adlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
adlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Mayıs 2017 Perşembe

Hakkı Yılmaz'ın "KUR'AN'DA ORUÇ" Adlı Makalesinde Kur'an Adına Uydurduğu Sözler Üzerinde Bir Mülahaza

Din adına konuşan insanların, din adına söyledikleri sözleri, Allah böyle diyor veya Kur'an böyle diyor şeklindeki sözler ile savunması, din adına yapılabilecek en büyük hatalardan birisidir. Sadece Kur'an'ın meali ile konuşulsa dahi bu sözleri söylemek büyük bir cesaret istediği halde, bazı kimseler din adına konuştuğu sözleri Kur'an'a veya Allah'a mal ederek, büyük bir hata içine  düşmektedirler. Yazımıza konu edeceğimiz şahsın KUR'AN'DA ORUC (İNSANIN KENDİSİNİ TUTMASI) başlıklı makalesinde bulunan oruç hakkındaki verdiği bazı bilgileri, Kur'an'a mal etmesi üzerinde durmaya çalışarak konuyu dikkatlerinize sunmaya çalışacağız.

Mezkur şahıs makalesinin başında Bakara s. 183-184. ayetlerinin meallerini verdikten (bu ayetlere verdiği anlamı yutikune kelimesi ile ilgili olarak açtığı başlık ile ilgili kısımda ele almaya çalışacağız), ve Savm kelimesinin tarifini yaptıktan sonra şunları söylemektedir;

"Lisânu’l-Arab’ın ifadesinden de anlaşıldığı üzere savm sözcüğü, “konuşmamayı” da kapsamaktadır. Bakara/183-187′de Müslümanlar için farz kılınan savm, yememeyi, içmemeyi, cinsel ilişkide bulunmamayı ve konuşmamayı gerektirir. Fakat birçok lügat ve ilmihalde, savm’ın sadece “yeme, içme ve cinsel ilişkiyi bırakma” olduğu yazılmıştır, ki bunu, yalnızca sözcüğünün anlamını bozan bir hata olarak değerlendirmek doğru olmaz. Çünkü bize göre bu, dine karşı büyük bir iftiradır. Eğer “terk-i kelam” savm’ın kapsamından çıkarılsaydı, bunun Kur’ân’da yer alması (yani, bizzat Allah tarafından çıkarılması) gerekirdi. Nitekim, Sizden kim o aya [Ramazân ayına] tanık olursa o ayı oruçlu geçirsin (Bakara/185) talimatıyla getirilen yeme, içme ve cinsel ilişki yasaklarına, Orucun gecesi refes [kötü söz, cima] size helâl kılındı (Bakara/187) buyruğu ile refese [kötü söze, cimaya] istisnâ getirilmiş, böylece oruç tutma geceleri kapsam dışı bırakılmıştır. Dinde belirleme işte böyle olur.

Helâl kılındı” ifadesi, daha evvel harâmlaştırılmış bir şey için kullanılır. Eşyada aslolan ibaha olduğundan, eskiden helâl olan bir şey için “helâl kılındı” denmez. Ayrıca Meryem/24-26′da, Sonra ona aşağısından/aşağısındaki kişi seslendi: “Sakın üzülme, Rabbin alt tarafında bir su arkı akıttı. Hurma dalını kendine doğru silkele, üzerine olgunlaşmış taze hurmalar düşsün. Sonra ye, iç, gözün aydın olsun. Sonra eğer beşerden birini görürsen, ‘Ben Rahmân’a bir oruç adadım, onun için bugün hiçbir kimseyle konuşmayacağım’ de buyurulduğuna göre, “terk-i kelam”, orucun aslî unsurudur. Kur’ân’da, “terk-i kelam”ın savm’ın kapsamından çıkarıldığına dair herhangi bir işaret olmadığına göre, oruç esnasında konuşmanın da terk edilmesi gerekir. Kişiyi takvâ sahibi yapacak olan orucun, kimseyi takvâ sahibi yapmayıp aksine savurgan ve riyakâr yapmasının arkasındaki sebep, orucun İslâm’daki gerçek anlamından farklı uygulanması olsa gerek."

Dikkat edilirse sayın Yılmaz savm sözcüğünün anlamının konuşmamayı da kapsamına almasını delil olarak göstererek, oruç yasaklarına konuşmamanın da dahil olduğunu iddia ederek, bunun böyle olmamasının Dine karşı büyük bir iftira olarak değerlendirmektedir. Meryem suresi içindeki ayetlere istinaden, orucun asli unsurunun terk-i kelam (konuşmama) olduğunu iddia eden sayın Yılmaz, eğer verdiği ayetlerden orucun asli unsuru hakkında bir çıkarım yapılabilecekse ayet içindeki ye iç emrinden, orucun asli unsurunun yememek ve içmemek, Meryem'in savmının ise sadece konuşmamak ile sınırlı olabileceğini neden düşünememektedir?.

Kur'an'ın Ramazan orucu ile ilgili emrinin konuşmamayı da kapsayıp kapsamadığını yine bu konudaki ayetlerinden anlamak mümkündür. Bakara s. 187. ayetinin kendi yaptığı çevirisi üzerinden oruçlu bir kimsenin neleri yapmaması gerektiğini öğrenebiliriz. 

187. Karşılıklı, beraberce oruç tutma gecesinde kadınlarınıza cinsellikle ilgili sözler, cinsel ilişki, size helâl kılındı. Onlar, sizin için bir giysidir, siz de onlar için bir giysisiniz. Allah, sizin kendinize hâinlik ettiğinizi bildi de tevbenizi kabul etti ve sizi bağışladı. Artık kadınlarınıza yaklaşın ve Allah’ın sizler için yazdığı şeylerden arayın. Ve fecrden, beyaz iplik siyah iplikten iyiden iyiye sizin için açığa çıkıncaya kadar yiyin-için. Ve geceye kadar orucu tamamlayın. Ve siz ilâhiyat eğitim merkezlerinde programlı ibâdet hâlinde iken onlara yaklaşmayın. Bunlar, Allah’ın sınırlarıdır, artık Allah’ın sınırlarına yaklaşmayın. Allah, Kendisinin koruması altına girsinler diye âyetlerini insanlara işte böyle açıkça ortaya koyar.

Bakara s. 187. ayeti oruç gecelerinde cinsel ilişki, yemek ve içmenin helal olduğunu beyan etmektedir. Bu ayetin mefhumu muhalifi, oruçlu olunan zamanlarda cinsel ilişkinin, yemek ve içmenin yasak oluşudur. Eğer oruç yasaklarına konuşmamak dahil olmuş olsaydı ayet bunu belirterek bizlere, " Ve fecrden, beyaz iplik siyah iplikten iyiden iyiye sizin için açığa çıkıncaya kadar yiyin-için ve KONUŞUN  şeklinde bir beyanda bulunurdu. Böyle bir beyanın olmaması, oruç yasaklarına konuşmanın dahil olmadığının en bariz delili olmasına rağmen, sayın Yılmaz bu yasağı ısrarla Kur'an'a mal etmektedir. 

Sayın Yılmaz'ın oruç hakkında Kur'an'a söylettiği sadece bu değildir. "184. ÂYETTEKİ يطيقون[YUTÎQÛNE] FİİLİ"  başlığı altında şunları söylemektedir;


İbn Abbâs, ط[tı] harfini şeddesiz, و [vav] harfini şeddeli olarak, يطوّقون[yutavviqûnehu/zorlukla bu oruca güç yetirenler] şeklinde okumuştur.3 Bu kıraate göre veya sözcüğün if‘âl babından olup bu babın hemzesinin de “izale” için olmasından hareketle ibare, “oruca güç yetirmiş [tutabilmiş] olanlar üzerine de bir yoksulun yiyeceği fidye vardır [borçtur]” şeklinde de anlaşılmıştır ki bu durumda, kişi hem oruç tutmak hem de fidye vermek durumundadır. 
Bizce bu âyet geçmiş ümmetlere ait oruç hükümlerini bildirdiğinden müslümanları ilgilendirmez. Müslümanlar, 185. âyette gösterilen kolaylık nedeniyle bu hükümlerden muaf tutulmuştur.Bu durumda, 184. âyetteki sayılı günler ifadesi, geçmiş ümmetlere farz kılınan orucun zamanını ifade etmekte olup Müslümanlara farz kılınan orucun zamanı [Ramazân ayı] ile ilgisi yoktur.Sayılı günler’in, hangi günler ve kaç gün olduğuna dair Kur’ân’da herhangi bir ifade yer almamaktadır. Herhangi bir değeri olmamakla birlikte bu husustaki görüşleri naklediyoruz:
Sayın Yılmaz Sayılı günler deyiminin Ramazan ayı ile ilgili olmadığını, bunun geçmiş ümmetler ile alakalı olduğunu söylemektedir. Bu iddiasını ise Bakara s. 183. ve 184. ayetlerini birbirine karıştırmak sureti ile ortaya koymaktadır. 

183,184Ey iman etmiş kimseler! Karşılıklı, beraberce oruç tutmak, Allah’ın koruması altına giresiniz diye, sizden öncekilere, ‘sayılı günlerde, o nedenle sizden her kim hasta olursa veyahut çiftçilik, ticaret, askerlik, eğitim- öğretim gibi gidiş gelişli; hareketli bir iş üzere olursa diğer günlerden sayısıncadır. Oruca gücünü kaybetmiş olanlar/gücü yetenler üzerine ise bir yoksulun yiyeceği, kurtulmalık olarak borçtur. Kim de gönüllü hayır-iyilik yaparsa bu kendisi için çok hayırlıdır/yararlıdır. Ve eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için hayırlıdır/yararlıdır’ şeklinde farz kılındığı gibi, size de farz kılındı.

"Teknik yapısı itibariyle 184. âyetin bağımsız bir cümle değil, 183. âyetin bir parçası; tümleci olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumda 184. âyet, 183. âyete iki şekilde bağlanabilir:" diyerek şöyle devam etmektedir;

"A) 184. âyet, 183. âyetteki, size yazıldı fiiline bağlanabilir. Buna göre anlam, “Ey iman etmiş kimseler! Oruç tutmak, takvâ sahibi olasınız diye, sizden evvelkilere yazıldığı gibi size de sayılı günlerde, o nedenle sizden her kim hasta olursa veyahut yolculuk üzere olursa diğer günlerden sayısıncadır. Oruca takati zail olmuş olanlar/gücü yetenler üzerine ise bir yoksulun yiyeceği fidye vardır [borçtur]. Kim de gönüllü hayır [iyilik] yaparsa bu kendisi için çok hayırlıdır [yararlıdır]. Ve eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için hayırlıdır [yararlıdır] şeklinde yazıldı [farz kılındı]” şeklinde olur." 

Şeklinde yani bütün meallerde gördüğümüz anlamı verdikten sonra, bu anlam için şunları söylemektedir;

"Bu durumda, ya mü’minlere Ramazânın haricinde başka “sayılı günlerde” orucun faz kılındığı, ya da 185. âyetin 183-184. âyetlerin açılımı olduğu kabul edilecektir. Bu ise, 185. âyetteki mesaj dikkate alındığında tercihe şayan olmaz."

Yani sayın Yılmaz, bütün meallerde gördüğümüz şekilde verilen bir anlamın, Ramazan ayı haricindeki günlerde de orucun farz kılınmış olabileceği anlamı çıkacağı için, bu tür anlam vermenin tercih edilemeyeceğini söylemektedir. Halbuki sadece 183. ayetin sonundaki Lealleküm tettekune ibaresinin ayet sonu olduğunu, ve bunun başka ayetlerde de aynı şekilde olduğunu dikkate almış olsaydı, her iki birbirine karıştırmak sureti ile anlamı bozmaya cesaret edemezdi. Sayın Yılmaz, orucun Ramazan ayı içinde tutulması gerektiğini düşünmekle birlikte, bu konuda girdiği zorlama yorumların sebebi merak konusudur. 

Oruç konulu ayetleri bir çocuk dahi okumuş olsa kolayca anlayabilecek iken, mezkur şahsın bu ayetler üzerinde oynamalar yaparak, farklı yorumlar çıkarmaya çalışmasının amacını düşünmek gerekmektedir. Ancak yaptığı Kur'an çevirisinde ayetleri birbirine karıştırmak sureti ile yaptığı bazı anlam bozmalarını dikkate aldığımızda, bunu bilerek ve sadece ön kabullerini Kur'an'a onaylatmak amacı ile yaptığını anlamak zor olmayacaktır.

KÜLÛ VE’ŞREBÛ (Yiyiniz ve içiniz) başlığı altında susuzluğun insan vücuduna verdiği zararları ele aldıktan sonra, "Vücudun özellikle de beynin su ihtiyacı dikkate alındığında ise beyni hasta etmeyecek; zihinsel fonksiyonlarda noksanlık oluşturmayacak ölçüde, yani beyni koruyacak ölçüde su alımının oruçta sakıncasız olması gerektiği ortaya çıkmaktadır.
diyerek, oruç yasaklarına dahil olan yeme ve içmeden su içmenin istisna edilmesi gerektiğini söylemektedir. 

Kur'an ile ilgili konularda konuşmaya soyunanların dikkat etmesi gereken ilk nokta, yazdıkları yazının başlığının Kur'an'da ......., veya Kur'an'a göre ........... şeklinde olmaMAsına dikkat etmeleridir. Bu tür başlıklar altında yazılanlar, Kur'an'ın bu konuda ne dediğini dile getirmek anlamını taşımaktadır. Halbuki kim olursa olsun, Kur'an ile ilgili yazdıkları okuduğu ayetten anladığı veya anlamak istediği olup, bunların Kur'an'dan olduğunu iddia etmek hakkına sahip değildir. 

Sayın Yılmaz, Kur'an'da Oruç şeklinde bir başlık atarak, bu konudaki düşüncelerini Kur'an'a onaylatmaya çalışması bakımından ilk başta yanlışa düşmüştür. Oruç yasaklarına konuşmamayı da ilave eden sayın Yılmaz, acaba bu yasağı kendisinin bir Ramazan boyunca uygulayarak, Ramazan orucunu eda edip etmediği merak konusudur. Oruç günlerinde su içmenin yasak olmasını, susuzluğun insan vücuduna olan zararlarını dikkate alarak değerlendirerek, beyni koruyacak miktarda içmenin orucu bozmaması gerektiğini iddia eden sayın Yılmaz, din koyuculuğa soyunmakta olduğunun acaba farkında mıdır?.

Oruca güç yetiremeyenlerin oruç tutmamalarına dair ruhsat vermek yerine, ihtiyacı olduğu zaman biraz su içerek oruç tutmaları emredilemez miydi?.

İnsan vücudunun suya olan ihtiyacını sayın Yılmaz'dan daha iyi bilen Allah (c.c), neden oruç günlerinde bir miktar suya izin veren bir beyanda bulunmamıştır. Acaba bu izinleri Hakkı Yılmaz veya benzerleri olan kulları gibi, insanı Allah'tan daha iyi tanıyan !! kimselere mi bırakmıştır?.

Makalesinde " oruç, imamın, müezzinin, din adamının açıklamasına bırakılacak bir ibâdet değildir" şeklinde bir iddiada bulunan sayın Yılmaz için biz de şunu söyleyebiliriz. 

      Bu Kur'an Hakkı Yılmaz'ın açıklamalarına bırakılabilecek bir kitap değildir.


25 Eylül 2016 Pazar

Nahl s. 102. Ayetinin Tebyinül Kur'an Adlı Eserdeki Çeviri ve Yorumu Üzerine Bir Mülahaza

Kur'anı , oluşturulmuş olan ön yargıların tasdik ettirilmesine yönelik olan okuma yönteminin gerçekleşmesi için yapılması gereken işlemleri , ilgili ayetlerin gramer kaidelerinin hiçe sayılması , veya metin içindeki bazı ibarelerin yok edilmesi , veya metnin anlamının istenilen şekilde verilmesi şeklinde sıralamak mümkündür. Bu anlam saptırma işleminin adını ise tek kelime ile ifade edecek olursak TAHRİF tir. 

Bu tahrif işlemine örnek olarak daha önce vermeye çalıştığımız Bakara s. 97. ayeti ile (ilgili yazının adresidir https://kuranimuminceanlamak.blogspot.com.tr/2016/09/bakara-s-97-98-ayetleri-cibrile-dusman.html) konu ilişkisi bulunan Nahl s. 102  ayetindeki anlam saptırmasının nasıl yapıldığını bu yazımızda ele almaya çalışacağız. 

Bakara s. 97. , Nahl s. 102. ve Şuara s. 195. ayetleri , Kur'anın inişi ile ilgili bir bağlam dahilinde olup , Allah (c.c) nin Hac . 75 ve Nahl s. 2. ayetlerinde beyan ettiği üzere, keyfiyetini idrak edemediğimiz , ancak neden böyle bir yol izlenmiş olabileceğinin hikmetini kavrayabileceğimiz, Kur'anın melek aracılığı ile indirilmiş olmasını anlatmaktadır. 

Yazımızın başlığına konu olan eserin müellifi sayın Hakkı Yılmaz, böyle bir indirilme şeklinin olmadığını iddia ederek , ilgili ayetlerde bahsi geçen "Cibril" , "Ruhul Kudüs" ve "Ruhul Emin" terimlerine farklı anlamlar bindirmek sureti ile , iddiasını delillendirmek yoluna gitmektedir. Ancak kanaatimize göre izlediği yol , ilgili ayetleri ön yargılı bir biçimde okumasından kaynaklanan bir bakış açısı ile okumaya ve çevirmeye çalıştığı için yanlış olup , ayetlere karşı yaptığı işlemin adı TAHRİFÇİLİK tir. 

Sayın müellifin önce Nahl s. 102. ayetine verdiği anlam üzerinde durmaya çalışacağız. 

Müellifin Nahl s. 102. ayetine verdiği anlam şöyledir;

."De ki: “Allah, onu; indirdiğini, Rabbinden ruhulkudüs; Toplumu canlandıran Allah ilkesi olarak,  iman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, hak ile İNDİRMİŞTİR." 

Müellif eserindeki bazı yerleri arada yeniden tashih ederek değiştirdiği için, bundan 5 sene öncesinde yazmış olduğumuz yazımızda, onun sitesinden alıntı yaptığımız ve yanlış olduğunu hatırlattığımız, Nahl s. 102. ayeti ile ilgili çevirisi şu şekildedir. 

"De ki: "İman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, senin Rabbinden ona birçok Ruhü'l–Kudüs hakk ile İNMİŞTİR.

Müellif , Nahl s. 102. ayetinde geçen "Nezzelehu" ibaresini, neden "İnmiştir" olarak çevirdiğinin gerekçelerini şu şekilde açıklamaktadır:

""Görüldüğü gibi, 101. Âyette açık ve net olarak Kur'ân'ın "Allah'ın indirmesi" olduğu bildirilmektedir. Oysa 102. Âyetle ilgili olarak Kur'ân'ı Cebrail adlı meleğin indirdiği yolundaki Kur'ân dışı kabul, 102. Âyet ile 101. Âyetlere verilen anlamlar arasındaki çelişkinin görmezden gelinmesine ve 102. Âyette bir dilbilgisi kuralının ihlâl edilmesine yol açmıştır. Şöyle ki:
102. Âyette geçen nezzele filinin aslı nezele 'dir ve anlamı "indi" demektir. Geçişsiz bir fiil olan "nezele" fiili, kural gereği burada Tef'il babından nezzele 'ye dönüştürülmüştür. Bu kalıba sokulan sözcükler sadece fiilde, failde veya mef'ulde çokluğu ifade ederler. Bu kurala göre, Âyetteki nezzele fiili "çok çok indi" anlamına gelir. Geçişsiz bir fiil olan nezele sözcüğünün geçişli hâle dönüşmesi ve "indirdi" olarak anlamlandırılması ancak bir teaddi edatı kullanılmasıyla veya fiilin enzele kalıbına dönüştürülmesiyle sağlanır. Âyette geçen bi'lhakkıifadesindeki be harf-i cerri ise musahabe anlamında olduğundan teaddi edatı sayılamaz. Arapça dilbilgisinin bu kuralları gereği Âyetteki nezzelehü rûhu'l-kudüsü" ifadesinin anlamı, "Ona birçok rûhu'l-kudüs [vahy] inmiştir" demektir. "Rûhu'l-Kudüs" ü, yani "vahy"i kimin indirdiği ise 101. Âyette belirtilmiş ve indirenin Allah olduğu açıkça ifade edilmiştir."  

Yukarıdaki paragraf , sayın müellifin Nahl s. 102. ayetinde geçen, ve sitesinden 5 sene öncesi alıntılamış olduğumuz "Nezzelehu" ibaresini neden, "inmiştir" şeklinde çevirdiğine dair yazdığı gerekçedir. Bu gerekçede , "Nezzelehu" ibaresinin "indirmek" olarak çevrilmesinin YANLIŞ olduğunu iddia etmektedir. Aynı kişi ilerleyen zaman içinde bu kelime ile ilgili düşüncesini değiştirerek , dün yanlış dediğine bugün doğru demektedir.

 Herhangi bir Kur'an ayetinin yorumu ile ilgili olarak , olumlu veya olumsuz anlamda ,kişilerde zaman içinde değişik düşünceler hakim olabilir. Bu durum kişinin düşünsel tekamülü ile ilgili bir durum olarak normal olarak algılanabilir.  

Ancak "Nezzelehu" (onu indirdi) kelimesinin daha önce "İnmiştir" olarak çevrilmiş olması, bir taraftan bakıldığında bardağın dolu tarafını görmek misali , yapılan hatanın anlaşılması ve düzeltilmesi olarak görülebilir. Bardağın bir de boş tarafı vardır,  onu görerek olaya baktığımızda , 11 ciltlik bir tefsir kitabı yazan bir kimsenin, böyle basit bir gramer hatasına düşmesi mazur görülemeyecek bir hatadır. Acaba , "Nezzelehu" kelimesinin daha önce " inmiştir" olarak çevrilmesine sebep olan gramer kaidesi, bir kaç sene içinde değişiklik göstererek, "indirmiştir" olarak çevrilmesini mi gerektirmiştir?. 

Müellif , Nahl s. 102. ayetinde geçen "Ruhül Kudüs" terimi ile ilgili olarak yaptığı izahatı şu şekilde bitirmektedir . 

"Sonuç olarak, “kudüs” sözcüğünün geliş yerinin farklılıkları da hesaba katılarak yapılan tahliller, “Ruhü’l-Kudüs” ifadesinin “ALLAH'IN RUHU , ALLAH'IN VAHYİ  , ALLAH'TAN GELEN BİLGİ” anlamlarına geldiğini göstermektedir. “Ruhü’l-Kudüs” tamlamasının bu anlamı taşıdığı, tamlamanın geçtiği ayetlerden de kolayca anlaşılmaktadır."

Müellif , devamında diğer meallerde bu ayetteki Ruhul Kudüs terimine, Cebrail olarak anlam verilmesinin yanlış olduğunu söyleyerek, şöyle devam etmektedir.

Oysa bizim çevirimizde “Ruhü’l-Kudüs”ün indirmesi değil, inmesi söz konusudur. Ayetin “Kul [De ki]” ifadesiyle başlaması, bu ayetin birilerine cevap niteliğinde olduğunu göstermektedir. Bu sebeple ayet, paragrafı oluşturan diğer ayetlerle birlikte değerlendirilmelidir. Ayetin ait olduğu paragraf 101–103. ayetlerden oluşmuştur. Buna göre paragraf şöyledir:
101.Ve Biz bir âyet yerine başka bir âyet getirdiğimiz zaman –Allah ne indirdiğini daha iyi bilen olmasına rağmen– onlar, “Sen, ancak bir uydurucusun” dediler. İşin doğrusu onların çoğu bilmiyorlar.
102.De ki: “Allah, onu; indirdiğini, Rabbinden ruhulkudüs; Toplumu canlandıran Allah ilkesi olarak,  iman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, hak ile indirmiştir.
103.Ve kesinlikle Biz biliyoruz ki, onlar “Sadece, o’na bir beşer öğretiyor” diyorlar. Peygamber’e öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Kur’ân ise apaçık bir Arapça’dır.

Müellif devamla "Görüldüğü gibi, 101. ayette açık ve net olarak Kur’an’ın “Allah’ın indirmesi” olduğu bildirilmektedir. Oysa 102. ayetle ilgili olarak Kur’an’ı Cebrail adlı meleğin indirdiği yolundaki Kur’an dışı kabul, 102. ayet ile 101. ayetlere verilen anlamlar arasındaki çelişkinin görmezden gelinmesine yol açmıştır.diyerek Kur'anın Cibril aracılığı ile inmediğine dair olan düşüncesini ortaya koymaktadır. Kur'anın elbette Allah (c.c) indirmiştir. Onun Kur'anı Cibril veya Ruhul Kudüs aracılığı ile indirmiş olduğunu beyan etmesi , onu kendisinin indirmemiş olduğunu göstermez . Bir hükümdarın fermanını , başka bir hükümdara iletmekle görevli olan elçinin ilettiği söz nasıl elçinin kendi sözü olmuyorsa , beşer elçiye melek elçi aracılığı ile iletilen söz de elçinin kendi sözü değil, hükümdarın sözüdür. 

Müellif, ön yargısını kabul ettirmek amacı ile,  resmi mushafta çelişki olduğunu iddia dahi ederek bu çelişkiyi düzeltme !!! yoluna şöyle gitmektedir :

"Resmi mushaftaki bu ÇELİŞKİ iki yolla çözülür. Şöyle ki:

101. ayetteki “والله اعلم بما ينزل” ifadesi dikkate alındığında 102. ayetteki “ نزلnezzele” fiilinin failinin “ اللهAllah” olması gerekmektedir. Bu takdirde “ هHu” zamirinin mercii de “101. Ayetteki “ ماma” ismi mevsulü olacaktır. Bu gerçekler karşısında da ayet metnindeki  ref halinde  okunan  “ روح القدسruhulkudüs”  olarak okunan ifade de “ruhalkudüs” şeklinde  “hal” olarak okunmalıdır.
Ortaya çıkan sonuç özet olarak şudur: Kur’an’da geçen “Ruhü’l-Kudüs” ifadeleri, “Vahy, Allah’tan gelen temiz, sağlam bilgiler” demek olup kesinlikle “Cebrail adı verilen vahiy meleği” demek değildir.
Eleştirmiş olduğu meallerde Ruhul Kudüs'ün Cebrail olduğunun peşinen kabul edildiğini söyleyen müellifin , kendisi de aynı peşinciliği yaparak, Ruhul Kudüs'ün Cebrail olmadığı üzerine anlam örgüsünü kurmaya çalışmaktadır. Şimdi biz de , önce Nahl s. 102. ayetindeki ibareleri kelime kelime ele alarak bu ayete bir anlam vermeye , sonra da müellifin verdiği anlam ile karşılaştırmaya çalışalım.
qul=  de ki / nezzelehu=  onu indirdi/ ruhul qudüsü=  ruhul qudüs/min rabbike= senin Rabbinden / bilhaqqi=hak ile/ li yusebbite= sağlamlaştırmak için/ellezine = o kimseler ki /amenu= iman ettiler /ve hüden= hidayet edici , yol gösterici olarak/ ve büşra= müjdeci olarak/ lilmüslimine=teslim olanlar , Müslümanlar için

"De ki, Ruhul kudüs onu , mü'minlerin imanını sağlamlaştırmak , Müslümanlara yol gösterici ve müjdeci olmak üzere senin Rabbinden hak ile indirmiştir." 

Şimdi bir daha Nahl s. 102. ayetine Hakkı Yılmaz'ın verdiği anlamı vererek ikisini mukayese edelim .

"De ki: “Allah, onu; indirdiğini, Rabbinden ruhulkudüs; Toplumu canlandıran Allah ilkesi olarak,  iman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara bir müjde ve kılavuz olmak üzere, hak ile indirmiştir"


Sayın Hakkı Yılmaz'ın Nahl s. 102. ayetindeki "Ruhul Kudüs" terimine kendi yüklediği anlamı yükleyerek verdiğimiz zaman şu şekilde bir anlam oluşmaktadır . 

"De ki onu Rabbinden Ruhul Kudüs (Temiz ilahi bilgi Allahtan gelen sağlam bilgiler) toplumu canlandıran Allah ilkesi olarak , iman etmiş kimseleri güçlendirip kökleştirmek/tutundurmak için ve Müslümanlara müjde ve klavuz olmak üzere hak ile indirmiştir."

Ruhul kudüse sayın müellif'in vermiş olduğu "vahiy" anlamını yüklediğimizde ortaya çıkan durum VAHYİN KENDİSİNİ İNDİRMİŞ OLMASIDIR YANİ VAHYİ , VAHİY İNDİRMEKTEDİR.

Müellifin Nahl s. 102. ayetine vermeye çalıştığı anlam zorlama ve anlaşılmaz bir şekilde okuyucunun defalarca okumasını gerektirecek derecede karışık bir anlamdır. Verilen anlamı anlayan bir kişi bu seferde , Ruhul Kudüs terimine yüklediği vahiy anlamının kendi kendisini nasıl indirebileceğini düşünerek, kafasının büsbütün allak bullak olmasına sebep olacaktır. 

Okuyucu , müellifin ön yargılarını tasdik amaçlı bir anlam yükleme çalışması yaptığını anladığında ise, yapılan yanlışın vehametini görerek , müellifin bu konudaki düşüncelerinin ne kadar saçma olduğuna şahit olacaktır.

Sonuç olarak; Bundan yaklaşık 5 yıl öncesinde Nahl s. 102. ayetine verdiği anlam üzerinde eleştirilerimizi yönelttiğimiz sayın Hakkı Yılmaz , eserinde yapmış olduğu tashihler sebebi ile Nahl s. 102. ayeti ile ilgili düşüncelerini tashih etmek ihtiyacı duymuş , 5 yıl önce Nahl s. 102. ayeti ile ilgili yaptığı gramer çözümlemesinde "Yanlış" olarak iddia ettiğini, bugün "Doğru" olarak iddia etmektedir. Fikir ve düşüncelerde zaman içinde elbette farklılık olabilir , ama değişkenlik arz etmeyen gramer konusunda dün ayrı , bugün ayrı şey söylenildiği zaman bu hatayı yapan kişiye "Daha önce aklın neredeydi?" diye sorulur. 

Kur'anı ön yargılarının esiri olmuş biçimde okuyanlar , yaptıkları hatalar sonucu iyice dibe batarak kendilerini gülünç duruma dahi düşürebilmektedirler. Ruhül Kudüs terimine "Vahiy" anlamını yükleyen sayın Hakkı Yılmaz , Nahl s. 102. ayetine verdiği anlam ile Kur'anın Ruhul Kudüs'ün indirdiğini söylemektedir. Bu indirmeyi Kur'an bu şekilde söylemektedir , ancak müellif bu terime "Vahiy" anlamı yükleyerek , Kur'anı Ruhül Kudüs'in yani vahyin indirdiğini iddia ederek kendisini komik duruma sokmaktadır. 

Hangi eser olursa olsun , veya kimin eseri olursa olsun , bu eser eğer bir tercüme faaliyetine tabi tutulacak ise , bu eserden anlaşılmak istenen değil , bu eserin anlatmak istediğini yansıtmak , mütercimin görevidir. Metinde herhangi bir ibareyi beğenmemek veya o ibare onun inançları ile aykırılık göstermiş olsa dahi , ahlaki kurallar mütercimin o eserde herhangi bir artırma , eksiltme veya tahrif yapmasını asla mazur göstermez.

Sayın müellifin zaman içinde eserinde değişiklikler yapması bir bakıma olumlu bir yönü olup , bu olumlu yönünü , bazı ayetlerde yaptığı ön yargılı okumalar sonucunda düştüğü hatalarda da göstererek , doğruya yönelmesini hem kendisi hem de eserini okuyanlar kişiler açısından sevindirici olacaktır. 
                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

10 Ekim 2015 Cumartesi

KERİM KUR'AN Adlı Kur'an Çevirisi Üzerinde Bir Değerlendirme

Türkiye de son yıllarda artan Kur'anın mesajını okuma ve anlama çalışmalarının bir uzantısı olan , Kur'an çevirilerine geçtiğimiz ramazan ayı içinde , sayın Erhan Aktaş'ın "KERİM KUR'AN" adlı çevirisi eklenmiştir. Türkiye de yapılan bazı Kur'an çevirilerinin ticari amaçlı olduğunu düşündüğümüzde , sayın Aktaş'ın bu çeviriyi okuyucuya ulaştırma metodu takdire değer bir davranış olup , yaptığı iş üzerinden para kazanmayı amaçlamamış olmasının diğer Kur'an çevirmenlerine örnek olmasını diliyoruz. 

Kur'an çevirilerinin genel olarak , çeviriyi yapan kişinin bilgi birikimi , yetiştiği kültür ortamı , meşrebi bakış açısı ile orantılı olarak yapılmış olduğu hepimizin malumudur. Sayın Aktaş, çevirisinin giriş bölümünde bu konuda hayli uzun bir malumat vermiş olup , verdiği malumatların hepsi altına imza atılacak malumatlardır. Hiç bir Kur'an çevirisi hatadan beri olmamakla birlikte sayın Aktaş'ın çevirisinde bizim açımızdan hata olarak gördüğümüz noktaları kendisine iletme cesaretimizin nedeni , kendisi bu konuda yapılan ikazları ikinci baskıda dikkate alacağını söylemesi olup , "Ben yaptım oldu" havası içinde bir çeviri sahibi olmak istemediğini açıkça göstermiştir, kendisini bu davranışından dolayı takdir ediyoruz. 

Yaptığı çevirinin en önemli özelliği parantez kullanmaması ve bir çok çevirmenin dikkat etmediği kavramlara dikkat çekmesi olup , bazı ayetler ile ilgili düşüncelerini dipnot şeklinde paylaşmış ve bu dipnotlardan bazıları ciddi bir şekilde tepki çekmiştir. Bu dipnotların bazılarında , anlam yorum tarzına uygun bir yol izleyerek , ayet ile ilgili düşüncesini ayet içine değil ,altına dipnot şeklinde yazması bazı ayetler ile ilgili yorumlarında biz de, isabetli düşünmediği kanaatını oluşturmuştur.

Ayrıca metne sadık kalan bir tarzda yapılan çevirilerin , "Anlam yorum" tarzında yapılan çevirilere göre daha sağlıklı olduğunu düşündüğümüz için bu çevirinin metne sadık kalma noktasındaki hassayeti kayda değerdir ancak , ancak bazı ayetler ile ilgili olarak koyduğu dipnotlar çevirmenin kendi düşüncesinin bir ürünü olup bu konularda dikkat edilmesinin gerektiğini düşünüyoruz.

Yazımızda, kendisinin bazı ayetler ile ilgili yapmış olduğu çevirilerin hatalı olduğunu, özellikle Kur'anın inmesi ile ilgili ayetlerin çevirilerinde hata yapıldığını düşündüğümüz için bu ayetlere verdiği anlamlar üzerinde durmaya çalışacağız. 

Bakara s. 97. ayeti . 

Kul men kâne aduvven li cibrîle fe innehu nezzelehu alâ kalbike bi iznillâhi musaddikan limâ beyne yedeyhi ve huden ve buşrâ lil mu’minîn(mu’minîne).

De ki : Kim Cibril' düşmansa , bilsin ki O, onu bilgisi dahilinde iki eli arasındakileri tasdik edici , müminlere doğru yolu gösterme ve müjde olarak senin kalbine indirmiştir.

Sayın Aktaş'ın Bakara s. 97. ayetine verdiği anlam bu şekildedir. Ayet ile ilgili verdiği dipnotta "Cibril'in vahyi Muhammed (a.s) a getirdiğini düşüncelerine katılmadığını beyan ederek ,son cümleyi "Dolayısı ile Cibril'e vahiy meleği denilmesinin dayanağı yoktur" diyerek bağlamıştır. Biz, vahiy meleğinin olup olmadığını tartışmak için değil, bu ayetin çevirisinin doğru olmadığını düşünerek yanlışı ortaya koymaya çalışacağız.

Sayın Aktaş çeviride , "O"  zamiri ile bahsedilen kişinin Allah (c.c) olduğunu söylemektedir. Arapça metinde "feinnehu" şeklindeki ibarenin Cibril'e raci olması gramer kuralları gereğidir. Ayet içindeki fail Cibril olup onun yaptığı iş anlatılmaktadır. Yapılan çeviride ki "O" zamirini Allah (c.c) olarak okuduğumuz zaman Cibril'in Allah (c.c) olduğu gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. 

Yapılan hata, ayet içindeki "feinnehu" zamirinin, Cibril'e raci edilmemiş olmasından kaynaklanan bir durumdur. Bu zamirin Allah (c.c) ye raci edilmesi gibi bir durum sözkonusu olamaz. Basit bir gramer kuralı olan , zamirin en yakın isme raci olması kuralına burada dikkat edilseydi "O" zamirinin karşılığının Allah (c.c) değil , Cibril olduğu anlaşılırdı. Yapılan hatanın sebebi ,dipnotta belirtildiği gibi Cibril'in vahiy meleği olduğu düşüncelerin dayanağının olmadığı iddiasıdır. Sayın Aktaş bu düşüncesini dipnotta belirtebilirdi ancak bunun böyle olduğunu ispatlamak için hatalı bir çeviri yapmak zorunda değildi. 

Ayrıca ayet içindeki Bi iznillahi (Allah'ın izni ile) ibaresinin çeviriye dahil edilmeyerek çıkarılmış olması, hatadan ziyade bir tahrifattan başka bir şey değildir. Çünkü bu ibarenin çeviriye dahil edilmesi sayın Aktaş'ın önce zihninde oluşturduğu düşünceye aykırı olacağı için, çareyi, o ibareyi çeviriden çıkartmakta bulmuştur.

Bu ayetin doğru çevirisinin ,bir çok çeviride yapıldığı şekli ile şu şekilde olması gerektiğini düşünüyoruz. 

De ki: «Cibril'e kim düşman ise,  gerçekten o , onu, Allah'ın izniyle kendinden öncekileri doğrulayıcı ve mü'minler için hidayet ve müjde verici olarak senin kalbine indirdi.

Nahl s. 102. ayeti. 

 Kul nezzelehu rûhul kudusi min rabbike bil hakkı li yusebbitellezîne âmenû ve huden ve buşrâ lil muslimîn(muslimîne).

De ki : İman edenlerin ; imanlarını pekiştirmek ,Müslümanlara kalvuz ve müjde olmak üzere Rabb'inden , Hakk ile çokça Ruhu'l-Kudus indi.

Sayın Aktaş Nahl s. 102. ayetine böyle bir anlam verdikten sonra dipnotunda , Ruhul Kudus tamlamasının Allah'ın vahyi olduğunu, bu nedenle bu tamlama ya Cebrail anlamı verilmesinin doğru olmadığını söylemektedir. Biz bu tamlamanın Cebrail olup olmadığını tartışmaktan çok dip notunda belirttiği " Ayrıca ayette yer alan "nezzele" fiiline "indirdi" anlamı vermek gramer olarak yanlıştır. Zira "indirdi" olabilmesi için , sözcüğün "nezzele" değil "enzele" olması gerekirdi. Ayette yer alan "nezzelehu Ruhu'l Kudus" ifadesinin anlamı , "Ona çokça vahiy / Ruhu'l Kudus indi" demektir. iddiasının üzerinde durmak istiyoruz.

Sayın Aktaş , "nezzele" filine, "indirdi" anlamı verilmesinin YANLIŞ olduğunu , bu kelimeye "indirdi" anlamı verilebilmesi için sözcüğün "enzele" olması gerektiğini söylemektedir. Sayın Aktaş'ın kendi çevirisinde , "nezzele" fiilinin geçtiği diğer ayetlere verdiği anlamlara baktığımız zaman bu kelimeye , gramer açısından YANLIŞ olduğunu ifade ettiği "İNDİRDİ" anlamı vermiştir. Bakara s. 97. ayetinde geçen "nezzelehu" fiiline, yanlış dediği "İNDİRDİ" anlamı vermiş olması sayın Aktaş için büyük bir çelişkidir. 

Sayın Aktaş'a soruyoruz ; Sayın Aktaş eğer Nahl s. 102. ayetinde geçen "nezzelehu" kelimesine verilen "indirdi" anlamı gramer olarak yanlışsa , neden aynı kelimeye, Bakara s. 97. ayetinde ve kelimenin geçtiği bütün ayetlerde yanlış olduğunu iddia ettiğiniz anlamı verdiniz?. "Nezzele - nezzelna - nezzelehu - nezzelnahu" kelimelerinin geçtiği ayetlerde bu kelimeye verdiğiniz anlam eğer yanlışsa bu kelimelerin hepsini , doğru olduğunu iddia ettiğiniz "indi" olarak düzeltmeniz gerekmektedir. Yok eğer bunlar doğrudur derseniz o zaman Nahl s. 102. ayetine verdiğiniz sizin doğru olduğunu iddia ettiğiniz fakat kendiniz ile çelişkiye düşerek yanlış çevirdiğiniz bu kelimeyi düzeltmeniz gerekmektedir. 

Bırakın diğer ayetleri sadece "nezzelehu" kelimesinin geçtiği bir ayeti "İndirdi" olarak çevirip , aynı kelimenin geçtiği diğer ayeti "indi" olarak çevirmeniz , üstelik Bakara s. 97 de verdiğiniz "indirdi" anlamının gramer açısından yanlış olduğunu iddia etmeniz , okuyucuların aynı kelimenin acaba hangi anlamı doğru şeklinde bir şüpheye düşmesine sebeb olacak ve sizinde bu konuda büyük bir çelişkiye düştüğünüz görülecektir. Bir kelimeye verilen anlam eğer gramer olarak yanlış olursa , aynı kelimeye başka ayette verilen ve yanlış olduğu iddia edilen nasıl doğru olabilir?.

Bu ayetin doğru olduğunu düşündüğümüz çevirisi şu şekilde olmalıdır. 

 De ki: «İnananları sağlamlaştırmak ve müslümanlara yol gösterici ve müjde olmak üzere onu (Kur'an'ı) Ruh'ül Kudüs, Rabbinden hak olarak indirdi.»

Şuara s. 193. ayeti. 

Nezele bihir rûhul emîn(emînu).

Onunla er-ruh'ul emin indi.

Şuara s. 193. ayetini bu şekil çeviren sayın Aktaş , "ruhul emin" terkibinin "vahiy" olduğunu söylemektedir.

Sayın Aktaş bu ayet içindeki "nezele bihi" ibaresine "indi" anlamı vermektedir. "be" harfi cerri nin geçişsiz fiili geçişli yapması gibi bir özelliği olduğunu düşündüğümüz zaman bu ibarenin "indirdi" şeklinde çevrilmesi daha doğrudur.

Sayın Aktaş , Yusuf s. 15. ayetindeki "zehebu bihi" ibaresini bu kurala riayet ederek "götürdüler" , aynı surenin 72. ayetindeki "cae bihi"ibaresini "bulana" (getirene şeklinde olması daha uygun olmakla birlikte bu çeviri aynı anlama gelmektedir) , müminun s. 18. ayetindeki "zehabin bihi" ibaresini "gidericiyiz" şeklinde çevirmiştir. Aynı surenin 210. ayetindeki "ve ma tenezzelet bihişşeytanü" cümlesinin " onu şeytanlar indirmedi" şeklinde çevirerek bu kurala riayet etmiş , fakat Şuara s. 193. ayetinde bu kurala riayet etmesi halinde Kur'anın "ruhul emin" tarafından indirilmesi anlamı , bu konu ile ilgili ayetlere verdiği anlam ile çakışacağı için çareyi bu kuralı ihlal etmekte bulduğunu düşünüyoruz.

Tekvir s. 19. ayetindeki "kerim elçi" nin kimliği konusunda dipnotunda yaptığı açıklamada onun Muhammed (a.s) olduğunu "Cebrail" olduğu şeklindeki ifadelerin doğru olmadığını söylemektedir. Biz Cebrail'in var olup olmadığı açısından değil bu ayetteki kerim resul'un Muhammed (a.s) olup olmadığı açısından ayeti irdeleyeceğiz.

19. ayette bahsedilen kişinin eğer Muhammed (a.s) olduğunu kabul ederek okuyacak olursak şöyle bir durum meydana gelecektir; 20 ve 21. ayetlerde vasıfları sayılan kişinin 23. ayette birisini gördüğünden bahsedilmektedir. Sayın Aktaş ın yorumu üzerinden gidecek olursak , Muhammed (a.s) , Muhammed (a.s) ı görmektedir. Bunun doğru olamayacağını bilen sayın Aktaş bu sefer 23. ayete koyduğu dipnotta görülen şeyin "Allah tan vahyedilen , Allahın büyük tecellisi" olduğunu söylemektedir.

Sayın Aktaş tezini, Cebrail adında birisinin olmadığı üzerine kurmadan bu ayetleri okusaydı , Muhammed (a.s) ın 23. ayette gördüğü beyan edilen şeyin , 19. ayette anlatılan kerim elçi olduğu konusunda, zorlama yorumlara girilmesine gerek kalmazdı.

Necm suresi 5. ayet dipnotunda , "Rahman suresi 1. 2. ayetlerinde Kur'anı öğretenin "Cebrail" değil Allah olduğu bildirilmektedir" demektedir. Rahman suresinde Kur'anı öğretenin elbette Allah olduğunu söylemektedir , ancak sayın Aktaş verdiği dipnotta Kur'anı Cebrail'in öğretmediği sanki Rahman suresi ayetlerinde yer alıyor gibi bir düşüncenin oluşmasına sebeb olmaktadır. Bu düşünceler Allah (c.c) nin , seçtiği beşer elçilere vahyetme keyfiyetinin , meleklerden seçtiği elçiler ile olduğunu düşünmeden yapılan yorumlardır. Allah (c.c) nin melek ile vahyetmesi mesajın onun tarafından ve onun öğretmesi olduğuna herhangi bir halel getirmez.

5. ayette Muhammed (a.s) a Kur'anı öğretenin Allah (c.c) olduğunu düşündüğümüz zaman , sonraki ayetler , Muhammed (a.s) ile 5. ayette bahsedilen kişinin ilişkisini anlatmaktadır. Eğer bu kişinin Allah (c.c) olduğunu iddia edersek , Muhammed (a.s) ile aralarının çok yakın olduğu , onun yere indiği gibi anlatımları Allah (c.c) ile ilişkisini kurmak zorunda kalırız.

Sayın Aktaş , 18. ayetin dipnotunda , 1-18. ayetler arasındaki anlatımların gaybi alemde gerçekleşen olaylar olduğu , bu anlatımların teşbih içerdiği , vahyin Muhammed (a.s) a nasıl ulaştığının anlatıldığını ifade etmektedir. 

Bu düşüncelere katılmakla birlikte sayın Aktaş'ın kaçırdığı noktanın şurası olduğunu düşünmekteyiz ; Evet bu ayetler vahyin gelişini teşbihi ifadeler ile anlatmaktadır, bu anlatılanlarda gerçekleşen olayı Muhammed (a.s) birebir olarak yaşamıştır. Onun yaşadığı bu olay bizlere teşbihen anlatılmaktadır, onun yaşadıklarının teşbihi anlatımı değildir.

Ele almaya çalıştığımız ayetler , Kur'anın Muhammed (a.s) a ulaşması ilgili ayetler olup , sayın Aktaş bu ayetler ile ilgili çevirilerini , Cebrail adında bir vahiy meleğinin olmadığı tezi üzerine kurmaya çalışmıştır. Vahyin ulaşma keyfiyetini anlatan ayetlerde geçen , Cibril , Ruhul emin , Ruhul kudus gibi terimler ile ifade edilen şeylerin ne olduğunu bilmemiz mümkün değildir. Allah (c.c) bu isimlerle soyut bir olguyu bize somutlaştırarak anlatmaktadır. 

Rivayet kitaplarda geçen kanatlı meleklerin gelip Muhammed (a.s) a vahyi getirdiği düşüncesine bizimde katılmamız mümkün değildir , ancak Şura s. 51 de Allah (c.c) nin insanlarla konuşmasının 3 şeklinden biri olan , elçi göndererek vahyetmesi , Hacc. s 75 de Allah (c.c) nin meleklerden elçi seçmesi, Nahl s. 2. ayetinde beyan edilen " O, kullarından dilediğine kendi emrinden melekleri ruh ile indirir ki; Ben'den başka tanrı yoktur, Ben'den sakının, diye uyarsınlar." durum dikkate alınarak ilgili ayetler okunmaya çalışılsaydı , Cebrail in vahiy meleği olmadığının oturtulmaya çalışılması için ilgili ayetler üzerinde bu kadar oynamalar yapılmasına gerek kalmazdı.


Sayın Aktaş'tan şahsım adına şunu beklerdim , ilgili ayetlerin çevirisini Cebrail'in vahiy meleği olmadığı tezi üzerine kurulmuş bir anlayış üzerine kurarak değil , daha objektif bir yaklaşım sergileyerek , bu tezinin ayrı bir yazı konusu yapıp çevirinin dışında bunu paylaşabilirdi. Eleştirilerimiz sadece bu konuda olmayıp , faiz ve örtünme konularında yaptığı dipnot şeklinde açıklamaların yerinin bu çevirinin sayfaları içinde olmaması gerektiğini bu konularda eğer söylecekleri varsa ayrı bir kitap halinde paylaşılması gerektiğini düşünüyoruz. 

Kendisinin de rahatsız olduğunu belirttiği, kişilerin şahsi düşüncelerinin Kur'ana onaylatma merkezli bir çalışma haline gelme tehlikesini taşıyan "anlam yorum" tarzı çeviri çalışmasının bir benzerini , vahyin gelişi , faiz ,örtünme , ile ilgili ayetlerin altına koymuş olduğu dipnotlar la "anlam yorum" tarzını kendisinin de takip ettiğini düşündüğümüzü söylemek istiyoruz.

Şahsım adına söylemek gerekirse , sayın Aktaş'ın yukarıdaki ayetler ile ilgili çevirilerinin yanlış olduğunu iddia etmiş olmam ,  her ne kadar vahyin Muhammed (a.s) a elçi ile inmiş olduğu düşüncesi içinde olsam da, bu ön yargı ile ayetlerin çevirisinin yanlış olduğu iddiasında olmadığımızın anlaşıldığını düşünüyorum. 

Melek kavramı maalesef rivayetlerin gölgesi altında kalmış bir konu olup , Muhammed (a.s) ın vahiy alması konusundaki bazı rivayetlere baktığımızda , Cebrail ile sanki kanka durumunda olup ikide birde onunla görüşen bir kişi durumuna sokulmuştur. Bunun böyle olması mümkün olmayıp, olayın Kur'ani bir zemine oturtulması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu oturtma çalışmalarına eğer , ilgili ayetlerin anlamlarını yerinden oynatmakla başlarsak , doğru bir başlangıç olmayacağı bilinmelidir. 

Sayın Aktaş'ın , Meryem s. 24. ayetine verdiği anlam hakkında da kısaca görüşlerimizi belirtmek istiyoruz. 

Fe nâdâhâ min tahtihâ ellâ tahzenî kad ceale rabbuki tahteki seriyyâ(seriyyen).

Sonra aşağısından , ona "Üzülme" diye bir ses geldi: Rabb'in senin alt tarafında olanı şerefli kılmıştır.

Sayın Aktaş'ın bu ayete verdiği anlamın yanlış olduğunu düşünmemekle birlikte , bağlam gözetilmeden anlam verildiğini düşünüyoruz şöyle ki ; Ayet içinde ki "seriyyen" kelimesi, kendisinin de belirttiği gibi "su yolu" anlamına da gelmektedir. Biz Mü'minun s. 50.  de " Biz, Meryem'in oğlunu ve annesini bir ayet kıldık ve ikisini barınmaya elverişli ve akar suyu olan bir tepede yerleştirdik." şeklindeki beyanın dikkate alınarak "su yolu" anlamının verilerek çevirlmesinin daha doğru olacağını düşünüyoruz. 

Ayrıca ayet içinde ki nida nın doğum öncesi olduğunu düşündüğümüzde , sayın Aktaş tarafından verilen anlamın uygun olması için , ayet içindeki "tahteki" kelimesi yerine "senin karnındaki ni" şeklinde çevrilmeye müsait olan "batın" kelimesi ile ifade edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Sonuç olarak ; sayın Erhan Aktaş'ın yapmış olduğu çevirinin ilk baskısından sonra ,ikinci baskı için tashihe muhtaç yerlerini geecek olan uyarıları dikkate alacağını söyleyerek , bunları ikici baskı da düzelteceğini söylemesi üzerine , şahsımız tarafından gönderilen bazı tashihlerin dikkate alınması , kendisinin bu konuda "Ben yaptım oldu" mantığı içinde bir çalışma yapmamış olması bizi sevindirmiştir. İlk baskısında gördüğümüz ve önemli olarak dikkat çektiğimizi yazımızda ele aldığımız ayetler üzerinde düşüncelerinin aynı olduğunu gördüğümüz için ilgili ayetler üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmak istedik. Yazımızda ele aldığımız ayetleri, biz gibi düşünmediği üzerinden değil , çevirilerdeki hatalar noktasından ele almaya çalıştık. 

Yapılan çevirinin emek ürünü ve uzun yıllar gerektiren bir çalışma olduğu ve bu çalışmalarını bir kalemde üzerinin çizilmesinin haksızlık olduğu düşüncesi içinde yazılmış bir yazı olduğunun önce sayın Aktaş'ın sonra okuyucuların bilmesini isterim. Yapılan hiç bir çeviride sıfır hata olmayacağı bilinci içinde olduğumuzu , kendimiz böyle bir işe girişsek  bizdede hatalar olacağını bilerek böyle bir işe cesaret edemediğimizi itiraf etmek , cesaret edenlerin cesaretlerinin kırmamak gerektiği söyleyerek yapılan eleştirilerin yıkıcı değil yapıcı olmasını düşündüğümüz için, bu yapıcılığa örnek olmak için bunları kaleme almaya çalıştık, sayın Erhan Aktaş'ı tekrar tebrik eder , sürçü lisan ettik ise af ola diyoruz. 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


25 Şubat 2012 Cumartesi

Hakkı Yılmaz'ın "Kur'anda Meryem " Adlı Makalesi Üzerine Tenkidi Bir Yaklaşım

Bu yazımızda sayın Hakkı Yılmaz'ın "Kur'anda Meryem" adı altında yazmış olduğu makalesinin üzerinde durmak istiyoruz. Makaleye geçmeden yazının başlığı hakkındaki çekincelerimizi paylaşmadan geçemeyeceğiz. "Kur'anda .........." başlığı  ile yazılan kitap veya makalenin sahibi bu başlığı atmakla , "kur'an bu konu hakkında bunu söylüyor" şeklinde bir iddianın sahibidir, halbuki , "Kur'anda .........."başlayan  ve iki ayrı kişi tarafından yazılmış  kitap veya  makalede isim aynı olmasına rağmen birbirine 180 derece zıt düşünceler mevcut olabilmektedir.

Her iki kitap hem Kur'anda........diyecek hemde birbirine 180 derece ters düşünce bulunacak ve bu iki kitap veya makalenin ikisi de doğru olacak bunun imkansız olduğu olduğu ortadadır. Acizane tavsiyemiz odur ki, Kur'an hakkında herhangi bir düşünce beyan edecek olanların kendi düşüncelerini, "Kur'an böyle diyor" şeklinde ifade etmekten çok , "Benim bu konu hakkında Kur'andan anladığım bunlardır" şeklinde ifade etmeleridir. Bu tavsiye girişinden sonra, sayın yazarın konu hakkındaki makalesi ile ilgili düşüncelerimizi belirtmeye çalışalım. 


Sayın yazar yazısına " Meryem ve İsa peygamber insanların üzerinde en çok ihtilaf ettikleri, tartıştıkları şahsiyetlerin başında gelir."diyerek başlamakta bizimde katıldığımız ,konu ile ilgili tek sağlam bilginin kur'an olduğunu belirterek yazısına ,Meryem sözcüğünün anlamı ve ailesi ile ilgili bilgiler ile  devam etmektedir. "Meryem olgusunu kur'andan izleyelim" başlığı altında, al-i imran s. 32-37. ve 42-51. ayetlerinin mealini verir. Al-i imran s. 46. ayetine , "Yüksek mevkide bulunarak ve yetişkin biri olarak insanlarla konuşacaktır da." şeklindeki mealin yanlışlığını daha sonraki başlıklardada ele alınacağı için orada ele alacağız.  


Sayın yazar, "Meryemin cinsiyeti" adlı açtığı başlıkta meryemin çift cinsiyetli olduğunu yazarak şöyle devam etmektedir. " Ali Imran’daki bu pasajda Rabbimizin “Hâlbuki Allah onun doğurduğu şeyi daha iyi bilir” buyurması, aslında Meryem’in kız olmadığının da bildirilmesidir." diyen sayın yazar , Al-i İmran suresi 36. ayetinin başındaki " felemma vadaethe" (onu doğurduğunda) cümlesini diyen Allah c.c nin "he" dişil zamirini , neden kız olmayan biri için  kullanmasının izahını nasıl yapacaktır?

Meryemin , 37. ayette "Bunun üzerine Rabbi Meryem'i güzel bir kabul ile kabul etti. Ve onu güzel bir bitki olarak bitirdi.”"" ifadesinden Meryemin bir bitki gibi yetiştirildiğini bitkiye benzetilmediğini dolayı ile meryemin normal bir insan olmadığı çıkarımını yapmaktadır. Çıkarımına delil olarak sunduğu nuh s. 17. deki "Ve Allah sizi yeryüzünde bitki olarak bitirdi" ifadesinden bütün insanlarında anamaddesinin toprak olduğu , ancak Al-i İmran s. 42. ayetindeki "Allahın onu seçip temizlemesi ve alemlerin kadınlarından üstün tutmasını" meryemin özel bir kadın olarak yetiştirildiğinin delili değil midir? . Nuh s. 17. ayetindeki, " Vallahu enbeteküm minel ardı nebaten"( Allah sizi yeryüzünde bitki olarak bitirdi ) ayeti ile al-i imran s. 37. ayetindeki "enbeteha nebaten hasenen" (onu güzel bir bitki olarak bitirdi) ayetleri arasındaki "Hasenen" ( güzel) kelimesi Meryemin bütün insanların arasından seçilmişliğinin farkını anlatır , aksine sayın yazarın "Meryem'in daha sonra erkeksiz hamile kaldığı da göz önüne alınırsa, bitki özelliğinde olması onun tıpkı çiçekli bitkilerin çoğunda görüldüğü gibi " erselik" yapıda olduğu, yani vücudunda hem erkek hem dişi üreme organı bulunduğu ihtimalini ortaya çıkarır." iddiasını anlatmaz.  


43. ayetteki, " Verkaii mearrakiine" ( ruku edenlerle birlikte ruku et) cümlesindeki "errakıine" kelimesinin müzekker olmasından hareketle Meryemin çit cinsiyetli olmasından ötürü erkekler arasında erkeklerin görevini aldığı ve yaptığı anlatılmaktadır demektedir. Sayın yazar kur'anda bazı ayetlerde örneğini gördüğümüz gramer kurallarına uymayan bazı ayetler hakkında ne diyecektir , müzekker olması gereken yerde müennes , müennes olması gereken yerde müzekker zamiri kullanılan bazı ayetler kur'anda mevcuttur ve örnek olarak şu ayetleri sıralayabiliriz

---"Ellezine yerisunel firdevse hum fihe halidune" ( onlarki firdevse varis olacaklar ve orada ebedi kalacaklar) 23/11  ayetteki "firdevse" kelimesi müzekker olmasına rağmen bu kelime için "he" müennes zamiri kullanılmıştır.  

---"ve alallahi gasdüssebili ve minhe cairun ve lev şae lehedaküm ecmain" ( yolun doğrusu Allahındır .yolun eğriside vardır.Allah dileseydi hepinizi doğru yola eriştirirdi) ayetindeki " sebil" kelimesine müzekker olduğu halde" he " müennes zamiri dönmektedir.
Yusuf s. 30. ayetinde ki ," ve gale nisvetün" ( kadınlar dediler ki) "gale " kelimesi müfred müzekker bir kelime iken " nisvetün" kelimesi cemi müennes mükessere bir kelimedir, "nisvetün" kelimesinin ikinci olarak geçtiği 50. ayette "ma balunnisveti ellati gatta'ne eydiyehünne" ( ellerini kesen kadınların maksadı neydi) cümlesinde herhani bir gramer uygunsuzluğu yoktur. Sayın yazar yusuf s. 30 ayetindeki "gale" ,arapça gamer açısından , bir gaib erkek dedi anlamına geldiği halde kendisinin yaptığı yusuf s. 30. ayetinin mealine bütün meallerde olduğu gibi kendiside " kadınlar dediler" anlamı vermiştir. 

Demek istediğimiz şudur, sayın yazarın kur'anda örneklerini gördüğümüz gibi günümüzde  kullanılan arapça dil kurallarına uymayan bazı kelimelerden yola çıkarak böyle bir çıkarımda bulunmasının doğru olmadığıdır. 


Meryem suresi 16. ayetindeki Meryemin doğu tarafına çekilmesi ile ilgili olarak meryemin sorunlu olduğu ve sorunları sebebiyle çevresinden uzaklaştığını  ve  meryemin evden kaçan bir kız olduğunu söyler!. 17. ayetteki ehli ile arasına perde çekmesi tabiki bildiğimiz perde çekmek ile alaksı yoktur. Sayın yazar burada ehli yani topluluğu ile ayrılmasını fiziksel problemleri yüzünden olduğu iddiasına karşı(ehil kelimesini aile şeklinde çevirmek dar bir anlam vermektir) ehli ile arasına perde çekmesini anlamak için şu ayetlerin yardımına başvurmak gerekmektedir. 

----- 41.005Ve dediler ki: Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde (HİCABÜN) bulunmaktadır. Onun için sen (istediğini) yap, biz de yapmaktayız!.
-----[017.045] [E0] Bir de sen Kur'anı kıraet ettiğin vakıt biz seninle Âhırete inanmıyanların arasına görünmez bir hıcab(HİCABEN) çekeriz.

Örneğini verdiğimiz ayetlerdeki "perde çekmek" mü'minler ile müşrikler arasındaki ayrışmayı ifade etmektedir. Meryemin de perde çekmesi sayın yazarın iddia ettiği gibi çift cinsiyetli (hünsa) olduğu gerekçesi ile problem yaşamasından değil kendisini himaye edecek bir tevhid erinden ( Zekeriye ve Yahya) mahrum olmasıdır. Nasıl ki müşrikler kendilerini hicab ile mü'minlerden ayrıştırıyorsa Meryem'de müşriklerden hicab ile ayrılmaktadır. Meryem'in hamilelilk süreci başlamadan önce Zekeriya ve Yahya  as lar maalesef hayatta değildirler. 


Meryem s. 20.ayetindeki " bana bir beşer dokunmamıştır" cümlesi ile ilgili olarak şunlar söylemektedir. " Ayrıca Meryem'in Bana bir beşer dokunmamıştır şeklindeki ifadesi de, onun erselik yapıda olmasına uygun bir ifadedir. Çünkü Meryem " Bana bir erkek dokunmamıştır" dememiş, hem erkek hem kadın için söz konusu edilebilecek bir ifade kullanmıştır. Sayın yazarın, ayette " beşer" olarak geçmesinden yola çıkarak onun hünsalığına dair iddiasını yinelemektedir. Sayın yazarın bildiği üzere orada "beşer" olarak kullanılması o beşerin erkek olduğudur. Erkekten başka hangi varlık bir kadına dokunacakta o kadın hamile kalacak? onun cevabı sayın yazar tarafından maalesef muallakta bırakılmış olup, acaba kadının kadına dokunmasıyla hamile kalınabileceğini iddiamı ediyor diye kendimize sormaktan alıkoyamıyoruz. Yine kur'an ayetlerinin yol göstericiliğine müracaat ettiğimiz zaman " beşer " kelimesinin kur'anda nasıl kullanılmış olduğunun örneklerini görelim. 

----- 3.079 Allah'ın kendisine Kitap'ı, hükmü, peygamberliği verdiği insanoğluna: (LİBEŞERİN) «Allah'ı bırakıp bana kulluk edin» demek yaraşmaz, fakat: «Kitabı öğrettiğinize, okuduğunuza göre Rabb'e kul olun»
demek yaraşır.
-----6.091 «Allah hiçbir insana (LİBEŞERİN) bir şey indirmemiştir» demekle Allah'ı gereği gibi değerlendiremediler. De ki: «Musa'nın insanlara nur ve yol gösterici olarak getirdiği Kitap'ı kim indirdi? Ki siz onu kağıtlara yazıp bir kısmını gösterip çoğunu gizlersiniz, atalarınızın ve sizin bilmediğiniz size onunla öğretilmiştir.» «Allah» de, sonra da onları daldıkları sapıklıkta bırak, oynasınlar.
----- 14.010 Onların resulleri: «Gökleri ve yeri yaratan, günahlarınızı bağışlamaya çağıran ve bir süreye kadar sizi erteleyen Allah'tan mı şüphe ediyorsunuz?» dediler. Onlar da: «Siz de sadece bizim gibi birer insansınız(BEŞERÜN); bizi babalarımızın taptıklarından alıkoymak istiyorsunuz. Öyleyse bize apaçık bir delil getirmelisiniz» dediler.

"Beşer kelimesinin "erkekler" için kullanıldığı örnekleri çoğaltmak mümkündür. Özellikler kendilerine gönderilen resulleri karşı "sizde biz gibi beşerden başkası  değilsiniz" şeklinde itirazlar serdeden müşriklere acaba hiç bayanresul gönderilmişmi? enbiya s. 7. ve nahl s. 43. ayetlerinin " Senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz adamlar gönderdik. Bilmiyorsanız zikirehline sorun." şeklindeki mealide bu sorunun cevabıdır.  


Sayın yazar,"Meryem'e  ruhun üflenmesi" adlı bir başlık açıp , enbiya s.91, tahrim s. 12, nisa s. 171. ayetlerinin meallerini verdikten sonra şunları söyler. "Yukarıdaki ilk iki ayette geçen ruh üfürme tabiri, Nisâ Suresi’nin 171. ayetinde القا  - ilka = bırakma, ulaştırma tabiri ile açıklanmaktadır. Ruh üfürme tabirinin " az bir bilgi ile bilgilendirmek" anlamına gelmektedir. Meryem'e üflendiği bildirilen ruh; onun hamile kalması için rahmine [dölyatağına] yapılan fizikî bir üfürük değil,  Zekeriya  peygamber aracılığı ile gönderilen ilahi mesajlardır. Bu mesajların içeriği ise Meryem ve Âl-i Imran ve Meryem surelerinde şöyle yer almaktadır: "Yazara göre meryeme üfürülen ruhtan kasıt meryeme ,ZEKERİYA as tarafından getirilen ilahi mesajlardır!. Yazısına, meryem s. 16-21. ayetleri ve al-i imran s. 42-51. ayetlerinin meallerini eren sayın yazarın meryem 17. ayetine, "Sonra ailesiyle/yakınlarıyla kendisi arasına bir perde edinmişti de "Biz ona ruhumuzu/ilâhî mesajımızı gönderdik, sonra ruhumuzu/mesajlarımızı getiren elçi, Meryem'e mükemmel bir beşerî örnek verdi."   şeklindeki meal daha sonra yine geleceği için o meali orada ele almaya gayret edeceğiz. 


"Meryemin isayı doğurması" adı altında bie başlıktada , mereyem s. 16- 34. ayetlerinin mealini verir."
"Meryem suresinde meryemi konu eden bu pasajdaki bazı noktalar üzerinde tahlil yapıyoruz:"  diyerek yukarda verdiği ayetlerin tahliline "MERYEM’E GÖNDERİLEN RUH" başlığı altında girer. 


Bu başlık altında tahliline şöyle başlar. "Meryem suresinin 17. ayetinde “Biz ona ruhumuzu/ilâhî mesajımızı gönderdik, sonra ruhumuzu/mesajlarımızı getiren elçi, Meryem'e mükemmel bir beşerî örnek verdi.” buyrulmaktadır." Sayın yazarın yanılgısını ayetteki " fetemessele" kelimesindeki üzerindeki tahlilinde ele alacağız ancak burada dikkatimizi çekmesi gereken meryeme gelen bir kişidir önemli olan o kişinin kimliğidir ve meryem gelen o kişiyi tanımamaktadır. Sayın yazarın iddia ettiği gibi gelen kişi şayet zekeriyya as olsaydı neden "«Eğer Allah'tan sakınan bir kimse isen, senden Rahman'a sığınırım" demiştir? Sayın yazarın , "tebyinül kur'an" adlı eserinde meryem suresinin ilgili ayetlerine yaptığı yorumlarda meryeme gelen kişinin "takiyy" adlı tacizci bir kişide olabileceği yolunda bir yorumada rastlamaktayız. Bu bölümde sayın yazarın  çelişkisi ortaya çıkmaktadır, "Meryemin cinsiyeti ile ilgili açtığı başlık altında ,"-  Ayrıca Meryem'in Bana bir beşer dokunmamıştır şeklindeki ifadesi de, onun erselik yapıda olmasına uygun bir ifadedir. Çünkü Meryem " Bana bir erkek dokunmamıştır" dememiş, hem erkek hem kadın için söz konusu edilebilecek bir ifade kullanmıştır."derken ,burada , "Zekeriya peygamber, bu bilgi sayesinde bir erkeğe gerek olmadan çocuk doğurabileceğini Meryem’e anlatarak görevini yapmış, bu bilginin doğruluğuna kanıt olarak da bebek Yahya’yı göstermiştir. Âl-i Imran suresinin 42,43. ayetlerinde sözü edilen melekler de Zekeriya peygamber ile Meryem’e gönderilen ayetlerdir." şeklinde yazması sayın yazarın kafasının bu konuda karışıklığını gösterir. Meryemin hem çift cinsiyetli olduğunu hemde erkeksiz çocuk doğurabileceğini iddia edeceksiniz meryem madem çift cinsiyetli ise  ve kendisi ," bana bir beşer dokunmadı" demesinden erkeklik cinsiyetide olması muhtemel diyeceksiniz hemde ona gelen kişinin , erkeğe gerek olmadan çocuk doğurabileceğini anlatacak sayın yazarın meryemin çift cinsiyetli olduğu iddiası yine kendisi tarafından yalanmaktadır.

"TEMESSÜL" başlığı altında tahlillerine decvam eden sayın yazar bu kelime ilgili olarak şunları der.   "Meryem suresinin on yedinci ayetinin orijinalinde “fetemessele leha beşeren seviyyen” ifadesi yer alır. Bu ifadeyi  gelenekçiler, genellikle, “Ona mükemmel bir beşer olarak kendini gösterdi; Cebrail mükemmel bir insan şeklinde Meryem’e gözüktü” diye çeviregeldiler. Biz bu ifadenin gerçek anlamını gerçek şekliyle takdim ediyoruz:" Sayın yazar "temessül" kelimesine örnek vermek anlamını verdikten sonra sözcüğün ikinci ve üçüncü anlamlarının insan şekline girmek anlamları olduğunu ve bu anlamların uzak bir anlam olduğunu dolayısı ile ilk anlam olan "örnek vermek" anlamının kullanılması gerektiğini iddia eder . "El müfredattaki" "temessele" kelimesinin anlamına baktığımız zaman şöle bir anlamı görmekteyiz. " bir şeyin biçimini, şeklini yada suretini almak suretine girmek". Meryeme "düzgün beşer" şeklinde temessül eden bir kişi eğer zekeriya as ise meryem ona  neden , "«Eğer Allah'tan sakınan bir kimse isen, senden Rahman'a sığınırım»" desin sayın yazar bu konuda hiçbir açıklama yapmamaktadır.

27-28Sonra Meryem, çocuğunu yüklenerek toplumuna getirdi. Toplumu dediler ki: " Ey Meryem! Doğrusu sen görülmemiş bir şey yaptın. Ey Harun’un kız kardeşi! Senin baban kötü bir kişi değildi, annen de yasa tanımaz/iffetsiz bir kadın değildi."
29Bunun üzerine Meryem ona; doğum anında aşağısında bulunan kişiye; Zekeriya´ya işaret etti, ondan gelişmeleri açıklamasını istedi. Zekeriya, Meryem´in zina etmeden çocuğu doğurduğuna kefil olup çocuğun mabette yetiştirilmesini istedi. Onlar, " Biz, yüksek mevkide olan kişiler, henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyleriz/yüksek mevkide olan kişiler henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyler?" dediler.

Sayın yazarın Meryem s. 27-28-29. ayetlerine verdiği meale özellikle 29. ayetin mealine baktığımız zaman tamamen metin harici ilaveler ile karşılaşmaktayız. Sayın yazara şunu soruyoruz, 29 ayetin neresinde " Zekeriya´ya işaret etti, ondan gelişmeleri açıklamasını istedi. Zekeriya, Meryem´in zina etmeden çocuğu doğurduğuna kefil olup çocuğun mabette yetiştirilmesini istedi."cümlesi mevcuttur?. İsa as ın doğumu sahnesinin hiçbir yerinde olmayan zekeriya as için sanki ayetin metninde varmışcasına böyle parantez dahi açmadan ayete ilaveler yapmak cesaretini nerden ve nasıl almaktadır?.  27. ayette gördüğümüz gibi meryemin kucağında gelen çocuk için kullanılan zamirler hangi arapça gramerine uygun olarak ortada olmayan ve hiçbir şekilde onunla ilgili bir karine dahi bulunmayan zekeriya as için kullanılabilir?. 

Sayın yazar 29. ayetteki ikinci cinayeti , " Onlar, " Biz, yüksek mevkide olan kişiler, henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyleriz/yüksek mevkide olan kişiler henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyler?" dediler." şeklinde bir meal çevirisi ile işlemektedir. " fe eşaret ileyhi galu keyfe nukellimu men kane fil mehdi sabiyyen"( ona işaret etti , dedilerki, biz beşikteki bir sabi ile nasıl konuşuruz) şeklinde meal vermemek için bir satırlık meali 4 satır içinde tahrife varan ilavelerle dolduran sayın yazara , ayetin metnindeki " men kane" (olan kimse) kelimesinin geçtiği diğer ayetleri nasıl çevirmiş olduğuna bakmasını tavsiye ediyoruz. "men kane filmehdi sabiyyen" (o kişi beşikteki bir sabidir) anlamı olan bir cümleye , " Onlar, " Biz, yüksek mevkide olan kişiler, henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyleriz/yüksek mevkide olan kişiler henüz ergenlik çağına gelmemiş birine nasıl söz söyler?" dediler" anlamı veren bir kişinin arapça dil kurallarını hiçe sayarak metni tahrife varan bir şekilde anlam vermesinin sebebi arapça bilgisinin kifayetsizliği olamaz, olsa olsa kendi ön kabullerini Kur'ana tasdik ettirme amaçlı bir düşüncenin ürünü olabilir.  

Meryemin taşlanarak öldürülmesine Zekeriya as ın engel olduğunu iddia eden sayın yazar taşlanarak öldürme cezasını da kabul eder görülmektedir, kur'anda olmayan böyle bir cezanın daha önceki kitaplarda da olamayacağını düşündüğümüz için sayın yazarın recm cezası ile ilgili düşüncelerini gözden geçirmesini özellikle Nisa s. 25-26. ayetlerde bizlere verilen ipuçlarını değerlendirmesini rica ediyoruz.  

Sonuç olarak , "kur'anda Meryem" başlığı altında anlatılanların özeti Meryemin hünsa olması ve ona gelen ruhun Zekeriya olmasıdır ve bu çıkarımlar yapılırken kur'an metnini tahrife varan eklemeler yapılmıştır. Başlık hakkındaki çekincelerimizi yazımızın başında da belirttiğimiz gibi kimsenin kur'anda ......... başlıklı yazılar ile," kur'andaki  anlatılmak istenen budur" şeklinde bir iddiada bulunmaya hakkı yoktur, ancak herkesin okuduklarından anladığını paylaşma hakkı olduğunu da belirtmek isteriz. Ancak kendi ön kabullerini kur'ana tasdik ettirmek için kur'an metni üzerinde oynamalar yapma hakkı kimseye de verilmemiştir.  

                  EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.