Allah (c.c) tarih boyunca gönderdiği bütün elçi ve kitaplarında bizlerden sadece kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmemizi istemiş, bu isteğe olumlu ve olumsuz cevap verenler arasında geçenleri kıssalar ile anlatmış, olumsuz cevap verenlerin dünya ve ahirette nasıl bir karşılık göreceklerini yine kitaplarında bildirmiştir. İşin garip olan yanı ise, Allah'ın gönderdiği kitap ve elçilere iman ettiklerini iddia edenlerin bir kısmının bu iddialarının havada kalması, bu insanların din adına ortaya attıkları ve inandıkları düşüncelerin şirk'ten arınamamış olmasıdır.
Son elçi Muhammed (a.s) ve ona indirilen kitaba iman ettiğini iddia eden insanların bir kısmının din adına ortaya atılan bazı söylemlerin şirk içermesine rağmen, bu düşünce ve söylemlere itibar etmesi, hatta bunları savunması, bu düşüncelerin şirk içerdiğini iddia edenlere sapık ve kafir damgası vurmaya kalkması ise, günümüzde yaşadığımız acı gerçeklerdendir.
[004.048] Allah; kendisine ortak koşmayı bağışlamaz. Bundan başkasını
dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse, hiç şüphesiz pek büyük bir
günahla iftira etmiş olur.
Şirk olgusunun Müslüman hayatında ortaya çıktığı anlardan bir tanesi de dua konusundadır. Allah'a direk olarak yaklaşılamayacağına dair oluşturulan inanç ne yazıktır ki, Allah ile araya bir takım kişiler konulması gerektiği inancını doğurmuş, bunun adına da TEVESSÜL denilmiştir.
Vesile kelimesinden türemiş olan Tevessül; Allah (c.c) den sevdiği ölü veya diri kulları araya koymak sureti ile, onların yüzü suyu hürmetine istemek anlamına gelmektedir. Ölü veya diri kullar, başta Muhammed (a.s) olmak üzere, Şeyh, Gavs, Kutup, Evliya v.s olarak bilinen bazı kişiler olup, dua edilirken bu kişiler araya konularak vesile edinilmekte, veya bu kişilerin yüzü suyu hürmetine istenilerek duanın kabul olacağı düşünülmektedir.
Kişilerle veya yapılan amellerle yapılan araya koyma işleminin meşruiyetine dair bazı rivayetler ileri sürülmekte, bu işin Kur'ani delili !! ise Maide s. 35. ayetine dayandırılmaktadır. Fakat bu ayeti okuduğumuz zaman vesilenin Allah yolunda cihat etmek olarak belirtildiği de görülecek, ortaya atılan iddiaya herhangi bir mesnet teşkil etmeyeceği ortaya çıkacaktır.
Bugün bir çok Müslüman dua ederken Yüzü suyu hürmetine ifadesini kullanmakta, bu ifadenin temeli ise, duada aracılık anlamına gelmektedir. Böyle bir ifadenin değil bazı ulu olarak bilinen kullar için, Muhammed (a.s) için dahi kullanılması hatalıdır. Peygamber dahi olsa hiç bir kul Allah (c.c) indinde herhangi bir ayrıcalığa sahip değildir.
Tevessül ve yüzü suyu hürmetine istemenin temelinde, Allah (c.c) ye direk olarak sesinin duyuramama düşüncesi olup, bu düşünce maalesef Kur'an tarafından onay almamaktadır.
[002.186] Kullarım sana Beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara
yakınım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da
davetimi kabul edip Bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar.
Duanın nasıl yapılacağını öğreten bir ayet olan Bakara s. 186. ayetinde Allah (c.c) biz kullarına yakın olduğunu bildirmekte, bu yakınlığı aynı zamanda onun bize uzak olmadığı, ona dua ederken yakınlaştırıcı olarak bilinen kulların araya konulmaMAsı gerektiği anlamına gelmektedir.
[039.003] Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah'ındır.
O'ndan başka veliler edinenler (şöyle derler:) «Biz, bunlara bizi Allah'a daha
fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.» Hiç şüphesiz Allah, kendi
aralarında, hakkında ihtilaf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten
Allah, yalancı, kâfir olan kimseyi hidayete eriştirmez.
Şirk'i tarif eden ayetlerden bir tanesi olan Zümer s. 3. ayetinde ise, Allah'ın dışında veliler edinenlerin ortaya sürdükleri gerekçenin şirk olduğu görülmektedir.
Kullarını şirk inancından kurtararak tevhit inancına yöneltmek için gönderdiği kitap ve elçilere iman ettiklerini ileri sürenlerin böyle bir şirk içine düşmüş olmaları, maalesef acı ama gerçektir. Böyle bir duruma düşmenin ana sebebi ise, din de belirleyici olarak Allah'ın kitabının yerine başka belirleyicilerin geçirilmiş olmasıdır. Vahiy merkezli dinin yerine kişi merkezli bir din anlayışı, kişilerin yüceltilmesinin beraberinde getirmiş, bu durum ise Müslüman hayatında şirk tehlikesini ortaya çıkarmıştır.
Tevessül ve yüzü suyu hürmetine istemenin doğru bir düşünce olduğuna inananların bu inançlarının yanlışlığı kendilerine hatırlatıldığında ortaya sürdükleri delillerinin, bazı kimselerin din adına ortaya attıkları sözler ve bu kimselerin asla yanlış yapmayacaklarına dair olan inançları olduğu görülecektir. Ancak bu kişilerin ortaya attıkları sözlerin Kur'an ile sağlaması yapılacak olduğunda yanlışlığı görülecektir.
Halk arasında mahalle baskısı haline getirilmiş olan Ehli sünnet itikadı ismi ile bilinen düşünceye göre doğru olduğu savunulan bu yanlışın dile getirilmesi, ehli sünnet dışına çıkmak olarak görülmekte, fakat Kur'an dışına çıkmak olduğu maalesef ıskalanmaktadır. Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki, Kur'an'dan onay almayan her düşünce ve iddia adına ne denilirse denilsin çöpe atılmaya mahkumdur.
Sonuç olarak; Yazımızın amacının kimseyi Müşrik olarak nitelemek olmadığını hatırlatmak isteriz. Amacımız, şirk olgusunun Müslüman hayatında dua konusunda nasıl ortaya çıkabileceği olup, bundan sakınılmasını hatırlatmaktır. Allah (c.c) kendisine dua edildiğinde icabet edileceğini haber vermekle birlikte, bu duayı kabul etme şartı olarak ölü veya diri hiç kimseyi araya koymayı yani tevessülü veya Falan kimsenin yüzü suyu hürmetine gibi sözleri kullanmayı istememiştir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
veya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
veya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
24 Aralık 2017 Pazar
28 Haziran 2017 Çarşamba
Kur'an'ın Yeterliliği Veya Yetersizliği Tartışmaları Çerçevesinde Dede İle Torun Evliliğinin Haram Olmasının Delilinin Kur'an'da Olmadığı Üzerine
Türkiye'de Kur'an'ın son yıllarda gündeme gelerek, geleneksel din anlayışının Kur'an eksenli sorgulanmaya başlaması, Müslümanlar arasındaki kutuplaşmalarının da artmasına sebep olmuştur. Bu kutuplaşmalar neticesinde geleneksel din anlayışını savunanlar ile, Kur'an eksenli din anlayışını savunanların fırkalaşmak sureti ile birbirleri arasında şiddetli bir çatışma içine girdikleri gözlenmektedir.
Müslümanların birbirleri ile aralarındaki fikri farklılıklarını, Kur'an'ın önerdiği edep ve usül çerçevesinde çözmeye çalışmaları elbette olması gereken bir durumdur, fakat çoğu zaman bu tartışmalar Kayıkçı Kavgasına dönüşerek sürmekte, yapılan tartışmalar bilgi sahibi olmaktan çok, karşıdaki rakibi yenme çabasına dönüşmektedir. Müslümanların tartışma adap ve üslubundan uzak olarak yaptıkları tartışmalar ne yazıktır ki, küfür ve hakaretleşme ile son bularak, tarafların günah kazanması ile sonuçlanmaktadır.
Taraflar arasında yapılan tartışmalardan bir tanesi, Kur'an içinde her şeyin yazılı olduğunu beyan ettiği iddia edilen !! Enam s. 38. ayeti başta delil olmak üzere, Kur'an'ın yeterli olduğu, Kur'an'ın olduğu yerde Hadis-Sünnet olarak bildiğimiz rivayet malzemesine gerek olmadığı gibi söylemler üretilmek sureti ile, Yalnız Kur'an sloganı altında bir İslam anlayışı ortaya konulmaya çalışılmaktadır.
Bu anlayışa karşı çıkan taraftaki insanların ise, Kur'an'ın yeterli olmadığı, bu yetersizliğin Hadis-Sünnet olarak bildiğimiz rivayet malzemesi ile doldurulduğunu iddia ettiklerini görmekteyiz.
Bu düşünce sahipleri ile, yalnız Kur'an söylemi sahipleri arasında yapılan tartışmalarda, rivayet merkezli din anlayışını savunan insanların çoğu zaman, Hadi bana Kur'an'dan namazı göster, Hadi bana Kur'an'dan zekatın oranını, namazın rekatlarını göster, veya yazımıza başlık olarak aldığımız konu olan, Kur'an'da dede ile torunun birbiri ile evlenmesinin haram olduğuna dair bir delil olmadığı, bu delilin sünnet ile sabit olduğu gibi sözlerle, hadis ve sünnet'in bu konuda Kur'an'ın tamamlayıcısı olduğu iddiaları getirilmek sureti ile, yalnız Kur'an diyen insanların köşeye sıkıştırılarak, Kur'an'ın yetersizliğini savunmaya çalıştıklarına şahit olmaktayız.
Kur'an'ın yeterli veya yetersiz olduğunu iddia eden her iki tarafın da, iddialarına mesnet olarak ortaya koyduğu argümanların ayaklarının yere bastığını söylemenin maalesef imkansız olduğunu en baştan söyleyerek, yapılan tartışmaların Kayıkçı Kavgası şeklinde gerçekleştiğini görmekten üzüntü duyduğumuzu belirtmek isteriz.
Bizim bu yazmaktan asıl amacımız bir öz eleştiri yapmak olup, dede ile torun'un evliliğinin haram olduğunu Kur'an'dan ispatlamaya çalışmaktan ziyade, Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği üzerinde tartışma yapanların düştükleri bazı hatalara, özellikle Kur'an Yeter diyenlerin bu konulardaki hatalarına dikkat çekmeye çalışacağız. Çünkü asıl meselemiz, Kur'an'ın yeterli olduğu yönünde söylem geliştirenlere karşı, Kur'an yetersiz olduğu yönünde söylem geliştirenlerin aralarındaki çatışma olup, bu çatışma her iki tarafın ortaya koymaya çalıştığı bazı sözde iddialar ile delillendirilmeye çalışılmaktadır.
Kur'an Yeter diyenlerin, Kur'an Yetmez diyenler tarafından köşeye sıkıştırılmalarına kendilerinin fırsat tanıdıkları, kendi dilleri ile bazı hatalara düşerek, bu hatalarının başkaları tarafından koz olarak kullanıldığını bilhassa hatırlatmak istiyoruz. Bu hataların neler olduğu sorulacak olursa şunları söyleyebiliriz.
Enam s. 38. ayetindeki Biz kitap'ta eksik bırakmadık cümlesindeki Kitap kelimesi, çoğu kimse tarafından, Kur'an olarak anlaşıldığı için, Kur'an'ın yetersizliği iddialarına cevap olarak sunulmakta, Bak Allah Kur'an'da eksik olmadığını kendisi beyan ediyor denilerek, Kur'an'ın yeterliliğine delil olarak sunulmaktadır.
Veya Ankebut s. 51. ayetinde, Kendilerine okunan bu kitap yeterli gelmiyor mu? şeklinde cümle delil olarak sunularak, yine Kur'an'ın yeterli olduğu noktasında delil ayet olarak sunulmaktadır. Bizim, Kur'an'ın yetersiz olduğunu ortaya koymak gibi bir amaç içinde olmadığımızı yeniden hatırlatarak, Kur'an yeter söyleminin iddia olarak sunmaya çalıştıkları ayetlerin, bağlam ve bütünlük gözetilmeden okunduğunu, Kur'an yeter iddiasında olanların bundan dolayı bir nevi Kendi ayaklarına kurşun sıktıklarını söylemek istediğimizi hatırlatmak isteriz.
Enam s. 38. ayetinde geçen Kitap kelimesinin Kur'an olmadığı, bu kelimenin Allah (c.c) tarafından yarattığı varlıkların tümü üzerinde koyduğu yasaları ifade ettiğini söylediğimiz zaman, bir çok kimsenin, Ne yani Kur'an eksik mi? şeklinde irkildiğine şahit olmaktayız. Eğer bu iddia sahipleri ön yargısız bir şekilde Kur'an içinde geçen Kitap kelimelerini alt alta koyup okudukları takdirde, bu kelime ile sadece Kur'an'ın kast edilmeyerek, geniş bir anlam alanına sahip olduğunu gördüklerinde, bizim ne demek istediğimizi daha net anlayacaklardır.
Bugün Türkiye'de Kur'an Yeter sloganı etrafında söylem üretmeye çalışan insanlarda gördüğümüz en büyük eksiklik, adını andıkları kitabı doğru anlamaktan uzak bir okuma yapmakta olduklarıdır. Kur'an ile ilgili yapılabilecek en büyük hatalardan bir tanesi olan bağlam ve bütünlük gözetilmeden, sadece kafadaki bazı ön kabullerin Kur'an'a onaylatılması çabaları, sadece rivayet merkezli din anlayışı sahiplerinin sorunu olmayıp, Kur'an yeter söylemi etrafında bir din anlayışı üretmeye çalışan bazı kimselerin de (hepsini kast etmediğimizi hatırlatmak isteriz) en büyük sorunudur.
Demek istediğimiz şu dur ki, Bugün Türkiye'de Kuran Yeter sloganı etrafında üretilmeye çalışılan İslam algısındaki Kur'an anlayışı problemli olup, bu problemler hem bu söylemin sahiplerinden bir kısmının zaman içinde Kur'an'dan tamamen koparak Deizm'e kaymasına, hem de rivayet merkezli İslam anlayışındaki insanların Kur'ana yönelmesine engel olmaktadır.
Kur'an Yeter sloganına karşı, Kur'an Yetmez sloganı üretenlerin, bilerek veya bilmeyerek bu noktada da büyük yanlışlar içine düştükleri de görülmektedir. Bu kimselerin en büyük sorunu, Muhammed (a.s) ı dinin tamamlayıcısı olarak görmüş olmalarıdır. Bu anlayış Muhammed (a.s) ı yücelterek, onu Allah (c.c) ile aynı seviyeye çıkarmak adına yapılmakta olup, bu ameliyenin karşıtı ise, Allah (c.c) yi kulunun seviyesine indirmek anlamına gelerek, bu düşünce içinde olanları iki taraflı bir şirk içine düşürmektedir.
Öncelikle Kur'an Yeter sloganının, hadis ve sünnet'e karşı bir antitez olarak ortaya konulmasının doğru bir yaklaşım olmadığını düşünmekteyiz. Hadis ve sünnet adı altında bugün elimizin altında olan malzemeyi, tamamen çöpe atılması gereken bir malzeme olarak görmek yerine, onları yeniden rehabilitasyona tabi tutulması gereken bir malzeme olarak görmek, daha tutarlı bir düşünce olacaktır.
Kur'an Yetmez sloganı etrafında buluşan insanların da aynı şekilde, karşıt düşündeki insanların bazı hatalarını dikkate alarak Kur'an'ın dinde belirleyici olmasına karşı soğuk bakmamaları gerekmektedir.
Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği noktasında söylem üreten insanların, bu konular etrafında ürettikleri söylemlerin tez olarak ortaya konulmak yerine, antitez ve nefrete dayalı olarak ortaya konulması, taraflar arasında kin ve nefret tohumlarının ekilmesine vesile olduğunu görmek, gerçekten üzüntü vericidir. Din adına üretilen söylemlerin amacının altında yatan asıl niyet karşı tarafı ezmek olmadığı müddetçe, bu söylemler taraflar arasında daha düzgün bir üslup dahilinde tartışma imkanı bulacaktır. Aksi takdirde, bugün Müslümanların birbirleri arasında yaptığı tartışmalarda rastladığımız her türlü olumsuz davranışlar, dozunu artırarak devam edecektir.
Kur'an Yeter sloganı etrafında geliştirilen söylem, eğer Allah (c.c) nin kitabında mevcut olan beyanın din konusunda sorumluluğumuz olarak yeterliliği, onun dışındaki kitaplardan bize din olarak sunulan şeylerin, din ve sorumluluğumuz dahilinde olmadığı konusu çerçevesinde olduğu müddetçe, bu söyleme kimsenin itirazı olamaz, ve bizim de Kur'an'ın yeterliliği ile ilgili olarak düşüncemiz bu çerçevededir.
Fakat, Kur'an Yeter diyerek, bu yeterliliğin her alanda olduğunu veya olması gerektiğini iddia etmek sureti ile, namaz, hac, oruç gibi ibadetlerin ilmihal kitabı gibi detaylı olarak Kur'an içinde anlatılmamış olmasını kalkan olarak kullanarak, bu ibadetleri icra etmenin yanlış hatta şirk olduğunu iddia etmek, Kur'an'ın hangi alanda yeterli olduğunu anlayamamış kimselerden başkasının iddiası olamaz. Bu tür iddia sahipleri Kur'an Yetmez söylemi etrafında toplanan kimselerin elini güçlendirmekte, Kur'an'ın din'de yeterliliği konusunda makul fikirler üretmeye çalışan insanlara da ayak bağı olmaktadır.
Kur'an insan hayatı için gerekli olan şeyler konusunda yol gösterici bir kitap olarak elbette yeter. Ancak Kur'an toplum hayatının ihtiyacı olan bütün konularda net ve detaylı olarak hükümler vaz etmemiştir örneğin;
Bugün bir beldeyi elimize sadece Kur'an'ı vererek, bu belde de yaşayan insanları Kur'an'a göre yönetmemizi isteseler, toplum hayatı için gerekli olan yasaların tamamını Kur'an içinde bulmamız imkansızdır. Bu iddiayı dile getirmemizin sebebi, Kur'an Yetmez söyleminin haklı olduğunu ileri sürmek asla değildir. Kur'an şayet bazılarının iddia ettiği gibi sadece belirli bir zaman ve mekana has olarak inmiş olsaydı, belki bu detaylar bulunabilir, fakat bu detaylar o zamanki şartlara uygun olacağı için, bizlerin onları uygulama imkanı da olmazdı.
Kur'an hırsızlığın cezasını el kesmek olarak beyan etmesine rağmen, bu cezanın bütün hırsızlık vakaları için uygulanabileceğini söylemek pek doğru olmayacaktır. Bugün değişen yaşam şartları, hırsızlık olarak bildiğimiz suçun kapsamının da gelişmesine sebep olmuştur. Bundan dolayı bu suça verilecek ceza, el kesmenin haricinde daha aşağı cezalar olabileceği gibi, daha yukarısında cezalar da olabilir.
Bu cezaların miktarının belirlemesi hukukçular tarafından yapılacaktır. Yine aynı şekilde Kur'an'da ceza hükmü bulunmayan tecavüz veya başka suçlar konusunda hangi cezaların verilebileceği, yine hukukçular tarafından belirlenecektir. Demek istediğimiz şu dur; Kur'an insanlar tarafından zaman ve hayat şartlarına göre doldurulabilecek boş bir alan bırakmış, fakat bu boş alanın nasıl doldurulabileceği konusunda yine ana hükümler beyan etmiştir. Kur'an tarafından vaz edilmiş olan bu hükümlerdeki maksat gözetilerek, hakkında net bir beyan bulunmayan konularda hukukçular tarafından yeni hükümler üretilebilir.
Kur'an'ın yetersizliği eğer bu çerçevede savunulacak olursa, bunda herhangi bir problemin olmayacağını düşünmekteyiz. Fakat Kur'an'ın eksik bıraktığı yerleri hadis ve sünnet olarak bildiğimiz Muhammed (a.s) kanalından geldiği iddia edilen bilgilerin doldurabileceği iddia edilecek olursa bu iddia yanlış, yanlış olduğu kadar da itikadi sorunlara yol açacaktır. Muhammed (a.s) bu dinin eksik kalan yerlerini tamamlayıcı bir parçası değil, Allah (c.c) nin ona indirdiği dinin tebliğcisi ve örneğidir.
Allah (c.c) dinini tamamladığını (Maide s.3), bizlere beyan etmiş olmasına rağmen, Muhammed (a.s) a tamamlayıcı bir misyon yüklemek, ona ve Allah'a karşı yapılabilecek en büyük iftiralardan bir tanesi olacaktır.
DEDE İLE TORUN EVLİLİĞİ MESELESİ
Kur'an'ın yetersizliğini iddia ederek, bu eksikliğin hadis ve sünnet tarafından doldurulduğunu söyleyenlerin, bu iddialarını güçlendirmek için kullandıkları delillerden bir tanesi, Nisa s. 23. ayetinde geçen evlenilmesi haram olanların listesinde, dede ile torun evliliğinin haram olduğunun bildirilmediği, bu evliliğin haram olduğunun hadis tarafından beyan edildiği dile getirilmektedir.
Bu sözlerin ortaya atılmasına sebep olan en büyük faktörün, Kur'an Yeter iddiasını dile getiren bir kısım kimsenin, bağlam ve bütünlük gözetmeden okudukları, Kur'an'ın yeterliliği ile ilgili olduğunu zannettikleri bazı ayetler üzerinden ortaya attıkları sözler olduğunu yukarıda belirtmiştik. Yani bu tür iddialara kapı açılmasına sebep olanlar, Kur'an'ın nasıl bir kitap olduğu konusunda yanlış ve eksik bilgi sahibi olan, kendisini Kur'an ile tanımlayan kimselerdir. Şayet bu kimseler Kur'an'ın neliği konusunda ayakları yere basan bir bilgi sahibi olmuş olsalardı, kimsenin böyle eften püften iddialar ortaya atma cesareti bile olamazdı.
Bizim bu konuda şu anda yaptığımız, bir delinin attığı taşı kuyudan çıkarmaya çalışmak misali gibi bir şeydir. Bu ayet indiği, Muhammed (a.s) bu ayeti ashabına tebliğ ettiği zaman, bir sahabe çıkıp ta "Anam babam sana feda olsun ya Muhammed, Allah dede ile torun evliliğini acaba haram kılmadımı ki bu yasakların içine dahil etmemiş" diye sorması imkan ve ihtimal dahilinde değildir.
Ayet içinde kız ve erkek kardeşlerinin çocuklarını haram kılan Allah'ın, kendi çocuklarının çocukları ile evlenmenin haram olduğunu beyan etmemiş olması, bir kimseyi torun ile evliliğin helal olabileceği düşüncesine götürebilmesi zaten mümkün olmadığı gibi, böyle bir iddia üzerinden Kur'an'ın yetersiz olduğunu iddia ederek, bu boşluğu hadis ve sünnet'in doldurduğu iddiası ise, belden aşağı vurmaktan başka bir şey değildir.
Biz Kur'an merkezli din anlayışını savunanlarla, rivayet merkezli din anlayışını savunanlar arasında yapılan tartışmalardaki yöntem üzerinde durmaya çalışarak, bu konuda karşı taraftan gelen saldırılara karşı devamlı kendi düşüncesini savunmak durumunda kalan, Kur'an eksenli din algısını savunanlara bir yöntem önerisinde bulunmak istiyoruz.
Malum olduğu üzere, Kur'an merkezli din anlayışını savunanlar ile, rivayet merkezli din anlayışını savunanlar arasında yapılan tartışmalarda, sapık, hadis inkarcısı, peygamber düşmanı gibi ithamlar havada uçuşarak savunma yapmaya çalışan taraf, devamlı Kur'an eksenli din anlayışının taraftarları olmaktadır. Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği konusunda yapılan tartışmalarda da, aynı şekilde savunma yapmak zorunda kalan taraf yine onlar olmaktadır.
Kur'an'ın yeterli olmadığını göstermek için karşısındaki kimseye bazı deliller sunan, ve bu deliller ile karşısındakileri susturmaya çalışan kimselerin, bu iddialarının temelinde Allah (c.c) nin kitabının eksiğini bir kul olan Muhammed (a.s) ın tamamladığı düşüncesi yatmaktadır. Onların iddialarına cevap yetiştirmeye çalışmak, o tartışmaya 1-0 mağlup olarak başlamak anlamına gelmektedir.
Dede ile torun evliliğinin haramlığını Kur'an'dan delil getirerek savunmaya çalışmak, işte böyle ezikliğin sonucu olup, asıl savunma yapmaları gerekenler, bu tür iddiaları dile getirmek sureti ile Kur'an ve Allah (c.c) hakkında yanlış düşünceler ortaya atanlar olmalıdır. Dede ile torun evliliği konusu üzerinden Kur'an'ın yeterliliğini savunmaya çalışmak yerine, bu tür iddiaların nasıl bir hezeyan ürünü olduğuna dikkat çekerek, bu iddiaları ortaya atanların kendilerini savunmak durumunda bırakmaya çalışmak, bu tür tartışma yapanların dikkat etmesi ve kullanması gereken bir yöntem olmalıdır.
Biz öncelikle bu tür iddiaları ortaya atarak, hem Kur'an'ın yetersizliğini, hem de Muhammed (a.s) ı dinde helal haram koyma yetkisine sahip bir kimse olarak görülmesinin yanlışlığı üzerinden giderek, bu tür iddiaların kişiler üzerinde akidevi sorunlar doğuracağını hatırlatmak durumundayız. Rivayet merkezli din algısının en büyük sıkıntısı, Muhammed (a.s) hakkındaki sahip oldukları yanlış bilgiler olup, onun Allah (c.c) ile aynı konuma sahip olduğu inancının yanlışlığına dikkat çekerek, onların kendilerini savunmak zorunda bırakmaya çalışmak, daha akıllıca bir yöntem olacaktır.
Sonuç olarak; Müslümanlar arasında bitmek tükenmek bitmeyen tartışmalara, son yıllarda Kur'an'ın Türkiye'de daha fazla gündeme gelmesi başlayan, rivayet kültürünü sorgulamak eklenmiştir. Kur'an'ın yeterli olduğunu iddia edenler ile, yetersiz olduğunu iddia edenler arasındaki tartışmalarda göze çarpan bir husus, her iki tarafın da savundukları konularda ortaya koymaya çalıştıkları delillerin makul deliller olmayışıdır.
Yazımızda özellikle Kur'an'ın yeterliliğine dikkat çekmeyerek, bu konuları savunan kimlerin eksiklikleri üzerinde bir özeleştiri yapmaya çalıştığımız okuyucu tarafından anlaşılmıştır. Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği konusunda rivayet kültürü savunucuları ile tartışmalara girmek yerine, sahip olunan düşüncenin argümanlarının ne kadar tutarlı olduğu yönünde araştırma ve çalışmalarda bulunmak daha faydalı olacaktır.
Tartışma yapılmak zorunda kalındığı zaman ise, savunma yapmak yerine rivayet kültürünün kişi üzerinden nasıl itikadi yaralar açtığını uygun bir dil üslup dahilinde anlatmaya çalışarak, karşı tarafı savunma yapmak zorunda bırakmaya çalışmak, onları din konusunda Kur'an'ın belirleyici olması gerektiğine inanmalarını sağlamaya çalışmak daha uygun bir yöntem olacaktır.
MÜSLÜMANLARIN BİRBİRLERİ İLE YAPTIKLARI TARTIŞMALARIN MÜNAZARA ŞEKLİNDE GERÇEKLEŞEREK,MÜNAKAŞA OLMAKTAN ÇIKMASI DİLEĞİYLE.
Müslümanların birbirleri ile aralarındaki fikri farklılıklarını, Kur'an'ın önerdiği edep ve usül çerçevesinde çözmeye çalışmaları elbette olması gereken bir durumdur, fakat çoğu zaman bu tartışmalar Kayıkçı Kavgasına dönüşerek sürmekte, yapılan tartışmalar bilgi sahibi olmaktan çok, karşıdaki rakibi yenme çabasına dönüşmektedir. Müslümanların tartışma adap ve üslubundan uzak olarak yaptıkları tartışmalar ne yazıktır ki, küfür ve hakaretleşme ile son bularak, tarafların günah kazanması ile sonuçlanmaktadır.
Taraflar arasında yapılan tartışmalardan bir tanesi, Kur'an içinde her şeyin yazılı olduğunu beyan ettiği iddia edilen !! Enam s. 38. ayeti başta delil olmak üzere, Kur'an'ın yeterli olduğu, Kur'an'ın olduğu yerde Hadis-Sünnet olarak bildiğimiz rivayet malzemesine gerek olmadığı gibi söylemler üretilmek sureti ile, Yalnız Kur'an sloganı altında bir İslam anlayışı ortaya konulmaya çalışılmaktadır.
Bu anlayışa karşı çıkan taraftaki insanların ise, Kur'an'ın yeterli olmadığı, bu yetersizliğin Hadis-Sünnet olarak bildiğimiz rivayet malzemesi ile doldurulduğunu iddia ettiklerini görmekteyiz.
Bu düşünce sahipleri ile, yalnız Kur'an söylemi sahipleri arasında yapılan tartışmalarda, rivayet merkezli din anlayışını savunan insanların çoğu zaman, Hadi bana Kur'an'dan namazı göster, Hadi bana Kur'an'dan zekatın oranını, namazın rekatlarını göster, veya yazımıza başlık olarak aldığımız konu olan, Kur'an'da dede ile torunun birbiri ile evlenmesinin haram olduğuna dair bir delil olmadığı, bu delilin sünnet ile sabit olduğu gibi sözlerle, hadis ve sünnet'in bu konuda Kur'an'ın tamamlayıcısı olduğu iddiaları getirilmek sureti ile, yalnız Kur'an diyen insanların köşeye sıkıştırılarak, Kur'an'ın yetersizliğini savunmaya çalıştıklarına şahit olmaktayız.
Kur'an'ın yeterli veya yetersiz olduğunu iddia eden her iki tarafın da, iddialarına mesnet olarak ortaya koyduğu argümanların ayaklarının yere bastığını söylemenin maalesef imkansız olduğunu en baştan söyleyerek, yapılan tartışmaların Kayıkçı Kavgası şeklinde gerçekleştiğini görmekten üzüntü duyduğumuzu belirtmek isteriz.
Bizim bu yazmaktan asıl amacımız bir öz eleştiri yapmak olup, dede ile torun'un evliliğinin haram olduğunu Kur'an'dan ispatlamaya çalışmaktan ziyade, Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği üzerinde tartışma yapanların düştükleri bazı hatalara, özellikle Kur'an Yeter diyenlerin bu konulardaki hatalarına dikkat çekmeye çalışacağız. Çünkü asıl meselemiz, Kur'an'ın yeterli olduğu yönünde söylem geliştirenlere karşı, Kur'an yetersiz olduğu yönünde söylem geliştirenlerin aralarındaki çatışma olup, bu çatışma her iki tarafın ortaya koymaya çalıştığı bazı sözde iddialar ile delillendirilmeye çalışılmaktadır.
Kur'an Yeter diyenlerin, Kur'an Yetmez diyenler tarafından köşeye sıkıştırılmalarına kendilerinin fırsat tanıdıkları, kendi dilleri ile bazı hatalara düşerek, bu hatalarının başkaları tarafından koz olarak kullanıldığını bilhassa hatırlatmak istiyoruz. Bu hataların neler olduğu sorulacak olursa şunları söyleyebiliriz.
Enam s. 38. ayetindeki Biz kitap'ta eksik bırakmadık cümlesindeki Kitap kelimesi, çoğu kimse tarafından, Kur'an olarak anlaşıldığı için, Kur'an'ın yetersizliği iddialarına cevap olarak sunulmakta, Bak Allah Kur'an'da eksik olmadığını kendisi beyan ediyor denilerek, Kur'an'ın yeterliliğine delil olarak sunulmaktadır.
Veya Ankebut s. 51. ayetinde, Kendilerine okunan bu kitap yeterli gelmiyor mu? şeklinde cümle delil olarak sunularak, yine Kur'an'ın yeterli olduğu noktasında delil ayet olarak sunulmaktadır. Bizim, Kur'an'ın yetersiz olduğunu ortaya koymak gibi bir amaç içinde olmadığımızı yeniden hatırlatarak, Kur'an yeter söyleminin iddia olarak sunmaya çalıştıkları ayetlerin, bağlam ve bütünlük gözetilmeden okunduğunu, Kur'an yeter iddiasında olanların bundan dolayı bir nevi Kendi ayaklarına kurşun sıktıklarını söylemek istediğimizi hatırlatmak isteriz.
Enam s. 38. ayetinde geçen Kitap kelimesinin Kur'an olmadığı, bu kelimenin Allah (c.c) tarafından yarattığı varlıkların tümü üzerinde koyduğu yasaları ifade ettiğini söylediğimiz zaman, bir çok kimsenin, Ne yani Kur'an eksik mi? şeklinde irkildiğine şahit olmaktayız. Eğer bu iddia sahipleri ön yargısız bir şekilde Kur'an içinde geçen Kitap kelimelerini alt alta koyup okudukları takdirde, bu kelime ile sadece Kur'an'ın kast edilmeyerek, geniş bir anlam alanına sahip olduğunu gördüklerinde, bizim ne demek istediğimizi daha net anlayacaklardır.
Bugün Türkiye'de Kur'an Yeter sloganı etrafında söylem üretmeye çalışan insanlarda gördüğümüz en büyük eksiklik, adını andıkları kitabı doğru anlamaktan uzak bir okuma yapmakta olduklarıdır. Kur'an ile ilgili yapılabilecek en büyük hatalardan bir tanesi olan bağlam ve bütünlük gözetilmeden, sadece kafadaki bazı ön kabullerin Kur'an'a onaylatılması çabaları, sadece rivayet merkezli din anlayışı sahiplerinin sorunu olmayıp, Kur'an yeter söylemi etrafında bir din anlayışı üretmeye çalışan bazı kimselerin de (hepsini kast etmediğimizi hatırlatmak isteriz) en büyük sorunudur.
Demek istediğimiz şu dur ki, Bugün Türkiye'de Kuran Yeter sloganı etrafında üretilmeye çalışılan İslam algısındaki Kur'an anlayışı problemli olup, bu problemler hem bu söylemin sahiplerinden bir kısmının zaman içinde Kur'an'dan tamamen koparak Deizm'e kaymasına, hem de rivayet merkezli İslam anlayışındaki insanların Kur'ana yönelmesine engel olmaktadır.
Kur'an Yeter sloganına karşı, Kur'an Yetmez sloganı üretenlerin, bilerek veya bilmeyerek bu noktada da büyük yanlışlar içine düştükleri de görülmektedir. Bu kimselerin en büyük sorunu, Muhammed (a.s) ı dinin tamamlayıcısı olarak görmüş olmalarıdır. Bu anlayış Muhammed (a.s) ı yücelterek, onu Allah (c.c) ile aynı seviyeye çıkarmak adına yapılmakta olup, bu ameliyenin karşıtı ise, Allah (c.c) yi kulunun seviyesine indirmek anlamına gelerek, bu düşünce içinde olanları iki taraflı bir şirk içine düşürmektedir.
Öncelikle Kur'an Yeter sloganının, hadis ve sünnet'e karşı bir antitez olarak ortaya konulmasının doğru bir yaklaşım olmadığını düşünmekteyiz. Hadis ve sünnet adı altında bugün elimizin altında olan malzemeyi, tamamen çöpe atılması gereken bir malzeme olarak görmek yerine, onları yeniden rehabilitasyona tabi tutulması gereken bir malzeme olarak görmek, daha tutarlı bir düşünce olacaktır.
Kur'an Yetmez sloganı etrafında buluşan insanların da aynı şekilde, karşıt düşündeki insanların bazı hatalarını dikkate alarak Kur'an'ın dinde belirleyici olmasına karşı soğuk bakmamaları gerekmektedir.
Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği noktasında söylem üreten insanların, bu konular etrafında ürettikleri söylemlerin tez olarak ortaya konulmak yerine, antitez ve nefrete dayalı olarak ortaya konulması, taraflar arasında kin ve nefret tohumlarının ekilmesine vesile olduğunu görmek, gerçekten üzüntü vericidir. Din adına üretilen söylemlerin amacının altında yatan asıl niyet karşı tarafı ezmek olmadığı müddetçe, bu söylemler taraflar arasında daha düzgün bir üslup dahilinde tartışma imkanı bulacaktır. Aksi takdirde, bugün Müslümanların birbirleri arasında yaptığı tartışmalarda rastladığımız her türlü olumsuz davranışlar, dozunu artırarak devam edecektir.
Kur'an Yeter sloganı etrafında geliştirilen söylem, eğer Allah (c.c) nin kitabında mevcut olan beyanın din konusunda sorumluluğumuz olarak yeterliliği, onun dışındaki kitaplardan bize din olarak sunulan şeylerin, din ve sorumluluğumuz dahilinde olmadığı konusu çerçevesinde olduğu müddetçe, bu söyleme kimsenin itirazı olamaz, ve bizim de Kur'an'ın yeterliliği ile ilgili olarak düşüncemiz bu çerçevededir.
Fakat, Kur'an Yeter diyerek, bu yeterliliğin her alanda olduğunu veya olması gerektiğini iddia etmek sureti ile, namaz, hac, oruç gibi ibadetlerin ilmihal kitabı gibi detaylı olarak Kur'an içinde anlatılmamış olmasını kalkan olarak kullanarak, bu ibadetleri icra etmenin yanlış hatta şirk olduğunu iddia etmek, Kur'an'ın hangi alanda yeterli olduğunu anlayamamış kimselerden başkasının iddiası olamaz. Bu tür iddia sahipleri Kur'an Yetmez söylemi etrafında toplanan kimselerin elini güçlendirmekte, Kur'an'ın din'de yeterliliği konusunda makul fikirler üretmeye çalışan insanlara da ayak bağı olmaktadır.
Kur'an insan hayatı için gerekli olan şeyler konusunda yol gösterici bir kitap olarak elbette yeter. Ancak Kur'an toplum hayatının ihtiyacı olan bütün konularda net ve detaylı olarak hükümler vaz etmemiştir örneğin;
Bugün bir beldeyi elimize sadece Kur'an'ı vererek, bu belde de yaşayan insanları Kur'an'a göre yönetmemizi isteseler, toplum hayatı için gerekli olan yasaların tamamını Kur'an içinde bulmamız imkansızdır. Bu iddiayı dile getirmemizin sebebi, Kur'an Yetmez söyleminin haklı olduğunu ileri sürmek asla değildir. Kur'an şayet bazılarının iddia ettiği gibi sadece belirli bir zaman ve mekana has olarak inmiş olsaydı, belki bu detaylar bulunabilir, fakat bu detaylar o zamanki şartlara uygun olacağı için, bizlerin onları uygulama imkanı da olmazdı.
Kur'an hırsızlığın cezasını el kesmek olarak beyan etmesine rağmen, bu cezanın bütün hırsızlık vakaları için uygulanabileceğini söylemek pek doğru olmayacaktır. Bugün değişen yaşam şartları, hırsızlık olarak bildiğimiz suçun kapsamının da gelişmesine sebep olmuştur. Bundan dolayı bu suça verilecek ceza, el kesmenin haricinde daha aşağı cezalar olabileceği gibi, daha yukarısında cezalar da olabilir.
Bu cezaların miktarının belirlemesi hukukçular tarafından yapılacaktır. Yine aynı şekilde Kur'an'da ceza hükmü bulunmayan tecavüz veya başka suçlar konusunda hangi cezaların verilebileceği, yine hukukçular tarafından belirlenecektir. Demek istediğimiz şu dur; Kur'an insanlar tarafından zaman ve hayat şartlarına göre doldurulabilecek boş bir alan bırakmış, fakat bu boş alanın nasıl doldurulabileceği konusunda yine ana hükümler beyan etmiştir. Kur'an tarafından vaz edilmiş olan bu hükümlerdeki maksat gözetilerek, hakkında net bir beyan bulunmayan konularda hukukçular tarafından yeni hükümler üretilebilir.
Kur'an'ın yetersizliği eğer bu çerçevede savunulacak olursa, bunda herhangi bir problemin olmayacağını düşünmekteyiz. Fakat Kur'an'ın eksik bıraktığı yerleri hadis ve sünnet olarak bildiğimiz Muhammed (a.s) kanalından geldiği iddia edilen bilgilerin doldurabileceği iddia edilecek olursa bu iddia yanlış, yanlış olduğu kadar da itikadi sorunlara yol açacaktır. Muhammed (a.s) bu dinin eksik kalan yerlerini tamamlayıcı bir parçası değil, Allah (c.c) nin ona indirdiği dinin tebliğcisi ve örneğidir.
Allah (c.c) dinini tamamladığını (Maide s.3), bizlere beyan etmiş olmasına rağmen, Muhammed (a.s) a tamamlayıcı bir misyon yüklemek, ona ve Allah'a karşı yapılabilecek en büyük iftiralardan bir tanesi olacaktır.
DEDE İLE TORUN EVLİLİĞİ MESELESİ
Kur'an'ın yetersizliğini iddia ederek, bu eksikliğin hadis ve sünnet tarafından doldurulduğunu söyleyenlerin, bu iddialarını güçlendirmek için kullandıkları delillerden bir tanesi, Nisa s. 23. ayetinde geçen evlenilmesi haram olanların listesinde, dede ile torun evliliğinin haram olduğunun bildirilmediği, bu evliliğin haram olduğunun hadis tarafından beyan edildiği dile getirilmektedir.
Bu sözlerin ortaya atılmasına sebep olan en büyük faktörün, Kur'an Yeter iddiasını dile getiren bir kısım kimsenin, bağlam ve bütünlük gözetmeden okudukları, Kur'an'ın yeterliliği ile ilgili olduğunu zannettikleri bazı ayetler üzerinden ortaya attıkları sözler olduğunu yukarıda belirtmiştik. Yani bu tür iddialara kapı açılmasına sebep olanlar, Kur'an'ın nasıl bir kitap olduğu konusunda yanlış ve eksik bilgi sahibi olan, kendisini Kur'an ile tanımlayan kimselerdir. Şayet bu kimseler Kur'an'ın neliği konusunda ayakları yere basan bir bilgi sahibi olmuş olsalardı, kimsenin böyle eften püften iddialar ortaya atma cesareti bile olamazdı.
Bizim bu konuda şu anda yaptığımız, bir delinin attığı taşı kuyudan çıkarmaya çalışmak misali gibi bir şeydir. Bu ayet indiği, Muhammed (a.s) bu ayeti ashabına tebliğ ettiği zaman, bir sahabe çıkıp ta "Anam babam sana feda olsun ya Muhammed, Allah dede ile torun evliliğini acaba haram kılmadımı ki bu yasakların içine dahil etmemiş" diye sorması imkan ve ihtimal dahilinde değildir.
Ayet içinde kız ve erkek kardeşlerinin çocuklarını haram kılan Allah'ın, kendi çocuklarının çocukları ile evlenmenin haram olduğunu beyan etmemiş olması, bir kimseyi torun ile evliliğin helal olabileceği düşüncesine götürebilmesi zaten mümkün olmadığı gibi, böyle bir iddia üzerinden Kur'an'ın yetersiz olduğunu iddia ederek, bu boşluğu hadis ve sünnet'in doldurduğu iddiası ise, belden aşağı vurmaktan başka bir şey değildir.
Biz Kur'an merkezli din anlayışını savunanlarla, rivayet merkezli din anlayışını savunanlar arasında yapılan tartışmalardaki yöntem üzerinde durmaya çalışarak, bu konuda karşı taraftan gelen saldırılara karşı devamlı kendi düşüncesini savunmak durumunda kalan, Kur'an eksenli din algısını savunanlara bir yöntem önerisinde bulunmak istiyoruz.
Malum olduğu üzere, Kur'an merkezli din anlayışını savunanlar ile, rivayet merkezli din anlayışını savunanlar arasında yapılan tartışmalarda, sapık, hadis inkarcısı, peygamber düşmanı gibi ithamlar havada uçuşarak savunma yapmaya çalışan taraf, devamlı Kur'an eksenli din anlayışının taraftarları olmaktadır. Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği konusunda yapılan tartışmalarda da, aynı şekilde savunma yapmak zorunda kalan taraf yine onlar olmaktadır.
Kur'an'ın yeterli olmadığını göstermek için karşısındaki kimseye bazı deliller sunan, ve bu deliller ile karşısındakileri susturmaya çalışan kimselerin, bu iddialarının temelinde Allah (c.c) nin kitabının eksiğini bir kul olan Muhammed (a.s) ın tamamladığı düşüncesi yatmaktadır. Onların iddialarına cevap yetiştirmeye çalışmak, o tartışmaya 1-0 mağlup olarak başlamak anlamına gelmektedir.
Dede ile torun evliliğinin haramlığını Kur'an'dan delil getirerek savunmaya çalışmak, işte böyle ezikliğin sonucu olup, asıl savunma yapmaları gerekenler, bu tür iddiaları dile getirmek sureti ile Kur'an ve Allah (c.c) hakkında yanlış düşünceler ortaya atanlar olmalıdır. Dede ile torun evliliği konusu üzerinden Kur'an'ın yeterliliğini savunmaya çalışmak yerine, bu tür iddiaların nasıl bir hezeyan ürünü olduğuna dikkat çekerek, bu iddiaları ortaya atanların kendilerini savunmak durumunda bırakmaya çalışmak, bu tür tartışma yapanların dikkat etmesi ve kullanması gereken bir yöntem olmalıdır.
Biz öncelikle bu tür iddiaları ortaya atarak, hem Kur'an'ın yetersizliğini, hem de Muhammed (a.s) ı dinde helal haram koyma yetkisine sahip bir kimse olarak görülmesinin yanlışlığı üzerinden giderek, bu tür iddiaların kişiler üzerinde akidevi sorunlar doğuracağını hatırlatmak durumundayız. Rivayet merkezli din algısının en büyük sıkıntısı, Muhammed (a.s) hakkındaki sahip oldukları yanlış bilgiler olup, onun Allah (c.c) ile aynı konuma sahip olduğu inancının yanlışlığına dikkat çekerek, onların kendilerini savunmak zorunda bırakmaya çalışmak, daha akıllıca bir yöntem olacaktır.
Sonuç olarak; Müslümanlar arasında bitmek tükenmek bitmeyen tartışmalara, son yıllarda Kur'an'ın Türkiye'de daha fazla gündeme gelmesi başlayan, rivayet kültürünü sorgulamak eklenmiştir. Kur'an'ın yeterli olduğunu iddia edenler ile, yetersiz olduğunu iddia edenler arasındaki tartışmalarda göze çarpan bir husus, her iki tarafın da savundukları konularda ortaya koymaya çalıştıkları delillerin makul deliller olmayışıdır.
Yazımızda özellikle Kur'an'ın yeterliliğine dikkat çekmeyerek, bu konuları savunan kimlerin eksiklikleri üzerinde bir özeleştiri yapmaya çalıştığımız okuyucu tarafından anlaşılmıştır. Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği konusunda rivayet kültürü savunucuları ile tartışmalara girmek yerine, sahip olunan düşüncenin argümanlarının ne kadar tutarlı olduğu yönünde araştırma ve çalışmalarda bulunmak daha faydalı olacaktır.
Tartışma yapılmak zorunda kalındığı zaman ise, savunma yapmak yerine rivayet kültürünün kişi üzerinden nasıl itikadi yaralar açtığını uygun bir dil üslup dahilinde anlatmaya çalışarak, karşı tarafı savunma yapmak zorunda bırakmaya çalışmak, onları din konusunda Kur'an'ın belirleyici olması gerektiğine inanmalarını sağlamaya çalışmak daha uygun bir yöntem olacaktır.
MÜSLÜMANLARIN BİRBİRLERİ İLE YAPTIKLARI TARTIŞMALARIN MÜNAZARA ŞEKLİNDE GERÇEKLEŞEREK,MÜNAKAŞA OLMAKTAN ÇIKMASI DİLEĞİYLE.
Labels:
Çerçevesinde,
Dede,
Delilinin,
Evliliğinin,
Haram,
İLE,
Kur'an'da,
Kur'an'ın,
Olmadığı,
Olmasının,
Tartışmaları,
Torun,
Üzerine,
veya,
Yeterliliği,
Yetersizliği
30 Mart 2016 Çarşamba
YUNUS s. 15-17. Ayetleri: Başka Bir Kur'an Veya Değiştirilmiş Bir Kur'an İstemenin Bugünkü Tezahürleri
Kur'an Muhammed (a.s) vasıtası ile, Mekke de yaşayan Araplara inmeye başlayan bir kitaptır. Bu kitabın iniş sürecinde Mekkeli müşrikler , bu kitap ile yerleştirilmek istenilen dinin, önceki ataları tarafından kurulmuş olan dinlerini alt üst edeceğini bildikleri için bu kitap ve elçiye karşı amansız bir savaş açmışlardır. Mekkeli müşrikler tarafından Elçi ve Kur'ana karşı açılan bu savaşı bir çok Kur'an ayetinden okumak mümkündür.
Mekke müşrikleri , Kur'anın nazil olmaya başlaması öncesi yaşadıkları topraklar üzerinde ataları tarafından belirlenmiş ve temeli şirk sistemine dayanan bir düzen ile yönetimlerini sağlamakta idiler. Kur'an onların şirk'e dayalı olan bu sistemlerini kökten ret ederek , yerine Tevhidi sisteme dayalı bir hayat tarzı önerisi ile inmeye başlamıştır. Kur'anın bu önerileri, yaşam tarzlarını şirk üzerine temellendirmiş olan Arap toplumunun önde gelenleri tarafından ret edilerek, Elçi ve Kur'an üzerinde bir takım planlar ile, bu kitabın insanlar arasında kabul görmemesi için ellerinden geleni arkaya koymamışlardır.
Yunus s. 15. ayetinde Arap müşrikleri tarafından, Muhammed (a.s) dan ilginç bir istekte bulunulduğunu görmekteyiz. Yazımızda, bu ilginç isteğin altında yatan düşünceyi okumaya çalışarak , bu isteğin günümüzde nasıl tezahür ettiği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
[010.015] Böyle iken âyetlerimiz birer beyyine olarak karşılarında okunduğu zaman likamızı arzu etmiyenler «bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir» dediler, de ki, onu kendiliğimden değiştirmek benim için olacak şey değildir, ben ancak bana vahyolunana tabi olurum; ben, rabbıma isyan edersem şüphesiz büyük bir günün azâbından korkarım.
[010.016] De ki: «Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve onu size bildirmezdi. Ben ondan önce sizin içinizde bir ömür sürdüm. Siz yine de akıl erdirmeyecek misiniz?»
[010.017] Artık bir yalanı Allaha iftira eden veya onun âyetlerine yalan diyenden daha zâlim kim olabilir? Şüphe yok ki: mücrimler, felâh bulmaz
Yukarıda mealleri verilen ayetlerde , müşrikler tarafından diğer ayetlerde Kur'ana getirdikleri itirazlardan daha farklı bir itiraz görülmektedir. Diğer ayetlerde Elçinin kendisine , şair , mecnun , yalancı , ona gelen vahye beşer sözü , şiir gibi sözler söylenmesine karşın , Yunus s. 15. ayetinde, bu itirazlardan daha farklı bir itiraz getirilerek , bu kitabın yerine başka bir kitap veya bu kitabı değiştirmesi istenilmektedir.
Müşriklerin bu isteklerine karşı ise , Muhammed (a.s) tarafından, böyle bir isteğin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı , bu vahyin kendisine Allah (c.c) tarafından indirildiği ve bunu değiştirmek gibi bir yetkisinin olmadığı bildirilerek , müşriklerin istekleri ret edilmektedir.
Burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta , müşriklerin neden böyle bir istekte bulunduğunun üzerinde düşünülmesi gereğidir.
Kur'anın inmeye başlaması ile birlikte ihtiva ettiği ayetlerde , Mekke toplumunun şirk unsuru taşıyan inanç ve amellerine karşı büyük bir savaş açılarak , bu inanç ve amelleri kökten ret edilmiş , ve yerine doğru olanı ikame etmeye çalışılmıştır. Yanlış olanın yerine doğru olan konulmaya çalışılırken nasıl bir yol uygulanması gerektiği, yine elçinin kendisine bu kitabın içindeki ayetlerde beyan edilerek , o yolu takip etmesi emredilmiştir.
[068.008-15] O halde, yalanlayıcılara itaat etme.Onlar, senin kendilerine yaranıp-onlarla uzlaşmanı arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp-uzlaşacaklardı.Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran aşağılık.Daima kusur arayıp kınayan, hep lâf götürüp getiren,Hayır engeli, mütecâviz vebâl yüklü Kaba, sonra da soysuz, alçak.Mal sahibi olmuş ve oğulları var diye Ayetlerimiz ona okunduğu zaman: «Öncekilerin masalları» der.
Kalem suresi ve benzeri surelerdeki ayetler ile , Muhammed (a.s) a çizilen yol haritasında, "Müdahene" yani karşılık tavizkar bir tutum içine asla girmemesi öğütlenerek , kendisine indirilen vahyi aynen indirildiği gibi tebliğ etmesi emredilmektedir.
Muhammed (a.s) a inmeye başlayan vahiy , Mekkeli ileri gelenlerin kurulu düzenlerine karşı amansız bir savaş açarak , bu düzenlerinin adının "Şirk" olduğunu ve bu düzenin devam etmesi için yapılan çalışmaların sonucunun dünya ve ahirette acı bir azap ile karşılık bulacağı bir çok ayette haber verilmektedir.
Şirke dayalı bir yaşam sistemini Kur'ana rağmen devam ettirmek isteyen Mekkelilerin , bu sistemlerine savaş açan Kur'anın yerine , kendi yaşam sistemlerine karşı herhangi bir reddiye getirmeyen , o sistemi kabul eden , ve kendilerinin yaşam düzenini kökten değişime uğratmayacak bir kitap arzusu içinde olduklarını ,Yunus s. 15. ayette haber verilen isteklerinden öğrenmekteyiz.
Bu insanlar kendileri için öyle din istemekteydiler ki, bu din onların yaşam konforlarına en ufak bir müdahalede bulunmasın, onları rahatsız etmesin , onların yaşam sistemlerini onaylasın. Ancak Kur'an onların bu isteklerinin yerine getirilmesinin asla mümkün olmadığını , eğer iman etmek istiyorlar ise, kurallarını kendilerinin belirlediği bir dine değil , kurallarını Allah (c.c) nin belirlediği bir dine inanmaları gerektiği beyan edilmektedir.
Dün Mekkeliler tarafından arzu edilen kendilerine uygun bir din isteğinin bir benzeri , bugün bir kısım Müslüman tarafından arzu edilmekte , ve dinin kuralları ile yaşadıkları hayat çakıştığı için, yaşadıkları hayatı dine uydurmak yerine , dinlerini yaşadıkları hayata uydurmak gibi bir düşünce içinde, dinin bazı kurallarında bir takım iyileştirmelere !! gidilerek, yaşantılarına uyan , bu yaşantılarını değiştirmesini arzu etmeyen bir din istenilmektedir.
Örneğin ; Evinin dışına çıkan bir kadının, evin içindeki kıyafetine ilave olarak üzerine, Kur'anın "Cilbab" olarak belirttiği, başın örtülmesini de sağlayan bir dış giysi almaları emredilmektedir. Fakat bu örtünme emri , bu emir ile muhatap olan bir kısım kimse tarafından yerine getirilmemektedir. Yerine getirilmeme gerekçesi olarak , böyle bir emrin Kur'anda olmadığı , dışarı çıkan bir bayanın başını örtmesi gibi bir emir olmadığı , dolayısı ile baş örtüsü olmadan dışarı çıkılabileceği gibi yorumlar , Kur'anın Nur ve Ahzab surelerinde yer alan örtünme emri gündeme geldiğinde dile getirilmektedir.
Biz konuya baş örtüsü ile ilgili ayetlerini tahlil edilmesi açısından değil , bir kısım insanı böyle bir çıkış aramaya iten sebepleri irdelemek açısından bakmaya çalışacağız.
Aynı şekilde ekonomik hayat içinde geçerli olan faizli sistem, kurulu olan ekonomik sistemin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Bu ayrılmazlık yine bir kısım insanı bu konuda bir çıkış aramaya sevk ederek , Kur'anın faiz yasağı hakkındaki ayetlerinin artık bu zamanda uygulama alanı bulunmadığı , dolayısı ile faizin tanımının yeniden yapılarak , bu sistemin ekonomik hayat içinde devam etmesi gibi yaklaşımları beraberinde getirmiştir.
Kur'anın hırsızlık için önerdiği el kesme cezasının vahşi ! bir ceza olduğu , o gün için uygulanan bir ceza olduğu , bu cezanın yerine başka alternatif cezalar konulabileceği iddialarının dile getirilmeye çalışıldığına şahit olmaktayız.
Genel olarak baktığımızda, Kur'anın bazı hukuksal ayetlerinin sadece indiği zaman ve mekana has olduğu , bugün için bu ayetler yerine o ayetlerdeki maksat dikkate alınarak , maksada uygun yeni hükümler üretilebileceği gibi düşünceler , "Tarihselcilik" adı altında üretilmeye çalışılmaktadır.
Bu gibi iddia ve düşünceleri ibadetler alanında da görmekteyiz. Hac ibadetinin daha geniş bir zamana yayılması gerektiği düşüncesi , bugün bu ibadeti yerine getirmek isteyenlerin çok olması ve bu ibadet sırasında meydana gelen izdiham nedeniyle, bir çok insanın ölmesi gerekçe gösterilerek , Hac ibadeti için bilinen ve uygulanan zamanın, daha geniş bir zaman aralığına yayılabileceği iddiaları dile getirilmektedir.
Bu gibi düşünceleri genişletmek mümkündür. Yazının konusu, bu gibi düşünceleri teker teker ele alarak üzerinde tartışmak değil , örnekler vererek bu düşüncelere yönelinmesine sebep olan saikleri tartışmaktır.
Örneklerini verdiğimiz ve bu örneklere benzer düşüncelerin altında yatan ana sebeplerden birisi , yaşamdan taviz vermeden , dini kurallardan taviz koparmak ve koparılan bu tavizlerin doğrultusunda, dini bir hayat yaşama arzusu olduğunu söyleyebiliriz.
Dün Mekkelilerde ortaya çıkan "Başka bir Kur'an veya değiştirilmiş bir Kur'an" arzusu , dini hükümlerde bir takım yumuşatmalara gidilerek , yaşanan zaman ile uyum sağlayabilen bir din ve dini bir yaşam arzusunun bir tezahürü olarak, bugün bazı Müslümanlarda kendisini göstermektedir.
Bugün bir kısım Müslüman yaşadığı hayattan taviz vermek istemeden , inandığını iddia ettiği din den taviz kopararak, Müslüman kalmanın yollarını aramakta , kendisine aradığı bu yolu gösteren bazı kimselere, kurtarıcı bir mehdi gibi sarılarak , dinlerini o kimselerden öğrenme yoluna gitmektedirler.
"Başka bir Kur'an" yazma arzusu , klasik İslam düşüncesinde yerleşik olan bazı konularda da kendisini göstermiştir. Rivayetler tarafından belirlenmiş olan ve adına "Din" denilen bazı bilgilerin, Kur'an ile çelişki arz ettiği malumdur. Rivayetler ile Kur'an arasındaki bu çelişki , rivayetlerin yanlış olduğu yönünde bir görüşe terk etmek yerine , Kur'an ayetlerinin rivayetleri onaylayan bir biçime sokulması ve yorumlanması sonucunda, rivayetler ile çelişki arz etmeyen bir duruma sokulmasını beraberinde getirmiştir.
Kur'anın , kendisi ile çelişen rivayetleri onaylayıcı bir duruma sokulması , "Başka bir Kur'an" yazılması anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
"Başka bir Kur'an" veya "Değiştirilmiş bir Kur'an" isteğinin güncel versiyonu , Kur'an merkezli düşünce sahibi olduğunu iddia eden bir kısım kimsede de görülmektedir şöyle ki;
Sahip oldukları ön yargılar doğrultusunda Kur'anı okuyan, ve bu ön yargılar ışığında anlam ve yorum çalışmasına girenlerin bir kısmının , bu çalışmalar neticesinde vardıkları nokta parmak ısırtacak cinstendir. Kur'anda namaz , hac , oruç diye bir ibadetin olmadığı , Kabenin put , namaz kılmanın şirk olduğu v.s gibi düşünceler , elinde Kur'an ile gezenlerin vardığı trajikomik sonuçlardan bazılarıdır.
Kur'an okuyarak bu gibi düşüncelere sahip olmanın adı , yeni bir Kur'an yazmak veya değiştirilmiş bir Kur'an arzusunun güncel versiyonundan başka bir şey değildir.
Şurası bilinmelidir ki ; "Ben Müslümanlardanım" diyerek Rabbi ile ahit imzalayan bir kimse , bu ahdin sorumluluklarını yüklenmeye ve yerine getirmeye söz vermiş demektir. İmzaladığı bu ahit içinde, tabi olduğu yaşam kuralları, ve kendisine din olarak sunulan bazı bilgiler ,eğer gayri İslami bir durum arz ediyorsa , kişi bu yanlışlıkları atarak yaşamını ve düşüncesini Kur'ana uygun hale getirmek zorundadır.
Elinde olmayan sebeplerle bu yanlışlıkların atılamaması , bu yanlışlıkların hayat içinde gerekli olan kurallar olduğu yönünde, kişileri bir düşünce içine itecek olursa , bu sefer bu yanlışlıklara İslami bir kılıf bulma düşünceleri ve çalışmaları gündeme gelecektir.
İşte bu tür düşünce ve çalışmalar , Yunus s. 15. ayetinde karşımıza çıkan "Yeni bir Kur'an" arayışlarını beraberinde getirecektir.
Karşımıza çıkan böyle bir duruma , ve bu tür çalışmalara karşı konumuz olan ilgili ayetler yeterli cevabı vermekte ve bizlerin böyle durumlar karşısında nasıl bir tavır takınmamız gerektiğini bizlere öğretmektedir.
"Onu kendiliğimden değiştirmek benim için olacak şey değildir, ben ancak bana vahyolunana tabi olurum"
Muhammed (a.s) a verilmeyen değiştirme veya başka Kur'an getirme yetkisi bizlere nasıl verilebilir ?.
Kimseye böyle bir yetki verilmediğine , ve böyle bir yetkinin verilmesi mümkün olmadığına göre , elimizdeki Kur'an içindeki bazı emir ve yasakların , yaşadığımız zaman ve mekan şartları ile uyum sağlamadığı gerekçesi ile yeniden düzenlenme yoluna gidilmesi , veya rivayetler ile belirlenmiş bilgilerin, Kur'ana uygun hale getirilme çabaları, bu yola gidenlerin yeni Kur'anlar ihdas ederek , ilahlık iddia etmiş olması anlamına gelecektir.
Kur'an eğer , yaşanan hayatlara müdahale etmek gibi bir işleve sahip olmasaydı , Mekke şehrinde yaşayan insanlara inmez , veya bu insanları kitaba uyup uymamak noktasında serbest bırakarak , Kendisini sırf yeşillik olsun diye indirilmiş bir kitap olarak tanıtırdı.
Kur'an , "Şirk" olarak nitelendirdiği sistemlerin kökten değişmesini isteyerek , yerine Tevhide dayalı bir sistem ikame edilmesini istemektedir. Böyle bir sistemin mümkün olmadığını savunmak , şirke dayalı sistemlerin Müslümanlar tarafından içselleştirildiği anlamına gelecektir.
Mekkeli Müslümanların, müşriklerin ağır baskıları ve işkenceleri altında , yılmadan korkmadan imanlarını haykırmaları , hicret edilmesi gerektiğinde, kıymetli eşya ve kişi adına neyi varsa terk ederek , sadece sırtındakiler ile Medineye hicret etmesi, bize onların haşa aptallar güruhu olduğunu mu , yoksa imanlarını canları ve mallarından üstün tuttuklarını mı göstermektedir ?.
Hem bu örnekleri okuyarak gözlerimizi yaşartacağız , hem de yaşanmış bu örnekliklerin bizim şahsımızda tekrar edilme sırası bize geldiğinde , kendimizi sorumluluktan kurtarmak için kırk takla atacağız , bu tür taklalar iman ettiğini iddia edenlere asla yakışmamaktadır.
Sonuç olarak ; Dün Mekkeliler tarafından yerleşik sistemlerini yerle bir edeceği korkusu ile , Muhammed (a.s) dan başka bir Kur'an veya , gelen ayetlerde kendileri lehine değişiklik yapılması istenilmesinin bir benzeri düşünce ve istek , bugün bir kısım Müslüman nezdinde yeniden yeşererek , "Zaman sana uymuyorsa sen zaman uy" deyimi gereğince , inançlarına uymayı değil , inaçlarını zaman ve zemin şartlarına uydurmaya çalışmaktadırlar.
Fakat Kur'an böyle bir müdaheneyi asla kabul etmez. Bu kitabın doğrularına uyup uymamak noktasında insanları , zaman ve zemin şartlarına göre muhayyer bırakmayan Kur'anın , hayat içinde uygulanamaz bir kitap olduğu yönündeki düşünce ve iddialar , yerleşik düzeninden vaz geçemeyen insanlar için ortaya konulmuş bir bahanedir.
Yeni bir Kur'an yazma çalışmaları , düşünce ve inancın Kur'an dışı rivayetler ile belirlenmiş olmasında da kendisini göstermektedir. Kur'an ile çelişen rivayetlerin atılması yerine , Kur'an ayetleri rivayetler doğrultusunda yorumlanarak "Değiştirilmiş bir Kur'an" meydana getirilmiştir.
Müslüman için olması gereken başka bir Kur'an veya değiştirilmiş bir Kur'an aramak yerine , Muhammed (a.s) inen kitaba teslim olmak , yaşamını ve inanç yapısını bu kitabın şekillendirmesine izin vermektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Mekke müşrikleri , Kur'anın nazil olmaya başlaması öncesi yaşadıkları topraklar üzerinde ataları tarafından belirlenmiş ve temeli şirk sistemine dayanan bir düzen ile yönetimlerini sağlamakta idiler. Kur'an onların şirk'e dayalı olan bu sistemlerini kökten ret ederek , yerine Tevhidi sisteme dayalı bir hayat tarzı önerisi ile inmeye başlamıştır. Kur'anın bu önerileri, yaşam tarzlarını şirk üzerine temellendirmiş olan Arap toplumunun önde gelenleri tarafından ret edilerek, Elçi ve Kur'an üzerinde bir takım planlar ile, bu kitabın insanlar arasında kabul görmemesi için ellerinden geleni arkaya koymamışlardır.
Yunus s. 15. ayetinde Arap müşrikleri tarafından, Muhammed (a.s) dan ilginç bir istekte bulunulduğunu görmekteyiz. Yazımızda, bu ilginç isteğin altında yatan düşünceyi okumaya çalışarak , bu isteğin günümüzde nasıl tezahür ettiği yönündeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
[010.015] Böyle iken âyetlerimiz birer beyyine olarak karşılarında okunduğu zaman likamızı arzu etmiyenler «bundan başka bir Kur'an getir veya bunu değiştir» dediler, de ki, onu kendiliğimden değiştirmek benim için olacak şey değildir, ben ancak bana vahyolunana tabi olurum; ben, rabbıma isyan edersem şüphesiz büyük bir günün azâbından korkarım.
[010.016] De ki: «Eğer Allah dileseydi, onu size okumazdım ve onu size bildirmezdi. Ben ondan önce sizin içinizde bir ömür sürdüm. Siz yine de akıl erdirmeyecek misiniz?»
[010.017] Artık bir yalanı Allaha iftira eden veya onun âyetlerine yalan diyenden daha zâlim kim olabilir? Şüphe yok ki: mücrimler, felâh bulmaz
Yukarıda mealleri verilen ayetlerde , müşrikler tarafından diğer ayetlerde Kur'ana getirdikleri itirazlardan daha farklı bir itiraz görülmektedir. Diğer ayetlerde Elçinin kendisine , şair , mecnun , yalancı , ona gelen vahye beşer sözü , şiir gibi sözler söylenmesine karşın , Yunus s. 15. ayetinde, bu itirazlardan daha farklı bir itiraz getirilerek , bu kitabın yerine başka bir kitap veya bu kitabı değiştirmesi istenilmektedir.
Müşriklerin bu isteklerine karşı ise , Muhammed (a.s) tarafından, böyle bir isteğin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı , bu vahyin kendisine Allah (c.c) tarafından indirildiği ve bunu değiştirmek gibi bir yetkisinin olmadığı bildirilerek , müşriklerin istekleri ret edilmektedir.
Burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta , müşriklerin neden böyle bir istekte bulunduğunun üzerinde düşünülmesi gereğidir.
Kur'anın inmeye başlaması ile birlikte ihtiva ettiği ayetlerde , Mekke toplumunun şirk unsuru taşıyan inanç ve amellerine karşı büyük bir savaş açılarak , bu inanç ve amelleri kökten ret edilmiş , ve yerine doğru olanı ikame etmeye çalışılmıştır. Yanlış olanın yerine doğru olan konulmaya çalışılırken nasıl bir yol uygulanması gerektiği, yine elçinin kendisine bu kitabın içindeki ayetlerde beyan edilerek , o yolu takip etmesi emredilmiştir.
[068.008-15] O halde, yalanlayıcılara itaat etme.Onlar, senin kendilerine yaranıp-onlarla uzlaşmanı arzu ettiler; o zaman onlar da sana yaranıp-uzlaşacaklardı.Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran aşağılık.Daima kusur arayıp kınayan, hep lâf götürüp getiren,Hayır engeli, mütecâviz vebâl yüklü Kaba, sonra da soysuz, alçak.Mal sahibi olmuş ve oğulları var diye Ayetlerimiz ona okunduğu zaman: «Öncekilerin masalları» der.
Kalem suresi ve benzeri surelerdeki ayetler ile , Muhammed (a.s) a çizilen yol haritasında, "Müdahene" yani karşılık tavizkar bir tutum içine asla girmemesi öğütlenerek , kendisine indirilen vahyi aynen indirildiği gibi tebliğ etmesi emredilmektedir.
Muhammed (a.s) a inmeye başlayan vahiy , Mekkeli ileri gelenlerin kurulu düzenlerine karşı amansız bir savaş açarak , bu düzenlerinin adının "Şirk" olduğunu ve bu düzenin devam etmesi için yapılan çalışmaların sonucunun dünya ve ahirette acı bir azap ile karşılık bulacağı bir çok ayette haber verilmektedir.
Şirke dayalı bir yaşam sistemini Kur'ana rağmen devam ettirmek isteyen Mekkelilerin , bu sistemlerine savaş açan Kur'anın yerine , kendi yaşam sistemlerine karşı herhangi bir reddiye getirmeyen , o sistemi kabul eden , ve kendilerinin yaşam düzenini kökten değişime uğratmayacak bir kitap arzusu içinde olduklarını ,Yunus s. 15. ayette haber verilen isteklerinden öğrenmekteyiz.
Bu insanlar kendileri için öyle din istemekteydiler ki, bu din onların yaşam konforlarına en ufak bir müdahalede bulunmasın, onları rahatsız etmesin , onların yaşam sistemlerini onaylasın. Ancak Kur'an onların bu isteklerinin yerine getirilmesinin asla mümkün olmadığını , eğer iman etmek istiyorlar ise, kurallarını kendilerinin belirlediği bir dine değil , kurallarını Allah (c.c) nin belirlediği bir dine inanmaları gerektiği beyan edilmektedir.
Dün Mekkeliler tarafından arzu edilen kendilerine uygun bir din isteğinin bir benzeri , bugün bir kısım Müslüman tarafından arzu edilmekte , ve dinin kuralları ile yaşadıkları hayat çakıştığı için, yaşadıkları hayatı dine uydurmak yerine , dinlerini yaşadıkları hayata uydurmak gibi bir düşünce içinde, dinin bazı kurallarında bir takım iyileştirmelere !! gidilerek, yaşantılarına uyan , bu yaşantılarını değiştirmesini arzu etmeyen bir din istenilmektedir.
Örneğin ; Evinin dışına çıkan bir kadının, evin içindeki kıyafetine ilave olarak üzerine, Kur'anın "Cilbab" olarak belirttiği, başın örtülmesini de sağlayan bir dış giysi almaları emredilmektedir. Fakat bu örtünme emri , bu emir ile muhatap olan bir kısım kimse tarafından yerine getirilmemektedir. Yerine getirilmeme gerekçesi olarak , böyle bir emrin Kur'anda olmadığı , dışarı çıkan bir bayanın başını örtmesi gibi bir emir olmadığı , dolayısı ile baş örtüsü olmadan dışarı çıkılabileceği gibi yorumlar , Kur'anın Nur ve Ahzab surelerinde yer alan örtünme emri gündeme geldiğinde dile getirilmektedir.
Biz konuya baş örtüsü ile ilgili ayetlerini tahlil edilmesi açısından değil , bir kısım insanı böyle bir çıkış aramaya iten sebepleri irdelemek açısından bakmaya çalışacağız.
Aynı şekilde ekonomik hayat içinde geçerli olan faizli sistem, kurulu olan ekonomik sistemin ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Bu ayrılmazlık yine bir kısım insanı bu konuda bir çıkış aramaya sevk ederek , Kur'anın faiz yasağı hakkındaki ayetlerinin artık bu zamanda uygulama alanı bulunmadığı , dolayısı ile faizin tanımının yeniden yapılarak , bu sistemin ekonomik hayat içinde devam etmesi gibi yaklaşımları beraberinde getirmiştir.
Kur'anın hırsızlık için önerdiği el kesme cezasının vahşi ! bir ceza olduğu , o gün için uygulanan bir ceza olduğu , bu cezanın yerine başka alternatif cezalar konulabileceği iddialarının dile getirilmeye çalışıldığına şahit olmaktayız.
Genel olarak baktığımızda, Kur'anın bazı hukuksal ayetlerinin sadece indiği zaman ve mekana has olduğu , bugün için bu ayetler yerine o ayetlerdeki maksat dikkate alınarak , maksada uygun yeni hükümler üretilebileceği gibi düşünceler , "Tarihselcilik" adı altında üretilmeye çalışılmaktadır.
Bu gibi iddia ve düşünceleri ibadetler alanında da görmekteyiz. Hac ibadetinin daha geniş bir zamana yayılması gerektiği düşüncesi , bugün bu ibadeti yerine getirmek isteyenlerin çok olması ve bu ibadet sırasında meydana gelen izdiham nedeniyle, bir çok insanın ölmesi gerekçe gösterilerek , Hac ibadeti için bilinen ve uygulanan zamanın, daha geniş bir zaman aralığına yayılabileceği iddiaları dile getirilmektedir.
Bu gibi düşünceleri genişletmek mümkündür. Yazının konusu, bu gibi düşünceleri teker teker ele alarak üzerinde tartışmak değil , örnekler vererek bu düşüncelere yönelinmesine sebep olan saikleri tartışmaktır.
Örneklerini verdiğimiz ve bu örneklere benzer düşüncelerin altında yatan ana sebeplerden birisi , yaşamdan taviz vermeden , dini kurallardan taviz koparmak ve koparılan bu tavizlerin doğrultusunda, dini bir hayat yaşama arzusu olduğunu söyleyebiliriz.
Dün Mekkelilerde ortaya çıkan "Başka bir Kur'an veya değiştirilmiş bir Kur'an" arzusu , dini hükümlerde bir takım yumuşatmalara gidilerek , yaşanan zaman ile uyum sağlayabilen bir din ve dini bir yaşam arzusunun bir tezahürü olarak, bugün bazı Müslümanlarda kendisini göstermektedir.
Bugün bir kısım Müslüman yaşadığı hayattan taviz vermek istemeden , inandığını iddia ettiği din den taviz kopararak, Müslüman kalmanın yollarını aramakta , kendisine aradığı bu yolu gösteren bazı kimselere, kurtarıcı bir mehdi gibi sarılarak , dinlerini o kimselerden öğrenme yoluna gitmektedirler.
"Başka bir Kur'an" yazma arzusu , klasik İslam düşüncesinde yerleşik olan bazı konularda da kendisini göstermiştir. Rivayetler tarafından belirlenmiş olan ve adına "Din" denilen bazı bilgilerin, Kur'an ile çelişki arz ettiği malumdur. Rivayetler ile Kur'an arasındaki bu çelişki , rivayetlerin yanlış olduğu yönünde bir görüşe terk etmek yerine , Kur'an ayetlerinin rivayetleri onaylayan bir biçime sokulması ve yorumlanması sonucunda, rivayetler ile çelişki arz etmeyen bir duruma sokulmasını beraberinde getirmiştir.
Kur'anın , kendisi ile çelişen rivayetleri onaylayıcı bir duruma sokulması , "Başka bir Kur'an" yazılması anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
"Başka bir Kur'an" veya "Değiştirilmiş bir Kur'an" isteğinin güncel versiyonu , Kur'an merkezli düşünce sahibi olduğunu iddia eden bir kısım kimsede de görülmektedir şöyle ki;
Sahip oldukları ön yargılar doğrultusunda Kur'anı okuyan, ve bu ön yargılar ışığında anlam ve yorum çalışmasına girenlerin bir kısmının , bu çalışmalar neticesinde vardıkları nokta parmak ısırtacak cinstendir. Kur'anda namaz , hac , oruç diye bir ibadetin olmadığı , Kabenin put , namaz kılmanın şirk olduğu v.s gibi düşünceler , elinde Kur'an ile gezenlerin vardığı trajikomik sonuçlardan bazılarıdır.
Kur'an okuyarak bu gibi düşüncelere sahip olmanın adı , yeni bir Kur'an yazmak veya değiştirilmiş bir Kur'an arzusunun güncel versiyonundan başka bir şey değildir.
Şurası bilinmelidir ki ; "Ben Müslümanlardanım" diyerek Rabbi ile ahit imzalayan bir kimse , bu ahdin sorumluluklarını yüklenmeye ve yerine getirmeye söz vermiş demektir. İmzaladığı bu ahit içinde, tabi olduğu yaşam kuralları, ve kendisine din olarak sunulan bazı bilgiler ,eğer gayri İslami bir durum arz ediyorsa , kişi bu yanlışlıkları atarak yaşamını ve düşüncesini Kur'ana uygun hale getirmek zorundadır.
Elinde olmayan sebeplerle bu yanlışlıkların atılamaması , bu yanlışlıkların hayat içinde gerekli olan kurallar olduğu yönünde, kişileri bir düşünce içine itecek olursa , bu sefer bu yanlışlıklara İslami bir kılıf bulma düşünceleri ve çalışmaları gündeme gelecektir.
İşte bu tür düşünce ve çalışmalar , Yunus s. 15. ayetinde karşımıza çıkan "Yeni bir Kur'an" arayışlarını beraberinde getirecektir.
Karşımıza çıkan böyle bir duruma , ve bu tür çalışmalara karşı konumuz olan ilgili ayetler yeterli cevabı vermekte ve bizlerin böyle durumlar karşısında nasıl bir tavır takınmamız gerektiğini bizlere öğretmektedir.
"Onu kendiliğimden değiştirmek benim için olacak şey değildir, ben ancak bana vahyolunana tabi olurum"
Muhammed (a.s) a verilmeyen değiştirme veya başka Kur'an getirme yetkisi bizlere nasıl verilebilir ?.
Kimseye böyle bir yetki verilmediğine , ve böyle bir yetkinin verilmesi mümkün olmadığına göre , elimizdeki Kur'an içindeki bazı emir ve yasakların , yaşadığımız zaman ve mekan şartları ile uyum sağlamadığı gerekçesi ile yeniden düzenlenme yoluna gidilmesi , veya rivayetler ile belirlenmiş bilgilerin, Kur'ana uygun hale getirilme çabaları, bu yola gidenlerin yeni Kur'anlar ihdas ederek , ilahlık iddia etmiş olması anlamına gelecektir.
Kur'an eğer , yaşanan hayatlara müdahale etmek gibi bir işleve sahip olmasaydı , Mekke şehrinde yaşayan insanlara inmez , veya bu insanları kitaba uyup uymamak noktasında serbest bırakarak , Kendisini sırf yeşillik olsun diye indirilmiş bir kitap olarak tanıtırdı.
Kur'an , "Şirk" olarak nitelendirdiği sistemlerin kökten değişmesini isteyerek , yerine Tevhide dayalı bir sistem ikame edilmesini istemektedir. Böyle bir sistemin mümkün olmadığını savunmak , şirke dayalı sistemlerin Müslümanlar tarafından içselleştirildiği anlamına gelecektir.
Mekkeli Müslümanların, müşriklerin ağır baskıları ve işkenceleri altında , yılmadan korkmadan imanlarını haykırmaları , hicret edilmesi gerektiğinde, kıymetli eşya ve kişi adına neyi varsa terk ederek , sadece sırtındakiler ile Medineye hicret etmesi, bize onların haşa aptallar güruhu olduğunu mu , yoksa imanlarını canları ve mallarından üstün tuttuklarını mı göstermektedir ?.
Hem bu örnekleri okuyarak gözlerimizi yaşartacağız , hem de yaşanmış bu örnekliklerin bizim şahsımızda tekrar edilme sırası bize geldiğinde , kendimizi sorumluluktan kurtarmak için kırk takla atacağız , bu tür taklalar iman ettiğini iddia edenlere asla yakışmamaktadır.
Sonuç olarak ; Dün Mekkeliler tarafından yerleşik sistemlerini yerle bir edeceği korkusu ile , Muhammed (a.s) dan başka bir Kur'an veya , gelen ayetlerde kendileri lehine değişiklik yapılması istenilmesinin bir benzeri düşünce ve istek , bugün bir kısım Müslüman nezdinde yeniden yeşererek , "Zaman sana uymuyorsa sen zaman uy" deyimi gereğince , inançlarına uymayı değil , inaçlarını zaman ve zemin şartlarına uydurmaya çalışmaktadırlar.
Fakat Kur'an böyle bir müdaheneyi asla kabul etmez. Bu kitabın doğrularına uyup uymamak noktasında insanları , zaman ve zemin şartlarına göre muhayyer bırakmayan Kur'anın , hayat içinde uygulanamaz bir kitap olduğu yönündeki düşünce ve iddialar , yerleşik düzeninden vaz geçemeyen insanlar için ortaya konulmuş bir bahanedir.
Yeni bir Kur'an yazma çalışmaları , düşünce ve inancın Kur'an dışı rivayetler ile belirlenmiş olmasında da kendisini göstermektedir. Kur'an ile çelişen rivayetlerin atılması yerine , Kur'an ayetleri rivayetler doğrultusunda yorumlanarak "Değiştirilmiş bir Kur'an" meydana getirilmiştir.
Müslüman için olması gereken başka bir Kur'an veya değiştirilmiş bir Kur'an aramak yerine , Muhammed (a.s) inen kitaba teslim olmak , yaşamını ve inanç yapısını bu kitabın şekillendirmesine izin vermektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
13 Şubat 2015 Cuma
Kur'anın Tarihselliği veya Evrenselliği Üzerine
Kur'an 1500 yıl kadar önce, Mekke'de yaşayan Araplara yine onların
içinden bir kişi olan Muhammed (a.s) a inmiş bir kitaptır. Bu kitabın
inmesi, Şura s. 51. Ayetinde gördüğümüz Allah (c.c) nin Elçi göndererek
kulları ile olan konuşması dahilinde olup, türünün en son örneğidir.
Allah (c.c) , Hacc s. 75. Ayetinde görüldüğü üzere , Meleklerden ve İnsanlardan Elçi seçmekte ve seçtiği İnsan Elçilere, Melek Elçi ile vahyetmektedir (Nahl s. 2.) . Tarih boyunca gönderdiği Elçiler , Bayrak yarışçısı gibi elindeki bayrağı diğer elçiye vererek taşımışlardır. Elçilerin ellerindeki bayrağın ortak muhteviyatı , Allah (c.c) nin tek İlah ve Rab olmasının gereği yeryüzünde yaşayan kullarının üzerinde tek hakim olduğu , kıyamet ve sonrasındaki hesap gününün neticesinde , Dünya hayatındaki yapılanların karşılığı olarak ebedi Cennet veya Cehennem şeklindeki karşılığın bildirilmesidir.
Elçilerin çağrısının "Evrensel Çağrı" olarak niteleyebileceğimiz iki ana konusu vardır ki bunlarda "TEVHİD" ve "ADALET" tir. Son kitap olan Kur'an , türünün son örneği olarak bu ilkeler doğrultusunda nasıl bir hayat idame ettirilmesi gerektiğini ihtiva eden Ayetler , ve bu tür bir hayatı ret ederek "ŞİRK" ve "ZULUM" e dayalı bir hayatı kabul edenlerin, Dünya hayatlarının nasıl sona bulduğunu "Kıssa yollu" anlatım ile örneklerini sergilemiştir.
Elçiler ile bildirilen bilgiler ,"Vahyetme" olarak bildiğimiz bir usul dairesinde olup, bunun keyfiyeti sadece, "Allah-Melek Elçi - Beşer Elçi" ile sınırlı olup, diğer insanlar için bunun keyfiyetini anlamak gibi bir bilgi, sınırlı olarak Kur'an Ayetleri içinde beyan edilmiştir. Olayın bize düşen tarafı, bu kitabın Allah (c.c) tarafından indirilmiş ve ona tabi olmak gerekliliği hususunda olup, bilgi verilmeyen konuların peşinde koşulmaması emredilmiştir(İsra s. 36 -85).
Kur'anın Mekke ve Medine de yaşayan İnsanları muhatap alarak inmiş olması , Kitabın içindeki bir takım hüküm taşıyan (ceza , şahitlik v.s) ayetlerin kıyamete kadar uygulanabilirliği konusunda bir takım tartışmaları beraberinde getirmiştir. "Tarihselcilik" olarak özetleyebileceğimiz bu düşüncenin ana söylemini , "Kur'anın hüküm ayetlerinin o günkü şartlar dahilinde geçerli olduğu , bu gün bu hükümler yerine daha farklı hükümler konulabileceği" şeklinde özetlemek mümkündür.
"Tarihselcilik" olarak nitelenen yaklaşım tarzının , Nuzül ortamını göz önüne alarak inen ayetlerin , indiği zaman ve mekan şartları dahilindeki hitabını anlamak , sonra bu hitabın bize dönük mesajını okumak şeklindeki düşüncesini yanlış görmediğimizi , bu düşüncenin yanlış olduğunu düşündüğümüz versiyonu , Kur'an hükümlerinin sadece indiği zaman ve mekana hapsedilmesi şeklindeki düşüncedir.
Kur'anın nazil olması sürecinde, Muhammed (a.s) hayatta ve o günkü problemler, ona vahyedilen ayetler veya onun Ayetlerden hayata pratik hükümler çıkarması neticesinde çözülmekte idi. Sahabe, her hangi bir problemi olduğunda gelip soruyor ve bir şekilde cevabını alıyordu. Sahabenin sorduğu sorular ve aldığı cevaplar, yaşanan zamanın ve mekanın şartları ve sorunları dahilindeydi. Muhammed (a.s) kendisinden sonra gelecek zamanlarda ki bir takım sorunların ne olabileceği konusundai yani gayb konusunda bilgi sahibi olmadığı için, ileriye dönük yaşantı için bazı belirlemeler yapmamıştır.
Muhammed (a.s) ın vefatı ile kesilen vahiy ve daha ileri dönemlerde yaşanan hayat içinde karşılaşılan sorunlar, bir takım düzenlemeleri beraberinde getirmiştir. Bu düzenlemelere genel olarak "İçtihad" bu düzenlemeleri yapanlara "Müçtehid" bir konuda farklı görüşü taşıyan Müçtehidlerin bu farklılığına "Mezheb" denilmiştir. "İçtihad-Müçtehid-Mezheb" üçlüsü etrafında, pratik hayat içindeki sorunlar Kur'an ayetleri veya Muhammed (a.s) ın bu konudaki sözleri veya Sahabenin bu konu ile alakalı yaklaşımları göz önüne alınarak sorunlar çözülmeye çalışılmış ve ortaya büyük bir fıkhi müktesebat çıkmıştır.
Bu gün "Dört Mezheb" olarak bildiğimiz mezheplerin dışında bir çok mezhep ortaya çıkmış ve bu güne hepsi gelmemiştir. Olayı bu şekil özetledikten sonra bu gün için esas sorun, bu mezheplerin din haline gelmiş olması ve sanki bunlardan sonra mezhep olması gerekmez her şey bu mezhepler tarafından çözülmüş gibi bir düşünce içine girilmiş olmasıdır. Halbuki bu mezheplerin içtihatları yaşadıkları zaman ile ilgili bir takım sorunlar ile ilgili olup, hatalı içtihad yapma olasılığı her zaman mevcuttur. Zaman içinde bu mezheplerin bağlıları mezheplerini din haline getirerek Kur'anın önüne geçirmek hatasına düşmüşlerdir.
Bu mezheplerin bir takım içtihadlarının yanlış olmaları veya bağlılarının mezheplerini aşırı bir şekilde yüceltmeleri nedeni ile "İçtihad-Müçtehid-Mezheb" olgusunu kökten süpürmek isteyen bir takım düşüncelerin var olduğunu da hatırlatarak , bu düşünce içinde olanların pratik hayat içinde karşımıza çıkan sorulara cevap verebilmek gibi bir kaygı taşımamaları sebebiyle bu tür yaklaşım içinde olduklarını belirtmek isteriz. Yapılan yanlışlar, bu gereksinimin kökten süpürülüp atılmasını değil, bu yanlış örneklerin yerine doğru olanın konulmasını gerektirir.
Bu noktada Dinin sabiteleri ve değişkenleri olduğunu hatırlatmaktan geçmek istemiyoruz. Dinin sabiteleri dediğimiz şey , Allah (c.c) nin biz kulları için koymuş olduğu evrensel ahlak kuralları ile birlikte onun Helal veya Haram olarak beyan ettiği şeylerdir. Örneğin ; Namaz ,Hacc ,Oruç , Domuz etinin haramlığı v.s gibi konular hiç bir zaman değişkenlik göstermeyecek olup kıyamete değin aynı kalacaktır. Değişkenleri olarak söyleyebileceğimiz şeyler hayat içinde şartların değişmesi ile gelişen mesela , "Düşmana karşı besili atlar hazırlanması" gibi ayetler kıyamete kadar düşmana at ile karşı koyulmasını değil, günün şartları dahilinde en mükemmel tedbirleri almak açısından okunması gereken hükümlerdir.
Kölelik ve Cariyelik kurumu bu gün maalesef yanlış anlaşılan konuların başında gelip , bu kurumu sanki Kur'anın emretmiş olduğu zannı üzerinden gidilerek bu kurumun bu gün özellikle "Işıd" düşüncesine sahip selefiler tarafından hayata geçirilmeye çalışıldığını görmekteyiz. Bu kurum Kur'an nazil olmadan önce, hayat içinde yaşanan ve yaşatılan bir kurum olup, Kur'anın o gün bu kuruma düzenlemeler getirmiş olması, bugün bu kurumun yeniden canlandırılarak devam etmesi gerektiği bilgisini vermez.
Bu gün önümüzde duran mesele , yüzlerce sene önce yapılmış içtihadların bu gün uygulanabilirliğinin kalmamış olması ve dinin değişkenleri diyebileceğimiz yani zaman içinde yeni hükümler gerektiren meselelere güncel içtihadların yapılamamış olmasıdır. Eğer dini hayata hakim kılmak ve pratize etmek gibi bir düşünce içinde isek, pratik hayat içinde ortaya çıkan sorunlara din adına çözümler üretmek zorundayız.
Bu merhale de önümüzde duran bir başka mesele , Kur'an tarafından beyan edilen bir takım had cezaları ve hükümlerin uygulanabilirliği meselesidir. Tarihselci yaklaşıma göre Kur'anın beyan ettiği bir takım cezalar ve hükümler o günkü şartlara uygun olup bu gün için uygulanabilirliği kalmamıştır ve yeni cezalar ve hükümler ihdas edilmesi gerekmektedir.
Öncelikle altını çizmek gerektiğini düşündüğümüz bir mesele vardır ; Kur'an içindeki ayetlerde bu gün yaşadığımız hayat içinde ortaya çıkan cezai hüküm gerektiren meselelerin tamamına net hükümler bulmamız imkansızdır.
Örneğin ; Kur'anın hırsızlık suçu için tayin etmiş olduğu had cezası "El kesmek" tir ( Bazı kesimlerin bunu mecaz olarak anlaması konumuz haricindedir). Bu gün veya yarın, adını "Hırsızlık" olarak koyabileceğimiz bir çok suç vardır ki bütün suçlara bu cezayı uygulamak mümkün değildir. Yapılan bir hırsızlık suçuna el kesmek sureti ile verilecek olan ceza "ağır" veya başka bir hırsızlık suçuna "hafif" gelebilir. Öyleyse "Hırsızlık suçunun cezası" üst başlığı altına, suç olarak görülecek suçlara göre cezalar belirlenmesi gerekecektir, bu ceza neye göre belirlenecektir?. Veya Maide s. 33. Ayeti içindeki cezai hükümleri hangi suçlar için uygulayabiliriz? , bu cezaların uygulama alanı genel olarak çizilmiş olup bu suç kapsamına hangi fiilerin gireceği hukukçuların tesbiti ile yapılması gerekmektedir.
Hukukçular yani "Müçtehid" ler bu konuda devreye girerek görüşlerini yani "İçtihad"larını ortaya koyacaklar , Müçtehidlerin yapmış oldukları içtihadların farklı olabileceğini de unutmayalım ve bu farklılığın adına "Mezheb" denilmektedir. Görülen o dur ki , dini pratik bir hayat içinde yaşamak için Müçtehid-İçtihad-Mezheb olgusu kaçınılmaz hatta bir gereksinimdir. Önemli olan nokta bu görüşlerin temelinde "TEVHİD ve ADALET" ilkelerinden sapmamak şartı olacaktır.
Bu noktada "Tarihselci" düşüncenin Kur'an içindeki bazı had cezalarının neshedilmesi görüşlerini ele almak istiyoruz. Tarihselci düşünce sahiplerinin , Kur'anın tarihsel bazda bazı hükümlerinin olduğu gibi evrensel bazda hükümlerinin olduğunu unutmamaları gerekmektedir. Allah (c.c) eğer bu kitabı bizlere kıyamete kadar bir "Hidayet Rehberi" olarak gönderdi ise, kitap içindeki ayetleri bu gözle değerlendirip, ona göre yolumuzu tayin etmek durumundayız.
El kesme , 100 celde , kısas , gibi hükümlerin bu gün için geçerli olmadığı iddiası ,Kur'anın rehberliğinin kalmadığı iddiasını birlikte getirmesi bakımından yanlış sonuçlar doğuracaktır. Bu iddia , Allah (c.c) nin bu günlerin geleceğini hesaba katmadan bir kitap indirmiş demek olduğu iddiasıdır ki, bu düşüncenin sonu kitabın belirleyiciliğini ortadan kaldırarak tamamen insan merkezli bir din ihdası anlamına gelir. Bu gün konuşulması gereken konu , bu hükümlerin kalkıp kalkmaması değil Kur'anın pratik hayata dair söyleyecek olduğu şeylerin kitlelere anlatılmasıdır.
Bununla birlikte , maksadı beyan etme açısından okunabilecek bazı ayetlerin olduğunun da göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Mesela Nisa s. 15-16. Ayetlerinde sapkın cinsel eğilimleri olanlara evlerde tutulması veya eziyet edilmesi emri vardır. Bu emirlerden maksadın kişilerin bu sapkınlıklarını topluma bulaştırmalarının engel olunması olup bu engel olma durumu bu gün için tedavi usullerini de içine alacak şekilde genişletilebilir.
Bu meyanda , "Kur'anın bütün Ayetleri kıyamete kadar geçerlidir" şeklindeki düşüncenin duygusallıktan öte gidemeyen bir düşünce olduğunu hatırlatalım . Kur'ana bakış açımızdaki sakatlığın ürünü olan bu düşüncenin yeniden gözden geçirilmesi gerekir. Ahzab suresi içindeki Elçi ve eşlerine has olan evlenme hükümlerin bu gün için bizlere dair herhangi bir mesajı olduğunu iddia etmek mümkün değildir.
"Tarihselcilik" veya "Evrenselcilik" düşüncelerinin temeli Kur'an içinden çıkan bir düşünce olmayıp, Batı kaynaklı düşüncelerdendir. Bizler en büyük yanlışı Kur'ana ithal malı gözlükler ile bakmakla yapmakta olduğumuzu unutmadan Kur'anın ne veya nasıl bir kitap olduğunu yine Kendi içinden okunarak anlaşılması gerekmektedir.
Elçi ve Kitapların ana amaçlarından olan "Tevhid" , bu Kitabın yol göstericiliğinde gerçekleştirilmektedir. Bazı sebebler ileri sürerek kitabın belirleyeciliği yerine kişilerin belirleyiciliğini esas olarak koyduğumuzda, ortaya "Şirk" dediğimiz olgu çıkacaktır. Kişilerin, hakkında hüküm bulunmayan meselelerde ortaya koydukları hükmün kaynağı bu kitaptan aldıkları bilgiler dahilinde olması şart olup, bu kitabın terki halinde, bütün belirleyicilik kişilere kalır ki bu da günümüz beşeri sistemlerinin kaynağını teşkil etmektedir.
Sonuç olarak ; Kur'an "Hidayet Rehberleri" zincirinin son halkası olan bir Kitap olarak elimizde olup, hayat içinde pratize edilecek hükümleri ihtiva etmektedir. Bu hükümler nazil olduğu zaman şartları dahilinde olmuş olmasından yola çıkılarak, bu gün için uygulama sahası kalmadığının iddia edilmesi, ideolojik ismi ile "Tarihselcilik" düşüncesi etrafındaki yaklaşımlar ithal malı olması bakımından doğru bir yaklaşım tarzı değildir.
Kitabın belli bir bölge ve belli bir zaman içinde yaşayan insanlara hitap ettiği iddiasından yola çıkılarak ortaya atılan görüşlerin sonu "Deist" düşüncenin farklı bir versiyonu olan, kitaba inanmak fakat onun geçerliliğine inanmamaya götürür, bu da adı var fakat kendi yok hükmünde bir Kur'an anlamına gelir. Allah (c.c) yarattığı kullarını hiç bir zaman kendi yol göstericiliğinden şaşmaması gereğince elçi ve kitaplar göndermiş olması gerçeğini hesaba katarak düşünecek olursak , eğer Kur'anın hükümleri geçersiz kaldı ise yeni bir elçi ve yeni kitabın gelmesi gerekmektedir. Böyle bir durum artık mümkün olmadığına göre bizler Kur'anın yol göstericiliğinde yola devam etmek zorundayız.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Allah (c.c) , Hacc s. 75. Ayetinde görüldüğü üzere , Meleklerden ve İnsanlardan Elçi seçmekte ve seçtiği İnsan Elçilere, Melek Elçi ile vahyetmektedir (Nahl s. 2.) . Tarih boyunca gönderdiği Elçiler , Bayrak yarışçısı gibi elindeki bayrağı diğer elçiye vererek taşımışlardır. Elçilerin ellerindeki bayrağın ortak muhteviyatı , Allah (c.c) nin tek İlah ve Rab olmasının gereği yeryüzünde yaşayan kullarının üzerinde tek hakim olduğu , kıyamet ve sonrasındaki hesap gününün neticesinde , Dünya hayatındaki yapılanların karşılığı olarak ebedi Cennet veya Cehennem şeklindeki karşılığın bildirilmesidir.
Elçilerin çağrısının "Evrensel Çağrı" olarak niteleyebileceğimiz iki ana konusu vardır ki bunlarda "TEVHİD" ve "ADALET" tir. Son kitap olan Kur'an , türünün son örneği olarak bu ilkeler doğrultusunda nasıl bir hayat idame ettirilmesi gerektiğini ihtiva eden Ayetler , ve bu tür bir hayatı ret ederek "ŞİRK" ve "ZULUM" e dayalı bir hayatı kabul edenlerin, Dünya hayatlarının nasıl sona bulduğunu "Kıssa yollu" anlatım ile örneklerini sergilemiştir.
Elçiler ile bildirilen bilgiler ,"Vahyetme" olarak bildiğimiz bir usul dairesinde olup, bunun keyfiyeti sadece, "Allah-Melek Elçi - Beşer Elçi" ile sınırlı olup, diğer insanlar için bunun keyfiyetini anlamak gibi bir bilgi, sınırlı olarak Kur'an Ayetleri içinde beyan edilmiştir. Olayın bize düşen tarafı, bu kitabın Allah (c.c) tarafından indirilmiş ve ona tabi olmak gerekliliği hususunda olup, bilgi verilmeyen konuların peşinde koşulmaması emredilmiştir(İsra s. 36 -85).
Kur'anın Mekke ve Medine de yaşayan İnsanları muhatap alarak inmiş olması , Kitabın içindeki bir takım hüküm taşıyan (ceza , şahitlik v.s) ayetlerin kıyamete kadar uygulanabilirliği konusunda bir takım tartışmaları beraberinde getirmiştir. "Tarihselcilik" olarak özetleyebileceğimiz bu düşüncenin ana söylemini , "Kur'anın hüküm ayetlerinin o günkü şartlar dahilinde geçerli olduğu , bu gün bu hükümler yerine daha farklı hükümler konulabileceği" şeklinde özetlemek mümkündür.
"Tarihselcilik" olarak nitelenen yaklaşım tarzının , Nuzül ortamını göz önüne alarak inen ayetlerin , indiği zaman ve mekan şartları dahilindeki hitabını anlamak , sonra bu hitabın bize dönük mesajını okumak şeklindeki düşüncesini yanlış görmediğimizi , bu düşüncenin yanlış olduğunu düşündüğümüz versiyonu , Kur'an hükümlerinin sadece indiği zaman ve mekana hapsedilmesi şeklindeki düşüncedir.
Kur'anın nazil olması sürecinde, Muhammed (a.s) hayatta ve o günkü problemler, ona vahyedilen ayetler veya onun Ayetlerden hayata pratik hükümler çıkarması neticesinde çözülmekte idi. Sahabe, her hangi bir problemi olduğunda gelip soruyor ve bir şekilde cevabını alıyordu. Sahabenin sorduğu sorular ve aldığı cevaplar, yaşanan zamanın ve mekanın şartları ve sorunları dahilindeydi. Muhammed (a.s) kendisinden sonra gelecek zamanlarda ki bir takım sorunların ne olabileceği konusundai yani gayb konusunda bilgi sahibi olmadığı için, ileriye dönük yaşantı için bazı belirlemeler yapmamıştır.
Muhammed (a.s) ın vefatı ile kesilen vahiy ve daha ileri dönemlerde yaşanan hayat içinde karşılaşılan sorunlar, bir takım düzenlemeleri beraberinde getirmiştir. Bu düzenlemelere genel olarak "İçtihad" bu düzenlemeleri yapanlara "Müçtehid" bir konuda farklı görüşü taşıyan Müçtehidlerin bu farklılığına "Mezheb" denilmiştir. "İçtihad-Müçtehid-Mezheb" üçlüsü etrafında, pratik hayat içindeki sorunlar Kur'an ayetleri veya Muhammed (a.s) ın bu konudaki sözleri veya Sahabenin bu konu ile alakalı yaklaşımları göz önüne alınarak sorunlar çözülmeye çalışılmış ve ortaya büyük bir fıkhi müktesebat çıkmıştır.
Bu gün "Dört Mezheb" olarak bildiğimiz mezheplerin dışında bir çok mezhep ortaya çıkmış ve bu güne hepsi gelmemiştir. Olayı bu şekil özetledikten sonra bu gün için esas sorun, bu mezheplerin din haline gelmiş olması ve sanki bunlardan sonra mezhep olması gerekmez her şey bu mezhepler tarafından çözülmüş gibi bir düşünce içine girilmiş olmasıdır. Halbuki bu mezheplerin içtihatları yaşadıkları zaman ile ilgili bir takım sorunlar ile ilgili olup, hatalı içtihad yapma olasılığı her zaman mevcuttur. Zaman içinde bu mezheplerin bağlıları mezheplerini din haline getirerek Kur'anın önüne geçirmek hatasına düşmüşlerdir.
Bu mezheplerin bir takım içtihadlarının yanlış olmaları veya bağlılarının mezheplerini aşırı bir şekilde yüceltmeleri nedeni ile "İçtihad-Müçtehid-Mezheb" olgusunu kökten süpürmek isteyen bir takım düşüncelerin var olduğunu da hatırlatarak , bu düşünce içinde olanların pratik hayat içinde karşımıza çıkan sorulara cevap verebilmek gibi bir kaygı taşımamaları sebebiyle bu tür yaklaşım içinde olduklarını belirtmek isteriz. Yapılan yanlışlar, bu gereksinimin kökten süpürülüp atılmasını değil, bu yanlış örneklerin yerine doğru olanın konulmasını gerektirir.
Bu noktada Dinin sabiteleri ve değişkenleri olduğunu hatırlatmaktan geçmek istemiyoruz. Dinin sabiteleri dediğimiz şey , Allah (c.c) nin biz kulları için koymuş olduğu evrensel ahlak kuralları ile birlikte onun Helal veya Haram olarak beyan ettiği şeylerdir. Örneğin ; Namaz ,Hacc ,Oruç , Domuz etinin haramlığı v.s gibi konular hiç bir zaman değişkenlik göstermeyecek olup kıyamete değin aynı kalacaktır. Değişkenleri olarak söyleyebileceğimiz şeyler hayat içinde şartların değişmesi ile gelişen mesela , "Düşmana karşı besili atlar hazırlanması" gibi ayetler kıyamete kadar düşmana at ile karşı koyulmasını değil, günün şartları dahilinde en mükemmel tedbirleri almak açısından okunması gereken hükümlerdir.
Kölelik ve Cariyelik kurumu bu gün maalesef yanlış anlaşılan konuların başında gelip , bu kurumu sanki Kur'anın emretmiş olduğu zannı üzerinden gidilerek bu kurumun bu gün özellikle "Işıd" düşüncesine sahip selefiler tarafından hayata geçirilmeye çalışıldığını görmekteyiz. Bu kurum Kur'an nazil olmadan önce, hayat içinde yaşanan ve yaşatılan bir kurum olup, Kur'anın o gün bu kuruma düzenlemeler getirmiş olması, bugün bu kurumun yeniden canlandırılarak devam etmesi gerektiği bilgisini vermez.
Bu gün önümüzde duran mesele , yüzlerce sene önce yapılmış içtihadların bu gün uygulanabilirliğinin kalmamış olması ve dinin değişkenleri diyebileceğimiz yani zaman içinde yeni hükümler gerektiren meselelere güncel içtihadların yapılamamış olmasıdır. Eğer dini hayata hakim kılmak ve pratize etmek gibi bir düşünce içinde isek, pratik hayat içinde ortaya çıkan sorunlara din adına çözümler üretmek zorundayız.
Bu merhale de önümüzde duran bir başka mesele , Kur'an tarafından beyan edilen bir takım had cezaları ve hükümlerin uygulanabilirliği meselesidir. Tarihselci yaklaşıma göre Kur'anın beyan ettiği bir takım cezalar ve hükümler o günkü şartlara uygun olup bu gün için uygulanabilirliği kalmamıştır ve yeni cezalar ve hükümler ihdas edilmesi gerekmektedir.
Öncelikle altını çizmek gerektiğini düşündüğümüz bir mesele vardır ; Kur'an içindeki ayetlerde bu gün yaşadığımız hayat içinde ortaya çıkan cezai hüküm gerektiren meselelerin tamamına net hükümler bulmamız imkansızdır.
Örneğin ; Kur'anın hırsızlık suçu için tayin etmiş olduğu had cezası "El kesmek" tir ( Bazı kesimlerin bunu mecaz olarak anlaması konumuz haricindedir). Bu gün veya yarın, adını "Hırsızlık" olarak koyabileceğimiz bir çok suç vardır ki bütün suçlara bu cezayı uygulamak mümkün değildir. Yapılan bir hırsızlık suçuna el kesmek sureti ile verilecek olan ceza "ağır" veya başka bir hırsızlık suçuna "hafif" gelebilir. Öyleyse "Hırsızlık suçunun cezası" üst başlığı altına, suç olarak görülecek suçlara göre cezalar belirlenmesi gerekecektir, bu ceza neye göre belirlenecektir?. Veya Maide s. 33. Ayeti içindeki cezai hükümleri hangi suçlar için uygulayabiliriz? , bu cezaların uygulama alanı genel olarak çizilmiş olup bu suç kapsamına hangi fiilerin gireceği hukukçuların tesbiti ile yapılması gerekmektedir.
Hukukçular yani "Müçtehid" ler bu konuda devreye girerek görüşlerini yani "İçtihad"larını ortaya koyacaklar , Müçtehidlerin yapmış oldukları içtihadların farklı olabileceğini de unutmayalım ve bu farklılığın adına "Mezheb" denilmektedir. Görülen o dur ki , dini pratik bir hayat içinde yaşamak için Müçtehid-İçtihad-Mezheb olgusu kaçınılmaz hatta bir gereksinimdir. Önemli olan nokta bu görüşlerin temelinde "TEVHİD ve ADALET" ilkelerinden sapmamak şartı olacaktır.
Bu noktada "Tarihselci" düşüncenin Kur'an içindeki bazı had cezalarının neshedilmesi görüşlerini ele almak istiyoruz. Tarihselci düşünce sahiplerinin , Kur'anın tarihsel bazda bazı hükümlerinin olduğu gibi evrensel bazda hükümlerinin olduğunu unutmamaları gerekmektedir. Allah (c.c) eğer bu kitabı bizlere kıyamete kadar bir "Hidayet Rehberi" olarak gönderdi ise, kitap içindeki ayetleri bu gözle değerlendirip, ona göre yolumuzu tayin etmek durumundayız.
El kesme , 100 celde , kısas , gibi hükümlerin bu gün için geçerli olmadığı iddiası ,Kur'anın rehberliğinin kalmadığı iddiasını birlikte getirmesi bakımından yanlış sonuçlar doğuracaktır. Bu iddia , Allah (c.c) nin bu günlerin geleceğini hesaba katmadan bir kitap indirmiş demek olduğu iddiasıdır ki, bu düşüncenin sonu kitabın belirleyiciliğini ortadan kaldırarak tamamen insan merkezli bir din ihdası anlamına gelir. Bu gün konuşulması gereken konu , bu hükümlerin kalkıp kalkmaması değil Kur'anın pratik hayata dair söyleyecek olduğu şeylerin kitlelere anlatılmasıdır.
Bununla birlikte , maksadı beyan etme açısından okunabilecek bazı ayetlerin olduğunun da göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Mesela Nisa s. 15-16. Ayetlerinde sapkın cinsel eğilimleri olanlara evlerde tutulması veya eziyet edilmesi emri vardır. Bu emirlerden maksadın kişilerin bu sapkınlıklarını topluma bulaştırmalarının engel olunması olup bu engel olma durumu bu gün için tedavi usullerini de içine alacak şekilde genişletilebilir.
Bu meyanda , "Kur'anın bütün Ayetleri kıyamete kadar geçerlidir" şeklindeki düşüncenin duygusallıktan öte gidemeyen bir düşünce olduğunu hatırlatalım . Kur'ana bakış açımızdaki sakatlığın ürünü olan bu düşüncenin yeniden gözden geçirilmesi gerekir. Ahzab suresi içindeki Elçi ve eşlerine has olan evlenme hükümlerin bu gün için bizlere dair herhangi bir mesajı olduğunu iddia etmek mümkün değildir.
"Tarihselcilik" veya "Evrenselcilik" düşüncelerinin temeli Kur'an içinden çıkan bir düşünce olmayıp, Batı kaynaklı düşüncelerdendir. Bizler en büyük yanlışı Kur'ana ithal malı gözlükler ile bakmakla yapmakta olduğumuzu unutmadan Kur'anın ne veya nasıl bir kitap olduğunu yine Kendi içinden okunarak anlaşılması gerekmektedir.
Elçi ve Kitapların ana amaçlarından olan "Tevhid" , bu Kitabın yol göstericiliğinde gerçekleştirilmektedir. Bazı sebebler ileri sürerek kitabın belirleyeciliği yerine kişilerin belirleyiciliğini esas olarak koyduğumuzda, ortaya "Şirk" dediğimiz olgu çıkacaktır. Kişilerin, hakkında hüküm bulunmayan meselelerde ortaya koydukları hükmün kaynağı bu kitaptan aldıkları bilgiler dahilinde olması şart olup, bu kitabın terki halinde, bütün belirleyicilik kişilere kalır ki bu da günümüz beşeri sistemlerinin kaynağını teşkil etmektedir.
Sonuç olarak ; Kur'an "Hidayet Rehberleri" zincirinin son halkası olan bir Kitap olarak elimizde olup, hayat içinde pratize edilecek hükümleri ihtiva etmektedir. Bu hükümler nazil olduğu zaman şartları dahilinde olmuş olmasından yola çıkılarak, bu gün için uygulama sahası kalmadığının iddia edilmesi, ideolojik ismi ile "Tarihselcilik" düşüncesi etrafındaki yaklaşımlar ithal malı olması bakımından doğru bir yaklaşım tarzı değildir.
Kitabın belli bir bölge ve belli bir zaman içinde yaşayan insanlara hitap ettiği iddiasından yola çıkılarak ortaya atılan görüşlerin sonu "Deist" düşüncenin farklı bir versiyonu olan, kitaba inanmak fakat onun geçerliliğine inanmamaya götürür, bu da adı var fakat kendi yok hükmünde bir Kur'an anlamına gelir. Allah (c.c) yarattığı kullarını hiç bir zaman kendi yol göstericiliğinden şaşmaması gereğince elçi ve kitaplar göndermiş olması gerçeğini hesaba katarak düşünecek olursak , eğer Kur'anın hükümleri geçersiz kaldı ise yeni bir elçi ve yeni kitabın gelmesi gerekmektedir. Böyle bir durum artık mümkün olmadığına göre bizler Kur'anın yol göstericiliğinde yola devam etmek zorundayız.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
7 Temmuz 2013 Pazar
Kur'anın Tahrif İddiaları Veya Aydınlatıcı Delil Olmadan Kur'an Hakkında Konuşmak
Alemlere rahmet ve hidayet olmak üzere Allah cc tarafından muhammed as a indirilen kur'ana iman ettiğini iddia edip, bu kitabın bazı ayetlerinin eksik veya fazla olduğu veya yanlış yazıldığı şeklinde iddialar yüzyıllardır gündemimizde yer tutmakta olup bundan sonrada yer tutmaya devam edecektir. Kur'ana iman etmeyenlerin bu kitabın tahrifi ile ilgili iddialarının kaynağı maalesef bizim kaynaklarımız olup haklı olarak "kardeşim ben demiyorum kendiniz diyorsunuz" şeklinde sözlerle bizleri muhatap etmektedir.
Kitabın eksik olduğu konusundaki iddialar geleneksel anlayışta nasih mensuh teorisi adı altında yürütülerek,1- tilaveti mensuh hükmü baki (recm ayeti örneği) 2- tilaveti ve hükmü mensuh şeklinde kategorize edilerek kitabın ayetleri olarak indirilen fakat kitaba alınmayan ayetlerin olduğu iddialarının devamı olarak bazı ayetlerin kurandan olmadığı veya bazı ayetlerin yanlış yazıldığı iddiaları konuşulmaya devam etmektedir.
Bir kitabın doğru veya yanlış olduğunu iddia edebilmek için elimizde kesin doğru olduğuna inandığımız bir delilin olması ve o kitabın içeriğindeki bazı sözlerin kesin doğru olduğuna inandığımız delil ile ispatlamak zorunluluğumuz vardır.
Allah cc nin indirmiş olduğu kitabın doğruluğuna dair delilimiz yine kur'andan olup harici olarak bir delilimizin olması mümkün değildir. Kur'anın sahihliğini iddia etmek için kullandığımız kur'an harici deliller yaratılmış olan kulların koymuş olduğu deliller çerçevesinde olacağı için Allah cc nin kitabını yaratılmış olan kulların koymuş olduğu ölçüler dahilinde doğrulatmaya çalışmak bizi doğru bir sonuca götürmez.
Allah cc nin kitabının matematiksel bir koruma ile çok mükemmel bir şekilde korunduğu iddiası ile yola çıkan bazıları tevbe s. son iki ayetinin bu matematiksel ahenge uygun olmadığı gerekçesi ile red etmektedirler. Allah cc hiç bir ayetinde " bu kitap 19 ve katlarının ahengi ile korunmuştur bu ahenge uymayan ayetler kitaba sonradan ilave dilmiştir" şeklinde bir beyanda bulunmamasına rağmen Allah cc nin kitabının kulların koyduğu ölçüler dahilinde sağlamaya gidilmesi kitabın korunmadığına dair düşüncelere sebeb olmuştur.
Bu tür söylemlerin iyi niyetli olmayan düşünceler olduğu açıktır. Adı müslüman olan kimselerden sadır olması bu düşünceleri ortaya atanların bu sözleri iyi niyetle ortaya attığı zannına götürmemelidir. Bu tür düşüncelere karşı olan yaklaşımlarımız bunların isimlerine kanarak samimi oldukları yolundaki düşüncelerine kanmayıp belli bir projenin içerdeki tatbikçileri olarak görülmesi olmasıdır.
Kitab üzerinde şüphe uyandırarak kitaba olan güveni sarsmak amacında olan yaklaşımlardan biriside kitabın imlası konusundadır. Bilindiği gibi kur'an sözlü olarak inmiş bir kitab olup vahiy meleğinin muhammed as vahyi bırakması ve o vahyin muhammed as ın ağzından çıkan sözler olarak muhatablarına tebliği şeklinde olmuştur. Muhammed as ın ağzından çıkan ayetler vahiy katipleri tarafından yazıya geçirilmiştir. Bugün elimizde olan mushaftaki harflerin harekeler ve noktalama işaretleri okumayı kolaylaştırmak amacı ile ebu esved eddüeli tarafından sonraları yapılmıştır.
Bu durumu fırsat bilen bazıları bu konuyu istismar ederek işlerine gelmeyen bazı ayetlere kendi hevaları doğrultusunda anlam vererek o ayetin mushaftaki yazılışının yanlış olduğu doğru olanın! kendi yazdığı biçimde olduğu şeklinde görüş beyanında bulunmaktadırlar. Mushafın putlaştırıldığını iddia ederek mushaf hakkında şüpheler ortaya atmaları mushafı putlaştırmama adına yaptıkları girişim kendi hevalarını putlaştırmaktan başka bir şey değildir.
Kitab indiği zaman muhammed as ın katiplere yazdırır yazdırmaz hafızasından silinmiş değildir. Aksine onun haricinde bir çok kişinin hafızasında yer etmiş ve yazılışı anında yapılacak herhangi bir hata başkaları tarafından görülerek yanlışın düzeltileceği muhakkaktır. Yazılan kitabın Allah cc nin indirdiği ayetler olması ve kur'andan önce nazil olan kitabın ayetleri konusunda israiloğullarının yaptıklarınında o kitabta bahsedilmesi aynı hataya düşmemeleri konusunda müslümanlara verilen bir mesaj olarak algılanmasını ve kitabı sonraki geleceklere miras bırakırlarken herhangi bir ihtilafa sebebiyet verecek hataları yapmamaları gerektiğini herhalde çok iyi biliyorlardı. Hele hele kitabın anlamını değiştirecek şekilde bir harf hatası yaptıkları iddiası masum bir iddia olamaz.
Birileri kalkıp , " bu dedikleriniz kitabın tahrif olmadığı ön kabulu içinde yazılmış duygusal ifadelerdir" diye bir itirazda bulunabilir. O zaman bizde kendisinden duygusal olmayan ve delile dayanan bir karşı itiraz beklerizki kitabın tahrif olduğu konusunda bizleri inandırsın.
-----031.020 Allah'ın göklerde olanları da, yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz? İnsanlardan, Allah hakkında hiçbir bilgisi olmadan, doğruluk rehberi ve aydınlatıcı bir Kitap bulunmadan tartışanlar vardır.
-----022.003 İnsanlardan, bilgisi olmaksızın Allah hakkında tartışmaya giren ve her inatçı şeytana uyan birtakım kimseler vardır.
-----022.008 İnsanlardan kimi de vardır ki, ne bir bilgiye, ne bir yol göstericiye, ne de aydınlatıcı bir Kitab'a dayanmaksızın Allah hakkında tartışır.
Allah hakkında tartışmak için gerekli olan verilerden bir tanesi kişinin elinde aydınlatıcı bir kitabı olmasıdır. Bu aydınlatıcı kitab yine Allah cc nin indirdiği kitabtan başkası olamaz. Kur'andan önce nazil olan tevrat ve incilin tahrif olduğuna dair delilimiz o aydınlatıcı kitab olan kur'an iledir. Tevrat ve incilin tahrif edilerek içine vahiy harici bilgilerin karışmış olduğuna dair delilimiz yine Allah cc nin indirdiği son kitab olan kur'anın verileri ile o kitapları karşılaştırmak ve kur'ana aykırı olan bilgilerin tevrat veya incile sonradan dahil edildiği şeklindedir.
Eğer biri kalkıp kur'ana bu tür ilavelerin veya yazılım hatalarının yapıldığı noktasında bir iddiada bulunacak olursa ondan isteğimiz Allah cc nin indirmiş olduğu aydınlatıcı bir kitabtan delil getirmesidir. Şayet kur'ana vahiy harici bir ilave olduğu yolunda bir iddiada bulunan kişi ya bize Allah cc nin indirmiş olduğu bir delil getirecek yada bu iddiasını bu şekilde delillendiremediği müddetçe müfteri olmaktan öteye gidemeycektir. Allah cc ve onun kitabı hakkında söylenecek en doğru söz o kitabın doğrultusunda olacaktır, başka kitaplar referans alınarak Allah cc ve kitabı hakkında söylenecek her söz batıldır.
"elkur'an mushafı" adını kullanarak elimizdeki iki kapak arasında sahifelenmiş olan kitabın levhi mahfuzdaki kur'an ile aynı olmadığı tahrif olmayan kur'anın levhi mahfuzdaki kur'an olduğu elimizde olanın tevrat ve incil gibi tahriften kurtulamayacağı düşüncesi yine adı müslüman! olanlar tarafından dile getirilen düşüncelerden biridir. Kur'ana korunmuş gözüyle bakanların onu putlaştırdığı iddiası ile yazılım hataları olabileceği ve bu yazılım hatalarını düzelten kur'an alimlerinin çalışmalarından !! örnekler vermek istiyoruz.
Meryem s. 24. ayetine vermiş olduğu mealin gerekçesi olarak "tahtihe" kelimesinin hatalı yazıldığı hatasız! olanın hangisi olduğunu şu şekilde delillendirmektedir.
Yine aynı şekilde bir başka kur'an alimi! olan Hakkı Yılmaz'da bazı ayetlerdeki harflerin sehven! hatalı yazıldığını ve bu hatayı düzelterek! doğru olanı nasıl yaptığını bir çok yazımızda örneklerini vererek göstermeye çalışmıştık. Kur'an mushafını putlaştırmama adına yapılan bu çalışmalar kur'anı sanki herhangi bir kulun kitabı seviyesine indirmiş ve hevayı putlaştırmıştır.
Kitabın eksik olduğu konusundaki iddialar geleneksel anlayışta nasih mensuh teorisi adı altında yürütülerek,1- tilaveti mensuh hükmü baki (recm ayeti örneği) 2- tilaveti ve hükmü mensuh şeklinde kategorize edilerek kitabın ayetleri olarak indirilen fakat kitaba alınmayan ayetlerin olduğu iddialarının devamı olarak bazı ayetlerin kurandan olmadığı veya bazı ayetlerin yanlış yazıldığı iddiaları konuşulmaya devam etmektedir.
Bir kitabın doğru veya yanlış olduğunu iddia edebilmek için elimizde kesin doğru olduğuna inandığımız bir delilin olması ve o kitabın içeriğindeki bazı sözlerin kesin doğru olduğuna inandığımız delil ile ispatlamak zorunluluğumuz vardır.
Allah cc nin indirmiş olduğu kitabın doğruluğuna dair delilimiz yine kur'andan olup harici olarak bir delilimizin olması mümkün değildir. Kur'anın sahihliğini iddia etmek için kullandığımız kur'an harici deliller yaratılmış olan kulların koymuş olduğu deliller çerçevesinde olacağı için Allah cc nin kitabını yaratılmış olan kulların koymuş olduğu ölçüler dahilinde doğrulatmaya çalışmak bizi doğru bir sonuca götürmez.
Allah cc nin kitabının matematiksel bir koruma ile çok mükemmel bir şekilde korunduğu iddiası ile yola çıkan bazıları tevbe s. son iki ayetinin bu matematiksel ahenge uygun olmadığı gerekçesi ile red etmektedirler. Allah cc hiç bir ayetinde " bu kitap 19 ve katlarının ahengi ile korunmuştur bu ahenge uymayan ayetler kitaba sonradan ilave dilmiştir" şeklinde bir beyanda bulunmamasına rağmen Allah cc nin kitabının kulların koyduğu ölçüler dahilinde sağlamaya gidilmesi kitabın korunmadığına dair düşüncelere sebeb olmuştur.
Bu tür söylemlerin iyi niyetli olmayan düşünceler olduğu açıktır. Adı müslüman olan kimselerden sadır olması bu düşünceleri ortaya atanların bu sözleri iyi niyetle ortaya attığı zannına götürmemelidir. Bu tür düşüncelere karşı olan yaklaşımlarımız bunların isimlerine kanarak samimi oldukları yolundaki düşüncelerine kanmayıp belli bir projenin içerdeki tatbikçileri olarak görülmesi olmasıdır.
Kitab üzerinde şüphe uyandırarak kitaba olan güveni sarsmak amacında olan yaklaşımlardan biriside kitabın imlası konusundadır. Bilindiği gibi kur'an sözlü olarak inmiş bir kitab olup vahiy meleğinin muhammed as vahyi bırakması ve o vahyin muhammed as ın ağzından çıkan sözler olarak muhatablarına tebliği şeklinde olmuştur. Muhammed as ın ağzından çıkan ayetler vahiy katipleri tarafından yazıya geçirilmiştir. Bugün elimizde olan mushaftaki harflerin harekeler ve noktalama işaretleri okumayı kolaylaştırmak amacı ile ebu esved eddüeli tarafından sonraları yapılmıştır.
Bu durumu fırsat bilen bazıları bu konuyu istismar ederek işlerine gelmeyen bazı ayetlere kendi hevaları doğrultusunda anlam vererek o ayetin mushaftaki yazılışının yanlış olduğu doğru olanın! kendi yazdığı biçimde olduğu şeklinde görüş beyanında bulunmaktadırlar. Mushafın putlaştırıldığını iddia ederek mushaf hakkında şüpheler ortaya atmaları mushafı putlaştırmama adına yaptıkları girişim kendi hevalarını putlaştırmaktan başka bir şey değildir.
Kitab indiği zaman muhammed as ın katiplere yazdırır yazdırmaz hafızasından silinmiş değildir. Aksine onun haricinde bir çok kişinin hafızasında yer etmiş ve yazılışı anında yapılacak herhangi bir hata başkaları tarafından görülerek yanlışın düzeltileceği muhakkaktır. Yazılan kitabın Allah cc nin indirdiği ayetler olması ve kur'andan önce nazil olan kitabın ayetleri konusunda israiloğullarının yaptıklarınında o kitabta bahsedilmesi aynı hataya düşmemeleri konusunda müslümanlara verilen bir mesaj olarak algılanmasını ve kitabı sonraki geleceklere miras bırakırlarken herhangi bir ihtilafa sebebiyet verecek hataları yapmamaları gerektiğini herhalde çok iyi biliyorlardı. Hele hele kitabın anlamını değiştirecek şekilde bir harf hatası yaptıkları iddiası masum bir iddia olamaz.
Birileri kalkıp , " bu dedikleriniz kitabın tahrif olmadığı ön kabulu içinde yazılmış duygusal ifadelerdir" diye bir itirazda bulunabilir. O zaman bizde kendisinden duygusal olmayan ve delile dayanan bir karşı itiraz beklerizki kitabın tahrif olduğu konusunda bizleri inandırsın.
-----031.020 Allah'ın göklerde olanları da, yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz? İnsanlardan, Allah hakkında hiçbir bilgisi olmadan, doğruluk rehberi ve aydınlatıcı bir Kitap bulunmadan tartışanlar vardır.
-----022.003 İnsanlardan, bilgisi olmaksızın Allah hakkında tartışmaya giren ve her inatçı şeytana uyan birtakım kimseler vardır.
-----022.008 İnsanlardan kimi de vardır ki, ne bir bilgiye, ne bir yol göstericiye, ne de aydınlatıcı bir Kitab'a dayanmaksızın Allah hakkında tartışır.
Allah hakkında tartışmak için gerekli olan verilerden bir tanesi kişinin elinde aydınlatıcı bir kitabı olmasıdır. Bu aydınlatıcı kitab yine Allah cc nin indirdiği kitabtan başkası olamaz. Kur'andan önce nazil olan tevrat ve incilin tahrif olduğuna dair delilimiz o aydınlatıcı kitab olan kur'an iledir. Tevrat ve incilin tahrif edilerek içine vahiy harici bilgilerin karışmış olduğuna dair delilimiz yine Allah cc nin indirdiği son kitab olan kur'anın verileri ile o kitapları karşılaştırmak ve kur'ana aykırı olan bilgilerin tevrat veya incile sonradan dahil edildiği şeklindedir.
Eğer biri kalkıp kur'ana bu tür ilavelerin veya yazılım hatalarının yapıldığı noktasında bir iddiada bulunacak olursa ondan isteğimiz Allah cc nin indirmiş olduğu aydınlatıcı bir kitabtan delil getirmesidir. Şayet kur'ana vahiy harici bir ilave olduğu yolunda bir iddiada bulunan kişi ya bize Allah cc nin indirmiş olduğu bir delil getirecek yada bu iddiasını bu şekilde delillendiremediği müddetçe müfteri olmaktan öteye gidemeycektir. Allah cc ve onun kitabı hakkında söylenecek en doğru söz o kitabın doğrultusunda olacaktır, başka kitaplar referans alınarak Allah cc ve kitabı hakkında söylenecek her söz batıldır.
"elkur'an mushafı" adını kullanarak elimizdeki iki kapak arasında sahifelenmiş olan kitabın levhi mahfuzdaki kur'an ile aynı olmadığı tahrif olmayan kur'anın levhi mahfuzdaki kur'an olduğu elimizde olanın tevrat ve incil gibi tahriften kurtulamayacağı düşüncesi yine adı müslüman! olanlar tarafından dile getirilen düşüncelerden biridir. Kur'ana korunmuş gözüyle bakanların onu putlaştırdığı iddiası ile yazılım hataları olabileceği ve bu yazılım hatalarını düzelten kur'an alimlerinin çalışmalarından !! örnekler vermek istiyoruz.
Meryem s. 24. ayetine vermiş olduğu mealin gerekçesi olarak "tahtihe" kelimesinin hatalı yazıldığı hatasız! olanın hangisi olduğunu şu şekilde delillendirmektedir.
"Doğurduktan hemen sonra ona seslendi: “Sakın üzülme, Rabbin senin doğuruşunu meşru kılmıştır,
Nuhhata,
nahtuta, aramice de terk, teslim, çıkış, veriş, doğurma anlamlarına
gelir. Min edatı aramice de ve arapça da -den, -dan olarak genel
kullanımının yanında “that point in time” “yani o olayın olduğu an, o
anda” manalarında da kullanılır. ” İza nudiye li el-salati MİN yevm el
cumuati” Cuma/9 bu kullanımdır.benzeri bu surenin 37. Ayetinde “MİN
meşhedi yevmin azim” HAALE Hud/43
“Min
nahtiha” şeklinde okunursa anlamı “doğurduktan hemen sonra, doğruduğu
anda” olur.Arapçada Nahte ( nun-ha-te ) yontmak, yonga, yontulan
nesneden düşen şey, insanın üzerine yontulduğu tabiatı ( nuhita aleyha –
Müfredat ), Kuran mushafı harfleri çok sonradan noktalanırken büyük
ihtimalle yazıcı bir nokta yerine iki nokta koyarak NUN olması gereken
harfi TE yapmıştır ve kritik kelime NUHİTAHA dan TAHTİHA ya dönüşmüş
olmuştur, Allahu alem.
Sin-ra-elif
( Lisan ) Asil, şerefli, soylu, yiğit, mert, Reculün seriyyun (
Müfredat ) yüce ve yüksek asil saygın onurlu cömert adam
Seriya
nın arami köklü bir kelime olduğu çok açıktır. Aramice’de (SARYA),
yasal doğum,asil, yüce şerefli adam manalarındadır. Kelimenin direkt
anlamı özgürlük (hür) kökünden gelir. Kehf suresi 61. Ayetin sonundaki
seraba okunan kelime de buradaki seriya olabilir." demektedir .
Yine aynı şekilde bir başka kur'an alimi! olan Hakkı Yılmaz'da bazı ayetlerdeki harflerin sehven! hatalı yazıldığını ve bu hatayı düzelterek! doğru olanı nasıl yaptığını bir çok yazımızda örneklerini vererek göstermeye çalışmıştık. Kur'an mushafını putlaştırmama adına yapılan bu çalışmalar kur'anı sanki herhangi bir kulun kitabı seviyesine indirmiş ve hevayı putlaştırmıştır.
Sonuç olarak;
Müslüman olarak kur'ana bakış açımız, şu anda elimizde olan "el kur'an mushafı" Allah cc den indirildiği şekli ile bozulmadan herhangi bir tahrife uğramadan elimizde olup kıyamete kadarda böyle kalacaktır. Aksine Allah cc nin katından olan bir kitapla delillendirilmesi gerekirki bunun böyle olduğuna inanalım. Eğer yeni bir elçi ve beraberinde yeni bir kitap gelecek olursa (ki bu kur'anın beyanıyma bu mümkün değil) yeni gelen kitap bizlere kur'andaki tahrifleri mutlaka beyan edecektir. Bunun dışındaki kur'anın bozulmuş olduğu yönündeki iddialar tamamen art niyetli belli bir proje ürünü olup, tek doğru ölçü olan kur'anıda yıkarak elde doğru ölçü adına hiç bir şey bırakmayarak müslümanları kaosa sürükleme çabalarından başka bir şey değildir. Adı müslüman dahi olsa bu tür kişilerin yapmış oldukları çalışmalar art niyet ürünü olup bilerek veya bilmeyerek olsun bir yerlere hizmet ederek onların ekmeğine yağ sürme çabalarıdır. Rabbimiz bizleri içimize sokulmuş olan truva atı mesabesinde olan bu tür insanlardan muhafaza buyursun.
17 Mayıs 2012 Perşembe
Kur'anı Teslim Almak Veya kur'ana Teslim Olmak Maide s. 38. Ayeti Üzerindeki Bazı Yaklaşımlar
Muhammed sav in vefatını müteaakip gelişen olaylar sonrası ortaya çıkan akidevi düşüncelerin temelleri, yazımızın başlığı olan "kur'anı teslim almak" düşüncesinin bir eseri olduğu bir gerçektir. Vefatı sonrası gelişen olaylara baktığımız zaman kökü risalet öncesi yüzyıllara dayanan ümeyyeoğulları ve haşimoğulları rekabetinin müslüman olduktan sonrada devam ettiğini görmekteyiz. İktidar mücadelesi şeklinde devam eden bu kavganın temelleri "kur'anı teslim almak" şeklindeki düşüncenin bir eseri olarak "ehlibeyt kültürü"adında dinleştirilmiş bugüne kadar gelmiştir.
İslam adına ortaya çıkan hangi fırka olursa olsun kendi haklılığına gerekçe için hadisler uydurmaktan veya daha kötüsü kur'an ayetlerini hevalarına göre te'vil etmekten geri durmamışlardır. Günümüze geldiğimiz zaman mevcut fırkaların aynı metod üzerinde devam ettiklerini üzülerek müşahede etmekteyiz.
Bizi daha üzen , bütün fırka, hizip ,cemaat, şeyh,üstad, ağabeylerin kudukları din anlayışlarını red ederek "sadece kur'an" diyenlerin, yazının başlığı olan , "kur'anı teslim almak" şeklindeki bir anlayış ile kur'an okumalarıdır, halbuki mü'min olmanın gereği "kur'ana teslim olmaktır". Kur'an dışı düşünceler ile kur'ana bakan bu düşünce sahipleri kur'anı, kur'andan anlamak yerine kur'anı "izmlerden" anlamak metodunu seçmişlerdir.
Bu yazımızda bu tür düşüncenin bir uzantısı olarak maide s. 38. ayetindenki hırsızlık cezası için öngörülen el kesme cezasının hakiki anlamda olmayıp mecazi bir anlamı olduğu , ayeti bu şekilde anlamak gerektiğini ileri sürmektedirler.Bu düşünceleri ileri sürenler, sanki kur'an dün indirilen bir kitap ve daha önceden yapılan uygulamalar tamamen gözardı edilmesi gerekirmiş gibi bir tutum içindedirler. Biz bu konudaki rivayetleri ileri sürerek ayeti anlamak yerine "kur'ana teslim olmak" metodu içinde ayeti anlamaya çalışacağı.Önce ilgili ayetin mealini verelim.
Bu ayetin hakiki manada bir el kesmekten bahsetmediği , ayetteki "el" veya "kesmek" kelimesinin kur'anda başka ayetlerde mecaz olarak kullanılmasından yola çıkarak bu ayettteki el kesmekten maksadın hırsızlık yapacak yolları kesmektir şeklinde bir iddianın dillendirilmeye çalışıldığını görmekteyiz. Kur'an ayetlerinde bir kelimenin hakiki veya mecaz anlamda kullanıldığının anlaşılması ayetin bütünlüğü veya siyak sibak içinde kolayca anlaşılabilir. Bu ayet acaba mecazi bir anlamada anlaşılabilirmi? şeklinde sorulan bir sorunun cevabını şu şekilde arayabiliriz.
Ayetin metnindeki , " NEKALEN" kelimesi anlam olarak, "işlediği bir suçtan dolayı başkasını benzerini işlemekten çevirip yada medar-ı ibret olacak bir şey yapmak ( elmüfredat s. 1485) tır. Bu kelime bakara s. 66 ayetinde cumartesi yasağını çiğneyen israiloğullarının akıbeti ile ilgili olarak , zariyat s. 25. ayetinde firavun'un akıbeti ile ilgili olarak'da kullanılmaktadır. Hırsızlığa verilen cezanın aleme ibret olacak bir ceza ve o cezayı görenlerin hırsızlık yapmalarını caydırıcı bir ceza olması bu kelime ile ifade edilmektedir. Ayetteki el kesme eğer mecazi olarak kullanılmış olsaydı ibret verici bir ceza olması olarak ifade edilmesinin ne gereği vardı?.
Yine aynı ayetin metnindeki, "EYDİYEHÜMA" ( ikisinin ellerini) kelimesindeki "eydiye" kelimesinin çoğul olarak kullanılmasından yola çıkılarak insanda iki el olduğu ve çoğul olarak kullanılmasının hakiki bir el kesme olarak değil mecaz olarak anlaşılması gerektiğini ileri sürmektedirler. Sayın hakkı yılmaz maide s. 38 . ayetinin mealini yaparken bunun mecaz olduğundan yola çıkarak mealine parantez açarak ( ikiden çok el) şeklinde bir ilave yapmıştır. Bu konu ile ilgili olarak sayın Soner Gündüzöz'ün "KUR’ÂN’DA YERLEŞİK GRAMER KURALLARINA AYKIRI DİL YAPILARI VE KUR’ÂN’IN LEHÇE HARİTASI ÜZERİNE BİR İNCELEME"adlı makalesinde şunları bulmaktayız.
"
Sayın gündüzöz'ün makalesinde , tesniye yerine cemi kullanılmasının insan vücudu ile ilgili olarak arap dilinde kullanılmış olduğunu görmekteyiz, nitekim bu şekil bir kullanım tahrim s. 44. ayetinde yine insan vucüdu ile ilgili olarak karşımıza çıkmaktadır. Arap dili üzerinde uzman olan sayın hakkı yılmaz'ın bu kaideyi nasıl görmediği yoksa görmek istemediğimi soru işaretidir. Sayın yazarın maide s. 38. ayeti için aklına gelen parantezin tahrim s. 4 . ayetinde neden görmediği yine ayrı bir soru işaretidir. Sayın hakkı yılmaz'ın maide s. 38. ayetinde geçen "EYDİYEHÜMA" ve tahrim s. 4. ayetinde geçen "GULUBEKÜMA" kelimelerinin kalıp olarak aynı olmalarına rağmen bu ayetlere verdiği meal kendi çelişkisini ortaya koymaktadır.
-----5.38. Hırsız erkek ve hırsız kadın; bunların yaptıklarına karşılık, Allah'tan bir engelleyici uygulama olarak hemen ikisinin de gücünü/ellerini [ikiden çok el] kesin. Ve Allah, Azîz'dir, Hakîm'dir
-----66.4 Eğer ikiniz, Allah'a tövbe ederseniz... –çünkü kesinlikle ikinizin kalbi kaydı.– Yok eğer o'na [peygamber'e] karşı dayanışmaya girerseniz, hiç kuşkusuz bizzat Allah o'na Mevlâ'dır [yardımcıdır, destekçisidir, koruyucudur, yol göstericidir], Cibrîl ve iman edenlerin sâlihleri de. Ve bunlardan sonra melekler de o'na arka çıkarlar.
Sayın yazar maide s. 38. ayetinde gördüğü çoğul kelimeyi tahrim s. 4. ayetinde görmeyerek ön kabuller dorultusunda yapılan bir okumanın örneklerini sergilemiştir.
Maide s. 33. ayetinde"Allah ve resulu ile savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezası öldürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayakları kesilmek ya da yerlerinden sürülmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara ahirette büyük azab vardır." şeklinde geçen ayet maide s. 38 . ayet benzeri olarak el keslimesinden bahsetmektedir. Ancak bu ayet ile ilgili olarak, "bu ayet mecazidir" şeklinde bit yoruma rastlayamıyoruz. Bu ayette gördüğümüz ceza şeklini firavun iman eden büyücüleri içinde kullanırken oradada " mecaz bir anlatımdır" şeklinde herhangi bir yorum göremiyoruz, çünkü mecaz olarak anlamaya ilişkin en ufak bir karine dahi yoktur, yine aynı şekilde maide s. 38. ayet içinde " mecazdır" şeklindeki ifadeleri kur'an bütünlüğü içinde değerlendirdiğimiz zaman haklı bulmak mümkün değildir.
YUSUF SURESİNDEKİ HIRSIZLIK CEZASI
Hırsızlık cezası ile ilgili olarak, yusuf as ın kıssası içinde anlatılan ve kardeşini alıkoymak için hükümdarın su kabını alıkoymak istediği kardeşinin yükünün içine koydurması ve yakaladıkları zaman "sizde hırsızın cezası nedir?" şeklindeki soruya verilen cevabın hırsızlığın bugünde olması gereken cezasının bu olduğu şeklinde bir düşüncenin dile getirildiğinede şahid oluyoruz.
-----12.074-75 «Yalancı iseniz, hırsızlığın cezası nedir?» dediler.«Onun cezası, kayıp eşya, kimin yükünde bulunursa işte o (şahsa el koymak) onun cezasıdır. Biz zalimleri böyle cezalandırırız» dediler. .
Öncelikle böyle bir düşünce kur'an için ve Allah cc için çelişki iddiasıdır. Allah cc kitabında iki farklı ceza öngörmesi kitabın çelişkisizliğinin reddi demektir. "Kuran'ı durup düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah'tan başkasından gelseydi, onda çok aykırılıklar bulurlardı." mealindeki nisa s. 82. ayetine muhalif olarak kur'anda iki farklı ceza iddiası sadece maide s.deki ayetin reddi için geçerli bir düşünce değil aksine düşünce sahibini daha vahim düşüncelere kapı açacak bir yoldur. Yakub as ın hayatta olması hırsızlık cezasının ona veya daha önceki elçilere indirilen vahiyde "alıkonulmak" şeklinde bir karşılığının olduğu şeklindeki bir çıkarım doğru bir çıkarım değildir. Yakub as ve oğlu yusuf as da birer elçidir ve ikisi hayattadır, yusuf as bulunduğu ülkenin bütün kurallarına hakim olan birisi değildir , bunu " Yusuf kardeşinin yükünden önce onlarınkini aramaya başladı; sonra kardeşinin yükünden su kabını çıkardı. İşte biz Yusuf'a böyle bir plan kullanmasını vahyettik. Çünkü hükümdarın kanunlarına göre kardeşini alıkoyamazdı, meğer ki Allah dileye. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinden üstün bir bilen bulunur." mealindeki 76. ayetten anlıyoruz. Eğer yusuf as bulunduğu ülkenin kanunlarına uymak ile kayıtlıysa yakub as ın oğullarıda bulundukları ülkenin kanunları ile neden kayıtlı olmasınlar. Buradan, yusuf as ile kardeşlerinin iki ayrı yönetim mekanızması ile kayıtlı oldukları çıkarılabilir,çünkü hırsızlığın aynı ülke içinde iki farklı cezasının olması akla muhaldir.
Velevki hırsızlığın cezası daha önce el kesme haricinde bir ceza idi, kur'anın nüzulu ile bu cezanın değişmesi ile biz bir kul olarak Allah cc ye " önceden böyle idi şimdi neden böyle yaptın?" şeklinde bir soru cüretinde bulunabilirmiyiz?. Böyle bir sorgulama veya itiraz nahl s. 101. de"Bir ayetin yerini başka bir ayetle değiştirdiğimizde, ki Allah ne indirdiğini gayet iyi bilir onlar, «Sen sadece uyduruyorsun» derler. Hayır, öyle değildir, ama onların çoğu bunu bilmezler."mealindeki ayette buyurulduğu gibi Allah cc için " ne indirdiğini bilmiyor" veya elçisi için " sen ancak uyduruyorsun" demek anlamına gelir. ", yaptığından sorumlu değildir, onlar ise sorumlu tutulacaklardır." mealindeki enbiya s. 23. ayetini unutmadan kur'anı anlamaya çalışmak mü'minlerin görevidir.
Sonuç olarak "kur'anı teslim almak" veya "kur'ana teslim olmak" şeklinde iki farklı yol ile anlaşılmaya çalışılan kur'an ayetlerinden olan maide s. 38 . ayeti ile ilgili olarak ortaya konulan düşüncelerden olan bu ayetin hakiki anlamda el kesme değil mecazi anlamda bir el kesme olduğu yolundaki düşünceleri "kur'ana teslim olmak" metodu ile okuduğumuz zaman doğru bir düşünce olmadığı açıktır. Eziklik psikolojisinin tezahürlerinden olan ve başkalarının bu tür ayetler üzerinde yaptıkları spekülasyonların etkisinde kalınarak eğilip bükülmeye çalışılan kur'an kavram ve kelimeleri kur'an bütünlüğünde okunduğu takdirde bizlere doğru bir anlam verebilir. Bizlerin Allah cc den başkasına verilecek hesabımız olmayıp kitabımızın doğruluğunu başkalarına onaylatmak için ayetleri eğip bükmeye ihtiyacımızda yoktur, aksine böyle bir davranış bizleri mü'min olma durumundan çıkarır. Allah cc nin kitabı sadece onun bak dediği yerden bakılmalı ve öyle anlaşılmalı ve "insanlardan korkmayın benden korkun"(maide s.44) emri hatırdan çıkarılmamalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.
İslam adına ortaya çıkan hangi fırka olursa olsun kendi haklılığına gerekçe için hadisler uydurmaktan veya daha kötüsü kur'an ayetlerini hevalarına göre te'vil etmekten geri durmamışlardır. Günümüze geldiğimiz zaman mevcut fırkaların aynı metod üzerinde devam ettiklerini üzülerek müşahede etmekteyiz.
Bizi daha üzen , bütün fırka, hizip ,cemaat, şeyh,üstad, ağabeylerin kudukları din anlayışlarını red ederek "sadece kur'an" diyenlerin, yazının başlığı olan , "kur'anı teslim almak" şeklindeki bir anlayış ile kur'an okumalarıdır, halbuki mü'min olmanın gereği "kur'ana teslim olmaktır". Kur'an dışı düşünceler ile kur'ana bakan bu düşünce sahipleri kur'anı, kur'andan anlamak yerine kur'anı "izmlerden" anlamak metodunu seçmişlerdir.
Bu yazımızda bu tür düşüncenin bir uzantısı olarak maide s. 38. ayetindenki hırsızlık cezası için öngörülen el kesme cezasının hakiki anlamda olmayıp mecazi bir anlamı olduğu , ayeti bu şekilde anlamak gerektiğini ileri sürmektedirler.Bu düşünceleri ileri sürenler, sanki kur'an dün indirilen bir kitap ve daha önceden yapılan uygulamalar tamamen gözardı edilmesi gerekirmiş gibi bir tutum içindedirler. Biz bu konudaki rivayetleri ileri sürerek ayeti anlamak yerine "kur'ana teslim olmak" metodu içinde ayeti anlamaya çalışacağı.Önce ilgili ayetin mealini verelim.
Ves sâriku ves sârikatu faktaû eydiyehumâ cezâen bimâ kesebâ nekâlen minallâh(minallâhi) vallâhu azîzun hakîm(hakîmun).
5.38- Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak, ikisinin ellerini kesin. Allah Güçlü'dür, Hakim'dir.Bu ayetin hakiki manada bir el kesmekten bahsetmediği , ayetteki "el" veya "kesmek" kelimesinin kur'anda başka ayetlerde mecaz olarak kullanılmasından yola çıkarak bu ayettteki el kesmekten maksadın hırsızlık yapacak yolları kesmektir şeklinde bir iddianın dillendirilmeye çalışıldığını görmekteyiz. Kur'an ayetlerinde bir kelimenin hakiki veya mecaz anlamda kullanıldığının anlaşılması ayetin bütünlüğü veya siyak sibak içinde kolayca anlaşılabilir. Bu ayet acaba mecazi bir anlamada anlaşılabilirmi? şeklinde sorulan bir sorunun cevabını şu şekilde arayabiliriz.
Ayetin metnindeki , " NEKALEN" kelimesi anlam olarak, "işlediği bir suçtan dolayı başkasını benzerini işlemekten çevirip yada medar-ı ibret olacak bir şey yapmak ( elmüfredat s. 1485) tır. Bu kelime bakara s. 66 ayetinde cumartesi yasağını çiğneyen israiloğullarının akıbeti ile ilgili olarak , zariyat s. 25. ayetinde firavun'un akıbeti ile ilgili olarak'da kullanılmaktadır. Hırsızlığa verilen cezanın aleme ibret olacak bir ceza ve o cezayı görenlerin hırsızlık yapmalarını caydırıcı bir ceza olması bu kelime ile ifade edilmektedir. Ayetteki el kesme eğer mecazi olarak kullanılmış olsaydı ibret verici bir ceza olması olarak ifade edilmesinin ne gereği vardı?.
Yine aynı ayetin metnindeki, "EYDİYEHÜMA" ( ikisinin ellerini) kelimesindeki "eydiye" kelimesinin çoğul olarak kullanılmasından yola çıkılarak insanda iki el olduğu ve çoğul olarak kullanılmasının hakiki bir el kesme olarak değil mecaz olarak anlaşılması gerektiğini ileri sürmektedirler. Sayın hakkı yılmaz maide s. 38 . ayetinin mealini yaparken bunun mecaz olduğundan yola çıkarak mealine parantez açarak ( ikiden çok el) şeklinde bir ilave yapmıştır. Bu konu ile ilgili olarak sayın Soner Gündüzöz'ün "KUR’ÂN’DA YERLEŞİK GRAMER KURALLARINA AYKIRI DİL YAPILARI VE KUR’ÂN’IN LEHÇE HARİTASI ÜZERİNE BİR İNCELEME"adlı makalesinde şunları bulmaktayız.
"
Tesniye yerine cemînin kullanılması: Kur’ân’da ruhsat kabilinden olan kullanımlardan biri de tesniye yerine ceminin kullanılmasıdır. Örneğin والسَّارِقُ و السَّارِقَةُ فَاْقْطَعُوا أيْدِيهما âyetinde[i] يَدَيْهِما denmemiştir. Aynı şekilde إنْ تَتُوبا إلَى الله فَقَدْ صَغَتْ قُلُوبُكُما âyetinde[ii] de iki kişiye âit kalpler çoğul kalıbıyla gelmiştir. Arapların insan vücudu ile ilgili tesniyelerde bu kullanım şekline baş vurdukları söylenir.[iii] el-Ferrâ (ö.207/822) “İnsanın organları iki ya da daha çok bir şeye muzâf kılınsa bu organlar çoğul olarak anılır.” der. “ هَشَمْتُ رُؤُوسَهُما / başlarını yardım.” denir. Bu tür kullanımlar insan organlarını dışında da görülür. İki kişiye onların birer hanımlarını kastederek “خَلَّيْتُما نِسَائكما / hanımlarınızı terk ettiniz.” ya da iki kişiye “خَرَقْتُما قُمُصَكُما / gömleklerinizi yırttınız.” denilebilir[iv].
[i]Mâide, 5/41.
[ii]Tahrîm, 66/4.
[iii]Ebû ‘Ubeyde, Mecâzu’l-Kur’an, I, 166.
[iv]el-Ahfeş, Meâ ‘nî’l-Kur’ân, I, 306-307.
-----5.38. Hırsız erkek ve hırsız kadın; bunların yaptıklarına karşılık, Allah'tan bir engelleyici uygulama olarak hemen ikisinin de gücünü/ellerini [ikiden çok el] kesin. Ve Allah, Azîz'dir, Hakîm'dir
-----66.4 Eğer ikiniz, Allah'a tövbe ederseniz... –çünkü kesinlikle ikinizin kalbi kaydı.– Yok eğer o'na [peygamber'e] karşı dayanışmaya girerseniz, hiç kuşkusuz bizzat Allah o'na Mevlâ'dır [yardımcıdır, destekçisidir, koruyucudur, yol göstericidir], Cibrîl ve iman edenlerin sâlihleri de. Ve bunlardan sonra melekler de o'na arka çıkarlar.
Sayın yazar maide s. 38. ayetinde gördüğü çoğul kelimeyi tahrim s. 4. ayetinde görmeyerek ön kabuller dorultusunda yapılan bir okumanın örneklerini sergilemiştir.
Maide s. 33. ayetinde"Allah ve resulu ile savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezası öldürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayakları kesilmek ya da yerlerinden sürülmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara ahirette büyük azab vardır." şeklinde geçen ayet maide s. 38 . ayet benzeri olarak el keslimesinden bahsetmektedir. Ancak bu ayet ile ilgili olarak, "bu ayet mecazidir" şeklinde bit yoruma rastlayamıyoruz. Bu ayette gördüğümüz ceza şeklini firavun iman eden büyücüleri içinde kullanırken oradada " mecaz bir anlatımdır" şeklinde herhangi bir yorum göremiyoruz, çünkü mecaz olarak anlamaya ilişkin en ufak bir karine dahi yoktur, yine aynı şekilde maide s. 38. ayet içinde " mecazdır" şeklindeki ifadeleri kur'an bütünlüğü içinde değerlendirdiğimiz zaman haklı bulmak mümkün değildir.
YUSUF SURESİNDEKİ HIRSIZLIK CEZASI
Hırsızlık cezası ile ilgili olarak, yusuf as ın kıssası içinde anlatılan ve kardeşini alıkoymak için hükümdarın su kabını alıkoymak istediği kardeşinin yükünün içine koydurması ve yakaladıkları zaman "sizde hırsızın cezası nedir?" şeklindeki soruya verilen cevabın hırsızlığın bugünde olması gereken cezasının bu olduğu şeklinde bir düşüncenin dile getirildiğinede şahid oluyoruz.
-----12.074-75 «Yalancı iseniz, hırsızlığın cezası nedir?» dediler.«Onun cezası, kayıp eşya, kimin yükünde bulunursa işte o (şahsa el koymak) onun cezasıdır. Biz zalimleri böyle cezalandırırız» dediler. .
Öncelikle böyle bir düşünce kur'an için ve Allah cc için çelişki iddiasıdır. Allah cc kitabında iki farklı ceza öngörmesi kitabın çelişkisizliğinin reddi demektir. "Kuran'ı durup düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah'tan başkasından gelseydi, onda çok aykırılıklar bulurlardı." mealindeki nisa s. 82. ayetine muhalif olarak kur'anda iki farklı ceza iddiası sadece maide s.deki ayetin reddi için geçerli bir düşünce değil aksine düşünce sahibini daha vahim düşüncelere kapı açacak bir yoldur. Yakub as ın hayatta olması hırsızlık cezasının ona veya daha önceki elçilere indirilen vahiyde "alıkonulmak" şeklinde bir karşılığının olduğu şeklindeki bir çıkarım doğru bir çıkarım değildir. Yakub as ve oğlu yusuf as da birer elçidir ve ikisi hayattadır, yusuf as bulunduğu ülkenin bütün kurallarına hakim olan birisi değildir , bunu " Yusuf kardeşinin yükünden önce onlarınkini aramaya başladı; sonra kardeşinin yükünden su kabını çıkardı. İşte biz Yusuf'a böyle bir plan kullanmasını vahyettik. Çünkü hükümdarın kanunlarına göre kardeşini alıkoyamazdı, meğer ki Allah dileye. Dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her ilim sahibinden üstün bir bilen bulunur." mealindeki 76. ayetten anlıyoruz. Eğer yusuf as bulunduğu ülkenin kanunlarına uymak ile kayıtlıysa yakub as ın oğullarıda bulundukları ülkenin kanunları ile neden kayıtlı olmasınlar. Buradan, yusuf as ile kardeşlerinin iki ayrı yönetim mekanızması ile kayıtlı oldukları çıkarılabilir,çünkü hırsızlığın aynı ülke içinde iki farklı cezasının olması akla muhaldir.
Velevki hırsızlığın cezası daha önce el kesme haricinde bir ceza idi, kur'anın nüzulu ile bu cezanın değişmesi ile biz bir kul olarak Allah cc ye " önceden böyle idi şimdi neden böyle yaptın?" şeklinde bir soru cüretinde bulunabilirmiyiz?. Böyle bir sorgulama veya itiraz nahl s. 101. de"Bir ayetin yerini başka bir ayetle değiştirdiğimizde, ki Allah ne indirdiğini gayet iyi bilir onlar, «Sen sadece uyduruyorsun» derler. Hayır, öyle değildir, ama onların çoğu bunu bilmezler."mealindeki ayette buyurulduğu gibi Allah cc için " ne indirdiğini bilmiyor" veya elçisi için " sen ancak uyduruyorsun" demek anlamına gelir. ", yaptığından sorumlu değildir, onlar ise sorumlu tutulacaklardır." mealindeki enbiya s. 23. ayetini unutmadan kur'anı anlamaya çalışmak mü'minlerin görevidir.
Sonuç olarak "kur'anı teslim almak" veya "kur'ana teslim olmak" şeklinde iki farklı yol ile anlaşılmaya çalışılan kur'an ayetlerinden olan maide s. 38 . ayeti ile ilgili olarak ortaya konulan düşüncelerden olan bu ayetin hakiki anlamda el kesme değil mecazi anlamda bir el kesme olduğu yolundaki düşünceleri "kur'ana teslim olmak" metodu ile okuduğumuz zaman doğru bir düşünce olmadığı açıktır. Eziklik psikolojisinin tezahürlerinden olan ve başkalarının bu tür ayetler üzerinde yaptıkları spekülasyonların etkisinde kalınarak eğilip bükülmeye çalışılan kur'an kavram ve kelimeleri kur'an bütünlüğünde okunduğu takdirde bizlere doğru bir anlam verebilir. Bizlerin Allah cc den başkasına verilecek hesabımız olmayıp kitabımızın doğruluğunu başkalarına onaylatmak için ayetleri eğip bükmeye ihtiyacımızda yoktur, aksine böyle bir davranış bizleri mü'min olma durumundan çıkarır. Allah cc nin kitabı sadece onun bak dediği yerden bakılmalı ve öyle anlaşılmalı ve "insanlardan korkmayın benden korkun"(maide s.44) emri hatırdan çıkarılmamalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)