Kur'anın "Ahsen Elkasas" (Kıssaların en güzeli) olarak beyan ettiği Yusuf kıssası içinde geçen anlatımlarda, Yusuf'un gömleğinin önemli bir yeri olduğunu görmekteyiz. Yakub (a.s) ın yüzüne bırakılması için, oğlu Yusuf tarafından elçi vasıtası ile gönderilen gömleği , Kur'anın teşbihi anlatım üslubu çerçevesinde okumaya çalıştığımızda , sadece Yusuf'un sırtındaki bir gömlek olmaktan çıkarak , vahyin insanlar üzerinde nasıl bir etki yaptığını anlatan bir mesaja dönüşmektedir.
Bu yazımızda , gömleğin Yakub (a.s) a gidişi ve onun gözlerini açması ile ilgili ayetlerde geçen bazı kelimelerin , Kur'anın diğer ayetlerinde geçen bazı kelimeler ile alakasını kurmaya çalışacak , olayın sadece Yusuf'un bir mucizesi şeklinde okunması neticesinde, tarihsel bir boyutta bırakılmasının hatalı bir okuma olduğu düşüncesinden yola çıkarak , bu olayın evrensel bir mesajı olduğu düşüncesi ile , ilgili ayetler üzerinde tefekkürde bulunmaya gayret edeceğiz.
Bilindiği üzere Yusuf, kardeşleri tarafından kuyuya atıldıktan yıllar sonra kardeşleri ile yeniden yüz yüze gelmiştir. En küçük kardeşini yanında alıkoyan Yusuf'un diğer kardeşleri babalarına giderek durumu anlatmışlar ve babaları bu habere karşı şunları söyler.
[012.083] (Babaları) dedi ki: «Hayır, nefisleriniz sizi (böyle) bir işe
sürükledi. (Bana düşen) artık, güzel bir sabırdır. Umulur ki, Allah onların
hepsini bana getirir. Çünkü O çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.»
Yakub (a.s) bir elçidir ancak aynı zamanda bir babadır , onun Yusuf'a olan hasreti onu yıpratmış ve büyük bir üzüntüye sevk etmiştir. Onun bu durumu şu şekilde anlatılmaktadır;
[012.084] Ve onlardan yüz çevirdi ve: «Ey Yusuf'a karşı (artan
dayanılmaz) kahrım» dedi ve gözleri üzüntüsünden ağardı. Ki
yutkundukça yutkunuyordu.
Yakub (a.s) oğullarını Yusuf ve kardeşini bulmaları için geri gönderirken söylediği sözlerin içindeki "Ravh" kelimesi , Kur'anın odak kavramlarından birisidir. Ruh kelimesi ile aynı kökten türeyen bu kelime, konumuzu yakından ilgilendirmektedir.
[012.087] «Ey oğullarım, gidin, Yusuf'u ve kardeşini araştırın. Allah'ın
rahmetinden (ravhillehi)ümit kesmeyin; zira kâfir kavimden başkası Allah'ın rahmetinden (ravhillehi)ümit
kesmez.»
"Ravh" kelimesi , Kur'anda rüzgara isim olmuş bir kelimedir. Rüzgar ise, beraberinde yağmuru getiren bir esinti olup , bu yağmurun ölü beldeyi canlandırdığını beyan eden ayetleri sadece literalliği dahilinde değil , daha geniş anlamda vahyin ölüleri canlandırmasını ifade etmesi dahilinde de okunması gerektiğini düşünmekteyiz.
[007.057] Rahmetinin önünde, müjdeci olarak rüzgarları gönderen Allah'tır.
Rüzgarlar, yağmur yüklü bulutları taşıdığında, onu ölü bir memlekete gönderir,
su indirir ve onunla her türlü ürünü yetiştiririz; ölüleri de bunun gibi
diriltip, çıkarırız; belki bundan ibret alırsınız.
[035.009] Rüzgarları gönderip de bulutları yürüten Allah'tır. Biz bulutları
ölü bir yere sürüp, onunla toprağı ölümünden sonra diriltiriz. İnsanları
diriltmek de böyledir.
Kardeşleri Yusuf'un yanına geldikten sonra arada geçen konuşmalardan sonra , Yusuf kardeşlerine şunları söyler ;
İzhebû bikamîsî hâzâ fe elquhu alâ vechi ebî ye’ti basira basîran), ve’tûnî bi ehlikum ecma’în(ecma’îne).
[012.093] Siz benim şu gömleğimi! götürün de babamın yüzüne bırakın,
gözü açılır. Ve bütün ailenizle toplanıp bana gelin!»
Yusuf (a.s) gömleğinin babasının yüzüne bırakılması ile onun görür, yani "Basir" hale gelmesinin , mesaj içerikli okunması gereken ifadeler olduğunu düşünmekteyiz. Mesaj içerikli olarak okunmadığında bu ifadeler, sadece Yusuf'un bir mucizesi olarak kalacak ve bize dair söylediği bir şey olabileceği noktasında tefekkür imkanı olmayacaktır. İlgili ayetleri okumaya devam ederek , konu bittiğinde bu kelimelerin diğer ayetlerde geçişleri ile bağ kurarak mesajı okumaya çalışacağız.
Ve lemmâ fasalatil’îru kâle ebûhum innî le ecidu riha yûsufe lev lâ en tufennidûn(tufennidûni).
[012.094] Kafile ayrılınca babaları dedi ki: Bana bunak demezseniz; Yusuf'un kokusunu buluyorum.
Yakub (a.s) ın söylediği "le ecidu riha yusufe" (Yusuf'un kokusunu buluyorum) sözünü , surenin 87. ayetinde geçen "Allah'ın ravh'ından ümit kesmeyiniz" sözü ile birlikte okuduğumuzda, Allah (c.c) den ümit kesmemenin karşılığını almış olmak açısından, daha kolay anlaşılacaktır.
Fe lemmâ en cael beşiru elkahe ale vechihi fertedde basira,
kâle e lem ekul lekum innî a’lemu minallâhi mâ lâ ta’lemûn(ta’lemûne).
[012.096] Müjdeci gelip, gömleği Yakub'un yüzüne bırakınca, hemen gözleri
açıldı. Bunun üzerine Yakub «Ben size, Allah katından sizin bilmediğinizi
biliyorum dememiş miydim?» dedi.
Ayet içinde geçen ELBEŞİR , BASİRAN kelimeleri, konumuzun anahtar kelimeleridir. Anahtar kelime olarak, daha önceki ayetlerde geçen RAVHUN kelimesini de ilave ettiğimizde, bu kelimelerin Kur'an bütünlüğünde ortak yönünü bulmaya çalışarak Yakub (a.s) ın gözünün açılmasının bize dair mesajını okumak kolaylaşacaktır.
Yusuf suresini okuduğumuz zaman , bu sure içinde Kur'an tarafından teknik veya ıstılahi anlam yüklenmiş (Rab , Resul , Dalal , Aziz , Basir, Beşir , Melik v.s gibi) bazı kelimelerin, sözlük anlamlarında kullanıldıklarını görmekteyiz. Bu kullanımlar bize o kelimelerin ıstılahi anlamlarını anlamakta kolaylık sağlamaktadırlar.
[034.028] Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci (beşiran) ve uyarıcı olarak
göndermişizdir; fakat insanların çoğu bilmez.
Kur'ana baktığımızda "Beşir" (müjdeci) kelimesinin , Allah (c.c) nin insanlar içinde seçtiği ve onun mesajını iletmekle yükümlü olan kimselere verilen isimlerden birisi olduğunu görmekteyiz.
[035.019] Kör ile gören (Basiru) eşit olmaz.
[040.058] Kör ile gören (Basiru), inanıp yararlı iş işleyenlerle kötülük yapan bir
değildir. Ne kadar az düşünüyorsunuz?
Kur'anda bir çok ayet, kör (ama) ile gören (basir) in eşit olmadığını beyan etmektedir. "Ama" ve "Basir" olma halinin , kafalardaki gözlerin görüp görmemesinden daha ziyade, mecazi anlamda kullanılarak , vahye karşı olan inkarcı tavrın bir sonucu olarak, insanlardaki oluşan bir durumu tasvir anlamında kullanıldığını görmekteyiz.
Ayrıca aynı sure içinde "Basiret" kelimesinin kullanılmış olması dikkat çekicidir.
[012.108] De ki: «İşte benim yolum budur; basiret üzere Allah'a davet
ederim, ben ve bana uyanlar; Allah'ı tenzih ederim ve ben ortak koşanlardan
değilim.»
"Ravh" (rüzgar) kelimesinden türemiş olan "Ruh" kelimesinin , "İnsanlara hayat veren bir esinti" anlamında kullandığımızda , Allah (c.c) nin BEŞİRLERİ aracılığı ile, AMA (kör) olan insanları , BASİR (görür) hale getirmek için indirdiği vahiy olduğunu anlayabiliriz.
[042.052] İşte böylece Biz; sana da emrimizden bir ruh vahyettik. Sen kitab
nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz; onu, kullarımızdan dilediğimizi hidayete
eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen, dosdoğru bir yolu
göstermektesin.
Ayetleri toparlayacak olursak ; Yusuf, seçtiği elçi (El beşir) ile , gözlerine ak düşmüş olan babasına gömleğini göndererek , o gömleğin babasının yüzüne bırakılmasının sonucunda babasının, görür (Basiran) hale geleceğini söylemektedir.
Yusuf'un gömleği, bu noktada sadece bezden yapılmış bir giysi olmaktan çıkmış , metaforik bir anlama bürünerek , VAHYin insan üzerindeki etkisini anlatmaktadır.
Yakub (a.s) ın gözlerine ak düşmüş olmasını , gözlerinin açılmaya muhtaç hale gelinmiş olması şeklinde düşündüğümüzde , Yakub (a.s) ın düştüğü durum daha geniş bir anlama bürünerek , bizlere dair mesajı olan bir anlatım haline dönüşecektir.
Herhangi bir insan, hayatının herhangi bir kesitinde , başına gelen sıkıntılı bir işten dolayı vahyin aydınlatıcılığına ihtiyaç duyabilir. Yakub (a.s) ın durumunu okuduğumuzda bunu anlayabiliriz. Yakub (a.s) elçi bir kuldur fakat , onun gözlerine ak düşmesi , beşer yönünün ağır basarak oğluna olan hasretinin yani sıkıntılı bir duruma düşmesinin sonucudur.
Yakub'un oğluna olan hasretinin neticesinde gözlerine ak düşmüş olmasının , gömleğin yüzüne bırakılması sonucunda yok olmuş olmasını genelleştirerek , "Bazı insanların içinde bulunduğu sıkıntılı durumun, vahyin ona getireceği çözüm ile son bulacağı" şeklinde okuduğumuzda , Yusuf'un gömleği yani VAHY, nasıl Yakub'un yüzüne ilka edildiğinde onun gözünü nasıl BASİR hale getirdi ise bizler, içinde bulunduğumuz bir takım sıkıntılara karşı çözümü , VAHYin bizim üzerimize bırakıldığında bulacağımız , yani vahye müracaat ettiğimizde beyan edilmiş olmasını, konumuz ile ilgili ayetleri mesaj içerikli okuduğumuzda anlayabiliriz.
Bütün bunlardan sonra "Basiret" kelimesinin , Kur'an ve vahy ile ilişkilendirildiği ayetler, anlamını daha kolay bulacaktır.
[012.108] De ki: işte benim meslekim bu, basıret üzere Allaha da' davet
ederim ben ve banan tabi' olanlar, ve Allahı tesbih ile tenzih eylerim ve ben
müşriklerden değilim.
[016.108] İşte Allah'ın kalblerini, kulaklarını ve gözlerini(ebsarihim) mühürlediği
kimseler bunlardır. Gafiller de işte bunlardır.
[024.044] Allah geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirir. Doğrusu,
görebilenler için (li ulilebsari) bunda ibretler vardır.
[032.009] Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan
üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler (vel ebsare), kalpler yaratmıştır. Ne kadar az
şükrediyorsunuz!
[038.045] Güç ve basiret sahibi olan kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve
Yakub'u da hatırla.
[045.023] Heva ve hevesini tanrı edinen Allah'ın bir bilgiye
dayalı olarak şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü (basarihi) perdelediği
kimseyi gördün mü? Onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hal&
anlamıyor musunuz?
[006.104] Hakıkat Rabbınızdan size bir çok basıretler geldi artık kim
gözünü açar görürse kendi lehine, kim de körlük ederse kendi aleyhinedir ve o
halde ben size karşı muhafız değilim
[007.203] Ve sen onlara bir âyet getirmediği zaman derib toplasa idin' a
dediler, de ki: ben, ancak rabbımdan bana ne vahiy olunuyorsa ona ittiba' ederim
bütün bu Kur'an rabbınızdan gelen basıretlerdir ve iyman edecek bir kavm için
bir hidayet ve rahmettir
[017.102] [E0] Alimallah dedi: pek âlâ bilirsin ki bunları o Göklerin Yerin
rabbı, sırf birer basîret olmak üzere indirdi, her halde ben de seni ya Fir'avn!
Helâk olmuş zannediyorum
[028.043] [E0] Celâlim hakkı için biz Mûsâya o kitabı kurûnı ûlâyı ihlâk
ettiğimizden sonra nâsın vicdanlarını tenvir edecek basîretler, ve bir hidayet-ü
rahmet olmak üzere verdik, gerek ki tezekkür ederler
[045.020] Bu , insanlar için basiretlerdir, kesin bilgiyle inanan bir kavim için de bir hidayet ve bir
rahmettir.
Sonuç olarak ; Yusuf'un gömleğinin babasının üzerine atıldığında onun gözlerinin açılmış olmasını , sadece yaşanmışlığında bırakarak okumak yerine , bizlere dönük mesajlar olabileceği şeklinde bir düşünce çerçevesinde okumaya çalıştığımızda , karşımıza Kur'anın benzetme ,alegori veya metafor dediğimiz anlatım üslubu çıkmaktadır.
Gömlek , bu noktada sadece bezden yapılmış bir giysi değil , vahyin insanı görür hale getirmiş olmasının gerçek olduğunu bizlere anlatmaktadır. Yani hayatımızın herhangi bir kesitinde karşımza çıkan ve vahyin çözüm getirdiği bir soruna , elimizde olan vahiy ile çözüm bulmaya çalıştığımızda gözlerimiz BASİR hale gelerek , yolumuz aydınlanacaktır.
Bu çalışmadaki maksadımız , Kur'andaki bazı kavramların insan zihninde kalıcılık ve anlama kolaylığı sağlaması bakımından, kıssalarda geçen kelimeler ile ilişkisini kurmaya çalışmaktır. Kur'anı doğru anlamanın yollarından birisinin kelimelerin Kur'an bütünlüğü dahilinde ilişkisini kurarak okumak olduğunu göstermeye çalışmaktır.
"Basir" , "Beşir" , "Ruh" , "İlka" kelimeleri ve türevlerinin geçtiği ayetleri okuyarak , Yakub (a.s) ın "Basir" hale gelmesini anlamaya çalıştığımızda söylemek istediğimiz daha kolay anlaşılacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
Kur'anın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kur'anın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
25 Mayıs 2016 Çarşamba
26 Mart 2016 Cumartesi
Kur'anın Ferdi ve Toplumsal Alanda Pratiğe Aktarılma Sorunu Üzerine Bir Mülahaza
Kur'an yaklaşık 1500 yıl önce Mekke ve Medine şehirlerinde yaşayan insanlara indirilmiş bir kitaptır. Bu kitabın muhteviyatına baktığımızda, o günkü yaşayan insanların ekonomik , sosyal ve dini düşüncelerinin göz önüne alınarak indirilmiş ayetler olduğunu, hatta bir kısım ayetlerin "Tarihsel" denilebilecek bir durumda ve bugün yaşanan hayat içinde pratiği olmayan ayetler olduğunu söyleyebiliriz.
Kur'an indiği zaman ve mekan içinde yaşayan Arap toplumunun örfi yapısını, eğer şirk unsuru taşımıyor ise kabul etmiş , ıslaha muhtaç olanları varsa onları ıslah etmiş , eğer toplum yaşantısında şirk unsurları varsa bunları ret etmiş, ve kökten bir değişim meydana getirmiştir.
Kur'anın indiği topraklarda yaşayan insanların Arap olması, ve bu insanların binlerce yıldır süregelen yaşantılarının kazandırdığı ve onlara has olan örfleri ve adetlerinin Kur'an tarafından dikkate alınarak, "Şirk" unsuru taşımayan bir kısım örf ve adetlerin yasaklanmadığını , bunların bazı düzenlemeler ile Kur'anın nuzulü sırasında devam ettirildiğini görmekteyiz.
Bugüne geldiğimizde ise , Kur'anın insanın ferdi ve toplumsal yaşantısına dair olan hükümlerinin, 1500 yıldır yaşanan kültürel , ekonomik ve sosyal değişimler nedeni ile hayat içinde nasıl ikame edilebileceği, sorusu gündeme gelmektedir.
Bu sorunun cevabı üzerinde yapılan tartışmalar ,ve bu sorunun cevabı olarak ortaya konulan geçmişteki bazı yanlış uygulamalar, ve bu uygulamaların aynen bugünde aynen geçerli olacağı korkusu , bir kısım insanı karamsar duruma düşürerek , "Artık bu kitap yaşanan hayata dair bir şey söylemiyor" şeklinde düşüncelere itmektedir.
Kur'an gerçekten bugün yaşanan hayatın içinde uygulama imkanı kalmamış bir kitap mıdır ?. Yoksa bugün hayatı yaşayan insanların alışkanlıkları, Kur'an dışı uygulamaları içselleştirdiği için böyle bir düşünce içindemidirler?.
Bu soruların cevapları eğer doğru biçimde bulunabilirse, bugün sorun olarak görülen bazı meseleleler hallolmuş olacaktır.
"Kur'anın yaşanan hayata pratize edilmesi" denildiği zaman, bir çok insanın aklına gelen konulardan bir tanesi, "Kölelik ve Cariyelik" müessesesidir. Bu konu, İslam düşmanlarının elinde hazır bir koz olarak, Müslümanlara vurulan bir kırbaç haline gelmiş , özellikle bugün "Ehli Hadis" düşüncesini temel alan bir takım örgütlerin "İslam Devleti" adı altında yaptığı uygulamalarda, bu kurumun yeniden pratiğe geçirildiği haberlerini bile duymaktayız.
Bir çok insanın zihninde , "Bugün Kur'anı esas alan bir toplum yönetimi içinde kölelik ve cariyelik kurumu olacak mıdır?" sorusu cevap beklemektedir.
Bu sorunun cevabı bir çok kimse tarafından merak edilmektedir. En son söyleyeceğimiz sözü baştan söyleyerek, bu sorunun cevabına "HAYIR" diyebiliriz neden mi? ;
Kölelik ve cariyelik kurumu, Kur'anın nazil olması ile birlikte vaz edilmiş bir kural, yani uygulandığında sevap , uygulanmadığında günah kazandıran bir emir değildir. Bu kurum Kur'anın nuzulü öncesi Arap toplumunun hayatında var olan ve "Şirk" olarak görülen bir uygulama olmadığı için direk olarak "Haram" hükmü verilip kaldırılmamıştır.
Kur'an, köle ve cariye statüsüne tabi olanların daha insanca bir hayat sürmeleri için, gerekli olan düzenlemeleri yaparak, yani onlar için uygulanan hukuku ıslah ederek, onların önce insan olduklarını hatırlatmıştır. Bu konuda klasik İslam fıkhı tarafından üretilen, özellikle cariyeler ile nikahsız beraber olunabileceğine dair olan hükümlerin, Kur'an tarafından onaylanmadığını hatırlatmak yerinde olacaktır. Konu müstakil bir başlık altında incelenebilecek kadar geniş olduğu için, şimdilik bu kadarı ile yetinmek istiyoruz.
Bugün Kur'anı baz alan ve klasik fıkhı dikkate almayarak yeni bir Kur'ani fıkıh üreten İslami devlet yönetimi altında, "Kölelik ve Cariyelik" adında bir kurumun yeniden işlerlik kazanması artık mümkün değildir. Bu kurum, Kur'anın "Sabitesi" veya "Evrensel" bir kuralı değil, o günkü Arap toplumunun yaşantısının bir gereği olarak ,Kur'anın düzenlemeler getirerek ıslah ettiği bir kurumdur.
Bilindiği üzere bugün dünya genelinde yaşanan ekonomik hayat, faizli sisteme dayanan bir model üzerine bina edilmiştir. 1500 sene öncesi yaşanan ekonomik hayat ile bugün yaşanan ekonomik hayat birbirinden farklı olduğu için, artık faizsiz bir ekonomik modelin mümkün olmadığı düşüncesinde yola çıkılarak , Kur'anın ekonomik model tavsiyelerinin uygulanamaz olduğu savı ortaya atılmaktadır.
Öncelikle şu bilinmelidir ki ; Faiz yasağı Kur'anın bir sabitesi yani evrensel bir kuralıdır. "Faiz olmadan ekonomik hayatın devamı mümkün değildir" şeklinde bir iddia "Allah ve elçisine açılan bir savaş" anlamına gelecektir. Öncelikle böyle bir fikrin Müslüman kafalardan silinmesi, ve "Faiz olmadan ekonomik bir hayatın devamı mümkün olabilir" düşüncesi kafalarda yer ederek, teslimiyetin gereği yerine getirilmelidir.
Allah (c.c) nin kitabında "Haram" olarak beyan ettiği bir hükme karşı, pratiğinin imkansız olduğu yönündeki bazı itirazlar, ve bu itirazlara sebep olan hükümler, yaşadığımız dünya gerçekleri ile uyum sağlamıyor ise, hatayı Kur'anda değil, yaşanan hayatın kendisinde aramak gerekmektedir.
Allah (c.c) bir şeyi yasaklamış ve bu yasaklanan şey , zamanla hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelmişse , ondan ayrılmamak için dinin hükümlerini yaşanan hayata göre yeniden düzenlemek, veya hükümleri delmeye çalışmak yerine , yaşadığımız hayatı yeniden gözden geçirerek , Kur'anın hükümlerini hayata değil , hayatı Kur'anın hükümlerine uydurmak zorundayız.
Bugün maalesef bir çok Müslüman böyle bir ikilem içinde kalarak , yaşadığı hayat ile inandığını iddia ettiği kitap arasındaki uçurumu fark etmekte, fakat ne yardan ne serden vazgeçmek istemeyerek , içinde bulunduğu ikileme İslami bir kılıf uydurarak paçayı kurtarmanın derdine düşmüş durumdadır.
Bu konuda yapılan en büyük yanlış, Müslüman veya Kafir ayrımı olmadan herkesin faizli bir ekonomik modele yatkın bir yaşantı içine girmiş olması , ve böyle hayatın getirilerine alışkın olduğu için, terk edildiğinde her şeyin sil baştan değişeceği korkusudur. Yaşantısını faizli bir ekonomik model üzerine kurmuş olanların, böyle bir model harici ekonomik sistemin uygulanamaz olması iddiası, teslim olmaya değil teslim almaya yönelik düşüncelerin ürünüdür.
Arap toplumunda geçerli olan faizli ekonomi eğer, Allah (c.c) tarafından "Arap gerçeği" olarak kabul edilseydi, Allah (c.c) bu faizi kaldırmaz, daha yumuşak bir faizli sistem önermesi ile, faizli ekonomik sistemin evrensel bir kural olabileceği yönünde bizlerde de bir düşünce oluşması sağlanabilirdi. Fakat faiz , insanlara ekonomik olarak zulmetmenin evrensel bir yolu olduğu için bu yol Kur'an tarafından kıyamete değin HARAM kılınmıştır.
Bugün faizli bir ekonomik sistemin artık bazı Müslümanlar tarafından bile "Dünya gerçeği" olarak kabul edilerek, Kur'anın bu konudaki yasağının "Uygulanamaz" olduğu düşüncesinin, öncelikle imani bir problem olarak düşünülmesi gerekmektedir.
Kur'anın miras taksimine baktığımızda, Kur'an erkeğe 2 kadın hissesi vermektedir. Mirasın Arap toplumu tarihsel arka planına baktığımızda , kadının mirastan mahrum edilmesi söz konusudur. Erkeğin 2 kadın hissesi almasının gerekçesi olarak , erkeklerin evin maişetini temin etme noktasında sorumlu olmaları, onların kadınlara göre daha fazla hisse almalarını da beraberinde getirmektedir.
Bugün yaşadığımız dünyaya baktığımızda , kadınlarında aynen erkekler gibi , iş hayatının her kolunda faal olduğunu , artık ekonomik bağımsızlıklarını kazanan bireyler olduklarını görmekteyiz.
Bu durumu göz önünde bulundurarak , "Kur'an erkeklerin evin ihtiyacını temin etmekle görevli olduğu bir zamanda böyle bir hüküm vaz etmiş , şimdi ise artık kadın erkek gibi evin ihtiyaçlarını temin için çalışmaktadır, onun için mirastaki payı eşit olmalıdır" diyerek , Kur'anın bu hükmünü tarihsel bir hüküm olarak görmek ne derece doğru olacaktır ?.
Kadınların çalışmasına karşı olmamakla birlikte, kadının iş hayatının içine çekilmesi, erkeklerin az olması sonucunda doğan mecburi bir ihtiyaçtan dolayı değil , kapitalist sistemin insanı daha çok harcaması gerektiği üzerine bina ettiği bir yaşam düzeninden doğan suni mecburiyet sonucudur.
Bugün çalışan bir kadının sorunu , çalışan bir erkekten daha fazladır. Çocuk bakımı veya evin yapılması gereken işleri, büyük çoğunlukla kadının üzerindedir. Kadınların çalışması nedeniyle kreşlere ve bakıcılara teslim edilen çocukların, aile sıcaklığından mahrum kalarak büyümeleri ve kadının çalışması nedeniyle bozulan aile yapısının boşanmalar ile yıkılması işin diğer sosyolojik ve psikolojik boyutudur.Kadınların istihdamı nedeniyle bugün bir çok erkeğin erkeğin işsiz olması da üzerinde tartışılması gereken bir konudur.
Kadının zaman içinde değişen konumu nedeniyle , Kur'anın miras taksimi konusundaki hükmünün geçersiz olması gerektiği iddiası yeniden düşünülmelidir. Çünkü bu hükmün geçersiz olması gerektiği düşüncesi, kadının hayat içindeki yerinin kapitalist sistem tarafından değişime uğratılması sebebi iledir. Kadının çalışmış olması sebebi ile , o kadının mirastan eşit pay almasını gerektirip gerektirmediği konusu Kur'an hükümlerinin ciddiye alınmaması ve zamana göre yeniden tanzimi anlamını taşımaktadır , kanaatimiz o dur ki Kur'anın kadının payı ile ilgili olan miras taksimi tarihsel değil evrensel bir hükümdür.
Bugün Kur'anın toplumun yönetimi ile ilgili olarak nasıl bir sistem önerdiği , yine Kur'anın uygulanabilirliği konusunda şüphe içinde olanların kafasını karıştıran konuların başında gelmekte olup, bir kısım Müslümanları, " Kıralım dizimizi mevcut yönetimin bize verdikleri ile idare edelim" şeklinde bir düşünce içine sokmuştur. Hatta bir kısım Müslümanlar , "Bundan iyisi Şam da kayısı" diyerek bu konuda daha teslimiyetçi bir tavır içine dahi girebilmektedir.
Adına "Demokrasi" denilen sistemin İslama gayet uygun olduğu, ve bu sistem içinde yaşamanın herhangi bir mahzuru olmadığı gibi düşünceler, özellikle son yıllarda Türkiye de iktidar olan mevcut siyasi partinin muhafazakar bir söylem içinde olması neticesinde , bu düşüncelerin dahada yaygınlaşmasına sebep olmuştur.
Demokrasi ; Yunanca da "Halk yönetimi" anlamına gelen bir kelime olup , insanlara seçim hakkı tanıyan bir yönetim sistemidir. Asıl olan yönetimin hangi esasları baz alarak halka seçim hakkı tanıdığıdır. Türkiye ye baktığımızda demokratik sistem , Kemalist ve laik bir temele oturtulmuş olan ve bu temel üzerine kurulmuş olan partilerin birisinin seçimler sonucunda iktidar olmasını sağlayan bir sistemdir.
Türkiye üzerinde yaşayan büyük bir kesim Müslüman , böyle bir temele oturmuş olan siyasi partilerin birisini tercih ederek , kemalist ve laik temelli bir yönetimin devamını, demokratik sistemin bize tanıdığı bir hak olan seçim sistemi ile sağlamakta, ve bazılarımız ise bundan bırakın rahatsızlık duymayı , bu sistemi hararetle savunarak, bu sistemi kabul etmeyenlere karşı çıkmaktadır.
Gerekçe olarak ise , Kur'anın önerdiği bir sistemin artık uygulama imkanı kalmadığı , hiç olmazsa ucundan kıyısından verilen tavizler ile yetinmek gerektiği , mevcut sistemin imkanlarından yararlanmanın, bu sistemi desteklemeyi gerektiği, gibi sözlerle Müslümanlar atalet içine düşürülmeye çalışılmaktadır.
Şurası bilinmelidir ki ; Mevcut sistemin imkanlarından yararlanıyor olmak , o sistemi desteklemenin gerekçesi ve şartı asla olamaz. Bu düşünceler Firavunun Musa (a.s) a zamanında kendi imkanlarından faydalandığı "Sen Kafirsin" demesine benzemekte olup , "Errezzak" ismini sisteme vermek anlamına gelmektedir.
Bugün Müslümanlar olarak en büyük sorunumuz , içinde yaşadığımız sisteme tamamen entegre olmamız ,ve bu entegrasyondan kurtulmak gibi bir istek içinde olmayışımızdır. Hal böyle olunca da bütün meselemiz artık , içinde bulunduğumuz entegrasyona bir kılıf uydurarak , vicdanımızı rahatlatmanın derdine düşmek, kitabı ve düşüncelerimizi bu entegrasyon doğrultusunda yeniden düzenlemek olmaktadır.
"Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy" sözünü bu şekilde hayata yansıtan bizler , içimizi rahatlatan sözleri söyleyenleri duyunca, onlara can simidi yapışarak, onları bir kurtarıcı kahraman olarak görmekteyiz.
Ama Kur'an ortada ve "Ben Müslümanlardanım" diyenlere yüklediği sorumluluklar açık ve nettir. Kur'an bizlere yaşadığımız hayat içinde nasıl bir yol izleyeceğimizi yaşanmış hayatlar ile anlatan bir kitaptır. Elçilerin anlatılan kıssaları onların toplumları içinde nasıl bir tavır sergilediklerini bizlere anlatmaktadır.
Hiç bir elçi yaşadığı toplumun yanlışlarına karşı "Bunlar dünya gerçeği" diyerek onlarla hiç bir şekilde müdahanede bulunmamış, toplumun "Şirk" unsuru taşıyan yanlışlarına karşı, kimseden korkmadan çekinmeden doğru olanı tebliğ etmişlerdir.
Bizler yaşadığımız hayat içinde Müslümanca bir hayat yaşamaya çalışmak ile mükellefiz. Eğer bu mümkün olmuyorsa, bu hayatı terk etmek gibi bir ruhsat maalesef bizlere verilmemiştir. İbrahim'in ateşine su taşıyan karınca , "Nasılsa benin bu ateşi söndürmeye gücüm yetmez" diyerek geri durmamış "Safım belli olsun" diyerek safını İbrahim den yana seçmiştir.
Bizlere ne oluyor ki "Bu ateşi biz söndüremeyiz" diyerek, safımızı Nemrutlar dan yana seçiyoruz ?. Bizlerin, toplumu yöneten kuralları İslamileştirmeye gücümüz ve sayımız belki yetmeyebilir, ancak toplumun bu kurallar ile yönetilmesi tarafında safımızı seçmememiz için hiç bir neden yoktur.
Yunus (a.s) gibi "Ben bu toplumu adam edemem" diyerek kaçmanın neticesi, onun üzerinden verilen bir örnekle bizlere anlatılmıştır. Bizler neticeye varmak gibi bir mecburiyet içinde olmamakla birlikte , inandığımız doğrulardan taviz vermeden o yolda dosdoğru yılmadan, ve kimseden korkmadan yürümek mecburiyetindeyiz.
1500 sene inmiş olan bir kitabın içindeki hükümlerin , bugün yaşayan insan hayatında nasıl yer edebileceği konusunun konuşulabilmesi , öncelikle kendimizi yaşadığımız dünyanın şartlarına mahkum olduğumuz gibi bir düşünce içinde olmaktan kurtulmak ile mümkün olacaktır. Kendisinin yaşadığı dünyanın şartlarına mahkum olduğuna inanan kimse , yaşadığı hayatın yanlışlarını görmemek için, bin bir yol aramak zorunda kalacaktır.
Dinin sabiteleri denildiği zaman akla gelen ilk şey , ihlal edildiğinde bizi Allah (c.c) katında sorumlu düşürmesi olmalıdır. Eğer yaptığımız bir fiil ve söylediğimiz bir söz bizi Kur'an nazarından bakıldığında sorumlu duruma düşürüyorsa bu hükümler "Dinin Sabitesi" olarak evrensel bir anlam taşımaktadır. Yaşanan hiç bir zaman ve mekanda bu hükümlerin tarihselliği veya uygulanamazlığı tartışma konusu bile yapılamaz.
Kur'an, içindeki hükümlerin genel bir çerçeve çizilmesi itibarı ile insanın yaşadağı zaman ve şartları dikkate alan ana hükümler vaz etmektedir. Örneğin ; Hırsızlık suçuna el kesme olarak ceza öneren Kur'an , bu cezanın hangi derecede yapılan hırsızlık suçuna uygulanması gerektiğini hukukçuların içtihadına bırakmıştır. Kur'an içinde hükmü bulunmayan bir suç ise , Kur'anın önerdiği suça ceza mantığı çerçevesinde yine hukukçular tarafından belirlenecektir.
Kur'an "Sabite" olarak tavsif edebileceğimiz hükümleri ile sadece indiği zaman ve mekanda yaşayan Araplara hitap etmekle kalmamış , içtihat yapılabilecek şekilde hükümler vaz ederek , evrenselliğini kıyamete değin koruyacaktır. İçindeki bazı "Tarihsel" olarak okunabilecek ayetleri öne sürerek , bu kitabın tarihselliğini iddia etmek , bizleri başka kitaplara yöneltecektir. Başka kitaplara yönelerek , bu kitaplar doğrultusunda hayatı tanzim etmenin karşılığı ise yine bu kitap içinde bizlere haber verilmektedir.
Sonuç olarak ; Kur'anın ferdi ve toplumsal alanda uygulanabilirliği sorunu üzerinde yapılan bazı mütalaalar , kendisine Müslüman diyen bir kısım insanın, yaşadığı zaman içindeki hayat sistemi ile entegre olması sonucunda , gündeme gelmektedir. Yaşadığı hayattan kendisini kurtarmak istemeyen bir kısım Müslüman yaşadığı hayatı Kur'ana uygun olduğuna kendisini inandırmak için Kur'an içindeki bazı hükümlerin artık uygulama alanı kalmadığından yola çıkarak yeni söylem üretmeye , veya bu tür söylem üretenlerin peşine takılmaya heves etmektedir.
Kur'an geneline baktığımızda elçiler ve onunla birlikte olanların yaşamaya çalıştıkları hayatların , kavimlerinin şirkine karşı , Tevhidi bir duruş şeklinde gerçekleştiğini görebiliriz. Şimdi bu kitaba iman ettiğini iddia eden bazı hayatlara baktığımızda , yaşadığımız toplumun yanlışlarını kabullenerek onlara İslami bir kılıf giydirmek için atılan taklaları görmekteyiz.
İslam kelimesinin anlamı "Teslim olmak" olduğuna göre , bizlere iman ettiğimiz kitaba teslim olmakla yükümlü olan insanlarız. Eğer bu kitap içindeki bazı hükümler ile yaşadığımız hayat çakışıyor ise, kitabı değil yaşadığımız hayatı değiştirmek zorundayız.
Kur'an genelinde kıssa yolu ile yapılan anlatımların merkezinde , yaşadıkları şirk merkezli hayatı değiştirmek istemeyenler ile , bu hayatı değiştirenlerin mücadeleleri görülmektedir. Bizler bu hayatları dikkate alarak olması gerekeni onlardan öğrenmek gibi zorunluluk içindeyiz. Yaşadığımız hayatı değiştirmenin zorluklarına katlanamayarak , bu hayatı içselleştirmek , ve bu hayatlara İslami bir kılıf uydurmaya çalışmak, teslim olmak değil , teslim Almak anlamına gelecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kur'an indiği zaman ve mekan içinde yaşayan Arap toplumunun örfi yapısını, eğer şirk unsuru taşımıyor ise kabul etmiş , ıslaha muhtaç olanları varsa onları ıslah etmiş , eğer toplum yaşantısında şirk unsurları varsa bunları ret etmiş, ve kökten bir değişim meydana getirmiştir.
Kur'anın indiği topraklarda yaşayan insanların Arap olması, ve bu insanların binlerce yıldır süregelen yaşantılarının kazandırdığı ve onlara has olan örfleri ve adetlerinin Kur'an tarafından dikkate alınarak, "Şirk" unsuru taşımayan bir kısım örf ve adetlerin yasaklanmadığını , bunların bazı düzenlemeler ile Kur'anın nuzulü sırasında devam ettirildiğini görmekteyiz.
Bugüne geldiğimizde ise , Kur'anın insanın ferdi ve toplumsal yaşantısına dair olan hükümlerinin, 1500 yıldır yaşanan kültürel , ekonomik ve sosyal değişimler nedeni ile hayat içinde nasıl ikame edilebileceği, sorusu gündeme gelmektedir.
Bu sorunun cevabı üzerinde yapılan tartışmalar ,ve bu sorunun cevabı olarak ortaya konulan geçmişteki bazı yanlış uygulamalar, ve bu uygulamaların aynen bugünde aynen geçerli olacağı korkusu , bir kısım insanı karamsar duruma düşürerek , "Artık bu kitap yaşanan hayata dair bir şey söylemiyor" şeklinde düşüncelere itmektedir.
Kur'an gerçekten bugün yaşanan hayatın içinde uygulama imkanı kalmamış bir kitap mıdır ?. Yoksa bugün hayatı yaşayan insanların alışkanlıkları, Kur'an dışı uygulamaları içselleştirdiği için böyle bir düşünce içindemidirler?.
Bu soruların cevapları eğer doğru biçimde bulunabilirse, bugün sorun olarak görülen bazı meseleleler hallolmuş olacaktır.
"Kur'anın yaşanan hayata pratize edilmesi" denildiği zaman, bir çok insanın aklına gelen konulardan bir tanesi, "Kölelik ve Cariyelik" müessesesidir. Bu konu, İslam düşmanlarının elinde hazır bir koz olarak, Müslümanlara vurulan bir kırbaç haline gelmiş , özellikle bugün "Ehli Hadis" düşüncesini temel alan bir takım örgütlerin "İslam Devleti" adı altında yaptığı uygulamalarda, bu kurumun yeniden pratiğe geçirildiği haberlerini bile duymaktayız.
Bir çok insanın zihninde , "Bugün Kur'anı esas alan bir toplum yönetimi içinde kölelik ve cariyelik kurumu olacak mıdır?" sorusu cevap beklemektedir.
Bu sorunun cevabı bir çok kimse tarafından merak edilmektedir. En son söyleyeceğimiz sözü baştan söyleyerek, bu sorunun cevabına "HAYIR" diyebiliriz neden mi? ;
Kölelik ve cariyelik kurumu, Kur'anın nazil olması ile birlikte vaz edilmiş bir kural, yani uygulandığında sevap , uygulanmadığında günah kazandıran bir emir değildir. Bu kurum Kur'anın nuzulü öncesi Arap toplumunun hayatında var olan ve "Şirk" olarak görülen bir uygulama olmadığı için direk olarak "Haram" hükmü verilip kaldırılmamıştır.
Kur'an, köle ve cariye statüsüne tabi olanların daha insanca bir hayat sürmeleri için, gerekli olan düzenlemeleri yaparak, yani onlar için uygulanan hukuku ıslah ederek, onların önce insan olduklarını hatırlatmıştır. Bu konuda klasik İslam fıkhı tarafından üretilen, özellikle cariyeler ile nikahsız beraber olunabileceğine dair olan hükümlerin, Kur'an tarafından onaylanmadığını hatırlatmak yerinde olacaktır. Konu müstakil bir başlık altında incelenebilecek kadar geniş olduğu için, şimdilik bu kadarı ile yetinmek istiyoruz.
Bugün Kur'anı baz alan ve klasik fıkhı dikkate almayarak yeni bir Kur'ani fıkıh üreten İslami devlet yönetimi altında, "Kölelik ve Cariyelik" adında bir kurumun yeniden işlerlik kazanması artık mümkün değildir. Bu kurum, Kur'anın "Sabitesi" veya "Evrensel" bir kuralı değil, o günkü Arap toplumunun yaşantısının bir gereği olarak ,Kur'anın düzenlemeler getirerek ıslah ettiği bir kurumdur.
Bilindiği üzere bugün dünya genelinde yaşanan ekonomik hayat, faizli sisteme dayanan bir model üzerine bina edilmiştir. 1500 sene öncesi yaşanan ekonomik hayat ile bugün yaşanan ekonomik hayat birbirinden farklı olduğu için, artık faizsiz bir ekonomik modelin mümkün olmadığı düşüncesinde yola çıkılarak , Kur'anın ekonomik model tavsiyelerinin uygulanamaz olduğu savı ortaya atılmaktadır.
Öncelikle şu bilinmelidir ki ; Faiz yasağı Kur'anın bir sabitesi yani evrensel bir kuralıdır. "Faiz olmadan ekonomik hayatın devamı mümkün değildir" şeklinde bir iddia "Allah ve elçisine açılan bir savaş" anlamına gelecektir. Öncelikle böyle bir fikrin Müslüman kafalardan silinmesi, ve "Faiz olmadan ekonomik bir hayatın devamı mümkün olabilir" düşüncesi kafalarda yer ederek, teslimiyetin gereği yerine getirilmelidir.
Allah (c.c) nin kitabında "Haram" olarak beyan ettiği bir hükme karşı, pratiğinin imkansız olduğu yönündeki bazı itirazlar, ve bu itirazlara sebep olan hükümler, yaşadığımız dünya gerçekleri ile uyum sağlamıyor ise, hatayı Kur'anda değil, yaşanan hayatın kendisinde aramak gerekmektedir.
Allah (c.c) bir şeyi yasaklamış ve bu yasaklanan şey , zamanla hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelmişse , ondan ayrılmamak için dinin hükümlerini yaşanan hayata göre yeniden düzenlemek, veya hükümleri delmeye çalışmak yerine , yaşadığımız hayatı yeniden gözden geçirerek , Kur'anın hükümlerini hayata değil , hayatı Kur'anın hükümlerine uydurmak zorundayız.
Bugün maalesef bir çok Müslüman böyle bir ikilem içinde kalarak , yaşadığı hayat ile inandığını iddia ettiği kitap arasındaki uçurumu fark etmekte, fakat ne yardan ne serden vazgeçmek istemeyerek , içinde bulunduğu ikileme İslami bir kılıf uydurarak paçayı kurtarmanın derdine düşmüş durumdadır.
Bu konuda yapılan en büyük yanlış, Müslüman veya Kafir ayrımı olmadan herkesin faizli bir ekonomik modele yatkın bir yaşantı içine girmiş olması , ve böyle hayatın getirilerine alışkın olduğu için, terk edildiğinde her şeyin sil baştan değişeceği korkusudur. Yaşantısını faizli bir ekonomik model üzerine kurmuş olanların, böyle bir model harici ekonomik sistemin uygulanamaz olması iddiası, teslim olmaya değil teslim almaya yönelik düşüncelerin ürünüdür.
Arap toplumunda geçerli olan faizli ekonomi eğer, Allah (c.c) tarafından "Arap gerçeği" olarak kabul edilseydi, Allah (c.c) bu faizi kaldırmaz, daha yumuşak bir faizli sistem önermesi ile, faizli ekonomik sistemin evrensel bir kural olabileceği yönünde bizlerde de bir düşünce oluşması sağlanabilirdi. Fakat faiz , insanlara ekonomik olarak zulmetmenin evrensel bir yolu olduğu için bu yol Kur'an tarafından kıyamete değin HARAM kılınmıştır.
Bugün faizli bir ekonomik sistemin artık bazı Müslümanlar tarafından bile "Dünya gerçeği" olarak kabul edilerek, Kur'anın bu konudaki yasağının "Uygulanamaz" olduğu düşüncesinin, öncelikle imani bir problem olarak düşünülmesi gerekmektedir.
Kur'anın miras taksimine baktığımızda, Kur'an erkeğe 2 kadın hissesi vermektedir. Mirasın Arap toplumu tarihsel arka planına baktığımızda , kadının mirastan mahrum edilmesi söz konusudur. Erkeğin 2 kadın hissesi almasının gerekçesi olarak , erkeklerin evin maişetini temin etme noktasında sorumlu olmaları, onların kadınlara göre daha fazla hisse almalarını da beraberinde getirmektedir.
Bugün yaşadığımız dünyaya baktığımızda , kadınlarında aynen erkekler gibi , iş hayatının her kolunda faal olduğunu , artık ekonomik bağımsızlıklarını kazanan bireyler olduklarını görmekteyiz.
Bu durumu göz önünde bulundurarak , "Kur'an erkeklerin evin ihtiyacını temin etmekle görevli olduğu bir zamanda böyle bir hüküm vaz etmiş , şimdi ise artık kadın erkek gibi evin ihtiyaçlarını temin için çalışmaktadır, onun için mirastaki payı eşit olmalıdır" diyerek , Kur'anın bu hükmünü tarihsel bir hüküm olarak görmek ne derece doğru olacaktır ?.
Kadınların çalışmasına karşı olmamakla birlikte, kadının iş hayatının içine çekilmesi, erkeklerin az olması sonucunda doğan mecburi bir ihtiyaçtan dolayı değil , kapitalist sistemin insanı daha çok harcaması gerektiği üzerine bina ettiği bir yaşam düzeninden doğan suni mecburiyet sonucudur.
Bugün çalışan bir kadının sorunu , çalışan bir erkekten daha fazladır. Çocuk bakımı veya evin yapılması gereken işleri, büyük çoğunlukla kadının üzerindedir. Kadınların çalışması nedeniyle kreşlere ve bakıcılara teslim edilen çocukların, aile sıcaklığından mahrum kalarak büyümeleri ve kadının çalışması nedeniyle bozulan aile yapısının boşanmalar ile yıkılması işin diğer sosyolojik ve psikolojik boyutudur.Kadınların istihdamı nedeniyle bugün bir çok erkeğin erkeğin işsiz olması da üzerinde tartışılması gereken bir konudur.
Kadının zaman içinde değişen konumu nedeniyle , Kur'anın miras taksimi konusundaki hükmünün geçersiz olması gerektiği iddiası yeniden düşünülmelidir. Çünkü bu hükmün geçersiz olması gerektiği düşüncesi, kadının hayat içindeki yerinin kapitalist sistem tarafından değişime uğratılması sebebi iledir. Kadının çalışmış olması sebebi ile , o kadının mirastan eşit pay almasını gerektirip gerektirmediği konusu Kur'an hükümlerinin ciddiye alınmaması ve zamana göre yeniden tanzimi anlamını taşımaktadır , kanaatimiz o dur ki Kur'anın kadının payı ile ilgili olan miras taksimi tarihsel değil evrensel bir hükümdür.
Bugün Kur'anın toplumun yönetimi ile ilgili olarak nasıl bir sistem önerdiği , yine Kur'anın uygulanabilirliği konusunda şüphe içinde olanların kafasını karıştıran konuların başında gelmekte olup, bir kısım Müslümanları, " Kıralım dizimizi mevcut yönetimin bize verdikleri ile idare edelim" şeklinde bir düşünce içine sokmuştur. Hatta bir kısım Müslümanlar , "Bundan iyisi Şam da kayısı" diyerek bu konuda daha teslimiyetçi bir tavır içine dahi girebilmektedir.
Adına "Demokrasi" denilen sistemin İslama gayet uygun olduğu, ve bu sistem içinde yaşamanın herhangi bir mahzuru olmadığı gibi düşünceler, özellikle son yıllarda Türkiye de iktidar olan mevcut siyasi partinin muhafazakar bir söylem içinde olması neticesinde , bu düşüncelerin dahada yaygınlaşmasına sebep olmuştur.
Demokrasi ; Yunanca da "Halk yönetimi" anlamına gelen bir kelime olup , insanlara seçim hakkı tanıyan bir yönetim sistemidir. Asıl olan yönetimin hangi esasları baz alarak halka seçim hakkı tanıdığıdır. Türkiye ye baktığımızda demokratik sistem , Kemalist ve laik bir temele oturtulmuş olan ve bu temel üzerine kurulmuş olan partilerin birisinin seçimler sonucunda iktidar olmasını sağlayan bir sistemdir.
Türkiye üzerinde yaşayan büyük bir kesim Müslüman , böyle bir temele oturmuş olan siyasi partilerin birisini tercih ederek , kemalist ve laik temelli bir yönetimin devamını, demokratik sistemin bize tanıdığı bir hak olan seçim sistemi ile sağlamakta, ve bazılarımız ise bundan bırakın rahatsızlık duymayı , bu sistemi hararetle savunarak, bu sistemi kabul etmeyenlere karşı çıkmaktadır.
Gerekçe olarak ise , Kur'anın önerdiği bir sistemin artık uygulama imkanı kalmadığı , hiç olmazsa ucundan kıyısından verilen tavizler ile yetinmek gerektiği , mevcut sistemin imkanlarından yararlanmanın, bu sistemi desteklemeyi gerektiği, gibi sözlerle Müslümanlar atalet içine düşürülmeye çalışılmaktadır.
Şurası bilinmelidir ki ; Mevcut sistemin imkanlarından yararlanıyor olmak , o sistemi desteklemenin gerekçesi ve şartı asla olamaz. Bu düşünceler Firavunun Musa (a.s) a zamanında kendi imkanlarından faydalandığı "Sen Kafirsin" demesine benzemekte olup , "Errezzak" ismini sisteme vermek anlamına gelmektedir.
Bugün Müslümanlar olarak en büyük sorunumuz , içinde yaşadığımız sisteme tamamen entegre olmamız ,ve bu entegrasyondan kurtulmak gibi bir istek içinde olmayışımızdır. Hal böyle olunca da bütün meselemiz artık , içinde bulunduğumuz entegrasyona bir kılıf uydurarak , vicdanımızı rahatlatmanın derdine düşmek, kitabı ve düşüncelerimizi bu entegrasyon doğrultusunda yeniden düzenlemek olmaktadır.
"Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy" sözünü bu şekilde hayata yansıtan bizler , içimizi rahatlatan sözleri söyleyenleri duyunca, onlara can simidi yapışarak, onları bir kurtarıcı kahraman olarak görmekteyiz.
Ama Kur'an ortada ve "Ben Müslümanlardanım" diyenlere yüklediği sorumluluklar açık ve nettir. Kur'an bizlere yaşadığımız hayat içinde nasıl bir yol izleyeceğimizi yaşanmış hayatlar ile anlatan bir kitaptır. Elçilerin anlatılan kıssaları onların toplumları içinde nasıl bir tavır sergilediklerini bizlere anlatmaktadır.
Hiç bir elçi yaşadığı toplumun yanlışlarına karşı "Bunlar dünya gerçeği" diyerek onlarla hiç bir şekilde müdahanede bulunmamış, toplumun "Şirk" unsuru taşıyan yanlışlarına karşı, kimseden korkmadan çekinmeden doğru olanı tebliğ etmişlerdir.
Bizler yaşadığımız hayat içinde Müslümanca bir hayat yaşamaya çalışmak ile mükellefiz. Eğer bu mümkün olmuyorsa, bu hayatı terk etmek gibi bir ruhsat maalesef bizlere verilmemiştir. İbrahim'in ateşine su taşıyan karınca , "Nasılsa benin bu ateşi söndürmeye gücüm yetmez" diyerek geri durmamış "Safım belli olsun" diyerek safını İbrahim den yana seçmiştir.
Bizlere ne oluyor ki "Bu ateşi biz söndüremeyiz" diyerek, safımızı Nemrutlar dan yana seçiyoruz ?. Bizlerin, toplumu yöneten kuralları İslamileştirmeye gücümüz ve sayımız belki yetmeyebilir, ancak toplumun bu kurallar ile yönetilmesi tarafında safımızı seçmememiz için hiç bir neden yoktur.
Yunus (a.s) gibi "Ben bu toplumu adam edemem" diyerek kaçmanın neticesi, onun üzerinden verilen bir örnekle bizlere anlatılmıştır. Bizler neticeye varmak gibi bir mecburiyet içinde olmamakla birlikte , inandığımız doğrulardan taviz vermeden o yolda dosdoğru yılmadan, ve kimseden korkmadan yürümek mecburiyetindeyiz.
1500 sene inmiş olan bir kitabın içindeki hükümlerin , bugün yaşayan insan hayatında nasıl yer edebileceği konusunun konuşulabilmesi , öncelikle kendimizi yaşadığımız dünyanın şartlarına mahkum olduğumuz gibi bir düşünce içinde olmaktan kurtulmak ile mümkün olacaktır. Kendisinin yaşadığı dünyanın şartlarına mahkum olduğuna inanan kimse , yaşadığı hayatın yanlışlarını görmemek için, bin bir yol aramak zorunda kalacaktır.
Dinin sabiteleri denildiği zaman akla gelen ilk şey , ihlal edildiğinde bizi Allah (c.c) katında sorumlu düşürmesi olmalıdır. Eğer yaptığımız bir fiil ve söylediğimiz bir söz bizi Kur'an nazarından bakıldığında sorumlu duruma düşürüyorsa bu hükümler "Dinin Sabitesi" olarak evrensel bir anlam taşımaktadır. Yaşanan hiç bir zaman ve mekanda bu hükümlerin tarihselliği veya uygulanamazlığı tartışma konusu bile yapılamaz.
Kur'an, içindeki hükümlerin genel bir çerçeve çizilmesi itibarı ile insanın yaşadağı zaman ve şartları dikkate alan ana hükümler vaz etmektedir. Örneğin ; Hırsızlık suçuna el kesme olarak ceza öneren Kur'an , bu cezanın hangi derecede yapılan hırsızlık suçuna uygulanması gerektiğini hukukçuların içtihadına bırakmıştır. Kur'an içinde hükmü bulunmayan bir suç ise , Kur'anın önerdiği suça ceza mantığı çerçevesinde yine hukukçular tarafından belirlenecektir.
Kur'an "Sabite" olarak tavsif edebileceğimiz hükümleri ile sadece indiği zaman ve mekanda yaşayan Araplara hitap etmekle kalmamış , içtihat yapılabilecek şekilde hükümler vaz ederek , evrenselliğini kıyamete değin koruyacaktır. İçindeki bazı "Tarihsel" olarak okunabilecek ayetleri öne sürerek , bu kitabın tarihselliğini iddia etmek , bizleri başka kitaplara yöneltecektir. Başka kitaplara yönelerek , bu kitaplar doğrultusunda hayatı tanzim etmenin karşılığı ise yine bu kitap içinde bizlere haber verilmektedir.
Sonuç olarak ; Kur'anın ferdi ve toplumsal alanda uygulanabilirliği sorunu üzerinde yapılan bazı mütalaalar , kendisine Müslüman diyen bir kısım insanın, yaşadığı zaman içindeki hayat sistemi ile entegre olması sonucunda , gündeme gelmektedir. Yaşadığı hayattan kendisini kurtarmak istemeyen bir kısım Müslüman yaşadığı hayatı Kur'ana uygun olduğuna kendisini inandırmak için Kur'an içindeki bazı hükümlerin artık uygulama alanı kalmadığından yola çıkarak yeni söylem üretmeye , veya bu tür söylem üretenlerin peşine takılmaya heves etmektedir.
Kur'an geneline baktığımızda elçiler ve onunla birlikte olanların yaşamaya çalıştıkları hayatların , kavimlerinin şirkine karşı , Tevhidi bir duruş şeklinde gerçekleştiğini görebiliriz. Şimdi bu kitaba iman ettiğini iddia eden bazı hayatlara baktığımızda , yaşadığımız toplumun yanlışlarını kabullenerek onlara İslami bir kılıf giydirmek için atılan taklaları görmekteyiz.
İslam kelimesinin anlamı "Teslim olmak" olduğuna göre , bizlere iman ettiğimiz kitaba teslim olmakla yükümlü olan insanlarız. Eğer bu kitap içindeki bazı hükümler ile yaşadığımız hayat çakışıyor ise, kitabı değil yaşadığımız hayatı değiştirmek zorundayız.
Kur'an genelinde kıssa yolu ile yapılan anlatımların merkezinde , yaşadıkları şirk merkezli hayatı değiştirmek istemeyenler ile , bu hayatı değiştirenlerin mücadeleleri görülmektedir. Bizler bu hayatları dikkate alarak olması gerekeni onlardan öğrenmek gibi zorunluluk içindeyiz. Yaşadığımız hayatı değiştirmenin zorluklarına katlanamayarak , bu hayatı içselleştirmek , ve bu hayatlara İslami bir kılıf uydurmaya çalışmak, teslim olmak değil , teslim Almak anlamına gelecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
3 Şubat 2016 Çarşamba
Kur'anın Mesel İle Anlatımına Örnek : TAKVA ELBİSESİ
Mesel yolu ile anlatım metodu , verilmek istenilen mesajın insanlar tarafından en kolay biçimde anlaşılmasını sağlaması açısından , Kur'anın sıkça kullandığı metotlardan birisidir. "Elbise" kelimesinin ifade ettiği anlam, her insanın bilgisi dahilinde olup , Kur'an bu kelimenin ifade ettiği anlamı mesel yolu ile anlatarak, elbisenin insan için olan değerini ve gereğini öne çıkarmak sureti ile, imanın değerini ve gereğini bizlere anlatmaktadır.
[016.081] Allah yarattıklarından size gölgeler yapmış; dağlarda sığınacağınız barınaklar var etmiş, sizi sıcaktan koruyacak elbiseler, harpte sizi koruyacak zırhlar vermiştir. Size olan nimetini müslüman olasınız diye işte bu şekilde tamamlamaktadır.
Araf suresi içinde geçen Adem ve İblis kıssasındaki "Elbise" meseli üzerinden verilen mesajı okumaya çalışmak , bu yazımızın konusu olacaktır.
Adem ve İblis kıssasının , Araf suresi içinde geçen bölümüne baktığımızda , Şeytanın Adem ile eşine vesvese vererek onları çıplak bıraktığı anlatılmaktadır. Bu çıplaklığı anlamak için , önce insanın fıtratında bulunan örtünme gereksinimini dikkate almak gerektiğini düşünmekteyiz.
Allah (c.c) insana yaratılışından gelen bazı hasletler yüklemiş , ve insanlar yaşamlarını bu hasletler dairesinde devam ettirmektedirler. Örtünme , insana yaratılışı gereği verilmiş olan bu hasletlerden bir tanesidir. Kendilerine gelebilecek her türlü dış etkilerden korunmak için bütün insanlar, "Elbise" denilen giysiler ile hayat sürerler. Örtünme ihtiyacı, bir insanın en temel ihtiyaçlarından birisi olup , çıplaklık arızi bir durum olarak görülür.
Adem ve İblis kıssasının Araf suresi içinde geçen bölümünde , insandaki bu fıtri haslete dikkat çekilerek, mesel ile anlatım metodu üzerinden , giyinmeye olan ihtiyaç ile vahye olan ihtiyaç, çıplaklık ile vahye aykırı hareket etmek arasında bir bağ kurularak , bizlere mesaj verilmektedir. Adem ve İblis kıssasının , sadece yaşandığı zaman ve mekanı dikkate alarak değil , bizlere dair nasıl bir mesajı olabileceği yönünde bir okuma yapıldığı takdirde daha doğru anlaşılacağını , bu kıssa ile ilgili daha önceki yazılarımızda vurgulamaya çalışmıştık.
[007.020] Sonra şeytan, ikisine de onların kendilerinden örtülmüş olan avret yerlerini onlara açıvermesi için vesvese vermeğe başladı. Ve «Rabbiniz sizi bu ağaçtan nehyetmedi, ancak iki melek olacağınız veya ebedî kalacaklardan bulunacağınız için nehyetti,» dedi.
Şeytanın , Adem ile eşine , Allah (c.c) nin onlara olan emirlerini çiğnemeleri için vesvese vererek yasağı çiğnetmesinin sonucunda başlarına gelecek olan durum " kendilerinden örtülmüş olan avret yerlerini onlara açıvermesi için " şeklinde ifade edilmektedir.
[007.022] Böylece onların yanılmalarını sağladı. Ağaçtan tattıklarında kendilerine avret yerleri göründü, cennet yapraklarından oralarına örtmeğe koyuldular. Rableri onlara, «Ben sizi o ağaçtan menetmemiş miydim? Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miydim?» diye seslendi.
Şeytanın verdiği vesvese ile , kendilerine yasak olan ağaçtan tattıklarında artık olanlar olmuş , Adem ve eşi çıplak kalmışlardır. Adem ve eşi , fıtri olan giyinik halde bulunma durumunun dışında bir hal kendilerine arız olduğunu gördüklerinde , fıtratları icabı yine kendilerini örtmeye çalışmalarının bizlere nasıl bir mesaj verdiği üzerinde durmak gerektiğini düşünmekteyiz.
Allah (c.c) nin bizlere dair olan elçi ve kitaplarla gelen emirler, fıtratımız ile uyumlu olan yani bizi bir elbise gibi saran emirler olup , bizleri elbisenin gördüğü işlev gibi her türlü dış etkiden yani küfür ve şirk etkisinden korumaktadır. Bizler Allah (c.c) nin bizler için biçtiği bu elbiseyi üzerimizden çıkarmak sureti ile çıplak kaldığımızda , bu çıplaklığı fıtratımız gereği başka elbiseler ile (Cennet yaprakları) örtmeye gayret edeceğizdir. Ancak "Cennet yaprakları" olarak ifade edilen , vahiy harici örtücüler insana herhangi bir yarar sağlamayacak , insan sadece örtündüğünü sanacak ama aslında çıplak olarak gezmiş olacaktır.
"Takva elbisesi" deyimi ile bundan sonra gelecek ayetlerde verilmek istenilen mesaj , bu deyimi ilgilendiren kıssa içindeki ön bilgileri okuduktan sonra daha kolay anlaşılacaktır.
[007.026] Ey Ademoğulları, size avret yerlerinizi örtecek ve süslenmenizi sağlayacak elbiseler indirdik. Takva elbisesi bunlardan daha hayırlıdır. Bu Allah'ın ayetlerinden biridir. Ola ki, düşünüp ders alırlar.
Araf suresi 26. ayetinin ilk cümlesinde , Allah (c.c) nin bizlere , vücutlarımızı her türlü dış etkenden korunmak için hakiki anlamda giysiler üretmek için imkanlar bahşettiği bildirilmektedir. İnsanın giysiye ve örtünmeye olan ihtiyacına dikkat çekilerek, "Takva elbisesi" deyimi ile bizlere bahşedilen ve bizleri her türlü küfür ve şirk tehlikesinden koruyan bir giysinin yani Allah (c.c) nin bizler için biçtiği iman elbisesinin daha hayırlı olduğu hatırlatılmaktadır.
Dolayısı ile başka elbiselerin bizleri korumaktan uzak olduğu , ve bu elbiseleri biçen Allah (c.c) dışındaki terzilerin vücut ölçülerimizi tam olarak bilemedikleri için , bizim için biçtikleri elbiselerin, yani yaşam kurallarının bizlere dar gelerek sıkacağını anlayabiliriz.
"Takva elbisesi" deyiminin ifade ettiği anlam , Allah (c.c) nin tarih boyunca elçileri ile indirmiş olduğu vahiyler olup , bu vahiylere uymak , giyinik olmak yani küfür ve şirk tehlikesinde emin olmak anlamında güvenli bir hayatın garantisidir.
Şeytan olgusu burada devreye girmekte , ilk insandan kıyamete kadar bütün insanları bekleyen bir tehlikenin, yani Cennet ten ayak kaydırmanın sembolik adı artık kıyamete kadar, "Şeytanlık" olarak anılacaktır. Adem ve eşi üzerinden anlatılan bu kıssa, sadece bu ikisinin kıssası gibi okunarak , kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlığın kıssası olarak okunmadığı müddetçe, doğru olarak anlaşılamayacağını söylemek isteriz.
[007.027] Ey Ademoğulları! Şeytan, avret yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ananızı babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtmasın. Sizin onları görmediğiniz yerlerden o ve taraftarları sizi görürler. Biz şeytanları, inanmayanlara dost kılarız.
Araf s. 27. ayeti , üzerimizde olan küfür ve şirk tehlikesinden koruyucu elbiseyi , çıkartmak işini üstlenenlerin genel adının "Şeytan" olduğunu bize haber vererek , şeytanlara karşı uyanık olmamızı haber vermektedir. Şeytan bizleri takva elbisesinden soyundurarak , meydana gelen çıplaklığı "Küfür ve şirk elbisesi" ile örtmemiz için her an iğvada bulunmaktadır.
[014.049-50] O gün suçlu kâfirlerin birbirine yaklaştırılarak kelepçelendiğini görürsün. Gömlekleri katrandandır, yüzlerini ise ateş kaplar.
[022.019] Şu iki gurup, Rableri hakkında çekişen iki hasımdır: İmdi, inkâr edenler için ateşten bir elbise biçilmiştir. Onların başlarının üstünden kaynar su dökülecektir!
Giyinme ihtiyacı insan fıtratının bir gereği olduğu için , vahiy elbisesinden kendisini soyutlayarak çıplak kalan insan , bu çıplaklığı örtmek için , giyinmek ihtiyacını hissedecektir. "Takva elbisesi" nin yani Allah (c.c) nin biçtiği elbiseyi giymeyen insan , o elbisenin yerine "Fücur elbisesi" ni giymek zorunda kalacaktır , onun giymiş olduğu bu elbise , ahiret gününde onu yakan bir elbise olarak karşısına çıkacaktır.
[007.031] Ey Ademoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.
Araf suresinin 31. ayetinin, bazı meallerde literal bir okuma sonucu çevrilerek , camilere güzel elbiseler giyinerek gidilmesi gerektiği gibi bir anlam olarak çevrildiğini görmekteyiz. Elbise nasıl bir insan için zaruri bir ihtiyaç ise , "Zinet" adı verilen eşyalar da aynı şekilde insana güzel gelen ve insanların kullanmayı sevdikleri eşyalardan dır.
Bu ayeti, camilere güzel elbiseler ile gitmeyi emrettiği gibi dar bir alana hapsetmek yerine , "Elbise" kelimesinin ifade ettiği anlam ile birlikte okuyarak anlamanın, daha doğru sonuç vereceğini düşünmekteyiz.
"Elbise" ve "Zinet" bir insanı tamamlayan eşyaların genel adıdır. İnsan nasıl fıtri olarak giyinme ihtiyacı duyuyor ise , ziynet eşyaları takınmak ihtiyacı da duyar. Elbise ve ziynet eşyasının, insan üzerinde devamlı bulunması ve hiç çıkarılmamasını dikkate aldığımızda, bunların çıkarıldığında ortaya çıkan durumdan insan nasıl rahatsızlık duyuyor ise , vahyi hayattan çıkararak elbise ve ziynetsiz kalmak ta insanı o derece rahatsız etmesi gerekecektir.
"Mescit" kelimesinin, "Secde edilen mekan" anlamını dikkate alarak , bu kelimenin hayatımız içinde sadece namaz ile sınırlı bir eylem değil , bütün zamanları kaplaması gereken bir anlama sahip olması gerektiğini öne çıkardığımız zaman , "Mescitlere ziynetlerin takınarak gidilmesi" ni anlayabiliriz.
Allah'a secde eden , yani hayatın her anında Allah (c.c) yi merkeze alan bir hayat , yaşadığımız her yeri ve anı "Mescit" haline getirecek ve bizleri ziynetlerini yani vahyi takınmış bir hayat sürer hale getirecektir.
Sonuç olarak ; Mesel ile anlatma üslubunun en güzel örneklerini veren Kur'an , "Elbise" ve "Zinet" kelimelerinin insanlar için ifade ettiği değer ve anlamları dikkate alarak , bu kelimeler üzerinden takvanın yani imanın insan için ne kadar gerekli olduğunu bizlere anlatmaktadır. Çıplaklık arızi bir durum olduğu için , vahiyden kendisini soyundurmuş bir insanın bu hali "Çıplak kalmak" olarak tasvir edilmektedir.
Takvayı esas alan bir hayat süren kişi , elbisenin kişiyi dış etkenlerden koruması misali , "Takva elbisesi" de kişiyi küfür ve şirk tehlikesinden koruyarak emin bir hayat sürmesine sebep olacaktır.
Hayatının her anında ziynetini takınarak onu üzerinden çıkarmayan insan , ziynetin kişiyi güzel göstermesini dikkate aldığımızda , Allah (c.c) tarafından güzel bir insan olarak görünecek ve kulun bu güzelliği onu dünya ve ahirette mutlu kılacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[016.081] Allah yarattıklarından size gölgeler yapmış; dağlarda sığınacağınız barınaklar var etmiş, sizi sıcaktan koruyacak elbiseler, harpte sizi koruyacak zırhlar vermiştir. Size olan nimetini müslüman olasınız diye işte bu şekilde tamamlamaktadır.
Araf suresi içinde geçen Adem ve İblis kıssasındaki "Elbise" meseli üzerinden verilen mesajı okumaya çalışmak , bu yazımızın konusu olacaktır.
Adem ve İblis kıssasının , Araf suresi içinde geçen bölümüne baktığımızda , Şeytanın Adem ile eşine vesvese vererek onları çıplak bıraktığı anlatılmaktadır. Bu çıplaklığı anlamak için , önce insanın fıtratında bulunan örtünme gereksinimini dikkate almak gerektiğini düşünmekteyiz.
Allah (c.c) insana yaratılışından gelen bazı hasletler yüklemiş , ve insanlar yaşamlarını bu hasletler dairesinde devam ettirmektedirler. Örtünme , insana yaratılışı gereği verilmiş olan bu hasletlerden bir tanesidir. Kendilerine gelebilecek her türlü dış etkilerden korunmak için bütün insanlar, "Elbise" denilen giysiler ile hayat sürerler. Örtünme ihtiyacı, bir insanın en temel ihtiyaçlarından birisi olup , çıplaklık arızi bir durum olarak görülür.
Adem ve İblis kıssasının Araf suresi içinde geçen bölümünde , insandaki bu fıtri haslete dikkat çekilerek, mesel ile anlatım metodu üzerinden , giyinmeye olan ihtiyaç ile vahye olan ihtiyaç, çıplaklık ile vahye aykırı hareket etmek arasında bir bağ kurularak , bizlere mesaj verilmektedir. Adem ve İblis kıssasının , sadece yaşandığı zaman ve mekanı dikkate alarak değil , bizlere dair nasıl bir mesajı olabileceği yönünde bir okuma yapıldığı takdirde daha doğru anlaşılacağını , bu kıssa ile ilgili daha önceki yazılarımızda vurgulamaya çalışmıştık.
[007.020] Sonra şeytan, ikisine de onların kendilerinden örtülmüş olan avret yerlerini onlara açıvermesi için vesvese vermeğe başladı. Ve «Rabbiniz sizi bu ağaçtan nehyetmedi, ancak iki melek olacağınız veya ebedî kalacaklardan bulunacağınız için nehyetti,» dedi.
Şeytanın , Adem ile eşine , Allah (c.c) nin onlara olan emirlerini çiğnemeleri için vesvese vererek yasağı çiğnetmesinin sonucunda başlarına gelecek olan durum " kendilerinden örtülmüş olan avret yerlerini onlara açıvermesi için " şeklinde ifade edilmektedir.
[007.022] Böylece onların yanılmalarını sağladı. Ağaçtan tattıklarında kendilerine avret yerleri göründü, cennet yapraklarından oralarına örtmeğe koyuldular. Rableri onlara, «Ben sizi o ağaçtan menetmemiş miydim? Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miydim?» diye seslendi.
Şeytanın verdiği vesvese ile , kendilerine yasak olan ağaçtan tattıklarında artık olanlar olmuş , Adem ve eşi çıplak kalmışlardır. Adem ve eşi , fıtri olan giyinik halde bulunma durumunun dışında bir hal kendilerine arız olduğunu gördüklerinde , fıtratları icabı yine kendilerini örtmeye çalışmalarının bizlere nasıl bir mesaj verdiği üzerinde durmak gerektiğini düşünmekteyiz.
Allah (c.c) nin bizlere dair olan elçi ve kitaplarla gelen emirler, fıtratımız ile uyumlu olan yani bizi bir elbise gibi saran emirler olup , bizleri elbisenin gördüğü işlev gibi her türlü dış etkiden yani küfür ve şirk etkisinden korumaktadır. Bizler Allah (c.c) nin bizler için biçtiği bu elbiseyi üzerimizden çıkarmak sureti ile çıplak kaldığımızda , bu çıplaklığı fıtratımız gereği başka elbiseler ile (Cennet yaprakları) örtmeye gayret edeceğizdir. Ancak "Cennet yaprakları" olarak ifade edilen , vahiy harici örtücüler insana herhangi bir yarar sağlamayacak , insan sadece örtündüğünü sanacak ama aslında çıplak olarak gezmiş olacaktır.
"Takva elbisesi" deyimi ile bundan sonra gelecek ayetlerde verilmek istenilen mesaj , bu deyimi ilgilendiren kıssa içindeki ön bilgileri okuduktan sonra daha kolay anlaşılacaktır.
[007.026] Ey Ademoğulları, size avret yerlerinizi örtecek ve süslenmenizi sağlayacak elbiseler indirdik. Takva elbisesi bunlardan daha hayırlıdır. Bu Allah'ın ayetlerinden biridir. Ola ki, düşünüp ders alırlar.
Araf suresi 26. ayetinin ilk cümlesinde , Allah (c.c) nin bizlere , vücutlarımızı her türlü dış etkenden korunmak için hakiki anlamda giysiler üretmek için imkanlar bahşettiği bildirilmektedir. İnsanın giysiye ve örtünmeye olan ihtiyacına dikkat çekilerek, "Takva elbisesi" deyimi ile bizlere bahşedilen ve bizleri her türlü küfür ve şirk tehlikesinden koruyan bir giysinin yani Allah (c.c) nin bizler için biçtiği iman elbisesinin daha hayırlı olduğu hatırlatılmaktadır.
Dolayısı ile başka elbiselerin bizleri korumaktan uzak olduğu , ve bu elbiseleri biçen Allah (c.c) dışındaki terzilerin vücut ölçülerimizi tam olarak bilemedikleri için , bizim için biçtikleri elbiselerin, yani yaşam kurallarının bizlere dar gelerek sıkacağını anlayabiliriz.
"Takva elbisesi" deyiminin ifade ettiği anlam , Allah (c.c) nin tarih boyunca elçileri ile indirmiş olduğu vahiyler olup , bu vahiylere uymak , giyinik olmak yani küfür ve şirk tehlikesinde emin olmak anlamında güvenli bir hayatın garantisidir.
Şeytan olgusu burada devreye girmekte , ilk insandan kıyamete kadar bütün insanları bekleyen bir tehlikenin, yani Cennet ten ayak kaydırmanın sembolik adı artık kıyamete kadar, "Şeytanlık" olarak anılacaktır. Adem ve eşi üzerinden anlatılan bu kıssa, sadece bu ikisinin kıssası gibi okunarak , kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlığın kıssası olarak okunmadığı müddetçe, doğru olarak anlaşılamayacağını söylemek isteriz.
[007.027] Ey Ademoğulları! Şeytan, avret yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak ananızı babanızı cennetten çıkardığı gibi sizi de şaşırtmasın. Sizin onları görmediğiniz yerlerden o ve taraftarları sizi görürler. Biz şeytanları, inanmayanlara dost kılarız.
Araf s. 27. ayeti , üzerimizde olan küfür ve şirk tehlikesinden koruyucu elbiseyi , çıkartmak işini üstlenenlerin genel adının "Şeytan" olduğunu bize haber vererek , şeytanlara karşı uyanık olmamızı haber vermektedir. Şeytan bizleri takva elbisesinden soyundurarak , meydana gelen çıplaklığı "Küfür ve şirk elbisesi" ile örtmemiz için her an iğvada bulunmaktadır.
[014.049-50] O gün suçlu kâfirlerin birbirine yaklaştırılarak kelepçelendiğini görürsün. Gömlekleri katrandandır, yüzlerini ise ateş kaplar.
[022.019] Şu iki gurup, Rableri hakkında çekişen iki hasımdır: İmdi, inkâr edenler için ateşten bir elbise biçilmiştir. Onların başlarının üstünden kaynar su dökülecektir!
Giyinme ihtiyacı insan fıtratının bir gereği olduğu için , vahiy elbisesinden kendisini soyutlayarak çıplak kalan insan , bu çıplaklığı örtmek için , giyinmek ihtiyacını hissedecektir. "Takva elbisesi" nin yani Allah (c.c) nin biçtiği elbiseyi giymeyen insan , o elbisenin yerine "Fücur elbisesi" ni giymek zorunda kalacaktır , onun giymiş olduğu bu elbise , ahiret gününde onu yakan bir elbise olarak karşısına çıkacaktır.
[007.031] Ey Ademoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.
Araf suresinin 31. ayetinin, bazı meallerde literal bir okuma sonucu çevrilerek , camilere güzel elbiseler giyinerek gidilmesi gerektiği gibi bir anlam olarak çevrildiğini görmekteyiz. Elbise nasıl bir insan için zaruri bir ihtiyaç ise , "Zinet" adı verilen eşyalar da aynı şekilde insana güzel gelen ve insanların kullanmayı sevdikleri eşyalardan dır.
Bu ayeti, camilere güzel elbiseler ile gitmeyi emrettiği gibi dar bir alana hapsetmek yerine , "Elbise" kelimesinin ifade ettiği anlam ile birlikte okuyarak anlamanın, daha doğru sonuç vereceğini düşünmekteyiz.
"Elbise" ve "Zinet" bir insanı tamamlayan eşyaların genel adıdır. İnsan nasıl fıtri olarak giyinme ihtiyacı duyuyor ise , ziynet eşyaları takınmak ihtiyacı da duyar. Elbise ve ziynet eşyasının, insan üzerinde devamlı bulunması ve hiç çıkarılmamasını dikkate aldığımızda, bunların çıkarıldığında ortaya çıkan durumdan insan nasıl rahatsızlık duyuyor ise , vahyi hayattan çıkararak elbise ve ziynetsiz kalmak ta insanı o derece rahatsız etmesi gerekecektir.
"Mescit" kelimesinin, "Secde edilen mekan" anlamını dikkate alarak , bu kelimenin hayatımız içinde sadece namaz ile sınırlı bir eylem değil , bütün zamanları kaplaması gereken bir anlama sahip olması gerektiğini öne çıkardığımız zaman , "Mescitlere ziynetlerin takınarak gidilmesi" ni anlayabiliriz.
Allah'a secde eden , yani hayatın her anında Allah (c.c) yi merkeze alan bir hayat , yaşadığımız her yeri ve anı "Mescit" haline getirecek ve bizleri ziynetlerini yani vahyi takınmış bir hayat sürer hale getirecektir.
Sonuç olarak ; Mesel ile anlatma üslubunun en güzel örneklerini veren Kur'an , "Elbise" ve "Zinet" kelimelerinin insanlar için ifade ettiği değer ve anlamları dikkate alarak , bu kelimeler üzerinden takvanın yani imanın insan için ne kadar gerekli olduğunu bizlere anlatmaktadır. Çıplaklık arızi bir durum olduğu için , vahiyden kendisini soyundurmuş bir insanın bu hali "Çıplak kalmak" olarak tasvir edilmektedir.
Takvayı esas alan bir hayat süren kişi , elbisenin kişiyi dış etkenlerden koruması misali , "Takva elbisesi" de kişiyi küfür ve şirk tehlikesinden koruyarak emin bir hayat sürmesine sebep olacaktır.
Hayatının her anında ziynetini takınarak onu üzerinden çıkarmayan insan , ziynetin kişiyi güzel göstermesini dikkate aldığımızda , Allah (c.c) tarafından güzel bir insan olarak görünecek ve kulun bu güzelliği onu dünya ve ahirette mutlu kılacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
31 Ekim 2015 Cumartesi
Kur'anın Teşbihi Anlatımına Örnek : Allah'ın Orduları
Allah (c.c) nin bizlere kendisini tanıtırken kullandığı ifadeler , bizlerin gözümüzün ve zihnimizin algılarına hitap eden teşbihi yani benzetme yollu ifadelerdir. Allah (c.c) bizlere kendisini yüce , güçlü ve yenilmez "Hükümdar" a benzetip kendisinin emrinde ordular olduğunu bildirerek , kimsenin kendisine karşı gelmemesini aksi takdirde onları bozguna uğratacağını hatırlatmaktadır.
Askeri güç kullanarak , karşısındaki düşmanı bozguna uğratmak şeklindeki bilgiler , insanın şahid olduğu alana dair bilgiler olup , Allah (c.c) nin kendisine düşman olanlara karşı böyle bir güç kullanarak bozguna uğrattığı veya uğratacağı şeklindeki ayetler ,Allah (c.c) nin yenilmez bir güce sahip olduğunun bilinmesi için , bizlerin şahid olduğu alana dair bilgilere benzetilerek anlatılmasıdır.
"Cünd" kelimesi ; "Askerlerden müteşekkil bir topluluk" anlamındadır. Allah'ın orduları deyiminin ne ifade ettiği , bu kelimenin hakiki anlamda kullanıldığı ayetlere baktığımızda anlaşılacaktır.
[002.249] vaktaki Talut ordu ile hareket etti, muhakkak, dedi: Allah sizi bir nehrile imtihan edecek, kim ondan içerse benden değil, kim onu tatmazsa işte o benden, ancak eliyle bir avuc alan müstesna, derken varır varmaz ondan içtiler, ancak içlerinden pek azı müstesna kaldılar, derken Talut ve maiyetinde iman edenler nehri geçtiler, o vakıt de «bizim bu gün Calut ile ordusuna takatımız yok» dediler, Allaha mülâki olacaklarına kani' olanlar ise şu cevabı verdiler «nice az bir cemiyet, çok bir cemiyete Allahın izniyle galebe çalmışlar, Allah sabırlılarla beraberdir»
[027.017] Süleyman'ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil olan ordusu toplandı. Hepsi toplu olarak gidiyorlardı.
[027.037] (Süleyman dedi ki ) Dön onlara, vallahi karşı gelemiyecekleri ordularla varırım da oradan kendilerini zilletler içinde hor, hakıyr oldukları halde çıkarırım
[051.039-40] Firavun, erkaniyle birlikte hakdan yüz çevirdi; «sihirbazdır veya delidir» dedi.Sonunda onu ve ordularını yakalayıp denize attık. O, kınanmayı haketmişti.
Talut , Süleyman (a.s) ve Firavun ordularından bahseden ayetlerde , karşılarında düşman olarak gördükleri topluluğu alt etmek için her hükümdarın ordu beslediğini görmekteyiz. Allah (c.c) kendisine düşman olanları alt etmek için ordu kullandığını beyan etmesini , bizim anladığımız anlamda elinde kılıç ile gökten meleklerin inerek savaşması şeklinde anlamak doğru bir yaklaşım değildir.
Biz insanların, bir şeye inanmak ve güvenmek için elle tutulur gözle görülür somut bir delile olan ihtiyacına binaen , Allah (c.c) kendisi ile ilgili bu tür bilgileri bizlere somutlaştırarak anlatmaktadır. Ordu ve askerler , İnsanın zihni algısında güç ve karşısındaki düşmana karşı koyan onu zarara uğratan bir unsur olarak yer etmiştir. Allah (c.c) insan zihninde yer etmiş olan bu bilgileri kullanarak ,kendisinin orduları olduğunu bu ordular ile düşmanlarını yerle bir edeceğini bildirmektedir.
Bizler bu tür anlatımları literal bir okumaya tabi tutarak , bu orduların mahiyeti hakkında fikir yürütmeye kalktığımız zaman , yaptığımız işin adı "Gaybı taşlamak" olup bu tür fikir yürütmelerinin bizlere herhangi bir getirisi olmayacaktır. Bizler verilmek istenen mesajı okuyarak , bu tür ayetlerin mesajının Allah (c.c) ye düşmanlık etmenin sonucunun, darmadağın olarak ebedi cehenneme yuvarlanmak olduğunu bilmemiz yeterlidir.
Bir ülkenin sahip olduğu ordu ve askerler , o ülkeye düşman olanlar için caydırıcı bir unsur olup , ordu sahibi bir ülkeye saldırmak , ordusu olmayan veya güçsüz olan bir ülkeye saldırmaktan daha zor ve düşündürücüdür. Allah (c.c) kendisinin orduları olduğunu ve bu orduların yenilmesinin asla mümkün olmadığını bizlere hatırlatarak , kendisine savaş açanları bir kere daha düşünmeye davet etmektedir.
[067.020] Yoksa sizin için kimdir o Rahmân'ın berisinde size yardım edecek ordunuz! Kâfirler ise ancak bir gurur içindedirler.
[019.075] Onlara de ki; rahmeti bol olan Allah sapık yolda olanlara ne kadar geniş maddi imkân verirse versin, sonunda tehdit edildikleri somut azab ile ya da kıyamet günü ile yüzyüze geldiklerinde nasıl olsa kimin sosyal konumunun daha düşük ve kimin askeri gücünün daha zayıf olduğunu öğreneceklerdir.»
Kafirlerin Allah (c.c) ye karşı kendilerini koruyacaklarını zannettikleri ordularının hiç bir işe yaramayacağı Firavun ve ordusunun helak edilmesi ile gerçek olarak gösterilmektedir.
[044.024] «Denizi sakin iken geride bırak, doğrusu onlar suda boğulacak bir ordudur.»
[085.017-8] Sana o orduların haberi geldi mi? Fir'avun ile Semûd'un (haberi)?
[010.090] Biz, İsrailoğullarını denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun) : «İsrailoğullarının kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım» dedi.
[020.078] Derken Firavun ordularıyla onları takip etti; denizden kendilerini saran sarıverdi.
[028.039-40] Ve o da (Fir'avun da) askerleri de yeryüzünde haksız yere kibirlendiler, ve sandılar ki, onlar Bize döndürülmeyeceklerdir. Biz de onu ve ordularını tuttuk denize fırlatıverdik. Bak şimdi o zalimlerin sonu nasıl oldu?
Allah (c.c) kendisinin orduları olduğunu , ve bu orduların asla yenilmeyeceği , galip gelen tarafın kendi ordusu olacağını ve olduğunu beyan etmektedir.
[037.173] Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir.
[009.026] Bozgundan sonra Allah, Peygamberine, müminlere güvenlik verdi ve görmediğiniz askerler indirdi; inkar edenleri azaba uğrattı. İnkarcıların cezası budur.
[009.040] Eğer siz ona (Resûlullah'a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir ile birlikte Mekke'den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına. Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah'ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.
[033.009] Ey inananlar! Allah'ın size olan nimetini anın; üzerinize ordular gelmişti. Biz de onların üzerine rüzgar ve göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah, yaptıklarınızı görüyordu.
[048.004] İnananların, imanlarını kat kat artırmaları için, kalblerine güven indiren O'dur. Göklerdeki ve yerdeki ordular Allah'ındır. Allah bilendir, Hakim olandır.
[048.007] Göklerdeki ve yerdeki ordular Allah'ındır. Allah güçlü olandır. Hakim olandır.
[074.031] Cehennemin bekçilerini yalnız meleklerden kılmışızdır. Sayılarını bildirmekle de, ancak inkar edenlerin denenmesini ve kendilerine kitap verilenlerin kesin bilgi edinmesini ve inananların da imanlarının artmasını sağladık. Kendilerine kitap verilenler ve inananlar şüpheye düşmesinler. Kalblerinde hastalık bulunanlar ve inkarcılar: «Allah bu misalle neyi muradetti?» desinler. İşte Allah, böylece, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola eriştirir. Rabbinin ordularını kendisinden başkası bilmez. Bu, insanoğluna bir öğütten ibarettir.
Bu ayetlere baktığımızda Allah (c.c) , bizim göremediğimiz orduları olduğunu ve bu ordular ile iman edenleri desteklediğini beyan etmektedir. Bu orduların Bedir savaşında iman edenlere yardım ettiğini beyan eden ayetler , tefsir kitaplarında gerçek olarak yorumlanmış elinde kılıç olan sarıklı meleklerin gökten inerek savaştığı gibi düşünceler hakim olmuş , ve bu düşünceler maalesef bizleri tembelliğe götürerek , sıkıştığımız anda gökten savaşçı meleklerin inerek bizim için savaşacakları düşüncesi hakim olmuştur.
[3.123-26] Andolsun, sizler güçsüz olduğunuz halde Allah, Bedir'de de size yardım etmişti. Öyle ise, Allah'tan sakının ki O'na şükretmiş olasınız.O zaman sen, müminlere şöyle diyordun: İndirilen üç bin melekle Rabbinizin sizi takviye etmesi, sizin için yeterli değil midir? Evet, siz sabır gösterir ve Allah'tan sakınırsanız, onlar (düşmanlarınız) hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabbiniz, nişanlı beş bin melekle sizi takviye eder.Allah, bunu size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bu sayede rahatlasın diye yaptı. Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındandır.
[008.012] Rabbin meleklere, «Ben sizinleyim, inananları destekleyin» diye vahyetti. «Ben inkar edenlerin kalblerine korku salacağım, artık vurun onların boyunları üstüne, vurun her parmağına» dedi.
Allah (c.c) orduları ile iman edenleri destekleyeceğine dair olan vaadinin Bedir'de gerçekleşip , Uhud'da gerçekleşmemesinin sebebi, Allah (c.c) nin kullarına yardım vaadinin bir yasaya göre işlediği içindir. Allah (c.c) gökten eli kılıçlı melekler indirerek iman edenlere hiç bir zaman yardım etmez. Böyle yardım iddiaları ancak hurafe ve palavralar ile din anlatan masalcı dedelerin anlatımlarıdır. Urfadaki balıklı göldeki balıkların kıbrıs savaşına katılarak orada yaralandıkları iddiaları hala dillerde destan olarak gezmesi bizlerin bu konularda nasıl hurafe meraklısı olduğumuzun traji komik bir göstergesidir.
Allah (c.c) kullarına olan yardım sözünden asla caymaz , ancak bu sözünün yerine gelmesi için, kullarının bu yardımı hak etmesi gereklidir. Allah (c.c) hiç bir kuluna hak etmediği bir yardımı asla yapmaz. Allah (c.c) yardım konusunda mü'min -kafir ayrımı da yapmaz, bu durumu Uhud savaşında açık ve net bir biçimde görmekteyiz. Bedir savaşında yardımı hak eden müslümanlar , aynı yardımı Uhud savaşında hak edememişler ,bu yardımı müşrik ordusu hak etmiştir.
Sonuç olarak ; İnsan zihninde mevcut olan ,askeri güç ile düşmanları alt etme yöntemi bilgisi , Allah (c.c) tarafından benzetme uslubu ile kullanılmaktadır. Allah (c.c) bizim göremediğimiz orduları olduğunu ve bu ordular ile iman edenleri destekleyerek , kendisine düşman olanları bozguna uğrattığını ve uğratacağını beyan etmektedir. Bu konuda bize düşen kısım , bu orduların mahiyetinin ne veya nasıllığı değil , Allah (c.c) nin yenilmez olduğu , kimsenin ona karşı efelenmeye kalkmaması , böyle bir efelenmenin sonucunun hüsran olacağıdır.
Ayrıca Allah (c.c) nin orduları ile iman edenlere yardım edeceği vaadi, belirli bir yasaya tabi olup , yattığımız yerden el açıp dua etmekle bu yardım yasası asla işlemez. Bu gün biz müslümanların içinde olduğu zilletin baş müsebbibi , Allah (c.c) nin bizlere istediğimiz zaman gökten ebabil veya melekler ile yardım edeceği zannıdır. Bu zan bizleri dünyanın en tembel bir topluluğu haline getirerek her şeyi bizim yerimize Allah (c.c) nin yapacağı gibi bir hava oluşturmuş ve kendimizi seçilmiş kullar zannı hakim olmuştur.
İsrailoğullarının kendilerini seçilmiş kul olarak görmeleri defaatle red edilerek, "sizde kullardan bir kulsunuz" denilmesi bizlere örnek olmamış , bizlerde kendimizi seçilmiş kullar olarak görerek , Allah (c.c) haşa bir ırgat olarak görmeye başlamış ve bunun sonucunda büyük bir zillet içine girerek hala böyle yaşamaktayız.
Evet Allah (c.c) orduları ile yardım eder ama bu yardımı kim hak ederse ona eder. Dün Bedir'de bu yardımı hak eden iman edenlerin , Uhud'da hak edememiş olmalarını çok iyi okuyarak bunu sebeblerini bilmek ve bu sebebin "Sünnetullah" dediğimiz yasaların işlemesi neticesinde olduğunu idrak etmemiz gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Askeri güç kullanarak , karşısındaki düşmanı bozguna uğratmak şeklindeki bilgiler , insanın şahid olduğu alana dair bilgiler olup , Allah (c.c) nin kendisine düşman olanlara karşı böyle bir güç kullanarak bozguna uğrattığı veya uğratacağı şeklindeki ayetler ,Allah (c.c) nin yenilmez bir güce sahip olduğunun bilinmesi için , bizlerin şahid olduğu alana dair bilgilere benzetilerek anlatılmasıdır.
"Cünd" kelimesi ; "Askerlerden müteşekkil bir topluluk" anlamındadır. Allah'ın orduları deyiminin ne ifade ettiği , bu kelimenin hakiki anlamda kullanıldığı ayetlere baktığımızda anlaşılacaktır.
[002.249] vaktaki Talut ordu ile hareket etti, muhakkak, dedi: Allah sizi bir nehrile imtihan edecek, kim ondan içerse benden değil, kim onu tatmazsa işte o benden, ancak eliyle bir avuc alan müstesna, derken varır varmaz ondan içtiler, ancak içlerinden pek azı müstesna kaldılar, derken Talut ve maiyetinde iman edenler nehri geçtiler, o vakıt de «bizim bu gün Calut ile ordusuna takatımız yok» dediler, Allaha mülâki olacaklarına kani' olanlar ise şu cevabı verdiler «nice az bir cemiyet, çok bir cemiyete Allahın izniyle galebe çalmışlar, Allah sabırlılarla beraberdir»
[027.017] Süleyman'ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil olan ordusu toplandı. Hepsi toplu olarak gidiyorlardı.
[027.037] (Süleyman dedi ki ) Dön onlara, vallahi karşı gelemiyecekleri ordularla varırım da oradan kendilerini zilletler içinde hor, hakıyr oldukları halde çıkarırım
[051.039-40] Firavun, erkaniyle birlikte hakdan yüz çevirdi; «sihirbazdır veya delidir» dedi.Sonunda onu ve ordularını yakalayıp denize attık. O, kınanmayı haketmişti.
Talut , Süleyman (a.s) ve Firavun ordularından bahseden ayetlerde , karşılarında düşman olarak gördükleri topluluğu alt etmek için her hükümdarın ordu beslediğini görmekteyiz. Allah (c.c) kendisine düşman olanları alt etmek için ordu kullandığını beyan etmesini , bizim anladığımız anlamda elinde kılıç ile gökten meleklerin inerek savaşması şeklinde anlamak doğru bir yaklaşım değildir.
Biz insanların, bir şeye inanmak ve güvenmek için elle tutulur gözle görülür somut bir delile olan ihtiyacına binaen , Allah (c.c) kendisi ile ilgili bu tür bilgileri bizlere somutlaştırarak anlatmaktadır. Ordu ve askerler , İnsanın zihni algısında güç ve karşısındaki düşmana karşı koyan onu zarara uğratan bir unsur olarak yer etmiştir. Allah (c.c) insan zihninde yer etmiş olan bu bilgileri kullanarak ,kendisinin orduları olduğunu bu ordular ile düşmanlarını yerle bir edeceğini bildirmektedir.
Bizler bu tür anlatımları literal bir okumaya tabi tutarak , bu orduların mahiyeti hakkında fikir yürütmeye kalktığımız zaman , yaptığımız işin adı "Gaybı taşlamak" olup bu tür fikir yürütmelerinin bizlere herhangi bir getirisi olmayacaktır. Bizler verilmek istenen mesajı okuyarak , bu tür ayetlerin mesajının Allah (c.c) ye düşmanlık etmenin sonucunun, darmadağın olarak ebedi cehenneme yuvarlanmak olduğunu bilmemiz yeterlidir.
Bir ülkenin sahip olduğu ordu ve askerler , o ülkeye düşman olanlar için caydırıcı bir unsur olup , ordu sahibi bir ülkeye saldırmak , ordusu olmayan veya güçsüz olan bir ülkeye saldırmaktan daha zor ve düşündürücüdür. Allah (c.c) kendisinin orduları olduğunu ve bu orduların yenilmesinin asla mümkün olmadığını bizlere hatırlatarak , kendisine savaş açanları bir kere daha düşünmeye davet etmektedir.
[067.020] Yoksa sizin için kimdir o Rahmân'ın berisinde size yardım edecek ordunuz! Kâfirler ise ancak bir gurur içindedirler.
[019.075] Onlara de ki; rahmeti bol olan Allah sapık yolda olanlara ne kadar geniş maddi imkân verirse versin, sonunda tehdit edildikleri somut azab ile ya da kıyamet günü ile yüzyüze geldiklerinde nasıl olsa kimin sosyal konumunun daha düşük ve kimin askeri gücünün daha zayıf olduğunu öğreneceklerdir.»
Kafirlerin Allah (c.c) ye karşı kendilerini koruyacaklarını zannettikleri ordularının hiç bir işe yaramayacağı Firavun ve ordusunun helak edilmesi ile gerçek olarak gösterilmektedir.
[044.024] «Denizi sakin iken geride bırak, doğrusu onlar suda boğulacak bir ordudur.»
[085.017-8] Sana o orduların haberi geldi mi? Fir'avun ile Semûd'un (haberi)?
[010.090] Biz, İsrailoğullarını denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun) : «İsrailoğullarının kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım» dedi.
[020.078] Derken Firavun ordularıyla onları takip etti; denizden kendilerini saran sarıverdi.
[028.039-40] Ve o da (Fir'avun da) askerleri de yeryüzünde haksız yere kibirlendiler, ve sandılar ki, onlar Bize döndürülmeyeceklerdir. Biz de onu ve ordularını tuttuk denize fırlatıverdik. Bak şimdi o zalimlerin sonu nasıl oldu?
Allah (c.c) kendisinin orduları olduğunu , ve bu orduların asla yenilmeyeceği , galip gelen tarafın kendi ordusu olacağını ve olduğunu beyan etmektedir.
[037.173] Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir.
[009.026] Bozgundan sonra Allah, Peygamberine, müminlere güvenlik verdi ve görmediğiniz askerler indirdi; inkar edenleri azaba uğrattı. İnkarcıların cezası budur.
[009.040] Eğer siz ona (Resûlullah'a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir ile birlikte Mekke'den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına. Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah'ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.
[033.009] Ey inananlar! Allah'ın size olan nimetini anın; üzerinize ordular gelmişti. Biz de onların üzerine rüzgar ve göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah, yaptıklarınızı görüyordu.
[048.004] İnananların, imanlarını kat kat artırmaları için, kalblerine güven indiren O'dur. Göklerdeki ve yerdeki ordular Allah'ındır. Allah bilendir, Hakim olandır.
[048.007] Göklerdeki ve yerdeki ordular Allah'ındır. Allah güçlü olandır. Hakim olandır.
[074.031] Cehennemin bekçilerini yalnız meleklerden kılmışızdır. Sayılarını bildirmekle de, ancak inkar edenlerin denenmesini ve kendilerine kitap verilenlerin kesin bilgi edinmesini ve inananların da imanlarının artmasını sağladık. Kendilerine kitap verilenler ve inananlar şüpheye düşmesinler. Kalblerinde hastalık bulunanlar ve inkarcılar: «Allah bu misalle neyi muradetti?» desinler. İşte Allah, böylece, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola eriştirir. Rabbinin ordularını kendisinden başkası bilmez. Bu, insanoğluna bir öğütten ibarettir.
Bu ayetlere baktığımızda Allah (c.c) , bizim göremediğimiz orduları olduğunu ve bu ordular ile iman edenleri desteklediğini beyan etmektedir. Bu orduların Bedir savaşında iman edenlere yardım ettiğini beyan eden ayetler , tefsir kitaplarında gerçek olarak yorumlanmış elinde kılıç olan sarıklı meleklerin gökten inerek savaştığı gibi düşünceler hakim olmuş , ve bu düşünceler maalesef bizleri tembelliğe götürerek , sıkıştığımız anda gökten savaşçı meleklerin inerek bizim için savaşacakları düşüncesi hakim olmuştur.
[3.123-26] Andolsun, sizler güçsüz olduğunuz halde Allah, Bedir'de de size yardım etmişti. Öyle ise, Allah'tan sakının ki O'na şükretmiş olasınız.O zaman sen, müminlere şöyle diyordun: İndirilen üç bin melekle Rabbinizin sizi takviye etmesi, sizin için yeterli değil midir? Evet, siz sabır gösterir ve Allah'tan sakınırsanız, onlar (düşmanlarınız) hemen şu anda üzerinize gelseler, Rabbiniz, nişanlı beş bin melekle sizi takviye eder.Allah, bunu size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bu sayede rahatlasın diye yaptı. Zafer, yalnızca mutlak güç ve hikmet sahibi Allah katındandır.
[008.012] Rabbin meleklere, «Ben sizinleyim, inananları destekleyin» diye vahyetti. «Ben inkar edenlerin kalblerine korku salacağım, artık vurun onların boyunları üstüne, vurun her parmağına» dedi.
Allah (c.c) orduları ile iman edenleri destekleyeceğine dair olan vaadinin Bedir'de gerçekleşip , Uhud'da gerçekleşmemesinin sebebi, Allah (c.c) nin kullarına yardım vaadinin bir yasaya göre işlediği içindir. Allah (c.c) gökten eli kılıçlı melekler indirerek iman edenlere hiç bir zaman yardım etmez. Böyle yardım iddiaları ancak hurafe ve palavralar ile din anlatan masalcı dedelerin anlatımlarıdır. Urfadaki balıklı göldeki balıkların kıbrıs savaşına katılarak orada yaralandıkları iddiaları hala dillerde destan olarak gezmesi bizlerin bu konularda nasıl hurafe meraklısı olduğumuzun traji komik bir göstergesidir.
Allah (c.c) kullarına olan yardım sözünden asla caymaz , ancak bu sözünün yerine gelmesi için, kullarının bu yardımı hak etmesi gereklidir. Allah (c.c) hiç bir kuluna hak etmediği bir yardımı asla yapmaz. Allah (c.c) yardım konusunda mü'min -kafir ayrımı da yapmaz, bu durumu Uhud savaşında açık ve net bir biçimde görmekteyiz. Bedir savaşında yardımı hak eden müslümanlar , aynı yardımı Uhud savaşında hak edememişler ,bu yardımı müşrik ordusu hak etmiştir.
Sonuç olarak ; İnsan zihninde mevcut olan ,askeri güç ile düşmanları alt etme yöntemi bilgisi , Allah (c.c) tarafından benzetme uslubu ile kullanılmaktadır. Allah (c.c) bizim göremediğimiz orduları olduğunu ve bu ordular ile iman edenleri destekleyerek , kendisine düşman olanları bozguna uğrattığını ve uğratacağını beyan etmektedir. Bu konuda bize düşen kısım , bu orduların mahiyetinin ne veya nasıllığı değil , Allah (c.c) nin yenilmez olduğu , kimsenin ona karşı efelenmeye kalkmaması , böyle bir efelenmenin sonucunun hüsran olacağıdır.
Ayrıca Allah (c.c) nin orduları ile iman edenlere yardım edeceği vaadi, belirli bir yasaya tabi olup , yattığımız yerden el açıp dua etmekle bu yardım yasası asla işlemez. Bu gün biz müslümanların içinde olduğu zilletin baş müsebbibi , Allah (c.c) nin bizlere istediğimiz zaman gökten ebabil veya melekler ile yardım edeceği zannıdır. Bu zan bizleri dünyanın en tembel bir topluluğu haline getirerek her şeyi bizim yerimize Allah (c.c) nin yapacağı gibi bir hava oluşturmuş ve kendimizi seçilmiş kullar zannı hakim olmuştur.
İsrailoğullarının kendilerini seçilmiş kul olarak görmeleri defaatle red edilerek, "sizde kullardan bir kulsunuz" denilmesi bizlere örnek olmamış , bizlerde kendimizi seçilmiş kullar olarak görerek , Allah (c.c) haşa bir ırgat olarak görmeye başlamış ve bunun sonucunda büyük bir zillet içine girerek hala böyle yaşamaktayız.
Evet Allah (c.c) orduları ile yardım eder ama bu yardımı kim hak ederse ona eder. Dün Bedir'de bu yardımı hak eden iman edenlerin , Uhud'da hak edememiş olmalarını çok iyi okuyarak bunu sebeblerini bilmek ve bu sebebin "Sünnetullah" dediğimiz yasaların işlemesi neticesinde olduğunu idrak etmemiz gerekmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
29 Ekim 2015 Perşembe
Kur'anın Teşbihi Anlatımına Örnek : "Mele-i A'la" (Yüce Topluluk)
Kur'an içindeki ayetleri guruplandıracak olursak , 1- gözle görülen aleme dair ayetler , 2- gözle görülmeyen aleme dair ayetler, olmak üzere 2 ye ayırmak mümkündür. 1. gruba dahil olan ayetlerin anlaşılması, okuyucu için herhangi bir sorun etmez iken , 2. guruba giren ayetler bizim müşahade alanımız sınırları dışında olması ve zihni kapasitemizin algılamasının mümkün olmaması nedeniyle, Kur'an bu alana dair bilgileri teşbih yani benzetme yolu ile bizlere anlatmaktadır.
Allah (c.c) aşkın bir varlık olması nedeni ile, bizlerin müşahede alanının sınırları kalmakta olup , onun ile ilgili bilgiler müşahede alanımıza ait bilgilere benzetilerek verilmektedir. Bu merkezde Allah (c.c) kendisini bizlere müşahede alanımız dahilinde olan hükümdar benzetmesini kullanarak tanıtmaktadır.
[023.116] Hak hükümdar olan Allah yücedir. O'ndan başka tanrı yoktur. O, yüce arşın Rabbidir.
Hükümdar ile özdeşleşmiş olan "Arş" (Taht) kelimesi ,yine bizlerin zihninde hükümdarlık ile bağlantılı bir kelimedir. Kur'anda 2 yerde geçen Mele-i Ala (Yüce topluluk) terimi , Kur'anın benzetme yolu ile yaptığı anlatım uslubu çerçevesinde anlaşılabilecek bir terimdir.
[037.008] Onlar, artık Mele-i A'lâ'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar.
[038.069] «Mele-i A'lâ (yüce topluluk) tartışıp dururken, benim hiç bir bilgim yoktur.»
"Mele" kelimesi ; Bir düşüncede , görüşte veya inançta birleşenlerin oluşturduğu topluluğa verilen isimdir. Bu kelime ağırlıklı olarak, gönderilen elçilere karşı gelen kavimlerin önde gelenleri olarak kullanılmaktadır.
[007.060] Kavminin önde gelenleri (Elmeleu): «Gerçekte biz seni açıkça bir 'şaşırmışlık ve sapmışlık' içinde görmekteyiz» dediler.
Musa ve Süleyman (a.s) kıssası içinde de kullanılan bu kelime, konumuz ile ilgili olan deyimi anlamamızda yardımcı olacaktır.
[027.038] (Süleyman) Dedi ki: Ey ileri gelenler (Elmeleu); kendileri bana müslüman olarak gelmeden önce hanginiz onun tahtını bana getirebilir?
[027.029] (Sebe hükümdarı) Kadın dedi ki: «Ey ileri gelenler (Elmeleu) bana çok önemli ve saygıdeğer bir mektup bırakıldı.
[027.032] (Sebe hükümdarı) Dedi ki: «Ey ileri gelenler! (Elmeleu)Bu işim hakkında bana fetva veriniz. Siz hazır bulununcaya değin ben bir işimi kestirmiş değilim.»
[007.127] Firavun kavminin ileri gelenleri dediler ki (Elmeleu): «Seni ve ilâhlarını terketsinler de yeryüzünde fesat çıkarsınlar diye mi Musa'yı ve kavmini serbest bırakacaksın?» Firavun da dedi ki: «Onların oğullarını öldüreceğiz, kızlarını sağ bırakacağız ve onlar üzerinde kahredici bir üstünlüğe sahibiz.»
Bu ayetlerde , Süleyman (a.s) , Sebe hükümdarı ve Firavun , yanında olanlara "Mele" şeklinde hitab etmektedirler. Hitab edilen bu kişiler, her hükümdarın yanında bulunan ve onların işlerini danıştıkları , fikir aldıkları , işlerini gördürdükleri kimselere verilen bir isimdir.
Allah (c.c) nin "Mele-i A'la" deyimini kullanma sebebinin, tabiki böyle bir ihtiyaca binaen olduğunu söylemek mümkün değildir. Allah (c.c) nin böyle bir deyimi kullanması yanında danışmanları olduğu anlamında değil , hükümdar tasviri içinde yapılan bir anlatımın sonucudur. Allah (c.c) yapacağı herhangi bir iş için kimseye danışmaz veya yapacağı için nasıl bir sonuç doğuracağı konusunda kimseden talimat veya fikir almaz.
Allah (c.c) gaybi aleme ait verdiği bilgileri somut bir hale sokarak bizlerin algı dünyasına hitap etmektedir. Hükümdarlara has bir olgu olan "Mele" terimini kullanması, onun kendisini bizlere hükümdar olarak tanıtmasının bir sonucudur. Bizler ilgili ayetleri okurken Allah (c.c) nin yanındaki mele nin nasıllığı veya ne liğini değil, onun yüce bir hükümdar olarak bizlerin onun mülkü altında yaşayan kulları olduğumuzu hatırlamamız gerekmektedir.
Allah (c.c) nin melesinin "A'la" olarak vasıflandırılması , bir hükümdarın yanında bulunanların o hükümdarın haşmeti , azameti , büyüklüğü ile orantılı olması gerektiği için , onun yanında bulunanların , kendisinin azameti ,büyüklüğü ve yüceliğine yakışır olduğunun bilinmesi içindir.
Saffat suresi içinde geçen, Mele-i A'la teriminin öncesi ve sonrası ayetlerine baktığımızda , vahyin Muhammed (a.s) a ulaşması yolunda herhangi bir kazaya uğramadığının teşbihi bir yolla anlatıldığını görmekteyiz.
[037.006] Gerçekten biz dünya göğünü (o yakın göğü) bir zinetle, yıldızlarla süsledik.
[037.007] Ve onu itaat etmeyen her şeytandan koruduk.
[037.008] Onlar, artık Mele-i A'lâ'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar.
[037.009] Uzaklaştırılırlar. Onlara ardı arkası kesilmez bir azab vardır.
[037.010] Ancak çalıp çırpan olursa; onu da hemen delip geçen yakıcı bir alev takib eder.
Sad suresi içinde geçen bu terimin öncesi ve sonrası ayetlerinin bağlamı ise , Muhammed (a.s) ın gayb bilgisinin ona verilen vahyin muhteviyatı ile sınırlı olduğu anlatılmakta , 70. ayet sonrası , ona ve bizlere gerektiği kadar bilgi verilmektedir.
[038.069] «Mele-i A'lâ (yüce topluluk) tartışıp dururken, benim hiç bir bilgim yoktur.»
[038.070] «Bana sadece vahyolunuyor; doğrusu ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.»
Sad s. 70. ayet sonrasında Adem'in yaratılışı ile ilgili bilgiler verilmektedir. Adem kıssasının Bakara suresi içinde anlatılan ayetlerine baktığımız zaman , Allah (c.c) ile Melekler arasında bir konuşmanın anlatıldığını görmekteyiz. Allah (c.c) arz üzerinde bir halife kılacağını Meleklere haber ettiği zaman , Meleklerin bu habere itiraz ettiğini görmekteyiz. Allah (c.c) ye karşı bir itirazın mümkün olmadığını düşündüğümüzde , böyle bir konuşmanın temsili bir anlatım olabileceği , Meleklerin "Mele-i A'la" yani yüce topluluk olarak ifade edilenler olduğunu anlamak mümkündür.
Sad s. 70. ayetinden , Muhammed (a.s) ın gayba dair olan bilgilerinin Allah (c.c) den aldığı vahy ile sınırlı olduğu, bunun dışında ona herhangi bir gaygi bilgi verilmediği , onun gaybi aleme dair olan bilgisinin elimizde olan Kur'an ile sınırlı olduğu , bunun dışında onun adına atfedilen gayba dair bilgilerin güvenilmez bilgiler olduğunu anlayabiliriz.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin gayba dair olan bilgileri , bizlerin anlayışına somutlaştırarak sunmasına örnek olarak, Kur'anda geçen "Mele-i A'la" deyimi ile ne kast edilebileceği doğrultusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalıştığımız yazımızda ,bu ve benzeri deyimlerin anlaşılabilmesi için , Allah (c.c) nin kendisi için kullandığı "Hükümdar" benzetmesi dahilinde olan bilgileri dikkate almak gerektiğini düşündüğümüzü ifade etmeye çalıştık. Gayba dair olan bilgilerin ne veya nasıl oldukları konusunda bizlere verilen bilginin amacının , Allah (c.c) nin gücü ve kudretinin anlaşılması ve o güç ve kudret sahibi olana kul olmak gerektiğinin hatırlatılması olduğu , bunun dışında varılmaya çalışılan bazı sonuçların gaybı taşlamak sayılabileceği için dikkatli olunması gerektiğini düşünmekteyiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Allah (c.c) aşkın bir varlık olması nedeni ile, bizlerin müşahede alanının sınırları kalmakta olup , onun ile ilgili bilgiler müşahede alanımıza ait bilgilere benzetilerek verilmektedir. Bu merkezde Allah (c.c) kendisini bizlere müşahede alanımız dahilinde olan hükümdar benzetmesini kullanarak tanıtmaktadır.
[023.116] Hak hükümdar olan Allah yücedir. O'ndan başka tanrı yoktur. O, yüce arşın Rabbidir.
Hükümdar ile özdeşleşmiş olan "Arş" (Taht) kelimesi ,yine bizlerin zihninde hükümdarlık ile bağlantılı bir kelimedir. Kur'anda 2 yerde geçen Mele-i Ala (Yüce topluluk) terimi , Kur'anın benzetme yolu ile yaptığı anlatım uslubu çerçevesinde anlaşılabilecek bir terimdir.
[037.008] Onlar, artık Mele-i A'lâ'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar.
[038.069] «Mele-i A'lâ (yüce topluluk) tartışıp dururken, benim hiç bir bilgim yoktur.»
"Mele" kelimesi ; Bir düşüncede , görüşte veya inançta birleşenlerin oluşturduğu topluluğa verilen isimdir. Bu kelime ağırlıklı olarak, gönderilen elçilere karşı gelen kavimlerin önde gelenleri olarak kullanılmaktadır.
[007.060] Kavminin önde gelenleri (Elmeleu): «Gerçekte biz seni açıkça bir 'şaşırmışlık ve sapmışlık' içinde görmekteyiz» dediler.
Musa ve Süleyman (a.s) kıssası içinde de kullanılan bu kelime, konumuz ile ilgili olan deyimi anlamamızda yardımcı olacaktır.
[027.038] (Süleyman) Dedi ki: Ey ileri gelenler (Elmeleu); kendileri bana müslüman olarak gelmeden önce hanginiz onun tahtını bana getirebilir?
[027.029] (Sebe hükümdarı) Kadın dedi ki: «Ey ileri gelenler (Elmeleu) bana çok önemli ve saygıdeğer bir mektup bırakıldı.
[027.032] (Sebe hükümdarı) Dedi ki: «Ey ileri gelenler! (Elmeleu)Bu işim hakkında bana fetva veriniz. Siz hazır bulununcaya değin ben bir işimi kestirmiş değilim.»
[007.127] Firavun kavminin ileri gelenleri dediler ki (Elmeleu): «Seni ve ilâhlarını terketsinler de yeryüzünde fesat çıkarsınlar diye mi Musa'yı ve kavmini serbest bırakacaksın?» Firavun da dedi ki: «Onların oğullarını öldüreceğiz, kızlarını sağ bırakacağız ve onlar üzerinde kahredici bir üstünlüğe sahibiz.»
Bu ayetlerde , Süleyman (a.s) , Sebe hükümdarı ve Firavun , yanında olanlara "Mele" şeklinde hitab etmektedirler. Hitab edilen bu kişiler, her hükümdarın yanında bulunan ve onların işlerini danıştıkları , fikir aldıkları , işlerini gördürdükleri kimselere verilen bir isimdir.
Allah (c.c) nin "Mele-i A'la" deyimini kullanma sebebinin, tabiki böyle bir ihtiyaca binaen olduğunu söylemek mümkün değildir. Allah (c.c) nin böyle bir deyimi kullanması yanında danışmanları olduğu anlamında değil , hükümdar tasviri içinde yapılan bir anlatımın sonucudur. Allah (c.c) yapacağı herhangi bir iş için kimseye danışmaz veya yapacağı için nasıl bir sonuç doğuracağı konusunda kimseden talimat veya fikir almaz.
Allah (c.c) gaybi aleme ait verdiği bilgileri somut bir hale sokarak bizlerin algı dünyasına hitap etmektedir. Hükümdarlara has bir olgu olan "Mele" terimini kullanması, onun kendisini bizlere hükümdar olarak tanıtmasının bir sonucudur. Bizler ilgili ayetleri okurken Allah (c.c) nin yanındaki mele nin nasıllığı veya ne liğini değil, onun yüce bir hükümdar olarak bizlerin onun mülkü altında yaşayan kulları olduğumuzu hatırlamamız gerekmektedir.
Allah (c.c) nin melesinin "A'la" olarak vasıflandırılması , bir hükümdarın yanında bulunanların o hükümdarın haşmeti , azameti , büyüklüğü ile orantılı olması gerektiği için , onun yanında bulunanların , kendisinin azameti ,büyüklüğü ve yüceliğine yakışır olduğunun bilinmesi içindir.
Saffat suresi içinde geçen, Mele-i A'la teriminin öncesi ve sonrası ayetlerine baktığımızda , vahyin Muhammed (a.s) a ulaşması yolunda herhangi bir kazaya uğramadığının teşbihi bir yolla anlatıldığını görmekteyiz.
[037.006] Gerçekten biz dünya göğünü (o yakın göğü) bir zinetle, yıldızlarla süsledik.
[037.007] Ve onu itaat etmeyen her şeytandan koruduk.
[037.008] Onlar, artık Mele-i A'lâ'ya (yüce topluluğa) kulak veremezler. Her taraftan taşlanırlar.
[037.009] Uzaklaştırılırlar. Onlara ardı arkası kesilmez bir azab vardır.
[037.010] Ancak çalıp çırpan olursa; onu da hemen delip geçen yakıcı bir alev takib eder.
Sad suresi içinde geçen bu terimin öncesi ve sonrası ayetlerinin bağlamı ise , Muhammed (a.s) ın gayb bilgisinin ona verilen vahyin muhteviyatı ile sınırlı olduğu anlatılmakta , 70. ayet sonrası , ona ve bizlere gerektiği kadar bilgi verilmektedir.
[038.069] «Mele-i A'lâ (yüce topluluk) tartışıp dururken, benim hiç bir bilgim yoktur.»
[038.070] «Bana sadece vahyolunuyor; doğrusu ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.»
Sad s. 70. ayet sonrasında Adem'in yaratılışı ile ilgili bilgiler verilmektedir. Adem kıssasının Bakara suresi içinde anlatılan ayetlerine baktığımız zaman , Allah (c.c) ile Melekler arasında bir konuşmanın anlatıldığını görmekteyiz. Allah (c.c) arz üzerinde bir halife kılacağını Meleklere haber ettiği zaman , Meleklerin bu habere itiraz ettiğini görmekteyiz. Allah (c.c) ye karşı bir itirazın mümkün olmadığını düşündüğümüzde , böyle bir konuşmanın temsili bir anlatım olabileceği , Meleklerin "Mele-i A'la" yani yüce topluluk olarak ifade edilenler olduğunu anlamak mümkündür.
Sad s. 70. ayetinden , Muhammed (a.s) ın gayba dair olan bilgilerinin Allah (c.c) den aldığı vahy ile sınırlı olduğu, bunun dışında ona herhangi bir gaygi bilgi verilmediği , onun gaybi aleme dair olan bilgisinin elimizde olan Kur'an ile sınırlı olduğu , bunun dışında onun adına atfedilen gayba dair bilgilerin güvenilmez bilgiler olduğunu anlayabiliriz.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin gayba dair olan bilgileri , bizlerin anlayışına somutlaştırarak sunmasına örnek olarak, Kur'anda geçen "Mele-i A'la" deyimi ile ne kast edilebileceği doğrultusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalıştığımız yazımızda ,bu ve benzeri deyimlerin anlaşılabilmesi için , Allah (c.c) nin kendisi için kullandığı "Hükümdar" benzetmesi dahilinde olan bilgileri dikkate almak gerektiğini düşündüğümüzü ifade etmeye çalıştık. Gayba dair olan bilgilerin ne veya nasıl oldukları konusunda bizlere verilen bilginin amacının , Allah (c.c) nin gücü ve kudretinin anlaşılması ve o güç ve kudret sahibi olana kul olmak gerektiğinin hatırlatılması olduğu , bunun dışında varılmaya çalışılan bazı sonuçların gaybı taşlamak sayılabileceği için dikkatli olunması gerektiğini düşünmekteyiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
16 Şubat 2015 Pazartesi
Toplum Düzeninin Cezai Müeyyideler İle Sağlanması ve Kur'anın Bu Konudaki Yaklaşımı
İnsan , yaratılışı itibarı ile birlikte yaşamaya muhtaç bir varlıktır. Bu ihtiyacını Aile , Köy , Kasaba , Şehir ve Devlet bazında yaşam tarzı geliştirerek karşılamaya çalışır. En küçük topluluk olan Aile ve en büyük topluluk olan Devlet içinde yaşamanın bir takım kuralları vardır ki herkesin bu kurallara uyması zorunluludur. Bu kurallara uymayarak haddi aşanlara bir takım had cezaları getirilmiştir ki bu tür cezalar bütün hukuk sistemlerinde vardır.
Cezaların asıl mantığında dürüst insanları korumak , ve dürüst insanlara karşı suç işleyenleri onlara karşı bu suçu işlememelerini sağlamaya yönelik caydırıcı cezalar olmalıdır. Aksi bir uygulama suçluları ödüllendirmek olur ki böyle bir toplumda yaşamak neredeyse imkansızlaşır.
Allah (c.c) yaratıcı ve tek İlah olması nedeniyle kullarının yaşadığı topluma bir takım düzenlemeler getirmiştir ve bu düzenleme içinde kurallara uymayanlara Dünyevi cezalar ön görülmüş ve tevbe edilmediği takdirde Ahirette daha çetin bir azabın olduğu hatırlatması yapılmıştır. Bir toplumda cezadan önce, o cezayı hak edecek sebeblerin ortadan kaldırılması gerektiği öncelikli olup, gerekli sosyal düzenlemelerin yapılmadan ,tek taraflı olarak sadece ceza sisteminin işlediği bir toplumda dengenin bozulacağı muhakkaktır.
Kur'an , İnsanların yaşadıkları toplum içinde birbirlerinin hak ve hukukuna riayet etmeleri gerektiği konusunda kişileri ebedi bir azap ile korkutmuş , ve işlenen suçlar karşılığında Ahiret öncesi , bir takım cezalar belirlemiştir. Bu cezalar konusunda bir takım düşünceler ortaya atılarak suçu işleyeni koruma gayesi üzerine kurulmuş ve eziklik psikolojisinin eseri olduğunu düşündüğümüz bir takım yorumlar getirildiğine şahid olmaktayız.
Cezalarda asıl olan, caydırıcı olması ve aynı suçun bir başkası tarafından işlenilmeye kalkıldığı zaman , ondan önce aynı suçu işleyenin gördüğü cezayı göz önüne alarak, suçun işlenilmesine engel olunmasıdır. Kur'an , Cinayet , Harp , Fesad , Zina , Hırsızlık , Yalancı Şahidlik gibi suçlara had cezaları getirmiş ve bu cezaların maksadı "Caydırcılık" olma esasına dayanmaktadır. Bunun dışındaki suçlara verilecek cezalar "Caydırıcılık" mantığına dayalı olarak hukukçular tarafından belirlenebilir.
Kur'an en küçük toplum olan Aile içindeki sorunlar da , Erkeği "Kavvam" olarak niteleyerek onu bir nevi "Hakim" konumuna oturtmuş ve sorun çözmedeki insiyatifi ona yüklemiştir. Öncelikle şunu söylemek gerekir ki Kur'anın Erkeği söz sahibi kılmış olması onun zulmetmesine izin vererek sorunları çözmesine imkan tanıMAmıştır. Hakim pozisyonunda olan birinin vereceği hükmü "Adil" olarak verme mecburiyetini yükleyen Kur'an, yanlış karar vermenin sorumluluğunu hatırlatarak, bu konumdaki insanları uyarmıştır. Eğer bir Erkek elindeki bu yetkiyi haksız yere kullandığında, onu cezalandıracak İlahi bir merci olduğunu bilerek ona göre karar verecektir.
Nisa s. 34 , Aile içi sorunlarda nasıl bir prosedür takip edilmesi gerektiğini beyan etmesi bakımından ve özellikle "Fadribuhünne" (Onlara vurun) kelimesi üzerinde bir takım yorumların yapıldığı bir Ayettir. Bu kelimenin klasik meallerde "Onları dövün" olarak çevrilmesi bir takım sıkıntılı durumların doğmasına sebeb olmuştur. Buna karşı olarak yapılan yorumların "Alem ne der" mantığı içinde olduğunu da söylemek istiyoruz. Dayağı savunmak gibi bir niyetimiz olmadığını baştan söyleyerek bu Ayet hakkında daha geniş bir yorumu bir başka yazıya bırakarak şunları söyleyebiliriz.
[004.034] Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) onlara vurun. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.
"Darabe" , "Bir şeyi başka bir şeyin üzerine koymak" şeklinde anlama sahip bir kelimedir. Bu anlam geçmişte "Erkeğin elinin Kadının üzerine konulması" yani "Dayak" şeklinde gerçekleşmiş ve bazı kişiler tarafından hala gerçekleştirilmektedir. Bu şekil bir muameleyi şayet Erkek , "Bu bana Kur'anın verdiği bir haktır" iddiası ile yapıyorsa önce Kadının neden böyle bir baş kaldırma içine girdiğini düşünmesi sonra yaptığının hak , hukuk , adalet kuralları dahilinde doğruluğunu vicdanına sorgulatmalıdır. Kur'anı hayat nizamı yapmış bir kişinin böyle bir muamele yapmasının pek mümkün olmadığı, evlilik hayatı içinde eşleri ile bu tür bir muamele yapmak gereğini duymayan Muhammed (a.s) örnekliğinin okunması ile anlaşılabilir.
Ayet içinde geçen "Fadribuhünne"kelimesinin illaki "Dayak" anlamında anlaşılması gerekmez. Kelimenin bir çok yan anlamı olması ,Ayet içindeki bu kelimenin kesin olarak "Dövün" anlamına geldiğinin iddia edilmesini zorlaştırmaktadır. Ayeti ,Aile için sorunlara çözüm önerisi olduğu düşüncesini ön plana koyduğumuzda, kocasından dayak yiyen bir kadının kocasına karşı olan duyguları mutlaka değişecektir. Bu kelimeyi Erkeğin , Kadın üzerine hakim posizyonunda olması nedeniyle baskı uygulaması olarak anladığımızda sorunun çözümü için söz veya başka bir şekilde kadının üzerinde olmak anlamı çıkarmak mümkündür. Eğer Erkek , Karısına karşı vazifesinin bilincinde bir kişi ise bu vazifeyi dayak ile değil "Kavvam" olması görevinin kendisine yüklediği üstünlüğü kullanarak yapabilir.
Aile içi sorunların çözümü bu şekil Ayetler ışığında okunduktan sonra , toplumu rahatsız eden suçların başında gelen "Hırsızlık" suçu ile ilgili Kur'anın en dediğine bakmak istiyoruz.
[005.038] Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak, ellerini kesin. Allah Güçlü'dür, Hakim'dir.
Maide s. 38. Ayetinde , hırsızlığın cezasının, "El kesmek" olarak belirlendiğini görmekteyiz. Bu cezanın hanigi tür hırsızlık için uygulanacağı beyan edilmemiş bu bu belirlenme hukukçulara bırakılmıştır. Ancak bu cezanın uygulanması öncelikle , hırsızlık suçunu işlemeye mecbur kalmayan bir toplum tesis edildikten uygulama sahasına geçmesi zorunluluğu vardır. Eğer insanı çalmak zorunda bırakacak kadar darlıkta bırakırsanız onun yaptığı suça karşılık ona ceza vermeniz "Zulüm" olacaktır.
Kur'anın böyle bir cezayı öngörmüş olması , bütün hırsızlık suçlarına aynı cezanın uygulanması gibi bir mecburiyeti getirmez. Hırsızlık suçu için belirlenen bu cezanın uygulanmasını gerektirmeyecek kadar hafif sayılabilecek hırsızlık suçu yapılmış olabilir , veya bu cezanın bile hafif gelebileceği kadar ağır bir hırsızlık suçu işlenmiş olabilir. Burada bizim için önemli olan nokta bu cezanın "Caydırıcı" olması mantığı açısından yaklaşarak , toplum içinde meydana gelebilecek farklı hırsızlıklara farklı cezalar tayin edilmesidir. Bu cezaların ortak noktası, aynı suçun başkaları tarafından işlenebilme imkanını ortadan kaldırmak olmalıdır.
Bu cezanın hakiki anlamda bir ceza olmadığı , mecaz anlamda el kesme olduğu yani hırsızlık yapacak yolları kesmek olduğu şeklinde bir takım düşüncelerin olduğu konu ile ilgilenenlerin malumu dur. Hırsızlığa giden yolların KESİLMESİ zaten Sosyal Devlet olgusunun bir gereğidir ,bunu kimse red edemez , zaten kişiyi hırsızlık yapmaya mecbur bırakan bir düzenin, böyle bir ceza uygulaması adalet değil zulüm olacaktır.
Ayet içindeki "Nekalen" kelimesi , caydırıcılık olması açısından değerlendirilmesi gereken bir kelime olup ,eğer bu Ayettteki el kesme yi hırsızlığa giden yolları kesin şeklinde anladığımız zaman "Nekalen" kelimesinin işlevi ortadan kalkacaktır. Bu kelime, suça verilen cezanın ibret olması açısından kullanılan bir kelime olup , Ayete getirilen bu tür modernist yorumların, "Alem ne der" mantığı ile yapılan bir okuma sonucu olduğunu söyleyebiliriz.
Ayet içindeki "Eydiyehuma" (Kadın ve erkek hırsızın elleri) anlamındaki kelimenin , "Hırsızların kaç tane eli var ki keselim?" gibi bir takım kafa karıştırıcı sözler edilerek, bu ceza konusunda mecaz olduğunu düşünenlerin dillerine dolandığını görmekteyiz. Bu tür bir kalıbın kullanılması, Arap dilinin bir özelliği olduğu ve insan azaları için bu tür kalıbın kullanılmış olduğunu bu konu ile alakalı olan bir yazımızda örnekleri ile ele almıştık.
El kesme cezasına karşı getirilen argümanlardan bir tanesi de "Hümanist" düşünceler içinde hırsızı düşünen yaklaşımlardır. İddia olarak , hırsızın elinin kesildiği takdirde geri kalan hayatında nasıl rızkını temin edebileceği , çoluk çocuğunun nafakasını nasıl çıkaracağı gibi yaklaşımlar serd edilerek çalanı değil cezayı vereni suçlu göstermeye kalkan yaklaşımların sergilendiğini görmekteyiz. Yaptığı suçun cezasını düşünmek suçlunun görevi olup , cezayı verenin sorunu değildir. Cezalardaki asıl amaç olan caydırıcılık prensibine aykırı olan bu tür düşünceler , mazlumu değil zalimi esas alan bir hukuk sisteminin düşünce yapısında olabilir.
Hırsızlık suçunu işleyerek elinin kesilmesini göze alan bir insanın geleceğini düşünerek böyle bir cezanın olmaMAsı gerektiğini düşünenlerin , Nur s. 2. Ayetindeki zina işleyenlere uygulanacak ceza ile ilgili olarak " eğer Allah'a ve ahiret gönüne gerçekten inanıyorsanız, Allah'ın dinini uygulamada bunlara bir acıyacağınız tutmasın" şeklinde buyurulması bizlerin had cezaları konusunda nasıl bir tercihte bulunmamız konusunda gereken bilgiyi vermektedir. "Bu durum sadece zina cezası için olabilir" şeklinde bir düşünce içinde olana ancak "Hırsızdan fazla hırsızcı" diyebiliriz.
Eğer ihtiyacı olmadığı halde çalan ve cezayı hak eden birine acıyarak gerekli olan cezayı vermemek toplumdaki suç oranının artmasına ve huzursuzluğun artmasına sebeb olacaktır. Şayet işlediği bir suçun ağır bir cezası olduğunu bilen birisi o suçu işlemek için bir kaç defa düşünecektir. Rızkını nasıl temin edeceği veya çoluk çocuğunu düşünerek bunu yapmaması onun menfaati icabı olup , "Benim çoluk çocuğumu düşünürler nasılsa" diyerek cezadan kurtulacağını düşünen biri yarın bu hırsızları düşünen birisinden bir şeyler çaldığı zaman aynı kişi o hırsız için hümanist duyguları besleyebilecekmi dir ?.
Bu yazının yazılmasından bir kaç gün önce Mersin de tüyleri ürperten bir cinayet işlenerek masum bir genç kızımız öldürülmüştür. Türkiye de cinayet suçunun kısas olmaması nedeni ile cinayetin faili bir kaç sene hapis yatarak serbest kalacaktır. T.C kanunlarına göre katil suçunun cezasını çekmiş olacaktır fakat bu suça verilecek olan ceza toplum vicdanını rahatlatmayacak ve bu suçu başkalarının işlememesi için gerekli olan caydırıcı cezanın olmaması nedeni ile maalesef tir ki bu tür suçlar işlenmeye devam edecektir. Şayet bu tür suçlara en ağır ceza verilmiş ve cinayeti işleyen kişi kısas edilmek sureti ile öldürülmüş olsaydı bu ve buna benzer suçları işlemeye meyyal olanlar artık suç işlemek için biraz daha fazla düşünmek zorunda kalacaklardır.
Hırsızlık suçunun cezasının ağır olduğu , şayet bu ceza uygulandığında rızkını nasıl temin edeceği gibi düşünceler içinde olanlar dahi Mersin de işlenen bu cinayetin cezasının daha ağırlaştırılarak, ölüm olmasını istemektedirler. Şimdi onlara , "Siz bu katilin öldürülmesini istemekle vahşet istiyorsunuz , bu katilin çoluğu çocuğu ne yapar onları neden düşünmüyorsunuz, hırsız için verilecek ceza için yaptığınız hümanistliği neden bu katil için yapmıyorsunuz?" dediğimiz zaman acaba verilecek ne gibi bir cevapları olur?.
Buradan anlaşılmaktadır ki işlenen suça verilecek cezanın oranı, işlenen suç ile orantılı olmalı ve caydırıcılık teşkil etmelidir. Toplum vicadanını rahatlatmayan ve suçluları suç işlemekten caydırmayan bir ceza sistemi , o suçun işlenmesini önlemek yerine o suçu teşvik etmekten başka bir işe yaramaz. "Babalar gibi yatar çıkarım" sözü suçluların suçu işlemeden önceki söyledikleri meşhur sözlerden olup eğer işlemek niyetinde oldukları suçun ağır bir cezası olsaydı acaba bu tür sözleri sarf edebilirlermiydi?.
Sonuç olarak; İnsanların birlikte yaşamaları gereği , bir takım hak ve hukuk ihlalleri olması ihtimaline karşı bu yolların kapatıldıktan sonra , bu tür ihlallerin yapılmasının, cezai müeyyideler ile caydırılmaya çalışılması hukuksal bir gereksinimdir. Bu cezaların mantığında eğer acımak veya suçluyu düşünmek gibi bir takım hümanist duygular yattığı takdirde, yaşanılan toplum "Suçlular Cenneti" olacaktır.
Dürüst insanlardan hiç kimse böyle bir Cennette!! yaşamak arzu etmeyeceği için, düzenlemelerin suçluların menfaatine değil dürüst insanların menfaatleri doğrultusunda yapılması gereklidir. Dürüst ve erdemli insanların suç işlemek gibi bir durumları olmayacağı için suça verilecek cezaların suçluların gözünü korkutacak kadar ağır olması gerekmektedir. Cezaların ağır olmasından şikayet edenler dürüst insanlar değil ancak suça yatkın insanlar olabilir.
Suçluların gelecekleri düşünmek bizlerin değil asıl suç işleme itiyadında olanların sorunu olmalıdır ki suça olan eğilimleri azalmalıdır. Kur'anın insanları en doğruya götüren bir Kitap olması demenin ,toplum düzenini sağlam temeller üzerine kurması demek olup , bu temellerden olan bir takım had cezalarını "Alem ne der" düşüncesi içinde değerlendirmek yerine "Allah ne der" düşüncesi içinde değerlendirmenin daha doğru bir yaklaşım olduğunu düşünmekteyiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Cezaların asıl mantığında dürüst insanları korumak , ve dürüst insanlara karşı suç işleyenleri onlara karşı bu suçu işlememelerini sağlamaya yönelik caydırıcı cezalar olmalıdır. Aksi bir uygulama suçluları ödüllendirmek olur ki böyle bir toplumda yaşamak neredeyse imkansızlaşır.
Allah (c.c) yaratıcı ve tek İlah olması nedeniyle kullarının yaşadığı topluma bir takım düzenlemeler getirmiştir ve bu düzenleme içinde kurallara uymayanlara Dünyevi cezalar ön görülmüş ve tevbe edilmediği takdirde Ahirette daha çetin bir azabın olduğu hatırlatması yapılmıştır. Bir toplumda cezadan önce, o cezayı hak edecek sebeblerin ortadan kaldırılması gerektiği öncelikli olup, gerekli sosyal düzenlemelerin yapılmadan ,tek taraflı olarak sadece ceza sisteminin işlediği bir toplumda dengenin bozulacağı muhakkaktır.
Kur'an , İnsanların yaşadıkları toplum içinde birbirlerinin hak ve hukukuna riayet etmeleri gerektiği konusunda kişileri ebedi bir azap ile korkutmuş , ve işlenen suçlar karşılığında Ahiret öncesi , bir takım cezalar belirlemiştir. Bu cezalar konusunda bir takım düşünceler ortaya atılarak suçu işleyeni koruma gayesi üzerine kurulmuş ve eziklik psikolojisinin eseri olduğunu düşündüğümüz bir takım yorumlar getirildiğine şahid olmaktayız.
Cezalarda asıl olan, caydırıcı olması ve aynı suçun bir başkası tarafından işlenilmeye kalkıldığı zaman , ondan önce aynı suçu işleyenin gördüğü cezayı göz önüne alarak, suçun işlenilmesine engel olunmasıdır. Kur'an , Cinayet , Harp , Fesad , Zina , Hırsızlık , Yalancı Şahidlik gibi suçlara had cezaları getirmiş ve bu cezaların maksadı "Caydırcılık" olma esasına dayanmaktadır. Bunun dışındaki suçlara verilecek cezalar "Caydırıcılık" mantığına dayalı olarak hukukçular tarafından belirlenebilir.
Kur'an en küçük toplum olan Aile içindeki sorunlar da , Erkeği "Kavvam" olarak niteleyerek onu bir nevi "Hakim" konumuna oturtmuş ve sorun çözmedeki insiyatifi ona yüklemiştir. Öncelikle şunu söylemek gerekir ki Kur'anın Erkeği söz sahibi kılmış olması onun zulmetmesine izin vererek sorunları çözmesine imkan tanıMAmıştır. Hakim pozisyonunda olan birinin vereceği hükmü "Adil" olarak verme mecburiyetini yükleyen Kur'an, yanlış karar vermenin sorumluluğunu hatırlatarak, bu konumdaki insanları uyarmıştır. Eğer bir Erkek elindeki bu yetkiyi haksız yere kullandığında, onu cezalandıracak İlahi bir merci olduğunu bilerek ona göre karar verecektir.
Nisa s. 34 , Aile içi sorunlarda nasıl bir prosedür takip edilmesi gerektiğini beyan etmesi bakımından ve özellikle "Fadribuhünne" (Onlara vurun) kelimesi üzerinde bir takım yorumların yapıldığı bir Ayettir. Bu kelimenin klasik meallerde "Onları dövün" olarak çevrilmesi bir takım sıkıntılı durumların doğmasına sebeb olmuştur. Buna karşı olarak yapılan yorumların "Alem ne der" mantığı içinde olduğunu da söylemek istiyoruz. Dayağı savunmak gibi bir niyetimiz olmadığını baştan söyleyerek bu Ayet hakkında daha geniş bir yorumu bir başka yazıya bırakarak şunları söyleyebiliriz.
[004.034] Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah'ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar. Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) onlara vurun. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.
"Darabe" , "Bir şeyi başka bir şeyin üzerine koymak" şeklinde anlama sahip bir kelimedir. Bu anlam geçmişte "Erkeğin elinin Kadının üzerine konulması" yani "Dayak" şeklinde gerçekleşmiş ve bazı kişiler tarafından hala gerçekleştirilmektedir. Bu şekil bir muameleyi şayet Erkek , "Bu bana Kur'anın verdiği bir haktır" iddiası ile yapıyorsa önce Kadının neden böyle bir baş kaldırma içine girdiğini düşünmesi sonra yaptığının hak , hukuk , adalet kuralları dahilinde doğruluğunu vicdanına sorgulatmalıdır. Kur'anı hayat nizamı yapmış bir kişinin böyle bir muamele yapmasının pek mümkün olmadığı, evlilik hayatı içinde eşleri ile bu tür bir muamele yapmak gereğini duymayan Muhammed (a.s) örnekliğinin okunması ile anlaşılabilir.
Ayet içinde geçen "Fadribuhünne"kelimesinin illaki "Dayak" anlamında anlaşılması gerekmez. Kelimenin bir çok yan anlamı olması ,Ayet içindeki bu kelimenin kesin olarak "Dövün" anlamına geldiğinin iddia edilmesini zorlaştırmaktadır. Ayeti ,Aile için sorunlara çözüm önerisi olduğu düşüncesini ön plana koyduğumuzda, kocasından dayak yiyen bir kadının kocasına karşı olan duyguları mutlaka değişecektir. Bu kelimeyi Erkeğin , Kadın üzerine hakim posizyonunda olması nedeniyle baskı uygulaması olarak anladığımızda sorunun çözümü için söz veya başka bir şekilde kadının üzerinde olmak anlamı çıkarmak mümkündür. Eğer Erkek , Karısına karşı vazifesinin bilincinde bir kişi ise bu vazifeyi dayak ile değil "Kavvam" olması görevinin kendisine yüklediği üstünlüğü kullanarak yapabilir.
Aile içi sorunların çözümü bu şekil Ayetler ışığında okunduktan sonra , toplumu rahatsız eden suçların başında gelen "Hırsızlık" suçu ile ilgili Kur'anın en dediğine bakmak istiyoruz.
[005.038] Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak, ellerini kesin. Allah Güçlü'dür, Hakim'dir.
Maide s. 38. Ayetinde , hırsızlığın cezasının, "El kesmek" olarak belirlendiğini görmekteyiz. Bu cezanın hanigi tür hırsızlık için uygulanacağı beyan edilmemiş bu bu belirlenme hukukçulara bırakılmıştır. Ancak bu cezanın uygulanması öncelikle , hırsızlık suçunu işlemeye mecbur kalmayan bir toplum tesis edildikten uygulama sahasına geçmesi zorunluluğu vardır. Eğer insanı çalmak zorunda bırakacak kadar darlıkta bırakırsanız onun yaptığı suça karşılık ona ceza vermeniz "Zulüm" olacaktır.
Kur'anın böyle bir cezayı öngörmüş olması , bütün hırsızlık suçlarına aynı cezanın uygulanması gibi bir mecburiyeti getirmez. Hırsızlık suçu için belirlenen bu cezanın uygulanmasını gerektirmeyecek kadar hafif sayılabilecek hırsızlık suçu yapılmış olabilir , veya bu cezanın bile hafif gelebileceği kadar ağır bir hırsızlık suçu işlenmiş olabilir. Burada bizim için önemli olan nokta bu cezanın "Caydırıcı" olması mantığı açısından yaklaşarak , toplum içinde meydana gelebilecek farklı hırsızlıklara farklı cezalar tayin edilmesidir. Bu cezaların ortak noktası, aynı suçun başkaları tarafından işlenebilme imkanını ortadan kaldırmak olmalıdır.
Bu cezanın hakiki anlamda bir ceza olmadığı , mecaz anlamda el kesme olduğu yani hırsızlık yapacak yolları kesmek olduğu şeklinde bir takım düşüncelerin olduğu konu ile ilgilenenlerin malumu dur. Hırsızlığa giden yolların KESİLMESİ zaten Sosyal Devlet olgusunun bir gereğidir ,bunu kimse red edemez , zaten kişiyi hırsızlık yapmaya mecbur bırakan bir düzenin, böyle bir ceza uygulaması adalet değil zulüm olacaktır.
Ayet içindeki "Nekalen" kelimesi , caydırıcılık olması açısından değerlendirilmesi gereken bir kelime olup ,eğer bu Ayettteki el kesme yi hırsızlığa giden yolları kesin şeklinde anladığımız zaman "Nekalen" kelimesinin işlevi ortadan kalkacaktır. Bu kelime, suça verilen cezanın ibret olması açısından kullanılan bir kelime olup , Ayete getirilen bu tür modernist yorumların, "Alem ne der" mantığı ile yapılan bir okuma sonucu olduğunu söyleyebiliriz.
Ayet içindeki "Eydiyehuma" (Kadın ve erkek hırsızın elleri) anlamındaki kelimenin , "Hırsızların kaç tane eli var ki keselim?" gibi bir takım kafa karıştırıcı sözler edilerek, bu ceza konusunda mecaz olduğunu düşünenlerin dillerine dolandığını görmekteyiz. Bu tür bir kalıbın kullanılması, Arap dilinin bir özelliği olduğu ve insan azaları için bu tür kalıbın kullanılmış olduğunu bu konu ile alakalı olan bir yazımızda örnekleri ile ele almıştık.
El kesme cezasına karşı getirilen argümanlardan bir tanesi de "Hümanist" düşünceler içinde hırsızı düşünen yaklaşımlardır. İddia olarak , hırsızın elinin kesildiği takdirde geri kalan hayatında nasıl rızkını temin edebileceği , çoluk çocuğunun nafakasını nasıl çıkaracağı gibi yaklaşımlar serd edilerek çalanı değil cezayı vereni suçlu göstermeye kalkan yaklaşımların sergilendiğini görmekteyiz. Yaptığı suçun cezasını düşünmek suçlunun görevi olup , cezayı verenin sorunu değildir. Cezalardaki asıl amaç olan caydırıcılık prensibine aykırı olan bu tür düşünceler , mazlumu değil zalimi esas alan bir hukuk sisteminin düşünce yapısında olabilir.
Hırsızlık suçunu işleyerek elinin kesilmesini göze alan bir insanın geleceğini düşünerek böyle bir cezanın olmaMAsı gerektiğini düşünenlerin , Nur s. 2. Ayetindeki zina işleyenlere uygulanacak ceza ile ilgili olarak " eğer Allah'a ve ahiret gönüne gerçekten inanıyorsanız, Allah'ın dinini uygulamada bunlara bir acıyacağınız tutmasın" şeklinde buyurulması bizlerin had cezaları konusunda nasıl bir tercihte bulunmamız konusunda gereken bilgiyi vermektedir. "Bu durum sadece zina cezası için olabilir" şeklinde bir düşünce içinde olana ancak "Hırsızdan fazla hırsızcı" diyebiliriz.
Eğer ihtiyacı olmadığı halde çalan ve cezayı hak eden birine acıyarak gerekli olan cezayı vermemek toplumdaki suç oranının artmasına ve huzursuzluğun artmasına sebeb olacaktır. Şayet işlediği bir suçun ağır bir cezası olduğunu bilen birisi o suçu işlemek için bir kaç defa düşünecektir. Rızkını nasıl temin edeceği veya çoluk çocuğunu düşünerek bunu yapmaması onun menfaati icabı olup , "Benim çoluk çocuğumu düşünürler nasılsa" diyerek cezadan kurtulacağını düşünen biri yarın bu hırsızları düşünen birisinden bir şeyler çaldığı zaman aynı kişi o hırsız için hümanist duyguları besleyebilecekmi dir ?.
Bu yazının yazılmasından bir kaç gün önce Mersin de tüyleri ürperten bir cinayet işlenerek masum bir genç kızımız öldürülmüştür. Türkiye de cinayet suçunun kısas olmaması nedeni ile cinayetin faili bir kaç sene hapis yatarak serbest kalacaktır. T.C kanunlarına göre katil suçunun cezasını çekmiş olacaktır fakat bu suça verilecek olan ceza toplum vicdanını rahatlatmayacak ve bu suçu başkalarının işlememesi için gerekli olan caydırıcı cezanın olmaması nedeni ile maalesef tir ki bu tür suçlar işlenmeye devam edecektir. Şayet bu tür suçlara en ağır ceza verilmiş ve cinayeti işleyen kişi kısas edilmek sureti ile öldürülmüş olsaydı bu ve buna benzer suçları işlemeye meyyal olanlar artık suç işlemek için biraz daha fazla düşünmek zorunda kalacaklardır.
Hırsızlık suçunun cezasının ağır olduğu , şayet bu ceza uygulandığında rızkını nasıl temin edeceği gibi düşünceler içinde olanlar dahi Mersin de işlenen bu cinayetin cezasının daha ağırlaştırılarak, ölüm olmasını istemektedirler. Şimdi onlara , "Siz bu katilin öldürülmesini istemekle vahşet istiyorsunuz , bu katilin çoluğu çocuğu ne yapar onları neden düşünmüyorsunuz, hırsız için verilecek ceza için yaptığınız hümanistliği neden bu katil için yapmıyorsunuz?" dediğimiz zaman acaba verilecek ne gibi bir cevapları olur?.
Buradan anlaşılmaktadır ki işlenen suça verilecek cezanın oranı, işlenen suç ile orantılı olmalı ve caydırıcılık teşkil etmelidir. Toplum vicadanını rahatlatmayan ve suçluları suç işlemekten caydırmayan bir ceza sistemi , o suçun işlenmesini önlemek yerine o suçu teşvik etmekten başka bir işe yaramaz. "Babalar gibi yatar çıkarım" sözü suçluların suçu işlemeden önceki söyledikleri meşhur sözlerden olup eğer işlemek niyetinde oldukları suçun ağır bir cezası olsaydı acaba bu tür sözleri sarf edebilirlermiydi?.
Sonuç olarak; İnsanların birlikte yaşamaları gereği , bir takım hak ve hukuk ihlalleri olması ihtimaline karşı bu yolların kapatıldıktan sonra , bu tür ihlallerin yapılmasının, cezai müeyyideler ile caydırılmaya çalışılması hukuksal bir gereksinimdir. Bu cezaların mantığında eğer acımak veya suçluyu düşünmek gibi bir takım hümanist duygular yattığı takdirde, yaşanılan toplum "Suçlular Cenneti" olacaktır.
Dürüst insanlardan hiç kimse böyle bir Cennette!! yaşamak arzu etmeyeceği için, düzenlemelerin suçluların menfaatine değil dürüst insanların menfaatleri doğrultusunda yapılması gereklidir. Dürüst ve erdemli insanların suç işlemek gibi bir durumları olmayacağı için suça verilecek cezaların suçluların gözünü korkutacak kadar ağır olması gerekmektedir. Cezaların ağır olmasından şikayet edenler dürüst insanlar değil ancak suça yatkın insanlar olabilir.
Suçluların gelecekleri düşünmek bizlerin değil asıl suç işleme itiyadında olanların sorunu olmalıdır ki suça olan eğilimleri azalmalıdır. Kur'anın insanları en doğruya götüren bir Kitap olması demenin ,toplum düzenini sağlam temeller üzerine kurması demek olup , bu temellerden olan bir takım had cezalarını "Alem ne der" düşüncesi içinde değerlendirmek yerine "Allah ne der" düşüncesi içinde değerlendirmenin daha doğru bir yaklaşım olduğunu düşünmekteyiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
13 Şubat 2015 Cuma
Kur'anın Tarihselliği veya Evrenselliği Üzerine
Kur'an 1500 yıl kadar önce, Mekke'de yaşayan Araplara yine onların
içinden bir kişi olan Muhammed (a.s) a inmiş bir kitaptır. Bu kitabın
inmesi, Şura s. 51. Ayetinde gördüğümüz Allah (c.c) nin Elçi göndererek
kulları ile olan konuşması dahilinde olup, türünün en son örneğidir.
Allah (c.c) , Hacc s. 75. Ayetinde görüldüğü üzere , Meleklerden ve İnsanlardan Elçi seçmekte ve seçtiği İnsan Elçilere, Melek Elçi ile vahyetmektedir (Nahl s. 2.) . Tarih boyunca gönderdiği Elçiler , Bayrak yarışçısı gibi elindeki bayrağı diğer elçiye vererek taşımışlardır. Elçilerin ellerindeki bayrağın ortak muhteviyatı , Allah (c.c) nin tek İlah ve Rab olmasının gereği yeryüzünde yaşayan kullarının üzerinde tek hakim olduğu , kıyamet ve sonrasındaki hesap gününün neticesinde , Dünya hayatındaki yapılanların karşılığı olarak ebedi Cennet veya Cehennem şeklindeki karşılığın bildirilmesidir.
Elçilerin çağrısının "Evrensel Çağrı" olarak niteleyebileceğimiz iki ana konusu vardır ki bunlarda "TEVHİD" ve "ADALET" tir. Son kitap olan Kur'an , türünün son örneği olarak bu ilkeler doğrultusunda nasıl bir hayat idame ettirilmesi gerektiğini ihtiva eden Ayetler , ve bu tür bir hayatı ret ederek "ŞİRK" ve "ZULUM" e dayalı bir hayatı kabul edenlerin, Dünya hayatlarının nasıl sona bulduğunu "Kıssa yollu" anlatım ile örneklerini sergilemiştir.
Elçiler ile bildirilen bilgiler ,"Vahyetme" olarak bildiğimiz bir usul dairesinde olup, bunun keyfiyeti sadece, "Allah-Melek Elçi - Beşer Elçi" ile sınırlı olup, diğer insanlar için bunun keyfiyetini anlamak gibi bir bilgi, sınırlı olarak Kur'an Ayetleri içinde beyan edilmiştir. Olayın bize düşen tarafı, bu kitabın Allah (c.c) tarafından indirilmiş ve ona tabi olmak gerekliliği hususunda olup, bilgi verilmeyen konuların peşinde koşulmaması emredilmiştir(İsra s. 36 -85).
Kur'anın Mekke ve Medine de yaşayan İnsanları muhatap alarak inmiş olması , Kitabın içindeki bir takım hüküm taşıyan (ceza , şahitlik v.s) ayetlerin kıyamete kadar uygulanabilirliği konusunda bir takım tartışmaları beraberinde getirmiştir. "Tarihselcilik" olarak özetleyebileceğimiz bu düşüncenin ana söylemini , "Kur'anın hüküm ayetlerinin o günkü şartlar dahilinde geçerli olduğu , bu gün bu hükümler yerine daha farklı hükümler konulabileceği" şeklinde özetlemek mümkündür.
"Tarihselcilik" olarak nitelenen yaklaşım tarzının , Nuzül ortamını göz önüne alarak inen ayetlerin , indiği zaman ve mekan şartları dahilindeki hitabını anlamak , sonra bu hitabın bize dönük mesajını okumak şeklindeki düşüncesini yanlış görmediğimizi , bu düşüncenin yanlış olduğunu düşündüğümüz versiyonu , Kur'an hükümlerinin sadece indiği zaman ve mekana hapsedilmesi şeklindeki düşüncedir.
Kur'anın nazil olması sürecinde, Muhammed (a.s) hayatta ve o günkü problemler, ona vahyedilen ayetler veya onun Ayetlerden hayata pratik hükümler çıkarması neticesinde çözülmekte idi. Sahabe, her hangi bir problemi olduğunda gelip soruyor ve bir şekilde cevabını alıyordu. Sahabenin sorduğu sorular ve aldığı cevaplar, yaşanan zamanın ve mekanın şartları ve sorunları dahilindeydi. Muhammed (a.s) kendisinden sonra gelecek zamanlarda ki bir takım sorunların ne olabileceği konusundai yani gayb konusunda bilgi sahibi olmadığı için, ileriye dönük yaşantı için bazı belirlemeler yapmamıştır.
Muhammed (a.s) ın vefatı ile kesilen vahiy ve daha ileri dönemlerde yaşanan hayat içinde karşılaşılan sorunlar, bir takım düzenlemeleri beraberinde getirmiştir. Bu düzenlemelere genel olarak "İçtihad" bu düzenlemeleri yapanlara "Müçtehid" bir konuda farklı görüşü taşıyan Müçtehidlerin bu farklılığına "Mezheb" denilmiştir. "İçtihad-Müçtehid-Mezheb" üçlüsü etrafında, pratik hayat içindeki sorunlar Kur'an ayetleri veya Muhammed (a.s) ın bu konudaki sözleri veya Sahabenin bu konu ile alakalı yaklaşımları göz önüne alınarak sorunlar çözülmeye çalışılmış ve ortaya büyük bir fıkhi müktesebat çıkmıştır.
Bu gün "Dört Mezheb" olarak bildiğimiz mezheplerin dışında bir çok mezhep ortaya çıkmış ve bu güne hepsi gelmemiştir. Olayı bu şekil özetledikten sonra bu gün için esas sorun, bu mezheplerin din haline gelmiş olması ve sanki bunlardan sonra mezhep olması gerekmez her şey bu mezhepler tarafından çözülmüş gibi bir düşünce içine girilmiş olmasıdır. Halbuki bu mezheplerin içtihatları yaşadıkları zaman ile ilgili bir takım sorunlar ile ilgili olup, hatalı içtihad yapma olasılığı her zaman mevcuttur. Zaman içinde bu mezheplerin bağlıları mezheplerini din haline getirerek Kur'anın önüne geçirmek hatasına düşmüşlerdir.
Bu mezheplerin bir takım içtihadlarının yanlış olmaları veya bağlılarının mezheplerini aşırı bir şekilde yüceltmeleri nedeni ile "İçtihad-Müçtehid-Mezheb" olgusunu kökten süpürmek isteyen bir takım düşüncelerin var olduğunu da hatırlatarak , bu düşünce içinde olanların pratik hayat içinde karşımıza çıkan sorulara cevap verebilmek gibi bir kaygı taşımamaları sebebiyle bu tür yaklaşım içinde olduklarını belirtmek isteriz. Yapılan yanlışlar, bu gereksinimin kökten süpürülüp atılmasını değil, bu yanlış örneklerin yerine doğru olanın konulmasını gerektirir.
Bu noktada Dinin sabiteleri ve değişkenleri olduğunu hatırlatmaktan geçmek istemiyoruz. Dinin sabiteleri dediğimiz şey , Allah (c.c) nin biz kulları için koymuş olduğu evrensel ahlak kuralları ile birlikte onun Helal veya Haram olarak beyan ettiği şeylerdir. Örneğin ; Namaz ,Hacc ,Oruç , Domuz etinin haramlığı v.s gibi konular hiç bir zaman değişkenlik göstermeyecek olup kıyamete değin aynı kalacaktır. Değişkenleri olarak söyleyebileceğimiz şeyler hayat içinde şartların değişmesi ile gelişen mesela , "Düşmana karşı besili atlar hazırlanması" gibi ayetler kıyamete kadar düşmana at ile karşı koyulmasını değil, günün şartları dahilinde en mükemmel tedbirleri almak açısından okunması gereken hükümlerdir.
Kölelik ve Cariyelik kurumu bu gün maalesef yanlış anlaşılan konuların başında gelip , bu kurumu sanki Kur'anın emretmiş olduğu zannı üzerinden gidilerek bu kurumun bu gün özellikle "Işıd" düşüncesine sahip selefiler tarafından hayata geçirilmeye çalışıldığını görmekteyiz. Bu kurum Kur'an nazil olmadan önce, hayat içinde yaşanan ve yaşatılan bir kurum olup, Kur'anın o gün bu kuruma düzenlemeler getirmiş olması, bugün bu kurumun yeniden canlandırılarak devam etmesi gerektiği bilgisini vermez.
Bu gün önümüzde duran mesele , yüzlerce sene önce yapılmış içtihadların bu gün uygulanabilirliğinin kalmamış olması ve dinin değişkenleri diyebileceğimiz yani zaman içinde yeni hükümler gerektiren meselelere güncel içtihadların yapılamamış olmasıdır. Eğer dini hayata hakim kılmak ve pratize etmek gibi bir düşünce içinde isek, pratik hayat içinde ortaya çıkan sorunlara din adına çözümler üretmek zorundayız.
Bu merhale de önümüzde duran bir başka mesele , Kur'an tarafından beyan edilen bir takım had cezaları ve hükümlerin uygulanabilirliği meselesidir. Tarihselci yaklaşıma göre Kur'anın beyan ettiği bir takım cezalar ve hükümler o günkü şartlara uygun olup bu gün için uygulanabilirliği kalmamıştır ve yeni cezalar ve hükümler ihdas edilmesi gerekmektedir.
Öncelikle altını çizmek gerektiğini düşündüğümüz bir mesele vardır ; Kur'an içindeki ayetlerde bu gün yaşadığımız hayat içinde ortaya çıkan cezai hüküm gerektiren meselelerin tamamına net hükümler bulmamız imkansızdır.
Örneğin ; Kur'anın hırsızlık suçu için tayin etmiş olduğu had cezası "El kesmek" tir ( Bazı kesimlerin bunu mecaz olarak anlaması konumuz haricindedir). Bu gün veya yarın, adını "Hırsızlık" olarak koyabileceğimiz bir çok suç vardır ki bütün suçlara bu cezayı uygulamak mümkün değildir. Yapılan bir hırsızlık suçuna el kesmek sureti ile verilecek olan ceza "ağır" veya başka bir hırsızlık suçuna "hafif" gelebilir. Öyleyse "Hırsızlık suçunun cezası" üst başlığı altına, suç olarak görülecek suçlara göre cezalar belirlenmesi gerekecektir, bu ceza neye göre belirlenecektir?. Veya Maide s. 33. Ayeti içindeki cezai hükümleri hangi suçlar için uygulayabiliriz? , bu cezaların uygulama alanı genel olarak çizilmiş olup bu suç kapsamına hangi fiilerin gireceği hukukçuların tesbiti ile yapılması gerekmektedir.
Hukukçular yani "Müçtehid" ler bu konuda devreye girerek görüşlerini yani "İçtihad"larını ortaya koyacaklar , Müçtehidlerin yapmış oldukları içtihadların farklı olabileceğini de unutmayalım ve bu farklılığın adına "Mezheb" denilmektedir. Görülen o dur ki , dini pratik bir hayat içinde yaşamak için Müçtehid-İçtihad-Mezheb olgusu kaçınılmaz hatta bir gereksinimdir. Önemli olan nokta bu görüşlerin temelinde "TEVHİD ve ADALET" ilkelerinden sapmamak şartı olacaktır.
Bu noktada "Tarihselci" düşüncenin Kur'an içindeki bazı had cezalarının neshedilmesi görüşlerini ele almak istiyoruz. Tarihselci düşünce sahiplerinin , Kur'anın tarihsel bazda bazı hükümlerinin olduğu gibi evrensel bazda hükümlerinin olduğunu unutmamaları gerekmektedir. Allah (c.c) eğer bu kitabı bizlere kıyamete kadar bir "Hidayet Rehberi" olarak gönderdi ise, kitap içindeki ayetleri bu gözle değerlendirip, ona göre yolumuzu tayin etmek durumundayız.
El kesme , 100 celde , kısas , gibi hükümlerin bu gün için geçerli olmadığı iddiası ,Kur'anın rehberliğinin kalmadığı iddiasını birlikte getirmesi bakımından yanlış sonuçlar doğuracaktır. Bu iddia , Allah (c.c) nin bu günlerin geleceğini hesaba katmadan bir kitap indirmiş demek olduğu iddiasıdır ki, bu düşüncenin sonu kitabın belirleyiciliğini ortadan kaldırarak tamamen insan merkezli bir din ihdası anlamına gelir. Bu gün konuşulması gereken konu , bu hükümlerin kalkıp kalkmaması değil Kur'anın pratik hayata dair söyleyecek olduğu şeylerin kitlelere anlatılmasıdır.
Bununla birlikte , maksadı beyan etme açısından okunabilecek bazı ayetlerin olduğunun da göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Mesela Nisa s. 15-16. Ayetlerinde sapkın cinsel eğilimleri olanlara evlerde tutulması veya eziyet edilmesi emri vardır. Bu emirlerden maksadın kişilerin bu sapkınlıklarını topluma bulaştırmalarının engel olunması olup bu engel olma durumu bu gün için tedavi usullerini de içine alacak şekilde genişletilebilir.
Bu meyanda , "Kur'anın bütün Ayetleri kıyamete kadar geçerlidir" şeklindeki düşüncenin duygusallıktan öte gidemeyen bir düşünce olduğunu hatırlatalım . Kur'ana bakış açımızdaki sakatlığın ürünü olan bu düşüncenin yeniden gözden geçirilmesi gerekir. Ahzab suresi içindeki Elçi ve eşlerine has olan evlenme hükümlerin bu gün için bizlere dair herhangi bir mesajı olduğunu iddia etmek mümkün değildir.
"Tarihselcilik" veya "Evrenselcilik" düşüncelerinin temeli Kur'an içinden çıkan bir düşünce olmayıp, Batı kaynaklı düşüncelerdendir. Bizler en büyük yanlışı Kur'ana ithal malı gözlükler ile bakmakla yapmakta olduğumuzu unutmadan Kur'anın ne veya nasıl bir kitap olduğunu yine Kendi içinden okunarak anlaşılması gerekmektedir.
Elçi ve Kitapların ana amaçlarından olan "Tevhid" , bu Kitabın yol göstericiliğinde gerçekleştirilmektedir. Bazı sebebler ileri sürerek kitabın belirleyeciliği yerine kişilerin belirleyiciliğini esas olarak koyduğumuzda, ortaya "Şirk" dediğimiz olgu çıkacaktır. Kişilerin, hakkında hüküm bulunmayan meselelerde ortaya koydukları hükmün kaynağı bu kitaptan aldıkları bilgiler dahilinde olması şart olup, bu kitabın terki halinde, bütün belirleyicilik kişilere kalır ki bu da günümüz beşeri sistemlerinin kaynağını teşkil etmektedir.
Sonuç olarak ; Kur'an "Hidayet Rehberleri" zincirinin son halkası olan bir Kitap olarak elimizde olup, hayat içinde pratize edilecek hükümleri ihtiva etmektedir. Bu hükümler nazil olduğu zaman şartları dahilinde olmuş olmasından yola çıkılarak, bu gün için uygulama sahası kalmadığının iddia edilmesi, ideolojik ismi ile "Tarihselcilik" düşüncesi etrafındaki yaklaşımlar ithal malı olması bakımından doğru bir yaklaşım tarzı değildir.
Kitabın belli bir bölge ve belli bir zaman içinde yaşayan insanlara hitap ettiği iddiasından yola çıkılarak ortaya atılan görüşlerin sonu "Deist" düşüncenin farklı bir versiyonu olan, kitaba inanmak fakat onun geçerliliğine inanmamaya götürür, bu da adı var fakat kendi yok hükmünde bir Kur'an anlamına gelir. Allah (c.c) yarattığı kullarını hiç bir zaman kendi yol göstericiliğinden şaşmaması gereğince elçi ve kitaplar göndermiş olması gerçeğini hesaba katarak düşünecek olursak , eğer Kur'anın hükümleri geçersiz kaldı ise yeni bir elçi ve yeni kitabın gelmesi gerekmektedir. Böyle bir durum artık mümkün olmadığına göre bizler Kur'anın yol göstericiliğinde yola devam etmek zorundayız.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Allah (c.c) , Hacc s. 75. Ayetinde görüldüğü üzere , Meleklerden ve İnsanlardan Elçi seçmekte ve seçtiği İnsan Elçilere, Melek Elçi ile vahyetmektedir (Nahl s. 2.) . Tarih boyunca gönderdiği Elçiler , Bayrak yarışçısı gibi elindeki bayrağı diğer elçiye vererek taşımışlardır. Elçilerin ellerindeki bayrağın ortak muhteviyatı , Allah (c.c) nin tek İlah ve Rab olmasının gereği yeryüzünde yaşayan kullarının üzerinde tek hakim olduğu , kıyamet ve sonrasındaki hesap gününün neticesinde , Dünya hayatındaki yapılanların karşılığı olarak ebedi Cennet veya Cehennem şeklindeki karşılığın bildirilmesidir.
Elçilerin çağrısının "Evrensel Çağrı" olarak niteleyebileceğimiz iki ana konusu vardır ki bunlarda "TEVHİD" ve "ADALET" tir. Son kitap olan Kur'an , türünün son örneği olarak bu ilkeler doğrultusunda nasıl bir hayat idame ettirilmesi gerektiğini ihtiva eden Ayetler , ve bu tür bir hayatı ret ederek "ŞİRK" ve "ZULUM" e dayalı bir hayatı kabul edenlerin, Dünya hayatlarının nasıl sona bulduğunu "Kıssa yollu" anlatım ile örneklerini sergilemiştir.
Elçiler ile bildirilen bilgiler ,"Vahyetme" olarak bildiğimiz bir usul dairesinde olup, bunun keyfiyeti sadece, "Allah-Melek Elçi - Beşer Elçi" ile sınırlı olup, diğer insanlar için bunun keyfiyetini anlamak gibi bir bilgi, sınırlı olarak Kur'an Ayetleri içinde beyan edilmiştir. Olayın bize düşen tarafı, bu kitabın Allah (c.c) tarafından indirilmiş ve ona tabi olmak gerekliliği hususunda olup, bilgi verilmeyen konuların peşinde koşulmaması emredilmiştir(İsra s. 36 -85).
Kur'anın Mekke ve Medine de yaşayan İnsanları muhatap alarak inmiş olması , Kitabın içindeki bir takım hüküm taşıyan (ceza , şahitlik v.s) ayetlerin kıyamete kadar uygulanabilirliği konusunda bir takım tartışmaları beraberinde getirmiştir. "Tarihselcilik" olarak özetleyebileceğimiz bu düşüncenin ana söylemini , "Kur'anın hüküm ayetlerinin o günkü şartlar dahilinde geçerli olduğu , bu gün bu hükümler yerine daha farklı hükümler konulabileceği" şeklinde özetlemek mümkündür.
"Tarihselcilik" olarak nitelenen yaklaşım tarzının , Nuzül ortamını göz önüne alarak inen ayetlerin , indiği zaman ve mekan şartları dahilindeki hitabını anlamak , sonra bu hitabın bize dönük mesajını okumak şeklindeki düşüncesini yanlış görmediğimizi , bu düşüncenin yanlış olduğunu düşündüğümüz versiyonu , Kur'an hükümlerinin sadece indiği zaman ve mekana hapsedilmesi şeklindeki düşüncedir.
Kur'anın nazil olması sürecinde, Muhammed (a.s) hayatta ve o günkü problemler, ona vahyedilen ayetler veya onun Ayetlerden hayata pratik hükümler çıkarması neticesinde çözülmekte idi. Sahabe, her hangi bir problemi olduğunda gelip soruyor ve bir şekilde cevabını alıyordu. Sahabenin sorduğu sorular ve aldığı cevaplar, yaşanan zamanın ve mekanın şartları ve sorunları dahilindeydi. Muhammed (a.s) kendisinden sonra gelecek zamanlarda ki bir takım sorunların ne olabileceği konusundai yani gayb konusunda bilgi sahibi olmadığı için, ileriye dönük yaşantı için bazı belirlemeler yapmamıştır.
Muhammed (a.s) ın vefatı ile kesilen vahiy ve daha ileri dönemlerde yaşanan hayat içinde karşılaşılan sorunlar, bir takım düzenlemeleri beraberinde getirmiştir. Bu düzenlemelere genel olarak "İçtihad" bu düzenlemeleri yapanlara "Müçtehid" bir konuda farklı görüşü taşıyan Müçtehidlerin bu farklılığına "Mezheb" denilmiştir. "İçtihad-Müçtehid-Mezheb" üçlüsü etrafında, pratik hayat içindeki sorunlar Kur'an ayetleri veya Muhammed (a.s) ın bu konudaki sözleri veya Sahabenin bu konu ile alakalı yaklaşımları göz önüne alınarak sorunlar çözülmeye çalışılmış ve ortaya büyük bir fıkhi müktesebat çıkmıştır.
Bu gün "Dört Mezheb" olarak bildiğimiz mezheplerin dışında bir çok mezhep ortaya çıkmış ve bu güne hepsi gelmemiştir. Olayı bu şekil özetledikten sonra bu gün için esas sorun, bu mezheplerin din haline gelmiş olması ve sanki bunlardan sonra mezhep olması gerekmez her şey bu mezhepler tarafından çözülmüş gibi bir düşünce içine girilmiş olmasıdır. Halbuki bu mezheplerin içtihatları yaşadıkları zaman ile ilgili bir takım sorunlar ile ilgili olup, hatalı içtihad yapma olasılığı her zaman mevcuttur. Zaman içinde bu mezheplerin bağlıları mezheplerini din haline getirerek Kur'anın önüne geçirmek hatasına düşmüşlerdir.
Bu mezheplerin bir takım içtihadlarının yanlış olmaları veya bağlılarının mezheplerini aşırı bir şekilde yüceltmeleri nedeni ile "İçtihad-Müçtehid-Mezheb" olgusunu kökten süpürmek isteyen bir takım düşüncelerin var olduğunu da hatırlatarak , bu düşünce içinde olanların pratik hayat içinde karşımıza çıkan sorulara cevap verebilmek gibi bir kaygı taşımamaları sebebiyle bu tür yaklaşım içinde olduklarını belirtmek isteriz. Yapılan yanlışlar, bu gereksinimin kökten süpürülüp atılmasını değil, bu yanlış örneklerin yerine doğru olanın konulmasını gerektirir.
Bu noktada Dinin sabiteleri ve değişkenleri olduğunu hatırlatmaktan geçmek istemiyoruz. Dinin sabiteleri dediğimiz şey , Allah (c.c) nin biz kulları için koymuş olduğu evrensel ahlak kuralları ile birlikte onun Helal veya Haram olarak beyan ettiği şeylerdir. Örneğin ; Namaz ,Hacc ,Oruç , Domuz etinin haramlığı v.s gibi konular hiç bir zaman değişkenlik göstermeyecek olup kıyamete değin aynı kalacaktır. Değişkenleri olarak söyleyebileceğimiz şeyler hayat içinde şartların değişmesi ile gelişen mesela , "Düşmana karşı besili atlar hazırlanması" gibi ayetler kıyamete kadar düşmana at ile karşı koyulmasını değil, günün şartları dahilinde en mükemmel tedbirleri almak açısından okunması gereken hükümlerdir.
Kölelik ve Cariyelik kurumu bu gün maalesef yanlış anlaşılan konuların başında gelip , bu kurumu sanki Kur'anın emretmiş olduğu zannı üzerinden gidilerek bu kurumun bu gün özellikle "Işıd" düşüncesine sahip selefiler tarafından hayata geçirilmeye çalışıldığını görmekteyiz. Bu kurum Kur'an nazil olmadan önce, hayat içinde yaşanan ve yaşatılan bir kurum olup, Kur'anın o gün bu kuruma düzenlemeler getirmiş olması, bugün bu kurumun yeniden canlandırılarak devam etmesi gerektiği bilgisini vermez.
Bu gün önümüzde duran mesele , yüzlerce sene önce yapılmış içtihadların bu gün uygulanabilirliğinin kalmamış olması ve dinin değişkenleri diyebileceğimiz yani zaman içinde yeni hükümler gerektiren meselelere güncel içtihadların yapılamamış olmasıdır. Eğer dini hayata hakim kılmak ve pratize etmek gibi bir düşünce içinde isek, pratik hayat içinde ortaya çıkan sorunlara din adına çözümler üretmek zorundayız.
Bu merhale de önümüzde duran bir başka mesele , Kur'an tarafından beyan edilen bir takım had cezaları ve hükümlerin uygulanabilirliği meselesidir. Tarihselci yaklaşıma göre Kur'anın beyan ettiği bir takım cezalar ve hükümler o günkü şartlara uygun olup bu gün için uygulanabilirliği kalmamıştır ve yeni cezalar ve hükümler ihdas edilmesi gerekmektedir.
Öncelikle altını çizmek gerektiğini düşündüğümüz bir mesele vardır ; Kur'an içindeki ayetlerde bu gün yaşadığımız hayat içinde ortaya çıkan cezai hüküm gerektiren meselelerin tamamına net hükümler bulmamız imkansızdır.
Örneğin ; Kur'anın hırsızlık suçu için tayin etmiş olduğu had cezası "El kesmek" tir ( Bazı kesimlerin bunu mecaz olarak anlaması konumuz haricindedir). Bu gün veya yarın, adını "Hırsızlık" olarak koyabileceğimiz bir çok suç vardır ki bütün suçlara bu cezayı uygulamak mümkün değildir. Yapılan bir hırsızlık suçuna el kesmek sureti ile verilecek olan ceza "ağır" veya başka bir hırsızlık suçuna "hafif" gelebilir. Öyleyse "Hırsızlık suçunun cezası" üst başlığı altına, suç olarak görülecek suçlara göre cezalar belirlenmesi gerekecektir, bu ceza neye göre belirlenecektir?. Veya Maide s. 33. Ayeti içindeki cezai hükümleri hangi suçlar için uygulayabiliriz? , bu cezaların uygulama alanı genel olarak çizilmiş olup bu suç kapsamına hangi fiilerin gireceği hukukçuların tesbiti ile yapılması gerekmektedir.
Hukukçular yani "Müçtehid" ler bu konuda devreye girerek görüşlerini yani "İçtihad"larını ortaya koyacaklar , Müçtehidlerin yapmış oldukları içtihadların farklı olabileceğini de unutmayalım ve bu farklılığın adına "Mezheb" denilmektedir. Görülen o dur ki , dini pratik bir hayat içinde yaşamak için Müçtehid-İçtihad-Mezheb olgusu kaçınılmaz hatta bir gereksinimdir. Önemli olan nokta bu görüşlerin temelinde "TEVHİD ve ADALET" ilkelerinden sapmamak şartı olacaktır.
Bu noktada "Tarihselci" düşüncenin Kur'an içindeki bazı had cezalarının neshedilmesi görüşlerini ele almak istiyoruz. Tarihselci düşünce sahiplerinin , Kur'anın tarihsel bazda bazı hükümlerinin olduğu gibi evrensel bazda hükümlerinin olduğunu unutmamaları gerekmektedir. Allah (c.c) eğer bu kitabı bizlere kıyamete kadar bir "Hidayet Rehberi" olarak gönderdi ise, kitap içindeki ayetleri bu gözle değerlendirip, ona göre yolumuzu tayin etmek durumundayız.
El kesme , 100 celde , kısas , gibi hükümlerin bu gün için geçerli olmadığı iddiası ,Kur'anın rehberliğinin kalmadığı iddiasını birlikte getirmesi bakımından yanlış sonuçlar doğuracaktır. Bu iddia , Allah (c.c) nin bu günlerin geleceğini hesaba katmadan bir kitap indirmiş demek olduğu iddiasıdır ki, bu düşüncenin sonu kitabın belirleyiciliğini ortadan kaldırarak tamamen insan merkezli bir din ihdası anlamına gelir. Bu gün konuşulması gereken konu , bu hükümlerin kalkıp kalkmaması değil Kur'anın pratik hayata dair söyleyecek olduğu şeylerin kitlelere anlatılmasıdır.
Bununla birlikte , maksadı beyan etme açısından okunabilecek bazı ayetlerin olduğunun da göz ardı edilmemesi gerekmektedir. Mesela Nisa s. 15-16. Ayetlerinde sapkın cinsel eğilimleri olanlara evlerde tutulması veya eziyet edilmesi emri vardır. Bu emirlerden maksadın kişilerin bu sapkınlıklarını topluma bulaştırmalarının engel olunması olup bu engel olma durumu bu gün için tedavi usullerini de içine alacak şekilde genişletilebilir.
Bu meyanda , "Kur'anın bütün Ayetleri kıyamete kadar geçerlidir" şeklindeki düşüncenin duygusallıktan öte gidemeyen bir düşünce olduğunu hatırlatalım . Kur'ana bakış açımızdaki sakatlığın ürünü olan bu düşüncenin yeniden gözden geçirilmesi gerekir. Ahzab suresi içindeki Elçi ve eşlerine has olan evlenme hükümlerin bu gün için bizlere dair herhangi bir mesajı olduğunu iddia etmek mümkün değildir.
"Tarihselcilik" veya "Evrenselcilik" düşüncelerinin temeli Kur'an içinden çıkan bir düşünce olmayıp, Batı kaynaklı düşüncelerdendir. Bizler en büyük yanlışı Kur'ana ithal malı gözlükler ile bakmakla yapmakta olduğumuzu unutmadan Kur'anın ne veya nasıl bir kitap olduğunu yine Kendi içinden okunarak anlaşılması gerekmektedir.
Elçi ve Kitapların ana amaçlarından olan "Tevhid" , bu Kitabın yol göstericiliğinde gerçekleştirilmektedir. Bazı sebebler ileri sürerek kitabın belirleyeciliği yerine kişilerin belirleyiciliğini esas olarak koyduğumuzda, ortaya "Şirk" dediğimiz olgu çıkacaktır. Kişilerin, hakkında hüküm bulunmayan meselelerde ortaya koydukları hükmün kaynağı bu kitaptan aldıkları bilgiler dahilinde olması şart olup, bu kitabın terki halinde, bütün belirleyicilik kişilere kalır ki bu da günümüz beşeri sistemlerinin kaynağını teşkil etmektedir.
Sonuç olarak ; Kur'an "Hidayet Rehberleri" zincirinin son halkası olan bir Kitap olarak elimizde olup, hayat içinde pratize edilecek hükümleri ihtiva etmektedir. Bu hükümler nazil olduğu zaman şartları dahilinde olmuş olmasından yola çıkılarak, bu gün için uygulama sahası kalmadığının iddia edilmesi, ideolojik ismi ile "Tarihselcilik" düşüncesi etrafındaki yaklaşımlar ithal malı olması bakımından doğru bir yaklaşım tarzı değildir.
Kitabın belli bir bölge ve belli bir zaman içinde yaşayan insanlara hitap ettiği iddiasından yola çıkılarak ortaya atılan görüşlerin sonu "Deist" düşüncenin farklı bir versiyonu olan, kitaba inanmak fakat onun geçerliliğine inanmamaya götürür, bu da adı var fakat kendi yok hükmünde bir Kur'an anlamına gelir. Allah (c.c) yarattığı kullarını hiç bir zaman kendi yol göstericiliğinden şaşmaması gereğince elçi ve kitaplar göndermiş olması gerçeğini hesaba katarak düşünecek olursak , eğer Kur'anın hükümleri geçersiz kaldı ise yeni bir elçi ve yeni kitabın gelmesi gerekmektedir. Böyle bir durum artık mümkün olmadığına göre bizler Kur'anın yol göstericiliğinde yola devam etmek zorundayız.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
7 Temmuz 2013 Pazar
Kur'anın Tahrif İddiaları Veya Aydınlatıcı Delil Olmadan Kur'an Hakkında Konuşmak
Alemlere rahmet ve hidayet olmak üzere Allah cc tarafından muhammed as a indirilen kur'ana iman ettiğini iddia edip, bu kitabın bazı ayetlerinin eksik veya fazla olduğu veya yanlış yazıldığı şeklinde iddialar yüzyıllardır gündemimizde yer tutmakta olup bundan sonrada yer tutmaya devam edecektir. Kur'ana iman etmeyenlerin bu kitabın tahrifi ile ilgili iddialarının kaynağı maalesef bizim kaynaklarımız olup haklı olarak "kardeşim ben demiyorum kendiniz diyorsunuz" şeklinde sözlerle bizleri muhatap etmektedir.
Kitabın eksik olduğu konusundaki iddialar geleneksel anlayışta nasih mensuh teorisi adı altında yürütülerek,1- tilaveti mensuh hükmü baki (recm ayeti örneği) 2- tilaveti ve hükmü mensuh şeklinde kategorize edilerek kitabın ayetleri olarak indirilen fakat kitaba alınmayan ayetlerin olduğu iddialarının devamı olarak bazı ayetlerin kurandan olmadığı veya bazı ayetlerin yanlış yazıldığı iddiaları konuşulmaya devam etmektedir.
Bir kitabın doğru veya yanlış olduğunu iddia edebilmek için elimizde kesin doğru olduğuna inandığımız bir delilin olması ve o kitabın içeriğindeki bazı sözlerin kesin doğru olduğuna inandığımız delil ile ispatlamak zorunluluğumuz vardır.
Allah cc nin indirmiş olduğu kitabın doğruluğuna dair delilimiz yine kur'andan olup harici olarak bir delilimizin olması mümkün değildir. Kur'anın sahihliğini iddia etmek için kullandığımız kur'an harici deliller yaratılmış olan kulların koymuş olduğu deliller çerçevesinde olacağı için Allah cc nin kitabını yaratılmış olan kulların koymuş olduğu ölçüler dahilinde doğrulatmaya çalışmak bizi doğru bir sonuca götürmez.
Allah cc nin kitabının matematiksel bir koruma ile çok mükemmel bir şekilde korunduğu iddiası ile yola çıkan bazıları tevbe s. son iki ayetinin bu matematiksel ahenge uygun olmadığı gerekçesi ile red etmektedirler. Allah cc hiç bir ayetinde " bu kitap 19 ve katlarının ahengi ile korunmuştur bu ahenge uymayan ayetler kitaba sonradan ilave dilmiştir" şeklinde bir beyanda bulunmamasına rağmen Allah cc nin kitabının kulların koyduğu ölçüler dahilinde sağlamaya gidilmesi kitabın korunmadığına dair düşüncelere sebeb olmuştur.
Bu tür söylemlerin iyi niyetli olmayan düşünceler olduğu açıktır. Adı müslüman olan kimselerden sadır olması bu düşünceleri ortaya atanların bu sözleri iyi niyetle ortaya attığı zannına götürmemelidir. Bu tür düşüncelere karşı olan yaklaşımlarımız bunların isimlerine kanarak samimi oldukları yolundaki düşüncelerine kanmayıp belli bir projenin içerdeki tatbikçileri olarak görülmesi olmasıdır.
Kitab üzerinde şüphe uyandırarak kitaba olan güveni sarsmak amacında olan yaklaşımlardan biriside kitabın imlası konusundadır. Bilindiği gibi kur'an sözlü olarak inmiş bir kitab olup vahiy meleğinin muhammed as vahyi bırakması ve o vahyin muhammed as ın ağzından çıkan sözler olarak muhatablarına tebliği şeklinde olmuştur. Muhammed as ın ağzından çıkan ayetler vahiy katipleri tarafından yazıya geçirilmiştir. Bugün elimizde olan mushaftaki harflerin harekeler ve noktalama işaretleri okumayı kolaylaştırmak amacı ile ebu esved eddüeli tarafından sonraları yapılmıştır.
Bu durumu fırsat bilen bazıları bu konuyu istismar ederek işlerine gelmeyen bazı ayetlere kendi hevaları doğrultusunda anlam vererek o ayetin mushaftaki yazılışının yanlış olduğu doğru olanın! kendi yazdığı biçimde olduğu şeklinde görüş beyanında bulunmaktadırlar. Mushafın putlaştırıldığını iddia ederek mushaf hakkında şüpheler ortaya atmaları mushafı putlaştırmama adına yaptıkları girişim kendi hevalarını putlaştırmaktan başka bir şey değildir.
Kitab indiği zaman muhammed as ın katiplere yazdırır yazdırmaz hafızasından silinmiş değildir. Aksine onun haricinde bir çok kişinin hafızasında yer etmiş ve yazılışı anında yapılacak herhangi bir hata başkaları tarafından görülerek yanlışın düzeltileceği muhakkaktır. Yazılan kitabın Allah cc nin indirdiği ayetler olması ve kur'andan önce nazil olan kitabın ayetleri konusunda israiloğullarının yaptıklarınında o kitabta bahsedilmesi aynı hataya düşmemeleri konusunda müslümanlara verilen bir mesaj olarak algılanmasını ve kitabı sonraki geleceklere miras bırakırlarken herhangi bir ihtilafa sebebiyet verecek hataları yapmamaları gerektiğini herhalde çok iyi biliyorlardı. Hele hele kitabın anlamını değiştirecek şekilde bir harf hatası yaptıkları iddiası masum bir iddia olamaz.
Birileri kalkıp , " bu dedikleriniz kitabın tahrif olmadığı ön kabulu içinde yazılmış duygusal ifadelerdir" diye bir itirazda bulunabilir. O zaman bizde kendisinden duygusal olmayan ve delile dayanan bir karşı itiraz beklerizki kitabın tahrif olduğu konusunda bizleri inandırsın.
-----031.020 Allah'ın göklerde olanları da, yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz? İnsanlardan, Allah hakkında hiçbir bilgisi olmadan, doğruluk rehberi ve aydınlatıcı bir Kitap bulunmadan tartışanlar vardır.
-----022.003 İnsanlardan, bilgisi olmaksızın Allah hakkında tartışmaya giren ve her inatçı şeytana uyan birtakım kimseler vardır.
-----022.008 İnsanlardan kimi de vardır ki, ne bir bilgiye, ne bir yol göstericiye, ne de aydınlatıcı bir Kitab'a dayanmaksızın Allah hakkında tartışır.
Allah hakkında tartışmak için gerekli olan verilerden bir tanesi kişinin elinde aydınlatıcı bir kitabı olmasıdır. Bu aydınlatıcı kitab yine Allah cc nin indirdiği kitabtan başkası olamaz. Kur'andan önce nazil olan tevrat ve incilin tahrif olduğuna dair delilimiz o aydınlatıcı kitab olan kur'an iledir. Tevrat ve incilin tahrif edilerek içine vahiy harici bilgilerin karışmış olduğuna dair delilimiz yine Allah cc nin indirdiği son kitab olan kur'anın verileri ile o kitapları karşılaştırmak ve kur'ana aykırı olan bilgilerin tevrat veya incile sonradan dahil edildiği şeklindedir.
Eğer biri kalkıp kur'ana bu tür ilavelerin veya yazılım hatalarının yapıldığı noktasında bir iddiada bulunacak olursa ondan isteğimiz Allah cc nin indirmiş olduğu aydınlatıcı bir kitabtan delil getirmesidir. Şayet kur'ana vahiy harici bir ilave olduğu yolunda bir iddiada bulunan kişi ya bize Allah cc nin indirmiş olduğu bir delil getirecek yada bu iddiasını bu şekilde delillendiremediği müddetçe müfteri olmaktan öteye gidemeycektir. Allah cc ve onun kitabı hakkında söylenecek en doğru söz o kitabın doğrultusunda olacaktır, başka kitaplar referans alınarak Allah cc ve kitabı hakkında söylenecek her söz batıldır.
"elkur'an mushafı" adını kullanarak elimizdeki iki kapak arasında sahifelenmiş olan kitabın levhi mahfuzdaki kur'an ile aynı olmadığı tahrif olmayan kur'anın levhi mahfuzdaki kur'an olduğu elimizde olanın tevrat ve incil gibi tahriften kurtulamayacağı düşüncesi yine adı müslüman! olanlar tarafından dile getirilen düşüncelerden biridir. Kur'ana korunmuş gözüyle bakanların onu putlaştırdığı iddiası ile yazılım hataları olabileceği ve bu yazılım hatalarını düzelten kur'an alimlerinin çalışmalarından !! örnekler vermek istiyoruz.
Meryem s. 24. ayetine vermiş olduğu mealin gerekçesi olarak "tahtihe" kelimesinin hatalı yazıldığı hatasız! olanın hangisi olduğunu şu şekilde delillendirmektedir.
Yine aynı şekilde bir başka kur'an alimi! olan Hakkı Yılmaz'da bazı ayetlerdeki harflerin sehven! hatalı yazıldığını ve bu hatayı düzelterek! doğru olanı nasıl yaptığını bir çok yazımızda örneklerini vererek göstermeye çalışmıştık. Kur'an mushafını putlaştırmama adına yapılan bu çalışmalar kur'anı sanki herhangi bir kulun kitabı seviyesine indirmiş ve hevayı putlaştırmıştır.
Kitabın eksik olduğu konusundaki iddialar geleneksel anlayışta nasih mensuh teorisi adı altında yürütülerek,1- tilaveti mensuh hükmü baki (recm ayeti örneği) 2- tilaveti ve hükmü mensuh şeklinde kategorize edilerek kitabın ayetleri olarak indirilen fakat kitaba alınmayan ayetlerin olduğu iddialarının devamı olarak bazı ayetlerin kurandan olmadığı veya bazı ayetlerin yanlış yazıldığı iddiaları konuşulmaya devam etmektedir.
Bir kitabın doğru veya yanlış olduğunu iddia edebilmek için elimizde kesin doğru olduğuna inandığımız bir delilin olması ve o kitabın içeriğindeki bazı sözlerin kesin doğru olduğuna inandığımız delil ile ispatlamak zorunluluğumuz vardır.
Allah cc nin indirmiş olduğu kitabın doğruluğuna dair delilimiz yine kur'andan olup harici olarak bir delilimizin olması mümkün değildir. Kur'anın sahihliğini iddia etmek için kullandığımız kur'an harici deliller yaratılmış olan kulların koymuş olduğu deliller çerçevesinde olacağı için Allah cc nin kitabını yaratılmış olan kulların koymuş olduğu ölçüler dahilinde doğrulatmaya çalışmak bizi doğru bir sonuca götürmez.
Allah cc nin kitabının matematiksel bir koruma ile çok mükemmel bir şekilde korunduğu iddiası ile yola çıkan bazıları tevbe s. son iki ayetinin bu matematiksel ahenge uygun olmadığı gerekçesi ile red etmektedirler. Allah cc hiç bir ayetinde " bu kitap 19 ve katlarının ahengi ile korunmuştur bu ahenge uymayan ayetler kitaba sonradan ilave dilmiştir" şeklinde bir beyanda bulunmamasına rağmen Allah cc nin kitabının kulların koyduğu ölçüler dahilinde sağlamaya gidilmesi kitabın korunmadığına dair düşüncelere sebeb olmuştur.
Bu tür söylemlerin iyi niyetli olmayan düşünceler olduğu açıktır. Adı müslüman olan kimselerden sadır olması bu düşünceleri ortaya atanların bu sözleri iyi niyetle ortaya attığı zannına götürmemelidir. Bu tür düşüncelere karşı olan yaklaşımlarımız bunların isimlerine kanarak samimi oldukları yolundaki düşüncelerine kanmayıp belli bir projenin içerdeki tatbikçileri olarak görülmesi olmasıdır.
Kitab üzerinde şüphe uyandırarak kitaba olan güveni sarsmak amacında olan yaklaşımlardan biriside kitabın imlası konusundadır. Bilindiği gibi kur'an sözlü olarak inmiş bir kitab olup vahiy meleğinin muhammed as vahyi bırakması ve o vahyin muhammed as ın ağzından çıkan sözler olarak muhatablarına tebliği şeklinde olmuştur. Muhammed as ın ağzından çıkan ayetler vahiy katipleri tarafından yazıya geçirilmiştir. Bugün elimizde olan mushaftaki harflerin harekeler ve noktalama işaretleri okumayı kolaylaştırmak amacı ile ebu esved eddüeli tarafından sonraları yapılmıştır.
Bu durumu fırsat bilen bazıları bu konuyu istismar ederek işlerine gelmeyen bazı ayetlere kendi hevaları doğrultusunda anlam vererek o ayetin mushaftaki yazılışının yanlış olduğu doğru olanın! kendi yazdığı biçimde olduğu şeklinde görüş beyanında bulunmaktadırlar. Mushafın putlaştırıldığını iddia ederek mushaf hakkında şüpheler ortaya atmaları mushafı putlaştırmama adına yaptıkları girişim kendi hevalarını putlaştırmaktan başka bir şey değildir.
Kitab indiği zaman muhammed as ın katiplere yazdırır yazdırmaz hafızasından silinmiş değildir. Aksine onun haricinde bir çok kişinin hafızasında yer etmiş ve yazılışı anında yapılacak herhangi bir hata başkaları tarafından görülerek yanlışın düzeltileceği muhakkaktır. Yazılan kitabın Allah cc nin indirdiği ayetler olması ve kur'andan önce nazil olan kitabın ayetleri konusunda israiloğullarının yaptıklarınında o kitabta bahsedilmesi aynı hataya düşmemeleri konusunda müslümanlara verilen bir mesaj olarak algılanmasını ve kitabı sonraki geleceklere miras bırakırlarken herhangi bir ihtilafa sebebiyet verecek hataları yapmamaları gerektiğini herhalde çok iyi biliyorlardı. Hele hele kitabın anlamını değiştirecek şekilde bir harf hatası yaptıkları iddiası masum bir iddia olamaz.
Birileri kalkıp , " bu dedikleriniz kitabın tahrif olmadığı ön kabulu içinde yazılmış duygusal ifadelerdir" diye bir itirazda bulunabilir. O zaman bizde kendisinden duygusal olmayan ve delile dayanan bir karşı itiraz beklerizki kitabın tahrif olduğu konusunda bizleri inandırsın.
-----031.020 Allah'ın göklerde olanları da, yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmez misiniz? İnsanlardan, Allah hakkında hiçbir bilgisi olmadan, doğruluk rehberi ve aydınlatıcı bir Kitap bulunmadan tartışanlar vardır.
-----022.003 İnsanlardan, bilgisi olmaksızın Allah hakkında tartışmaya giren ve her inatçı şeytana uyan birtakım kimseler vardır.
-----022.008 İnsanlardan kimi de vardır ki, ne bir bilgiye, ne bir yol göstericiye, ne de aydınlatıcı bir Kitab'a dayanmaksızın Allah hakkında tartışır.
Allah hakkında tartışmak için gerekli olan verilerden bir tanesi kişinin elinde aydınlatıcı bir kitabı olmasıdır. Bu aydınlatıcı kitab yine Allah cc nin indirdiği kitabtan başkası olamaz. Kur'andan önce nazil olan tevrat ve incilin tahrif olduğuna dair delilimiz o aydınlatıcı kitab olan kur'an iledir. Tevrat ve incilin tahrif edilerek içine vahiy harici bilgilerin karışmış olduğuna dair delilimiz yine Allah cc nin indirdiği son kitab olan kur'anın verileri ile o kitapları karşılaştırmak ve kur'ana aykırı olan bilgilerin tevrat veya incile sonradan dahil edildiği şeklindedir.
Eğer biri kalkıp kur'ana bu tür ilavelerin veya yazılım hatalarının yapıldığı noktasında bir iddiada bulunacak olursa ondan isteğimiz Allah cc nin indirmiş olduğu aydınlatıcı bir kitabtan delil getirmesidir. Şayet kur'ana vahiy harici bir ilave olduğu yolunda bir iddiada bulunan kişi ya bize Allah cc nin indirmiş olduğu bir delil getirecek yada bu iddiasını bu şekilde delillendiremediği müddetçe müfteri olmaktan öteye gidemeycektir. Allah cc ve onun kitabı hakkında söylenecek en doğru söz o kitabın doğrultusunda olacaktır, başka kitaplar referans alınarak Allah cc ve kitabı hakkında söylenecek her söz batıldır.
"elkur'an mushafı" adını kullanarak elimizdeki iki kapak arasında sahifelenmiş olan kitabın levhi mahfuzdaki kur'an ile aynı olmadığı tahrif olmayan kur'anın levhi mahfuzdaki kur'an olduğu elimizde olanın tevrat ve incil gibi tahriften kurtulamayacağı düşüncesi yine adı müslüman! olanlar tarafından dile getirilen düşüncelerden biridir. Kur'ana korunmuş gözüyle bakanların onu putlaştırdığı iddiası ile yazılım hataları olabileceği ve bu yazılım hatalarını düzelten kur'an alimlerinin çalışmalarından !! örnekler vermek istiyoruz.
Meryem s. 24. ayetine vermiş olduğu mealin gerekçesi olarak "tahtihe" kelimesinin hatalı yazıldığı hatasız! olanın hangisi olduğunu şu şekilde delillendirmektedir.
"Doğurduktan hemen sonra ona seslendi: “Sakın üzülme, Rabbin senin doğuruşunu meşru kılmıştır,
Nuhhata,
nahtuta, aramice de terk, teslim, çıkış, veriş, doğurma anlamlarına
gelir. Min edatı aramice de ve arapça da -den, -dan olarak genel
kullanımının yanında “that point in time” “yani o olayın olduğu an, o
anda” manalarında da kullanılır. ” İza nudiye li el-salati MİN yevm el
cumuati” Cuma/9 bu kullanımdır.benzeri bu surenin 37. Ayetinde “MİN
meşhedi yevmin azim” HAALE Hud/43
“Min
nahtiha” şeklinde okunursa anlamı “doğurduktan hemen sonra, doğruduğu
anda” olur.Arapçada Nahte ( nun-ha-te ) yontmak, yonga, yontulan
nesneden düşen şey, insanın üzerine yontulduğu tabiatı ( nuhita aleyha –
Müfredat ), Kuran mushafı harfleri çok sonradan noktalanırken büyük
ihtimalle yazıcı bir nokta yerine iki nokta koyarak NUN olması gereken
harfi TE yapmıştır ve kritik kelime NUHİTAHA dan TAHTİHA ya dönüşmüş
olmuştur, Allahu alem.
Sin-ra-elif
( Lisan ) Asil, şerefli, soylu, yiğit, mert, Reculün seriyyun (
Müfredat ) yüce ve yüksek asil saygın onurlu cömert adam
Seriya
nın arami köklü bir kelime olduğu çok açıktır. Aramice’de (SARYA),
yasal doğum,asil, yüce şerefli adam manalarındadır. Kelimenin direkt
anlamı özgürlük (hür) kökünden gelir. Kehf suresi 61. Ayetin sonundaki
seraba okunan kelime de buradaki seriya olabilir." demektedir .
Yine aynı şekilde bir başka kur'an alimi! olan Hakkı Yılmaz'da bazı ayetlerdeki harflerin sehven! hatalı yazıldığını ve bu hatayı düzelterek! doğru olanı nasıl yaptığını bir çok yazımızda örneklerini vererek göstermeye çalışmıştık. Kur'an mushafını putlaştırmama adına yapılan bu çalışmalar kur'anı sanki herhangi bir kulun kitabı seviyesine indirmiş ve hevayı putlaştırmıştır.
Sonuç olarak;
Müslüman olarak kur'ana bakış açımız, şu anda elimizde olan "el kur'an mushafı" Allah cc den indirildiği şekli ile bozulmadan herhangi bir tahrife uğramadan elimizde olup kıyamete kadarda böyle kalacaktır. Aksine Allah cc nin katından olan bir kitapla delillendirilmesi gerekirki bunun böyle olduğuna inanalım. Eğer yeni bir elçi ve beraberinde yeni bir kitap gelecek olursa (ki bu kur'anın beyanıyma bu mümkün değil) yeni gelen kitap bizlere kur'andaki tahrifleri mutlaka beyan edecektir. Bunun dışındaki kur'anın bozulmuş olduğu yönündeki iddialar tamamen art niyetli belli bir proje ürünü olup, tek doğru ölçü olan kur'anıda yıkarak elde doğru ölçü adına hiç bir şey bırakmayarak müslümanları kaosa sürükleme çabalarından başka bir şey değildir. Adı müslüman dahi olsa bu tür kişilerin yapmış oldukları çalışmalar art niyet ürünü olup bilerek veya bilmeyerek olsun bir yerlere hizmet ederek onların ekmeğine yağ sürme çabalarıdır. Rabbimiz bizleri içimize sokulmuş olan truva atı mesabesinde olan bu tür insanlardan muhafaza buyursun.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)