3 Temmuz 2017 Pazartesi

Lokman Örneğinde İnsana Verilmiş Olan Hikmet'in Hayat içindeki Yansıması

Kur'an'ın bizlere vermek istediği mesajlarını aktarmakta kullandığı yöntemlerden bir tanesi, geçmişte yaşamış olan kişi ve toplulukların yaşadıkları hayatlardan kesitler anlatmak sureti ile, o hayatlardan örnek alınmasını sağlamak şeklindedir. Lokman ismi, geçmişte yaşamış bir kimse, ve oğluna verdiği bir takım öğütler üzerinden Kur'an içinde yerini almış, bizler tarafından Lokman'ın oğluna verdiği o öğütler üzerinden insan hayatının nasıl şekillenmesi gerektiği yönünde örnekler çıkarılması gerekirken, onun ismi  genellikle elçi olup olmadığı yönünde tartışmalar arasında oğluna verdiği öğütler buharlaşıp gitmiştir.

Yazımızda, aynı adı taşıyan sure içindeki ayetlerde, Lokman'ın oğluna verdiği öğütlerin, bizim hayatımıza nasıl yansıması gerektiği üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.

[031.012] Biz Lokmana «Allah’a şükret» diye hikmet verdik. Kim şükrederse kendisi için şükreder. Kim nankörlük ederse bilsin ki Allah müstağnidir, hiçbir şeye muhtaç değildir, her türlü övgüye lâyıktır.

Lokman'ın elçi olup olmadığı, onun ile ilgili olarak yapılan tartışmalardandır. Onun elçi kimliğine sahip olup olmadığının bizim için herhangi bir önemi bulunmamakta, bizim için öneme haiz olan asıl konu, onun yaşadığı hayatın örnek bir hayat olmasıdır. Surenin 12. ayetinde, Lokman'a Hikmet verildiğinden bahsedilmektedir. Bu kelime, Kur'an'ın anahtar terimlerinden bir tanesi olup, üzerinde bir takım spekülasyonlar yapılarak hadis ve sünnet'in vahiy olduğu yönündeki çıkarımlara mesnet olarak kullanılmak istenilmektedir.

Hikmet; Islah etmek, düzeltmek amacı ile men etmek engellemek anlamına gelen Hakeme kelimesinden türemiştir.

Hikmet kelimesini Lokman bağlamında düşündüğümüz, ve Lokman'ın bir beşer olduğunu dikkate aldığımızda, hikmet sadece belirli kimselere verilmiş bir özellik olarak değil, bütün insanlara doğuştan verilmiş, yaşamının ilerleyen yıllarında insanın beslendiği yaşam kaynağı her ne ise, ona göre şekillenen doğru ile yanlışı birbirinden ayırt edebilme özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsanın asıl meselesi, işte kendisinde bulunan hikmeti nasıl kullanması gerektiğidir. Çünkü insanda bulunan hikmet, çeşitli yönlendirmeler neticesinde yolundan sapmaya müsait olan yani Şeytan'ın emri altına girebilen bir özelliğe sahiptir.

Tarih boyunca gelen elçiler, muhataplarına insanda var olan hikmetin, vahyin doğrultusunda yönlenmeleri için çalışmışlardır. Yapılan bütün kavgalar insanda var olan bu hikmetin neye göre yönlenmesi gerektiğinde düğümlenmiş olup Lokman, kendisine verilen hikmeti vahyin doğrultusunda kullanan örnek bir şahsiyet olarak bizlere sunulmaktadır.

Ayet, insanın kendisinde olan bu hasletin doğru yönde kullanmasının faydasının kendisine olduğunu, yanlış yönde kullanılan hikmetin zararının da yine insanın kendisine olduğunu, Allah (c.c) nin insana vermiş olduğu tüm emirlerin yerine getirilmesine kendisinin ihtiyacı olmadığını beyan etmektedir.

Allah'ın kendisine verdiği hikmeti , nankörlük yönünde değil şükür yönünde kullanan Lokman oğluna şunları söylemektedir. Lokman'ın oğluna söylediği sözler, aynı zamanda bilginin insanlar nasılda nasıl yayıldığını da göstermesi bakımından dikkat çekicidir. İnsan sahip olduğu bilgiyi kendisinden öncekilerinin edindiği tecrübi bilgilerin bir başkasına devredilmesi şeklinde öğrenmektedir.

[031.013] Hani Lokman; oğluna öğüt vererek demişti ki: Oğulcuğum; Allah'a şirk koşma, doğrusu şirk, büyük bir zulümdür.

Lokman oğluna nasihat vermeye, Allah'a şirk koşulmaması gerektiğinden başlamaktadır. Çünkü insan yaşamı sadece Allah'a kulluk etmek temeline dayalı bir sistem üzerinde olması gerekmektedir. Şirk'in ne olduğunu ifade etmek için kullanılan Zulüm kelimesi üzerinde duracak olursak şunları söyleyebiliriz;

Kelime, ışığın yokluğu yani Karanlık anlamına sahip olduğu gibi, bir şeyi eksilterek veya artırarak, zaman veya mekanından saptırarak kendine ait olmayan bir yere koymak anlamına gelmektedir.

Şirk kavramının tarifinin Zulüm kelimesi ile yapılmış olmasının anlamını, Kur'an içinde geçen Nur, Zulümat gibi kelimelerin geçtiği ayetleri alt alta koyarak okuduğumuzda daha net bir şekilde anlayabiliriz. Ayrıca kelimenin diğer anlamını dikkate aldığımızda, tevhid'in fıtri bir durum, şirk'in ise arızi yani dış etkenler nedeniyle oluşan bir durum olduğunu anlayabiliriz. 

Bir insanın bilmesi gereken en önemli şey, kimin kulu olması gerektiği olup, yaşamını insanların tek ilahı rabbi olan Allah (c.c) buyrukları doğrultusunda yönlendirmek bütün insanların asli görevidir. Allah (c.c) dışındakilere kul olmak yolu ile şirk batağına düşmenin dünya ve ahiret sonuçları, Kur'an'ın bir çok yerinde yaşanmış hayatlar örneğinde anlatılmaktadır.

Lokman oğluna öğüt olarak bunları söylerken, bu öğütten bizim çıkaracağımız ders şu olabilir; Sorumlu bir anne baba olarak önce kendimiz tevhit üzere kaim olan bir hayat sürmeye çalışmak, sonra bu hayatı çocuklarımıza örnek olarak sunmak zorundayız. Örnekliğini sunmadığımız bir hayatı başkalarına tavsiye etmek, bu tavsiyelerin tutulmamasına sebep olacaktır.

[031.014] Biz insana, ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Annesi onu, güçsüzlükten güçsüzlüğe uğrayarak karnında taşımıştı. Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur. Bana ve ana babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş Bana'dır.

[031.015]  Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak banadır. O zaman size, yapmış olduklarınızı haber veririm.

Lokman s. 14. ve 15. ayetleri her ne kadar Lokman'ın oğluna verdiği nasihatlerin arasına girmiş cümleler gibi görünse de, insanın ana ve babasına iyilik yapması Allah (c.c) nin ona verdiği emirlerdendir. Ayetler insanın anne karnındaki ve sonraki haline dikkat çekerek, anne ve babanın insan üzerindeki hakkını hatırlatmaktadır. Ancak itaat konusuna sınırlama getirilerek, işin içine Allah'a isyan girdiğinde anne babaya bu konuda itaat edilmemesi gerektiği bildirilmektedir.

Her ne kadar itaat edilmese dahi, anne ve baba ile iyi geçinilmesi emredilerek, onların yaşamlarındaki ihtiyaçlarını karşılama noktasında geri durulmaması da bilhassa hatırlatılmaktadır.

[031.016] Oğulcuğum; işlediğin şey bir hardal tanesi kadar da olsa, bir kayanın içinde veya göklerde, yahut yerin derinliklerinde de bulunsa, Allah onu getirir. Muhakkak ki Allah; Latif'tir, Habir'dir.

İnsanın yaptığı iyilik ve kötülüklerin karşılığını göreceğini bilmesi, ve bu bilgiyi hayatına pratize etmesi, hele hele bu karşılığın ahiret hayatında olacağını bilerek ona göre yaşam sürmesi, onu dünya hayatında Allah'ın istediği bir kul haline getirecektir. Yaptıklarının hesabını yüce bir merciye vereceğine inanmayan insanların binlerce yıldır dünyayı nasıl bir fesat ortamına soktuğunu hatırlayacak olursak, Allah'a hesap verme inancının insan ve toplumların hayatında ne kadar önemli olduğu görülecektir.

Bu noktada ahirete iman ettiklerini iddia eden birçok Müslüman'ın ahiret inancına sahip olmayanlar gibi yaşamaları, bu inancı gereği gibi içselleştirmemiş olmaları anlamına gelmektedir.

[031.017] « Oğulcuğum, salatı ayakta tut, ma'ruf olanı emret, münker olandan sakındır ve sana isabet eden (musibetler) e karşı sabret. Çünkü bunlar, azmedilmesi gereken işlerdendir.

Lokman oğluna insan yaşamı için gerekli olan ve Evrensel Doğrular olarak ifade edebileceğimiz nasihatlerine devam etmektedir. Kuran içinde geçtiği yerlerde genellikle Namaz olarak çevrilen Salat kelimesi, namazı da içine alan geniş bir anlam alanına sahiptir. Bu kavramı, kulun kendisine çizilen daire içinde bir hayat sürmesi şeklinde anlamlandırdığımız zaman, insan hayatı içinde yapılan Allah (c.c) tarafından tasdik edilen tüm doğrular bu kavram içine girmektedir. 

Maruf olanın hayata geçirilmesi ve başkasına da tavsiye edilmesi, münker olanın yaşamdan uzaklaştırılarak, başka yaşamlardan da uzaklaştırılması için tavsiyelerde bulunulması, bizim için sıkıcı ve dayanılmaz olarak görebileceğimiz durumlar karşısında sabır edilerek isyan moduna geçilmemesi, yine Allah (c.c) katından bize emredilmektedir. 

İnsanların dünya hayatında maruf üzere, ve münkerden sakınan bir hayat sürmesi, ve bunun bütün inanlar tarafından hayata geçirilebildiğini hayal olsa da düşünmek, yaşadığımız dünyanın cennete dönüşmesini sağlayacaktır.

[031.018]  «İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme; Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi şüphesiz ki sevmez.»

18. ayet, İnsanların birbirleri ile aralarındaki davranışları düzenlemektedir. İnsan olmak ortak paydasına sahip olanların, birbirleri ile aralarında sosyal ve ekonomik yönden farklılıkların olması kaçınılmazdır. Asıl olan bu farklılıkların öne çıkarılarak, kendisi gibi aynı duruma sahip olmayan diğer insanları küçümsemek, onlara karşı tepeden bakan bir tavır takınarak onlara karşı her fırsatta "Ben sizden farklıyım" mesajı vermeye çalışanları, başta Allah olmak üzere kimse sevmez.

[031.019]  «Yürüyüşünde iktisatlı ol; sesini kıs. Seslerin en çirkini şüphesiz merkeplerin sesidir.»

Yürüyüşünde bile gurur ve kibir bulunan, sesi ile insanlar arasında farklılık mesajı vermeye çalışanların, diğer insanlardan nasıl bir farka sahip olduğunu ayet bildirmektedir. Sesini yükselterek diğer insanlara hitap edenlerin sesleri, insanlar arasında hoşlanılmayan bir sese sahip olan eşeğin sesine benzetilmektedir. 

Eşeğin sesinin çirkin olarak bildirilmesinin, bazı kimselerin kafasında, Madem sesi çirkin Allah eşeği neden güzel sesli olarak yaratmadı? sorusuna sebep olabilir. Eşeğin sesi için böyle bir ifadenin kullanılmış olması, bu sesin Allah katında çirkin olduğu için değil, insanların gözünde böyle bir algıya sahip olduğundan ötürüdür. Sesi beğenilmeyen bir kimse için sesinin eşek sesi gibi olduğu şeklinde ifadeler, bilindiği üzere insanlar arasında kullanılan deyimlerdendir.

Sonuç olarak; Kur'an yaşanmış hayatlar üzerinden bize kesitler sunarak, bizim hayatlarımızın ona göre şekillenmesini tavsiye etmektedir. Lokman rol model bir şahsiyet olarak Kur'an'da yerini almış, onun oğluna yaptığı tavsiyeler, Evrensel Doğrular olarak tüm zamanlara dair mesajlar ihtiva etmektedir. 

Lokman'ın oğluna söylediği sözler, aynı zamanda bilginin insanlar arasında nasıl yayıldığını da anlamak açısından dikkat çekicidir. İnsanlar yaşadıklarını bildiklerini ve öğrendiklerini kendisinden sonra gelecek olan kuşaklara sözlü bilgi şeklinde aktarmak sureti ile, yayılmasını sağlamaktadırlar.

İnsan olarak hem bizi yaratana, hem de diğer insanlara karşı yapacağımız doğru davranışlar, bizleri dünya ve ahirette mutlu ve mesut bir yaşam sürmemizi sağlayacaktır. Lokman'ın oğluna yaptığı tavsiyeler ile, bugün bizlerin o tavsiyeler karşısında nasıl bir durumda olduğumuzu düşündüğümüz zaman, neden dünyanın her tarafından fesat kazanlarının kaynadığını anlamak zor olmayacaktır.

Lokman adlı kişi üzerinden anlatılanlara, İdeal bir insan nasıl olmalıdır? sorusunun cevabı olarak bakıldığında, bizlere çok şeyler anlatmış olduğu görülecektir.

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

30 Haziran 2017 Cuma

Kıyamet Alametleri İle İlgili Rivayetlerin Kur'an Açısından Değerlendirilmesi

Kıyamet olarak bildiğimiz vakit, yaşadığımız dünyanın son bulması ile yeniden başlayacak ebedi bir hayatın merhalelerinden birisidir. Rivayet kitaplarında Kıyamet Alametleri başlığı altında verilen bilgilere baktığımızda, bu vakit gelmeden önce yaşanacak bazı olaylar hakkında Muhammed (a.s) tarafından verilmiş olduğu iddia edilen bazı bilgilere rastlamaktayız. Fakat Muhammed (a.s) a indirilen kitap içinde onun söylediği iddia edilen kıyamet alametleri ile ilgili rivayetleri bırakın doğrulamak, taban tabana zıt bilgiler bulunmaktadır. 

Yazımızda, bu konuda bize gelen hangi bilgilerin tercih edilmesi gerektiği, Kur'an haricindeki kıyamet alametleri ile bilgilerin tercih edilmesinin kişiler üzerinde oluşturabileceği bir takım tehlikelere dikkat çekmeye çalışacağız.

Kur'an'ın kıyamet saati ile ilgili verdiği bilgilere baktığımızda, bir çok ayette o saatin ansızın geleceği (6.31-7.187-12.107-22.5), o saatin vaktini Allah'tan başka kimsenin bilmediğini (31.34-33.63-41.47) gibi bilgiler bulunmaktadır. Ayrıca kıyametin gaybe dair bir alana dahil olmasını dikkate aldığımızda, yine Kur'an'da gaybı Allah'tan başka kimsenin bilmediğine dair bir çok ayet bulunmaktadır (27.65- 6.59). Gayb konulu ayetlere baktığımızda, Muhammed (a.s) ın gaybi alana dair herhangi bir bilgisi olmadığını da görmekteyiz (6.50-11.31).

Kur'an ayetlerini bu konuda kesin bilgi kaynağı olarak aldığımızda, rivayet kitaplarında karşımıza çıkan, kıyamet kopmadan önce vaki olacak bazı olayların, nasıl oluyor da Muhammed (a.s) tarafından haber verilebildiği sorusu sorulacaktır. Çünkü Kur'an'ın bu konuda verdiği bilgiler ışığında konuyu değerlendirdiğimizde, taban tabana zıt bir durum ortaya çıkmaktadır.

Hadislerin Kur'an'a değil rivayet zincirine bakarak sahih olup olmadığı yönünde karar veren klasik hadis usulüne bile baktığımızda, güvenilmez ve uydurma olma ihtimali yüksek olarak görülen rivayetlerin başında, geleceğe dair haberleri ihtiva eden  rivayetler gelmektedir. 

Ancak, Muhammed (a.s) dan geldiği rivayet edilen hadislere Kur'an'dan daha fazla itimat eden, hadisleri Kur'an ile eşdeğer tutan, hadis yolu ile gelen bir bilgi ile, Kur'an yolu ile gelen bilgi çeliştiği zaman, hadisleri tercih ederek aradaki çelişkiyi çeşitli tevillerle izah etmeye çalışan, tevil yapamadığı yerde ayeti hadisi doğrulayacak şekilde tahrif etmekten çekinmeyen bir damara sahip olmamız, kıyamet alametleri ile bilgiler konusunda hangi adrese müracaat edilmesi gerektiğini, hangi kanaldan gelen bilginin daha doğru ve güvenilir olduğu konusunda bir çok Müslüman'ın net bir fikir sahibi olmamasının başta gelen sebeplerindendir.

Biz daha çok Kur'an'ın bu konuda verdiği bilgilerin göz ardı edilerek, rivayetler kanalı ile gelen bilgilerin tercih edilmesinin, doğurabileceği bazı sonuçlara dikkat çekmeye çalışacağız.

Kıyamet alametleri ile ilgili olarak rivayetler kanalı ile gelen bilgi ile, Kur'an kanalı ile gelen bilgiyi mukayese ettiğimizde, rivayetler kanalı ile gelen bilgilerin genel mantığında, kıyamet saatinin gelmesi için bazı olayların gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu da demek oluyor ki, bu olaylar gerçekleşmeden kıyamet kopmayacaktır, örneğin;

Bilindiği üzere, İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir süre önce yeniden yeryüzüne ineceği, yeryüzünde yaşadığı zaman zarfında bir takım icraatlarda bulunacağına dair neredeyse Mütevatir Hadis olduğuna inanılan bir takım rivayetler bulunmakta, bu rivayetleri ret etmenin küfür olduğuna inanılmaktadır.

Bu rivayetlerin doğru olduğuna inananların penceresinden baktığımızda, İsa (a.s) halen yeryüzüne inmemiş, inmesi beklenmekte, ne zaman ineceği konusunda herhangi bir tarih verilememektedir. Aynı şekilde Aşura olarak bildiğimiz ayın faziletleri anlatılırken, kıyamet bu ay içinde, Cuma gününün faziletleri anlatılırken, kıyametin Cuma günü bir akşam vaktinde kopacağı, Mehdi'nin gelmesi rivayetlere rastlamak mümkündür. Kıyamet alametleri olarak bahsedilen, fakat şu anda halen gerçekleşmemiş daha bir çok olayın vaki olmadığı bilinmektedir.

Bu rivayetler bizlere zımnen şu mesajı vermektedir; Kur'an tarafından her ne kadar kıyamet saatinin ansızın geleceğini bildirmiş, Muhammed (a.s) ın gaybı bilmediğini defaatle beyan etmiş, gayb'ı sadece Allah'ın bildiği gibi ayetleri ihtiva etmiş olsa da, bu ayetlerin aslında hiç bir kıymeti harbiyesi yoktur, rivayetler bu konuda belirleyici konuma sahiptir.

Şimdi sorarız; İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir zamanda yeryüzüne ineceğine inanmamak mı küfürdür? , yoksa kıyametin ansızın kopacağını beyan eden ayetleri dikkate almayarak, İsa (a.s) ın yeniden yeryüzüne gelene kadar kıyametin kopmamasının kesin olduğuna inanmak mı küfürdür?.

Allah (c.c) tarih boyunca gönderdiği elçilerine indirdiği vahiy muhteviyatı içinde, kıyamet saatinin her an gelebileceğini haber vererek, hiç kimsenin bir saniye sonrası için güvende olmamasını, dolayısı ile her an ölüm ve hesaba hazır bir hayat sürerek, insanların her an teyakkuz halinde bulunmasını amaçlamıştır.

Ancak rivayet kitaplarında Kıyamet Alametleri başlığı altında verilen bilgiler, kıyametin aniden kopacağını değil, bazı olayların gerçekleşmesinin ardından kopacağını haber vererek, Kur'an tarafından bu konuda verilen bilgileri yalanlamaktadır. Ayrıca gayb'ı sadece Allah (c.c) nin bildiğine dair ayetleri bir tarafa koyarak, gayb alanına dair bilgilerin Muhammed (a.s) tarafından bilinebilmesi, gayb bilgisinin ilahlık ile yakından alakası olmasından dolayı, beşer bir elçi olan Muhammed (a.s) ın ilahlık konumuna yükseltilmesi söz konusu olmaktadır.

Ayrıca, ağzından Kur'an ile çelişen bir söz çıkması imkan ve ihtimal dahilinde olmayan bir kimseye isnat edilen bu tür rivayetler, onun adına uydurulan yalan ve iftira anlamına gelmektedir.

Ayrıca, İslam adına ortaya attıklarını düşüncelerini Kur'an'ın belirlediğini, hadis ve sünnet'e karşı son derece sert bir tutum takınarak, hepsinin toptan çöpe atılması gerektiği savunan bir kısım kimse, kendilerini şeyh edindikleri kimseler tarafından ebced hesabı ile çıkarılan bir tarihte kıyametin kopacağını iddia etmektedirler. 

Miladi 2280 yılı olarak verilen tarihte kıyametin gerçekleşeceğini iddia eden bu kimseler, rivayet kültürünün bir başka taraftarları olarak karşımıza çıkmaktadır. Kıyamet saati konusunda rivayet kültürü yanlıları tarafından yapılan hataların tamamı, bu kimseler tarafından yapılmakta, Allah'ın gayb konusunda bilgisine ortak olduklarını bir şekilde bu kimseler de iddia ederek, Kur'an' kalkan edinerek, yeni bir rivayet kültürü ortaya atmaktadırlar.

Sonuç olarak; Rivayet kitaplarında yer alan Kıyamet Alametleri başlığı altında yer alan bilgiler, her ne kadar hadis usulü ile ilgili kitaplarda Zayıf, Uydurma gibi görülmüş olsa da, bu rivayetlerin doğruluğuna inanmak, itikadi sorunlara yol açma tehlikesi bakımından dikkate alındığında, pek  masum yalan ve uydurmalar olarak görülmemelidir.

Kur'an her konuda olduğu gibi kıyamet konusunda da son sözü söylemiş olup, bu sözün üzerine söylenen ve onunla çelişen her söz yalan ve iftira olarak görülmelidir. 

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

28 Haziran 2017 Çarşamba

Kur'an'ın Yeterliliği Veya Yetersizliği Tartışmaları Çerçevesinde Dede İle Torun Evliliğinin Haram Olmasının Delilinin Kur'an'da Olmadığı Üzerine

Türkiye'de Kur'an'ın son yıllarda gündeme gelerek, geleneksel din anlayışının Kur'an eksenli sorgulanmaya başlaması, Müslümanlar arasındaki kutuplaşmalarının da artmasına sebep olmuştur. Bu kutuplaşmalar neticesinde geleneksel din anlayışını savunanlar ile, Kur'an eksenli din anlayışını savunanların fırkalaşmak sureti ile birbirleri arasında şiddetli bir çatışma  içine girdikleri gözlenmektedir. 

Müslümanların birbirleri ile aralarındaki fikri farklılıklarını, Kur'an'ın önerdiği edep ve usül çerçevesinde çözmeye çalışmaları elbette olması gereken bir durumdur, fakat çoğu zaman bu tartışmalar Kayıkçı Kavgasına dönüşerek sürmekte, yapılan tartışmalar bilgi sahibi olmaktan çok, karşıdaki rakibi yenme çabasına dönüşmektedir. Müslümanların tartışma adap ve üslubundan uzak olarak yaptıkları tartışmalar ne yazıktır ki,  küfür ve hakaretleşme ile son bularak, tarafların günah kazanması ile sonuçlanmaktadır.  

Taraflar arasında yapılan tartışmalardan bir tanesi, Kur'an içinde her şeyin yazılı olduğunu beyan ettiği iddia edilen !! Enam s. 38. ayeti başta delil olmak üzere, Kur'an'ın yeterli olduğu, Kur'an'ın olduğu yerde Hadis-Sünnet olarak bildiğimiz rivayet malzemesine gerek olmadığı gibi söylemler üretilmek sureti ile, Yalnız Kur'an sloganı altında bir İslam anlayışı ortaya konulmaya çalışılmaktadır.

Bu anlayışa karşı çıkan taraftaki insanların ise, Kur'an'ın yeterli olmadığı, bu yetersizliğin Hadis-Sünnet olarak bildiğimiz rivayet malzemesi ile doldurulduğunu iddia ettiklerini görmekteyiz.

Bu düşünce sahipleri ile, yalnız Kur'an söylemi sahipleri arasında yapılan tartışmalarda, rivayet merkezli din anlayışını savunan insanların çoğu zaman, Hadi bana Kur'an'dan namazı göster, Hadi bana Kur'an'dan zekatın oranını, namazın rekatlarını göster, veya yazımıza başlık olarak aldığımız konu olan, Kur'an'da dede ile torunun birbiri ile evlenmesinin haram olduğuna dair bir delil olmadığı, bu delilin sünnet ile sabit olduğu gibi sözlerle, hadis ve sünnet'in bu konuda Kur'an'ın tamamlayıcısı olduğu iddiaları getirilmek sureti ile, yalnız Kur'an diyen insanların köşeye sıkıştırılarak, Kur'an'ın yetersizliğini savunmaya çalıştıklarına şahit olmaktayız. 

Kur'an'ın yeterli veya yetersiz olduğunu iddia eden her iki tarafın da, iddialarına mesnet olarak ortaya koyduğu argümanların ayaklarının yere bastığını söylemenin maalesef imkansız olduğunu en baştan söyleyerek, yapılan tartışmaların Kayıkçı Kavgası şeklinde gerçekleştiğini görmekten üzüntü duyduğumuzu belirtmek isteriz. 

Bizim bu yazmaktan asıl amacımız bir öz eleştiri yapmak olup, dede ile torun'un evliliğinin haram olduğunu Kur'an'dan ispatlamaya çalışmaktan ziyade, Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği üzerinde tartışma yapanların düştükleri bazı hatalara, özellikle Kur'an Yeter diyenlerin bu konulardaki hatalarına dikkat çekmeye çalışacağız. Çünkü asıl meselemiz, Kur'an'ın yeterli olduğu yönünde söylem geliştirenlere karşı, Kur'an yetersiz olduğu yönünde söylem geliştirenlerin aralarındaki çatışma olup, bu çatışma her iki tarafın ortaya koymaya çalıştığı bazı sözde iddialar ile delillendirilmeye çalışılmaktadır. 

Kur'an Yeter diyenlerin, Kur'an Yetmez diyenler tarafından köşeye sıkıştırılmalarına kendilerinin fırsat tanıdıkları, kendi dilleri ile bazı hatalara düşerek, bu hatalarının başkaları tarafından koz olarak kullanıldığını bilhassa hatırlatmak istiyoruz. Bu hataların neler olduğu sorulacak olursa şunları söyleyebiliriz.

Enam s. 38. ayetindeki Biz kitap'ta eksik bırakmadık cümlesindeki Kitap kelimesi, çoğu kimse tarafından, Kur'an olarak anlaşıldığı için, Kur'an'ın yetersizliği iddialarına cevap olarak sunulmakta, Bak Allah Kur'an'da eksik olmadığını kendisi beyan ediyor denilerek, Kur'an'ın yeterliliğine delil olarak sunulmaktadır. 

Veya Ankebut s. 51. ayetinde, Kendilerine okunan bu kitap yeterli gelmiyor mu? şeklinde cümle delil olarak sunularak, yine Kur'an'ın yeterli olduğu noktasında delil ayet olarak sunulmaktadır. Bizim,  Kur'an'ın yetersiz olduğunu ortaya koymak gibi bir amaç içinde olmadığımızı yeniden hatırlatarak, Kur'an yeter söyleminin iddia olarak sunmaya çalıştıkları ayetlerin, bağlam ve bütünlük gözetilmeden okunduğunu, Kur'an yeter iddiasında olanların bundan dolayı bir nevi Kendi ayaklarına kurşun sıktıklarını söylemek istediğimizi hatırlatmak isteriz.

Enam s. 38. ayetinde geçen Kitap kelimesinin Kur'an olmadığı, bu kelimenin Allah (c.c) tarafından yarattığı varlıkların tümü üzerinde koyduğu yasaları ifade ettiğini söylediğimiz zaman, bir çok kimsenin, Ne yani Kur'an eksik mi? şeklinde irkildiğine şahit olmaktayız. Eğer bu iddia sahipleri ön yargısız bir şekilde Kur'an içinde geçen Kitap kelimelerini alt alta koyup okudukları takdirde, bu kelime ile sadece Kur'an'ın kast edilmeyerek, geniş bir anlam alanına sahip olduğunu gördüklerinde, bizim ne demek istediğimizi daha net anlayacaklardır.

Bugün Türkiye'de Kur'an Yeter sloganı etrafında söylem üretmeye çalışan insanlarda gördüğümüz en büyük eksiklik, adını andıkları kitabı doğru anlamaktan uzak bir okuma yapmakta olduklarıdır. Kur'an ile ilgili yapılabilecek en büyük hatalardan bir tanesi olan bağlam ve bütünlük gözetilmeden, sadece kafadaki bazı ön kabullerin Kur'an'a onaylatılması çabaları, sadece rivayet merkezli din anlayışı sahiplerinin sorunu olmayıp, Kur'an yeter söylemi etrafında bir din anlayışı üretmeye çalışan bazı kimselerin de (hepsini kast etmediğimizi hatırlatmak isteriz) en büyük sorunudur.

Demek istediğimiz şu dur ki, Bugün Türkiye'de Kuran Yeter sloganı etrafında üretilmeye çalışılan İslam algısındaki Kur'an anlayışı problemli olup, bu problemler hem bu söylemin sahiplerinden bir kısmının zaman içinde Kur'an'dan tamamen koparak Deizm'e kaymasına, hem de rivayet merkezli İslam anlayışındaki insanların Kur'ana yönelmesine engel olmaktadır.

Kur'an Yeter sloganına karşı, Kur'an Yetmez sloganı üretenlerin, bilerek veya bilmeyerek bu noktada da büyük yanlışlar içine düştükleri de görülmektedir. Bu kimselerin en büyük sorunu, Muhammed (a.s) ı dinin tamamlayıcısı olarak görmüş olmalarıdır. Bu anlayış Muhammed (a.s) ı yücelterek, onu Allah (c.c) ile aynı seviyeye çıkarmak adına yapılmakta olup, bu ameliyenin karşıtı ise, Allah (c.c) yi kulunun seviyesine indirmek anlamına gelerek, bu düşünce içinde olanları iki taraflı bir şirk içine düşürmektedir.

Öncelikle Kur'an Yeter sloganının, hadis ve sünnet'e karşı bir antitez olarak ortaya konulmasının doğru bir yaklaşım olmadığını düşünmekteyiz. Hadis ve sünnet adı altında bugün elimizin altında olan malzemeyi, tamamen çöpe atılması gereken bir malzeme olarak görmek yerine, onları yeniden rehabilitasyona tabi tutulması gereken bir malzeme olarak görmek, daha tutarlı bir düşünce olacaktır.

Kur'an Yetmez sloganı etrafında buluşan insanların da aynı şekilde, karşıt düşündeki insanların bazı hatalarını dikkate alarak Kur'an'ın dinde belirleyici olmasına karşı soğuk bakmamaları gerekmektedir.

Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği noktasında söylem üreten insanların, bu konular etrafında ürettikleri söylemlerin tez olarak ortaya konulmak yerine, antitez ve nefrete dayalı olarak ortaya konulması, taraflar arasında kin ve nefret tohumlarının ekilmesine vesile olduğunu görmek, gerçekten üzüntü vericidir. Din adına üretilen söylemlerin amacının altında yatan asıl niyet karşı tarafı ezmek olmadığı müddetçe, bu söylemler taraflar arasında daha düzgün bir üslup dahilinde tartışma imkanı bulacaktır. Aksi takdirde, bugün Müslümanların birbirleri arasında yaptığı tartışmalarda rastladığımız her türlü olumsuz davranışlar, dozunu artırarak devam edecektir.


Kur'an Yeter sloganı etrafında geliştirilen söylem, eğer Allah (c.c) nin kitabında mevcut olan beyanın din konusunda sorumluluğumuz olarak yeterliliği, onun dışındaki kitaplardan bize din olarak sunulan şeylerin, din ve sorumluluğumuz dahilinde olmadığı konusu çerçevesinde olduğu müddetçe, bu söyleme kimsenin itirazı olamaz, ve bizim de Kur'an'ın yeterliliği ile ilgili olarak düşüncemiz bu çerçevededir.

Fakat, Kur'an Yeter diyerek, bu yeterliliğin her alanda olduğunu veya olması gerektiğini iddia etmek sureti ile, namaz, hac, oruç gibi ibadetlerin ilmihal kitabı gibi detaylı olarak Kur'an içinde anlatılmamış olmasını kalkan olarak kullanarak, bu ibadetleri icra etmenin yanlış hatta şirk olduğunu iddia etmek, Kur'an'ın hangi alanda yeterli olduğunu anlayamamış kimselerden başkasının iddiası olamaz. Bu tür iddia sahipleri Kur'an Yetmez söylemi etrafında toplanan kimselerin elini güçlendirmekte, Kur'an'ın din'de yeterliliği konusunda makul fikirler üretmeye çalışan insanlara da ayak bağı olmaktadır.

Kur'an insan hayatı için gerekli olan şeyler konusunda yol gösterici bir kitap olarak elbette yeter. Ancak Kur'an toplum hayatının ihtiyacı olan bütün konularda net ve detaylı olarak hükümler vaz etmemiştir örneğin;

Bugün bir beldeyi elimize sadece Kur'an'ı vererek, bu belde de yaşayan insanları Kur'an'a göre yönetmemizi isteseler, toplum hayatı için gerekli olan yasaların tamamını Kur'an içinde bulmamız imkansızdır. Bu iddiayı dile getirmemizin sebebi, Kur'an Yetmez söyleminin haklı olduğunu ileri sürmek asla değildir. Kur'an şayet bazılarının iddia ettiği gibi sadece belirli bir zaman ve mekana has olarak inmiş olsaydı, belki bu detaylar bulunabilir, fakat bu detaylar o zamanki şartlara uygun olacağı için, bizlerin onları uygulama imkanı da olmazdı.

Kur'an hırsızlığın cezasını el kesmek olarak beyan etmesine rağmen, bu cezanın bütün hırsızlık vakaları için uygulanabileceğini söylemek pek doğru olmayacaktır. Bugün değişen yaşam şartları, hırsızlık olarak bildiğimiz suçun kapsamının da gelişmesine sebep olmuştur. Bundan dolayı bu suça verilecek ceza, el kesmenin haricinde daha aşağı cezalar olabileceği gibi, daha yukarısında cezalar da olabilir. 

Bu cezaların miktarının belirlemesi hukukçular tarafından yapılacaktır. Yine aynı şekilde Kur'an'da ceza hükmü bulunmayan tecavüz veya başka suçlar konusunda hangi cezaların verilebileceği, yine hukukçular tarafından belirlenecektir. Demek istediğimiz şu dur; Kur'an insanlar tarafından zaman ve hayat şartlarına göre doldurulabilecek boş bir alan bırakmış, fakat bu boş alanın nasıl doldurulabileceği konusunda yine ana hükümler beyan etmiştir. Kur'an tarafından vaz edilmiş olan bu hükümlerdeki maksat gözetilerek, hakkında net bir beyan bulunmayan konularda hukukçular tarafından yeni hükümler üretilebilir.

Kur'an'ın yetersizliği eğer bu çerçevede savunulacak olursa, bunda herhangi bir problemin olmayacağını düşünmekteyiz. Fakat Kur'an'ın eksik bıraktığı yerleri hadis ve sünnet olarak bildiğimiz Muhammed (a.s) kanalından geldiği iddia edilen bilgilerin doldurabileceği iddia edilecek olursa bu iddia yanlış, yanlış olduğu kadar da itikadi sorunlara yol açacaktır. Muhammed (a.s) bu dinin eksik kalan yerlerini tamamlayıcı bir parçası değil, Allah (c.c) nin ona indirdiği dinin tebliğcisi ve örneğidir. 

Allah (c.c) dinini tamamladığını (Maide s.3), bizlere beyan etmiş olmasına rağmen, Muhammed (a.s) a tamamlayıcı bir misyon yüklemek, ona ve Allah'a karşı yapılabilecek en büyük iftiralardan bir tanesi olacaktır.

                                           DEDE İLE TORUN EVLİLİĞİ MESELESİ 

Kur'an'ın yetersizliğini iddia ederek, bu eksikliğin hadis ve sünnet tarafından doldurulduğunu söyleyenlerin, bu iddialarını güçlendirmek için kullandıkları delillerden bir tanesi, Nisa s. 23. ayetinde geçen evlenilmesi haram olanların listesinde, dede ile torun evliliğinin haram olduğunun bildirilmediği, bu evliliğin haram olduğunun hadis tarafından beyan edildiği dile getirilmektedir. 

Bu sözlerin ortaya atılmasına sebep olan en büyük faktörün, Kur'an Yeter iddiasını dile getiren bir kısım kimsenin, bağlam ve bütünlük gözetmeden okudukları, Kur'an'ın yeterliliği ile ilgili olduğunu zannettikleri bazı ayetler üzerinden ortaya attıkları sözler olduğunu yukarıda belirtmiştik. Yani bu tür iddialara kapı açılmasına sebep olanlar, Kur'an'ın nasıl bir kitap olduğu konusunda yanlış ve eksik bilgi sahibi olan, kendisini Kur'an ile tanımlayan kimselerdir. Şayet bu kimseler Kur'an'ın neliği konusunda ayakları yere basan bir bilgi sahibi olmuş olsalardı, kimsenin böyle eften püften iddialar ortaya atma cesareti bile olamazdı.

Bizim bu konuda şu anda yaptığımız, bir delinin attığı taşı kuyudan çıkarmaya çalışmak misali gibi bir şeydir. Bu ayet indiği, Muhammed (a.s) bu ayeti ashabına tebliğ ettiği zaman, bir sahabe çıkıp ta "Anam babam sana feda olsun ya Muhammed, Allah dede ile torun evliliğini acaba haram kılmadımı ki bu yasakların içine dahil etmemiş" diye sorması imkan ve ihtimal dahilinde değildir. 

Ayet içinde kız ve erkek kardeşlerinin çocuklarını haram kılan Allah'ın, kendi çocuklarının çocukları ile evlenmenin haram olduğunu beyan etmemiş olması, bir kimseyi torun ile evliliğin helal olabileceği düşüncesine götürebilmesi zaten mümkün olmadığı gibi, böyle bir iddia üzerinden Kur'an'ın yetersiz olduğunu iddia ederek, bu boşluğu hadis ve sünnet'in doldurduğu iddiası ise, belden aşağı vurmaktan başka bir şey değildir.

Biz Kur'an merkezli din anlayışını savunanlarla, rivayet merkezli din anlayışını savunanlar arasında yapılan tartışmalardaki yöntem üzerinde durmaya çalışarak, bu konuda karşı taraftan gelen saldırılara karşı devamlı kendi düşüncesini savunmak durumunda kalan, Kur'an eksenli din algısını savunanlara bir yöntem önerisinde bulunmak istiyoruz.

Malum olduğu üzere, Kur'an merkezli din anlayışını savunanlar ile, rivayet merkezli din anlayışını savunanlar arasında yapılan tartışmalarda, sapık, hadis inkarcısı, peygamber düşmanı gibi ithamlar havada uçuşarak savunma yapmaya çalışan taraf, devamlı Kur'an eksenli din anlayışının taraftarları olmaktadır. Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği konusunda yapılan tartışmalarda da, aynı şekilde savunma yapmak zorunda kalan taraf yine onlar olmaktadır.

Kur'an'ın yeterli olmadığını göstermek için karşısındaki kimseye bazı deliller sunan, ve bu deliller ile karşısındakileri susturmaya çalışan kimselerin, bu iddialarının temelinde Allah (c.c) nin kitabının eksiğini bir kul olan Muhammed (a.s) ın tamamladığı düşüncesi yatmaktadır. Onların iddialarına cevap yetiştirmeye çalışmak, o tartışmaya 1-0 mağlup olarak başlamak anlamına gelmektedir.

Dede ile torun evliliğinin haramlığını Kur'an'dan delil getirerek savunmaya çalışmak, işte böyle ezikliğin sonucu olup, asıl savunma yapmaları gerekenler, bu tür iddiaları dile getirmek sureti ile Kur'an ve Allah (c.c) hakkında yanlış düşünceler ortaya atanlar olmalıdır. Dede ile torun evliliği konusu üzerinden Kur'an'ın yeterliliğini savunmaya çalışmak yerine, bu tür iddiaların nasıl bir hezeyan ürünü olduğuna dikkat çekerek, bu iddiaları ortaya atanların kendilerini savunmak durumunda bırakmaya çalışmak, bu tür tartışma yapanların dikkat etmesi ve kullanması gereken bir yöntem olmalıdır.

Biz öncelikle bu tür iddiaları ortaya atarak, hem Kur'an'ın yetersizliğini, hem de Muhammed (a.s) ı dinde helal haram koyma yetkisine sahip bir kimse olarak görülmesinin yanlışlığı üzerinden giderek, bu tür iddiaların kişiler üzerinde akidevi sorunlar doğuracağını hatırlatmak durumundayız. Rivayet merkezli din algısının en büyük sıkıntısı, Muhammed (a.s) hakkındaki sahip oldukları yanlış bilgiler olup, onun Allah (c.c) ile aynı konuma sahip olduğu inancının yanlışlığına dikkat çekerek, onların kendilerini savunmak zorunda bırakmaya çalışmak, daha akıllıca bir yöntem olacaktır. 

Sonuç olarak; Müslümanlar arasında bitmek tükenmek bitmeyen tartışmalara, son yıllarda Kur'an'ın Türkiye'de daha fazla gündeme gelmesi başlayan, rivayet kültürünü sorgulamak eklenmiştir. Kur'an'ın yeterli olduğunu iddia edenler ile, yetersiz olduğunu iddia edenler arasındaki tartışmalarda göze çarpan bir husus, her iki tarafın da savundukları konularda ortaya koymaya çalıştıkları delillerin makul deliller olmayışıdır.

Yazımızda özellikle Kur'an'ın yeterliliğine dikkat çekmeyerek, bu konuları savunan kimlerin eksiklikleri üzerinde bir özeleştiri yapmaya çalıştığımız okuyucu tarafından anlaşılmıştır. Kur'an'ın yeterliliği veya yetersizliği konusunda rivayet kültürü savunucuları ile tartışmalara girmek yerine, sahip olunan düşüncenin argümanlarının ne kadar tutarlı olduğu yönünde araştırma ve çalışmalarda bulunmak daha faydalı olacaktır.

Tartışma yapılmak zorunda kalındığı zaman ise, savunma yapmak yerine rivayet kültürünün kişi üzerinden nasıl itikadi yaralar açtığını uygun bir dil üslup dahilinde anlatmaya çalışarak, karşı tarafı savunma yapmak zorunda bırakmaya çalışmak, onları din konusunda Kur'an'ın belirleyici olması gerektiğine inanmalarını sağlamaya çalışmak daha uygun bir yöntem olacaktır.

MÜSLÜMANLARIN BİRBİRLERİ İLE YAPTIKLARI TARTIŞMALARIN MÜNAZARA ŞEKLİNDE GERÇEKLEŞEREK,MÜNAKAŞA OLMAKTAN ÇIKMASI DİLEĞİYLE.

26 Haziran 2017 Pazartesi

Kur'an'da Bayram Var mı Yok mu Tartışmaları Çerçevesinde İnsanların Birliktelik Oluşturmak İçin Kullandığı Ortak Değerler Üzerine

Kur'an'ın son yıllarda Türkiye genelinde gündeme oturmaya başlaması ile İslam adına bildiğimiz bazı konular yeniden masaya yatırılmaya, ve bu konuların Kur'an'i dayanakları olup olmadığı yeniden tartışılmaya başlanmıştır. Dini Bayramlar olarak bildiğimiz, ve adına Ramazan ve Kurban Bayramı dediğimiz bayramlarımızın, kutlanmasının Kur'an'i açıdan ne derece doğru olduğu konusu, bu merkezde gündeme gelen ve masaya yatırılan konulardan bir tanesidir.

Bir kesim insanlar tarafından, bu tür kutlamaların delilinin Kur'an'da olmadığı, bundan dolayı bayram olarak bildiğimiz günlerin kutlanmasının yanlış olduğu, hatta daha ileri giderek bu tür kutlamaların Şirk olduğu gibi ortaya atılan iddialara rastlanmaktadır. Bu tür iddia sahipleri, din adına ortaya konan bir şeyin meşruiyetinin olması için, Kur'an içindeki herhangi bir surenin bir ayetinde Allah (c.c) tarafından bizlere, Ey kullarım sizler Ramazan ve Kurban bayramı adında iki bayram kutlayabilirsiniz türünden ayetler aradıkları, fakat böyle ayetler bulamadıkları için, bu türden yapılan kutlamaların meşru olmadığını iddia ettiklerini söyleyebiliriz. 

Kur'an eğer, bu tür detaylı bilgiler vermiş olsaydı, bu kitap bir cilt içine değil, yüzlerce cilt içine dahi sığmayacak kadar detaylı bilgiler içeren bir kitap olması gerekirdi ki, bu imkansız bir şeydir. Öyleyse bizim bu konuya başka bir yönden yaklaşarak, bu tür kutlamaların meşruiyetini direk ayet olarak aramak yerine, insanların birlikte yaşamının bir gereği olarak ihdas edilen Yevmü-l Cem (toplanma günleri) deyiminin, insan hayatındaki yeri ve önemini dikkate alarak bakmak daha doğru ve makul bir yaklaşım olacaktır.

İnsan, fıtratından gelen özelliklerden dolayı, diğer insanlar ile birlikte yaşamak ihtiyacı sahip bir varlıktır. İnsanın bu özelliği ise birbirleri ile aralarında aidiyet bağları kurabilecekleri düşünce ve inançlara sahip olmasını beraberinde getirmiştir. Bir insan bir başka insanla, veya bir topluluk bir başka topluluk ile beraber yaşayabilmek için, bazı ortak değerlere sahip olmak ihtiyacını duymaktadır. Bu durum Müslüman olsun veya olmasın, bütün insanlar için aynilik arz eden bir durumdur. 

İnsanların belirli zamanlarda bir araya gelmesi kadim bir kültür olup, bu kültürün izlerini Musa (a.s) kıssası içinde bulmaktayız.

[020.059 Musa: «Buluşma zamanımız sizin bayram gününüzde (yevmüzzineti), insanların toplandığı kuşluk vaktidir» dedi.

Taha s. 59. ayetinde, Musa (a.s) Firavun'un sihirbazları ile buluşma gününün, onların bir araya geldiği bir günde yani bizim Bayram olarak bildiğimiz bir günde olmasını istemektedir. Bu ayete bakarak herhangi bir kimse eğer, Bak al sana işte ayet bayram kutlamak müşrik adetiymiş  diyecek olursa, bu söz onun hayatında söyleyebileceği en trajikomik bir söz olacaktır.

Elbette temelinde şirk inancı yatan toplumların da, bu şirklerini kendi aralarında daha da pekiştirmek için ihdas ettikleri Milli Bayramları da olacaktır. Firavun toplumunun böyle bir bayram kutlamış olması, kadim bir insanlık kültürü bayram ihdasının şirk inancı olduğunu asla göstermez. Şirk inancına sahip olanların bayram kutlamaları yapmaları, bütün bayram kutlamalarının şirk içerdiği anlamına gelmez.

İnsanların bir araya gelmeleri fıtri bir ihtiyaçtan kaynaklandığına göre, onlar bu birlikteliklerini sahip oldukları inancın doğrultusunda oluşturmaları kadar doğal bir şey olamaz. Örneğin; Bir toplum eğer şirk olarak bildiğimiz bir ortak değere sahip ise, bu toplum bu inanca dayalı bayramlar ihdas ederek, bu inançlarını kendi aralarında daha da pekiştirmek yoluna gideceklerdir. 

Kısacası bayramların insan hayatındaki yerini, sahip oldukları inanç ve düşünceleri kendi aralarında daha da pekiştirmek için belirli günler ve zamanlar ihdas etmek sureti ile tertip ettikleri toplantılar olarak tarif etiğimiz zaman, bu fıtri ihtiyacın biz Müslümanlar cephesinden nasıl algılanabileceği daha kolay anlaşılacaktır.

İslam adlı bir dine bağlı olmak demek, bu dine bağlı olan insanlar ile ortak bir payda da buluşmak, aynı inanç ve değerlere sahip olmak anlamına gelmektedir. Bayramların insan hayatındaki en büyük rolü, birbirleri ile dayanışma içinde olduklarını dost düşman herkese ilan etmektir. Bu durum Müslüman olsun veya olmasın her toplum için değişmezlik arz etmektedir. İnsanların birbirleri ile dayanışma içinde olduklarının en büyük göstergesi ise, birbirleri arasında sevgi bağının oluşmasına sebep olan yardımlaşma duygusudur.

Ramazan Bayramı olarak bildiğimiz bayramın daha önceki adının Fıtır Bayramı olduğunu, Fıtır Sadakası olarak bildiğimiz deyimin ise, şu anda her ne kadar olması gereken içeriği sembolik bir hale gelmiş olsa da, bu deyim bize bu bayramın ne anlama geldiğini anlamamızı kolaylaştıracaktır. Kurban Bayramı olarak bildiğimiz bayramın, özellikle Hac suresi içinde geçen Hac ibadeti ile ilgili ayetlerine baktığımızda, nusuk olarak kesilen hayvanların etlerinin insanlara dağıtılması ile, insanlar arasında birlik, beraberlik ve sevgi bağının oluşmasını amaçlandığını söyleyebiliriz.

Ramazan ve Kurban Bayramı olarak bildiğimiz bayramların temelinde, sahip olduğumuz İslam inancının kendi aramızda pekiştirilmesini sağlamak amacı ile Allah'a olan kulluğumuzu dost düşman herkese deklere etmek, bunun yanı sıra insanlar arasında sevgi ve merhametin oluşmasını sağmak amacı ile yardımlaşma vesilesi yattığını düşündüğümüzde, bu tür kutlamaların hayatımızdaki fonksiyonu ortaya çıkarak, bu kutlamaların şirk olduğu gibi saçma düşüncelere de yer olmayacaktır. 

Her inanç sahibi nasıl kendi aralarındaki ortak bağları güçlendirmek için, bazı toplantılar düzenliyor ise, Müslümanlar da kendi aralarındaki ortak bağları güçlendirmek için, toplanma günleri düzenlemektedirler. Ramazan ve Kurban Bayramı adı ile bildiğimiz toplanma günleri, Müslümanların birbiri ile bağını güçlendirmek için kullandıkları önemli toplantı zamanlarındandır.

Bugün Türkiye genelinde yaşayan bazı insanların bayramları tatil vesilesi olarak görerek birbirinden kaçma vesilesi saymaları, hatta bazı bankaların bu kaçışı daha da hızlandırmak için Geleneksel Bayram Kredisi adı altında faizli krediler vermek için insanları teşvik etmesi, bizlerin bayramları olması gereken fonksiyonu göz ardı etmemizi gerektirmez.

Bayramların bazı kimseler tarafından zevk ve eğlence fırsatı haline getirilmiş olması, bizlerin bu bayramları diğer Müslümanların dertleri ile daha yoğun ilgilenme, birbirimiz ile yardımlaşma, Allah'a kulluğun bir vesilesi olarak görmemize engel değildir.

Bugün İslam adına sahip olduğumuz bazı değerlerin içi boşaltılarak anlamsız hale gelmiş olması, bizleri bu değerlerin tamamen ortadan kalkması gerektiği yönünde değil, olması gereken fonksiyonunun yeniden hayata geçirilmeye çalışılması yönünde gayrete gelmemizi sağlamalıdır. Bayramlar insanlar ile İslam adına en dar çerçevede birlik beraberlik sağlamayı değil, en geniş çerçevede birlik oluşturmaya çalışmak için gayret vesilesi olması gerektiği anlaşıldığı anda, gerçek anlamını bulmuş olacaktır.

Kendisini Kur'an ile tanımlayarak, bu tür kutlamalar konusunda farklı düşünce içinde bulunan kimselerin, bayramların insan hayatındaki fonksiyonunu dikkate alarak, bu fonksiyonun Müslüman hayatındaki yerini düşünmeye başladıkları anda, sahip oldukları düşüncelerin ne kadar yersiz olduğunu da kolaylıkla anlayacaklardır.

Bu meyanda bazı kimselerin ise bayramın delilinin Kur'an'da olmadığından yola çıkarak, kendisini Kur'an ile tanımlayan insanların neden bayram kutladıkları yönünde sorular sormak sureti ile alaycı tavırlar takınarak, onlara karşı nefret söylemini geliştirmeye çalışmalarının, bayramların olması gereken işlevine gölge düşürerek, ayrılıkların körüklenmesine vesile olduğunu burada üzülerek hatırlatmak isteriz.

BAYRAMLARIMIZIN ALLAH'A KULLUK, BİRLİK, BERABERLİK, YARDIMLAŞMA VESİLESİ GÖRÜLECEĞİ GÜNLER OLARAK ANLAŞILMASI TEMENNİSİ İLE.

21 Haziran 2017 Çarşamba

Ebubekir Sifil'den Hezeyanlar: Muhammed (a.s) Yaşıyor Amellerimiz Ona Arz Ediliyor

Allah (c.c) nin tarih boyunca gönderdiği elçilerin karşılaştığı en büyük sorunlardan birisi, gelen elçinin beşer olmasının hazmedilmeyerek Melek bir elçinin neden gönderilmemiş olduğudur. Kur'an'a baktığımızda inkarcılar tarafından gelen bu isteklere neden Melek Elçi gönderilmemiş olduğu bir çok ayette bildirilmiştir (İsra s. 95). Fakat asıl mesele, gelen elçiyi kabul ettiklerini iddia edenlerin, bu elçinin beşer olmasını içlerine sindiremeyerek onu beşerüstü bir konuma taşımak arzularıdır. İsa (a.s) böyle bir muameleye tabi tutulan ve elçinin beşer olmasını hazmedemeyenler tarafından İlah konumuna yükseltilmiş elçilerden bir tanesidir.

İsa (a.s) ile ilgili olarak Kur'an içinde mevcut olan ayetlerin tamamı, ona Hristiyanlar tarafından yüklenen İlahlık misyonunun yanlışlığını, onun sadece beşer bir elçi olduğunu hatırlatmak üzerine bina edilmiştir. Onunla ilgili olan ayetler aynı zamanda, Muhammed (a.s) içinde böyle bir muamele yapılmaması gerektiğini de hatırlatmakta, aksi davranışlarda bulunanların akıbetlerinin ise İsa (a.s) ı ilahlık konumuna yükseltenler ile aynı olacağı uyarısı yapılmaktadır. 

Bizler İsa (a.s) a Hristiyanlar tarafından ona karşı uydurulan yalan ve iftiraları okumak, anlamak ve hayata geçirmek sureti ile son elçi olan Muhammed (a.s) a böyle bir misyon yüklemeMEmiz gerektiğini bildiğimiz halde, Allah (c.c) sanki bizlere, İsa için bunları dediğime bakmayın siz Muhammed kulumu benim yanıma ortak olarak oturtmakta serbestsiniz hatta mecbursunuz demişçesine, Hristiyanlara dahi parmak ısırttıracak hezeyanlar uydurarak, ölmeyen, hayat sahibi, amellerin ona arz edildiği bir peygamber ortaya çıkarılmış, böyle bir peygamber portresini ret edenlere ise, Kafir, Sapık, Reformist, Peygamber Düşmanı v.s gibi yaftalar takılmakta olduğu herkesçe malumdur. 

Son yıllarda Türkiye'de rağbet görmeye başlayan, İslam'ı Kur'an'dan öğrenme çabalarının, özellikle Muhammed (a.s) için reva görülen İsa (a.s) ile onu yarıştırma hastalığının yanlışlığını yeniden sorgulamaya, onun konumunu rivayet kitaplarından değil, ona inen kitap'tan öğrenmeye çalışmanın gereğine vurgu yapmakta olduğu da malumdur. 

Fakat bu çaba, Muhammed (a.s) ı beşer elçi olarak görmeyi hazmedemeyenlerin sert tepkisine neden olmakta, Kur'an'ın anlattığı elçi portesini savunanlar ile, rivayet kitaplarının tanıttığı elçi portresini savunanlar arasında büyük bir çekişme yaşanmaktadır. İçinde bulunduğumuz Ramazan ayı içinde, Mustafa İslamoğlu, Mehmet Okuyan, Caner Taslaman, Emre Dorman gibi isimlerin bir arda çekilmiş resimlerinden rahatsız olan kesimin, bu kimselerin bir araya gelmelerine dahi tepki gösterme sebeblerinden bir tanesi, adı geçen kimselerin ilah konumuna yükseltilmiş elçi portresi yerine, Kur'an'ın tanıttığı Beşer Elçi portresini insanlara tanıtmaya çalışmalarıdır.

İlah konumuna yükseltilmiş elçi düşüncesinin Türkiye'deki savunucularından birisi olan Ebubekir Sifil adlı kişinin, bir tv programında söylediği sözler, Muhammed (a.s) ın nasıl bir yalan ve iftiraya kurban gittiğini anlamak açısından dikkat çekicidir.





Ebubekir Sifil, Muhammed (a.s) için onun herhangi bir ölümlü gibi bu dünya ile bağlantısının kesilmediğini, ona salavat getirildiğinde meleklerin bu salavatı ona arz ettiği, bedenlerinin toprağa haram kılındığını çürümediğini, Allah yolunda öldürülenlerin diri olduklarını beyan eden ayetin üzerinden peygamberlerin de diri olduğunu, onun bizatihi hayat sahibi olduğunu, amellerimizin ona arz edildiğini iddia etmektedir. Bu düşünceleri savunan başka insanların, peygamberlerin kabirlerinde namaz kıldıklarını, hatta eşleri ile dahi birlikte oldukları gibi hezeyanlarını savurdukları malumdur.

Şahsın iddia ettiği bu sözlerin, eğer Kur'an ile sağlamasını yapacak olursak ortaya şöyle bir durum çıkmaktadır;

Muhammed (a.s) ın ölmediği;

[003.144] Muhammed ancak bir elçidir. Ondan önce de elçiler geçmişti. Ölür veya öldürülürse geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen, Allah'a hiçbir zarar vermez. Allah şükredenlerin mükafatını verecektir.

[021.007-8]  Biz senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkekler dışında (elçi) göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, şu halde zikir ehline sorun.Biz onları yemek yemez birer ceset kılmadık ve onlar ölümsüz de değillerdi.

[021.034] Senden önce de hiçbir insanı ölümsüz kılmadık, sen ölürsün de onlar baki kalır mı?

[029.057] Her nefs ölümü tadıcıdır, sonra da Bize döndürüleceksinizdir.

Elbette bu ayetler dahi Muhammed (a.s) ın bizler gibi bir beşer olduğunu ifade etmesine rağmen, Kur'an'ı değil rivayet kitaplarını yol gösterici olarak kabul eden, size 500 tane ayet getirilse de inanmayın diyerek, ayetlerin delaleti konusunda bu kadar inkarcı bir tavra sahip olan bir kimseye pek kar etmeyecektir. Ancak, henüz aklını kimseye kiraya vermemiş olan kimselerin bu ayetleri dikkate alabileceğini, ve Muhammed (a.s) için uydurulan sözlerin Kur'an ile sağlamasını yapabileceğini ümit etmekteyiz.

Allah yolunda öldürülenlerin diri olduklarını beyan eden ayetler, literal bir okumaya tabi tutulamayacak olan ayetlerdendir. Bu ayetlerin Allah yolunda ölenlere karşı küçümseyici tavırlar takınan münafıkların sözlerini ret etmekte oldukları dikkate alındığında daha doğru anlaşılacaktır. 

Şayet ayetlerin onların gerçek anlamda diriler olduklarını ifade ettiğini düşündüğümüz zaman sadece Sifil hocaya sorulacak olan, Madem Allah yolunda öldürülenler diridir, bu kimseler eğer evli iseler eşleri boş olur mu? yoksa onların ömür boyu bir başka kimseyle evlenmesi harammı dır?sorusuna ne cevap verebileceği merak konusudur.

Ayrıca Sifil hocaya sorulacak olan, Bir ayetin açık hükmünü inkar etmenin fıkıhtaki hükmü nedir? sorusuna ne cevap vereceği de merak konusudur. Çünkü konuşmasında bir çok ayetin hükmünü iptal eden iddialar ortaya koymaktadır.

Muhammed (a.s) ın bizatihi hayat sahibi olduğu; 

Muhammed (a.s) için söylenen bu sözler, Muhammed (a.s) ın ölmediğini iddia etmek gibi küfür ve şirk içeren sözlerdir. El Hayy ismi, Allah (c.c) nin isimlerinden biri olup, bu ismi onun kulu ve elçisi olan bir kimseye layık görmenin literatürdeki adı Küfür ve Şirktir.

[025.058] Sen, asla ölmeyen ve  daima diri olan (Allah) a tevekkül et ve O'nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından O'nun haberdar olması yeter.

[040.065] O diridir, O'ndan başka ilah yoktur. Dini yalnız O'na has kılarak O'na yalvarın. Övgü, Alemlerin Rabbi Allah içindir.

[003.002] Allah; O'ndan başka ilah yoktur. Diridir, kaimdir.

Meleklerin amellerimizi Muhammed (a.s) a arz etmeleri;

[017.096] De ki: «Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Doğrusu O, kullarını görür, haberdardır.»

[017.017] Nuh'dan sonra nice nesilleri yok etmişizdir. Kullarının günahlarından haberdar ve onları gören olarak Rabbin yeter.

[025.058] Sen, asla ölmeyen ve  daima diri olan (Allah) a tevekkül et ve O'nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından O'nun haberdar olması yeter.

El Habir, yine Allah (c.c) nin esmasına dahil olan isimlerden bir tanesidir. Amellerimizden Muhammed (a.s) ın da haberdar olduğunu iddia etmek, sadece Allah'a layık olan bir ismi, onun kuluna layık görerek, Allah'ı bu konuda yetersiz görmek anlamına gelmektedir. 

[033.039] Allah'ın göndermiş olduklarını tebliğ edenler, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Allah hesap gören olarak yeter.

El Hasib olarak Allah'ın yeter buyurulmasına rağmen, Muhammed (a.s) a amellerimizden hoşnut olup olmaması demek ona yargılama hakkı vermek anlamına gelmekte olup, böyle bir iddianın literatürdeki adını Sifil hoca gayet iyi bilmektedir. 

Ebubekir Sifil'in ağzından dökülen bu hezeyanlar, Muhammed (a.s) ı tıpkı Hristiyanlar gibi ilah seviyesine çıkarmanın tezahürleri olup, Muhammed (a.s) ın beşer olduğunu iddia edenlere karşı neden bu kadar düşmanca tavırlar sergilediğini yukarıdaki birkaç dakikalık video kaydından anlamak mümkündür.

Ebubekir Sifil ortaya koyduğu iddiayı delillendirmek için sadece Onun ağzından diyerek, yani ona karşı uydurulan yalan ve iftiraları delil olarak göstermektedir. Bu konuda acaba Kur'an ne diyor diye kendisine sorulacak olursa, ilgili ayetleri başkalarının yaptığı gibi yalan ve iftiraları destekleyecek mahiyette yorumlamaya çalışacağı muhakkaktır.

Çünkü onun zihniyetine sahip olan insanların savunduğu din anlayışının temelinde Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) ile aynı konuma sahip olduğu inancı yatmakta, bütün dini düşünceleri bu inanç üzerine temellendirilmiştir. Muhammed (a.s) ın beşer bir elçi olduğu düşüncesi yaygınlaştığında, bu kimselerin savundukları din algısı tamamen çökeceği için, bunca patırtı ve gürültü koparmalarının sebebini anlamak kolaylaşacaktır.

Kimseye Kafir,Müşrik gibi yaftalar yapıştırmak heveslisi olmadığımızı hatırlatmakla birlikte, Allah (c.c) nin hakkı olan onun esmasına dahil olan isimleri onun bir kulu ve elçisi olan Muhammed (a.s) a layık görmek küfür ve şirk'e düşmeye sebep olmak demek olup, biz sadece bu konudaki üzerimize düşen hatırlatmayı yapmaya çalıştık.



19 Haziran 2017 Pazartesi

Süleyman (a.s) Kıssasındaki Karıncanın Konuşması İle İlgili Bir Mülahaza

Süleyman (a.s), bilindiği üzere kendisine güç ve mülk verilen hükümdar elçilerden birisidir. Onun kıssası diğer elçilerin kıssasına göre daha gizemli bir kıssa olduğu düşüncesi ile okunarak uçan kaçan bir peygamber portresi ortaya çıkarılmasından dolayı, maalesef kıssa üzerinden verilmek istenilen mesaj buharlaşarak uçup gitmiş, geriye karıncalarla konuşan, rüzgarları emri altına alan, zamanı durdurma gücüne sahip, insanüstü bir peygamber ortaya çıkarılmıştır. 

Muhammed (a.s) için geliştirilen insanüstü peygamber anlayışının bir benzeri Süleyman (a.s) için de geliştirilmiş, bunun sonucunda ise insanüstü bir peygamber ortaya çıkarılarak örnek alınması mümkün olmayan bir hale sokulmuştur. Halbuki bütün elçiler gibi Süleyman (a.s) da beşer bir elçi olup, onun en bariz özelliği, insanlar için örnek olmasıdır. Onun kıssası, şayet mesaj içerikli okunduğu takdirde, elinde güç, iktidar ve servet bulunduran kimseler için örneklikler taşımakta olduğu anlaşılacaktır.

Geleneksel tefsir anlayışında hakim olan kıssaların masallaştırılması yanlışına karşı çıkmak adına ortaya çıkan alternatif Kur'an okumalarının, yanlış olarak görülen noktaları izah etmekte kullandığı dil ve anlama yöntemi ise başka bir sorunu beraberinde getirmiştir. Kur'an kıssalarında gördüğümüz bazı olayların izahını yaparken, bu izahın delilinin yine Kur'an içinden delil getirmeye çalışmak, ortaya konulan iddianın dikkate alınmasını ve iddiaya güvenilmesini sağlayacaktır.

Bu yazımızda Neml suresi içindeki Süleyman (a.s) kıssasında geçen karıncanın konuşması, ve bu konuşmaya karşı Süleyman (a.s) ın tebessüm etmesi üzerinde durmaya çalışarak, olayın nasıl gerçekleştiği, ve bu olayın bize neden anlatılmış olabileceği üzerinde durmaya çalışacağız.

Tefsirlere bakıldığında bu olayın aynen gerçekleştiği, yani konuşan karıncanın ne dediğini Süleyman (a.s) ın anladığı yönünde izahlara rastlamaktayız. Bu yorumlara karşı çıkan alternatif okumaların ise, Süleyman (a.s) ın karıncanın konuşmasını işitmesinin gerçekleşmediğini iddia ettiğini görmekteyiz. 

Ancak bu yorumu getiren kimselerin ortaya koyduğu argümanı destekleyecek, tatmin edici delil sunmaktan uzak olduğunu da görmekteyiz. Ayrıca klasik tefsirlerdeki bu tür yorumlara karşı alternatif okuma yapan bu kimseler, sadece olaylara takılı kalarak, olaydan alınabilecek bize dönük herhangi bir mesaj olup olmadığı yönünde bir çalışma yapmadıkları için, maalesef bu konuları yorumlama çalışmalarında, klasik tefsirlerdeki yorumlar ile aynı kulvara düşmektedirler.

Kanaat olarak biz de Süleyman (a.s) ın karıncanın konuşmasını işitmediğini düşünmekteyiz. Fakat biz, bu kanaatimizi güçlendirdiğini düşündüğümüz deliller ortaya koyarak iddiamızı temellendirmeye çalışacağız.

[027.017] Cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil orduları Süleyman'ın hizmetinde toplandı, hepsi bir arada (onun tarafından) düzenli olarak sevk ediliyordu.
[027.018] Sonunda, karıncaların bulunduğu vadiye geldiklerinde bir dişi (kraliçe) karınca: «Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman'ın ordusu farkına varmadan sizi ezmesin» dedi.
[027.019]  (Süleyman) onun sözünden dolayı ( min kavlihe) hafifçe güldü ve: «Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin nimete şükürde, hoşnut olacağın işi yapmakta beni muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kullarının arasına koy» dedi.

Yukarıda meallerini verdiğimiz ayetleri okuduğumuzda, Süleyman (a.s) ın büyük bir ordu ile sefere çıktığını, yolda karıncaların bulunduğu bir vadiye geldiklerinde ise dişi bir karıncanın diğer karıncalara tehlikeyi haber vererek Süleyman'ın ordusunun farkında olmadan kendilerini ezebileceğini söylediğini, karıncanın bu sözü üzerine Süleyman (a.s) ın buna tebessüm ederek Rabbine şükrettiği anlaşılmaktadır.

Bu ayetler okunurken birinci öncelikli olması gereken şey, bu ayetler üzerinden nasıl bir mesaj verilmiş olabileceği olması gerekir iken, anlatılan olaya takılı kalan bir okuma yapılarak, Süleyman (a.s) ın karıncanın konuşmasını anlayıp anlamadığı üzerinde durulmakta, asıl dikkate alınması gereken nokta maalesef unutulmaktadır. 

Biz önce 19. ayette geçen min kavlihe kelimesinin anahtar bir konuma sahip olduğunu düşündüğümüz için , bu kelimenin anlam alanını dikkate alarak, karıncanın kavlinin ne anlama gelebileceğini izah etmeye çalışacak, daha sonra olaydan nasıl bir hisse alınabileceği üzerinde durmaya çalışacağız.

Kavlun; Tek bir sözcük veya cümle olsun, ağızdan çıkan konuşma ile açığa çıkarılan harflerden oluşan şeye verilen isimdir.

Bu kelime en fazla ağızdan çıkan ve işitme organı ile idrak edilen şeylerle ilgili kullanılmış olsa da anlam alanı sadece bununla sınırlı değildir. Karıncanın konuşması konusu ile alakalı olarak, kelimenin sadece işitme organı ile idrak edilebilme anlamı dikkate alınmış olmasının, bu konudaki yanılgının temelini teşkil ettiğini söyleyebiliriz.

Lafızla açığa çıkarılmazdan önce kişinin içinden geçen şeylere de Kavlun denilmiştir.

[013.010] Sizden sözü gizleyen ve açığa vuran; gece gizlenenle gündüz ortaya çıkan O'nun kalında eşittir.
[067.013] Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun; bilin ki O, kalplerin içindekini bilmektedir.

Bu kelimenin, bir şeye delalet etmek anlamına da sahip olması, dişi karıncanın kavlinin ne anlama gelebileceği konusunda bizlere fikir verebilecektir.

Her canlı kendi arasında nasıl bir iletişim kurabiliyor ise, karıncalarda birbirleri ile iletişim kurmaktadırlar. Süleyman (a.s) ın ordusunun geldiğini gören karıncalar, tehlikenin farkına vararak bu tehlikeden kurtulmanın yolunu aramaktadırlar. 

Karıncanın "Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman'ın ordusu farkına varmadan sizi ezmesin" şeklindeki sözleri, onların kendi aralarındaki haberleşmelerinin bizim anladığımız dil üzerinden anlatılmasıdır. Süleyman (a.s) ın karıncanın bu kavli üzerine tebessüm etmesini, karıncaların konuşmasını anlaması olarak değil, kelimenin Bir şeye delalet etmek şeklindeki anlamının dikkate alınarak okunması gerektiğini düşünmekteyiz. 

Yani karıncalar, Süleyman'ın azametli ordusunun onlara verebilecekleri tehlikeyi sezerek birbirlerine haber vermişler, Süleyman (a.s) ise onların bu yuvalarına girmek için yaptıkları hareketlerini görerek tebessüm etmiştir. Karıncanın kavli, ordunun kendilerine vereceği tehlikeden kaçmaları anlamındadır. Süleyman (a.s) onların bu durumunun, ordusunun onlara verebileceği tehlikeden kaçmalarına delalet ettiğini anladığı için gülümsemiştir. 

Karıncanın kavli meselesinden sonra, bu anlatımın bize dönük olarak nelere söylemiş olabileceği üzerinde şunları söyleyebiliriz;

Süleyman (a.s) ın sahip olduğu askeri gücün muhteşemliği, ordusunun insanlar, cinler ve kuşlar dan müteşekkil olduğu ile haber verilmektedir. Böyle bir güce sahip olan ordunun geçtiği yerlerde bazı olumsuz etkiler ve yıkımlar yapması kaçınılmaz olacaktır. 

Karıncalar bilindiği gibi, yaratılmış olan canlıların en küçüklerinden, ve bazı kimseler tarafından küçük olmalarından ötürü değersiz olarak görülebilen mahluklardır. Böyle büyük bir ordunun karıncaları dahi ezmemek konusunda gösterdiği hassasiyet, bu kıssa da verilmek istenilen önemli mesajlardandır. Karıncanın "Süleyman'ın ordusu farkına varmadan sizi ezmesin" şeklinde bir ifade kullanması, Süleyman (a.s) ın bu konuda ne kadar hassas bir komutan olduğunu göstermektedir.

Bugün bile bizim dilimizde, sevgi, saygı, hoşgörü ve sevecenliğin sembolü olarak kullandığımız bir deyim olan KARINCAYI DAHİ İNCİTMEKTEN SAKINMAK deyimi, tam Süleyman (a.s) için kullanılabilecek bir deyim olduğu, bize karıncalar ile ilgili anlatım üzerinden verilmektedir. Böyle büyük bir güce sahip olan bir komutanın, karıncalara dahi gösterdiği bu hassasiyet, onun canlı hayatına ne kadar saygılı bir komutan olduğunu göstergesidir. 

Bugün ellerinde son teknoloji ürünü olan silahları kullanarak Dünya'nın fesada uğramasına sebep olan ordulara sahip olan ülkeler ile Süleyman (a.s) ın karıncaya dahi olan saygısını karşılaştırdığımızda, gücün dengeli kullanılmasının önemi bir kez daha anlaşılmaktadır.

Ayrıca Süleyman (a.s) ın "Rabbim! Bana ve ana  babama verdiğin nimete şükürde, hoşnut olacağın işi yapmakta beni muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kullarının arasına koy" şeklindeki sözleri, bu kadar muhteşem bir orduya sahip olması karşısında en küçük bir kibir dahi göstermeyerek, bunlara sahip olmasına sebep olan Allah (c.c) yi hatırlaması onun bizlere dair ayrı bir örnekliğidir. Ellerinde bulunan son teknoloji ürünü olan silahlara güvenerek, kendilerini yaratan Allah'ı unutmak sureti ile kendilerini ilah yerine koyanların yine bu kıssada alacakları çok hisse vardır.

Sonuç olarak; Süleyman (a.s) bütün elçiler gibi bizlere dair örneklikleri olan bir elçilerden bir tanesidir. Onun kıssasının uçtu kaçtı masallarına mesnet teşkil edecek yorumlarla masal haline getirmek, örnek alınması imkansız bir elçi portresi meydana getirecektir.

Süleyman (a.s) kıssasının, ellerinde güç, servet ve iktidar bulunan kimseler için örneklikler teşkil etmesi dikkate alınarak okunduğunda, bu kıssa gerçek hayatlara seslenen bir kıssa olarak okunabilecektir. Karıncalar ile ilgili ayetler ise, onun bir ordu komutanı olarak ne kadar merhametli ve Allah'a şükreden bir kimse olduğunu onları edebi bir sanat dahilinde konuşturarak anlatmaktadır. 

                                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

18 Haziran 2017 Pazar

Maide s. 20-26. Ayetlerini Medine'li Müslümanların Gözü İle Okumak

Kur'an'ın İsrailoğulları ile ilgili olarak, onların yapmaları gerektiği halde yapmadıklarını, yapmamaları gerektiği halde yaptıklarını, veya yaptıkları olumlu davranışları anlatma sebebi, Sünnetullah olarak bildiğimiz toplumsal yasaların onlar üzerinden nasıl işleyiş gösterdiğini, önce İlk muhataplar olan Muhammed (a.s) ve onunla birlikte olanların, sonra da bizlerin bu anlatımlar üzerinden ibret alarak hayatımızı yönlendirmede bir klavuz olmasını sağlamaktır.

Bu yazımızda Maide s. 20. ve 26. ayetler arasında anlatılan bir olayı ele alarak, bu olayın Medine'li Müslümanlar gözünde nasıl okunduğunu, yani nasıl hayata geçirildiğini, sonra da bizler tarafından nasıl okunması, yani hayata geçirilmesi gerektiği üzerinde durmaya çalışacağız.

Konumuz ile ilgili olan ayetlerin mealleri şu şekildedir;

[005.020] Hani, Musa kavmine (şöyle) demişti: «Ey kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın; içinizden peygamberler çıkardı, sizden yöneticiler kıldı ve alemlerden hiç kimseye vermediğini size verdi.»
[005.021] Ey kavmim; Allah'ın size yazdığı mukaddes yere girin ve ardınıza dönmeyin, yoksa hüsrana uğrayanlardan olursunuz.
[005.022] Onlar da: «Ey Musa! Orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla giremeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa, şüphesiz biz de gireriz» dediler.
[005.023] Korkanların içinden Allah'ın kendilerine lütufda bulunduğu iki kişi şöyle dedi: Onların üzerine kapıdan girin; oraya bir girdiniz mi artık siz zaferi kazanmışsınızdır. Eğer müminler iseniz ancak Allah'a güvenin.
[005.024] «Ey Musa! Onlar orada bulundukları müddetçe biz oraya asla girmeyiz; şu halde sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız» dediler.
[005.025] Mûsâ: «Ya Rabbî,» dedi, «ben kendi nefsimden ve kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum. Artık bizimle bu itaatsiz, bu yoldan çıkmış topluluk arasında Sen hükmünü ver!»
[005.026]  (Allah) Dedi: «Artık orası kendilerine kırk yıl haram kılınmıştır. Onlar yeryüzünde 'şaşkınca dönüp-dolaşıp duracaklar.' Sen de o fasıklar topluluğuna karşı üzülme.»

Yukarıdaki ayetlerde, İsrailoğullarının girmeleri gereken bir şehre, o şehirde zorba bir kavim olduğu gerekçesi ile girmeyerek elçilerine karşı geldiklerini, bunun neticesinde ise bölük börçük bir hale gelerek yeryüzünün çeşitli yerlerine dağıldıklarını görmekteyiz. 

Elbette bu ayetler bizlere tarihi bir vakıayı açıklamak değil, Allah (c.c) nin arz üzerine koyduğu yasaların nasıl işlediğini göstermeyi amaçlamakta olup, Allah ve elçilerinin emrine karşı koymak sureti ile yaşanan hayatlar sonucu işleyen yasalar, dün nasıl İsrailoğulları örneğinde işlemiş ise, ilk muhataplar olan Medine'li Müslümanların girmeleri gereken şehre, Allah ve elçisine karşı gelerek girmek istememeleri neticesinde de işleyiş gösterebilecekti.

Maide s. bilindiği üzere Medine'de nazil olan surelerdendir. Medine'deki Müslümanların ortak hedefi ise, çıkarıldıkları şehir olan Mekke'yi müşriklerin elinden tekrar geri almaktır. Medine'li Müslümanlar bu kıssayı sadece İsrailoğullarının Musa (a.s) a yaptıkları bir eziyetin tarihi bir vaka olarak anlatılması şeklinde mi anladılar, yoksa Mekke'yi nasıl geri alabileceklerine, almaya çalışmadıkları takdirde nasıl bir son ile karşı karşıya kalabileceklerine dair bir haber olarak mı anladılar? diye soracak olursak, elbette ikinci şıkkın daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz.

Bedir savaşı öncesi bir sahabenin söylediği rivayet edilen, Ya Resullullah biz sana İsrailoğulları'nın Musa'ya dediği gibi sen ve Rabbın ikiniz gidin savaşın demeyiz sözü, onların bu kıssayı nasıl anladıklarının güzel bir göstergesidir. 

Fitne yeryüzünden kalkıncaya, din sadece Allah'ın oluncaya kadar (Bakara s. 193- Enfal s. 39) mücadele etmekle yükümlü kılınan ilk muhataplar (bizler de elbette böyle bir bir yükümlülük altındayız), Mekke'yi yeniden atamız İbrahim (a.s) ın yaptığı gibi tevhidin merkezi haline getirmenin gereğine inanmışlardı. Allah (c.c) nin elçisine indirdiği ayetleri bu şuur içinde dinleyip ve hayata geçirme çabası içinde olan bu kimseler, Muhammed (a.s) a okunan Maide s. 20. ve 26. ayetler arasını da bu şuur ve inanç içinde dinlemekte idiler.

Maide s. 21. ayetinde Musa'nın kavmine söylediği sözleri, Mekke'yi müşriklerden geri almanın farziyeti olarak kendilerine Allah (c.c) tarafından yazılmış bir görev olduğu bilinci içinde okuyan ilk muhataplar, bütün mesailerini bu inanç üzerine bina etmişlerdi. 

Maide s. 22. ayetinde ise elçilerinin sözlerine, o şehirde zorba bir kavmin ikamet ettiği gerekçesi ile itiraz eden bir topluluğu görmekteyiz. Mekke'de de zorba bir kavim ikamet etmekte, ve bu kavmin şehirden çıkarılması yani iktidarının yok edilmesi Allah (c.c) tarafından farz kılınmış idi. Kendilerine bir çok yerde Allah'a ve resulüne itaat edin şeklinde verilen emirleri hatırlayan sahabe, İsrailoğulları tarafından Musa (a.s) a söylenen sözün bir benzerinin Muhammed (a.s) a söylememeleri gerektiğini, elçiye isyan ettikleri takdirde başlarına neler gelebileceğini, önceki elçilere isyan edenlerin başlarına gelenlerden dolayı çok iyi biliyorlardı.

Maide s. 23. ayetinde İsrailoğullarından olan iki kişinin söylediği sözler bizlere çok önemli mesajlar vermektedir. Kim olduklarının değil ne söylediklerinin dikkate alınması gereken bu iki kişinin, Onların üzerine kapıdan girin şeklinde söyledikleri söz, literal bir okuma ile anlaşılmaya çalışıldığında pek bir anlam ifade etmeyecektir.

Bakara s. 189. ayetinde de Allah (c.c) bizlere Evlere kapıdan girin buyurmaktadır. Bu emir bazı zamanlarda Arapların evlerine arkadan girdikleri, bu nedenle böyle bir şeyden nehyedildikleri şeklinde okunacak olursa, ayetin anlamı buhar olup uçacaktır. Öyleyse bu ayet bizlere nasıl bir mesaj vermektedir?.

Bu ayeti, Amaca giden her yol mübahtır şeklinde bildiğimiz, Makyavelist söylemi dikkate aldığımızda daha kolay anlayabiliriz. Ayet böyle bir düşüncenin doğru olmadığını, Amaca giden her yolun mübah olmadığını, amaca giden yolda meşruiyet dairesi dışına çıkılmaması gerektiğini bizlere hatırlatmaktadır.

İsrailoğullarından olan iki kişinin söylediği Onların üzerine kapıdan girin sözü, o şehri ele geçirmek için her yolun mübah olmadığını hatırlatmaktadır. Allah (c.c) tarafından emredilen amaçlara ulaşmak için, yine onun önerdiği yolun takip edilmesi gerektiği bu noktada önem arz eden bir bilgidir. Bu bilgi elbette Medine'li Müslümanlar tarafından tarafından Mekke'ye varmak için için her yol mübahtır şeklinde değil, Mekke'ye varmak için Allah'ın önerdiği yol mübahtır şeklinde anlaşılmış, ve neticede Mekke'ye giden yol açılmış, Mekke müşrik istilasından kurtarılmıştır.

Evlere kapıdan girmek şeklindeki emir evrensellik arz etmekte olup, tüm zamanlarda biz Müslümanlar tarafından yapılan mücadeleler de dikkat edilmesi gereken temel bir nokta olarak görülmeli ve gereği yapılmalıdır. Tarihin herhangi bir zaman diliminde, İslam adına yola çıkan, fakat ilerleyen zamanlarda her yolu mübah görerek mücadeleye devam etmek isteyenlerin mücadeleleri, başka mecralara sapmaya ve akamete uğramaya mahkum olacaktır.

Hedefe ulaşmak için meşru yolu deneyerek, bu yoldan sapmayanların hedefe ulaşmaları yine Sünnetullah gereği olup, bunun kefili Allah (c.c) nin kendisidir.

Maide s. 26. ayetinde ise, elçilerine isyan eden İsrailoğullarının başlarına gelen durum haber verilmektedir. kırk yıl olarak ifade edilen kelimeyi, 39 rakamının bir sonrası olarak değil, çokluktan kinaye olarak okumak gerektiğini burada hatırlatmak isteriz.

Biz Müslümanların özellikle İsrailoğulları üzerinden verilen toplumsal yasalardaki değişmezliği çok iyi okuyup, o doğrultuda stratejiler belirlemek zorundayız. Bugün Müslümanların Dünya üzerindeki zelil durumu, bu örnekleri gereği gibi okuyamamaktan kaynaklanmaktadır. 

Allah (c.c) nin yardım yasasının belirli kullar üzerinde değil, hak eden kullar üzerinde işlediğinin en bariz örnekleri olan İsrailoğulları, kendilerinin Allah'ın sevgili kulları olduklarını iddia ettikleri halde (Maide s. 18), yaptıkları yanlışlarının cezasını çekmiş olması Kur'an içinde canlı örnekleri ile verilmesine rağmen, onlardan miras alınan sevgili kul olduğumuz inancının Allah katında herhangi bir değerinin olmadığı, şu anda Dünya genelindeki halimizden anlaşılması gerekmektedir.

Eğer zannedildiği gibi biz Müslümanlar Allah katında onun sevgili kulları isek, Dünya yüzünde bütün en leri barındıran bir topluluk olmamız gerekmekte idi. Halbuki değişmez toplumsal yasalar bizler için de geçerli olup, hak etmediğimiz sürece Allah (c.c) nin bizler için parmağını dahi kıpırdatmayacağı bilinmelidir.

Sonuç olarak; Maide s. 20. ve 26. ayetleri arası bizlere Allah (c.c) nin farz olarak kıldığı bir görevi yerine getirmediğimiz takdirde nasıl bir son ile karşı karşıya kalabileceğimizi göstermektedir. Kendilerine Allah'ın girmeyi farz kıldığı bir şehre savaşmanın ağır gelmesi nedeniyle bu emri çiğneyen İsrailoğulları, yaptıkları bu isyanın neticesinde bölük börçük olarak dağıtılmışlardır.

Belirli bir amaç etrafında toplanmış olan kimselerin birlikte hareket etmeleri, başlarındaki emir sahiplerinin emirlerine uymaları (emir sahiplerinin marufu emretmeleri şartı ile), onların başarıya ulaşmalarını kolaylaştıracak en önemli unsurdur. Musa (a.s) ın beraberinde kimseler Firavun zulmü altında böyle bir oluşumu gerçekleştirerek, Firavun zulmünden kurtulmuşlar, fakat aynı topluluk sonrasında bu birlikteliği elçilerinin emirlerine uymamak sureti ile bozarak darmadağın olmuşlardır. 

Medine'de Muhammed (a.s) ın komutası altında toplanan Müslümanlar, birlikte hareket etmenin gereğine inanmışlar, bu yolda tek vucüt olmuşlar, netice olarak ise Mekke'yi şirk'ten temizlemişlerdir. Bu ayetler elbette bizler için de mesajlar ihtiva etmekte olup, amaca giden yolda Allah (c.c) tarafından önerilen yolu takip etmek, bizleri hedefe ulaştıracaktır.

Sünnetullah dediğimiz toplumsal yasalarda değişme olmayacağına göre, Musa (a.s) ile birlikte doğru hareket edenler nasıl Firavuna karşı galip geldilerse, Muhammed (a.s) ile birlikte olanlar, Mekke'li müşriklere karşı galip gelmişlerdir. 

Fakat aynı insanlar zaman içinde farklı hedeflere koştuğunda darmadağın olmaya mahkum olmaları da değişmez bir yasadır. Bizler bunun örneğini İsrailoğulları örneğinde görmüş olmamız bizleri maalesef bunlardan ders almaya yöneltmek yerine, bu tür anlatımlardaki gereksiz ayrıntılar içinde boğularak vakit geçirmekteyiz.

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.