Kur'an'ın bir çok ayetinde Allah (c.c) nin "Allah'a ve Resulüne itaat edin" mealinde verdiği emirler, herkesçe malumdur. Bu emirlerin anlaşılması ve uygulanması ilk muhataplar nezdinde herhangi bir sorun teşkil etmemiş olmasına karşın, sonraki nesillerde değişen din algıları neticesinde, özellikle "Resule itaat edin" emri konusu üzerinde bir takım spekülasyonlara gidildiği, bunun sonucunda ise bu emrin bugün, hadis kitaplarındaki rivayetlere itaat etmek şeklinde anlaşıldığını görmekteyiz. Yazımızda, "Resule itaat edin" emrinin sonraki muhataplar olan bizler nezdinde nasıl bir yere oturması gerektiği konusundaki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Bir insanın Allah (c.c) tarafından Resul olarak görevlendirilmesinin ne anlama geldiğinin bilinmesi, bu görevi yüklenen kişinin görev ve yetki alanının sınırlarının belirlenmesi, bugün bu emrin nasıl anlaşılması konusunda bizlere yardımcı olacaktır.
Allah (c.c) nin Nebi Resul olarak tanımladığı kimseler, onun kullarına dair olan emir ve yasaklarını iletmekle görevli, bizler gibi beşer cinsinden kimseler olmaları nedeniyle de o emirler ile kendilerinin de muhatap ve sorumlu oldukları kişilerdir. Allah (c.c) biz kulları ile Nebi Resul olma görevini yüklediği bazı kullarına vahyetmek sureti ile konuşur. Nebi Resul vasfına sahip olan kimseler, Allah (c.c) nin yetki alanına giren konularda herhangi bir söz söylemek ve hüküm koymak yetkisine sahip değillerdir. Bu durumun bugün farklı bir şekilde anlaşılması, Muhammed (a.s) ın konumunun daha üst bir dereceye, neredeyse ilahlık derecesine yükseltilmesine sebep olmuştur.
[006.050] De ki: «Size Allah'ın hazineleri elimdedir, demiyorum; gaybı da
bilmiyorum; size, ben meleğim demiyorum, ben ancak bana vahyolunana uyuyorum.»
De ki: «Görenle görmeyen bir midir? Düşünmüyor musunuz?»
Kur'an içinde geçen "Allah'a ve Resulüne itaat edin" emri içinde geçen "Ve" bağlacının Allah ve elçiyi birbirinden ayırdığı, dolayısı ile elçinin görev ve yetki sınırlarının Allah (c.c) ile eşit olduğu gibi bir düşünceye ilk muhataplar sahip değildi. Çünkü elçi hayatta ve aralarında idi. Elçi, ashabının arasında iken onlara Allah'tan gelen vahyi okumakta, ashap ise onun elçilik görevi dahilindeki emirleri ile, devlet başkanı veya ordu komutanı olma görevi arasındaki farkı bilerek hareket etmekte idi.
[033.036] Allah ve Resulü bir işe karar verdiği zaman,
gerek inanan bir erkeğin gerek inanan bir kadının kendilerine ait bir işte
tercih hakları olamaz. Her kim Allah'a ve peygamberine asi olursa açık bir
sapıklık etmiş olur.
Ashabı, onun Nebi Resul olarak kullandığı yetkiler konusunda herhangi bir seçim hakkına sahip olmadıklarını bilirken, bu görevinin dışında kullandığı yetkiler konusunda seçim hakkına sahip olabileceklerini düşünerek, bazı karşı tezler ortaya koyabilmekteydi. Uhut harbi öncesinde Muhammed (a.s) tarafından önerilen savaş taktiğine karşı, ashabın da karşı bir tez getirmesi, ve ashabın önerdiği savaş taktiği planının kabul edilmiş olması buna bir örnektir. Şayet Muhammed (a.s) tarafından önerilen savaş taktiğinin vahye dayalı olduğu düşünülmüş olsa idi, ashap tarafından ona böyle bir itiraz asla getirilmez, onun önerisi itiraza uğramadan kabul edilirdi.
Bu ve benzeri örnekler, ashabın bugün bazı Müslümanlar arasında yaygın bir inanç olan, "Onun ağzından çıkan her söz vahiydir" gibi bir inanca sahip olmadıklarını göstermesi açısından ibretli bir örnektir.
İlk muhataplarca "Allah'a ve Resulüne itaat edin" emri içindeki Ve bağlacının Allah'ı ve Resulü birbirinden ayırdığı, Resulün de hüküm koyma konusunda Allah (c.c) gibi olduğu düşünülmezken, Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında ortaya çıkan farklı din algıları, bu bağlacın Allah'ı ve Resulü birbirinden ayırdığını iddia etmeye, dolayısı ile Muhammed (a.s) ın da Allah (c.c) gibi teşri yetkisine sahip olduğunu söylemeye başladılar.
Ancak burada Muhammed (a.s) ın ölmüş olması gerçeği vardı, ve aynı zamanda ölü bir elçiye itaatin nasıl gerçekleşeceği sorusunun cevabının verilmesi gerekmekte idi.
Resul görevini üstlenmiş olan kişilerin en önemli özellikleri onların vahiy sayesinde böyle bir vasfa nail olmuş olmalarıdır. Bu nedenle vahiy olgusu bir kenara bırakılarak onların kimliklerinin öne çıkarılması doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Resul ve vahiy, et ile tırnak gibi birbirinden ayrılmaz parçalar olup, onları vahiyden soyutlayarak kendilerini öne çıkarmak demek, İsa (a.s) örneğinde olduğu gibi insanların şirke düşmeleri demek anlamına gelecektir.
[004.080] Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene
gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!
Kur'an ayetlerinde geçen Allah'a ve Resulüne itaat edin emrindeki asıl vurgu, Allah'a itaat etmektir. Resule itaat etmek demek, Allah adına konuşmak yetkisine sahip olması bakımından Allah'a itaat etmek demek anlamına gelir. Cümle içindeki ve bağlacının Resule ayrı bir teşri yetkisi tanıdığı bir anlamı yoktur. Aksini iddia etmek demek, Resulü Allah ile aynı kefeye koymak anlamına gelecektir. Allah'a itaat etmenin yolu, Resulü aracılığı ile gönderdiği vahye itaat etmek anlamına gelmesinden, ve Muhammed (a.s) ın da yaşayan bir kimse olmasından ötürü böyle bir emir verilmiş olması söz konusudur.
Bugün artık Muhammed (a.s) aramızda yoktur, onun aramızda olmaması, ona itaat etmenin nasıl gerçekleşeceği sorusunu beraberinde getirmiştir.
Bugün bu emrin Müslüman hayatında nasıl gerçekleşeceği sorusuna verilen ağırlıklı cevap ise, "Allah'a itaat Kur'an'a itaat, Resule itaat ise hadislere itaattir" şeklindedir. Böyle bir cevap ise bugün karşımıza bir çok problemi çıkarması açısından hatalı bir düşüncedir. Şöyle ki:
"Allah'a ve Resulüne itaat edin" emrinin fıkhi boyutunu düşündüğümüz zaman, bu emrin karşılığı "Farz" hükmündedir. Yani Allah (c.c) kendisine ve elçisine uyulmasını bizlere farz kılmaktadır. Bu farziyetin ilk muhataplar açısından hayata geçirilmesi şu şekilde olmuştur:
Allah'a ve Resule itaati emreden ayetlerin ayetlerin Medine'de nazil olması da ayrıca dikkat çekicidir. Bu emirler genelde vahyi kabul etmeyenleri değil, vahyi kabul eden müminleri muhatap almakta, onlara yol göstericilik yapmakta idi. Muhammed (a.s) artık Medine'de hem elçi, hem devlet başkanı, hem de ordu komutanlığı gibi vazifeleri de yüklenmiş olmasının Resule itaat edin emri ile ilişikli olduğu da hatırdan çıkarılmamalıdır.
Allah (c.c) elçisine bir konuda vahyetmiş, elçi bu vahyi ashabına bildirmiş, ashap ise bu vahye uymuştur. Resulün vahyi uygulama konusundaki herhangi bir hatası olduğunda ise, vahiy ile uyarı gelmiş ve hata düzeltilmiştir. Yani Resulün fiilleri olan sünnet, sözleri olan hadis konusunda eğer bir hatalı davranışta bulunmuş ise, bu hata anında düzeltilmekte idi. Resul hayatta iken bu konuda herhangi bir problem yok iken, resule itaat emrinin yerine getirilmesinin o öldükten sonra hadislere yüklenmiş olması bir takım problemleri beraberinde getirmiştir.
Resule itaatin hadislere yüklenmesi ile ortaya ne gibi problemler çıkmıştır?.
Yukarıda Resule itaatin fıkhi açıdan hükmünün farz olduğunu söylemiştik. Şayet bugün Resule itaat demek hadislere itaat demek ise, hadislere itaat etmekte aynı şekilde farz hükmündedir. Hadislere itaatin farz olmasını iddia etmek ise başka problemleri getirmektedir.
Hadislere itaatin farz olduğunu iddia etmek, beşer sözü ile Allah sözünü aynı kefeye koymak anlamına gelmektedir. Sahabe herhangi bir senet zinciri olmadan anında Muhammed (a.s) ın ağzından çıkan bazı sözleri işitmiş olmasına rağmen, bu sözlerin bir kısmına vahiy olmadığı için itiraz etmiş olması, onların beşer sözü ile Allah sözünü aynı kefeye koymadıklarını göstermektedir.
Bugün hadis kitaplarında bulunan ve Muhammed (a.s) atfedilen sözlerin tamamının, onun tarafından söylendiği asla kesin bir bilgi değildir. Ona atfedilen sözlerin sahih olup olmadığı, hadisçiler tarafından belirlenmiş kriterlere göre yapılmakta, bir hadisin sahih olup olmadığı, kişisel kriterlere göre karar verilmektedir. Buna göre aynı hadis için iki ayrı hadisçinin görüşleri farklılık gösterebilmekte, bir hadisçi tarafından sahih olarak görülen hadis, diğer hadisçiye göre sahih olarak görülmeyebilmektedir.
Kişisel kriterlerin söz konusu olduğu hadisin sahihliği meselesinde ortaya çıkan problem şu dur; Sahih olduğu düşünülen hadise itaatin farz olması, sahih olmadığı düşünülen hadise itaatin farz olmamasını gerektirmektedir. Bu durumun aynı hadis karşısında Sahihtir veya Sahih değildir şeklinde hüküm veren hadisçiler büyük bir kaosa yol açacağı malumdur. Bu duruma göre bir hadisi sahih kabul etmeyerek ona itaat etmeyen bir hadisçi, aynı hadisi sahih olarak kabul ederek ona itaati farz olarak kabul eden hadisçiye göre Kafir durumuna düşebilecektir.
Elimizdeki mevcut hadis külliyatında hadisçiler tarafından sahih olmadığı düşünülen bir çok hadisin bulunduğu gerçeğini göz önüne aldığımızda, hadislere karşı böyle bir hüküm yüklemenin ne kadar sakıncalı olduğu da böylece ortaya çıkmaktadır.
Öyleyse Resul hayatta iken Resule itaat edin inen emrinin çerçevesinin, onun diri olması ve bulunduğu toplum içinde sadece Resul olmasının haricinde devlet başkanı ve ordu komutanı olması ile yakından ilişkili olduğu hatırdan çıkarılmadan bu ayetler üzerinde düşünülmelidir.
Bugün ise Resule itaati emreden ayetlere karşı bakışımız onun ölü olmasını dikkate alarak olmalı, yaşamayan bir elçiye itaatin nasıl olabileceği üzerinde düşünülmeli, bu itaatin gerçekleşme şeklinin ancak ona inen vahiy, onun ve diğer elçilerin yaptıklarını beyan eden Kur'an ayetleri dikkate alınarak anlaşılmalıdır.
Muhammed (a.s) ve diğer elçilerin örnek alınması gereken yönleri zaten Kur'an içinde yeterinde bulunmakta, Kur'an içinde olmayan ve bugün bir çok Müslüman tarafından Peygamber Sünneti olarak bilinen bir çok şeyin sünnet ile alakası bile olmadığı, sakal, sarık, misvak, sağ elle yemek v.s gibi sünnet diye ihdas edilen şeylerin ortaya çıkardığı en büyük tehliken asıl sünnet olan elçilerin şirk ile olan mücadele örnekliklerinin önünü kapattığı artık anlaşılmalıdır.
Hatırdan çıkarılmaması gereken nokta, Kur'an ayetlerinin ilk muhataplarının Muhammed (a.s) ve onun etrafında olan iman eden ve etmeyenler olduğudur. Bizler bu ayetler ile ilk muhatap değil, dolaylı muhataplarız. Kendimizi ilk muhataplar yerine koyarak okuduğumuz bir Kur'an, bazı yerlerde bizlerin bir takım problemlere düşmemizi beraberinde getirecektir.
Sonuç olarak: Allah (c.c) nin Resule itaat etmeyi emrettiği ayetlerin ne anlama geldiği öncelikle, ilk muhataplar açısından okunmalı ve anlaşılmalı, sonrasında ise bize dair ne gibi mesajları olabileceği üzerinde düşünülmelidir.
Resule itaati emreden ayetlerin anlama çalışmalarında onun ölü ve aramızda olmadığı gerçeği göz önünde bulundurulmalı, diri iken inen ona itaati emreden ayetlerin onun devlet başkanı ve ordu komutanı olmasına da dikkat çektiği bilinmelidir.
Resule itaat etme emrini, bugün rivayet kitaplarına itaat etmek olarak anlamak, Allah sözünü beşer sözüne indirmek anlamına gelecektir.
Bugün Resul vasfına sahip olmayan bir kişiye itaatin nasıl olabileceği ise, o kişiye Allah (c.c) tarafından yüklenen Resul olma görevi çerçevesinde bakılmalıdır. Böyle bir göreve sahip olan kimseye itaat etmeyi, onun adına söylenen sözlerin toplandığı rivayet kitaplarında değil, ona inen vahyin içinde aramalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
Açısından etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Açısından etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
4 Nisan 2018 Çarşamba
14 Temmuz 2017 Cuma
Mehmet Okuyan'ın Yasin s. 6. Ayetinin Meali Hakkındaki İddiasının Kur'an Bütünlüğü Açısından Değerlendirilmesi
Sayın Mehmet Okuyan hoca Yasin s. ile ilgili yapmış olduğu derslerinden birisinde, bu surenin 6. ayetinin, meallerde yanlış olarak çevrildiğini iddia ederek, doğru olduğunu düşündüğü çevirinin nasıl olması gerektiği hakkında bilgi vermektedir.
[006.156-157] Demeyesiniz ki: Bizden önce kitab, yalnız iki topluluğa indi. Bizim ise onlarınkinden hiç haberimiz yok.Yahut: «Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk», demeyesiniz. İşte size de Rabbinizden açık delil, hidayet ve rahmet geldi. Allah'ın âyetlerini yalanlayıp, onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri sebebiyle azabın en kötüsüyle cezalandıracağız.
[034.044] Oysa Biz, onlara okuyacakları bir kitap vermemiş ve senden önce de onlara bir uyarıcı göndermemiştik.
[035.042] Var güçleriyle Allah'a yemin ettiler ki; kendilerine bir uyarıcı gelecek olursa; muhakkak ki, ümmetlerin herhangi birinden daha doğru yolda olacaklardır. Fakat kendilerine bir uyarıcı gelince; onların sadece nefretlerini artırdı.
[037.168-169] Öncekilerde olduğu gibi bizde de bir zikir bulunsaydı;«Gerçekten bizler de, Allah'ın muhlis kullarından olurduk.»
Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri Araplara herhangi bir uyarıcı gelmediğine dair bilgi veren ayetlerdendir. Yasin s. 6, Kasas s. 46 ve Secde s. 3. ayetlerini, Araplara daha önce uyarıcı geldiği şeklinde bir anlam vererek çevirdiğimiz zaman, bu ayetler ile çelişkili bir durum arz edecektir.
[016.043] Biz senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.
[021.007] Biz senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız; zikir ehline sorun.
Bu ayetlerde zikir ehline yani daha önce kitap gönderilenlere sorulması istenmesinin sebebi, Arap toplumuna daha önce herhangi bir elçinin gönderilmemiş olmasındandır.
Sayın Okuyan hoca da çok iyi bilmektedir ki, Kur'an çevirilerinde dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan birisi, ayetler arasındaki uyumdur. Kur'an bir yerde Ak dediğine, bir başka yerde Kara demeyeceğine göre, böyle bir durum varmış görüntüsü oluşturacak her türlü çeviri, okuyucular arasında kafa karışıklığına neden olacaktır.
Sayın Okuyan hocanın tefsir çalışması içinde olduğunu bilmemiz, yazacağı tefsirde Yasin s. 6. ayetinin çevirisi ve tefsiri ile ilgili yapacağı hatalı çeviri ve yorumlar, haklı olarak itirazlara neden olacaktır. Sayın hocanın bu konuda yaptığı ders içinde kullandığı CİNAYET kelimesi, yakışıksız ve iddialı bir kelime olup, bazı konularda ortaya koyduğu iddiaları mutlak görme açısından yanlış olduğunu burada kendisine hatırlatmak istiyoruz.
Sonuç olarak; Yasin s. 6. ayetinde geçen مَا edatı, olumsuz anlam verilerek çevrildiğinde (aşağı yukarı bütün mealler bu yöndedir), doğru ve Kur'an bütünlüğü ile uyumlu bir anlam yakalanmış olacaktır. Sayın Okuyan hocanın CİNAYET olarak ifade ettiği bu doğru anlamın tersine yapılacak olan مَا edatına ismi mevsul anlamı verilerek yapılan çeviriler ise, Kur'an bütünlüğü ile uyum sağlamayacağı gibi, Kur'an'da çelişki varmış gibi bir durum ortaya çıkaracaktır. Sayın hocanın bu durumu dikkate alması, yazacağı tefsirde itirazlara sebep olacak bir yanlışa düşmesine mani olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Yukarıdaki videoda sayın Okuyan hoca, لِتُنْذِرَ قَوْمًا مَا أُنْذِرَ آبَاؤُهُمْ فَهُمْ غَافِلُونَ şeklindeki Yasin s. 6. ayetinin "Ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu
uyarman için indirilmiştir." şeklinde yapılan çevirilerinin yanlış olduğunu iddia etmektedir. İddiasının gerekçesi ise, ayet içindeki مَا edatının meallerde olumsuz anlam verilerek çevrilmiş olmasıdır. Sayın Okuyan bu edatın olumsuzluk anlamı verilerek yapılan çevirilerinin yanlış, hatta CİNAYET olduğunu iddia ederek, bu edatın ismi mevsul anlamında çevrilmesi gerektiğini, dolayısı ile Yasin s. 6. ayetindeki Ataları uyarılmamış ibaresinin, Ataları da uyarıldığı gibi şeklinde çevrilmesi gerektiğini savunmaktadır.
İbrahim (a.s) ın Arapların İsmail (a.s) dan atası olduğu iddiasına katılmakla beraber, Yasin s. 6. ayetinin ifade ettiği anlam, Arap kavmine kendi dili ile ilk defa Muhammed (a.s) ın gönderilmiş olduğudur.
Biz sayın Okuyan'ın bu ayet ile ilgili öne sürdüğü düşünceye katılmadığımızı, Yasin s. 6. ayetinin Okuyan hocanın söylediği gibi çevrildiğinde, yapılan bu çevirinin Kur'an bütünlüğü dikkate alındığında büyük bir sorun meydana geleceğini, hatta hocanın tabiri ile CİNAYET olacağını düşünmekteyiz.
Kur'an içinde Yasin s. 6. ayetinin benzeri olan iki tane daha ayet vardır. Bunlardan birisi Kasas s. 46. ayeti, diğeri ise Secde s. 3. ayetidir. Öncelikle bu ayetlerdeki مَا edatının da Okuyan hocanın iddia ettiği olumsuz anlam verilerek çevrilmesi yerine, ismi mevsul anlamı verilerek çevrilmesi gerektiğini hatırlatarak, bu edata ismi mevsul anlamı verildiğinde ortaya çıkabilecek çelişkiyi Kur'an bütünlüğünde göstermeye çalışacağız.
[Kasas s.46] Sen, Musa'ya hitap ettiğimiz zaman Tur'un yanında da değildin.
Senden önce kendilerine uyarıcı gelmemiş bir toplumu uyarman için, Rabbinden bir
rahmet olarak gönderildin; belki düşünürler.
[Secde s.3] Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? Hayır, o senden önce
kendilerine bir uyarıcı gelmemiş olan bir toplumu korkutman için, Rabbin
tarafından gelen bir haktır. Gerek ki, hidayeti kabul ederler.
Dikkat edilirse her iki ayette de مَا edatı bulunmakta, ve bu edatların her ikisi de olumsuz anlam verilerek çevrilmekte, bu şekilde yapılan çevirilerin ise, Kur'an bütünlüğüne daha uygun olduğunu düşünmekteyiz. Yasin s. 6. ayetinde bulunan مَا edatı, eğer sayın Okuyan'ın iddia ettiği gibi ismi mevsul anlamı çevrilmesi gerekiyor ise, Kasas s. 46 ve Secde s. 3. ayetlerinde bulunan edatların da aynı şekilde ismi mevsul anlamı verilerek çevrilmesi gerekecektir. مَا edatının ismi mevsul anlamı verilerek yapılan Kasas s. 46 ve Secde s. 3. ayetinin çevirilerinin ise şu şekilde olması gerekecektir.
[Kasas s.46] Sen, Musa'ya hitap ettiğimiz zaman Tur'un yanında da değildin. Senden önce kendilerine uyarıcı GELMİŞ olan bir toplumu uyarman için, Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin; belki düşünürler.
[Secde s.3] Yoksa onu uydurdu mu diyorlar? Hayır, o senden önce kendilerine bir uyarıcı GELMİŞ olan bir toplumu uyarman için, Rabbin tarafından gelen bir haktır. Gerek ki, hidayeti kabul ederler.
Yasin s. 6, Kasas s. 46 ve Secde s. 3. ayetlerinde geçen مَا edatını olumsuz anlam verilerek çevirmek yerine, ismi mevsul anlamı verilerek çevirdiğimiz zaman, Araplara Muhammed (a.s) dan önce bir uyarıcının gelmiş olduğu anlamı ortaya çıkmaktadır. Sayın Okuyan hoca İbrahim (a.s) ile Muhammed (a.s) arasında Araplara herhangi bir uyarıcı gelmiş olduğunu iddia etmemekle birlikte, bu şekilde yapılan çevirilerin Kur'an bütünlüğünde sağlamasını yaptığımızda, ortaya çelişkili bir durum çıkmaktadır.
Yasin s. 6, Kasas s. 46 ve Secde s. 3. ayetlerinde geçen مَا edatını olumsuz anlam verilerek çevirmek yerine, ismi mevsul anlamı verilerek çevirdiğimiz zaman, Araplara Muhammed (a.s) dan önce bir uyarıcının gelmiş olduğu anlamı ortaya çıkmaktadır. Sayın Okuyan hoca İbrahim (a.s) ile Muhammed (a.s) arasında Araplara herhangi bir uyarıcı gelmiş olduğunu iddia etmemekle birlikte, bu şekilde yapılan çevirilerin Kur'an bütünlüğünde sağlamasını yaptığımızda, ortaya çelişkili bir durum çıkmaktadır.
[006.156-157] Demeyesiniz ki: Bizden önce kitab, yalnız iki topluluğa indi. Bizim ise onlarınkinden hiç haberimiz yok.Yahut: «Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk», demeyesiniz. İşte size de Rabbinizden açık delil, hidayet ve rahmet geldi. Allah'ın âyetlerini yalanlayıp, onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Âyetlerimizden yüz çevirenleri, yüz çevirmeleri sebebiyle azabın en kötüsüyle cezalandıracağız.
[034.044] Oysa Biz, onlara okuyacakları bir kitap vermemiş ve senden önce de onlara bir uyarıcı göndermemiştik.
[035.042] Var güçleriyle Allah'a yemin ettiler ki; kendilerine bir uyarıcı gelecek olursa; muhakkak ki, ümmetlerin herhangi birinden daha doğru yolda olacaklardır. Fakat kendilerine bir uyarıcı gelince; onların sadece nefretlerini artırdı.
[037.168-169] Öncekilerde olduğu gibi bizde de bir zikir bulunsaydı;«Gerçekten bizler de, Allah'ın muhlis kullarından olurduk.»
[043.021] Yoksa bundan önce onlara bir kitap verdik de ona mı
tutunuyorlar?
Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri Araplara herhangi bir uyarıcı gelmediğine dair bilgi veren ayetlerdendir. Yasin s. 6, Kasas s. 46 ve Secde s. 3. ayetlerini, Araplara daha önce uyarıcı geldiği şeklinde bir anlam vererek çevirdiğimiz zaman, bu ayetler ile çelişkili bir durum arz edecektir.
[016.043] Biz senden önce de kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorun.
[021.007] Biz senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız; zikir ehline sorun.
Bu ayetlerde zikir ehline yani daha önce kitap gönderilenlere sorulması istenmesinin sebebi, Arap toplumuna daha önce herhangi bir elçinin gönderilmemiş olmasındandır.
Sayın Okuyan hoca da çok iyi bilmektedir ki, Kur'an çevirilerinde dikkat edilmesi gereken en önemli hususlardan birisi, ayetler arasındaki uyumdur. Kur'an bir yerde Ak dediğine, bir başka yerde Kara demeyeceğine göre, böyle bir durum varmış görüntüsü oluşturacak her türlü çeviri, okuyucular arasında kafa karışıklığına neden olacaktır.
Sayın Okuyan hocanın tefsir çalışması içinde olduğunu bilmemiz, yazacağı tefsirde Yasin s. 6. ayetinin çevirisi ve tefsiri ile ilgili yapacağı hatalı çeviri ve yorumlar, haklı olarak itirazlara neden olacaktır. Sayın hocanın bu konuda yaptığı ders içinde kullandığı CİNAYET kelimesi, yakışıksız ve iddialı bir kelime olup, bazı konularda ortaya koyduğu iddiaları mutlak görme açısından yanlış olduğunu burada kendisine hatırlatmak istiyoruz.
Sonuç olarak; Yasin s. 6. ayetinde geçen مَا edatı, olumsuz anlam verilerek çevrildiğinde (aşağı yukarı bütün mealler bu yöndedir), doğru ve Kur'an bütünlüğü ile uyumlu bir anlam yakalanmış olacaktır. Sayın Okuyan hocanın CİNAYET olarak ifade ettiği bu doğru anlamın tersine yapılacak olan مَا edatına ismi mevsul anlamı verilerek yapılan çeviriler ise, Kur'an bütünlüğü ile uyum sağlamayacağı gibi, Kur'an'da çelişki varmış gibi bir durum ortaya çıkaracaktır. Sayın hocanın bu durumu dikkate alması, yazacağı tefsirde itirazlara sebep olacak bir yanlışa düşmesine mani olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
30 Haziran 2017 Cuma
Kıyamet Alametleri İle İlgili Rivayetlerin Kur'an Açısından Değerlendirilmesi
Kıyamet olarak bildiğimiz vakit, yaşadığımız dünyanın son bulması ile yeniden başlayacak ebedi bir hayatın merhalelerinden birisidir. Rivayet kitaplarında Kıyamet Alametleri başlığı altında verilen bilgilere baktığımızda, bu vakit gelmeden önce yaşanacak bazı olaylar hakkında Muhammed (a.s) tarafından verilmiş olduğu iddia edilen bazı bilgilere rastlamaktayız. Fakat Muhammed (a.s) a indirilen kitap içinde onun söylediği iddia edilen kıyamet alametleri ile ilgili rivayetleri bırakın doğrulamak, taban tabana zıt bilgiler bulunmaktadır.
Yazımızda, bu konuda bize gelen hangi bilgilerin tercih edilmesi gerektiği, Kur'an haricindeki kıyamet alametleri ile bilgilerin tercih edilmesinin kişiler üzerinde oluşturabileceği bir takım tehlikelere dikkat çekmeye çalışacağız.
Kur'an'ın kıyamet saati ile ilgili verdiği bilgilere baktığımızda, bir çok ayette o saatin ansızın geleceği (6.31-7.187-12.107-22.5), o saatin vaktini Allah'tan başka kimsenin bilmediğini (31.34-33.63-41.47) gibi bilgiler bulunmaktadır. Ayrıca kıyametin gaybe dair bir alana dahil olmasını dikkate aldığımızda, yine Kur'an'da gaybı Allah'tan başka kimsenin bilmediğine dair bir çok ayet bulunmaktadır (27.65- 6.59). Gayb konulu ayetlere baktığımızda, Muhammed (a.s) ın gaybi alana dair herhangi bir bilgisi olmadığını da görmekteyiz (6.50-11.31).
Kur'an ayetlerini bu konuda kesin bilgi kaynağı olarak aldığımızda, rivayet kitaplarında karşımıza çıkan, kıyamet kopmadan önce vaki olacak bazı olayların, nasıl oluyor da Muhammed (a.s) tarafından haber verilebildiği sorusu sorulacaktır. Çünkü Kur'an'ın bu konuda verdiği bilgiler ışığında konuyu değerlendirdiğimizde, taban tabana zıt bir durum ortaya çıkmaktadır.
Hadislerin Kur'an'a değil rivayet zincirine bakarak sahih olup olmadığı yönünde karar veren klasik hadis usulüne bile baktığımızda, güvenilmez ve uydurma olma ihtimali yüksek olarak görülen rivayetlerin başında, geleceğe dair haberleri ihtiva eden rivayetler gelmektedir.
Ancak, Muhammed (a.s) dan geldiği rivayet edilen hadislere Kur'an'dan daha fazla itimat eden, hadisleri Kur'an ile eşdeğer tutan, hadis yolu ile gelen bir bilgi ile, Kur'an yolu ile gelen bilgi çeliştiği zaman, hadisleri tercih ederek aradaki çelişkiyi çeşitli tevillerle izah etmeye çalışan, tevil yapamadığı yerde ayeti hadisi doğrulayacak şekilde tahrif etmekten çekinmeyen bir damara sahip olmamız, kıyamet alametleri ile bilgiler konusunda hangi adrese müracaat edilmesi gerektiğini, hangi kanaldan gelen bilginin daha doğru ve güvenilir olduğu konusunda bir çok Müslüman'ın net bir fikir sahibi olmamasının başta gelen sebeplerindendir.
Biz daha çok Kur'an'ın bu konuda verdiği bilgilerin göz ardı edilerek, rivayetler kanalı ile gelen bilgilerin tercih edilmesinin, doğurabileceği bazı sonuçlara dikkat çekmeye çalışacağız.
Kıyamet alametleri ile ilgili olarak rivayetler kanalı ile gelen bilgi ile, Kur'an kanalı ile gelen bilgiyi mukayese ettiğimizde, rivayetler kanalı ile gelen bilgilerin genel mantığında, kıyamet saatinin gelmesi için bazı olayların gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu da demek oluyor ki, bu olaylar gerçekleşmeden kıyamet kopmayacaktır, örneğin;
Bilindiği üzere, İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir süre önce yeniden yeryüzüne ineceği, yeryüzünde yaşadığı zaman zarfında bir takım icraatlarda bulunacağına dair neredeyse Mütevatir Hadis olduğuna inanılan bir takım rivayetler bulunmakta, bu rivayetleri ret etmenin küfür olduğuna inanılmaktadır.
Bu rivayetlerin doğru olduğuna inananların penceresinden baktığımızda, İsa (a.s) halen yeryüzüne inmemiş, inmesi beklenmekte, ne zaman ineceği konusunda herhangi bir tarih verilememektedir. Aynı şekilde Aşura olarak bildiğimiz ayın faziletleri anlatılırken, kıyamet bu ay içinde, Cuma gününün faziletleri anlatılırken, kıyametin Cuma günü bir akşam vaktinde kopacağı, Mehdi'nin gelmesi rivayetlere rastlamak mümkündür. Kıyamet alametleri olarak bahsedilen, fakat şu anda halen gerçekleşmemiş daha bir çok olayın vaki olmadığı bilinmektedir.
Bu rivayetler bizlere zımnen şu mesajı vermektedir; Kur'an tarafından her ne kadar kıyamet saatinin ansızın geleceğini bildirmiş, Muhammed (a.s) ın gaybı bilmediğini defaatle beyan etmiş, gayb'ı sadece Allah'ın bildiği gibi ayetleri ihtiva etmiş olsa da, bu ayetlerin aslında hiç bir kıymeti harbiyesi yoktur, rivayetler bu konuda belirleyici konuma sahiptir.
Şimdi sorarız; İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir zamanda yeryüzüne ineceğine inanmamak mı küfürdür? , yoksa kıyametin ansızın kopacağını beyan eden ayetleri dikkate almayarak, İsa (a.s) ın yeniden yeryüzüne gelene kadar kıyametin kopmamasının kesin olduğuna inanmak mı küfürdür?.
Allah (c.c) tarih boyunca gönderdiği elçilerine indirdiği vahiy muhteviyatı içinde, kıyamet saatinin her an gelebileceğini haber vererek, hiç kimsenin bir saniye sonrası için güvende olmamasını, dolayısı ile her an ölüm ve hesaba hazır bir hayat sürerek, insanların her an teyakkuz halinde bulunmasını amaçlamıştır.
Ancak rivayet kitaplarında Kıyamet Alametleri başlığı altında verilen bilgiler, kıyametin aniden kopacağını değil, bazı olayların gerçekleşmesinin ardından kopacağını haber vererek, Kur'an tarafından bu konuda verilen bilgileri yalanlamaktadır. Ayrıca gayb'ı sadece Allah (c.c) nin bildiğine dair ayetleri bir tarafa koyarak, gayb alanına dair bilgilerin Muhammed (a.s) tarafından bilinebilmesi, gayb bilgisinin ilahlık ile yakından alakası olmasından dolayı, beşer bir elçi olan Muhammed (a.s) ın ilahlık konumuna yükseltilmesi söz konusu olmaktadır.
Ayrıca, ağzından Kur'an ile çelişen bir söz çıkması imkan ve ihtimal dahilinde olmayan bir kimseye isnat edilen bu tür rivayetler, onun adına uydurulan yalan ve iftira anlamına gelmektedir.
Ayrıca, İslam adına ortaya attıklarını düşüncelerini Kur'an'ın belirlediğini, hadis ve sünnet'e karşı son derece sert bir tutum takınarak, hepsinin toptan çöpe atılması gerektiği savunan bir kısım kimse, kendilerini şeyh edindikleri kimseler tarafından ebced hesabı ile çıkarılan bir tarihte kıyametin kopacağını iddia etmektedirler.
Miladi 2280 yılı olarak verilen tarihte kıyametin gerçekleşeceğini iddia eden bu kimseler, rivayet kültürünün bir başka taraftarları olarak karşımıza çıkmaktadır. Kıyamet saati konusunda rivayet kültürü yanlıları tarafından yapılan hataların tamamı, bu kimseler tarafından yapılmakta, Allah'ın gayb konusunda bilgisine ortak olduklarını bir şekilde bu kimseler de iddia ederek, Kur'an' kalkan edinerek, yeni bir rivayet kültürü ortaya atmaktadırlar.
Sonuç olarak; Rivayet kitaplarında yer alan Kıyamet Alametleri başlığı altında yer alan bilgiler, her ne kadar hadis usulü ile ilgili kitaplarda Zayıf, Uydurma gibi görülmüş olsa da, bu rivayetlerin doğruluğuna inanmak, itikadi sorunlara yol açma tehlikesi bakımından dikkate alındığında, pek masum yalan ve uydurmalar olarak görülmemelidir.
Kur'an her konuda olduğu gibi kıyamet konusunda da son sözü söylemiş olup, bu sözün üzerine söylenen ve onunla çelişen her söz yalan ve iftira olarak görülmelidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kur'an ayetlerini bu konuda kesin bilgi kaynağı olarak aldığımızda, rivayet kitaplarında karşımıza çıkan, kıyamet kopmadan önce vaki olacak bazı olayların, nasıl oluyor da Muhammed (a.s) tarafından haber verilebildiği sorusu sorulacaktır. Çünkü Kur'an'ın bu konuda verdiği bilgiler ışığında konuyu değerlendirdiğimizde, taban tabana zıt bir durum ortaya çıkmaktadır.
Hadislerin Kur'an'a değil rivayet zincirine bakarak sahih olup olmadığı yönünde karar veren klasik hadis usulüne bile baktığımızda, güvenilmez ve uydurma olma ihtimali yüksek olarak görülen rivayetlerin başında, geleceğe dair haberleri ihtiva eden rivayetler gelmektedir.
Ancak, Muhammed (a.s) dan geldiği rivayet edilen hadislere Kur'an'dan daha fazla itimat eden, hadisleri Kur'an ile eşdeğer tutan, hadis yolu ile gelen bir bilgi ile, Kur'an yolu ile gelen bilgi çeliştiği zaman, hadisleri tercih ederek aradaki çelişkiyi çeşitli tevillerle izah etmeye çalışan, tevil yapamadığı yerde ayeti hadisi doğrulayacak şekilde tahrif etmekten çekinmeyen bir damara sahip olmamız, kıyamet alametleri ile bilgiler konusunda hangi adrese müracaat edilmesi gerektiğini, hangi kanaldan gelen bilginin daha doğru ve güvenilir olduğu konusunda bir çok Müslüman'ın net bir fikir sahibi olmamasının başta gelen sebeplerindendir.
Biz daha çok Kur'an'ın bu konuda verdiği bilgilerin göz ardı edilerek, rivayetler kanalı ile gelen bilgilerin tercih edilmesinin, doğurabileceği bazı sonuçlara dikkat çekmeye çalışacağız.
Kıyamet alametleri ile ilgili olarak rivayetler kanalı ile gelen bilgi ile, Kur'an kanalı ile gelen bilgiyi mukayese ettiğimizde, rivayetler kanalı ile gelen bilgilerin genel mantığında, kıyamet saatinin gelmesi için bazı olayların gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu da demek oluyor ki, bu olaylar gerçekleşmeden kıyamet kopmayacaktır, örneğin;
Bilindiği üzere, İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir süre önce yeniden yeryüzüne ineceği, yeryüzünde yaşadığı zaman zarfında bir takım icraatlarda bulunacağına dair neredeyse Mütevatir Hadis olduğuna inanılan bir takım rivayetler bulunmakta, bu rivayetleri ret etmenin küfür olduğuna inanılmaktadır.
Bu rivayetlerin doğru olduğuna inananların penceresinden baktığımızda, İsa (a.s) halen yeryüzüne inmemiş, inmesi beklenmekte, ne zaman ineceği konusunda herhangi bir tarih verilememektedir. Aynı şekilde Aşura olarak bildiğimiz ayın faziletleri anlatılırken, kıyamet bu ay içinde, Cuma gününün faziletleri anlatılırken, kıyametin Cuma günü bir akşam vaktinde kopacağı, Mehdi'nin gelmesi rivayetlere rastlamak mümkündür. Kıyamet alametleri olarak bahsedilen, fakat şu anda halen gerçekleşmemiş daha bir çok olayın vaki olmadığı bilinmektedir.
Bu rivayetler bizlere zımnen şu mesajı vermektedir; Kur'an tarafından her ne kadar kıyamet saatinin ansızın geleceğini bildirmiş, Muhammed (a.s) ın gaybı bilmediğini defaatle beyan etmiş, gayb'ı sadece Allah'ın bildiği gibi ayetleri ihtiva etmiş olsa da, bu ayetlerin aslında hiç bir kıymeti harbiyesi yoktur, rivayetler bu konuda belirleyici konuma sahiptir.
Şimdi sorarız; İsa (a.s) ın kıyamete yakın bir zamanda yeryüzüne ineceğine inanmamak mı küfürdür? , yoksa kıyametin ansızın kopacağını beyan eden ayetleri dikkate almayarak, İsa (a.s) ın yeniden yeryüzüne gelene kadar kıyametin kopmamasının kesin olduğuna inanmak mı küfürdür?.
Allah (c.c) tarih boyunca gönderdiği elçilerine indirdiği vahiy muhteviyatı içinde, kıyamet saatinin her an gelebileceğini haber vererek, hiç kimsenin bir saniye sonrası için güvende olmamasını, dolayısı ile her an ölüm ve hesaba hazır bir hayat sürerek, insanların her an teyakkuz halinde bulunmasını amaçlamıştır.
Ancak rivayet kitaplarında Kıyamet Alametleri başlığı altında verilen bilgiler, kıyametin aniden kopacağını değil, bazı olayların gerçekleşmesinin ardından kopacağını haber vererek, Kur'an tarafından bu konuda verilen bilgileri yalanlamaktadır. Ayrıca gayb'ı sadece Allah (c.c) nin bildiğine dair ayetleri bir tarafa koyarak, gayb alanına dair bilgilerin Muhammed (a.s) tarafından bilinebilmesi, gayb bilgisinin ilahlık ile yakından alakası olmasından dolayı, beşer bir elçi olan Muhammed (a.s) ın ilahlık konumuna yükseltilmesi söz konusu olmaktadır.
Ayrıca, ağzından Kur'an ile çelişen bir söz çıkması imkan ve ihtimal dahilinde olmayan bir kimseye isnat edilen bu tür rivayetler, onun adına uydurulan yalan ve iftira anlamına gelmektedir.
Ayrıca, İslam adına ortaya attıklarını düşüncelerini Kur'an'ın belirlediğini, hadis ve sünnet'e karşı son derece sert bir tutum takınarak, hepsinin toptan çöpe atılması gerektiği savunan bir kısım kimse, kendilerini şeyh edindikleri kimseler tarafından ebced hesabı ile çıkarılan bir tarihte kıyametin kopacağını iddia etmektedirler.
Miladi 2280 yılı olarak verilen tarihte kıyametin gerçekleşeceğini iddia eden bu kimseler, rivayet kültürünün bir başka taraftarları olarak karşımıza çıkmaktadır. Kıyamet saati konusunda rivayet kültürü yanlıları tarafından yapılan hataların tamamı, bu kimseler tarafından yapılmakta, Allah'ın gayb konusunda bilgisine ortak olduklarını bir şekilde bu kimseler de iddia ederek, Kur'an' kalkan edinerek, yeni bir rivayet kültürü ortaya atmaktadırlar.
Sonuç olarak; Rivayet kitaplarında yer alan Kıyamet Alametleri başlığı altında yer alan bilgiler, her ne kadar hadis usulü ile ilgili kitaplarda Zayıf, Uydurma gibi görülmüş olsa da, bu rivayetlerin doğruluğuna inanmak, itikadi sorunlara yol açma tehlikesi bakımından dikkate alındığında, pek masum yalan ve uydurmalar olarak görülmemelidir.
Kur'an her konuda olduğu gibi kıyamet konusunda da son sözü söylemiş olup, bu sözün üzerine söylenen ve onunla çelişen her söz yalan ve iftira olarak görülmelidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
7 Haziran 2017 Çarşamba
Bakara s. 30. Ayetinde Melekler İle Allah Arasında Geçen Konuşmanın Enbiya s. 27. Ayeti Açısından Değerlendirilmesi
Kur'an'ın 7 ayrı suresinde anlatılan Adem ve İblis kıssasının Bakara s. içinde geçen bölümünün 30. ayetinde Allah (c.c) ile melekler arasında şöyle bir konuşma geçmektedir;
[002.030] Rabbin meleklere «Ben yeryüzünde bir halife kılacağım» demişti; melekler, «Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz» dediler; Allah «Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim» dedi.
Bu kıssa tefsirlerde yaşanmış bir kıssa olarak yorumlanmaya çalışıldığı için, bu ayette geçen konuşma da, gerçek bir konuşma olarak anlaşılmış, bu ayet ile ilgili yapılan yorumlar, bu düşünce üzerinden yapılmaya çalışılmıştır. Fakat bu kıssa ile ilgili ortaya çıkan sorulara verilmeye çalışılan cevaplar, kıssanın yaşanmış bir kıssa olduğu düşüncesi üzerinden verilmeye çalışıldığı için, verilen cevapların tatmin edicilikten uzak ve beraberinde başka soruları getirdiğini de görmekteyiz.
Enbiya s. 27. ayetini okuyan dikkatli bir Kur'an okuyucusu, bu ayette melekler ile ilgili olarak verilen bilgi ile Bakara s. 30. ayetinde geçen konuşmayı değerlendirdiğinde bu iki ayet arasında bir müşkül durum olduğunu görecek ve bu müşkilata nasıl bir çözüm bulunabileceğini araştıracaktır. Kur'an'da çelişki arayan zehir hafiyelerin dikkatini çekecek olduğunda ise, mal bulmuş mağribi misali Kur'an'da çelişki !! olduğuna dair bir delil olarak gösterilmeye çalışılacaktır.
[021.027] Onun sözünün önüne geçmezler hep onun emriyle hareket ederler.
Enbiya s. 26. ayetinde İbadun Mükremune olarak tanımlanan melekler, 27. ayette Allah (c.c) nin sözünün üzerine bir söz getirmedikleri, o ne emrederse o emir doğrultusunda hareket ettikleri bildirilmektedir.
Bu ayeti okuyan Adem ve İblis kıssasının birebir yaşanmış bir kıssa olduğunu düşünen bir kimse, Bakara s. 30. ayetinde Allah (c.c) nin "Ben yeryüzünde bir halife kılacağım" sözüne karşı melekler tarafından "Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz" şeklinde söylenen söz ile arasında bir bağ kuramayacak, ve kafasında meleklerin, nasıl oluyor da bu ayete aykırı olarak Allah'a itiraz edebildiklerinin cevabını arayacaktır.
Adem ve İblis kıssasının yaşanmış bir kıssa olduğunu düşünen bir kimse Enbiya s. 27. ayeti mucibince Bakara s. 30. ayetinde Allah (c.c) tarafından "Ben yeryüzünde bir halife kılacağım" söylenen söze karşılık meleklerin itiraz etmek yerine " Sen her şeyin en iyisini bilirsin senin sözünün üzerine söz söylemek bize yaraşmaz" demelerinin gerektiğini düşünecektir. Halbuki melekler böyle demek yerine, Allah'a itiraz etmektedirler.
Kıssanın yaşanmış bir kıssa olarak görülmesi sonucunda ortaya çıkan müşkülatlardan bir tanesi de bu dur.
Adem ve İblis kıssasının yaşanmış bir kıssa olarak görmek yerine temsili bir kıssa olduğunu düşünmek ve kıssayı bu düşünce üzerinden okumaya çalışmak, bu kıssa ile ilgili ortaya çıkan bazı gereksiz soruların sorulmamasını da beraberinde getirecektir. Temsili kıssalar da öne çıkan asıl nokta, o kıssanın yaşanıp yaşanmadığı değil, o kıssa üzerinden verilmeye çalışılan mesaj olmalıdır.
Bu kıssanın gerçek olarak yaşanmış bir kıssa olduğunu düşünmek, işte böyle bir müşkülata yol açmakta, ortaya çıkan bu müşkülatın çözümü ise, kıssayı yaşanmış bir kıssa değil, temsili bir kıssa olarak okumakla çözüleceğini düşünmekteyiz. Temsili kıssalarda öne çıkan husus, kıssada adı geçen kişiler değil, o kişiler üzerinden verilmek istenen mesajdır. Adem ve İblis kıssası böyle bir düşünce içinde okunduğunda, Bakara s. 30. ayetinde geçen meleklerin itirazının Enbiya s. 27. ayeti ile arasından herhangi bir sorun teşkil etmediği de anlaşılacaktır.
Çünkü kıssada asıl nokta muhataba mesaj vermek olup, bu mesaj ise edebi bir anlatım üslubu olan temsili anlatım şeklinde verilmektedir. Kıssanın temsili bir anlatım üslubu dahilinde okunması, bu gibi müşkülat arz eden durumların da ortaya çıkmasını önleyecektir.
Adem ve İblis kıssasının temsili olduğunu iddia etmek, kıssayı inkar etmek anlamına gelmemektedir. Kıssayı okuyan kimse o kıssanın yaşanıp yaşanmadığı üzerinde değil, o kıssa üzerinden nasıl bir mesaj verilmek istenilmiş olabileceğini düşünerek okuduğunda, bu kıssa ile ilgili olarak daha net bilgi sahibi olacaktır.
Enbiya s. 27. ayeti ile Bakara s. 30. ayeti arasındaki müşkül durum, bu kıssanın temsili bir kıssa olarak okunmasını gerektirdiğine dair olan düşünceye bir delil olduğunu düşünmekteyiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[002.030] Rabbin meleklere «Ben yeryüzünde bir halife kılacağım» demişti; melekler, «Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz» dediler; Allah «Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim» dedi.
Bu kıssa tefsirlerde yaşanmış bir kıssa olarak yorumlanmaya çalışıldığı için, bu ayette geçen konuşma da, gerçek bir konuşma olarak anlaşılmış, bu ayet ile ilgili yapılan yorumlar, bu düşünce üzerinden yapılmaya çalışılmıştır. Fakat bu kıssa ile ilgili ortaya çıkan sorulara verilmeye çalışılan cevaplar, kıssanın yaşanmış bir kıssa olduğu düşüncesi üzerinden verilmeye çalışıldığı için, verilen cevapların tatmin edicilikten uzak ve beraberinde başka soruları getirdiğini de görmekteyiz.
Enbiya s. 27. ayetini okuyan dikkatli bir Kur'an okuyucusu, bu ayette melekler ile ilgili olarak verilen bilgi ile Bakara s. 30. ayetinde geçen konuşmayı değerlendirdiğinde bu iki ayet arasında bir müşkül durum olduğunu görecek ve bu müşkilata nasıl bir çözüm bulunabileceğini araştıracaktır. Kur'an'da çelişki arayan zehir hafiyelerin dikkatini çekecek olduğunda ise, mal bulmuş mağribi misali Kur'an'da çelişki !! olduğuna dair bir delil olarak gösterilmeye çalışılacaktır.
[021.027] Onun sözünün önüne geçmezler hep onun emriyle hareket ederler.
Enbiya s. 26. ayetinde İbadun Mükremune olarak tanımlanan melekler, 27. ayette Allah (c.c) nin sözünün üzerine bir söz getirmedikleri, o ne emrederse o emir doğrultusunda hareket ettikleri bildirilmektedir.
Bu ayeti okuyan Adem ve İblis kıssasının birebir yaşanmış bir kıssa olduğunu düşünen bir kimse, Bakara s. 30. ayetinde Allah (c.c) nin "Ben yeryüzünde bir halife kılacağım" sözüne karşı melekler tarafından "Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz" şeklinde söylenen söz ile arasında bir bağ kuramayacak, ve kafasında meleklerin, nasıl oluyor da bu ayete aykırı olarak Allah'a itiraz edebildiklerinin cevabını arayacaktır.
Adem ve İblis kıssasının yaşanmış bir kıssa olduğunu düşünen bir kimse Enbiya s. 27. ayeti mucibince Bakara s. 30. ayetinde Allah (c.c) tarafından "Ben yeryüzünde bir halife kılacağım" söylenen söze karşılık meleklerin itiraz etmek yerine " Sen her şeyin en iyisini bilirsin senin sözünün üzerine söz söylemek bize yaraşmaz" demelerinin gerektiğini düşünecektir. Halbuki melekler böyle demek yerine, Allah'a itiraz etmektedirler.
Kıssanın yaşanmış bir kıssa olarak görülmesi sonucunda ortaya çıkan müşkülatlardan bir tanesi de bu dur.
Adem ve İblis kıssasının yaşanmış bir kıssa olarak görmek yerine temsili bir kıssa olduğunu düşünmek ve kıssayı bu düşünce üzerinden okumaya çalışmak, bu kıssa ile ilgili ortaya çıkan bazı gereksiz soruların sorulmamasını da beraberinde getirecektir. Temsili kıssalar da öne çıkan asıl nokta, o kıssanın yaşanıp yaşanmadığı değil, o kıssa üzerinden verilmeye çalışılan mesaj olmalıdır.
Bu kıssanın gerçek olarak yaşanmış bir kıssa olduğunu düşünmek, işte böyle bir müşkülata yol açmakta, ortaya çıkan bu müşkülatın çözümü ise, kıssayı yaşanmış bir kıssa değil, temsili bir kıssa olarak okumakla çözüleceğini düşünmekteyiz. Temsili kıssalarda öne çıkan husus, kıssada adı geçen kişiler değil, o kişiler üzerinden verilmek istenen mesajdır. Adem ve İblis kıssası böyle bir düşünce içinde okunduğunda, Bakara s. 30. ayetinde geçen meleklerin itirazının Enbiya s. 27. ayeti ile arasından herhangi bir sorun teşkil etmediği de anlaşılacaktır.
Çünkü kıssada asıl nokta muhataba mesaj vermek olup, bu mesaj ise edebi bir anlatım üslubu olan temsili anlatım şeklinde verilmektedir. Kıssanın temsili bir anlatım üslubu dahilinde okunması, bu gibi müşkülat arz eden durumların da ortaya çıkmasını önleyecektir.
Adem ve İblis kıssasının temsili olduğunu iddia etmek, kıssayı inkar etmek anlamına gelmemektedir. Kıssayı okuyan kimse o kıssanın yaşanıp yaşanmadığı üzerinde değil, o kıssa üzerinden nasıl bir mesaj verilmek istenilmiş olabileceğini düşünerek okuduğunda, bu kıssa ile ilgili olarak daha net bilgi sahibi olacaktır.
Enbiya s. 27. ayeti ile Bakara s. 30. ayeti arasındaki müşkül durum, bu kıssanın temsili bir kıssa olarak okunmasını gerektirdiğine dair olan düşünceye bir delil olduğunu düşünmekteyiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
7 Aralık 2016 Çarşamba
Al-i İmran s. 81. ve Araf s. 172-173. Ayetlerinin Temsili Anlatım Üslubu Açısından Değerlendirilmesi
Kur'an muhataplarına vermek istediği mesajları, insanların bildikleri bir takım edebi anlatım üsluplarını kullanarak anlatmaktadır. Temsili anlatım üslubu , Kur'an'ın kullandığı bir anlatım biçimi olup , bu üslubun örneklerini Kur'an içinde sıkça bulmaktayız. Temsili anlatım üslubunun en önemli özelliği, gaybi alana dair konularda, kurgulanmış bir olay üzerinden anlatım yapmaktır. Bu anlatım üslubunda anlatılan olay değil , bu olay üzerinden anlatılmak istenen mesajın öne çıkarılması gerekmektedir. Olay üzerinde odaklanarak yapılan bir okuma, beraberinde bir çok gereksiz soruyu getirecek ,bu sorulara verilmeye çalışılan cevaplar ise , asıl mesajın ikinci plana düşmesine sebep olacaktır.
Bu yazımızda temsili anlatım üslubu dahilinde yapılan iki anlatım üzerinde durarak , bu anlatımlar üzerinden, temsili anlatım üslubunun özellikleri anlamaya çalışacağız.
[003.081] Hani Allah, Nebilerden söz almış: And olsun ki; size, kitabı, hikmeti verdim. Yanınızda olanı doğrulayıcı bir resul geldiğinde mutlaka o'na inanacak ve yardım edeceksiniz. İkrar edip de ahdi kabul ettiniz mi? demişti. Onlar da: İkrar ettik, demişlerdi. Allah: Şahid olsun, Ben de sizinle beraber şahitlerdenim, demişti.
Al-i İmran s. 81. ayetinde ilk bakışta sanki Allah (c.c) bütün nebileri toplu olarak bir araya getirmiş, ve onlara ne yapacaklarına dair bir takım emirler veriyormuş gibi bir durum gözlenmektedir. Halbuki hepimiz biliriz ki, Nebiler tarihin farklı devirlerde dünyaya gelmişler, ve görev sürmüşlerdir. Bu ayette anlatılan olayı birebir yaşanmış gerçek bir olay görmek, bu olayın nasıl , ne zaman , ve nerede yaşandığı , nebilerin insan olması hasebiyle, insanların daha dünyaya gelmeden önce kaderlerinin çizilip çizilmediği gibi , daha bir çok sorunun kapısını açacaktır.
Ayeti birebir yaşanmış bir olay olarak değil , temsili bir anlatım olması yönünden okuduğumuz zaman, bu gibi soruların sorulmasına gerek olmadığı ortaya çıkacaktır. Temsili anlatımda öne çıkan husus , anlatımın görsel bir hale sokulması ve bu anlatım üzerinden muhataba bir mesaj verilmeye çalışılmasıdır.
Peki Al-i İmran s. 81. ayeti temsili bir anlatım üslubu üzerinden bizlere nasıl bir mesaj vermektedir?.
Al-i İmran suresini okuduğumuz zaman , bu surenin Medine'de inmiş olması nedeniyle , bu şehirde yaşayan ve "Kitap Ehli" olarak tanımlanan Yahudi ve Hristiyanlara hitap eden ayetlerin ağırlıkta olduğunu görebiliriz. Allah (c.c) , Kur'an ve Muhammed (a.s) dan bahsederken , İncil ve Tevratı tasdik edici , ve kendisinden önceki elçiler ile aynı göreve sahip olduğunu beyan etmektedir.
Kur'an'ın İncil ve Tevrat'ı tasdik ettiği , Muhammed (a.s) ın İsa ve Musa (a.s) lar gibi Allah (c.c) nin göndermiş olduğu elçilerden olduğu , dolayısı ile Hristiyan ve Yahudiler'in Kur'an ve Muhammed (a.s) a iman etmeleri gerektiğinin beyan edilmesine rağmen , Kitap Ehli bu emre itaat ederek iman etmeye yanaşmamaktadır
Al-i İmran s. 81. ayetini böyle bir tarihi arka plan dahilinde okuduğumuz zaman, ayet şöyle bir mesaj vermektedir;
Bütün nebiler Allah (c.c) tarafından gönderilmiş olmaları nedeniyle aynı kaynaktan beslenmektedirler. Gelen elçilerin tamamı, kendisinden önceki elçileri doğrulayıcı ve onları tasdik edicidir. Hiç bir elçi kendisinden öncekini doğrulayıcı ve tasdik edici olma konusunda en küçük bir yanlış yapmaz . Elçileri bayrak yarışçıları gibi düşündüğümüzde , aynı bayrak ilk elçiden son elçiye kadar el değiştirerek, bir önceki elçiden bir sonraki elçiye devredilmiştir.
Dolayısı ile elçilere tabi olduğunu iddia edenlerin de aynı şekilde o elçilerin yolunu takip etmek zorunluluğu bulunmaktadır. Elçilere iman ettiğini iddia edenlerin, yanlarında olanı doğrulayıcı bir başka elçi geldiği zaman bu elçiye iman ve onlara yardım etmek mecburiyetleri bulunmaktadır.
Muhammed (a.s) kendisinden önce gelen Musa ve İsa (a.s) ları ve onlara verilen kitapları doğrulayıcı olarak gelmiş bir elçi olarak Medine'deki Yahudi ve Hristiyanların kendisine iman ve yardım etmesini beklemekte , fakat bu beklentisi istenilen karşılığı bulmamaktadır.
Medine'de nazil olan bir çok ayet Yahudi ve Hristiyanları iman etmeye teşvik etmekte olup , Al-i İmran s. 81. de bu ayetlerden bir tanesidir. Bu ayet, diğer ayetlerden farklı bir anlatım üslubu kullanarak olayı görsel bir hale getirmekte , vermek istediği mesajı bu şekilde vermektedir.
Musa ve İsa (a.s) lar kendisinden sonra gelen ve onlara indirilen Tevrat ve İncil'i tasdik eden son nebi olan Muhammed (a.s) a eğer hayatta olmuş olsalar mutlaka iman edecekler ve ona yardım edeceklerdir. Onların hayatta olmamaları nedeniyle bu görev, Musa ve İsa (a.s) lara iman ederek onların yolunda oldukları iddia eden insanlara düşmekte , ve onların Muhammed (a.s) a iman ve yardım etmek zorunda oldukları bu ayet tarafından bildirilmektedir.
Temsili anlatım üslubuna örnek olarak konu edeceğimiz ikinci ayet Araf s. 172-173. ayetleridir.
[007.172] Hani Rabbın; Ademoğullarının sulbünden soyunu çıkarmış ve kendilerini nefislerine şahit tutmuş. Ben, sizin Rabbiniz değil miyim? demişti. Onlar da demişlerdi ki: Evet, biz buna şahidiz. Kıyamet günü: Bizim bundan haberimiz yoktu, demeyesiniz.
[007.173] Veya daha önce sadece atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onların ardından gelen bir nesiliz, bizi batıl işleyenlerin yaptıkları yüzünden helak eder misin? demeyesiniz.
Bu ayette diğer Al-i İmran s. 81. ayeti gibi Allah (c.c) ile Ademoğulları arasında geçen karşılıklı bir konuşma üslubuna sahiptir. Bu ayeti okurken bu konuşmanın kendisine takıldığımız zaman , bazılarının "Allah benden söz aldığını söylüyor ama benim böyle bir söz verdiğimden haberim yok" şeklinde itirazlarını duymak mümkündür. Veya tefsirlerde Yunan düşüncesinden ithal edilmiş Ruh - Beden ayrımına dayalı düşünce etrafında, bu sözün ruhlar aleminde verilmiş olduğu gibi yorumlara rastlamaktayız.
Ayetleri birebir gerçekte yaşanmış bir olay olarak değil , temsili anlatım olması açısından okumaya çalıştığımız zaman , bu türden soru ve yorumların gereksiz olduğu da ortaya çıkacaktır.
Allah (c.c) bu ayetlerde yaratılmış ve yaratılacak olan bütün insanların fıtratına, kendisini rab olarak tanıma özelliği yerleştirdiğini beyan etmektedir. Her insan kendisine doğuştan verilmiş olan bir fıtri bilgi ile doğmakta , sonradan bu fıtri bilgi çevresel şartların etkisi ile farklı yerlere kanalize olarak, başka rabler edinmek sureti ile değişime uğrayabilmektedir.
Dikkat edilirse ayetlerde kıyamet günü bütün insanların hesaba çekileceğinden bahsedilmektedir. Halbuki İslam düşüncesinde "Fetret Ehli" şeklinde bir deyim etrafında , kendisine kitap ve elçi gelmemiş kişi ve toplulukların durumlarının ne olacağı tartışmaları yapılmaktadır. Bu tartışmalarda farklı görüşler mevcut olup , ayetler bu tartışmalara son noktayı da koymaktadır.
Kıyamet gününde herkes kendisine verilen bilgiden sorumlu tutulacaktır. Kitap ve elçi bilgisi ile tanışmış olan kişi ve toplumlar, bu bilginin muhteviyatından hesaba çekileceği gibi , kitap ve elçi ile tanışmamış olan kişi ve toplumlar , fıtratlarında bulunan Allah'ı rab olarak tanıyıp tanımadıklarından sorguya çekileceklerdir.
Sonuç olarak : Kur'an'da yapılan bir anlatımın temsili olduğunu iddia etmek bazı kimseler tarafından " Ne yani Allah yalan mı söylüyor?" şeklinde bir takım iddialara neden olmakta veya bir anlatımın temsili olduğunu düşünmenin, itikadi açıdan bir takım sıkıntılara yol açacağı düşünülmektedir.
Bir anlatımın temsili olduğunu düşünmek ve o doğrultuda yorum yapmak , o ayetleri kökten ret etmek anlamında değildir. Herkes için serbest ve gerekli olan Kur'an'ı anlama hürriyeti dahilinde yapılmış bir yorumdur. Elbette yapılan yorumların isabetli olmama ihtimali bulunmaktadır , fakat bu anlatım üslubunu kullanarak bazı ayetleri yorumlamanın kişileri kafir yapması söz konusu da değildir. Aksine, eğer bir anlatım gaybe dair bilgiler ihtiva etmekte ise , bu bilgiler bize gerçek hayattan bilindik olan bazı şeylere benzetilerek anlatılmaktadır , ve bu anlatımda esas bakılması gereken nokta , verilmek istenen mesajdır.
Kur'an'ın mecazi anlatım içeren bazı ayetlerinin literal anlamda okunması sonucunda varılan bazı sonuçlar , farklı yaklaşımları beraberinde getirerek , düşmanlıklara varan fırkalaşmaları beraberinde getirdiği herkesçe malumdur.
Eğer bir anlatım temsili bir üsluba sahip ise , ve bu anlatım gerçek olarak anlaşılmaya çalışılacak olursa , bu anlama tarzı bir çok soruyu beraberinde getirmektedir. Konumuz olan ayetler birebir yaşanmış bir olay olarak anlaşıldığı takdirde ortaya bir çok soru çıkmakta , bu sorulara verilmeye çalışılan cevaplar ise asıl mesajı arkaya atmaktadır.
Yazımıza konu ettiğimiz ayetler dikkat edilirse gaybe dair bilgiler ihtiva etmektedir. Bu bilgiler bize Allah ile insanların karşılık konuşma üslubu içinde anlatılmaktadır. Bu konuşmada bakılması gereken taraf konuşmanın keyfiyeti değil , konuşma üzerinden verilmek istenen mesaj olmalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu yazımızda temsili anlatım üslubu dahilinde yapılan iki anlatım üzerinde durarak , bu anlatımlar üzerinden, temsili anlatım üslubunun özellikleri anlamaya çalışacağız.
[003.081] Hani Allah, Nebilerden söz almış: And olsun ki; size, kitabı, hikmeti verdim. Yanınızda olanı doğrulayıcı bir resul geldiğinde mutlaka o'na inanacak ve yardım edeceksiniz. İkrar edip de ahdi kabul ettiniz mi? demişti. Onlar da: İkrar ettik, demişlerdi. Allah: Şahid olsun, Ben de sizinle beraber şahitlerdenim, demişti.
Al-i İmran s. 81. ayetinde ilk bakışta sanki Allah (c.c) bütün nebileri toplu olarak bir araya getirmiş, ve onlara ne yapacaklarına dair bir takım emirler veriyormuş gibi bir durum gözlenmektedir. Halbuki hepimiz biliriz ki, Nebiler tarihin farklı devirlerde dünyaya gelmişler, ve görev sürmüşlerdir. Bu ayette anlatılan olayı birebir yaşanmış gerçek bir olay görmek, bu olayın nasıl , ne zaman , ve nerede yaşandığı , nebilerin insan olması hasebiyle, insanların daha dünyaya gelmeden önce kaderlerinin çizilip çizilmediği gibi , daha bir çok sorunun kapısını açacaktır.
Ayeti birebir yaşanmış bir olay olarak değil , temsili bir anlatım olması yönünden okuduğumuz zaman, bu gibi soruların sorulmasına gerek olmadığı ortaya çıkacaktır. Temsili anlatımda öne çıkan husus , anlatımın görsel bir hale sokulması ve bu anlatım üzerinden muhataba bir mesaj verilmeye çalışılmasıdır.
Peki Al-i İmran s. 81. ayeti temsili bir anlatım üslubu üzerinden bizlere nasıl bir mesaj vermektedir?.
Al-i İmran suresini okuduğumuz zaman , bu surenin Medine'de inmiş olması nedeniyle , bu şehirde yaşayan ve "Kitap Ehli" olarak tanımlanan Yahudi ve Hristiyanlara hitap eden ayetlerin ağırlıkta olduğunu görebiliriz. Allah (c.c) , Kur'an ve Muhammed (a.s) dan bahsederken , İncil ve Tevratı tasdik edici , ve kendisinden önceki elçiler ile aynı göreve sahip olduğunu beyan etmektedir.
Kur'an'ın İncil ve Tevrat'ı tasdik ettiği , Muhammed (a.s) ın İsa ve Musa (a.s) lar gibi Allah (c.c) nin göndermiş olduğu elçilerden olduğu , dolayısı ile Hristiyan ve Yahudiler'in Kur'an ve Muhammed (a.s) a iman etmeleri gerektiğinin beyan edilmesine rağmen , Kitap Ehli bu emre itaat ederek iman etmeye yanaşmamaktadır
Al-i İmran s. 81. ayetini böyle bir tarihi arka plan dahilinde okuduğumuz zaman, ayet şöyle bir mesaj vermektedir;
Bütün nebiler Allah (c.c) tarafından gönderilmiş olmaları nedeniyle aynı kaynaktan beslenmektedirler. Gelen elçilerin tamamı, kendisinden önceki elçileri doğrulayıcı ve onları tasdik edicidir. Hiç bir elçi kendisinden öncekini doğrulayıcı ve tasdik edici olma konusunda en küçük bir yanlış yapmaz . Elçileri bayrak yarışçıları gibi düşündüğümüzde , aynı bayrak ilk elçiden son elçiye kadar el değiştirerek, bir önceki elçiden bir sonraki elçiye devredilmiştir.
Dolayısı ile elçilere tabi olduğunu iddia edenlerin de aynı şekilde o elçilerin yolunu takip etmek zorunluluğu bulunmaktadır. Elçilere iman ettiğini iddia edenlerin, yanlarında olanı doğrulayıcı bir başka elçi geldiği zaman bu elçiye iman ve onlara yardım etmek mecburiyetleri bulunmaktadır.
Muhammed (a.s) kendisinden önce gelen Musa ve İsa (a.s) ları ve onlara verilen kitapları doğrulayıcı olarak gelmiş bir elçi olarak Medine'deki Yahudi ve Hristiyanların kendisine iman ve yardım etmesini beklemekte , fakat bu beklentisi istenilen karşılığı bulmamaktadır.
Medine'de nazil olan bir çok ayet Yahudi ve Hristiyanları iman etmeye teşvik etmekte olup , Al-i İmran s. 81. de bu ayetlerden bir tanesidir. Bu ayet, diğer ayetlerden farklı bir anlatım üslubu kullanarak olayı görsel bir hale getirmekte , vermek istediği mesajı bu şekilde vermektedir.
Musa ve İsa (a.s) lar kendisinden sonra gelen ve onlara indirilen Tevrat ve İncil'i tasdik eden son nebi olan Muhammed (a.s) a eğer hayatta olmuş olsalar mutlaka iman edecekler ve ona yardım edeceklerdir. Onların hayatta olmamaları nedeniyle bu görev, Musa ve İsa (a.s) lara iman ederek onların yolunda oldukları iddia eden insanlara düşmekte , ve onların Muhammed (a.s) a iman ve yardım etmek zorunda oldukları bu ayet tarafından bildirilmektedir.
Temsili anlatım üslubuna örnek olarak konu edeceğimiz ikinci ayet Araf s. 172-173. ayetleridir.
[007.172] Hani Rabbın; Ademoğullarının sulbünden soyunu çıkarmış ve kendilerini nefislerine şahit tutmuş. Ben, sizin Rabbiniz değil miyim? demişti. Onlar da demişlerdi ki: Evet, biz buna şahidiz. Kıyamet günü: Bizim bundan haberimiz yoktu, demeyesiniz.
[007.173] Veya daha önce sadece atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onların ardından gelen bir nesiliz, bizi batıl işleyenlerin yaptıkları yüzünden helak eder misin? demeyesiniz.
Bu ayette diğer Al-i İmran s. 81. ayeti gibi Allah (c.c) ile Ademoğulları arasında geçen karşılıklı bir konuşma üslubuna sahiptir. Bu ayeti okurken bu konuşmanın kendisine takıldığımız zaman , bazılarının "Allah benden söz aldığını söylüyor ama benim böyle bir söz verdiğimden haberim yok" şeklinde itirazlarını duymak mümkündür. Veya tefsirlerde Yunan düşüncesinden ithal edilmiş Ruh - Beden ayrımına dayalı düşünce etrafında, bu sözün ruhlar aleminde verilmiş olduğu gibi yorumlara rastlamaktayız.
Ayetleri birebir gerçekte yaşanmış bir olay olarak değil , temsili anlatım olması açısından okumaya çalıştığımız zaman , bu türden soru ve yorumların gereksiz olduğu da ortaya çıkacaktır.
Allah (c.c) bu ayetlerde yaratılmış ve yaratılacak olan bütün insanların fıtratına, kendisini rab olarak tanıma özelliği yerleştirdiğini beyan etmektedir. Her insan kendisine doğuştan verilmiş olan bir fıtri bilgi ile doğmakta , sonradan bu fıtri bilgi çevresel şartların etkisi ile farklı yerlere kanalize olarak, başka rabler edinmek sureti ile değişime uğrayabilmektedir.
Dikkat edilirse ayetlerde kıyamet günü bütün insanların hesaba çekileceğinden bahsedilmektedir. Halbuki İslam düşüncesinde "Fetret Ehli" şeklinde bir deyim etrafında , kendisine kitap ve elçi gelmemiş kişi ve toplulukların durumlarının ne olacağı tartışmaları yapılmaktadır. Bu tartışmalarda farklı görüşler mevcut olup , ayetler bu tartışmalara son noktayı da koymaktadır.
Kıyamet gününde herkes kendisine verilen bilgiden sorumlu tutulacaktır. Kitap ve elçi bilgisi ile tanışmış olan kişi ve toplumlar, bu bilginin muhteviyatından hesaba çekileceği gibi , kitap ve elçi ile tanışmamış olan kişi ve toplumlar , fıtratlarında bulunan Allah'ı rab olarak tanıyıp tanımadıklarından sorguya çekileceklerdir.
Sonuç olarak : Kur'an'da yapılan bir anlatımın temsili olduğunu iddia etmek bazı kimseler tarafından " Ne yani Allah yalan mı söylüyor?" şeklinde bir takım iddialara neden olmakta veya bir anlatımın temsili olduğunu düşünmenin, itikadi açıdan bir takım sıkıntılara yol açacağı düşünülmektedir.
Bir anlatımın temsili olduğunu düşünmek ve o doğrultuda yorum yapmak , o ayetleri kökten ret etmek anlamında değildir. Herkes için serbest ve gerekli olan Kur'an'ı anlama hürriyeti dahilinde yapılmış bir yorumdur. Elbette yapılan yorumların isabetli olmama ihtimali bulunmaktadır , fakat bu anlatım üslubunu kullanarak bazı ayetleri yorumlamanın kişileri kafir yapması söz konusu da değildir. Aksine, eğer bir anlatım gaybe dair bilgiler ihtiva etmekte ise , bu bilgiler bize gerçek hayattan bilindik olan bazı şeylere benzetilerek anlatılmaktadır , ve bu anlatımda esas bakılması gereken nokta , verilmek istenen mesajdır.
Kur'an'ın mecazi anlatım içeren bazı ayetlerinin literal anlamda okunması sonucunda varılan bazı sonuçlar , farklı yaklaşımları beraberinde getirerek , düşmanlıklara varan fırkalaşmaları beraberinde getirdiği herkesçe malumdur.
Yazımıza konu ettiğimiz ayetler dikkat edilirse gaybe dair bilgiler ihtiva etmektedir. Bu bilgiler bize Allah ile insanların karşılık konuşma üslubu içinde anlatılmaktadır. Bu konuşmada bakılması gereken taraf konuşmanın keyfiyeti değil , konuşma üzerinden verilmek istenen mesaj olmalıdır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
26 Nisan 2016 Salı
Kabe ve Putların İnsandaki Tapınma Psikolojisi Açısından Karşılaştırılması
İnsan yaratılış itibarı ile, kendisinden ulu ve yüce olarak bildiği ve kabul ettiği varlıklara karşı ta'zim de bulunma , onlara sığınarak kendisine gelecek olan tehlikelerden korunma ihtiyacı hisseden bir varlıktır. Araf s. 172 ve 173. ayetleri bizlere, insanın yaratılış hamuruna böyle bir özelliğin yüklendiğini anlatmaktadır.
[007.172] [ON] Ve o zaman ki, Rabbin ademoğullarından, onların sırtlarından zürriyetlerini aldı. Ve onları kendi nefisleri üzerine şahit tuttu. «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» dedi, (onlar da) «Evet. Şahidiz» dediler. (Bu da) Kıyamet günü, «Biz bundan muhakkak ki gâfiller idik,» demeyesiniz içindir.
[007.173] Veya demeyesiniz ki, «Muhakkak babalarımız daha evvel şerik koşmuşlardı. Ve biz ise onlardan sonra bir zürriyet olduk. Bizi mubtıl olanların yaptıkları ile helâk mı edeceksin?»
İnsanın böyle bir fıtrat üzere yaratılmış olması , onun aciz ve başkasına muhtaç bir bir durumda olduğunu göstermektedir. İnsanın topraktan ve değersiz bir sudan yaratılmış olduğunu beyan eden ayetler , insanın acziyetini ona hatırlatarak yerini bilmesini , kendisine biçilen "Kul" gömleğini çıkararak, ilahlık veya rablik gömleğini giymeye kalkamamasını , veya sadece onu yaratana kul olması gerektiğini öğütlemektedir.
Allah (c.c) kendisini bizlere, sığınılması ve ta'zim de bulunulması gereken yegane "İlah" ve "Rab" olarak tanıtarak , bu kelimelerin insan hayatı içindeki ifade ettiği anlamların sadece kendisine has olması gerektiğini , başkalarına hasredildiği takdirde , çok feci akıbetlere yol açacağını bildirmiştir.
Yine insanın yaratılışında , birlikte yaşamak ve aynı düşünce ve inanç içinde olanların bu düşünce ve inançlarını dışa vurmakta kullandığı bir takım aidiyet gösterilerinde bulunmak vardır. İnsanların belirli gün ve zamanlarda ihdas ettikleri bayramlar , festivaller , ayinler , kutlama günleri v.s gibi toplanma vesileleri , bu aidiyet duygusunun bir sonucudur.
İstisnası olmaksızın bütün insanlar , yaratılışlarından gelen tapınma ve aidiyet duygusunun kendilerine yön vermesi neticesinde, kendisini bir topluluğa , düşünce ve inanca ait hissederek , onlar ile beraber olduğunu göstermek için , o topluluğun aidiyetlerini gösterdikleri ritüel ve objeleri benimseyerek , icra edilmesi gerekli olan amelleri, onlarla birlikte olduklarını göstermek için yerine getirirler.
Allah (c.c) , her şeyin yegane yaratıcısı olması nedeniyle , kendisinin "Tek İlah" ve "Tek Rab" olarak benimsenmesini , bu teklik inancının hayata yansımasını, insanların yaşadığı dünya hayatlarında pratikte gösterilmesini istemiştir. Ancak çeşitli saikler, insana yaratılış amacını unutturmuş , ve onun dışında ilah ve rabler edinerek onlara kullukta bulunmaya başlamışlardır. Kur'an , insanların düştüğü bu yanlışın adına "Şirk" diyerek , bu cürmün dünya ve ahirette insanlara nasıl zarar verdiğini bir çok yerinde beyan ederek, bundan sakınılmasını istemiştir.
İnsanların düşmüş oldukları yanlışı haber vermek için çağlar boyunca gelen elçi ve kitaplar aracılığı ile , Allah (c.c) dışındaki kulluk edinilenlerin , böyle bir şeye layık olmadıkları bildirilerek , doğru yola gelmeleri için gerekli olan mücadeleyi yaptıkları beyan edilmektedir.
Elçilerin geldiği bu kavimlerin, "Müşrik" konumuna düşmelerine sebep olan en büyük unsur , Allah (c.c) yi bırakarak tapmış oldukları putlardı. Elçiler o kavimlere , bu putların onlara hiç bir fayda ve zarar veremeyeceklerini , onların ibadetlerini duymadıklarını , kendilerine bile faydası olmayan taştan oyulmuş şeylerin insanlara nasıl fayda verebilecekleri konusunda, kavimlerini sorgulamaya yönelterek yapmış olduklarının yanlışlığını onlara göstermeye çalışmışlardır.
Bu kavimler , tapmış oldukları putların , kendilerine fayda ve zarar vermeye güçleri olmadıklarını , bu putların kendilerini duymadıklarını ve görmediklerini elbette biliyorlardı.
Peki onları tahtadan ve taştan yapılmış olan cansız putlara yöneltmeye sevk eden amil ne idi?
Bu soruya verilecek olan cevap , putçuluğun ve şirkin kadim bir hastalık olduğunu, ve aynı durumun bugün de devam ettiğini göstererek , İslamın tevhid eksenli olan çağrısının, evrensel bir boyuta sahip olduğunu da gösterecektir.
Allah (c.c) , ilk insandan itibaren bizlere , sadece kendisine kul olan bir yaşam sürmemiz için gerekli olan bilgileri, elçileri aracılığı ile ulaştırarak bu konuda yapmamız ve yapmamamız gerekenleri bildirmiştir. Allah (c.c) , yarattığı insanın fıtratından gelen tapınma ve aidiyet duygusunun dışa vurumu için gerekli olan toplu gösterilerin yapılması için bir mekan belirleyerek , burasını insanlık için merkezi bir yer haline getirmiştir.
[003.096] Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan Ev, Bekke (Mekke) de, o, kutlu ve bütün insanlar (alemler) için hidayet olan (Kâbe) dir.
Al-i İmran s. 96. ayeti , insanların fıtri özelliği olan aidiyet gösterilerinin, ve ortak bir noktada buluşmanın sembolik adresi olarak olması gereken doğru yeri bildirmektedir. Mekke şehrinde inşa edilen , ve adına "Beyt" (Ev) denilen bu yapı , sadece Allah (c.c) ye kul olma noktasında ortak bir inanç ve düşünce içinde bulunanların bu aidiyetlerini ve ortak noktalarını göstermek için toplandıkları ve yöneldikleri bir yapıdır.
İnsanın fıtri özelliğinden gelen , Allah (c.c) yi rab olarak tanıması fıtri bir durum olup , fıtrat dışı olan durum, onun Allah (c.c) dışındakileri rab olarak tanımasıdır. Kabe adındaki yapının yeryüzünde yapılan ilk ev olması , tevhidin fıtri bir durum olduğunu bizlere göstermektedir. Arızi (sonradan oluşan) olan şirk inancının, insanları kendi yanlarından ürettikleri inançlar etrafında toplamak için meydana getirdikleri yapı ve objeler , Kabenin insanlar nezdindeki işlevinin dikkate alınarak ve ona nazire olarak yapılmış obje ve binalardır.
Yeryüzünün neresinde olursa olsun , dini inanç adına yapılmış ne kadar merkez varsa , bu merkezlerin tamamı, yeryüzünün ilk evi olan Kabenin tevhide dayanan işlevine karşı çıkmak amacı ile yapılarak, şirke dayalı işlev görmesi için ihdas edilmiştir.
Kabenin , insanların sadece Allah (c.c) ye kul olduklarını gösterdikleri sembolik bir yapı olarak yeryüzünde belirlenmesine karşılık , Allah (c.c) dışındakileri ilah ve rab olarak benimseyenlerin de , Allah (c.c) yi ilah ve rab olarak benimseMEdiklerini , ve bu noktada ortak bir merkezde buluştuklarını gösteren, kendi elleri ile yaptıkları, ve etrafında toplanarak aidiyetlerini gösterecekleri bazı objelere ihtiyaç duymuş ve bu ihtiyacı karşılamak için , insanların rağbet ettikleri merkezler ve objeler oluşturmuşlardır.
Tarih boyunca insanlar, yaşadıkları beldelerin en görkemli binalarını "Tapınak" adı altında oluşturarak , insanların buralara rağbet etmelerini sağlamışlar hala da sağlamaktadırlar. Bu yapıların oluşturulmasına sebep olan en büyük etken ise , Kabe adındaki yapının tarih boyunca gördüğü işlevin dikkate alınması ve insanlar tarafından rağbet görmesidir. Bu tapınaklarda bulunan çeşitli maddelerden yapılmış bir takım objeler , insanların fıtri olan ibadet ihtiyaçlarının karşılanması için onlara sunulmaktadır.
Adına "Put" denilen, ve insan eli ile meydana getirilen bu objeler , Allah (c.c) ye kul olmaMAnın ilan edildiği , ve bu ilanın dışa vurumu olarak etrafında toplanıldığı , Allah (c.c) ye yapılması gereken belirli kulluk gösterilerinin (Kıyam-Rüku-Secde gibi) onun dışında kul olunanlara hasredildiğini göstermek için kullanılan sembolik öğeler haline getirilmiştir.
Bu noktada Kabe ile putların , birbirleri ile ortak olan , ve olmayan hatta taban tabana zıt olan özellikleri olduğunu söyleyebiliriz şöyle ki ;
Kabe ve putların birbiri ile ortaklık arz eden tarafı , insanların yaratılışlarından gelen, ve kendilerinden yüce olan bir varlığa kulluk etme , bu noktada ortak bir inanca sahip olduklarını göstermek için insanların etrafında toplandıkları ve yöneldikleri sembolik yapı ve objeler olmasıdır.
Kabe ve putların birbiri ortaklık arz etmeyen tarafı ise , Kabenin gerçek ilah ve rab olan Allah (c.c) ye kulluğun gösterildiği ve insanların bu noktada ortak bir inanca sahip olduklarını dışa vurdukları bir mekan olmasına karşılık , putlar ise Allah (c.c) nin dışındakileri ilah ve rab olarak bilen ve buna inananların bu inançlarını dışa vurdukları objelerdir.
Kabeye yönelerek , hayatının her anında onu ilah ve rab olarak kabul ettiğini ilan eden ve bunu hayatında pratiğe döken kişinin adı "MÜ'MİN" olurken , putlara yönelerek onların sembolize ettiği değerleri kendisine ilah ve rab olarak kabul ettiğini ilan eden kimsenin adı ise "MÜŞRİK" olmaktadır.
"Mü'min" ismini, hayatında pratiğe dökerek gereklerini yerine getiren kişiler, kıyamet gününde ebedi cennet ile mükafatlandırılırken , "Müşrik" ismini, hayatında pratiğe dökerek bunun gereğini yerine getirenler ise , ebedi cehennem ile mükafat göreceklerdir.
Buna göre "PUT" kelimesi , Allah (c.c) nin kendileri için yegane ilah ve rab olduğunu kabul etmeyenlerin oluşturduğu düşünce ve inancın , dışa vurumu için meydana getirilmiş ve insanların aidiyetlerini onlar üzerinden gösterdikleri objelerin ortak ismi olurken, "MÜŞRİK" kelimesi ise, kulluğunu bu putlar üzerinden gösteren insanların ortak ismidir.
Şirk ve putçuluk psikolojisi , Kabe içinde bulunduğu rivayet edilen 360 adet putun Mekke fethi sırasında Muhammed (a.s) tarafından kırılması ile sona eren bir durum değil , aksine insanlığın kadim bir sorunu olup , bugünde devam etmektedir. Hele ki şirk ve putçuluğun, kendisini "Müslüman" olarak ifade edenler tarafından yerine getirilmeye , şirki ortadan kaldırmak temelli bir söylemi olan din mensuplarınca ayakta tutulmaya çalışılıyor olması , ayrıca trajikomik bir durumdur.
İnsanlar Allah (c.c) ye kul olmadıklarını ilan etmek, ve bu noktada ortak bir düşünce ve inanca sahip olduklarını göstermek için, taştan yapılmış olan heykellere, veya böyle bir kulluğun merkezi olarak ihdas edilmiş yapılara yönelerek bunu ilan etmektedirler.
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun dayandığı ideoloji ve bu ideolojiyi insanlara empoze etmek için kullanılan bazı argümanlar , insanın tapma psikolojisini açığa çıkararak , bu tapmanın Allah (c.c) dışındakilere nasıl hasredilebileceğini göstermektedir. Allah (c.c) dışındakilere kul olmayı tercih edenler ise, Allah (c.c) ye kul olmadıklarını açıkça ifade etmekten çekinmeyerek şirk psikolojisinin gereğini yerine getirmektedirler.
"Put" kelimesinin ifade ettiği anlamı tam olarak karşılayan ülkenin her tarafındaki Atatürk heykelleri, ve onlar üzerinden yerine getirilmeye çalışılan aidiyet gösterileri ,kadim bir hastalık olan putçuluk ve şirkin Türkiye deki versiyonu olarak karşımızdadır.
Bu heykellerin karşısında kıyama duranlar , bunların taştan yapılmış objeler olduğunu , kendilerini duymadıklarını pekala bilmektedirler. Böyle yapmakla o kişinin "Kemalizm" adı ile ortaya koyduğu düşünce ve inanç sistemine bağlılıklarını bu şekilde gösterdiklerini ifade etmiş olmaları , putçuluğun ve şirkin ne anlama geldiğini çok net ifade etmektedir.
Sonuç olarak ; İnsanın fıtri bir özelliği olan kendisinden ulu olduğunu kabul ettiği bir varlığa kulluk etme özelliği iki yönde tezahür etmektedir. Kulluğun ilk yönü kendisini yaratan ve yegane ilah ve rab olan Allah (c.c) ye karşı yapılırken , ikinci yönü ise onun dışındakilere yapılmaktadır.
İnsanın kulluğa meyyal olan yaratılışı ile paralel olarak, bu kulluğunu gösterdikleri ortak sembolik objelere yönelmek gibi bir itiyatları vardır. Kabe , insanın Allah (c.c) ye karşı olan kulluk bilincini gösterdiği , ortak bir sembolik öğe olarak dünyada var olurken , Kabenin ifade ettiği anlam ve düşünceye alternatif olarak ortaya konan ve insanların aidiyet gösterisinde bulundukları objelerin ortak ismi "PUT tur.
Allah (c.c) yi tek ilah ve rab olarak bilen ve bu yolda hayatını yönlendirenlerin akıbetleri ebedi cennet olarak , onun dışındakileri ilah ve rab olarak bilerek bu yolda hayatını yönlendirenlerin akıbetleri ise ebedi cehennem olarak belirlenmiştir.
Kur'an temel çağrı olarak , kulluğa meyyal bir fıtratta yaratılan insanın, bu kulluğunu kime ve nasıl göstermesi gerektiğini beyan eden bir kitap olarak kıyamete kadar bizlere yol gösterecektir. Allah (c.c) bizleri kendisini tek ilah ve rab olarak bilen ve bu yolda yürüyen kullarından kılsın.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[007.172] [ON] Ve o zaman ki, Rabbin ademoğullarından, onların sırtlarından zürriyetlerini aldı. Ve onları kendi nefisleri üzerine şahit tuttu. «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» dedi, (onlar da) «Evet. Şahidiz» dediler. (Bu da) Kıyamet günü, «Biz bundan muhakkak ki gâfiller idik,» demeyesiniz içindir.
[007.173] Veya demeyesiniz ki, «Muhakkak babalarımız daha evvel şerik koşmuşlardı. Ve biz ise onlardan sonra bir zürriyet olduk. Bizi mubtıl olanların yaptıkları ile helâk mı edeceksin?»
İnsanın böyle bir fıtrat üzere yaratılmış olması , onun aciz ve başkasına muhtaç bir bir durumda olduğunu göstermektedir. İnsanın topraktan ve değersiz bir sudan yaratılmış olduğunu beyan eden ayetler , insanın acziyetini ona hatırlatarak yerini bilmesini , kendisine biçilen "Kul" gömleğini çıkararak, ilahlık veya rablik gömleğini giymeye kalkamamasını , veya sadece onu yaratana kul olması gerektiğini öğütlemektedir.
Allah (c.c) kendisini bizlere, sığınılması ve ta'zim de bulunulması gereken yegane "İlah" ve "Rab" olarak tanıtarak , bu kelimelerin insan hayatı içindeki ifade ettiği anlamların sadece kendisine has olması gerektiğini , başkalarına hasredildiği takdirde , çok feci akıbetlere yol açacağını bildirmiştir.
Yine insanın yaratılışında , birlikte yaşamak ve aynı düşünce ve inanç içinde olanların bu düşünce ve inançlarını dışa vurmakta kullandığı bir takım aidiyet gösterilerinde bulunmak vardır. İnsanların belirli gün ve zamanlarda ihdas ettikleri bayramlar , festivaller , ayinler , kutlama günleri v.s gibi toplanma vesileleri , bu aidiyet duygusunun bir sonucudur.
İstisnası olmaksızın bütün insanlar , yaratılışlarından gelen tapınma ve aidiyet duygusunun kendilerine yön vermesi neticesinde, kendisini bir topluluğa , düşünce ve inanca ait hissederek , onlar ile beraber olduğunu göstermek için , o topluluğun aidiyetlerini gösterdikleri ritüel ve objeleri benimseyerek , icra edilmesi gerekli olan amelleri, onlarla birlikte olduklarını göstermek için yerine getirirler.
Allah (c.c) , her şeyin yegane yaratıcısı olması nedeniyle , kendisinin "Tek İlah" ve "Tek Rab" olarak benimsenmesini , bu teklik inancının hayata yansımasını, insanların yaşadığı dünya hayatlarında pratikte gösterilmesini istemiştir. Ancak çeşitli saikler, insana yaratılış amacını unutturmuş , ve onun dışında ilah ve rabler edinerek onlara kullukta bulunmaya başlamışlardır. Kur'an , insanların düştüğü bu yanlışın adına "Şirk" diyerek , bu cürmün dünya ve ahirette insanlara nasıl zarar verdiğini bir çok yerinde beyan ederek, bundan sakınılmasını istemiştir.
İnsanların düşmüş oldukları yanlışı haber vermek için çağlar boyunca gelen elçi ve kitaplar aracılığı ile , Allah (c.c) dışındaki kulluk edinilenlerin , böyle bir şeye layık olmadıkları bildirilerek , doğru yola gelmeleri için gerekli olan mücadeleyi yaptıkları beyan edilmektedir.
Elçilerin geldiği bu kavimlerin, "Müşrik" konumuna düşmelerine sebep olan en büyük unsur , Allah (c.c) yi bırakarak tapmış oldukları putlardı. Elçiler o kavimlere , bu putların onlara hiç bir fayda ve zarar veremeyeceklerini , onların ibadetlerini duymadıklarını , kendilerine bile faydası olmayan taştan oyulmuş şeylerin insanlara nasıl fayda verebilecekleri konusunda, kavimlerini sorgulamaya yönelterek yapmış olduklarının yanlışlığını onlara göstermeye çalışmışlardır.
Bu kavimler , tapmış oldukları putların , kendilerine fayda ve zarar vermeye güçleri olmadıklarını , bu putların kendilerini duymadıklarını ve görmediklerini elbette biliyorlardı.
Peki onları tahtadan ve taştan yapılmış olan cansız putlara yöneltmeye sevk eden amil ne idi?
Bu soruya verilecek olan cevap , putçuluğun ve şirkin kadim bir hastalık olduğunu, ve aynı durumun bugün de devam ettiğini göstererek , İslamın tevhid eksenli olan çağrısının, evrensel bir boyuta sahip olduğunu da gösterecektir.
Allah (c.c) , ilk insandan itibaren bizlere , sadece kendisine kul olan bir yaşam sürmemiz için gerekli olan bilgileri, elçileri aracılığı ile ulaştırarak bu konuda yapmamız ve yapmamamız gerekenleri bildirmiştir. Allah (c.c) , yarattığı insanın fıtratından gelen tapınma ve aidiyet duygusunun dışa vurumu için gerekli olan toplu gösterilerin yapılması için bir mekan belirleyerek , burasını insanlık için merkezi bir yer haline getirmiştir.
[003.096] Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan Ev, Bekke (Mekke) de, o, kutlu ve bütün insanlar (alemler) için hidayet olan (Kâbe) dir.
Al-i İmran s. 96. ayeti , insanların fıtri özelliği olan aidiyet gösterilerinin, ve ortak bir noktada buluşmanın sembolik adresi olarak olması gereken doğru yeri bildirmektedir. Mekke şehrinde inşa edilen , ve adına "Beyt" (Ev) denilen bu yapı , sadece Allah (c.c) ye kul olma noktasında ortak bir inanç ve düşünce içinde bulunanların bu aidiyetlerini ve ortak noktalarını göstermek için toplandıkları ve yöneldikleri bir yapıdır.
İnsanın fıtri özelliğinden gelen , Allah (c.c) yi rab olarak tanıması fıtri bir durum olup , fıtrat dışı olan durum, onun Allah (c.c) dışındakileri rab olarak tanımasıdır. Kabe adındaki yapının yeryüzünde yapılan ilk ev olması , tevhidin fıtri bir durum olduğunu bizlere göstermektedir. Arızi (sonradan oluşan) olan şirk inancının, insanları kendi yanlarından ürettikleri inançlar etrafında toplamak için meydana getirdikleri yapı ve objeler , Kabenin insanlar nezdindeki işlevinin dikkate alınarak ve ona nazire olarak yapılmış obje ve binalardır.
Yeryüzünün neresinde olursa olsun , dini inanç adına yapılmış ne kadar merkez varsa , bu merkezlerin tamamı, yeryüzünün ilk evi olan Kabenin tevhide dayanan işlevine karşı çıkmak amacı ile yapılarak, şirke dayalı işlev görmesi için ihdas edilmiştir.
Kabenin , insanların sadece Allah (c.c) ye kul olduklarını gösterdikleri sembolik bir yapı olarak yeryüzünde belirlenmesine karşılık , Allah (c.c) dışındakileri ilah ve rab olarak benimseyenlerin de , Allah (c.c) yi ilah ve rab olarak benimseMEdiklerini , ve bu noktada ortak bir merkezde buluştuklarını gösteren, kendi elleri ile yaptıkları, ve etrafında toplanarak aidiyetlerini gösterecekleri bazı objelere ihtiyaç duymuş ve bu ihtiyacı karşılamak için , insanların rağbet ettikleri merkezler ve objeler oluşturmuşlardır.
Tarih boyunca insanlar, yaşadıkları beldelerin en görkemli binalarını "Tapınak" adı altında oluşturarak , insanların buralara rağbet etmelerini sağlamışlar hala da sağlamaktadırlar. Bu yapıların oluşturulmasına sebep olan en büyük etken ise , Kabe adındaki yapının tarih boyunca gördüğü işlevin dikkate alınması ve insanlar tarafından rağbet görmesidir. Bu tapınaklarda bulunan çeşitli maddelerden yapılmış bir takım objeler , insanların fıtri olan ibadet ihtiyaçlarının karşılanması için onlara sunulmaktadır.
Adına "Put" denilen, ve insan eli ile meydana getirilen bu objeler , Allah (c.c) ye kul olmaMAnın ilan edildiği , ve bu ilanın dışa vurumu olarak etrafında toplanıldığı , Allah (c.c) ye yapılması gereken belirli kulluk gösterilerinin (Kıyam-Rüku-Secde gibi) onun dışında kul olunanlara hasredildiğini göstermek için kullanılan sembolik öğeler haline getirilmiştir.
Bu noktada Kabe ile putların , birbirleri ile ortak olan , ve olmayan hatta taban tabana zıt olan özellikleri olduğunu söyleyebiliriz şöyle ki ;
Kabe ve putların birbiri ile ortaklık arz eden tarafı , insanların yaratılışlarından gelen, ve kendilerinden yüce olan bir varlığa kulluk etme , bu noktada ortak bir inanca sahip olduklarını göstermek için insanların etrafında toplandıkları ve yöneldikleri sembolik yapı ve objeler olmasıdır.
Kabe ve putların birbiri ortaklık arz etmeyen tarafı ise , Kabenin gerçek ilah ve rab olan Allah (c.c) ye kulluğun gösterildiği ve insanların bu noktada ortak bir inanca sahip olduklarını dışa vurdukları bir mekan olmasına karşılık , putlar ise Allah (c.c) nin dışındakileri ilah ve rab olarak bilen ve buna inananların bu inançlarını dışa vurdukları objelerdir.
Kabeye yönelerek , hayatının her anında onu ilah ve rab olarak kabul ettiğini ilan eden ve bunu hayatında pratiğe döken kişinin adı "MÜ'MİN" olurken , putlara yönelerek onların sembolize ettiği değerleri kendisine ilah ve rab olarak kabul ettiğini ilan eden kimsenin adı ise "MÜŞRİK" olmaktadır.
"Mü'min" ismini, hayatında pratiğe dökerek gereklerini yerine getiren kişiler, kıyamet gününde ebedi cennet ile mükafatlandırılırken , "Müşrik" ismini, hayatında pratiğe dökerek bunun gereğini yerine getirenler ise , ebedi cehennem ile mükafat göreceklerdir.
Buna göre "PUT" kelimesi , Allah (c.c) nin kendileri için yegane ilah ve rab olduğunu kabul etmeyenlerin oluşturduğu düşünce ve inancın , dışa vurumu için meydana getirilmiş ve insanların aidiyetlerini onlar üzerinden gösterdikleri objelerin ortak ismi olurken, "MÜŞRİK" kelimesi ise, kulluğunu bu putlar üzerinden gösteren insanların ortak ismidir.
Şirk ve putçuluk psikolojisi , Kabe içinde bulunduğu rivayet edilen 360 adet putun Mekke fethi sırasında Muhammed (a.s) tarafından kırılması ile sona eren bir durum değil , aksine insanlığın kadim bir sorunu olup , bugünde devam etmektedir. Hele ki şirk ve putçuluğun, kendisini "Müslüman" olarak ifade edenler tarafından yerine getirilmeye , şirki ortadan kaldırmak temelli bir söylemi olan din mensuplarınca ayakta tutulmaya çalışılıyor olması , ayrıca trajikomik bir durumdur.
İnsanlar Allah (c.c) ye kul olmadıklarını ilan etmek, ve bu noktada ortak bir düşünce ve inanca sahip olduklarını göstermek için, taştan yapılmış olan heykellere, veya böyle bir kulluğun merkezi olarak ihdas edilmiş yapılara yönelerek bunu ilan etmektedirler.
Ne örümcek ne yosun, Ne mucize ne füsun; Kabe Arap’ın olsun , Çankaya bize yeter..
Kemalettin Kamu nun bu dizeleri , söylemek istediklerimizin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır.Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunun dayandığı ideoloji ve bu ideolojiyi insanlara empoze etmek için kullanılan bazı argümanlar , insanın tapma psikolojisini açığa çıkararak , bu tapmanın Allah (c.c) dışındakilere nasıl hasredilebileceğini göstermektedir. Allah (c.c) dışındakilere kul olmayı tercih edenler ise, Allah (c.c) ye kul olmadıklarını açıkça ifade etmekten çekinmeyerek şirk psikolojisinin gereğini yerine getirmektedirler.
"Put" kelimesinin ifade ettiği anlamı tam olarak karşılayan ülkenin her tarafındaki Atatürk heykelleri, ve onlar üzerinden yerine getirilmeye çalışılan aidiyet gösterileri ,kadim bir hastalık olan putçuluk ve şirkin Türkiye deki versiyonu olarak karşımızdadır.
Bu heykellerin karşısında kıyama duranlar , bunların taştan yapılmış objeler olduğunu , kendilerini duymadıklarını pekala bilmektedirler. Böyle yapmakla o kişinin "Kemalizm" adı ile ortaya koyduğu düşünce ve inanç sistemine bağlılıklarını bu şekilde gösterdiklerini ifade etmiş olmaları , putçuluğun ve şirkin ne anlama geldiğini çok net ifade etmektedir.
Sonuç olarak ; İnsanın fıtri bir özelliği olan kendisinden ulu olduğunu kabul ettiği bir varlığa kulluk etme özelliği iki yönde tezahür etmektedir. Kulluğun ilk yönü kendisini yaratan ve yegane ilah ve rab olan Allah (c.c) ye karşı yapılırken , ikinci yönü ise onun dışındakilere yapılmaktadır.
İnsanın kulluğa meyyal olan yaratılışı ile paralel olarak, bu kulluğunu gösterdikleri ortak sembolik objelere yönelmek gibi bir itiyatları vardır. Kabe , insanın Allah (c.c) ye karşı olan kulluk bilincini gösterdiği , ortak bir sembolik öğe olarak dünyada var olurken , Kabenin ifade ettiği anlam ve düşünceye alternatif olarak ortaya konan ve insanların aidiyet gösterisinde bulundukları objelerin ortak ismi "PUT tur.
Allah (c.c) yi tek ilah ve rab olarak bilen ve bu yolda hayatını yönlendirenlerin akıbetleri ebedi cennet olarak , onun dışındakileri ilah ve rab olarak bilerek bu yolda hayatını yönlendirenlerin akıbetleri ise ebedi cehennem olarak belirlenmiştir.
Kur'an temel çağrı olarak , kulluğa meyyal bir fıtratta yaratılan insanın, bu kulluğunu kime ve nasıl göstermesi gerektiğini beyan eden bir kitap olarak kıyamete kadar bizlere yol gösterecektir. Allah (c.c) bizleri kendisini tek ilah ve rab olarak bilen ve bu yolda yürüyen kullarından kılsın.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)