem'e gelen elçi kimdir?
MERYEM'E GELEN ELÇİ ALLAH (C.C) NİN "RUH" ADINI VERDİĞİ , KENDİSİ GERÇEK BİR İNSAN OLMAYIP , İNSAN SURETİ İÇİNDE MERYEM'E GÖRÜNEN BİR ELÇİ OLUP, ADININ CEBRAİL OLUP OLMADIĞI AYET İÇİNDE BİLDİRİLMEMİŞ VE KİMLİĞİ KONUMUZ HARİCİNDEDİR.
Surenin İsa (a.s) ın doğumunun anlatıldığı ayetlerde Zekeriyya ve Takıyy isimleri arasında kararsız kalan sayın Yılmaz , ilgili ayetlere yine Zekeriyya ismini ilave ederek ayetleri tahrif etmekten çekinmez.
24-26Sonra ona; Meryem’e aşağısındaki kişi; ZEKERİYYA seslendi: “Sakın üzülme, Rabbin alt tarafında bir su arkı yaptı. Hurma kütüğünü kendine doğru silkele, üzerine olgunlaşmış taze hurmalar düşsün. Sonra ye-iç, gözün aydın olsun. Sonra eğer beşerden birini görürsen, ‘Ben Rahmân’a [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'a] bir oruç adadım, onun için bugün hiçbir kimseyle konuşmayacağım’ de.”
27-28Sonra Meryem, çocuğunu yüklenerek toplumuna getirdi. Toplumu dediler ki: “Ey Meryem! Doğrusu sen görülmemiş bir şey yaptın. Ey Hârûn’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kişi değildi, annen de yasa tanımaz/iffetsiz bir kadın değildi.”
29Bunun üzerine Meryem ona; doğum anında aşağısında bulunan kişiye; ZEKERİYYA’ya işaret etti, ondan gelişmeleri açıklamasını istedi. ZEKERİYYA, Meryem’in zina etmeden çocuğu doğurduğuna kefil olup çocuğun ma’bedde yetiştirilmesini istedi. Onlar, “Biz, yüksek mevkide olan kişiler, henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyleriz/yüksek mevkide olan kişiler henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyler?” dediler.
Sayın Yılmaz'ın Meryem s.24-29 ayetler arasına verdiği anlam bu şekil olup büyük harflerle yazdığımız isim orjinal metin içinde yer almamaktadır.
Bu ayetlerin çevirisi ile arapça orjinal metin ile karşılaştırarak yapılan tahrifi göstermek istiyoruz.
27. ve 28. ayetlerde , Meryem'in doğruduğu çocuk ile toplumuna geldğini görmekteyiz. Yanında Zekeriyya olduğuna dair herhangi bir bilgi ayet içinde yoktur. 29. ayette Zekeriyya (a.s) ın sahnede olması için önceki ayetlerde buna dair herhangi bir bilgi bulunması gerekirdi.
29. ayetin arapça metnindeki " fe eşaret ileyhi" ( o na işaret etti) ibaresi, 28. ayetteki Meryem tarafında getirilen çocuğa raci olması gerekirken , orjinal metin içinde ne ismen ne cismen esamesi bile olmayan Zekeriyya (a.s) ortaya çıkarak "ZEKERİYYA, Meryem’in zina etmeden çocuğu doğurduğuna kefil olup çocuğun ma’bedde yetiştirilmesini istedi."şeklinde bir cümle ilave edilerek , tamamen kurgu ve uydurma bir anlam ayet içine sokulmuştur.
Sonuç olarak ; Önyargılı Kur'an okumalarının kişiyi ne hallere düşürebileceğine dair güzel bir örnek diyebileceğimiz "Tebyin'ül Kur'an" adlı eserin , Meryem suresi içindeki İsa (a.s) ın doğumu ile ilgili ayetleri ele alarak , kitaba değil kitabına uydurmanın nasıl olabileceğini göstermeye çalıştık. Meryem'e gelen Ruh'un Zekeriyya (a.s) olduğu ön kabulunden yola çıkıp ilk düğmeyi yanlış ilikleyerek sonraki iliklerinde yanlış düğmelenmesine sebeb olan yorumları ile ayetleri tahrif etmekten çekinmeyen birisi olduğunu maalesef göstermiştir.
Meryem'e gelen ve "Ruh" insan şekline girmiş bir elçi olup onun adının Cibril olup olmadığı konumuz değildir , aslı konumuz ön yargılı bir okuma örneği göstermek , ve bu tür okumaların kişileri nasıl bir duruma düşürdüğünü göstererek bundan kaçınılmasını sağlamaya yöneliktir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Konumuz ile ilgili ayetlerin metni ve meali şöyledir.
Vezkur fil kitâbı meryem(meryeme), izintebezet min ehlihâ mekânen şarkıyyâ(şarkıyyen).
[019.016] Kitap'ta Meryem'i de zikret. Hani o, ailesinden kopup doğu tarafında bir yere çekilmişti.
Fettehazet min dûnihim hicâben fe erselnâ ileyhâ rûhanâ fe temessele lehâ beşeren seviyyâ(seviyyen).
[019.017] Onlardan öte bir perde çekti derken kendisine ruhumuzu gönderdik de düzgün bir beşer halinde ona temessül ediverdi
Kâlet innî eûzu bir rahmâni minke in kunte tekıyyâ(tekıyyen).
[019.018] Rahman'a sığınırım senden, dedi. Eğer takva sahibi isen.
Kâle innemâ ene resûlu rabbiki li ehebe leki gulâmen zekiyyâ(zekiyyen).
[019.019] Demişti ki: «Ben, yalnızca Rabbinden bir elçiyim; sana tertemiz bir erkek çocuk armağan etmek için.»
Kâlet ennâ yekûnu lî gulâmun ve lem yemsesnî beşerun ve lem eku bagıyyâ(bagıyyen).
[019.020] O: «Benim nasıl bir erkek-çocuğum olabilir? Bana hiç bir beşer dokunmamışken ve ben azgın-utanmaz değilken» dedi.
Kâle kezâlik(kezâliki), kâle rabbuki huve aleyye heyyin(heyyinun), ve li nec’alehû âyeten lin nâsi ve rahmeten minnâ, ve kâne emren makdıyyâ(makdıyyen).
[019.021] «İşte böyle» dedi. «Rabbin, dedi ki: -Bu benim için kolaydır. Onu insanlara bir ayet ve bizden bir rahmet kılmak için .» Ve iş de olup bitmiştir.
Meryem'in ,kendisine gönderilmiş olan Ruh ile olan konuşmasını anlatan bu ayetler , farklı bakış açıları doğrultusunda yorumlanarak , "Ruh" olarak bahsedilen kişinin, Zekeriyya (a.s) olduğu iddia edilmektedir.
Bu iddiayı dile getirenlerden birisi de sayın Hakkı Yılmaz 'dır , "Tebyin'ül Kur'an" adlı eserinde , Meryem suresinin bu konu ile ilgili ayetlerini şu şekilde yorumlamaktadır
Sayın Yılmaz , "Meryem'e gönderilen ruh" başlığı altında şunları söyleyerek gelen ruh'un Zekeriyya (a.s) olduğunu iddia etmektedir.
"Kadr suresinin tahlilinde yaptığımız ayrıntılı açıklamalarda belirttiğimiz gibi, “ruh” sözcüğü Kur’an’da hep “vahiy, ilâhî bilgi” anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla 17. ayetteki “ona ruhumuzu gönderdik” ifadesi de “Meryem’e bir takım ilâhî bilgilerin gönderildiği” anlamına gelmektedir. Ancak bu bilgiler doğrudan Meryem’e vahyedilmemiş, bir elçi vasıtasıyla gönderilmiştir. Bu elçi, o dönemde yaşamış olan Zekeriyya peygamberden başkası değildir. Çünkü Kur’an’dan öğrendiğimize göre, Meryem o dönemde Zekeriyya peygamberin himayesindedir."
Meryem'in , Zekeriyya (a.s) ın himayesine verildiği konusunda sayın Yılmaz'a katılmakla birlikte , Meryem bu olayla karşılaşmadan önce Zekeriyya (a.s) ın vefat etmiş olduğunu düşünüyoruz. Meryem'in bulunduğu toprakları terkedip başka bir yere gitme sebebi büyük ihtimal , Zekeriyya (a.s) ölümü sonucu onu himaye eden birisinin olmama sebebidir.
Zekeriyya (a.s) velev ki hayatta olmuş olsa bile , ondan "Ruh" olarak bahsedilmesi mümkün değildir. Sayın Yılmaz "Ruh" kelimesine verdiği anlam ile , Zekeriyya (a.s) ın ruh olduğunu iddia etmesinin doğru bir tesbit olmadığını düşünüyoruz şöyle ki ;
"Ruh" kelimesini , sayın Yılmaz'ın tarifi üzerinde giderek "vahiy" anlamında olduğunu düşünürsek , Meryem'e gelen "Ruh", vahy'in kendisi olması gerekmektedir. Sayın Yılmaz bu durumu kurtarmak için mecburen araya metin harici bir ilave yaparak " mesajlarımızı getiren elçi" yazmak zorunda kalmıştır.
Sayın Yılmaz , Meryem'in evden ayrılma sebebi olarak onun "erselik" yani erkek ve dişi üreme organları bir arada bulunan birisi olduğu ve bu durumun onda açtığı psikolojik sıkıntı olduğunu söylemektedir. Meryem'in erselik bir yapıda olduğu düşüncesini doğrulatmak için bazı ayetleri delil göstererek düşüncesini destekleme yoluna gitmektedir , bu ayetler şunlardır.
"Diğer taraftan Âl-i Imran suresinin 37. ayetindeki “Ve onu güzel bir bitki olarak bitirdi” ifadesi de, Meryem’in normal bir insan özelliğinden çok bir bitki özelliği taşıdığını düşündürmektedir. Bir insanın bitki özelliğinde olması Rabbimizin yaratılış kanunlarına ters değildir.
Çünkü insanın yaratılış aşamalarından birisi de bitkilik evresidir:
17Ve Allah, sizi yeryüzünden bir bitki olarak bitirdi. (Nuh/ 17) "
Bu iddiaların sayın Yılmaz'ın ön yargılarını onaylatmak amacına dayalı olduğunu düşündüğümüzü ifade etmeke isteriz , Al-i imran s. 37. ayetinde Meryem'in doğumu değil doğduktan sonraki durumu ile ilgili olarak ayetteki ifadeler kullanılmaktadır , dolayısı ile onun erselik bir yaratılışta olduğunu bu ayeti delil göstererek iddia etmek doğru değildir.
"Bu kanaatimizi doğrulayan bir husus da Âl-i Imran suresinin 42. ayetindeki “seni âlemlerin kadınlarına seçti” ifadesidir. Çünkü bu ifade ile belirtilen seçkinlik, Meryem’in meziyetleri dolayısıyla diğer kadınlardan üstünlüğünü değil, onun biyolojik farklılığını, fazlalığını, fizikî bakımdan diğer kadınlarla aynı yapıda olmadığını anlatmaktadır."
Sayın Yılmaz'ın delil olarak sunduğu ayetlerden birisi de Al-i imran s. 42. ayetidir. Meryem'in erselik olduğunun bu ayette ifade edildiğini onun bu farkının öne çıkarıldığını iddia etmektedir. Sayın Yılmaz'ın burada gözden kaçırdığı bir nokta vardır , onun iddiasına göre ayet içinde geçen "ve tahharake" (seni temizledi) ifadesinin , erselik olmanın utandırıcı bir durum olduğunu , bunun için ona bu şekilde bir hitapta bulunulduğunu düşünmek gerekmektedir. Halbuki erselik olarak yaratılmak utandırıcı bir durum değildir , sayın Yılmaz farkında olmadan diğer erselik yarartılışta olanların durumlarının utandırıcı olduğunu iddia etmek durumuna düştüğünün farkında değildir.
Sayın Yılmaz işine geldiği yerde gördüğü müzekker zamiri kendi iddiasına delil göstermeye çalışırken, Meryem'e yapılan hitapta kullanılan müennes yani dişil sigasını görmezlikten gelmesi onun bu konuda nasıl bir ön yargı içinde olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
"Ayrıca Meryem’in (20. ayette görüleceği üzere) “Bana bir beşer dokunmamıştır” şeklindeki ifadesi de, onun erselik yapıda olmasına uygun bir ifadedir. Çünkü Meryem “Bana bir erkek dokunmamıştır” dememiş, hem erkek hem kadın için söz konusu edilebilecek bir ifade kullanmıştır."
Sayın Yılmaz "Beşer" kelimesini dikkate alarak , Meryem'in erselik olduğu iddiasını dile getirmeye çalışırken , resuller ile ilgili olarak onların "beşer" oldukları şeklindeki ifadeler için, resullerin hem kadın hem erkekler den gönderilebileceğini acaba iddia edebilir mi ?. Cevap olarak "evet" diyecek olursa, biz de ona Nahl s. 43 ve Enbiya s. 7. ayetlerine bakmasını tavsiye ederiz.
"Enbiya/91’de Meryem’e raci zamir müennes kullanılırken, Tahrim/ 12’de müzekker kullanılmıştır"
Sayın Yılmaz'ın , Meryem'in erselik olduğu iddiasının ne kadar önyargılı ve zorlama olduğu bu ifadelerinden de anlaşılmaktadır. Meryem ile ilgili ayetlerde geçen bütün ifadelerin dişil olmasına dikkat etmemiş veya göz ardı etmiş iken, sadece Tahrim s. 12.ayette geçen kelimenin eril olduğunu görebilmiş ve Meryem'in erselik olduğunu bu ayete dayanarak iddia etmektedir. Sayın Yılmaz burada "tağlib" sanatının kullanıldığını maalesef unutmuş görünmektedir.
Sayın Yılmaz'a eğer ,Kuran' da "ey iman edenler" şeklindeki hitapların eril hitaplar olduğu için bu hitapların kadınları muhatap alıp almadığını soracak olursak buna cevabı mutlaka "evet" olacaktır , çünkü "tağlib sanatı kullanılmıştır" diyecektir , peki bu sanatın Tahrim 12 de kullanıldığını neden unutmuş veya görememiştir. Bu ayete baktığımız zaman , Meryem'e yapılan hitapların tamamı dişil sigası ile yapılmış olup, önyargıların kör ettiği göz bunları görebilmekten maalesef mahrum kalmıştır.
Sayın Yılmaz , "Tamamen Kur’an ayetlerindeki ifadelere dayandırdığımız bu tahminler, bilimsel gerçeklerle de hiçbir çelişki göstermemektedir" diyerek , Kur'an ayetlerine nasıl dayan(ma)dığını !! göstermiştir.
Sayın Yılmaz , "MERYEM’E GÖNDERİLEN RUH" başlığı altında , Meryem'a gönderilen ruh'un Zekeriyya (a.s) olduğu iddiasını dile getirdikten sonra , "Bu ayette “ruhumuzu gönderdik” sözleri ile ifade edilen Meryem’e bilgi verme işlemi, aynı olayı anlatan başka ayetlerde “ruhumuzu üfledik” sözleri ile ifade edilmiştir." demektedir.
Sayın Yılmaz'ın bu tesbitinin isabetli olmadığını düşünüyoruz şöyle ki ; Meryem'e ruh üflenmesi , onun yaratılışı ile ilgili bir durum olup , aynı durumu Adem'e ruh üflenmesi ile ilişiklendirilmesi gerekmektedir. Adem'e ruh üflenmesi , insana hayatiyet verilerek duyu organları ile donatılması anlamında düşünülmesi gerekmektedir.
İlk düğmeyi yanlış ilikleyen sayın Yılmaz, ardından gelen düğmeleri de haliyle yanlış iliklemeye devam etmektedir. Sayın Yılmaz'a göre , Meryem'e gelen elçi Zekeriyya (a.s) olunca , onun gösterdiği örnek te Yahya (a.s) olmaktadır.
Meryem'e gelen elçinin Zekeriyya (a.s) olduğunu kanıtlamak için , "TEMESSÜL" başlığı altında şunları söylemektedir.
“ تمثّلTemessül” sözcüğünün esas anlamı “örnek vermek” demektir. Bununla beraber sözcük, ikinci, üçüncü anlam olarak “insan şekline girmek” manasında da kullanılmıştır. Kur’an ile ilgili çalışma yapanlar, genellikle sözcüğün esas anlamı yerine uzak anlamını tercih etmişlerdir. Böyle olunca da Meryem’e haberci olarak Cebrail’in geldiği, korkmasın diye de Cebrail’in ona bir delikanlı kılığında göründüğü yorumları ortaya çıkmıştır.
Biz “temessül” sözcüğünün esas anlamı ile çevrilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Sözcüğün burada asıl anlamıyla değerlendirilmesi, yukarıdaki alıntıda geçen İncil’in şu ifadesi ile de uyum göstermektedir:
36- Bak, senin akrabalarından Elizabet de yaşlılığında bir oğula gebe kaldı. Kısır bilinen bu kadın şimdi altıncı ayındadır."
Sayın Yılmaz burada , kelimeleri yerinden kaydırmanın örneğini vererek , ön yargılarına uygun ayet okumanın, kişiyi incilden bile medet uman bir hale sokabileceğinin acı bir bir örneğini vermektedir.
Bu kelime "ayağa kalkıp dikilmek" anlamına gelen , "mesulun" kelimesinden türemiştir.
"Elmümesselu" : "Bir başkasının misali üzerine biçimlendirilmiş , belirli şekil verilmiş , tasvir edilmiş , şekillendirilmiş veya resmedilmiş olan" . Türkçe de kullandığımız "mümessil" kelimesinin anlamını , " bir başkasını temsil etmek , başkası adına davranmak" olarak düşündüğümüz zaman sözcük daha doğru anlaşılacaktır.
"Ettemesselü" kelimesi , biçimlendirilmiş , belirli bir şekil verilmiş , tasvir edilmiş , şekillendirilmiş , resmedilmiş şey.
"Temesselü keza" : bir şeyin biçimini aldı , suretine girdi.
Bu sözcüğün farklı sözlüklerdeki anlamı şöyledir .
Kitabul ayn : bir başkasının yaratılışı üzerine tasvir edilmiş , biçimlendirilmiş , belirli şekil verilmiş şeyin adı.
Tehzibu'l-luga , Lisanu'l Arab , Tacul'l -Arus: Allah'ın mahlukatından herhangi birine benzetilerek yapılmış şeyin adı.
El-Misbahu'l -Munir: Musavver ,biçimlendirilmiş ,belirli bir şekil verilmiş , tasvir edilmiş, resmedilmiş bir suret.
Sayın Yılmaz , kendisinden alıntı yaptığımız paragrafta görüldüğü üzere , Cebrail veya başka adlarla bilinen elçinin olmadığı düşüncesinden yola çıkarak , yolda gördüğü ne varsa deviren frenleri patlamış kamyon misali, önüne geleni devirerek bir yerlere toslamış ve sonunda Meryem'e gelen elçiyi Zekeriyya (a.s) olarak ilan etmiştir.
Sayın Yılmaz , Meryem'e gelen elçinin Zekeriyya (a.s) olduğunu iddia etmekle birlikte , 18. ayet ile ilgili olarak kaynağı Kur'an olmayan başka ihtimalleri de sıralayarak şunları söylemektedir.
" Buradaki “ تقىّtakiyy” sözcüğü “takva sahibi biri” anlamında olabileceği gibi, özel bir isim de olabilir. Bazı kaynaklarda Meryem’in bulunduğu kentte “Takiyy” adında adı kötüye çıkmış, günahkâr bir adamın varlığından bahsedilmektedir. Eğer bu bilgi doğru ise, Meryem’in, yalnız başına yaşadığı yerde kendisine yaklaşan kişinin o kötü kişi olabileceğini düşünmüş ve taciz edilmekten korkarak “Eğer sen Takiyy adındaki kimse isen” demiş olması mümkündür."
Sayın Yılmaz'ın buraya kadar olan iddialarını toparlarsak şunları söyleyebiliriz ; Şayet Meryem, kendisine gelen elçiyi daha önceden tanıyor ve bu kişi Zekeriyya (a.s) ise , Meryem neden bu kişiden korkarak kendisine kötülük yapabileceğini düşünmüştür ?. Kendisini yıllarca himaye eden bir kişiye karşı neden böyle bir hitapta bulunmuştur ?. Kaynağının nereden olduğu bilinmeyen "Takiyy" diye adı kötüye çıkmış birinden bahsedildiği , onun bir başkası olabileceği ihtimalini mümkün görüdükten sonra neden ayetlerin mealinde gelen elçinin ismini Zekeriyya olarak vermiştir ?.
Görülüyor ki sayın Yılmaz'ın iddiası olan , Meryem'e gelen elçinin Zekeriyya (a.s) olduğu iddiası neresinden tutsanız dökülmektedir.
Meryem'e gelen elçi kimdir?
MERYEM'E GELEN ELÇİ ALLAH (C.C) NİN "RUH" ADINI VERDİĞİ , KENDİSİ GERÇEK BİR İNSAN OLMAYIP , İNSAN SURETİ İÇİNDE MERYEM'E GÖRÜNEN BİR ELÇİ OLUP, ADININ CEBRAİL OLUP OLMADIĞI AYET İÇİNDE BİLDİRİLMEMİŞ VE KİMLİĞİ KONUMUZ HARİCİNDEDİR.
Surenin İsa (a.s) ın doğumunun anlatıldığı ayetlerde Zekeriyya ve Takıyy isimleri arasında kararsız kalan sayın Yılmaz , ilgili ayetlere yine Zekeriyya ismini ilave ederek ayetleri tahrif etmekten çekinmez.
24-26Sonra ona; Meryem’e aşağısındaki kişi; ZEKERİYYA seslendi: “Sakın üzülme, Rabbin alt tarafında bir su arkı yaptı. Hurma kütüğünü kendine doğru silkele, üzerine olgunlaşmış taze hurmalar düşsün. Sonra ye-iç, gözün aydın olsun. Sonra eğer beşerden birini görürsen, ‘Ben Rahmân’a [yarattığı bütün canlılara dünyada çokça merhamet eden Allah'a] bir oruç adadım, onun için bugün hiçbir kimseyle konuşmayacağım’ de.”
27-28Sonra Meryem, çocuğunu yüklenerek toplumuna getirdi. Toplumu dediler ki: “Ey Meryem! Doğrusu sen görülmemiş bir şey yaptın. Ey Hârûn’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kişi değildi, annen de yasa tanımaz/iffetsiz bir kadın değildi.”
29Bunun üzerine Meryem ona; doğum anında aşağısında bulunan kişiye; ZEKERİYYA’ya işaret etti, ondan gelişmeleri açıklamasını istedi. ZEKERİYYA, Meryem’in zina etmeden çocuğu doğurduğuna kefil olup çocuğun ma’bedde yetiştirilmesini istedi. Onlar, “Biz, yüksek mevkide olan kişiler, henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyleriz/yüksek mevkide olan kişiler henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyler?” dediler.
Sayın Yılmaz'ın Meryem s.24-29 ayetler arasına verdiği anlam bu şekil olup büyük harflerle yazdığımız isim orjinal metin içinde yer almamaktadır.
Bu ayetlerin çevirisi ile arapça orjinal metin ile karşılaştırarak yapılan tahrifi göstermek istiyoruz.
27. ve 28. ayetlerde , Meryem'in doğruduğu çocuk ile toplumuna geldğini görmekteyiz. Yanında Zekeriyya olduğuna dair herhangi bir bilgi ayet içinde yoktur. 29. ayette Zekeriyya (a.s) ın sahnede olması için önceki ayetlerde buna dair herhangi bir bilgi bulunması gerekirdi.
29. ayetin arapça metnindeki " fe eşaret ileyhi" ( o na işaret etti) ibaresi, 28. ayetteki Meryem tarafında getirilen çocuğa raci olması gerekirken , orjinal metin içinde ne ismen ne cismen esamesi bile olmayan Zekeriyya (a.s) ortaya çıkarak "ZEKERİYYA, Meryem’in zina etmeden çocuğu doğurduğuna kefil olup çocuğun ma’bedde yetiştirilmesini istedi."şeklinde bir cümle ilave edilerek , tamamen kurgu ve uydurma bir anlam ayet içine sokulmuştur.
Sonuç olarak ; Önyargılı Kur'an okumalarının kişiyi ne hallere düşürebileceğine dair güzel bir örnek diyebileceğimiz "Tebyin'ül Kur'an" adlı eserin , Meryem suresi içindeki İsa (a.s) ın doğumu ile ilgili ayetleri ele alarak , kitaba değil kitabına uydurmanın nasıl olabileceğini göstermeye çalıştık. Meryem'e gelen Ruh'un Zekeriyya (a.s) olduğu ön kabulunden yola çıkıp ilk düğmeyi yanlış ilikleyerek sonraki iliklerinde yanlış düğmelenmesine sebeb olan yorumları ile ayetleri tahrif etmekten çekinmeyen birisi olduğunu maalesef göstermiştir.
Meryem'e gelen ve "Ruh" insan şekline girmiş bir elçi olup onun adının Cibril olup olmadığı konumuz değildir , aslı konumuz ön yargılı bir okuma örneği göstermek , ve bu tür okumaların kişileri nasıl bir duruma düşürdüğünü göstererek bundan kaçınılmasını sağlamaya yöneliktir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)