3 Nisan 2016 Pazar

Kur'an İnsan Neslinin Nasıl Çoğaldığı Hakkında Bilgi Veriyor mu?

İnsanlar arasında en çok tartışılan dini konuların başında insan neslinin nasıl çoğaldığı konusundaki tartışmalar gelmektedir . Bu konuda yaygın olan kanaat , insan neslinin Adem ile eşinden türeyen çocukların birbiri ile evlenmesi neticesinde çoğaldığı şeklindedir. Fakat bu kanaat , Kur'anın kardeşler arası evliliği yasaklamış olması üzerinden yanlış olduğu delillendirilerek böyle bir çoğalmanın mümkün olamayacağı yönünde , bir takım itirazlara sebep olmaktadır. 

Kardeşler arası evlilik ile insan neslinin çoğalması mümkün olamayacağına göre , geriye tek bir seçenek kalmakta , dolayısı ile insan neslinin bir çok insanın birden yaratılarak bu şekilde çoğalmış olduğu , ve bu görüşe delil olarak Kur'an içinden ayetler getirilerek , kardeş evliliği yolu ile çoğalmış olduğumuz görüşü mahkum edilmekte , bir çok insanın yaratılarak insanlığın bu güne kadar geldiği iddiası dile getirilmektedir.

Bu yazının konusu , insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda dile getirilen iki görüşten birisini kabul edip diğerini ret etmek değil , bu konuda delil olarak sunulan her iki görüşün bazı açmazlarını ortaya koymaya çalışarak , insan neslinin çoğalması konusunda, Kur'anın net olarak bir bilgi verip vermediğini anlamaya çalışmak , özellikle Nisa s. 1. ve benzeri ayetlerin nasıl anlaşılabileceği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmak olacaktır. 

[004.001]  Ey insanlar; sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden bir çok erkek ve kadın üreten Rabbınızdan korkun. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'dan korkun da, akrabalık bağını kesmekten sakının. Muhakkak ki Allah; sizin üzerinizde tam bir gözeticidir.
[039.006] Sizi bir tek nefisten yaratmış, sonra ondan eşini varetmiştir; sizin için hayvanlardan sekiz çift meydana getirmiştir; sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde, yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır; işte bu Rabbiniz olan Allah'tır. Hükümranlık O'nundur, O'ndan başka ilah yoktur. Öyleyken nasıl olur da O'nu bırakıp başkasına yönelirsiniz?
[049.013]  Ey insanlar! Muhakkak ki, Biz sizi bir erkek ile dişiden yarattık ve sizleri şubelere ve kabilelere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız. Şüphe yok ki, sizin ind-i ilâhide en mükerrem olanınız en ziyâde müttakî olanınızdır. Muhakkak ki Allah Teâlâ alîmdir, habîrdir.

İnsan neslinin nasıl çoğaldığı sorusunun cevabının aranmasına yönelik bir okumada , yukarıda verdiğimiz ayetlerde , ilk bakışta klasik yorum olan insanlığın Adem ve eşinden türediği düşüncesi desteklenmektedir. Fakat bu düşünce , Nisa s. 23. ayetinde gördüğümüz evlenilmesi haram olanlar listesinde kardeşler arası evliliğinde olması , 26. ayette öncekilere de bu yolun uygulandığını beyan edilmiş olmasına binaen yanlış olarak görülmektedir. 

Kardeşler arası evlilik yolu ile çoğalmış olduğumuz düşüncesinin bu şekilde kapatılması , insan neslinin nasıl çoğaldığı sorusuna farklı bir cevap aranmasının yolunu açmıştır.

[002.030] Bir zamanlar, Rabbin meleklere: «Muhakkak Ben, yeryüzünde bir halife kılacağım.» dediği vakit, «Biz seni tesbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkaracak ve kanlar akıtacak olanımı kılacaksın?» dediler. «Her halde Ben sizin bilmeyeceğiniz şeyleri bilirim!» buyurdu.
[007.011] And olsun ki, sizi yarattık, sonra şekil verdik, sonra meleklere, «Adem'e secde edin» dedik; İblis'ten başka hepsi secde etti, o secde edenlerden olmadı.
[071.017]  Allah sizi yerden bir bitki bitirir gibi bitirdi.

Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetlere dayanarak , ilk yaratılan insanın Adem olmadığı , ondan önce yaratılmış olan insanlar olduğu yönünde bir takım görüşler serd edilerek, insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda cevaplar verilmeye çalışılmaktadır. 

Ancak ne var ki , insan neslinin Adem ile eşinden doğan çocukların birbiri ile evlenerek çoğaldığı görüşünün yanlışlığına dair getirilen bu karşıt görüş , yine bir takım müşkilatlar arz etmektedir şöyle ki ;

Bakara s. 30. ayette geçen kelime "Cailun" (kılacağım) kelimesinin, bazı meallerde "Yaratacağım" şeklinde anlamlandırılmasının yanlış olduğu , "Ceale" kelimesinin yaratılıştan sonra gelen bir aşamayı ifade ettiği , dolayısı ile Ademden önce yaratılan insanların var olduğu yönünde bir takım görüşler serd edilmektedir. Ceale kelimesinin anlamı ile ile ilgili olarak herhangi bir itirazımız olmamakla birlikte , Ademin yaratılışının anlatıldığı başka ayetlerde "Halaka" ( yaratmak) fiilinin kullanıldığını görmekteyiz.

[015.028]  Hani Rabbin meleklere demişti: «Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağım,»
[038.071] Bir vakit Rabbin meleklere: «Ben,» dedi, «çamurdan bir beşer yaratacağım.»

Meallerini verdiğimiz bu ayetlerde, Ademin yaratılması "Halaka" fiili ile anlatılmakta , bu fiil ilk yaratmayı ifade etmesi dolayısı ile , sadece  Bakara s. 30. ayetinden yola çıkılarak varılmaya çalışılan sonuç, yukarıdaki ayetlere çarpmaktadır. 

Araf s. 11. ayetinde Ademin yaratılmasından önce, "Sizi yarattık" şeklinde bir ibare kullanılmasından ötürü , Ademden önce insanların var olduğu düşüncesinin delil ayeti olarak sunulmaktadır. 

Adem kıssasının Araf suresi içinde geçen ayetlerinde ve diğer surelerdeki bazı ayetlerde , "Ey Ademoğulları" şeklindeki hitapların , Ademden önce yaratılan insanlar olduğu düşüncesini yine iptal ettiğini düşünmekteyiz. "İsrailoğulları" şeklindeki hitapların , İsrail yani Yakub (a.s) ın neslinden türeyen insanlar için kullanılmış olmasını dikkate aldığımızda , "Ademoğulları" hitabına muhatap olan bizlerin , Ademden türemiş olduğumuz görüşleri daha doğru bir yaklaşım olacaktır. 

Ayrıca "Sizi yarattık" ifadesi , anlatılan kıssanın belirli kişilere has bir kıssa değil , bütün insanlığın her an yaşanan ve yaşanacak olan bir kıssası olarak okunması ve ibret alınması gereğine dair bir ifadedir. Ademin başına gelenlerin bir benzeri her an bizlerin başına gelme ihtimali olduğu için , şeytanın Ademi kandırma yolu bizlere gösterilerek , bizlerinde aynı tuzağa düşmemesi öğütlenmektedir.

Nuh s. 17. ayeti , birden fazla Ademin yaratıldığına dair getirilmeye çalışılan bir ayettir. Bu ayete dayanarak bir çok insanın yaratılarak insan neslinin üremesinin sağlandığı yönünde görüşler ileri sürülmektedir. Kanaatimiz o dur ki ; Bu ayet böyle bir görüşe delil olmaktan ziyade , insanın bitkiye ve çiçeğe karşı olan ihtimamı benzetme yapılarak, Allah (c.c) nin bizlere olan ikramı anlatılmaktadır. Aynı anlatımı Meryem'in doğumu ile ilgili olarak Al-i İmran s. 37. ayetinde de görmekteyiz. Meryem topraktan değil , annesinin karnından doğmuş , Allah (c.c) onu güzel bir şekilde yetişmesi için nimetler bahşetmiştir.

Maide s. 27-32. ayetler arasında anlatılan Ademin iki oğlunun kıssasında , öldürdüğü kardeşini ne yapacağını bilmemesi , onu gömmeyi bir kargadan öğrenmesi , bu olayın insanın daha bilgi birikimine sahip olmadığı bir zamanda yaşanmış olduğunu göstermektedir. Gömmeyi bilmeyen insanın öldürmeyi nasıl öğrendiği sorusuna ise , yine yaşayan hayvan neslinin birbirini öldürmesinden öğrenmiş olduğunu söyleyebiliriz. 

Bizler bir kısım insan tarafından eleştiri konusu yapılarak, ayıplama vesilesi görülen bazı konular hakkında , başkalarına illaki akli bir izah getirmek, veya onları inandırmak zorunda değiliz. Bu satırların yazarı, insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda eğer , Ademin çocuklarının birbirleri ile evlenerek çoğaldığı düşüncesini kabul etmiş olsaydı şöyle bir delil getirerek bu düşünceyi savunabilirdi ;

İnsan yaşantısında, yapılması haram olarak beyan edilen kuralları koyma yetkisi Allah (c.c) ye aittir. Haram olarak beyan edilen herhangi bir konuda , o haramlığın bizler tarafından mantıki izahının aranması gibi mecburiyeti ve gereği yoktur. Sadece Allah (c.c) tarafından yasaklandığı için bizler o yasağa tabi olmak zorundayız. Kardeş evliliği , Allah (c.c) tarafından "Haram" olarak beyan edilmiş olmasına rağmen , belirli bir zaman için böyle bir yasak konulmamış ve helal olmuş olabilir. 

Eğer Allah (c.c) böyle bir geçici helallik koymuşsa , kim kalkıp "Neden böyle bir hüküm koydun" diyebilir ?.

Ayrıca İsrailoğullarının yapmış oldukları bir takım hatalar nedeniyle önceden helal olan bazı yiyeceklerin onlara haram kılınmış olması (4.160), akli ve mantıki olarak nasıl izah edilebilir ?. Bu cezaları hak edenlerden sonra gelenler , "Ey Rabbimiz bizim kabahatimiz neydi ki bize de bunlar haram kılındı?" şeklinde bir akli ve mantıki bir izaha giderek sorgulamak yerine , İsrailoğullarından bu cezayı hak edenlerden sonraki gelen iman edenlerin tamamı bu yasaklara itiraz etmeden tabi olmuşlardır.

Ayrıca Salih (a.s) kıssasına baktığımızda , ayet olarak gönderilen dişi devenin su içme hakkı ile ilgili, akli ve mantıki bir izah getirmemiz mümkün değildir. Kıssayı okuduğumuzda, su içme hakkının deve ile kavim arasında paylaştırıldığı görülmektedir. Olaya akli ve mantıki olarak baktığımızda , tek başına bir deve ile , bir kavmin su içme hakkının ikiye bölünmesi adaletsiz bir durumdur. 

Böyle bir taksimi bir köy ağası yapmış olsaydı, ve köyün çeşmesinden akan suyun bir gün devesine , bir günde bütün köy ahalisine ait olduğunu ilan etseydi , bu köy ağasının adı "Zalim Ağa" olacaktı.

Şimdi biz Allah (c.c) için "Semud kavmine böyle bir uygulama yapmak ile zalimlik etti" diyebilir miyiz? . Haşa ve kella asla böyle bir sözü Allah (c.c) için kullanamayız. Çünkü Allah (c.c) yaptığı bir işten dolayı asla sorgulanamaz ve kınanamaz. 

Şimdi kalkıp "Allah (c.c) Ademin çocuklarının birbirleri ile evlenmesini belirli bir süre için serbest bırakarak helal kılmış olabilir" dersek , kim "Hayır böyle bir şey mümkün olamaz" diyebilir ?.

Bu örnekleri vermemiz , Ademin çocuklarının birbiri ile evlenerek insan neslinin çoğalmasını sağladığına olan inancımızdan dolayı değil , bu düşüncenin bazıları tarafından horlanarak bakılmasından doğan sıkıntıları düzeltmek amacı ile yapılan farklı yorumların çelişki arz etmesi , ve yanlış olarak görülen kardeşler arası evlilik düşüncesinin izah edilebilir bir yönü olabileceğinin gösterilmesi amaçlıdır.

Düşüncemiz o dur ki ; Kur'an insan neslinin nasıl çoğaldığına dair net olarak bilgi vermemekte, verdiğini düşündüğümüz bilgiler , ilgili ayetlerden yapılan yorumlar neticesinde varılan zanni yorumlardır. Her iki düşünce yanlıları da , kendi düşüncelerinin hak , karşı düşüncenin batıl olduğunu iddia edebilecek , net bir delili Kur'an içinden bulduklarını iddia etmeleri mümkün değildir. Bulduklarını düşündükleri deliller , ilgili ayetlerin yorumlanması sonucunda varılmış olup , hata ihtimali hiç bir zaman göz ardı edilmemeli, varılan sonuç mutlaklaştırılarak , karşı tarafın sonucu mahkum edilmemelidir. 

Görülmektedir ki her iki delilde, beraberinde bazı soruları veya itirazları getirerek , insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda Kur'an içinden net bir bilgi bulabilmemize maalesef olanak vermemektedir.

[017.036]  Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.

Bizler bize verilen bilgiler ile yetinerek , verilmemiş bilgilerin peşinden koşmak, veya bazılarını hoşnut etmek üzerine kurulu bir söylem üretmek için, zorlama yorumlar yapmak gibi bir mecburiyet içinde değiliz. 

"Öyleyse Nisa s. 1. ayeti gibi ayetleri nasıl yorumlayabiliriz ?" sorusuna cevap aramak gerekmektedir. 

Kur'an , fizik , kimya , biyoloji v.s gibi ilimleri kapsayan bir bilim kitabı değildir. Bu kitap içindeki bazı bilgiler bugünkü bilimsel veriler ışığında bakıldığında, yanlış olarak dahi görülebilir. Çünkü 1500 sene önce yaşayan insanların bilgi birikimleri üzerinden , onları tek bir ilah olan Allah (c.c) ye kulluk etmeleri gerektiğini öğütleyen ayetleri ihtiva etmektedir. Bazı kevni ayetlere dikkat çekilerek verilen mesajlar bilime değil , o ayetlerin yaratıcısına dikkat çekilerek , Allah (c.c) her şeyin üzerinde yegane mülk sahibi olduğuna dair mesajları , ve sadece ona kulluk yapılması esasına dayanmaktadır.

Nisa s. 1 , Zümer s. 6 , Hucurat s. 13. ayetlerinde, insanın yaratılışı ile ilgili verilen bilgileri , sadece insanlığın nasıl türediği konusunda verilen salt bir bilgi olarak okumak yerine , dünya üzerinde yaşayan bütün insanların birbirleri ile olan ilişkilerinde , birbirlerine karşı olan davranışlarında esas almaları gereken, en üst kimliğe dikkat çekildiğine dair bir mesaj olarak okuduğumuzda, "Parmak ayı gösterirken aya değil parmağa bakmak" misali bir okuma yönteminden de kurtularak ,Kur'anın genel anlam örgüsüne uygun bir okuma gerçekleştirilmiş olacaktır..

Gelmiş ve gelecek bütün insanlarla en geniş anlamdaki ortak olan paydamızın , aynı rahimden türemiş olduğumuza dikkat çekilerek , insanlar arasındaki ortak paydanın onların birbirleri ile düşman olmalarını gerektirecek değil , düşmanlığa dayanmayan daha yakın ilişkiler kurmaya gerektirecek bir yakınlıkları olduğu vurgusu yapılmaktadır.

Eğer birisi kalkıp "Hem insanlığın Adem ile eşinden türediği görüşlerine katılmadığınızı , hem de insanlığın Adem ile eşinden türediği gibi bir düşünce üzerinden yola çıkarak ilgili ayetleri yorumlamaya çalışıyorsunuz" diyecek olursa şöyle bir cevap verebiliriz ;

Biz ilgili ayetleri , insan neslinin nasıl çoğaldığı konusunda bilgi vermesi açısından değil , insanlığın en geniş anlamda nasıl bir ortak paydaya sahip olduğu yönünden okumaya çalıştığımız için böyle bir yorumda bulunuyoruz. İnsanlığın nasıl çoğaldığı hakkında bilgi verilmemiş olması , bizi bu konuda bilgi arayışlarına giderek , zorlama tevillerle bir takım çıkarımlarda bulunmamız yerine daha gerçekçi mesajlar çıkarmaya çalışmaya sevk etmelidir.

Ademin iki oğlunun kıssası, insanlık tarihinin belki ilk düşmanlık örneği olup , insanlar arasında süren bu düşmanlık kıyamete değin sürecektir. Allah (c.c) insanlar arasında düşmanlığın yerine daha güzel ilişkilerin almasına yönelik bir mesaj olarak , Kur'anda bütün insanların aynı anne babadan türediği dolayısı ile , insanların tamamının birbirleri ile düşmanlığa dayanmayan ilişkiler kurması gereğine vurgu yapmış olduğunu söyleyebiliriz.

Nisa s. 1. ayetinde " Ey insanlar" şeklindeki hitabın en geniş çerçeveye hitap ettiği dikkate alındığında , rahim yakınlığını gözetmeye dair yapılan hatırlatma , bütün insanların birbirleri ile olan ilişkilerinde gözetmesi gereken bir yakınlık , dolayısı ile bütün insanların böyle bir yakınlığı olması , onların birbirleri ile olan yakınlık derecesini hatırlatarak , birbirleri ile olan ilişkilerinde gözetilmesi gereken nokta olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Asıl nokta ise , sakınılması gereken yegane varlık olan Allah (c.c) nin insanları yaratmış olmasının onun ne kadar güçlü ve kudretli olduğunun vurgusunun yapılması olduğu hatırlanmalıdır.

Hucurat s. 13. ayetinde, Nisa s. 1. ayetinde yapılan "Ey insanlar" hitabı yine karşımıza çıkmaktadır. Bir kadın ve bir erkekten türeyerek , çeşitli ırk , renk , kavimlere ayrılan insanların bu ayrılıklarının düşmanlık vesilesi değil , birbirleri ile tanışma ve kaynaşma vesilesi olması gerektiği , üstün olmanın kriterinin renk , ırk , kavimde değil , kendisine karşı olan takvalı davranışlarda olduğunu beyan etmektedir.

İnsanlar birbirleri ile olan ilişkilerini en alt kimlik üzerinden değil , en üst kimlik üzerinden değerlendirdiklerinde, birbirleri ile aralarında daha ortak değerler bularak , birbirlerine olan yakınlıkları artacak ve düşmanlık yaratabilecek bir takım unsurlar geri planda kalacaktır. Kur'an bu tür ayetlerle , insanlar arasındaki bağı en üst kimlik üzerinden hatırlatarak , onların birbirleri ile olan ilişkilerinde insan olmak ortak paydasını dikkate almalarını amaçlamaktadır. 

Sonuç olarak ; Bir çok insan tarafından merak edilen bir konu olan , insanlığın nasıl çoğaldığı konusuna Kur'andan aramaya çalıştığımız cevaplar , beraberinde bazı soruları ve itirazları getirmektedir. İnsanlığın Adem ile eşinden doğan çocukların birbiri ile evlenmesi neticesinde türemiş olduğu yönünde bazı görüşlerin alay etmeye kadar varan bazı itirazlara sebep olması , bazı kimseleri , Kur'an içinden farklı görüşler aramaya yöneltmektedir. 

Ancak ne var ki bu farklı görüşler , yine diğer Kur'an ayetleri ile çelişki arz eden bir duruma düşmektedir. Bizler kimseye karşı şirin görünmek veya bazıları tarafından yanlış olarak görülen şeyleri düzeltmek için bir çaba içinde olmak zorunda değiliz. "Adem ile eşinden doğan çocukların birbiri ile evlenmesini nasıl izah edebiliriz" ezikliği içinde yapılan ilgili ayetleri anlama ve yorumlama çabaları , gerçeği aramanın değil , bazılarına şirin görünme çabalarının bir ürünüdür. 

Kur'an insan neslinin nasıl çoğaldığı hakkında kesin bir bilgi vermemektedir. Verdiği düşünülen bilgiler biyoloji ilmine ait veriler olarak değil , insanları yaratan Allah (c.c) nin gücü , kudreti , azameti ve yüceliğinin bilinmesine dair anlatımlar olarak okunduğunda , insan neslinin üremesi ile ilgili üretilen bilgiler arasında çelişkiler ortadan kalkarak , ortak bir bilgiye ulaşmak mümkün olacaktır.

Bizler Kur'anın insan neslinin çoğalması konusunda bilgi verip vermediğini araştırmak yerine , ilgili ayetlerin Kur'anın genel anlam örgüsü dahilinde nasıl bir mesajı olabileceği yönünde okumalar gerçekleştirerek , bazılarını ikna çabasından kurtulmak zorundayız. 

İnsan neslinin çoğalması ile ilgili olarak bilgi verdiğini düşündüğümüz ayetleri , böyle bir bilgi yerine , bütün insanların en üst ortak kimliğinin hatırlatılması üzerinden verilen bir mesaj olarak okuyarak , bütün insanların önce rahim yakınlığı bakımından birbirleri ile olan ilişkilerini düzenleme gereğine vurgu yaptığını özellikle Nisa s. 1. ayetinde görebiliriz. 

                                   EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

30 Mart 2016 Çarşamba

YUNUS s. 15-17. Ayetleri: Başka Bir Kur'an Veya Değiştirilmiş Bir Kur'an İstemenin Bugünkü Tezahürleri

Kur'an Muhammed (a.s) vasıtası ile, Mekke de yaşayan Araplara inmeye başlayan bir kitaptır. Bu kitabın iniş sürecinde Mekkeli müşrikler , bu kitap ile yerleştirilmek istenilen dinin, önceki ataları tarafından kurulmuş olan dinlerini alt üst edeceğini bildikleri için bu kitap ve elçiye karşı amansız bir savaş açmışlardır. Mekkeli müşrikler tarafından Elçi ve Kur'ana karşı açılan bu savaşı bir çok Kur'an ayetinden okumak mümkündür.

Mekke müşrikleri , Kur'anın nazil olmaya başlaması öncesi yaşadıkları topraklar üzerinde ataları tarafından belirlenmiş ve temeli şirk sistemine dayanan bir düzen ile yönetimlerini sağlamakta idiler. Kur'an onların şirk'e dayalı olan bu sistemlerini kökten ret ederek , yerine Tevhidi sisteme dayalı bir hayat tarzı önerisi ile inmeye başlamıştır. Kur'anın bu önerileri, yaşam tarzlarını şirk üzerine temellendirmiş olan Arap toplumunun önde gelenleri tarafından ret edilerek, Elçi ve Kur'an üzerinde bir takım planlar ile, bu kitabın insanlar arasında kabul görmemesi için ellerinden geleni arkaya koymamışlardır.

Yunus s. 15. ayetinde Arap müşrikleri tarafından, Muhammed (a.s) dan ilginç bir istekte bulunulduğunu görmekteyiz. Yazımızda, bu ilginç isteğin altında yatan düşünceyi okumaya çalışarak , bu isteğin günümüzde nasıl tezahür ettiği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

[010.015] Böyle iken âyetlerimiz birer beyyine olarak karşılarında okunduğu zaman likamızı arzu etmiyenler «bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir» dediler, de ki, onu kendiliğimden değiştirmek benim için olacak şey değildir, ben ancak bana vahyolunana tabi olurum; ben, rabbıma isyan edersem şüphesiz büyük bir günün azâbından korkarım.
[010.016] De ki: «Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve onu size bildirmezdi. Ben ondan önce sizin içinizde bir ömür sürdüm. Siz yine de akıl erdirmeyecek misiniz?»
[010.017]  Artık bir yalanı Allaha iftira eden veya onun âyetlerine yalan diyenden daha zâlim kim olabilir? Şüphe yok ki: mücrimler, felâh bulmaz

Yukarıda mealleri verilen ayetlerde , müşrikler tarafından diğer ayetlerde Kur'ana getirdikleri itirazlardan daha farklı bir itiraz görülmektedir. Diğer ayetlerde Elçinin kendisine , şair , mecnun , yalancı , ona gelen vahye beşer sözü , şiir gibi sözler söylenmesine karşın , Yunus s. 15. ayetinde, bu itirazlardan daha farklı bir itiraz getirilerek , bu kitabın yerine başka bir kitap veya bu kitabı değiştirmesi istenilmektedir.

Müşriklerin bu isteklerine karşı ise , Muhammed (a.s) tarafından, böyle bir isteğin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı , bu vahyin kendisine Allah (c.c) tarafından indirildiği ve bunu değiştirmek gibi bir yetkisinin olmadığı bildirilerek , müşriklerin istekleri ret edilmektedir. 

Burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta , müşriklerin neden böyle bir istekte bulunduğunun üzerinde düşünülmesi gereğidir.

Kur'anın inmeye başlaması ile birlikte ihtiva ettiği ayetlerde , Mekke toplumunun şirk unsuru taşıyan inanç ve amellerine karşı büyük bir savaş açılarak , bu inanç ve amelleri kökten ret edilmiş , ve yerine doğru olanı ikame etmeye çalışılmıştır. Yanlış olanın yerine doğru olan konulmaya çalışılırken nasıl bir yol uygulanması gerektiği, yine elçinin kendisine bu kitabın içindeki ayetlerde beyan edilerek , o yolu takip etmesi emredilmiştir.

[068.008-15]  O halde, yalanlayıcılara itaat etme.Onlar, senin kendilerine yaranıp-onlarla uzlaşmanı arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp-uzlaşacaklardı.Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran aşağılık.Daima kusur arayıp kınayan, hep lâf götürüp getiren,Hayır engeli, mütecâviz vebâl yüklü Kaba, sonra da soysuz, alçak.Mal sahibi olmuş ve oğulları var diye Ayetlerimiz ona okunduğu zaman: «Öncekilerin masalları» der.

Kalem suresi ve benzeri surelerdeki ayetler ile , Muhammed (a.s) a çizilen yol haritasında, "Müdahene" yani karşılık tavizkar bir tutum içine asla girmemesi öğütlenerek , kendisine indirilen vahyi aynen indirildiği gibi tebliğ etmesi emredilmektedir.

Muhammed (a.s) a inmeye başlayan vahiy , Mekkeli ileri gelenlerin kurulu düzenlerine karşı amansız bir savaş açarak , bu düzenlerinin adının "Şirk" olduğunu ve bu düzenin devam etmesi için yapılan çalışmaların sonucunun dünya ve ahirette acı bir azap ile karşılık bulacağı bir çok ayette haber verilmektedir.

Şirke dayalı bir yaşam sistemini Kur'ana rağmen devam ettirmek isteyen Mekkelilerin , bu sistemlerine savaş açan Kur'anın yerine , kendi yaşam sistemlerine karşı herhangi bir reddiye getirmeyen , o sistemi kabul eden , ve kendilerinin yaşam düzenini kökten değişime uğratmayacak bir kitap arzusu içinde olduklarını ,Yunus s. 15. ayette haber verilen isteklerinden öğrenmekteyiz.

Bu insanlar kendileri için öyle din istemekteydiler ki, bu din onların yaşam konforlarına en ufak bir müdahalede bulunmasın, onları rahatsız etmesin , onların yaşam sistemlerini onaylasın. Ancak Kur'an onların bu isteklerinin yerine getirilmesinin asla mümkün olmadığını , eğer iman etmek istiyorlar ise, kurallarını kendilerinin belirlediği  bir dine değil , kurallarını Allah (c.c) nin belirlediği bir dine inanmaları gerektiği beyan edilmektedir.

Dün Mekkeliler tarafından arzu edilen kendilerine uygun bir din isteğinin bir benzeri , bugün bir kısım Müslüman tarafından arzu edilmekte , ve dinin kuralları ile yaşadıkları hayat çakıştığı için, yaşadıkları hayatı dine uydurmak yerine , dinlerini yaşadıkları hayata uydurmak gibi bir düşünce içinde, dinin bazı kurallarında bir takım iyileştirmelere !! gidilerek, yaşantılarına uyan , bu yaşantılarını değiştirmesini arzu etmeyen bir din istenilmektedir.

Örneğin ; Evinin dışına çıkan bir kadının, evin içindeki kıyafetine ilave olarak üzerine, Kur'anın "Cilbab" olarak belirttiği, başın örtülmesini de sağlayan bir dış giysi almaları emredilmektedir. Fakat bu örtünme emri , bu emir ile muhatap olan bir kısım kimse tarafından yerine getirilmemektedir. Yerine getirilmeme gerekçesi olarak , böyle bir emrin Kur'anda olmadığı , dışarı çıkan bir bayanın başını örtmesi gibi bir emir olmadığı , dolayısı ile baş örtüsü olmadan dışarı çıkılabileceği gibi yorumlar , Kur'anın Nur ve Ahzab surelerinde yer alan örtünme emri gündeme geldiğinde dile getirilmektedir. 

Biz konuya baş örtüsü ile ilgili ayetlerini tahlil edilmesi açısından değil , bir kısım insanı böyle bir çıkış aramaya iten sebepleri irdelemek açısından bakmaya çalışacağız. 

Aynı şekilde ekonomik hayat içinde geçerli olan faizli sistem, kurulu olan ekonomik sistemin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Bu ayrılmazlık yine bir kısım insanı bu konuda bir çıkış aramaya sevk ederek , Kur'anın faiz yasağı hakkındaki ayetlerinin artık bu zamanda uygulama alanı bulunmadığı , dolayısı ile faizin tanımının yeniden yapılarak , bu sistemin ekonomik hayat içinde devam etmesi gibi yaklaşımları beraberinde getirmiştir.

Kur'anın hırsızlık için önerdiği el kesme cezasının vahşi ! bir ceza olduğu , o gün için uygulanan bir ceza olduğu , bu cezanın yerine başka alternatif cezalar konulabileceği iddialarının dile getirilmeye çalışıldığına şahit olmaktayız. 

Genel olarak baktığımızda, Kur'anın bazı hukuksal ayetlerinin sadece indiği zaman ve mekana has olduğu , bugün için bu ayetler yerine o ayetlerdeki maksat dikkate alınarak , maksada uygun yeni hükümler üretilebileceği gibi düşünceler , "Tarihselcilik" adı altında üretilmeye çalışılmaktadır. 

Bu gibi iddia ve düşünceleri ibadetler alanında da görmekteyiz. Hac ibadetinin daha geniş bir zamana yayılması gerektiği düşüncesi , bugün bu ibadeti yerine getirmek isteyenlerin çok olması ve bu ibadet sırasında meydana gelen izdiham nedeniyle, bir çok insanın ölmesi gerekçe gösterilerek , Hac ibadeti için bilinen ve uygulanan zamanın, daha geniş bir zaman aralığına yayılabileceği iddiaları dile getirilmektedir. 

Bu gibi düşünceleri genişletmek mümkündür. Yazının konusu, bu gibi düşünceleri teker teker ele alarak üzerinde tartışmak değil , örnekler vererek bu düşüncelere yönelinmesine sebep olan saikleri tartışmaktır.

Örneklerini verdiğimiz ve bu örneklere benzer düşüncelerin altında yatan ana sebeplerden birisi , yaşamdan taviz vermeden , dini kurallardan taviz koparmak ve koparılan bu tavizlerin doğrultusunda, dini bir hayat yaşama arzusu olduğunu söyleyebiliriz. 

Dün Mekkelilerde ortaya çıkan "Başka bir Kur'an veya değiştirilmiş bir Kur'an" arzusu , dini hükümlerde bir takım yumuşatmalara gidilerek , yaşanan zaman ile uyum sağlayabilen bir din ve dini bir yaşam arzusunun bir tezahürü olarak, bugün bazı Müslümanlarda kendisini göstermektedir.

Bugün bir kısım Müslüman yaşadığı hayattan taviz vermek istemeden , inandığını iddia ettiği din den taviz kopararak, Müslüman kalmanın yollarını aramakta , kendisine aradığı bu yolu gösteren bazı kimselere, kurtarıcı bir mehdi gibi sarılarak , dinlerini o kimselerden öğrenme yoluna gitmektedirler.  

"Başka bir Kur'an" yazma arzusu , klasik İslam düşüncesinde yerleşik olan bazı konularda da kendisini göstermiştir. Rivayetler tarafından belirlenmiş olan ve adına "Din" denilen bazı bilgilerin, Kur'an ile çelişki arz ettiği malumdur. Rivayetler ile Kur'an arasındaki bu çelişki , rivayetlerin yanlış olduğu yönünde bir görüşe terk etmek yerine , Kur'an ayetlerinin rivayetleri onaylayan bir biçime sokulması ve yorumlanması sonucunda, rivayetler ile çelişki arz etmeyen bir duruma sokulmasını beraberinde getirmiştir.

Kur'anın , kendisi ile çelişen rivayetleri onaylayıcı bir duruma sokulması , "Başka bir Kur'an" yazılması anlamına geldiğini söyleyebiliriz. 

"Başka bir Kur'an" veya "Değiştirilmiş bir Kur'an" isteğinin güncel versiyonu , Kur'an merkezli düşünce sahibi olduğunu iddia eden bir kısım kimsede de görülmektedir şöyle ki; 

Sahip oldukları ön yargılar doğrultusunda Kur'anı okuyan, ve bu ön yargılar ışığında anlam ve yorum çalışmasına girenlerin bir kısmının , bu çalışmalar neticesinde vardıkları nokta parmak ısırtacak cinstendir. Kur'anda namaz , hac , oruç diye bir ibadetin olmadığı , Kabenin put , namaz kılmanın şirk olduğu v.s gibi düşünceler , elinde Kur'an ile gezenlerin vardığı trajikomik sonuçlardan bazılarıdır. 

Kur'an okuyarak bu gibi düşüncelere sahip olmanın adı , yeni bir Kur'an yazmak veya değiştirilmiş bir Kur'an arzusunun güncel versiyonundan başka bir şey değildir.

Şurası bilinmelidir ki ; "Ben Müslümanlardanım" diyerek Rabbi ile ahit imzalayan bir kimse , bu ahdin sorumluluklarını yüklenmeye ve yerine getirmeye söz vermiş demektir. İmzaladığı bu ahit içinde, tabi olduğu yaşam kuralları, ve kendisine din olarak sunulan bazı bilgiler ,eğer gayri İslami bir durum arz ediyorsa , kişi bu yanlışlıkları atarak yaşamını ve düşüncesini Kur'ana uygun hale getirmek zorundadır. 

Elinde olmayan sebeplerle bu yanlışlıkların atılamaması , bu yanlışlıkların hayat içinde gerekli olan kurallar olduğu yönünde, kişileri bir düşünce içine itecek olursa , bu sefer bu yanlışlıklara İslami bir kılıf bulma düşünceleri ve çalışmaları gündeme gelecektir.

İşte bu tür düşünce ve çalışmalar , Yunus s. 15. ayetinde karşımıza çıkan "Yeni bir Kur'an" arayışlarını beraberinde getirecektir. 

Karşımıza çıkan böyle bir duruma , ve bu tür çalışmalara karşı konumuz olan ilgili ayetler yeterli cevabı vermekte ve bizlerin böyle durumlar karşısında nasıl bir tavır takınmamız gerektiğini bizlere öğretmektedir.

 "Onu kendiliğimden değiştirmek benim için olacak şey değildir, ben ancak bana vahyolunana tabi olurum"

Muhammed (a.s) a verilmeyen değiştirme veya başka Kur'an getirme yetkisi bizlere nasıl verilebilir ?.

Kimseye böyle bir yetki verilmediğine , ve böyle bir yetkinin verilmesi mümkün olmadığına göre , elimizdeki Kur'an içindeki bazı emir ve yasakların , yaşadığımız zaman ve mekan şartları ile uyum sağlamadığı gerekçesi ile yeniden düzenlenme yoluna gidilmesi , veya rivayetler ile belirlenmiş bilgilerin, Kur'ana uygun hale getirilme çabaları, bu yola gidenlerin yeni Kur'anlar ihdas ederek , ilahlık iddia etmiş olması anlamına gelecektir.

Kur'an eğer , yaşanan hayatlara müdahale etmek gibi bir işleve sahip olmasaydı , Mekke şehrinde yaşayan insanlara inmez , veya bu insanları kitaba uyup uymamak noktasında serbest bırakarak , Kendisini sırf yeşillik olsun diye indirilmiş bir kitap olarak tanıtırdı. 

Kur'an , "Şirk" olarak nitelendirdiği sistemlerin kökten değişmesini isteyerek , yerine Tevhide dayalı bir sistem ikame edilmesini istemektedir. Böyle bir sistemin mümkün olmadığını savunmak , şirke dayalı sistemlerin Müslümanlar tarafından içselleştirildiği anlamına gelecektir. 

Mekkeli Müslümanların, müşriklerin ağır baskıları ve işkenceleri altında , yılmadan korkmadan imanlarını haykırmaları , hicret edilmesi gerektiğinde, kıymetli eşya ve kişi adına neyi varsa terk ederek , sadece sırtındakiler ile Medineye hicret etmesi, bize onların haşa aptallar güruhu olduğunu mu , yoksa imanlarını canları ve mallarından üstün tuttuklarını mı göstermektedir ?. 

Hem bu örnekleri okuyarak gözlerimizi yaşartacağız , hem de yaşanmış bu örnekliklerin bizim şahsımızda tekrar edilme sırası bize geldiğinde , kendimizi sorumluluktan kurtarmak için kırk takla atacağız , bu tür taklalar iman ettiğini iddia edenlere asla yakışmamaktadır. 

Sonuç olarak ; Dün Mekkeliler tarafından yerleşik sistemlerini yerle bir edeceği korkusu ile , Muhammed (a.s) dan başka bir Kur'an veya , gelen ayetlerde kendileri lehine değişiklik yapılması istenilmesinin bir benzeri düşünce ve istek , bugün bir kısım Müslüman nezdinde yeniden yeşererek , "Zaman sana uymuyorsa sen zaman uy" deyimi gereğince , inançlarına uymayı değil , inaçlarını zaman ve zemin şartlarına uydurmaya çalışmaktadırlar.

Fakat Kur'an böyle bir müdaheneyi asla kabul etmez. Bu kitabın doğrularına uyup uymamak noktasında insanları , zaman ve zemin şartlarına göre muhayyer bırakmayan Kur'anın , hayat içinde uygulanamaz bir kitap olduğu yönündeki düşünce ve iddialar , yerleşik düzeninden vaz geçemeyen insanlar için ortaya konulmuş bir bahanedir.

Yeni bir Kur'an yazma çalışmaları , düşünce ve inancın Kur'an dışı rivayetler ile belirlenmiş olmasında da kendisini göstermektedir. Kur'an ile çelişen rivayetlerin atılması yerine , Kur'an ayetleri rivayetler doğrultusunda yorumlanarak "Değiştirilmiş bir Kur'an" meydana getirilmiştir. 

Müslüman için olması gereken başka bir Kur'an veya değiştirilmiş bir Kur'an aramak yerine , Muhammed (a.s) inen kitaba teslim olmak , yaşamını ve inanç yapısını bu kitabın şekillendirmesine izin vermektir.

                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


28 Mart 2016 Pazartesi

Kur'ana Giydirilmek İstenilen Tarihsellik Gömleği Üzerine Bir Mülahaza

Allah (c.c) yaratmış olduğu insanların hayatına direk müdahale ederek , onların dünya hayatlarında ferdi ve toplumsal olarak , nasıl yaşaması gerektiğine dair olan kurallar bütününü tarih boyunca göndermiş olduğu elçi ve kitaplarla onlara bildirmiştir. Muhammed (a.s) ve ona indirilen Kur'an , bu zincirin son halkası olup, artık elçi ve kitap indirilmesi onunla son bulmuştur. 

Kur'anın indiği zaman ve zemine baktığımızda, yaklaşık 1500 yıl önce Arap kavmine mensup olan insanların yaşadıkları topraklarda , o insanların kültür , örf , bilgi birikimleri , doğruları , yanlışları, kısacası o topraklarda yaşayan insanların günlük hayatlarını göz ardı etmeyen , ve o hayatlara müdahale eden bir kitap olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Bu kitabın ayetlerini kategorize edecek olursak; 1- o gün yaşayan insanların ihtiyaçlarına ve sorunlarına çözümler üreten ayetler , 2- kıyamete kadar gelecek insanların uyması gereken kuralları ihtiva eden ayetler olarak, 2 ana bölümde ele almak mümkündür. Bu ayetleri "Tarihsel" ve "Evrensel" olarak adlandırmakta mümkündür.  "Tarihsel" olarak adlandırdığımız ayetlerin genel çerçevesini, toplumsal yaşantı ile ilgili kurallar, "Evrensel" olarak adlandırdığımız ayetlerin genel çerçevesini, ferdi ahlaki kurallar olarak gruplandırabiliriz.

Bu güne geldiğimizde , 1500 sene inmiş bir kitabın o zaman yaşayan insanın ihtiyaçlarına göre nazil olmuş ve tarihsel olarak kategorize edilen ayetlerinin ,bugün yaşayan ve kıyamete dek gelecek insanların ferdi ve toplumsal hayatlarında nasıl uygulama alanına sokulabileceği tartışmaları gündeme gelmektedir. 

Yapılan bu tartışmalarda ortaya atılan görüşlerden bir tanesi , Kur'anın sosyal hayata ilişkin vaz etmiş olduğu kuralların, o zaman ve o mekan içinde yaşayan insanların şartlarına göre indirilmiş olduğu , dolayısı ile bugün yaşayan insanların ihtiyaçlarını karşılama noktasında geri kaldığı , bu gün artık Kur'anın sosyal hayata dair hükümlerin uygulanmasının mümkün olmadığı , uygulama alanı olarak ahlaki alana kapsayan ayetlerin kaldığı tezi ortaya atılmaktadır. Bu türden tezlerin günümüzdeki ideolojik ismi "TARİHSELCİLİK" olarak bilinmektedir. 

Bu düşünce çerçevesinde yapılan Kur'an yorumları ne kadar sağlıklıdır ? , Kur'an artık toplumsal hayatı yönlendirmede eksik kalmış ve işlevini yitirmiş bir kitapmıdır ? , 

Öncelikle , "Tarihsellik" ile "TarihselCİlik" terimlerinin birbirinden ayırarak , "Kur'anın tarihsel okuması" ile "Kur'anın tarihselCİ yorumu" nun birbiri ile aynı olmadığını düşündüğümüzü ifade etmek istiyoruz. Bu türden bir ayrımın yapılmış olması , bu konuda yapılan tartışmalarda bazı taşların yerine oturmasını sağlayacaktır. 

Örneğin ; Prof. Dr. Mustafa Öztürk hoca ve benzer düşünce içinde olanların, Kur'anın anlaşılmasında tarihsel arka planın şart olduğunu düşünmesi ile , Prof. Dr. İlhami Güler hoca ve benzer düşüncede olanların , Kur'anın belirli bir zamana has indirilmiş bir kitap olduğu yönündeki tarihselcilik düşüncelerini aynı kefede değerlendirmek haksızlık olacaktır. (Verilen isimler kişileri övmek veya yermek amaçlı değildir , bu konuda bilinen isimler olması nedeniyle kişilerin isimleri kullanılmıştır)

"Kur'anın tarihsel okuması" denildiği zaman , bu kitabın anlaşılmasında önemli bir rolü olduğunu düşündüğümüz , indiği zaman ve mekan içinde yaşayan insanların düşünce ve inanç arka planları , örf ve adetleri v.s gibi bilgilerin kast edildiği, ve bu bilgiler göz önüne alınmadan Kur'anın doğru anlaşılamayacağıdır.

"Kur'anın tarihselCİ yorumu" denildiği zaman ise , Kur'anın ihtiva ettiği bazı toplumsal hükümlerin sadece o zaman has olduğu , bu hükümlerin artık bugün içinde uygulama alanı kalmadığı düşüncesi olduğudur . Bu düşünceye katılmadığımızı söyleyerek , katılmama gerekçelerimiz, bu yazının konusu olacaktır.

Kur'anı yorumlamada yapıldığını düşündüğümüz yanlışlardan bir tanesi, bu kitabı yorumlamada esas alınan düşüncelerin dışarıdan ithal edilmiş olmasıdır. Yazımızın konusu olan "Tarihselci" yorumlamanın dini metinlere uyarlanmış biçimine sebep olan etken , Hristiyanlık düşüncesinin toplumsal hayat içinde uygulamasının, bu uygulama alanına giren insanlar arasında artık hayatı yaşanmaz bir hale getirmiş olmasıdır. 

İsa (a.s) ın ilahlığı üzerine kurulmuş olan Hristiyan düşüncesinde, din adamları halk üzerinde belirleyici bir role bürünerek, din adına onlar üzerinde baskı sahibi ve otorite haline gelmişlerdi . İnsanlar arasındaki bu  rahatsızlık, İncil'in yaşanan hayat içinde belirleyici bir konuma sahip olmaktan çıkarılması düşüncesini doğurmuştur.

Tarihselcilik düşüncesinin dini metinler üzerinde uygulanması neticesinde İncil, artık hayat içinde işlevi kalmamış bir kitap haline gelerek,  hayatı yönlendirmesi gereken kuralların, bu kitap adına konuştuğunu iddia eden Hristiyan din adamlarının ağzından çıkan kelimelere bağlı olmaması gerektiği Hristiyan dünyasında kabul görmüştür.

Tarihselcilik düşüncesinin dini metinler üzerinde böyle bir arka planı olup , aynı düşünce Kur'an için uygulama alanına konulmak istenilmektedir. Üzerinde düşünülmesi gereken mesele , İncil için hak ettiği düşünülen hayat içinden çıkarılma gerekçesini , acaba Kur'an aynı gerekçelerle hak etmekte midir ?.

Kur'an için uygulama alanına sokulmak istenilen bu düşüncenin temelinde batı oryantalizminin etkilerini görmek mümkündür. Kur'an hakkında yazı yazan ve araştırmalar yapan batılı yazarlar , İslam dünyasında etkisi olan bu düşüncenin ilk temelini atmışlardır.

Hayata batı normları ile bakan bazı İslam düşünürlerinin bu düşünceyi esas almaktaki sebeplerinin , Kur'an ile batılı hayat tarzı arasındaki derin uçurumları görerek bu uçurumu kapatmanın yolunun , batılıların İslamı hayat tarzı olarak seçmesi düşüncesini tercih etmek yerine , Müslümanların batılı hayat tarzını seçmeleri gerektiğine kani olmaları ve neticede tarihselcilik düşüncesini savunmaya başlamış olduklarını söyleyebiliriz.

Tarihselci düşüncenin yapmış olduğu önemli bir hata, Kur'an ayetlerini "İbadet" ve "Muamelat" şeklinde daha önce İslam fıkıhçıları tarafından yapılmış olan tasnifi dikkate almış olmalarıdır. İslam fıkıhçıları böyle bir tasnif yapmakla "Muamelat" alanına giren konuların zaman ve zemine göre değişkenlik arz ettiğinden yola çıkarak, bu tasnife giren konuların içtihat ile yaşanan zamana göre yeniden düzenlenmesi amacına dayanmaktadır.

Tarihselci düşünce ise , "Muamelat" alanına giren ayetlerin, artık uygulama alanına sahip olmadığını iddia ederek, bu konuda yeni düzenlemeler getirilmesini savunmaktadır.

Tarihselci söyleme sahip olan bazı kimseler bu tasnifi dikkate alarak , "Din" ve "Şeriat" kavramlarını kullanarak "Sabit din dinamik şeriat" şeklinde bir söylem üretmektedirler.
"Din" kavramı ile , onun vaz ettiği ilkelerin maksadının öne çıkarılması , "Şeriat" kavramı ile bu maksada uygun olarak insanlar tarafından vaz edilecek ilkeler bütünü olduğu dile getirilmektedir. 

Dinin maksadı gözetilerek , şeriat üretilmesinin insana bırakılması gerektiği üzerine kurulan bu düşüncenin, Müslüman tipi laikliğin temellerinin atılma çalışmaları olduğunu söylemek istiyoruz. "Dinin maksadı bu dur" şeklindeki bir söylem, kişisel yorumlar neticesinde varılan bir sonuç olup , ucu açık , sınırı olmayan ve istismar edilmeye müsait bir söylemdir. 

Dinin maksadı gözetilerek şeriat üretilmesi düşüncesi sadece hukuk alanında değil , ibadet alanında kendisini gösterebilir. Namaz , oruç , hac gibi ibadetlerin maksadı üzerinden gidilerek, bu ibadetler üzerinde vahiy tarafından izin verilmeyen yeni düzenlemelere gidilebilir düşüncesi , tarihselci düşüncenin geldiği noktalardan bir tanesidir. 

Bu konuda tarihselci düşüncenin Türkiye deki temsilcilerinden olan Prof. Dr.İlhami Güler hocadan yapacağımız bir alıntı, demek istediklerimizin anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.

"Ramazan’da kurumsal dinin/Diyanet’in “imsak”ı götürüp gecenin tâ ortasına dayaması(3.15), dinin maksadının anlaşılmadığının ve teologların, din adamlarının Tanrı’ya yalakalıklarının bir göstergesidir. Orucun anlamı gün boyu aç kalmak olduğuna göre, sağduyuya göre, bunun süresi, güneşin doğumundan güneşin batımına kadardır. Nitekim iftar vakti, ihtilafsız olarak güneşin batım anıdır. Hadi diyelim, güneşin doğum anını tespitte sorun çıkabileceği gerekçesi ile, bu imsak vaktini şafak vaktine, yani gün doğumundan yarım saat öncesine alalım. Allah, insanlar yarım saat veya bir saat daha fazla aç kalınca bundan -haşa- sadistçe zevk mi alıyor ki, imsak vaktini gecenin içine doğru çekmek, derin “dindarlığın” Türkçesi, yalakalığın göstergesi oluyor?"

"“Orucu bozan şeyler” de, bu ibadetin mantığını kavramamışların komikliklerini sergileyen bir başka konu. Halk, Tanrıdan ne koparırsak kârdır (bozmaz) mantığına; din adamları, müftüler de, “Tanrının hakkını yedirmeyiz( bozar)“ psikolojisine sahip iseler, o ibadetin ne kıymeti kalır? İlaç alarak neden oruca devam edilmesin? Unutarak yiyenin orucu bozulmadığı halde; istemeyerek boğazına bir şey gidenin orucu neden bozulsun? Böbreklerde yeterince su kalmaması böbreğe zarar verecekse; su içerek neden oruca devam edilmesin? Allah, “zarar” mı eder? Yoksa oruç ibadetinin ciddiyeti mi kaybolur? Genel olarak ibadetlerin illet/hikmet, yani anlaşılabilir bir amaçtan yoksun olduğu(tabbudî/tavakkufî) kabul edilince; oruç ibadetini neyin  “bozacağı” da bir sürü saçma-sapan tartışmalara boğuluyor. Hiçbir müftüye gerek yoktur; namuslu ve azıcık da aklı olan her kişi, neyin orucunu bozduğunu bilir." 

"Dinamik şeriat" ilkesine delil olarak , Ömer (r.a) ın hilafetinde yapmış olduğu ve bazı Kur'an ayetlerinin geçici olarak rafa kaldırılması demek olan bazı icraatları gösterilmektedir.

Bu konuda gözden kaçırılan nokta şu dur ki ; Ömer (r.a) ın yapmış olduğu bu uygulamanın delilini Kur'anın zaruret halinde bazı haramların geçici olarak helal olabileceğine dair vermiş olduğu ruhsata dayanarak aldığını söyleyebiliriz. Ömer (r.a) ın yapmış olduğu bazı hükümlerin rafa kaldırılması şeklindeki icraat, o hükümlerin artık uygulanamaz olduğundan yola çıkılarak yapılmış bir icraat değildir.

Bu noktada "Dinin sabiteleri ve değişkenleri" deyimi üzerinde durmak gerekmektedir. 

Kur'an bilindiği üzere kıyamete kadar gelecek bütün insanların yaşamlarının her anında karşılarına çıkacak olan sorunlar ve ihtiyaçlar noktasında hükümler vaz eden bir kitap değildir. "Enam s. 38. ayetinden yola çıkılarak dile getirilen eksik bırakılmayan kitap Kur'an değil , Allah (c.c) nin "Kitap" olarak teşbih ettiği, yarattıkları üzerinde koyduğu kurallar bütünüdür, yani bu kurallarda hiç bir eksik bulunmamaktadır. 

Kur'anın eksik olması , insanların yaşadıkları hayat içinde karşılarına çıkan bütün sorunlara direk olarak Kur'an içinden net bir hüküm olmaması anlamındadır. Böyle bir şey zaten mümkünde değildir. 1500 sene öncesi inmiş bir kitabın , o zamanda yaşayan insanların hiç bir şekilde haberi olmadığı konular hakkında, yüzlerce binlerce sene sonrası gelecek nesillerin karşılarına çıkacak sorunlar ile ilgili olarak hüküm vaz etmesi zaten düşünülemez.

Allah (c.c) elbette kıyamete kadar gelecek insanların yaşantıları ve onların ihtiyaç duyacakları şeyler hakkında bilgi sahibidir , ancak onun böyle bir bilgi sahibi olması, bütün insanların ihtiyaç duyacakları hükümleri 1500 sene öncesinden vaz etmesi gerektiği anlamına gelmez.

Kur'an bu noktada zaman , mekan , insan , yaşantı şartları , değişkenlik gibi unsurları dikkate alıp, evrensellik arz eden bir takım hükümler çerçevesi çizerek , yaşayan insanların ihtiyacı olan konularda gereken, ve Kur'an içinde net olarak hüküm verilmemiş konularda insanları yetkili kılmıştır. Kur'anın insanlara vermiş olduğu bu yetkinin, insanların hevalarına göre hüküm vermesine izin verildiği anlamına gelmemelidir. Kur'an içinde hüküm bulunmayan konularda yapılacak içtihatların , vahiy ile çelişki yaratmayacak , ona aykırı olmayacak biçimde yapılması gerekmektedir. 

Kur'an ihtiva ettiği ferdi ahlaki hükümler ile , toplum yaşantısının temelini oluşturmuş , ve bu ahlaki temeller üzerine oturmuş olan toplumun yaşantısı içinde tabi olacakları sosyal ve hukuksal düzenlemeleri getirmiştir.  Kur'anın içindeki ayetlerde olmayan bazı sosyal ve hukuksal hükümler , bu kitabın içindeki ayetler dikkate alınarak zaman ve zemin şartlarına göre adına "İçtihat" dediğimiz çalışma ile, yeniden zamana uygun hale getirilebilir. 

Örneğin ; Kur'anın hırsızlık için ön gördüğü el kesme cezası , o zamanın ve mekanın şartlarında, bu suçu işleyenin hapsedilmesini sağlayacak bir yapı imkanından mahrum olunduğu için, böyle bir cezanın uygulanmasının emredildiği bu gün el kesmek yerine hapis cezasının uygulanabilir olması iddiası , "Tarihselcilik" düşüncesinin bir iddiasıdır. 

Kur'anın hırsızlık suçuna ön gördüğü el kesme cezasının , hangi tür hırsızlığa uygulanacağı hukukçular tarafından tesbit edilerek , bu cezanın uygulanmasının gerekmediği hırsızlık suçlarına, hukukçular tarafından farklı ceza tesbiti yapılabilir. El kesme cezası baki kalmak sureti ile , bu cezanın hangi tür hırsızlıklar için uygulanması gerektiği yine hukukçular tarafından belirlenecektir. 

Hırsızlık örneğinden yola çıkarak , hukuki düzenlemeler ile ilgili bize gerekli olan hüküm eğer Kur'anda yok ise , Kur'an içinde olan ilgili hüküm dikkate alınarak yeni bir içtihadi hüküm getirilebilir. 

"Dinin değişkenleri" deyimini , hakkında kesin bir hüküm olmayan , hakkında içtihat gereken konular için , "Dinin sabiteleri" deyimini ise hakkında kesin hüküm bulunan ve içtihat gerekmeyen konular için kullanmanın daha doğru bir yaklaşım olduğunu düşünüyoruz.

"Dinin sabitelerini" sadece ahlaki kurallar olarak belirleyerek , "Dinin değişkenlerini" ise hakkında hüküm bulunan sosyal ve ekonomik kurallar olarak gördüğümüzde hakkında nas bulunan bir hükmün başka bir hüküm ile değiştirilebileceği iddiası ortaya sürülmüş olacaktır.

Kur'anın Mekke ve Medine de yaşayan insanların o zamanki şartlarına göre indirilmiş olduğu , dolayısı ile bizlere dair herhangi bir sözünün olmadığı iddiasına dayanan tarihselcilik düşüncesinin, insanın kitap sorumluluğundan kendisini kurtarmak istemesinin bir sonuç düşüncesi olduğunu söyleyebiliriz.

Veya yaşadığımız dünyanın sosyal ve ekonomik şartlarına kendisini entegre etmiş olanların , Kur'ani bir sistemin hayata geçmesi ile hayatlarının alt üst olacağı korkusu , tarihselcilik düşüncesine sarılmaları için bir sebep arz etmektedir.

Bu düşünceler Allah (c.c) ye karşı sorumlu olan ve bu sorumluluğunu kitap ve elçiler ile öğrenen insanın , kitaba olan bağımlılıktan kendisini kurtarmak istemesi anlamına gelmektedir. Kur'ana olan bağımlılıktan kurtulan insan, bu eksikliği başka kitaplara bağımlı kalarak gidermek zorunda kalacaktır. Kitapsız bir hayatın mümkün olmadığından yola çıkarak , "Tarihselcilik" düşüncesinin, Kur'ana alternatif olarak üretilen kitapların bir ürünü olduğunu söyleyebiliriz. 

Kur'an içindeki bazı hükümlerin belirli zaman ve mekana has olduğundan yola çıkılarak oluşturulan tarihselcilik düşüncesi , insan için gerekli olan hükümlerin vaz edilmesini insana devrederek , insanı ilahlık konumuna da getirmektedir. Fakat insanın , yaşadığı zaman içinde gerekli olan bir hükmü, vahyin belirleyiciliğinde ortaya koymaya çalıştığı zaman böyle bir konuma gelmesi söz konusu olmayacaktır. Çünkü tabi olunması gereken kuralların kaynağını, Allah (c.c) nin kitabından almakla, kendisini böyle bir konuma getirmekten de kurtarmış sayılacaktır.

Tarihselci söylem , Kur'anın belirli bir zaman ve mekana has hükümler vaz ettiği iddiası ile , Allah (c.c) nin daha sonraki gelecek olan insanları başıboş bıraktığını iddia etmektedir. Allah (c.c) kullarını belirli zaman içinde vahyin belirleyiciliğinde yaşamaya mahkum ederek , diğer zamanlarda acaba "Artık bana ihtiyacınız yok" diyebilir mi ?.


Tarihselci söylem , insanı kendisine gerekli olan hukuki , sosyal ve ekonomik kuralların belirlemesinde Allah (c.c) den bağımsız kılarak bir nevi "Senin Allah'tan neyin eksik" diyerek onu gaza getirmektedir.

Şurası asla unutulmamalıdır ki Kur'anın asıl amacı toplumun şirk unsuru taşıyan düşünce ve amellerini doğru bir yöne çekmektir. Bu yön toplumun yaşanan gerçekleri ile uyuşmasa bile , herkesi bu doğru olan yöne tabi olmak zorundadır. Tarihselcilik düşüncesi ise , toplumun yaşayan gerçekleri ile vahiy uyuşmadığı zaman vahyi değil ,yaşayan gerçekleri dikkate alarak toplumun vahiyden soyutlanmış bir hayat yaşamasını ön gören bir düşünce modelidir.  

Sonuç olarak ; TarihselCİlik düşüncesi , kadın için biçilen bir gömleğin erkeğe zorla giydirilmesi gibi , batı dünyasındaki dinsel metinlerin hayata yansıtılmasından doğan sıkıntılara alternatif olarak sunulan bir modeldir. Aynı sıkıntılar Kur'an için geçerli olmuş olsaydı , belki bu düşünce modelinin Kur'an için uygulanması akla uygun gelebilirdi. Fakat Kur'an için böyle bir sıkıntı mevcut bulunmamaktadır. 

Müslüman için kendisine gerekli olan düşünce biçimi, batıdan devşirilmiş düşünceler değil , vahyin ona önerdiği biçimde kitap içinde olan düşüncelerin doğrultusunda, yaşadığı zamana ve mekana uygun düşünce ve eylem içinde olmasıdır. Kur'anın bazı toplumsal ayetlerinin bugün için nasıl hayata yansıyabileceği konusu , o ayetler yok sayılarak değil , o ayetler rehber olarak kabul edilerek aşılabilir.

Tarihselcilik düşüncesi etrafında geliştirilen ve Kur'ana uyarlanmak istenilen , düşünce biçiminin sınırı olmayıp , kişisel olarak geliştirilen mantık örgüsü dahilinde ibadetlere dahi sıçrayarak , zamana has ritüeller ihdas edilmesine kadar varabilecek tehlikeli boyutları bulunmaktadır.

                                EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

26 Mart 2016 Cumartesi

Kur'anın Ferdi ve Toplumsal Alanda Pratiğe Aktarılma Sorunu Üzerine Bir Mülahaza

Kur'an yaklaşık 1500 yıl önce Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan insanlara indirilmiş bir kitaptır. Bu kitabın muhteviyatına baktığımızda, o günkü yaşayan insanların ekonomik , sosyal ve dini düşüncelerinin göz önüne alınarak indirilmiş ayetler olduğunu, hatta bir kısım ayetlerin "Tarihsel" denilebilecek bir durumda ve bugün yaşanan hayat içinde pratiği olmayan ayetler olduğunu söyleyebiliriz. 

Kur'an indiği zaman ve mekan içinde yaşayan Arap toplumunun örfi yapısını, eğer şirk unsuru taşımıyor ise kabul etmiş , ıslaha muhtaç olanları varsa onları ıslah etmiş , eğer toplum yaşantısında şirk unsurları varsa bunları ret etmiş, ve kökten bir değişim meydana getirmiştir.

Kur'anın indiği topraklarda yaşayan insanların Arap olması, ve bu insanların binlerce yıldır süregelen yaşantılarının kazandırdığı ve onlara has olan örfleri ve adetlerinin Kur'an tarafından dikkate alınarak, "Şirk" unsuru taşımayan bir kısım örf ve adetlerin yasaklanmadığını , bunların bazı düzenlemeler ile Kur'anın nuzulü sırasında devam ettirildiğini görmekteyiz.

Bugüne geldiğimizde ise ,  Kur'anın insanın ferdi ve toplumsal yaşantısına dair olan hükümlerinin, 1500 yıldır yaşanan kültürel , ekonomik ve sosyal değişimler nedeni ile hayat içinde nasıl ikame edilebileceği, sorusu gündeme gelmektedir. 

Bu sorunun cevabı üzerinde yapılan tartışmalar ,ve bu sorunun cevabı olarak ortaya konulan geçmişteki bazı yanlış uygulamalar, ve bu uygulamaların aynen bugünde aynen geçerli olacağı korkusu , bir kısım insanı karamsar duruma düşürerek , "Artık bu kitap yaşanan hayata dair bir şey söylemiyor" şeklinde düşüncelere itmektedir. 

Kur'an gerçekten bugün yaşanan hayatın içinde uygulama imkanı kalmamış bir kitap mıdır ?. Yoksa bugün hayatı yaşayan insanların alışkanlıkları, Kur'an dışı uygulamaları içselleştirdiği için böyle bir düşünce içindemidirler?. 

Bu soruların cevapları eğer doğru biçimde bulunabilirse, bugün sorun olarak görülen bazı meseleleler hallolmuş olacaktır. 

"Kur'anın yaşanan hayata pratize edilmesi" denildiği zaman, bir çok insanın aklına gelen konulardan bir tanesi, "Kölelik ve Cariyelik" müessesesidir. Bu konu, İslam düşmanlarının elinde hazır bir koz olarak, Müslümanlara vurulan bir kırbaç haline gelmiş , özellikle bugün "Ehli Hadis" düşüncesini temel alan bir takım örgütlerin "İslam Devleti" adı altında yaptığı uygulamalarda, bu kurumun yeniden pratiğe geçirildiği haberlerini bile duymaktayız. 

Bir çok insanın zihninde , "Bugün Kur'anı esas alan bir toplum yönetimi içinde kölelik ve cariyelik kurumu olacak mıdır?" sorusu cevap beklemektedir.

Bu sorunun cevabı bir çok kimse tarafından merak edilmektedir. En son söyleyeceğimiz sözü baştan söyleyerek, bu sorunun cevabına "HAYIR" diyebiliriz neden mi? ; 

Kölelik ve cariyelik kurumu, Kur'anın nazil olması ile birlikte vaz edilmiş bir kural, yani uygulandığında sevap , uygulanmadığında günah kazandıran bir emir değildir. Bu kurum Kur'anın nuzulü öncesi Arap toplumunun hayatında var olan ve "Şirk" olarak görülen bir uygulama olmadığı için direk olarak "Haram" hükmü verilip kaldırılmamıştır. 

Kur'an, köle ve cariye statüsüne tabi olanların daha insanca bir hayat sürmeleri için, gerekli olan düzenlemeleri yaparak, yani onlar için uygulanan hukuku ıslah ederek, onların önce insan olduklarını hatırlatmıştır. Bu konuda klasik İslam fıkhı tarafından üretilen, özellikle cariyeler ile nikahsız beraber olunabileceğine dair olan hükümlerin, Kur'an tarafından onaylanmadığını hatırlatmak yerinde olacaktır. Konu müstakil bir başlık altında incelenebilecek kadar geniş olduğu için, şimdilik bu kadarı ile yetinmek istiyoruz.

Bugün Kur'anı baz alan ve klasik fıkhı dikkate almayarak yeni bir Kur'ani fıkıh üreten İslami devlet yönetimi altında, "Kölelik ve Cariyelik" adında bir kurumun yeniden işlerlik kazanması artık mümkün değildir. Bu kurum, Kur'anın "Sabitesi" veya "Evrensel" bir kuralı değil, o günkü Arap toplumunun yaşantısının bir gereği olarak ,Kur'anın düzenlemeler getirerek ıslah ettiği bir kurumdur.

Bilindiği üzere bugün dünya genelinde yaşanan ekonomik hayat, faizli sisteme dayanan bir model üzerine bina edilmiştir. 1500 sene öncesi yaşanan ekonomik hayat ile bugün yaşanan ekonomik hayat birbirinden farklı olduğu için, artık faizsiz bir ekonomik modelin mümkün olmadığı düşüncesinde yola çıkılarak , Kur'anın ekonomik model tavsiyelerinin uygulanamaz olduğu savı ortaya atılmaktadır.

Öncelikle şu bilinmelidir ki ; Faiz yasağı Kur'anın bir sabitesi yani evrensel bir kuralıdır. "Faiz olmadan ekonomik hayatın devamı mümkün değildir" şeklinde bir iddia "Allah ve elçisine açılan bir savaş" anlamına gelecektir. Öncelikle böyle bir fikrin Müslüman kafalardan silinmesi, ve "Faiz olmadan ekonomik bir hayatın devamı mümkün olabilir" düşüncesi kafalarda yer ederek, teslimiyetin gereği yerine getirilmelidir. 

Allah (c.c) nin kitabında "Haram" olarak beyan ettiği bir hükme karşı, pratiğinin imkansız olduğu yönündeki bazı itirazlar, ve bu itirazlara sebep olan hükümler, yaşadığımız dünya gerçekleri ile uyum sağlamıyor ise, hatayı Kur'anda değil, yaşanan hayatın kendisinde aramak gerekmektedir. 

Allah (c.c) bir şeyi yasaklamış ve bu yasaklanan şey , zamanla hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelmişse , ondan ayrılmamak için dinin hükümlerini yaşanan hayata göre yeniden düzenlemek, veya hükümleri delmeye çalışmak yerine , yaşadığımız hayatı yeniden gözden geçirerek , Kur'anın hükümlerini hayata değil , hayatı Kur'anın hükümlerine uydurmak zorundayız.

Bugün maalesef bir çok Müslüman böyle bir ikilem içinde kalarak , yaşadığı hayat ile inandığını iddia ettiği kitap arasındaki uçurumu fark etmekte, fakat ne yardan ne serden vazgeçmek istemeyerek , içinde bulunduğu ikileme İslami bir kılıf uydurarak paçayı kurtarmanın derdine düşmüş durumdadır.

Bu konuda yapılan en büyük yanlış, Müslüman veya Kafir ayrımı olmadan herkesin faizli bir ekonomik modele yatkın bir yaşantı içine girmiş olması , ve böyle hayatın getirilerine alışkın olduğu için, terk edildiğinde her şeyin sil baştan değişeceği korkusudur. Yaşantısını faizli bir ekonomik model üzerine kurmuş olanların, böyle bir model harici ekonomik sistemin uygulanamaz olması iddiası, teslim olmaya değil teslim almaya yönelik düşüncelerin ürünüdür. 

Arap toplumunda geçerli olan faizli ekonomi eğer, Allah (c.c) tarafından "Arap gerçeği" olarak kabul edilseydi, Allah (c.c) bu faizi kaldırmaz, daha yumuşak bir faizli sistem önermesi ile, faizli ekonomik sistemin evrensel bir kural olabileceği yönünde bizlerde de bir düşünce oluşması sağlanabilirdi. Fakat faiz , insanlara ekonomik olarak zulmetmenin evrensel bir yolu olduğu için bu yol Kur'an tarafından kıyamete değin HARAM kılınmıştır.

Bugün faizli bir ekonomik sistemin artık bazı Müslümanlar tarafından bile "Dünya gerçeği" olarak kabul edilerek, Kur'anın bu konudaki yasağının "Uygulanamaz" olduğu düşüncesinin, öncelikle imani bir problem olarak düşünülmesi gerekmektedir.

Kur'anın miras taksimine baktığımızda, Kur'an erkeğe 2 kadın hissesi vermektedir. Mirasın Arap toplumu tarihsel arka planına baktığımızda , kadının mirastan  mahrum edilmesi söz konusudur. Erkeğin 2 kadın hissesi almasının gerekçesi olarak , erkeklerin evin maişetini temin etme noktasında  sorumlu olmaları, onların kadınlara göre daha fazla hisse almalarını da beraberinde getirmektedir. 

Bugün yaşadığımız dünyaya baktığımızda , kadınlarında aynen erkekler gibi , iş hayatının her kolunda faal olduğunu , artık ekonomik bağımsızlıklarını kazanan bireyler olduklarını görmekteyiz. 

Bu durumu göz önünde bulundurarak , "Kur'an erkeklerin evin ihtiyacını temin etmekle görevli olduğu bir zamanda böyle bir hüküm vaz etmiş , şimdi ise artık kadın erkek gibi evin ihtiyaçlarını temin için çalışmaktadır, onun için mirastaki payı eşit olmalıdır" diyerek , Kur'anın bu hükmünü tarihsel bir hüküm olarak görmek ne derece doğru olacaktır ?.

Kadınların çalışmasına karşı olmamakla birlikte, kadının iş hayatının içine çekilmesi, erkeklerin az olması sonucunda doğan mecburi bir ihtiyaçtan dolayı değil , kapitalist sistemin insanı daha çok harcaması gerektiği üzerine bina ettiği bir yaşam düzeninden doğan suni mecburiyet sonucudur. 

Bugün çalışan bir kadının sorunu , çalışan bir erkekten daha fazladır. Çocuk bakımı veya evin yapılması gereken işleri, büyük çoğunlukla kadının üzerindedir. Kadınların çalışması nedeniyle kreşlere ve bakıcılara teslim edilen çocukların, aile sıcaklığından mahrum kalarak büyümeleri ve kadının çalışması nedeniyle bozulan aile yapısının boşanmalar ile yıkılması işin diğer sosyolojik ve psikolojik boyutudur.Kadınların istihdamı nedeniyle bugün bir çok erkeğin erkeğin işsiz olması da üzerinde tartışılması gereken bir konudur.

Kadının zaman içinde değişen konumu nedeniyle , Kur'anın miras taksimi konusundaki hükmünün geçersiz olması gerektiği iddiası yeniden düşünülmelidir. Çünkü bu hükmün geçersiz olması gerektiği düşüncesi, kadının hayat içindeki yerinin kapitalist sistem tarafından değişime uğratılması sebebi iledir. Kadının çalışmış olması sebebi ile , o kadının mirastan eşit pay almasını gerektirip gerektirmediği konusu Kur'an hükümlerinin ciddiye alınmaması ve zamana göre yeniden tanzimi anlamını taşımaktadır , kanaatimiz o dur ki Kur'anın kadının payı ile ilgili olan miras taksimi tarihsel değil evrensel bir hükümdür.

Bugün Kur'anın toplumun yönetimi ile ilgili olarak nasıl bir sistem önerdiği , yine Kur'anın uygulanabilirliği konusunda şüphe içinde olanların kafasını karıştıran konuların başında gelmekte olup, bir kısım Müslümanları, " Kıralım dizimizi mevcut yönetimin bize verdikleri ile idare edelim" şeklinde bir düşünce içine sokmuştur. Hatta bir kısım Müslümanlar , "Bundan iyisi Şam da kayısı" diyerek bu konuda daha teslimiyetçi bir tavır içine dahi girebilmektedir.

Adına "Demokrasi" denilen sistemin İslama gayet uygun olduğu, ve bu sistem içinde yaşamanın herhangi bir mahzuru olmadığı gibi düşünceler, özellikle son yıllarda Türkiye de iktidar olan mevcut siyasi partinin muhafazakar bir söylem içinde olması neticesinde , bu düşüncelerin dahada yaygınlaşmasına sebep olmuştur.

Demokrasi ; Yunanca da "Halk yönetimi" anlamına gelen bir kelime olup , insanlara seçim hakkı tanıyan bir yönetim sistemidir. Asıl olan yönetimin hangi esasları baz alarak halka seçim hakkı tanıdığıdır. Türkiye ye baktığımızda demokratik sistem , Kemalist ve laik bir temele oturtulmuş olan ve bu temel üzerine kurulmuş olan partilerin birisinin seçimler sonucunda iktidar olmasını sağlayan bir sistemdir. 

Türkiye üzerinde yaşayan büyük bir kesim Müslüman ,  böyle bir temele oturmuş olan siyasi partilerin birisini tercih ederek , kemalist ve laik temelli bir yönetimin devamını, demokratik sistemin bize tanıdığı bir hak olan seçim sistemi ile sağlamakta, ve bazılarımız ise bundan bırakın rahatsızlık duymayı , bu sistemi hararetle savunarak, bu sistemi kabul etmeyenlere karşı çıkmaktadır.

Gerekçe olarak ise , Kur'anın önerdiği bir sistemin artık uygulama imkanı kalmadığı , hiç olmazsa ucundan kıyısından verilen tavizler ile yetinmek gerektiği , mevcut sistemin imkanlarından yararlanmanın, bu sistemi desteklemeyi gerektiği, gibi sözlerle Müslümanlar atalet içine düşürülmeye çalışılmaktadır. 

Şurası bilinmelidir ki ; Mevcut sistemin imkanlarından yararlanıyor olmak , o sistemi desteklemenin gerekçesi ve şartı asla olamaz. Bu düşünceler Firavunun Musa (a.s) a zamanında kendi imkanlarından faydalandığı "Sen Kafirsin" demesine benzemekte olup , "Errezzak" ismini sisteme vermek anlamına gelmektedir.  

Bugün Müslümanlar olarak en büyük sorunumuz , içinde yaşadığımız sisteme tamamen entegre olmamız ,ve bu entegrasyondan kurtulmak gibi bir istek içinde olmayışımızdır. Hal böyle olunca da bütün meselemiz artık , içinde bulunduğumuz entegrasyona bir kılıf uydurarak , vicdanımızı rahatlatmanın derdine düşmek, kitabı ve düşüncelerimizi bu entegrasyon doğrultusunda yeniden düzenlemek olmaktadır. 

"Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy" sözünü bu şekilde hayata yansıtan bizler , içimizi rahatlatan sözleri söyleyenleri duyunca, onlara can simidi yapışarak, onları  bir kurtarıcı kahraman olarak görmekteyiz. 

Ama Kur'an ortada ve "Ben Müslümanlardanım" diyenlere yüklediği sorumluluklar açık ve nettir. Kur'an bizlere yaşadığımız hayat içinde nasıl bir yol izleyeceğimizi yaşanmış hayatlar ile anlatan bir kitaptır. Elçilerin anlatılan kıssaları onların toplumları içinde nasıl bir tavır sergilediklerini bizlere anlatmaktadır.

Hiç bir elçi yaşadığı toplumun yanlışlarına karşı "Bunlar dünya gerçeği" diyerek onlarla hiç bir şekilde müdahanede bulunmamış, toplumun "Şirk" unsuru taşıyan yanlışlarına karşı, kimseden korkmadan çekinmeden doğru olanı tebliğ etmişlerdir.

Bizler yaşadığımız hayat içinde Müslümanca bir hayat yaşamaya çalışmak ile mükellefiz. Eğer bu mümkün olmuyorsa, bu hayatı terk etmek gibi bir ruhsat maalesef bizlere verilmemiştir. İbrahim'in ateşine su taşıyan karınca , "Nasılsa benin bu ateşi söndürmeye gücüm yetmez" diyerek geri durmamış "Safım belli olsun" diyerek safını İbrahim den yana seçmiştir. 

Bizlere ne oluyor ki "Bu ateşi biz söndüremeyiz" diyerek, safımızı Nemrutlar dan yana seçiyoruz ?. Bizlerin, toplumu yöneten kuralları İslamileştirmeye gücümüz ve sayımız belki yetmeyebilir, ancak toplumun bu kurallar ile yönetilmesi tarafında safımızı seçmememiz için hiç bir neden yoktur. 

Yunus (a.s) gibi "Ben bu toplumu adam edemem" diyerek kaçmanın neticesi, onun üzerinden verilen bir örnekle bizlere anlatılmıştır. Bizler neticeye varmak gibi bir mecburiyet içinde olmamakla birlikte , inandığımız doğrulardan taviz vermeden o yolda dosdoğru yılmadan, ve kimseden korkmadan yürümek mecburiyetindeyiz.

1500 sene inmiş olan bir kitabın içindeki hükümlerin , bugün yaşayan insan hayatında nasıl yer edebileceği konusunun konuşulabilmesi , öncelikle kendimizi yaşadığımız dünyanın şartlarına mahkum olduğumuz gibi bir düşünce içinde olmaktan kurtulmak ile mümkün olacaktır. Kendisinin yaşadığı dünyanın şartlarına mahkum olduğuna inanan kimse , yaşadığı hayatın yanlışlarını görmemek için, bin bir yol aramak zorunda kalacaktır. 

Dinin sabiteleri denildiği zaman akla gelen ilk şey , ihlal edildiğinde bizi Allah (c.c) katında sorumlu düşürmesi olmalıdır. Eğer yaptığımız bir fiil ve söylediğimiz bir söz bizi Kur'an nazarından bakıldığında sorumlu duruma düşürüyorsa bu hükümler "Dinin Sabitesi" olarak evrensel bir anlam taşımaktadır. Yaşanan hiç bir zaman ve mekanda bu hükümlerin tarihselliği veya uygulanamazlığı tartışma konusu bile yapılamaz.

Kur'an, içindeki hükümlerin genel bir çerçeve çizilmesi itibarı ile insanın yaşadağı zaman ve şartları dikkate alan ana hükümler vaz etmektedir. Örneğin ; Hırsızlık suçuna el kesme olarak ceza öneren Kur'an , bu cezanın hangi derecede yapılan hırsızlık suçuna uygulanması gerektiğini hukukçuların içtihadına bırakmıştır. Kur'an içinde hükmü bulunmayan bir suç ise , Kur'anın önerdiği suça ceza mantığı çerçevesinde yine hukukçular tarafından belirlenecektir.  

Kur'an "Sabite" olarak tavsif edebileceğimiz hükümleri ile sadece indiği zaman ve mekanda yaşayan Araplara hitap etmekle kalmamış , içtihat yapılabilecek şekilde hükümler vaz ederek , evrenselliğini kıyamete değin koruyacaktır. İçindeki bazı "Tarihsel" olarak okunabilecek ayetleri öne sürerek , bu kitabın tarihselliğini iddia etmek , bizleri başka kitaplara yöneltecektir. Başka kitaplara yönelerek , bu kitaplar doğrultusunda hayatı tanzim etmenin karşılığı ise yine bu kitap içinde bizlere haber verilmektedir. 

Sonuç olarak ; Kur'anın ferdi ve toplumsal alanda uygulanabilirliği sorunu üzerinde yapılan bazı mütalaalar , kendisine Müslüman diyen bir kısım insanın, yaşadığı zaman içindeki hayat sistemi ile entegre olması sonucunda , gündeme gelmektedir. Yaşadığı hayattan kendisini kurtarmak istemeyen bir kısım Müslüman yaşadığı hayatı Kur'ana uygun olduğuna kendisini inandırmak için Kur'an içindeki bazı hükümlerin artık uygulama alanı kalmadığından yola çıkarak yeni söylem üretmeye , veya bu tür söylem üretenlerin peşine takılmaya heves etmektedir.

Kur'an geneline baktığımızda elçiler ve onunla birlikte olanların yaşamaya çalıştıkları hayatların , kavimlerinin şirkine karşı , Tevhidi bir duruş şeklinde gerçekleştiğini görebiliriz. Şimdi bu kitaba iman ettiğini iddia eden bazı hayatlara baktığımızda , yaşadığımız toplumun yanlışlarını kabullenerek onlara İslami bir kılıf giydirmek için atılan taklaları görmekteyiz. 
İslam kelimesinin anlamı "Teslim olmak" olduğuna göre , bizlere iman ettiğimiz kitaba teslim olmakla yükümlü olan insanlarız. Eğer bu kitap içindeki bazı hükümler ile yaşadığımız hayat çakışıyor ise, kitabı değil yaşadığımız hayatı değiştirmek zorundayız. 

Kur'an genelinde kıssa yolu ile yapılan anlatımların merkezinde , yaşadıkları şirk merkezli hayatı değiştirmek istemeyenler ile , bu hayatı değiştirenlerin mücadeleleri görülmektedir. Bizler bu hayatları dikkate alarak olması gerekeni onlardan öğrenmek gibi zorunluluk içindeyiz. Yaşadığımız hayatı değiştirmenin zorluklarına katlanamayarak , bu hayatı içselleştirmek , ve bu hayatlara İslami bir kılıf uydurmaya çalışmak, teslim olmak değil , teslim Almak anlamına gelecektir. 

                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

23 Mart 2016 Çarşamba

Hucurat s. 13. Ayeti Bağlamında Türkiye'nin İçinde Bulunduğu Durumun Değerlendirilmesi

Kur'an ihtiva ettiği ayetlerde, kişi ve toplumların hayatlarına o ayetlerdeki emir ve yasaklar ile yön vermektedir. Bu ayetler doğrultusunda hayatlarına yön veren kişi , toplum ve devletler, dünya hayatlarında mutlu ve mesut bir şekilde hayatlarını sürdürmeyi de garanti etmiş olacaklardır. Ayetlere aykırı yaşam süren kişi , toplum ve devletler ise, yıkıma mahkum bir hayat süreceklerdir. 

Bu yazımızda , toplumların ve devletlerin yıkımının nasıl olabileceğini, Hucurat s. 13. ayeti bağlamında okuyarak, yaşadığımız topraklar üzerinde olan olaylar çerçevesinde değerlendirmeye çalışacağız.

[049.013] Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için siz halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en kerim olanınız, takvaca en ileride olanınızdır. Hiç şüphe yok Allah, bilendir, haber alandır.

Rabbimiz bu ayette , bizleri bir erkek ve dişiden üreterek farklı kavimler halinde çoğalttığını , bunun sebebinin ise, birbirimiz ile ilişkiler kurmak olduğunu , bir kavmin diğer kavme üstünlüğü olmadığı, bizi değerlendirme kriterinin ırkımız veya mensup olduğumuz kabile ile değil , "Takva" ile olduğunu beyan etmektedir.

İnsanlar arasında farklı ırk ve kavme mensup olmak, yaşadığımız dünyanın bir gerçeğidir , ve bu gerçeği kimse ret edemez. Asıl olan, bu gerçeğin nasıl bir ölçek dahilinde değerlendirilmesi gerektiği olup , yanlış ölçek ile değerlendirilen bu gerçek , insanlar arasında düşmanlık oluşmasına , zamanla toplumların ve devletlerin yıkılmasına zemin hazırlayan sebeplerden bir tanesi haline gelmektedir.

İnsanlar arasında düşmanlıkların ortadan kalkarak birlik ve beraberliğin oluşması için , o insanları birbirlerine bağlayan en geniş halka üzerinden bir aidiyet düşüncesinin geliştirilmesi şarttır. Farklı ırk ve kavme mensup olanların birbirleri ile olan birlik ve beraberlik duygularının pekiştirilmesi için , mensup oldukları ırk ve kavimden daha üst bir kimlik oluşturularak , bu üst kimlik üzerinden bir aidiyet geliştirilmediği müddetçe , insanlar birlik ve beraberliklerini daha alt kimliklerini oluşturan unsurlar üzerine bina etmeye çalışacaklardır. 

Aidiyetlerini alt kimlikler üzerine bina eden kişi , toplum ve devletlerin bu fikir ve yönetim politikaları , bu alt kimlikler üzerinden düşmanlık yaratarak , toplum ve devletler üzerinde kirli emelleri olan şeytanlar için bulunmaz bir fırsatı oluşturmaktadır.

Devlet'in tarifini , "Belirli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanların , birbirleri ile olan ilişkilerini düzenleyen kanunların oluşturduğu bir yapı" olarak yaptığımızda , aynı topraklar üzerinde üzerinde yaşayan insanların tamamının eşit ve aynı haklara sahip olarak yaşaması gerektiği de gündeme gelecektir. 

Aynı devletin şemsiyesi altında yaşayan insanlar farklı din , mezhep , meşrep , ırk , ve kavimlere mensup olabilir . Onların bu farklılıkları aynı devlet çatısında yaşayan insanlar arasında ne üstünlük ne de eziklik unsuru olarak görülmesi insanlar arasında kin ve düşmanlıklara yol açacaktır.

Bir devlet , sınırları içinde yaşayan insanların farklı dil , din , kavim v.s gibi "Alt Kimlik" olarak tanımlayabileceğimiz özelliklerini öne çıkaran bir yönetim tavrı sergileyecek olursa , bunun adı "Ayrımcılık Politikası" olup , bu ayrımcılık , hem o ülke sınırları içinde yaşayan insanları rahatsız edecek , hem de o ülke üzerinde şeytani emelleri olanlara , bu emellerini gerçekleştirmek için hazır bir alt yapı ve bahane sunulmuş olacaktır.

Son yıllarda yaşadığımız ülke toprakları üzerinde yaşanan olayları bu çerçeveden değerlendirmeye çalışacak olursak, cumhuriyetin ilk yıllarına geri dönerek, yeni cumhuriyetin ilkelerini nasıl bir temel üzerine oturttuğunu hatırlamak , alt kimliği öne çıkarak politikaların toplumları nereye getirdiği ve ne hale soktuğunu görmek açısından yeterli olacaktır. 

Cumhuriyetin ilanı ile birlikte başlayan yeni süreçte , Türk kavmine mensup olanların yönetim üzerinde hakim olduklarını ve bu alt kimliği öne çıkarak bir yönetim politikası izlediklerini görmekteyiz. 

Türk kavmine mensup olanların , alt kimlikleri olan Türk olmalarını,  yönetim politikalarında öne çıkararak , "Ne mutlu Türküm diyene" , "Türkiye Türklerindir" , "Bir Türk Dünyaya bedeldir" v.s gibi söylemlerle insanlar üzerinde kavmiyetçilik duygularını kabartarak , bir kavmi üstün , diğer bir kavmi aşağılama yoluna gittikleri herkesin malumudur. Ezanın Türkçe okutulması , Türk ırkının saflaştırılması için Macaristan dan damızlık erkek getirilmesinin dahi gündeme gelerek faşizanlığın tavan yaptığı yönetim politikaları, hem Kürt ırkına mensup olanları rahatsız etmiş , hem de Türkiye üzerinde şeytani emelleri olanların ellerine hazır koz vermiştir.

Bir kavmin üstünlüğü üzerine kurulu sistem ve düşünce yerine , üst kimliği dikkate alan "Takva" temelli bir sistem ve düşünce kurularak , Türk , Kürt v.s kavim ayrımı yapılmadan insan olma onuru öne çıkarılarak temellendirilen yönetim politikaları uygulanmış olsaydı , bugün Türkiye nin içinde bulunduğu ve yıllardır binlerce insanın ölümüne sebep olan olayların önünün açılmasına fırsat verilmemiş olurdu.

Türkiye üzerinde şeytani emelleri olan devletler , cumhuriyetin kurulduğu ilk yıllardan beri uygulanan kavmiyetçiliğe dayalı yönetim uygulamalarını, ellerine geçmiş hazır koz olarak kullanarak , Türkiyeyi güçsüz bırakarak topraklarını istila etmek için, Kürt kavmine mensup olanları özgürlük vaadi ile kandırarak onları kullanmaktadır. 

Özgürlük ve bağımsızlık vaatleri ile kendilerine kul ve köle yaptıkları insanların, üzerinde bulundukları topraklardaki yeraltı ve yerüstü kaynaklarını hoyratça kendi halklarının kullanımı için sömürenler , buna karşılık bu ülkelere kan , gözyaşı ve zulümden başka bir şey getirmemektedirler.

Bugün Türkiye üzerinde oynanan oyunlar , özellikle güneydoğu bölgesinde bulunan başta petrol olmak üzere diğer doğal kaynaklarının müstekbir ülkeler tarafından daha kolay bir şekilde sömürülmesini amaçlanmaktadır . Bu amaca ulaşmak için kullanılan yöntem ise ,  o topraklar üzerinde yaşayan Kürt kavmine mensup insanların bir kısmını , devletin bu kavim üzerinde uyguladığı ayrımcı politikaları bahane ederek kışkırtmaktır. 

Türkiye insanını birbirine kırdırmak sureti ile ülkeyi güçsüz bırakmak ve bu yolla ülkeyi daha kolay elde etmek için uygulanan bu yöntem yabancı bir yöntem değildir. Yıllardır halkı Müslüman olan ülkelerde uygulanan bu yöntem ile haritalar cetvel ile çizilerek , şeytan ülkeler arasında pay edilmiş , sıra Türkiye gelmiş ve bu ülkenin sınırları yeniden çizilmek istenmektedir. 

Bugün adına "Terör" denilen ve bütün ülke insanını derinden etkileyen olayların sona ermesi için Türkiye devleti tarafından alınan önlemlerin bu terörü bitirmesi imkansızdır. Türkiyenin içinde bulunduğu durum uzun yıllar yapılan yönetim hatalarının bir sonucu olup , gelinen noktaya bir kaç senelik hatanın sonucunda gelinmemiştir. Gelinen noktanın geri dönüşü ve huzur ortamının sağlanması için kısa süreli tedbirlerden çok uzun vadeli tedbirlerin alınması elzemdir.

İçinde bulunduğumuz duruma uzun yıllar süren bir süreç sonunda gelmiş olmamızı , bu durumdan çıkışında belki daha uzun yıllar sürecek olan yeniden yapılanma ile mümkün olacaktır. En baştaki yetkiliden tutunuz , en sade halk bile bu durumdan çıkışı istemekte fakat , ortaya konulan çıkış çareleri, günü birlik çıkış çareleri olduğu için fayda yerine zarar vermektedir.

Hucurat s. 13. ayeti , bizlere içinde bulunduğumuz durumdan çıkmanın reçetesini vermektedir. 

Reçetede , insanlara belirli bir kavme mensup olduğu için değer verilmesi ve bu değer üzerine kurulu yönetim anlayışı yerine, insanlara verilmesi gereken değerin "Takva" ya dayalı bir sistemden alınması gerektiği yazmaktadır.

İnsanlara Türk , Kürt , Arap v.s gibi kavme mensup oldukları için üstün veya küçük görmek yerine , o insanları birbirine bağlayan daha üst bir değerler sistemini hayata hakim kılmadıkça, insanlar arasında baş gösteren bu düşmanlığın önünün alınması mümkün olmayacaktır. 

Bu topraklar üzerinde yaşayan insanların kavimlerini değil , inançlarını öne çıkaran bir yönetim sistemi kurulmadıkça , bir kavme mensup olan insanlar kendilerini bu ülkenin tek sahibi , diğer kavme mensup olan insanlar da kendilerini sığıntı ve aşağı bir insan olarak görmekten kurtulamayacaklardır. 

Onların bu durumu ülkeyi bölmek isteyenler için bulunmaz bir fırsat olup , bu fırsatı değerlendirmek için ellerinden geleni ardına koymayacaklardır.

Türkiye nin içinde bulunduğu savaş ortamından kurtulabilmesi için , dün nasıl kökten bir yenilenme yapılarak Osmanlı İmparatorluğunun yerine Türkiye Cumhuriyeti kuruldu ise , bugün yeniden kökten bir yapılanma gerekmektedir.

Yönetim ilkelerini "Takva" temelli bir sisteme dayandıran yeni bir yapılanmada hiç bir kavim kendisini ne üstün ne de aşağı olarak görmeyecektir. Birbirleri ile farklı kavimlere mensup olsalar dahi daha üst bir kimlikleri olan inanç beraberliği üzerine kurulu bir sistemde dostluk ve kardeşlik bağları daha sıkı olacak ve bundan zarar görecek olan ülke insanı değil , bizleri bölmek ve parçalamak isteyen şeytanlar olacaktır. 

Türkiyenin takva temelli bir sisteme sahip olmasının önünde öncelikle anayasal engeller olduğu malumdur. "Değiştirilemez" denilen maddeler , bizlerin bu güne gelmemizde önemli bir payı olan maddeler olup , bunların yerinde kalması demek , içinde bulunduğumuz durumun daha da kötüleşmesi anlamına gelecektir. 

Bugün Türkiye genelinde referandum yapılarak , "Türkiye Cumhuriyeti" isminin değiştirilip, bu topraklar üzerinde yaşayan bütün insanları kapsayan başka bir isim konulup konulmasının oylanması sonucunda , büyük çoğunlukla "Hayır" oyları galip gelecektir. Bu gün ülke yönetiminin  başındakiler bile, anayasayı değiştirme çabalarında "Değiştirilmesi bile teklif edilemez" denilen maddelerin değiştirilmesi konusunda en küçük bir dil uzatsalar, anında dilleri kesilecektir. 

Kavmiyetçiliğin tavan yaptığı bir ülkede böyle bir yeniden yapılanmanın zorluğunu hatta imkansızlığını bu satırları yazan çok iyi bilmektedir. Böyle bir kökten yapılanma olmadığı müddetçe , terör olaylarının arkasının kesilmeyeceğini , daha uzun yıllar sonunda bu ülkenin bölünmesinin gerçekleşeceğini ise yönetim kademesindekiler de çok iyi bilmelidir. 

Firavunun Mısır ülkesindeki gerçekleştirdiği yönetim politikası ve sistemi , özellikle kavmiyetçiliği dayalı bir sistem üzerine kurulu yönetimlere ibret olmalıdır. İsrailoğullarını yok sayan ve onları soy kırıma uğratarak nesillerin kesmek isteyen Firavun ve avanesi bu yönetimlerinin sonuçlarını canları ile ödemişlerdir.


Aynı ülke üzerinde yaşayan insanları birbirine bağlayan ortak payda Allah (c.c) nin önerdiği "Takva" temelli bir hayat olmalıdır. Böyle bir temele dayanmayan hayatlarda her türlü anarşi ve terör kaçınılmaz olup , toplumu rahatsız edebi bir unsur olarak ,hem maddi hem de manevi olarak yıkıma sebep olacaktır.

Temellerini laik , kemalist ilkeler üzerine kuran bir devletin bu ilkeleri terk ederek , üstünlüğü takva da arayan bir sistem kurması zor görünmektedir. Ancak başımızda olan bela ve sıkıntılardan kurtulma çaresi , yerleşik sistemin devam etmesi  değil , değişmesidir.

Yerleşik sisteme bağlılığın tavan yaptığı bir ülkede böyle bir düşüncenin dahi recmedilme sebebi olduğunu gayet iyi bilmekteyiz. Ancak içinde bulunduğumuz sıkıntıların sebebi olan sistemin devam etmesini istemek sorunu bitirmeyecektir.

İçinde bulunduğumuz sıkıntılara yol açan sistemi savunmaya devam etmek , bu sıkıntılara bu sistem içinde çözüm aramak çözüm değil çözümsüzlük üretmekten başka işe yaramayacaktır.

Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin birbirleri ile tanışıp kaynaşmaları için farklı kavimler halinde getirdiği insanlar zaman içinde bu farklılıklarını övünç vesilesi haline getirerek , "Kavmiyetçilik" denen bir hastalığa tutulmuşlardır. Bu hastalığın tavan yaptığı Arap toplumu içindeki Evs ve Hazrec kabilesi , yüzlerce yıldır süren bu düşmanlıklarını takva temelli bir hayat neticesinde unutarak, bizlere bu konuda güzel örnek olmuşlardır. 

Kavmi öne çıkarak düşünce fikir ve sistemler insanlar için her zaman zulüm kaynağı olmuş ve bu zulmü yapanlar ise helak olmuşlardır. Bu helak değişmez bir yasa olup , bu gün ve yarın aynı zulüm sistemi üzerine yönetim bina edenler bu yönetimleri ile birlikte helak  olacaklardır. 

Helak sadece zulmedenler ile sınırlı kalmayarak , içimizden bu zulme seyirci kalanlara da sirayet ederek, bizlerinde helak olmasına sebep olacaktır. Kişiden başlayarak topluma , oradan yönetime taşınan takva temelli hayatlarda , mensup olduğumuz kavim övünç vesilesi değil , sadece alt kimlik olarak kalacak ve düşmanlığa yol bir unsur olmaktan çıkacaktır.


Bir ülke toprakları üzerinde yaşayan insanların farklılıkları , o ülkeler üzerinde hain emelleri olanlar tarafından istismar konusu edilerek , o ülkeyi güçsüz düşürerek işgal etme planlarının en başta gelenidir. Bir ülke toprakları üzerinde yaşayan insanlar aidiyetlerini en üst kimlik üzerinden pratiğe dökmediği müddetçe yaşadığımız topraklar üzerinde dönen olayların ardı arkası kesilmeyecektir. 

RABBİMİZ BİZLERİ ÜST KİMLİĞİ ÖNE ÇIKARARAK BİRBİRLERİ İLE KARDEŞ OLDUĞUNU UNUTMAYAN KULLARINDAN KILSIN.

21 Mart 2016 Pazartesi

Şeytanın Kardeşler Arasını Ayırma Yolunu Yusuf Kıssasından Okumak

Kur'anın "Ahsen-El Kasas" (Kıssaların en güzeli) olarak beyan ettiği Yusuf kıssası, bizlere diğer kıssalar gibi bir çok yönden mesajlar vermektedir. Bu kıssa içinde okuduğumuz ayetlerin bir kısmında, Yusuf'un kardeşlerinin ona olan düşmanlıkları ve neticesi anlatılmakta olup , her kıssa gibi bu anlatımlarda da bize dönük mesajlar olduğunu düşünerek , bu mesajların ne olabileceği yönünde bir okuma yapmaya çalışacağız.

"Kardeş Kavgası" deyimi , maalesef biz Müslümanların gündeminden yüzyıllardır düşmemektedir. Bizleri böyle bir deyimi kullanmaya sevk eden amiller , ve bu amilleri önleme yolları , bu kavgaların önlenmediği takdirde başımıza neler geleceği, Kur'an içindeki bir çok ayette haber verildiği halde , şeytan bizlere galip gelerek kardeşlerimiz ile aramızı bozmuş, ve bizleri güçsüz bırakarak ,  kafirlerin elinde oyuncak durumuna düşen bir topluluk haline getirmiştir.

Yusuf suresi 4. ayetinden öğrendiğimize göre , Yakub (a.s) ın 12 oğlu bulunmaktadır , bu oğulların 2 si ayrı , 10 u ise ayrı eşlerden doğan çocuklardır. Bu iddiamızı rivayetler kanalı ile değil , surenin 59. ayetinde Yusuf'un kardeşlerine "Babanızdan olan  kardeşinizi bana getirin" sözlerinden anlamaktayız. Bu söz bize o kardeşin annesi ile diğer kardeşlerin annelerinin aynı olmadığını göstermektedir.

[012.008] Hani demişlerdi ki: Biz, güçlü bir topluluk olduğumuz halde Yusuf ve kardeşi, babamızın yanında daha sevgilidirler. Doğrusu babamız apaçık bir sapıklık içindedir.

Bu ayet ise bizlere yine , Yusuf ve kardeşi ile diğer kardeşlerin annelerinin ayrı olduğunu göstermektedir. Kardeşler arasındaki anne ayrılığı, kardeşler arasında bir guruplaşma meydana getirerek , Yusuf ile kardeşine karşı , diğer kardeşlerin husumet beslemelerine sebep olmaktadır. "Yusuf ve kardeşi" ifadesi bile , diğer 10 kardeşin , 2 kardeşe nasıl baktıklarını göstermektedir.

Kendilerini "Güçlü bir topluluk" olarak gören 10 kardeş , bu güçlülüğü babalarının nezdinde diğer 2 kardeşten daha fazla sevilmeleri gerektiğine dair bir gerekçe olarak kullanmaktadırlar. 

[012.005]  Babası şunları söyledi: «Oğulcuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma, yoksa sana tuzak kurarlar; zira şeytan insanın apaçık düşmanıdır».

Yusuf'un gördüğü rüyayı babasına anlattıktan sonra babasının ona söylediği sözler , bu ayrışmanın babaları tarafından bile fark edildiğini göstermektedir. Yusuf'un babasının, oğluna söylediği "şeytan insanın apaçık düşmanıdır" sözünün, burada anahtar bir cümle, ve anlatımın mesaj içerikli olarak okunmasında önemli bir nokta olduğunu düşünmekteyiz. 

Şeytanı , "İnsanın ayağını cennetten kaydırarak , onu cehenneme götüren her kişi , kuruluş , düşünce v.s" olarak anladığımızda "Şeytan" kelimesi ile ifade edilenin ne veya neler olduğu, hayat içinde anlamını daha kolay bulacaktır. 

Şeytan, kardeşler arasını bozarak onları birbirine düşman etmekte, ve bu kardeşler şeytanın kendileri için en başta gelen düşman olduğunu unutarak , kendilerine asıl düşman olanın diğer kardeşleri olduğunu  zannederek, kendi kardeşlerine saldırmakta ve kardeşlerin birbirini kırması neticesinde, sadece şeytan bu işten karlı çıkmaktadır.

Şeytanın, Yusuf'un kardeşlerini kullanarak , insana olan açık düşmanlığını, yaşandığı tarihsel zaman ve mekandan çıkararak , günümüze dönük mesajlar olarak okumaya çalıştığımızda şunları söyleyebiliriz ;  

Yusuf ve kardeşine diğer kardeşlerin düşman olmasını , günümüzün bir deyimi olan "Alt Kimlik - Üst Kimlik" deyimlerinin ifade ettiği anlamlar üzerinden okuduğumuzda , anlatılan olayın güncel mesajını kavrayabileceğimizi düşünmekteyiz. 

Yakub (a.s) ın 12 oğlunun 10 tanesinin ayrı , diğer 2 tanesinin ise ayrı annelerden olmasını "Alt Kimlik" , 12 oğlun tamamının aynı babadan olmasını ise "Üst Kimlik" olarak değerlendirdiğimizde , onların kıssasının bize dönük mesajını okumak kolaylaşacaktır. 

Yakub (a.s) ın 10 oğlu, alt kimlikleri olan aynı anneden olmuş olmalarını dikkate alarak gruplaşmışlar , diğer 2 kardeşleri kendi annelerinden olmadıkları için, onlara karşı bir husumet beslemektedirler. Halbuki onlar üst kimlikleri olan , 12 kardeşin de aynı babadan olmalarını dikkate almış  olsalardı , diğer 2 kardeşe herhangi bir husumet duymaları için sebep olmayacaktı.

Şeytan işte bu noktada devreye girerek , kardeşlerin arasındaki bu durumu kendi lehine çevirerek insana olan düşmanlığını göstermek için, elinden geleni yapmaya çalışacaktır.

Kendi annelerinden doğmamış olmalarını onların aralarını bozmak için koz olarak kullanan şeytan , insanlık tarihi boyunca bu kozu her zaman kullanmış ve kullanacaktır. "Alt kimlik - Üst Kimlik" olarak ifade edebileceğimiz bu tür ayrışmalar, her toplumda meydana gelebilecek olan, ve şeytanların her an insanlar arasında düşmanlık yaratma vesilesi olarak kullanabilecekleri ayrışmalardır örneğin ; 

Olayı Türkiye üzerinden değerlendirecek olursak , bu topraklar üzerinde yaşayan farklı kavimlere mensup insanlar bulunmaktadır. Bu farklılıklar insanların alt kimliğini oluşturmaktadır. Türk , Kürt , Laz , Arap , Çerkez, Gürcü , Abaza v.s gibi kavimlere mensup olarak Türkiye topraklarında yaşayan insanların, birde üst kimlikleri bulunmaktadır.

Farklı kavimlere mensup olarak "Alt Kimlik" oluşturmuş olan insanların ortak olan "Üst Kimlik" leri, AYNI İNANCA SAHİP OLMAK ve AYNI TOPRAKLAR ÜZERİNDE YAŞAMAKTA OLMALARIDIR. İşte bu ortak payda, farklı kavimlere mensup olsalar dahi , aynı halkanın içinde olmaları,  insanların bu ortak değerler üzerinde birliktelik oluşturmalarını gerektirmektedir. 

Şeytan, dün nasıl Yakub (a.s) ın oğulları üzerinde, onların sahip olduğu alt kimliği öne çıkartmaları yönünde vesvese vererek, diğer kardeşlerine düşman olmalarını sağladı ise , aynı şeytan Türkiye üzerinde farklı kavimlere mensup olarak alt kimlik oluşturmuş olanlar üzerinde de oyunlar oynayarak, onların birbirlerine düşman olmaları için elinden geleni yapmaktadır. 


Toplumlar, içlerindeki farklılıkları körüklemek üzerine kurulu, fikir ve ideolojileri öne çıkardıkları takdirde, aynı toprak üzerinde ve aynı inanca mensup olan insanların kamplara bölünmeleri sonucunda yıkıma uğrarlar. Bu yıkım dün bu tür sebeplerle gerçekleşmiş , toplumların yıkılması bu gün ve yarın da böyle olacaktır. Öyleyse yıkıma uğramamın yollarından birisi, bir toplumu birbirine bağlayan üst kimliği dikkate alan fikrin oluşturduğu bir yönetim içinde, üst kimliği öne çıkaran bir anlayışla, insanların birbirine düşman olmaMAsı üzerine kurulmuş sistem ile yönetilmesidir.. 

Türkiye nin bu gün geldiği noktada, alt kimliği dikkate alarak , Türk kavmini öne çıkaran , nüfusun büyük çoğunluğunu teşkil eden Kürt kavmine mensup insanları yok sayan bir yönetim anlayışının etkisinin büyük olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Şeytani güçler işte bu durumu kendi lehlerine kullanarak , Türk - Kürt kavgası çıkarmaya, bu yolla Türkiyenin gücünü kırmaya, ve bu yolla Türkiye üzerinde yaşayan insanları kendi kontrolü altına almayı amaçlayan planlarını yıllardır sahneye koymaktadırlar. 

Kürt kavmine mensup olanların, mevcut yönetim tarafından yıllardır asimilasyona uğratılma çalışmaları , şeytani güçlerin Türkiye üzerindeki kirli emellerini gerçekleştirmek için ellerinde önemli bir koz olmuştur. Kürt kavmine mensup olanların bir kısmı ise bu oyuna gelerek , kendilerini özgürleştireceğini sandıkları bu şeytanların oyunlarına alet olmaya devam etmektedirler. Halbuki etrafımıza baktığımızda şeytani güçlerin bir ülkeye nasıl özgürlük ve mutluluk !! getirmek iste(me)diği gözümüzün önünde acı örnekleri ile yıllardır ortadadır. 

Müstekbir şeytanların bu oyunları, bizlerin alt kimliklerimizi öne çıkaran kavmiyetçi düşünce ve yönetim anlayışlarımızda inat ettiğimiz sürece devam edecek ve bu şeytanlar amaçlarına er geç kavuşacaklardır.

[012.100]  Ana-babasını tahtın üzerine çıkarıp oturttu. Hepsi onun için secdeye kapandılar. Dedi ki: Babacığım; işte bu; vaktiyle gördüğüm rüyanın gerçekleşmesidir. Doğrusu Rabbım, onu gerçekleştirdi ve bana ihsan etti de; şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra, beni zindandan çıkardı ve sizi çölden getirdi. Muhakkak ki Rabbım, dilediğine lütufkardır. Muhakkak ki O'dur O, Hakim, Alim.

Yusuf'un kardeşleri , ona yaptığından pişman olup tevbe ettikten sonra, yukarıdaki ayette insanların birbirleri ile olan bağlarını oluşturan "Üst Kimlik" etrafında nasıl toplandıklarını gösterilmektedir.

İnsanların birbirleri ile olan bağlarını oluşturmasında dikkate alınması gerekli olan nokta "Alt Kimlik" değil , "Üst Kimlik" olmalıdır. Yusuf (a.s), kardeşlerinin kendisine yaptığı kötülüğü unutup onları bağışlayarak ,  üst kimlik olan Allah (c.c) ye iman eden bir yönetim anlayışı etrafında kardeşlerini topladıktan sonra, Mısır ülkesinde yaşamaya başlamışlardır. Bizler kendi ülkemizde eğer mutlu ve barış içinde yaşamak istiyorsak , şeytanların vesvesesi olan alt kimliği değil , Allah (c.c) nin önerdiği üst kimliği dikkate alan inanç ve bu inanç üzerine bina edilmiş yönetim anlayışı ile hayata devam etmek zorundayız. 

[049.013] Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için siz halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, takvaca en ileride olanınızdır. Hiç şüphe yok Allah, bilendir, haber alandır.

Hucurat s. 13. ayeti , alt kimlik gerçeğini hatırlatan , fakat asıl olması gereken "Takva" yani Allah (c.c) den sakınmak temelli bir hayatın kişi ve toplum hayatında öne çıkması gerektiğini beyan etmektedir.

Takva, yani Allah (c.c) den sakınmaya dayalı yaşantı, kişi ve toplumların yaşantısında egemen olmadığı müddetçe , insanlar arasını bozmaya çalışan şeytanların eline hazır bir fırsat  verilmiş olacaktır. Bu fırsatın verilip verilmemesi bizlere bağlı olup , şeytanların alt kimlik üzerinden insanlar arasında hiç bir zaman ayrılık yaratmasına fırsat verilmemelidir. 

 İnsanların birbirleri ile olan birlik ve beraberliğini sağlayan en önemli unsur olarak gördüğümüz üst kimliğin , mensup olduğumuz "İslam Dini" olarak görülmesi gerektiğine rağmen, şeytan tarafından her zaman istismar edilmeye müsait bir alan olan alt kimlik meselesi, maalesef bu noktada da ortaya çıkarak , birlik ve beraberliğin sağlanmasında en önemli unsur olan din bağı, maalesef olması gereken bağlılığı insanlara sağlayamamaktadır. 

Bunun kabahatlisi elbette dinin kendisi değildir. 

Bu dine mensup olanların büyük çoğunluğunun üst kimlikleri olan, ve Allah (c.c) nin kendilerine verdiği verdiği "Müslüman" ismini arkaya koyarak , alt kimlik olarak ifade edebileceğimiz , ve Kur'anın onay vermediği fırka isimleri ile kendilerini ifade etmeye çalışmaları, yine şeytanın kardeşler arasını bozma çalışmalarının bir ürünüdür. "Sünni Müslüman" - "Şii Müslüman" şeklinde, birleşmesi neredeyse imkansız olan iki büyük guruba ayrılmış olan Müslümanlar , bu iki gurubun içinde de binlerce fırkaya bölünerek , mensup oldukları fırka adı ile kendilerini tanıtmakta ve birleşmeyi imkansız hale getirerek , şeytanların ekmeğine yağ, hatta bal kaymak sürmektedirler.  


Şeytanın arzusu olan böyle bir bölünmenin getirdiği sonuçların acı neticelerini her an yaşamakta olmamıza rağmen , fırkalara bölünmüş olanların hiçbiri bu fırkaları terk ederek , üst kimliğimizi oluşturması gereken "Kur'an" etrafında buluşmayı bırakın istemek  , böyle düşünce içinde olanları "Sapık" olarak ilan  etmekten çekinmemeleri, içinde bulunduğumuz durumun vahametini göstermektedir.

Sonuç olarak ; "Şeytan size apaçık bir düşmandır" şeklinde bir çok ayette beyan edilen gerçeğin , insan ve toplum hayatında ortaya çıkması , kardeşler arasına nifak sokarak onları birbirine düşman etmek şeklinde de kendisini göstermektedir. 

Kıssa yollu anlatımlar bizlere , geçmiş yaşantılardan örnekler sunarak , ibretler almamızı isteyen anlatımlar olup , bu kıssalardan olan ve "En güzel kıssa" olarak belirtilen Yusuf kıssasındaki mesajlardan bir tanesi de , şeytanın kardeşler arasını bozma yolunun canlı ve yaşanmış bir örnek olarak gösterilmesidir. 

Kardeş kavgasından kurtulma yolu , kardeşliğimizi sağlayan en geniş halka olan inanç bağı ile birbirimize bağlanmak ve bu inancın bize önermiş olduğu kişisel ve toplumsal yükümlülükleri yerine getirmek ile mümkün olacaktır. Şeytan her an bizlerdeki açıkları kollayarak , kardeşlerimiz ile aramızı açmaya , aramızda düşmanlık çıkarmaya ve bu yolla ayağımız cennetten kaydırarak , bizleri cehennem yaranı yapmak için gayret etmektedir. Bize düşen ise şeytanın bu tür oyunlarına fırsat vermemek olmalıdır. 

                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.