değerlendirme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
değerlendirme etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Şubat 2025 Salı

Süleymaniye Vakfı Mealinde Necm s. 13. Ayeti Üzerinde Yapılan Tahrif Üzerinde Bir Değerlendirme

Kur'an'ı kendi kafalarında oluşturdukları olan fikirler doğrultusunda okuma ve anlama çalışmaları İslam coğrafyasının çeşitli bölgelerde yüzlerce yıldır devam eden bir olgudur. Bu durumun önceki müdavimleri olan Yahudiler, kendi kitaplarını da bu şekilde okuma ve anlama yöntemine tabi tutmuş ve Kur'an bu durumu birçok ayette beyan ederek, bizim de aynı duruma düşmeMEmizi özellikle tembihlemiştir. Bu tembihler bazılarının bir kulağından girmiş bir kulağından çıkmış, bana mısın demeden birçok kişi Kur'an üzerinde tahrifatlar yaparak, "Bak Allah işte böyle söylüyor" demekten geri kalmamıştır. 

Yanlı okuma ve anlama çalışmaları dün nasıl hızlı bir şekilde devam etmişse, bugün de aynı şekilde devam etmektedir. Bu tür yanlı okuma ve anlama çalışmalarının ürünlerini, Türkiye'de son yıllarda hayli çoğalan Kur'an meallerinde maalesef net bir şekilde görebilmekteyiz.

Yazımızda, bu ürünlerden biri olan Süleymaniye Vakfı mealinde Necm s. 13. ayeti üzerinde yapılan bir tahrifata dikkat çekmeye çalışacağız.

Bilindiği üzere Süleymaniye Vakfı, İsra s. 1. ayetinde anlatılan olayı göğe doğru bir çıkış, yani miraç olarak anlamakta ve bu anlayışını Kur'an'a onaylatmak için ilgili kelime üzerinde anlam çarpıtması yapmaktan kaçınmamaktadır. Bu durumu bundan önceki yazımızda ele almaya çalışmıştık. Yine aynı olaya referans olarak verdikleri Necm s. 13. ayetini tahrif etmek cüretini göstererek yanlışlarına bir yenisini eklemişlerdir.

Vakfın Necm s. 13. ayetine verdiği meal şu şekildedir:

وَلَقَدْ رَاٰهُ نَزْلَةً اُخْرٰىۙ      (Muhammed) Cebrail’i (gerçek görüntüsüyle[*]) bir defa daha gördü.

Dikkat edilirse ayetin Arapça metni içinde geçen "Nezleten" (iniş) kelimesinin anlamı mealde verilmemiştir.

Peki vakıf neden böyle şey yapmıştır?

Çünkü İsra olayının göğe çıkış olduğunu iddia eden ve bu ayeti delil olarak sunanları yalanlayan bir ayet de Necm s. 13. ayetidir. İsra olayının vuku bulduğu tarih ile Necm suresinin inişinin vuku bulduğu tarihin bu olaydan önce olmasına hiç girmeyeceğiz. 

İsra olayının Miraç olduğunu iddia edenler, bu iddialarına delil olarak Necm s. içindeki bazı ayetleri öne sürmektedirler. Necm s. 13. 18. ayetleri arasında anlatılan olay, onlara göre miraç hadisesidir.

Fakat Necm s. 13. ayeti, onların bu iddialarını boşa çıkarmaktadır. Bu iddiayı boşa çıkaran kelime ise, ayet içinde geçen "Nezleten" yani İNİŞ anlamına gelen kelimedir. Necm s. 13. ayeti, Muhammed a.s. ın Cibril'i diğer bir İNİŞİNDE gördüğünü bildirmektedir. Böyle bir ifade miraç iddialarını kesinlikle boşa çıkarmaktadır.

Bu durumu anlayan vakıf yetkilileri çareyi "Nezleten" kelimesini görmezlikten gelmekte bulmuşlardır. Çünkü kelimeye miracı onaylatacak farklı bir anlam yüklemek asla mümkün değildir. Hal böyle olunca da ayet içindeki kelimeyi bektaşi misali elleriyle kapamakta bulmuşlardır.

Necm s. 13. ayetindeki kelimeyi hallettikten sonra, Necm s. ilerleyen ayetleri üzerinden miracı ispatlamak artık kolaylaşmıştır.

Necm s. ilerleyen ayetleri ve ayetler ile ilgili notlar vakıf mealinde şu şekildedir:

14. ayet---Sidret’ül-müntehâ’nın[*] yakınında

[*] “Sidret'ul-muntehâ”, “en son noktada bulunan sidre ağacı” Türkçede  arap kirazı denen bu ağaç cennette de olacaktır (Vakıa 56/28). Allah Teâlâ yeri küre şeklinde ve yedi kat göğün benzeri olarak yarattığı için (Talak 65/12), yerin yedi kat, göklerin de küre şeklinde olduğu anlaşılmaktadır. Yedinci kat gök ise yeryüzü gibi sularla, bitkilerle ve hayvanlarla donanmıştır. Her şeyin hazinesinin göklerde olması (Hicr 15/21) ve en’âmın yani koyun, keçi, sığır ve devenin indirilmiş bulunması (Zümer 39/6) bunun delillerindendir. Bu sebeple Sidret'ul-muntehâ yedinci kat göğün en üst noktasında olur. Mekke’nin Ümmü’l-kurâ yani dünyadaki yerleşim yerlerinin merkezi olması da Sidret'ul-muntehâ’nın bulunduğu yerin, Mekke’nin dik üstünde olmasını gerektirir.

15. ayet---Onun yakınında Cennet’ül-me’vâ /yerleşip kalınacak Cennet vardır[*].

[*] Cennet’ül-Me’vâ, müminlere vaad edilen cennettir (Secde 32/19, Naziat 79/40-41). Orası, şu anda göklerdedir (Zariyat 51/22). Genişliği, gökler ve yer kadardır (Al-i İmran 3/133, Hadîd 57/21).

16. ayet---O sırada Sidre’yi (Sidret’ül-müntehâyı) kaplayan şey kaplıyordu[*].

[*] Sidre’yi kaplayan şey, Tur Suresi’nde Allah’ın Beyt-i ma’mûr’dan sonra üzerine yemin ettiği “yükseltilmiş tavan”dır. Çünkü Allah, bir yerde bir şeyi kısaca anlatır sonra bir başka yerde açıklar (Hud 11/1-2). Allah Teâlâ dünyayı, yedi kat göğün benzeri olarak yarattığı (Talak 65/12) ve gökler de yeryüzü gibi küre şeklinde olduğu için “yükseltilmiş tavan” ifadesi göklerin en uç noktasını ifade eder. Bu, Muhammed aleyhisselamın.Miraç yolculuğunda Cenneti görmediğinin delili olur. Zaten o oraya, cenneti görmesi için değil, el-Mescid’ul-Aksâ’nın çevresindeki ayetlerden bazılarını görmesi için götürülmüştü (İsra 17/1). 

17. ayet--- (Muhammed’in) Gözü başka tarafa kaymadı, haddini de aşmadı.

18. ayet---O, Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gerçekten gördü[*].

*] Bütün bu ayetler, İsra ve Mirac yolculuğunda gidilen el-Mescid’ul-Aksâ’nın yedinci kat semadaki mescid yani el-Beyt’ül-Ma’mûr (Tûr 52/4) olduğunu net olarak anlatır (İsra 17/1, 60).

Görüldüğü üzere, Necm s. üzerinden miracı ispatlamanın kapısı 13. ayette geçen "Nezleten" kelimesi ile kapatılmaktadır. Çünkü ayet ÇIKIŞTAN DEĞİL İNİŞTEN bahsetmektedir. Cibril'in inişinden bahseden bir ayet üzerinden miracı ispatlamaya kalkışmanın ise büyük bir kaydırma olacağını anlayan vakıf, "Ne yapıp ne edip biz bu miracı Kur'an'dan ispatlayacağız" diyerek çareyi, İNİŞ anlamı veren kelimeyi meale almamakta bulmuşlardır.

Cibril'in inişinden bahseden bir ayetin devamındaki ifadelerin, indiği yerle ilgili olması gerektiği aşikar bir durumdur. Fakat bu durum miraç savunucularının işine gelmemektedir. Bırakın Allah'ın kitabını herhangi bir şahsın kitabını bile başka dile çevirirken etik olan durum, o kişinin yazdıkları üzerinde eksik veya fazlalık yapmadan aynen aktarmak iken, Allah'ın kitabı üzerinde böyle etik olmayan bir örtmeyi yapmak büyük bir vebaldir.

Kur'an herkesin kendine göre anlayabileceği ve herkesin elinde oyunca olabilecek bir kitap mıdır? 

El cevap: Tabi asla, aynı soru vakfa sorulsa onların da verecekleri cevap aynı olacaktır. Fakat sahip oldukları inanç Kur'an'a uymayınca, Kur'an'ı sahip oldukları inanca uydurmaya yeltenmekten kaçınmayan vakfı, bu tahrife son vererek meallerine Necm s. 13. ayetinde geçen "Nezleten" kelimesinin doğru anlamını ilave etmeye davet ediyoruz.

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C.) BİLİR.


10 Şubat 2025 Pazartesi

Süleymaniye Vakfı Mealinde "İsra" Kelimesine Verilen Anlam Üzerinde Bir Değerlendirme

 Kur'an okuma ve anlama ile ilgili çalışma yöntemlerine baktığımız zaman, bugün önümüzde 2 ana yöntem karşımıza çıkmaktadır. 

1. Kuran'ın nasıl bir mesaj vermiş olabileceğini anlamaya çalışan yöntem. 

2. Önceden kafada mevcut olan bir fikri Kur'an'a onaylatmaya çalışan yöntem. 

1. yöntem üzerinden yapılan okuma ve anlama çalışmaları, kişileri doğru bir anlayışa kanalize edebilirken, 2. yöntem üzerinden yapılan anlama çalışmaları ise, kişileri doğru bir anlayışa kanalize etmekten çok uzaktır. Maalesef 2. yöntem üzerinden yapılan birçok çalışma ürünleri, bugün bazı kesimlerde "Kesin sonuç" olarak lanse edilerek önümüze konulmuş ve bazılarımızca da kabul görmüş durumdadır.

2. yöntem üzerinden yapılan çalışma yapanların çıkış noktalarının altında Kur'an kelimelerine Kur'an'ın verdiği anlamı değil, kendilerinin uygun gördüğü anlamı vererek, indi düşüncelerini Kur'an'a onaylatma çabası yatmaktadır. Fakat Kur'an kendi içinde öyle bir anlam örgüsüne sahip kitaptır ki, onun kelimeleri üzerinde kim oynamaya kalkarsa, kişinin yaptığı yanlış bir anlamlandırma ameliyesi başka bir ayette kişinin yüzüne tokat gibi patlamaktadır.

Bu noktada bazı kimselerin: "Sizin yanlış olduğunu iddia ettiğiniz 2. yöntemi yapanların yanlışlarını nasıl anlayabiliriz?" sorusunun cevabını vermeye çalışmak bu yazının ana konusudur.

Bilindiği gibi ülkemizde Kur'an üzerine çalışma yapan "Süleymaniye Vakfı" adlı bir kuruluş bulunmaktadır. Bu kuruluşun takdire şayan çalışmaları olduğu gibi, tenkide şayan çalışmaları da bulunmaktadır. Tenkide şayan gördüğümüz bazı çalışmalarını bundan önceki bazı yazılarımızda ortaya koymaya çalışmış, kendilerini ve takipçilerini uygun bir üslupla uyarmaya çalışmıştık.

Bugün bu yazımızda, vakfın internet sitesinde yayınlamış olduğu mealin İsra s. 1. ayetinde geçen "İsra" kelimesine verdiği ve bu kelimenin geçtiği diğer ayetlere yine aynı vakfın mealindeki diğer Kur'an ayetlerine verdiği anlamlar ile birlikte değerlendirerek ne derece doğru olabileceği üzerinde bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.

Vakfın İsra s. 1. ayetine ve "İsra" kelimesine verdiği anlam şu şekildedir:

İsra s. 1---- Bir kısım ayetlerini göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini bereketli kıldığı el-mescidü'l-aksâya[1*] /en uzak mescide çıkaran[2*] Allah, bütün eksikliklerden uzaktır[3*]. O, daima dinleyen ve görendir.

Vakfın Mescid-i Aksa ve İsra kelimeleri ile ilgili verdiği bilgi de şu şekildedir: 

 [1*] İsra 17/60, Necm 53/13-18. el-mescidü'l-aksâ /en uzak mescid, yedinci kat semada olan ve sürekli ibadete açık olan el-Beyt’ül-Ma’mûr’dur (Tûr 52/4-5). Gelenekte Mescid-i Aksa’nın Kudüs’te olduğu kabul edilir. Halbuki Ömer (r.a) Kudüs’ü fethettiğinde orada böyle bir mescit yoktu. Bu sebeple Süleyman Mâbedi’nin molozlar altında kalan yerini temizleyip orada namaz kıldırmıştı (Nebi Bozkurt, Mescid-i Aksâ, DİA). Allah Teâlâ, bazı âyetlerini göstermek için bir gece, Mescid-i Haram’dan el-Mescid’ül-Aksâ’ya çıkardığı Muhammed aleyhisselama o âyetleri, yedinci kat göğün son noktasında, Sidret’ül-Müntehâ’nın yanında gösterdi. Oranın yakınında da Cennet vardır (Necm 53/18). Ona, el-Mescidü'l-Aksâ / en uzak mescit denmesinin sebebi bu olmalıdır. Orası ancak meleklerin ibadet yeri olabilir. Çünkü onlar da ibadetle yükümlüdürler (A’raf 7/206, Nahl 16/49-50, Zariyat 51/56). 

[2*] İsrâ (إسراء) kelimesi, “seriy (سرِي)” kökünden türemiş sayılarak ona “gece yürüyüşü” anlamı verilmiştir. İsrâ kökünden fiillerin geçtiği ayetlerde “gece (ليل)” kelimesi de olduğu için bu kelimeye “gece yürüyüşü” anlamı vermek yanlıştır. (Taha 20/77, Şuarâ 26/52). âyetlerde “gece (ليل)” ifadesi açıkça geçmese de ilgili ayetlerden dolayı onlarda da onun varlığı takdir edilir. Kelime, “her şeyin en yükseği” anlamına gelen “serâh (سَرَاة)”dan türemiştir (Müfredât, (سرى) mad). Kur’an’da isrâ kökünden gelen fiillerin tamamı, “en yükseğe çıkarma” anlamındadır. Necm suresindeki ayetler (Necm 53/13-18) “isrâ”nın, yukarıya çıkarma anlamında olduğunun en açık delilleridir. Kelimenin geçtiği diğer beş ayetten ikisi, Lut aleyhisselama verilen şu emri içerir: “Gecenin bir bölümünde aileni isrâ et/ en yukarıya çıkar!” (Hud 11/81, Hicr 15/65). Tevrat’ta da yer alan “yukarıya çıkar!” emri, gelecek azaptan kurtulmaları için Lut aleyhisselamın, ailesini dağa çıkarması emridir (Tekvin 19/17). Diğer üç ayette ise Musa aleyhisselama, “kullarımı en yukarıya (dağa) çıkar!” (Taha 20/77, Şuarâ 26/52, Duhan 44/23) emri içerir. O dağ, İsrailoğullarını götürdüğü Kızıldeniz’in kenarı ile Kahire arasında olan ve yüksekliği yer yer 2.000 metreyi geçen sıra dağlar olmalıdır  (Suna Doğaner, Mısır, DİA). Çünkü o dağlar aşılmadan Kızıldeniz’e ulaşılamaz.

Anlaşıldığı üzere vakfa göre Mescid-i Aksa semada olan bir yerdir. Bu görüşü temellendirmek için verdiği Tur s. 4. ve 5. ayetler ile ilgili farklı diğer görüşler de olduğu unutulmamalıdır. Vakıf, görüşü için referans olarak verdiği ayette sanki bu görüşü kesinmiş ve ilgili ayet sadece bu görüşü onaylıyormuş gibi bir durum oluşturmaktadır. Halbuki bu konuda sahip oldukları görüş, o ayet ile ilgili ortaya atılan görüşlerden bir görüştür ve hata ihtimali de barındırmaktadır. "Mamur Ev" terkibi ile ifade edilen yerin Kabe olduğu görüşü doğruya daha yakın bir görüştür.

Ayrıca Necm s. 18. ayetini çıkışa referans olarak vermesi anlaşılır bir durum değildir. Ve bu görüşlerinin yanlışlığını örtmek için Necm s. 13. ayetini açık ve net bir şekilde tahrif ederek vermekte beis görmemektedirler. "Ve lekad reahu nezleten uhra" ayeti içinde geçen ve inişi ifade eden "Nezleten" kelimesini meale almayıp "(Muhammed) Cebrail’i (gerçek görüntüsüyle[*]) bir defa daha gördü." şeklinde çevirerek affedilmez bir tahrife yönelmişlerdir.

Ayrıca "İsra" kelimesine verdiği anlamı referans olarak gösterdiği Müfredat adlı sözlükte, bu kelimenin anlamı sanki ilk anlam olarak böyle verilmiş gibi göstermesi de yanlı bir okuma anlama yapmanın göstergesidir. "kur'anmeali.com" adlı sitede yayınlanan bu kitabın ilgili kelimeye verdiği anlam şu şekildedir: 

سُرَى : Gece yürüyüşü. Bu kökten سَرَى ve أَسْرَى fiil formları gelir: فَأَسْرِ بِأَهْلِكَ : Geceleyin ailenle birlikte yola çık (11/Hûd 81); سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ : Bir gece, kulu Muhammedi, Mescid-i Haramdan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksaya götüren O zatın şanı ne yücedir! (17/İsra 1). Bazıları; أَسْرَى fiilinin سَرَى يَسْرِي kökünden değil, geniş yer anlamındaki سَرَاة kökünden geldiğini ve aslının vav’lı olduğunu söylemektedir. Nitekim şair de şöyle demiştir:

Kimisi de bu kelimenin yükseklik anlamındaki سَرْو ’den geldiğini söylemektedir. رَجُلٌ سَرِيٌّ /Şerefli adam, denir. Bu görüşe göre, âyette geçen ( سَرِيًّا ) kelimesi, Hz. İsa’ya ve Yüce Allah’ın ona ait kıldığı yüce makama işaret etmektedir. سَرَوْتُ الثَّوْبَ عَنِّي /Elbiseyi üzerimden çıkardım, denir.

Sözlük, aslında vakfın kabul ettiği görüşü, kelimenin ilk anlamı olarak vermemiş, kimisinin bu kelimeye verdiği anlam şeklinde vermiştir. Ancak vakıf kelimeye referans olarak verdiği anlamı, sözlük bu kelimeye sanki ilk anlam olarak "En yükseğe çıkarma" anlamı vermiş gibi bir durum oluşturarak yanlı bakışını burada da ortaya koymaktadır.

Vakıf mealinde "İsra" kelimesinin geçtiği (Hud s. 81- Hicr s. 65- İsra s. 1- Taha s. 77- Şuara s. 52- Duhan s. 23) ayetlerin tamamı, kelimenin asıl anlamı olan "Yere paralel düz yürüyüş" yerine "Yükseğe, dağa çıkarmak" olarak verilmiştir. Ancak yukarıda söylediğimiz, Kur'an'ın kendi içinde sahip olduğu anlam örgüsü, vakfın bu kelimeye verdiği anlamı burada da yalanlamaktadır. Şöyle ki:

İlgili kelimenin kökünden türemiş olan diğer 2 kelime farklı ayetlerde geçmektedir. Süleymaniye Vakfı mensuplarından olan ve "K.Ö.K" adı ile programlar yapan ve benim de ilgiyle izleyip bilgilendiğim sayın Erdem Uygan ve sayın Dr Fatih Orum beylerin bu programlardaki çıkış noktaları ve benim de kendilerine katıldığım bir nokta olan, "Kur'an'da eş anlamlı kelime yoktur. Kur'an'da geçen kelimelerin anlamları, kökleri dikkate alınarak anlamlandırılma ve bütün anlamlar kök anlama uygun olarak verilmelidir. Sözlükler değil Kur'an'ın kendi içindeki anlam örgüsü bir kelimenin doğru anlamını verebilir." şeklindeki doğru tesbitler, maalesef bu mealde yerini bulamamaktadır. 

Fecr s. 4. ayeti: "Velleyli iza yesr" "ve başladığında[1*] o geceye yemin olsun![2*]"

Dikkat edilirse ayet içinde geçen "Yesr" kelimesi aynı köktendir ve kelimeye nereden ve hangi sözlükten çıkardıkları belli olmayan "Başlamak" anlamı verilmiştir. Ancak kur'anmeali.com sitesinde vakfın bu ayete verdiği meal "Geçip giderken o tek geceye özellikle bakın."şeklindedir. Dikkat edilirse ilgili kelimeye verilen burada "Geçip gitmek" şeklindedir. Vakıf, oluşturmuş olduğu isra anlayışına bu kelimeye böyle bir anlam ters olduğu için kelimeyi "Başlamak" olarak değiştirmeyi uygun gördüğünü düşünmekteyiz.

Meryem s. 24. ayeti: "Fe nedehe min tahtihe enla tahzeni gad caale Rabbüki tahteki seriyyen"

"(Cebrail, Meryem’in) bulunduğu yerin aşağısından ona şöyle seslendi: “Üzülme! Rabbin, bulunduğun yerin aşağısında, fışkıran bir su oluşturdu."

Vakıf mealinde Meryem s. 24. ayeti içinde geçen aynı kökten olan "Seriyyen" kelimesi "Fışkıran bir su" olarak meallendirilmiştir. Çünkü "İsra" kelimesine yükseğe çıkmak olarak verdikleri anlam dikkate alınırsa "Seriyyen" kelimesine de "Yükseğe çıkan su" anlamı verilmesi gerektiğini düşünmüş olacaklar ki böyle bir anlam tercihinde bulunmuşlardır.

Bu ayetin kur'anmeali.com sitesindeki mealinde aynı kelime "Pınar" olarak verilmiştir. Yine anlaşılıyor ki vakıf "Seriyyen" kelimesini, oluşturmuş olduğu isra anlayışı için pınar kelimesi pek uygun düşmemesi nedeniyle, yukarı çıkmak anlamına uygun düşecek biçimde değiştirmiştir. Halbuki bu kelime yine "Yere paralel olarak akan su" anlamındadır.

Siyer kitaplarında çokça rastladığımız "Seriyye" kelimesinin "Askeri birlik" anlamı ve askerlerin sıra ile ard arda yürümesi dikkate alınarak bu kelime ile ifade edilmesi, kelimenin daha doğru anlaşılmasında dikkate değer bir noktadır.

Kur'an'ın kendi içindeki anlam örgüsünü dikkate aldığımızda ve vakıf mensuplarının hazırladığı K.Ö.K adlı programda dile getirdikleri üzere, Kur'an'da eş anlamlı kelime olmadığını dikkate aldığımızda, Kur'an'da  "Fışkıran su" anlamı verilen başka bir kelime karşımıza çıkacaktır.

Vereceğimiz ilgili ayet mealleri Süleymaniye Vakfı mealinden alınmıştır.

Bakara s. 60---Yine bir gün Musa, halkı için su talebinde bulundu. Biz de ”Değneğinle şu taşa vur!” dedik. Hemen oradan on iki pınar kaynadı (Fenfeceret). Her bir bölük, su içeceği yeri öğrendi. (Onlara) “Allah’ın verdiği rızıktan yiyin, için ama bozgunculuk yaparak ortalığı birbirine katmayın.” dedik.[*]

Bakara s. 74---Bütün bunların ardından yine de kalpleriniz katılaştı; artık onlar taş gibi, hatta daha da katıdır. Öyle taşlar var ki içlerinden ırmaklar fışkırır(Yetefecceru). Çatlayıp içinden su çıkan hatta Allah korkusundan aşağı yuvarlanan taşlar da vardır.[*] Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir

İsra s. 90---(Mekkeli müşrikler) Dediler ki: “Bize yerden bir pınar fışkırtıncaya ( Tefcura) kadar sana asla inanmayacağız![*]

İsra s. 91---Veya hurması ve üzümü olan bir bahçen olmalı, onların arasından da nehirler fışkırtıp akıtmalısın!(Fetufeccuru tefcira)[*]

Kehf s. 33--- Her iki bağ, ürünlerini eksiksiz olarak vermişti. Aralarından da bir ırmak çıkarıp akıtmıştık(Feccerna).

Yasin s. 34---O toprakta hurma ve üzüm bağları oluşturduk. Oralarda gözelerden sular kaynattıkFeccerna)[*].

İnsan s. 6--- Allah’ın o kulları, fışkırtacakları (Yufecciru) bir kaynaktan onu içecekler[*].

İnfitar s. 3--- denizler (kıtaların üzerine) taşırıldığında,(Fuccirat)[*]

Görüldüğü üzere Kur'an içinde suyun yerden fışkırması ile ilgili geçen ayetlerin kökü "Fecere" kelimesi ve onun türevleri kullanılarak ifade edilmektedir. Yani vakfın Meryem s. 24. ayetinde geçen "Seriyyen" kelimesine "Fışkıran su" anlamı vermesi Kur'an'ın kendi anlam örgüsünü dikkate aldığımızda uygun düşmemektedir.

Ayrıca Kur'an yerden göğe doğru olan bir çıkışı "Arece" kelimesi ile ifade etmektedir ve asıl önemli nokta bu kelimedir. Hicr s. 14- Secde s. 5- Sebe s. 2- Zuhruf s. 33- Mearic s. 3 ayetlerine baktığımızda bu durumu açıkça görebiliriz. Şimdi vakıf yetkililerine şunu sormak istiyoruz: 

Hem, "Kur'an'da eş anlamlı kelime yoktur" diyeceksiniz hem de yere paralel yürüyüş anlamı olan bir kelimeyi, hatta "İsra" kelimesinin geçtiği diğer ayetlerin hiçbirinde göğe yükseliş olarak değil de, dağa veya yükseğe çıkış olarak olarak meal verdiğiniz halde ve göğe yükseliş ile ilgili anlatımlar "Arece" kelimesi ile ifade edilmiş olduğu halde, hangi akla hizmetle "İsra" kelimesine göğe yükseliş anlamı vermeye cesaret edebiliyorsunuz?

Bütün bunlar bize şunu göstermektedir: Süleymaniye Vakfı, İsra s. 1. ayetinde anlatılan yolculuğu göğe doğru yapılmış bir yolculuk olarak anlamakta ve bu anlayışını Kur'an'a doğrulatmak için ilgili ayetler üzerinde anlam tahrifi yapmaktan çekinmemektedir. Geçmişte kitapları üzerinde anlam tahrifini yapan Yahudiler birçok Kur'an ayetinde eleştirilmiş olmalarına rağmen, vakıf yetkilileri bu eleştirilerden pek ders almış görünmemektedir.

Temennimiz, Vakıf yetkililerin adetli kadının namazı gibi bazı konularda yaptığı ve hatalı anlayışlardan dönüşü İsra suresi 1. ayeti hakkında da göstermesidir.

                                          EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C.) BİLİR.

31 Ekim 2018 Çarşamba

Caner Taslaman'ın Nahl s. 15, Enbiya s. 31, Lukman s. 10. Ayetlerinin Çevirilerinde Hata Yapıldığı İddiası Üzerinde Bir Değerlendirme

Bazı yazılarımızda Kur'an ayetlerinin çevirilerinde yapılan hatalara dikkat çekerek, doğru ve isabetli bir çevirinin hangisi olabileceği üzerinde tekliflerimizi paylaşmaya çalıştığımız malumdur. Bu yazımızda ise, Prof. Dr. Caner Taslaman tarafından ortaya atılan Nahl s. 15, Enbiya s. 31 ve Lukman s. 10. ayetlerinin çevirilerinde hata olduğu iddiası üzerinde durarak, sayın hocanın iddialarını değerlendirmeye çalışacağız.

Öncelikle sayın hocanın iddiasının dile getirdiği videoyu paylaşacak, sonra ise ilgili ayetlerin metnini ve meallerini vereceğiz.



Nahl s. 15. ayetinin metni ve meali:

وَأَلْقَىٰ فِي الْأَرْضِ رَوَاسِيَ أَنْ تَمِيدَ بِكُمْ وَأَنْهَارًا وَسُبُلًا لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ

 Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağları, yolunuzu bulmanız için de ırmakları ve yolları yarattı.

Enbiya s. 31. ayetinin metni ve meali:

وَجَعَلْنَا فِي الْأَرْضِ رَوَاسِيَ أَنْ تَمِيدَ بِهِمْ وَجَعَلْنَا فِيهَا فِجَاجًا سُبُلًا لَعَلَّهُمْ يَهْتَدُونَ

Onları sarsmasın diye yeryüzünde bir takım dağlar diktik. Orada geniş geniş yollar açtık; ta ki maksatlarına ulaşsınlar.

Lukman s. 10. ayetinin metni ve meali: 

خَلَقَ السَّمَاوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا ۖ وَأَلْقَىٰ فِي الْأَرْضِ رَوَاسِيَ أَنْ تَمِيدَ بِكُمْ وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ ۚ وَأَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَنْبَتْنَا فِيهَا مِنْ كُلِّ زَوْجٍ كَرِيمٍ

O, gökleri görebildiğiniz bir direk olmaksızın yarattı, sizi sarsmasın diye yere de ulu dağlar koydu ve orada her çeşit canlıyı yaydı. Biz gökyüzünden su indirip, orada her faydalı nebattan çift çift bitirdik.

Paylaştığımız videoda Prof. Dr. Celal Şengör, Kur'an'ın dağların yaratılma amacının yeryüzünü sarsmaması olduğuna dair olan beyanının yanlış olduğunu, yani Kur'an'da hata olduğunu dile getirmekte, bu iddiaya karşılık olarak Caner Taslaman ise, ilgili ayetlerin çevirilerinin yanlış olduğunu iddia ederek, Kur'an'da herhangi bir hatanın olmadığını, hatanın bu ayetleri yanlış olarak çevirenlerde olduğunu dile getirmektedir.

 Caner Taslaman, ilgili ayetlerde geçen أَنْ تَمِيدَ kelimesinin herhangi bir olumsuzluk işareti olmamasına rağmen "Sizi sarsmasın diye" çevrilmiş olmasının hatalı olduğunu, aslında bu kelimenin videoda lafzen dile getirmemiş olmasa dahi, sözlerinden anlaşıldığı üzere "Sizi sarssın diye" veya "Sizi sarsması için" şeklinde çevrilmesi gerektiğini ifade etmektedir.

Bizim kanaatimiz, ilgili kelimenin çevirisinde herhangi bir sorun olmadığı yönünde olup, olumsuzluk anlamı verilerek yapılan çevirilerin yanı sıra bu kelimenin anlamına sadık kalınarak yapılan çevirileri de görmek mümkündür. 

[Nahl s. 15] Sizi sarsıntıya uğratır diye yerde sarsılmaz dağlar bıraktı, ırmaklar ve yollar da (kıldı) . Umulur ki doğru yolu bulursunuz.

[Enbiya s. 31]  Ve yeryüzünde onları çalkalar diye sabit dağları yarattık ve onlara geniş yollar açtık, tâ ki maksatlarına erebilsinler.

[Lukman s. 10] Gökleri, gördüğünüz gibi direksiz olarak yaratmış, sizi sarsar diye yere ağır baskılar koymuş, orada her türlü canlıyı yaymıştır. Biz, gökten su indirip orada her sınıf bitkiler yetiştirmişizdir.

Görüleceği üzere bu çevirilerde أَنْ تَمِيدَ kelimesi "Sizi sarsar diye" şeklinde, yani metne sadık kalarak çevrilmiştir. Bu kelimeye verilen "Sizi sarsmasın diye" veya "Sizi sarsar diye" şeklindeki çevirilerin her ikisi de doğrudur. 

Bu anlamı bizim dilimizde kullandığımız şekli ile ifade edecek olursak;

"Eve hırsız girer diye kilit taktırdım" cümlesindeki söz ile ifade etmek istediğimiz anlam aslında, "Eve hırsız girmesin diye kilit taktırdım" demektir.

"Yolda düşerim diye dikkatli yürüyorum" diyen birisi aslında, "Yolda düşmemek için dikkatli yürüyorum" demek istiyordur. 

"Çocuğum hasta olur diye doktora götürüyorum" diyen birisi aslında, " Çocuğum hasta olmasın diye doktora götürüyorum" demek istiyordur.

Örnekleri çoğaltmak mümkündür, ancak söylemek istediğimizi bu örnekler yeterince özetlemektedir. Örneklerdeki her iki ifade tarzı ile, أَنْ تَمِيدَ kelimesi ile ifade edilmek istenilen şey aynıdır. 

Caner Taslaman'ın bu ayetlerin çevirilerindeki hata olduğu iddiası, Kur'an bütünlüğünü dikkate alan bir çalışma sonucu ortaya atılmadığı açıktır. Bir an için Caner Taslaman'ın ilgili ayetlere verilen meallerin yanlış olduğunu, Taslaman'ın أَنْ تَمِيدَ kelimesine verilmesini istediği "Sizi sarsması için" şeklindeki çeviri teklifinin doğru olduğunu kabul edip, ilgili ayetlere onun doğru dediği şekilde anlam vererek, bu iddiasının Kur'an bütünlüğü dikkate alındığında ne derece doğru olabileceğini ortaya koymaya çalışalım.

  ------Nahl s. 15- Sizi sarsması için yeryüzünde sağlam dağları, yolunuzu bulmanız için de ırmakları ve yolları yarattı.

------Enbiya s. 31- Onları sarsması için yeryüzünde bir takım dağlar diktik. Orada geniş geniş yollar açtık; ta ki maksatlarına ulaşsınlar.

------Lukman s. 10- O, gökleri görebildiğiniz bir direk olmaksızın yarattı, sizi sarsması için yere de ulu dağlar koydu ve orada her çeşit canlıyı yaydı. Biz gökyüzünden su indirip, orada her faydalı nebattan çift çift bitirdik.

Şimdi de bu çevirilerin doğru olabileceğini bir an için kabul ederek, Kur'an'da bu kalıpta geçen başka ayetlere de Caner Taslaman'ın teklif ettiği anlamı verelim. Çünkü teklif edilen çevirinin Kur'an bütünlüğü içinde uygun olması, aynı ifade kalıbı içindeki diğer ayetler ile herhangi bir çelişki arz etmemesi gerekmektedir,

وَمِنْهُمْ مَنْ يَسْتَمِعُ إِلَيْكَ ۖ وَجَعَلْنَا عَلَىٰ قُلُوبِهِمْ أَكِنَّةً أَنْ يَفْقَهُوهُ وَفِي آذَانِهِمْ وَقْرًا ۚ وَإِنْ يَرَوْا كُلَّ آيَةٍ لَا يُؤْمِنُوا بِهَا ۚ حَتَّىٰ إِذَا جَاءُوكَ يُجَادِلُونَكَ يَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُوا إِنْ هَٰذَا إِلَّا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ

[Enam s. 25] İçlerinden seni dinleyenler vardır. Halbuki Biz, onu anlarlar diye, kalblerine örtüler, kulaklarına da ağrılık koyduk. Onlar her ayeti görseler de yine inanmazlar. Hatta sana geldiklerinde, seninle çekişirler. O küfredenler derler ki; Bu, eskilerin masallarından başka birşey değildir.

[Enam s. 25]  İçlerinden seni dinleyenler de vardır, fakat biz, onu anlamamaları için kalblerinin üstüne örtüler, kulaklarının içine de ağırlık koyduk. Onlar, bütün delilleri görseler bile yine ona inanmazlar. Hatta sana geldiklerinde seninle tartışırlar. Ve o kâfirler: «Bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değildir» derler.

Enam s. 25. ayetinde geçen أَنْ يَفْقَهُوهُ  kelimesi (bu kelime ayrıca İsra s. 46, Kehf s. 57. ayetinde de geçmektedir) yukarıda verdiğimiz iki ayrı meal örneğinde görüleceği üzere ki her ikisi de doğrudur, "onu anlarlar diye" ve "onu anlamamaları için" şeklindeki anlam yerine, Caner Taslaman tarafından teklif edilen çeviriyi bu ayete uyguladığımız zaman ayetin anlamı " İçlerinden seni dinleyenler vardır. Halbuki Biz, onu anlasınlar diye, kalblerine örtüler, kulaklarına da ağrılık koyduk. Onlar her ayeti görseler de yine inanmazlar. Hatta sana geldiklerinde, seninle çekişirler. O küfredenler derler ki; Bu, eskilerin masallarından başka birşey değildir." şeklinde olması gerekecektir ki, böyle bir anlamın doğru olabileceğini Caner Taslaman dahi kabul etmeyecektir.

Konunun daha iyi anlaşılması için bir kaç örnek daha verebiliriz. 

وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَنِي آدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَىٰ أَنْفُسِهِمْ أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ ۖ قَالُوا بَلَىٰ ۛ شَهِدْنَا ۛ أَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَٰذَا غَافِلِينَ

[Araf s. 172]  Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye (veya biz bundan habersizdik dersiniz diye) Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler.

Araf s. 172. ayetinde geçen أَنْ تَقُولُوا kelimesi, meallerde "Demeyesiniz diye" veya "Dersiniz diye" çevrilmektedir. Caner Taslaman tarafından teklif edilen çeviriye göre ayete şu şekilde anlam verilmesi gerekecektir.

[Araf s. 172]  Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik diyesiniz diye (veya biz bundan habersizdik demeniz için) Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler.

Ayete böyle bir anlam verilmesi, yine hiç kimse tarafından kabul görmeyecektir. Başka bir örneğimiz Taha s. 94. ayetidir.

قَالَ يَا ابْنَ أُمَّ لَا تَأْخُذْ بِلِحْيَتِي وَلَا بِرَأْسِي ۖ إِنِّي خَشِيتُ أَنْ تَقُولَ فَرَّقْتَ بَيْنَ بَنِي إِسْرَائِيلَ وَلَمْ تَرْقُبْ قَوْلِي

[Taha s. 94] Harun: «Ey anamın oğlu, sakalımı ve başımı tutma! Emin ol ki, «dediğime bakmadın da İsrail oğulları arasına ayrılık düşürdün.» dersin diye korktum.» dedi.

Bu ayette geçen أَنْ تَقُولَ kelimesi, meallerde, "Demeyesin diye" veya, "Dersin diye" çevrilmektedir. Caner Taslaman tarafından teklif edilen çeviriye göre ayete şu şekilde anlam verilmesi gerekecektir.

[Taha s. 94] Harun: «Ey anamın oğlu, sakalımı ve başımı tutma! Emin ol ki, «dediğime bakmadın da İsrail oğulları arasına ayrılık düşürdün.» diyesin diye korktum.» dedi.

Ayete böyle bir anlam verilmesi, yine hiç kimse tarafından kabul görmeyecektir. Başka bir ayet örneğimiz Hac s. 65. ayetidir.

أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ سَخَّرَ لَكُمْ مَا فِي الْأَرْضِ وَالْفُلْكَ تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِأَمْرِهِ وَيُمْسِكُ السَّمَاءَ أَنْ تَقَعَ عَلَى الْأَرْضِ إِلَّا بِإِذْنِهِ ۗ إِنَّ اللَّهَ بِالنَّاسِ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ

[Hac s. 65] Allah'ın yerde olanları ve emriyle denizlerde yürüyen gemileri buyruğunuz altına vermiş olduğunu; buyruğu olmaksızın yere düşmemesi için göğü O'nun tuttuğunu görmez misin? Doğrusu Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametli olandır.

Bu ayette geçen  أَنْ تَقَعَ kelimesi, meallerde, "Düşmemesi için" şeklinde çevrilmesine karşın, tam çevirisi "Düşer diye" şeklindedir. Ancak meallerde gördüğümüz "Düşmemesi için" şeklindeki anlam da doğrudur. Caner Taslaman tarafından teklif edilen çeviriye göre ayete şu şekilde anlam verilmesi gerekecektir.

[Hac s. 65] Allah'ın yerde olanları ve emriyle denizlerde yürüyen gemileri buyruğunuz altına vermiş olduğunu; buyruğu olmaksızın yere düşmesi için  (veya yere düşsün diye) göğü O'nun tuttuğunu görmez misin? Doğrusu Allah insanlara karşı şefkatli ve merhametli olandır.

Ayete böyle bir anlam verilmesi, yine hiç kimse tarafından kabul görmeyecektir. Başka bir ayet örneğimiz ise Fatır s. 41. ayetidir.

إِنَّ اللَّهَ يُمْسِكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ أَنْ تَزُولَا ۚ وَلَئِنْ زَالَتَا إِنْ أَمْسَكَهُمَا مِنْ أَحَدٍ مِنْ بَعْدِهِ ۚ إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا

[Fatır s. 41] Hiç şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar diye tutmaktadır. Andolsun, eğer onlar zeval bulacak olsa, kendisinden sonra artık onları kimse tutamaz. Şüphesiz O, Halîm olandır, bağışlayandır.

Bu ayette geçen أَنْ تَزُولَا kelimesi,  "Zeval bulurlar diye" çevrilmektedir. Yani "Zeval bulmasınlar diye" şeklinde bir anlama sahiptir. Caner Taslaman tarafından teklif edilen çeviriye göre ayete şu şekilde anlam verilmesi gerekecektir. 

[Fatır s. 41] Hiç şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulsunlar diye tutmaktadır. Andolsun, eğer onlar zeval bulacak olsa, kendisinden sonra artık onları kimse tutamaz. Şüphesiz O, Halîm olandır, bağışlayandır.

Yine bu ayete Taslaman tarafından teklif edilen çeviriyi uyguladığımızda ayetin çevirisinin alacağı halin asla kabul edilemeyecek bir anlama dönüştüğü görülecektir.

Verdiğimiz bu ayet örneklerinden görüleceği üzere, ayetlerde geçen أَنْ edatı sebep bildirmektedir. Fakat bu sebebin anlama yansıması bazen olumsuz anlam verilmesi sureti ile gerçekleştiği için sayın Taslaman yanılmaktadır. Olumsuzluk anlamı verilmesinin yanlış olduğunu لَا ekinin olmamasına bağlamaktadır. Fakat o ayetlerin başka çevirilerinin olumsuzluk içermeden de çevrildiği görülebilir.

Bütün bunlardan sonra, "Öyleyse Kur'an'da hata mı var?" sorusu zihinlere takılabilecektir.  Kur'an'da asla hata yoktur. Celal Şengör tarafından ortaya atılan iddia, bugün bilim tarafından  "Doğru" olarak kabul edilen veriler olup, aynı bilimin yarın bu verileri "Yanlış" olarak kabul etmeyeceğini kim garanti edebilir?. 

Kur'an'ın bir bilim kitabı olmadığı da ayrıca hatırdan çıkarılmamalıdır. Kur'an 1500 yıl önce yaşayan insanlara, onların algıları ve bilgi düzeyleri üzerinden hitap eden, onları Allah'ın kudretine delalet eden kevni ayetlere dikkat çeken bir kitaptır. Bilimsel Veri olarak kabul edilen bilgilerin zaman içinde birbirine zıt görüşler ürettikleri de bu noktada unutulmamalıdır. Şayet bilim yarın çıkıp Kur'an'ın verileri doğrultusunda bir görüş öne sürecek olursa, bu görüşlere ne diyebileceğiz?. 

Kur'an ayetlerinin çevirilerinde hata yapıldığı bir gerçektir. Ancak bu hata iddiası, üstünkörü bir iddia olarak ortaya atılmamalıdır. Kelime anlamlarının doğruluğu dikkatli bir şekilde incelenmeli, bu doğruluğun Kur'an bütünlüğünde sağlaması yapılmalı, ondan sonra iddia dile getirilmelidir.

Burada ayrıca şu noktaya dikkat çekmek istiyoruz; Arapça da  أَنْ edatı farklı anlamlara gelebilmektedir. Bu edatın geçtiği ayetler incelendiğinde, Caner hocayı haklı çıkarabilecek bir anlam da ortaya çıkabilecektir. Fakat olayı sadece gramer açısından değil, Nahl s. 15, Enbiya s. 31, Lukman s. 10. ayetlerinin içeriği açısından baktığımızda onun, teklif ettiği anlam maalesef  oturmamaktadır. Çünkü bu ayetlerin içeriği Allah (c.c) nin insana yeryüzünde sağladığı bazı faydalara dikkat çekmektedir. Ayetlere şayet "Sizi sarsması için" anlamı verdiğimizde fayda değil, zarar ortaya çıkacaktır.

Sonuç olarak: Caner Taslaman tarafından iddia edilen Nahl s. 15, Enbiya s. 31 ve Lukman s. 10. ayetlerinde geçen أَنْ تَمِيدَ kelimesinin çevirilerinde herhangi bir sıkıntı olmadığı gibi, Caner Taslaman tarafından teklif edilen çevirinin, Kur'an bütünlüğü dikkate alınarak sağlaması yapıldığında kendisi tarafından bile kabul edilemez olduğu görülecektir. Kur'an ayetlerinin çevirilerinin doğruluk veya yanlışlığı, günlük bilimsel verilere göre ölçmek doğru bir yaklaşım değildir. Yine aynı şekilde bazılarına şirin görünmek gibi kaygılar içinde yapılan Kur'an çevirileri de kitabın kendi içindeki anlam örgüsünü bozacağı dikkate alındığında ne derece sakıncalı olduğu ortadadır. 

Biz sayın Caner Taslaman tarafından ortaya konulan iddianın Kur'an bütünlüğü dikkate alındığında, anlam örgüsünü nasıl bozabileceğini örnekleri ile ortaya koymaya çalıştık. Dağların depremi önlemesi veya deprem doğurması bu yazının konusu değildir.

                                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

25 Eylül 2018 Salı

Bakara Suresi Son İki Ayetinin Miraç'ta Verildiği İddiası Üzerinde Bir Değerlendirme

Muhammed (a.s) ın miraca çıktığı iddiası, Kur'an'dan onay almamasına rağmen kökleşmiş bir inanç olarak, bir çok Müslüman tarafından kabul görmektedir. Hatta bu olayın vaki olmadığını düşünmek dahi küfür alameti olarak sayılmaktadır. Bu olay esnasında Muhammed (a.s) a bazı hediyeler !! verildiği, bu hediyeler arasında da Bakara suresi son iki ayetinin de olduğu, konuyu bilenler tarafından malumdur. Yazımızda sadece bu konu üzerinde durmaya, ve bu ayetlerin iniş zamanı ile, miraç hadisesinin vaki iddia edilen zaman ile aralarındaki uyumsuzluğu ortaya koymaya çalışacağız.

Şurası bir gerçektir ki, İslam tarihinde olduğu iddia edilen bir olayın gerçekliği, tarihi olaylarla arasında uyum olup olmadığı dikkate alınarak bilinebilir. Özellikle bazı hadis rivayetlerinin sahih olup olmadığı, tarihi gerçekliklerle uyum sağlayıp sağlamadığına bakılmak sureti ile öğrenilebilmektedir.

Gerçekleştiği iddia edilen miraç hadisesinin yer ve tarih olarak, Mekke şehrinde ve nübüvvetin 6. yılında vaki olduğu söylenmektedir. 

Kur'an'ın Mekke ve Medine şehirlerinde inen ayetleri, bazı özellikleri bakımından birbirinden ayırt edilebilmektedir. Medine'de inen ayetlerin bariz özelliklerinden bir tanesi, Kitap Ehli olarak tanıtılan Yahudi ve Hristiyanların yanlış inançlarını muhatap alması, ve bu yanlışları düzeltmeye yönelik beyanlarda bulunmasıdır. Bakara suresinin son iki ayetinin miraç hadisesi esnasında verilip verilmediğini öğrenmenin yollarından bir tanesi, Medeni ayetlerdeki bu özelliği dikkate almaktan geçmektedir.

Bakara s. son iki ayetinin meali şu şekildedir: 

285- Resul, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, inananlar da (Rablerinden indirilene inandı). (Resul ve inananların) Hepsi, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, resullerine inandı. (İnananlar derler ki) Resullerin arasında (Yahudiler gibi) hiç bir ayrım yapmayız. Dediler ki: "İşittik ve inandık, senden bağışlama isteriz Rabbimiz dönüş yalnız sanadır".

286- Allah, kişiyi ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef tutar. Herkesin yaptığı iyilik kendi lehine, yaptığı kötülükte kendi aleyhinedir. Rabbimiz, unutur veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Rabbimiz bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz bize gücümüzün yetmeyeceği yükü yükleme. Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Sen bizim mevlamızsın, inkarcı topluma karşı bize yardım et. 

Bu iki ayet Medine'de inen ayetlerdendir. 285. ayete dikkat ettiğimizde ise, Yahudi ve Hristiyanlarda mevcut bulunan elçiler arasındaki ayrımı konu almaktadır. Mekke'de inen bir ayetin o şehirde bulunmayan Yahudi ve Hristiyanların resuller arasındaki ayrım inancını dikkate aldığını söylemek, ve bu ayetin Mekke'de indiğini iddia etmek abesle iştigal olacaktır. 

[004.150] Allah'ı ve resullerini inkâr edenler ve (inanma hususunda) Allah ile resullerini birbirinden ayırmak isteyip «Bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız» diyenler ve bunlar (iman ile küfür) arasında bir yol tutmak isteyenler yok mu;
[004.151] İşte gerçekten kâfirler bunlardır. Ve biz kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.
[004.152] Allah'a ve resullerine iman eden ve onlardan hiçbirini diğerlerinden ayırmayanlara (gelince) işte Allah onlara bir gün mükâfatlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

Nisa suresindeki bu ayetler, Yahudi ve Hristiyanların resuller arasındaki ayrım yapmaya yönelik olan inançlarını, ve bu inanca sahip olanların akıbetlerini konu almaktadır.

286. ayete baktığımızda "Rabbimiz bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme" şeklinde yapılan duanın, Kur'an bütünlüğü dikkate alındığında yine İsrailoğulları ile ilgili olduğu görülecektir. Ayet içinde geçen Isran kelimesi, burada anahtar bir konuma sahiptir. Aynı kelime Araf s. 157. ayetinde de karşımıza gelecektir. Fakat önce Araf s. 157. ayeti ile bağlantılı olan ayetlerin okunması gerekmektedir.

Peki İsrailoğullarına yüklenen ağır yükler ne idi?.

Burada Ağır Yük olarak belirtilen şey, İsrailoğullarına daha önce helal iken, yaptıkları bazı yanlışlar nedeni ile haram kılınan şeylerdir. Bu durumu şu ayetlerden öğrenmekteyiz.

[003.093-94]  Tevrat'ın indirilmesinden önce İsrail'in kendisine haram ettiğinden başka bütün yiyecekler İsrailoğullarına helal idi. De ki: «Doğru sözlü iseniz Tevrat'ı getirip okuyun».Artık bundan sonra kim Allah'a karşı yalan düzüp-uydurursa, işte onlar, zalim olanlardır.

[004.160-161]  Yahudilerin haksızlıklarından, çoklarını Allah yolundan men etmelerinden, yasak edilmişken faiz almaları ve insanların mallarını haksızlıkla yemelerinden ötürü kendilerine HELAL kılınan TAYYİBATI onlara haram kıldık. Onlardan inkar edenlere, elem verici azab hazırladık.

[006.146]  Yahudilere tırnaklı her hayvanı haram kıldık. Onlara sığır ve davarın sırt, bağırsak ve kemik yağları hariç, iç yağlarını da haram kıldık. Aşırı gitmelerinden ötürü onları bu şekilde cezalandırdık. Biz şüphesiz doğru sözlüyüzdür.
[016.118]  Yahudilere de, daha önce sana bildirdiğimiz şeyleri haram kılmıştık. Bununla Biz onlara zulmetmedik. Lâkin onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.

İsrailoğullarına kılınan bu haramların bir kısmı İsa (a.s) ile kaldırılmıştır. Bu durumu şu ayetten öğrenmekteyiz.

[003.050] Benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı olarak ve size HARAM kılınan BAZI şeyleri de HELAL kılmam için gönderildim. Size Rabbinizden bir ayet getirdim. O halde Allah'tan korkun, bana da itaat edin.

İsrailoğullarına daha önce helal iken, yaptıkları bazı yanlışlar sonucu kılınan haramların tamamı Muhammed (a.s) ile kaldırılmıştır. Onu da Araf s. 157. ayetinden öğrenmekteyiz. Araf suresinin bir kısım ayetleri Mekke'de indiği gibi, bir kısım ayetleri de Medine'de inmiştir. 

[007.157]  Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî Nebi Resule uyanlar (var ya), işte o onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara TAYYİBATI helâl, HABAİSİ haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. Ona inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.

Bakara s. 286. ayetinde geçen Isr kelimesinin, Araf s. 157. ayetinde de geçmesi dikkat çekicidir. 

Bütün bunları alt alta koyarak, Bakara suresi son iki ayetinin miraç hadisesi esnasında verilmiş olduğu iddiaları hakkında şunları söyleyebiliriz:

Mekke'de vaki olduğu iddia edilen bir olaydaverildiği söylenen ayetlerin, Medine'de inen ayetlerin üslup özelliklerin taşıması, akla bu bu olayın inandırıcılığı konusunda şüpheleri getirmelidir. Bakara suresindeki son iki ayetin miraç esnasında verilmiş olması, bu iki ayetin Medeni ayetlerin üslup özellikleri taşıması bakımından, inandırıcı olmaktan uzaktır. Bütün bunları dikkate alarak, ya miraç hadisesi esnasında böyle bir ayetin verilmiş olabileceğini kabul etmeyeceğiz, ya da böyle çelişkili iddialar ile dine yamanmaya çalışılan miraç hadisesinin hiç bir şekilde vaki olmadığını kabul edeceğiz. 

Yazının konusunun sadece Bakara suresindeki son iki ayetin miraçta verildiği iddiası üzerinde olduğunu tekrar hatırlatırız. Miraç konusunda iddia edilen diğer delillerin de elle tutulur bir tarafı olmadığı, bundan önceki bazı yazılarımızda hatırlatılmaya çalışılmıştır.

                                          EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

10 Ekim 2015 Cumartesi

KERİM KUR'AN Adlı Kur'an Çevirisi Üzerinde Bir Değerlendirme

Türkiye de son yıllarda artan Kur'anın mesajını okuma ve anlama çalışmalarının bir uzantısı olan , Kur'an çevirilerine geçtiğimiz ramazan ayı içinde , sayın Erhan Aktaş'ın "KERİM KUR'AN" adlı çevirisi eklenmiştir. Türkiye de yapılan bazı Kur'an çevirilerinin ticari amaçlı olduğunu düşündüğümüzde , sayın Aktaş'ın bu çeviriyi okuyucuya ulaştırma metodu takdire değer bir davranış olup , yaptığı iş üzerinden para kazanmayı amaçlamamış olmasının diğer Kur'an çevirmenlerine örnek olmasını diliyoruz. 

Kur'an çevirilerinin genel olarak , çeviriyi yapan kişinin bilgi birikimi , yetiştiği kültür ortamı , meşrebi bakış açısı ile orantılı olarak yapılmış olduğu hepimizin malumudur. Sayın Aktaş, çevirisinin giriş bölümünde bu konuda hayli uzun bir malumat vermiş olup , verdiği malumatların hepsi altına imza atılacak malumatlardır. Hiç bir Kur'an çevirisi hatadan beri olmamakla birlikte sayın Aktaş'ın çevirisinde bizim açımızdan hata olarak gördüğümüz noktaları kendisine iletme cesaretimizin nedeni , kendisi bu konuda yapılan ikazları ikinci baskıda dikkate alacağını söylemesi olup , "Ben yaptım oldu" havası içinde bir çeviri sahibi olmak istemediğini açıkça göstermiştir, kendisini bu davranışından dolayı takdir ediyoruz. 

Yaptığı çevirinin en önemli özelliği parantez kullanmaması ve bir çok çevirmenin dikkat etmediği kavramlara dikkat çekmesi olup , bazı ayetler ile ilgili düşüncelerini dipnot şeklinde paylaşmış ve bu dipnotlardan bazıları ciddi bir şekilde tepki çekmiştir. Bu dipnotların bazılarında , anlam yorum tarzına uygun bir yol izleyerek , ayet ile ilgili düşüncesini ayet içine değil ,altına dipnot şeklinde yazması bazı ayetler ile ilgili yorumlarında biz de, isabetli düşünmediği kanaatını oluşturmuştur.

Ayrıca metne sadık kalan bir tarzda yapılan çevirilerin , "Anlam yorum" tarzında yapılan çevirilere göre daha sağlıklı olduğunu düşündüğümüz için bu çevirinin metne sadık kalma noktasındaki hassayeti kayda değerdir ancak , ancak bazı ayetler ile ilgili olarak koyduğu dipnotlar çevirmenin kendi düşüncesinin bir ürünü olup bu konularda dikkat edilmesinin gerektiğini düşünüyoruz.

Yazımızda, kendisinin bazı ayetler ile ilgili yapmış olduğu çevirilerin hatalı olduğunu, özellikle Kur'anın inmesi ile ilgili ayetlerin çevirilerinde hata yapıldığını düşündüğümüz için bu ayetlere verdiği anlamlar üzerinde durmaya çalışacağız. 

Bakara s. 97. ayeti . 

Kul men kâne aduvven li cibrîle fe innehu nezzelehu alâ kalbike bi iznillâhi musaddikan limâ beyne yedeyhi ve huden ve buşrâ lil mu’minîn(mu’minîne).

De ki : Kim Cibril' düşmansa , bilsin ki O, onu bilgisi dahilinde iki eli arasındakileri tasdik edici , müminlere doğru yolu gösterme ve müjde olarak senin kalbine indirmiştir.

Sayın Aktaş'ın Bakara s. 97. ayetine verdiği anlam bu şekildedir. Ayet ile ilgili verdiği dipnotta "Cibril'in vahyi Muhammed (a.s) a getirdiğini düşüncelerine katılmadığını beyan ederek ,son cümleyi "Dolayısı ile Cibril'e vahiy meleği denilmesinin dayanağı yoktur" diyerek bağlamıştır. Biz, vahiy meleğinin olup olmadığını tartışmak için değil, bu ayetin çevirisinin doğru olmadığını düşünerek yanlışı ortaya koymaya çalışacağız.

Sayın Aktaş çeviride , "O"  zamiri ile bahsedilen kişinin Allah (c.c) olduğunu söylemektedir. Arapça metinde "feinnehu" şeklindeki ibarenin Cibril'e raci olması gramer kuralları gereğidir. Ayet içindeki fail Cibril olup onun yaptığı iş anlatılmaktadır. Yapılan çeviride ki "O" zamirini Allah (c.c) olarak okuduğumuz zaman Cibril'in Allah (c.c) olduğu gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. 

Yapılan hata, ayet içindeki "feinnehu" zamirinin, Cibril'e raci edilmemiş olmasından kaynaklanan bir durumdur. Bu zamirin Allah (c.c) ye raci edilmesi gibi bir durum sözkonusu olamaz. Basit bir gramer kuralı olan , zamirin en yakın isme raci olması kuralına burada dikkat edilseydi "O" zamirinin karşılığının Allah (c.c) değil , Cibril olduğu anlaşılırdı. Yapılan hatanın sebebi ,dipnotta belirtildiği gibi Cibril'in vahiy meleği olduğu düşüncelerin dayanağının olmadığı iddiasıdır. Sayın Aktaş bu düşüncesini dipnotta belirtebilirdi ancak bunun böyle olduğunu ispatlamak için hatalı bir çeviri yapmak zorunda değildi. 

Ayrıca ayet içindeki Bi iznillahi (Allah'ın izni ile) ibaresinin çeviriye dahil edilmeyerek çıkarılmış olması, hatadan ziyade bir tahrifattan başka bir şey değildir. Çünkü bu ibarenin çeviriye dahil edilmesi sayın Aktaş'ın önce zihninde oluşturduğu düşünceye aykırı olacağı için, çareyi, o ibareyi çeviriden çıkartmakta bulmuştur.

Bu ayetin doğru çevirisinin ,bir çok çeviride yapıldığı şekli ile şu şekilde olması gerektiğini düşünüyoruz. 

De ki: «Cibril'e kim düşman ise,  gerçekten o , onu, Allah'ın izniyle kendinden öncekileri doğrulayıcı ve mü'minler için hidayet ve müjde verici olarak senin kalbine indirdi.

Nahl s. 102. ayeti. 

 Kul nezzelehu rûhul kudusi min rabbike bil hakkı li yusebbitellezîne âmenû ve huden ve buşrâ lil muslimîn(muslimîne).

De ki : İman edenlerin ; imanlarını pekiştirmek ,Müslümanlara kalvuz ve müjde olmak üzere Rabb'inden , Hakk ile çokça Ruhu'l-Kudus indi.

Sayın Aktaş Nahl s. 102. ayetine böyle bir anlam verdikten sonra dipnotunda , Ruhul Kudus tamlamasının Allah'ın vahyi olduğunu, bu nedenle bu tamlama ya Cebrail anlamı verilmesinin doğru olmadığını söylemektedir. Biz bu tamlamanın Cebrail olup olmadığını tartışmaktan çok dip notunda belirttiği " Ayrıca ayette yer alan "nezzele" fiiline "indirdi" anlamı vermek gramer olarak yanlıştır. Zira "indirdi" olabilmesi için , sözcüğün "nezzele" değil "enzele" olması gerekirdi. Ayette yer alan "nezzelehu Ruhu'l Kudus" ifadesinin anlamı , "Ona çokça vahiy / Ruhu'l Kudus indi" demektir. iddiasının üzerinde durmak istiyoruz.

Sayın Aktaş , "nezzele" filine, "indirdi" anlamı verilmesinin YANLIŞ olduğunu , bu kelimeye "indirdi" anlamı verilebilmesi için sözcüğün "enzele" olması gerektiğini söylemektedir. Sayın Aktaş'ın kendi çevirisinde , "nezzele" fiilinin geçtiği diğer ayetlere verdiği anlamlara baktığımız zaman bu kelimeye , gramer açısından YANLIŞ olduğunu ifade ettiği "İNDİRDİ" anlamı vermiştir. Bakara s. 97. ayetinde geçen "nezzelehu" fiiline, yanlış dediği "İNDİRDİ" anlamı vermiş olması sayın Aktaş için büyük bir çelişkidir. 

Sayın Aktaş'a soruyoruz ; Sayın Aktaş eğer Nahl s. 102. ayetinde geçen "nezzelehu" kelimesine verilen "indirdi" anlamı gramer olarak yanlışsa , neden aynı kelimeye, Bakara s. 97. ayetinde ve kelimenin geçtiği bütün ayetlerde yanlış olduğunu iddia ettiğiniz anlamı verdiniz?. "Nezzele - nezzelna - nezzelehu - nezzelnahu" kelimelerinin geçtiği ayetlerde bu kelimeye verdiğiniz anlam eğer yanlışsa bu kelimelerin hepsini , doğru olduğunu iddia ettiğiniz "indi" olarak düzeltmeniz gerekmektedir. Yok eğer bunlar doğrudur derseniz o zaman Nahl s. 102. ayetine verdiğiniz sizin doğru olduğunu iddia ettiğiniz fakat kendiniz ile çelişkiye düşerek yanlış çevirdiğiniz bu kelimeyi düzeltmeniz gerekmektedir. 

Bırakın diğer ayetleri sadece "nezzelehu" kelimesinin geçtiği bir ayeti "İndirdi" olarak çevirip , aynı kelimenin geçtiği diğer ayeti "indi" olarak çevirmeniz , üstelik Bakara s. 97 de verdiğiniz "indirdi" anlamının gramer açısından yanlış olduğunu iddia etmeniz , okuyucuların aynı kelimenin acaba hangi anlamı doğru şeklinde bir şüpheye düşmesine sebeb olacak ve sizinde bu konuda büyük bir çelişkiye düştüğünüz görülecektir. Bir kelimeye verilen anlam eğer gramer olarak yanlış olursa , aynı kelimeye başka ayette verilen ve yanlış olduğu iddia edilen nasıl doğru olabilir?.

Bu ayetin doğru olduğunu düşündüğümüz çevirisi şu şekilde olmalıdır. 

 De ki: «İnananları sağlamlaştırmak ve müslümanlara yol gösterici ve müjde olmak üzere onu (Kur'an'ı) Ruh'ül Kudüs, Rabbinden hak olarak indirdi.»

Şuara s. 193. ayeti. 

Nezele bihir rûhul emîn(emînu).

Onunla er-ruh'ul emin indi.

Şuara s. 193. ayetini bu şekil çeviren sayın Aktaş , "ruhul emin" terkibinin "vahiy" olduğunu söylemektedir.

Sayın Aktaş bu ayet içindeki "nezele bihi" ibaresine "indi" anlamı vermektedir. "be" harfi cerri nin geçişsiz fiili geçişli yapması gibi bir özelliği olduğunu düşündüğümüz zaman bu ibarenin "indirdi" şeklinde çevrilmesi daha doğrudur.

Sayın Aktaş , Yusuf s. 15. ayetindeki "zehebu bihi" ibaresini bu kurala riayet ederek "götürdüler" , aynı surenin 72. ayetindeki "cae bihi"ibaresini "bulana" (getirene şeklinde olması daha uygun olmakla birlikte bu çeviri aynı anlama gelmektedir) , müminun s. 18. ayetindeki "zehabin bihi" ibaresini "gidericiyiz" şeklinde çevirmiştir. Aynı surenin 210. ayetindeki "ve ma tenezzelet bihişşeytanü" cümlesinin " onu şeytanlar indirmedi" şeklinde çevirerek bu kurala riayet etmiş , fakat Şuara s. 193. ayetinde bu kurala riayet etmesi halinde Kur'anın "ruhul emin" tarafından indirilmesi anlamı , bu konu ile ilgili ayetlere verdiği anlam ile çakışacağı için çareyi bu kuralı ihlal etmekte bulduğunu düşünüyoruz.

Tekvir s. 19. ayetindeki "kerim elçi" nin kimliği konusunda dipnotunda yaptığı açıklamada onun Muhammed (a.s) olduğunu "Cebrail" olduğu şeklindeki ifadelerin doğru olmadığını söylemektedir. Biz Cebrail'in var olup olmadığı açısından değil bu ayetteki kerim resul'un Muhammed (a.s) olup olmadığı açısından ayeti irdeleyeceğiz.

19. ayette bahsedilen kişinin eğer Muhammed (a.s) olduğunu kabul ederek okuyacak olursak şöyle bir durum meydana gelecektir; 20 ve 21. ayetlerde vasıfları sayılan kişinin 23. ayette birisini gördüğünden bahsedilmektedir. Sayın Aktaş ın yorumu üzerinden gidecek olursak , Muhammed (a.s) , Muhammed (a.s) ı görmektedir. Bunun doğru olamayacağını bilen sayın Aktaş bu sefer 23. ayete koyduğu dipnotta görülen şeyin "Allah tan vahyedilen , Allahın büyük tecellisi" olduğunu söylemektedir.

Sayın Aktaş tezini, Cebrail adında birisinin olmadığı üzerine kurmadan bu ayetleri okusaydı , Muhammed (a.s) ın 23. ayette gördüğü beyan edilen şeyin , 19. ayette anlatılan kerim elçi olduğu konusunda, zorlama yorumlara girilmesine gerek kalmazdı.

Necm suresi 5. ayet dipnotunda , "Rahman suresi 1. 2. ayetlerinde Kur'anı öğretenin "Cebrail" değil Allah olduğu bildirilmektedir" demektedir. Rahman suresinde Kur'anı öğretenin elbette Allah olduğunu söylemektedir , ancak sayın Aktaş verdiği dipnotta Kur'anı Cebrail'in öğretmediği sanki Rahman suresi ayetlerinde yer alıyor gibi bir düşüncenin oluşmasına sebeb olmaktadır. Bu düşünceler Allah (c.c) nin , seçtiği beşer elçilere vahyetme keyfiyetinin , meleklerden seçtiği elçiler ile olduğunu düşünmeden yapılan yorumlardır. Allah (c.c) nin melek ile vahyetmesi mesajın onun tarafından ve onun öğretmesi olduğuna herhangi bir halel getirmez.

5. ayette Muhammed (a.s) a Kur'anı öğretenin Allah (c.c) olduğunu düşündüğümüz zaman , sonraki ayetler , Muhammed (a.s) ile 5. ayette bahsedilen kişinin ilişkisini anlatmaktadır. Eğer bu kişinin Allah (c.c) olduğunu iddia edersek , Muhammed (a.s) ile aralarının çok yakın olduğu , onun yere indiği gibi anlatımları Allah (c.c) ile ilişkisini kurmak zorunda kalırız.

Sayın Aktaş , 18. ayetin dipnotunda , 1-18. ayetler arasındaki anlatımların gaybi alemde gerçekleşen olaylar olduğu , bu anlatımların teşbih içerdiği , vahyin Muhammed (a.s) a nasıl ulaştığının anlatıldığını ifade etmektedir. 

Bu düşüncelere katılmakla birlikte sayın Aktaş'ın kaçırdığı noktanın şurası olduğunu düşünmekteyiz ; Evet bu ayetler vahyin gelişini teşbihi ifadeler ile anlatmaktadır, bu anlatılanlarda gerçekleşen olayı Muhammed (a.s) birebir olarak yaşamıştır. Onun yaşadığı bu olay bizlere teşbihen anlatılmaktadır, onun yaşadıklarının teşbihi anlatımı değildir.

Ele almaya çalıştığımız ayetler , Kur'anın Muhammed (a.s) a ulaşması ilgili ayetler olup , sayın Aktaş bu ayetler ile ilgili çevirilerini , Cebrail adında bir vahiy meleğinin olmadığı tezi üzerine kurmaya çalışmıştır. Vahyin ulaşma keyfiyetini anlatan ayetlerde geçen , Cibril , Ruhul emin , Ruhul kudus gibi terimler ile ifade edilen şeylerin ne olduğunu bilmemiz mümkün değildir. Allah (c.c) bu isimlerle soyut bir olguyu bize somutlaştırarak anlatmaktadır. 

Rivayet kitaplarda geçen kanatlı meleklerin gelip Muhammed (a.s) a vahyi getirdiği düşüncesine bizimde katılmamız mümkün değildir , ancak Şura s. 51 de Allah (c.c) nin insanlarla konuşmasının 3 şeklinden biri olan , elçi göndererek vahyetmesi , Hacc. s 75 de Allah (c.c) nin meleklerden elçi seçmesi, Nahl s. 2. ayetinde beyan edilen " O, kullarından dilediğine kendi emrinden melekleri ruh ile indirir ki; Ben'den başka tanrı yoktur, Ben'den sakının, diye uyarsınlar." durum dikkate alınarak ilgili ayetler okunmaya çalışılsaydı , Cebrail in vahiy meleği olmadığının oturtulmaya çalışılması için ilgili ayetler üzerinde bu kadar oynamalar yapılmasına gerek kalmazdı.


Sayın Aktaş'tan şahsım adına şunu beklerdim , ilgili ayetlerin çevirisini Cebrail'in vahiy meleği olmadığı tezi üzerine kurulmuş bir anlayış üzerine kurarak değil , daha objektif bir yaklaşım sergileyerek , bu tezinin ayrı bir yazı konusu yapıp çevirinin dışında bunu paylaşabilirdi. Eleştirilerimiz sadece bu konuda olmayıp , faiz ve örtünme konularında yaptığı dipnot şeklinde açıklamaların yerinin bu çevirinin sayfaları içinde olmaması gerektiğini bu konularda eğer söylecekleri varsa ayrı bir kitap halinde paylaşılması gerektiğini düşünüyoruz. 

Kendisinin de rahatsız olduğunu belirttiği, kişilerin şahsi düşüncelerinin Kur'ana onaylatma merkezli bir çalışma haline gelme tehlikesini taşıyan "anlam yorum" tarzı çeviri çalışmasının bir benzerini , vahyin gelişi , faiz ,örtünme , ile ilgili ayetlerin altına koymuş olduğu dipnotlar la "anlam yorum" tarzını kendisinin de takip ettiğini düşündüğümüzü söylemek istiyoruz.

Şahsım adına söylemek gerekirse , sayın Aktaş'ın yukarıdaki ayetler ile ilgili çevirilerinin yanlış olduğunu iddia etmiş olmam ,  her ne kadar vahyin Muhammed (a.s) a elçi ile inmiş olduğu düşüncesi içinde olsam da, bu ön yargı ile ayetlerin çevirisinin yanlış olduğu iddiasında olmadığımızın anlaşıldığını düşünüyorum. 

Melek kavramı maalesef rivayetlerin gölgesi altında kalmış bir konu olup , Muhammed (a.s) ın vahiy alması konusundaki bazı rivayetlere baktığımızda , Cebrail ile sanki kanka durumunda olup ikide birde onunla görüşen bir kişi durumuna sokulmuştur. Bunun böyle olması mümkün olmayıp, olayın Kur'ani bir zemine oturtulması gerektiğini düşünmekteyiz. Bu oturtma çalışmalarına eğer , ilgili ayetlerin anlamlarını yerinden oynatmakla başlarsak , doğru bir başlangıç olmayacağı bilinmelidir. 

Sayın Aktaş'ın , Meryem s. 24. ayetine verdiği anlam hakkında da kısaca görüşlerimizi belirtmek istiyoruz. 

Fe nâdâhâ min tahtihâ ellâ tahzenî kad ceale rabbuki tahteki seriyyâ(seriyyen).

Sonra aşağısından , ona "Üzülme" diye bir ses geldi: Rabb'in senin alt tarafında olanı şerefli kılmıştır.

Sayın Aktaş'ın bu ayete verdiği anlamın yanlış olduğunu düşünmemekle birlikte , bağlam gözetilmeden anlam verildiğini düşünüyoruz şöyle ki ; Ayet içinde ki "seriyyen" kelimesi, kendisinin de belirttiği gibi "su yolu" anlamına da gelmektedir. Biz Mü'minun s. 50.  de " Biz, Meryem'in oğlunu ve annesini bir ayet kıldık ve ikisini barınmaya elverişli ve akar suyu olan bir tepede yerleştirdik." şeklindeki beyanın dikkate alınarak "su yolu" anlamının verilerek çevirlmesinin daha doğru olacağını düşünüyoruz. 

Ayrıca ayet içinde ki nida nın doğum öncesi olduğunu düşündüğümüzde , sayın Aktaş tarafından verilen anlamın uygun olması için , ayet içindeki "tahteki" kelimesi yerine "senin karnındaki ni" şeklinde çevrilmeye müsait olan "batın" kelimesi ile ifade edilmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Sonuç olarak ; sayın Erhan Aktaş'ın yapmış olduğu çevirinin ilk baskısından sonra ,ikinci baskı için tashihe muhtaç yerlerini geecek olan uyarıları dikkate alacağını söyleyerek , bunları ikici baskı da düzelteceğini söylemesi üzerine , şahsımız tarafından gönderilen bazı tashihlerin dikkate alınması , kendisinin bu konuda "Ben yaptım oldu" mantığı içinde bir çalışma yapmamış olması bizi sevindirmiştir. İlk baskısında gördüğümüz ve önemli olarak dikkat çektiğimizi yazımızda ele aldığımız ayetler üzerinde düşüncelerinin aynı olduğunu gördüğümüz için ilgili ayetler üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmak istedik. Yazımızda ele aldığımız ayetleri, biz gibi düşünmediği üzerinden değil , çevirilerdeki hatalar noktasından ele almaya çalıştık. 

Yapılan çevirinin emek ürünü ve uzun yıllar gerektiren bir çalışma olduğu ve bu çalışmalarını bir kalemde üzerinin çizilmesinin haksızlık olduğu düşüncesi içinde yazılmış bir yazı olduğunun önce sayın Aktaş'ın sonra okuyucuların bilmesini isterim. Yapılan hiç bir çeviride sıfır hata olmayacağı bilinci içinde olduğumuzu , kendimiz böyle bir işe girişsek  bizdede hatalar olacağını bilerek böyle bir işe cesaret edemediğimizi itiraf etmek , cesaret edenlerin cesaretlerinin kırmamak gerektiği söyleyerek yapılan eleştirilerin yıkıcı değil yapıcı olmasını düşündüğümüz için, bu yapıcılığa örnek olmak için bunları kaleme almaya çalıştık, sayın Erhan Aktaş'ı tekrar tebrik eder , sürçü lisan ettik ise af ola diyoruz. 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


27 Şubat 2015 Cuma

Adem ve İblis Kıssasının Araf Suresi Bölümü İle İlgili Bir Değerlendirme

Adem ve İblis kıssası, Kur'anın 7 ayrı suresinde geçmekte olup , Mushaf dizilişine göre 2. olarak Araf s. içindeki Ayetlerde geçmektedir. Bu sure içinde geçen kısmı diğer surelerden farklı olarak, kıssa anlatıldıktan sonra devam eden Ayetlerde ki "Ey Adem oğulları" hitabı ile başlayan Ayetlerin , bu kıssanın sadece belli bir zaman ve mekan içinde değerlendirilmekten çok yaşayan bütün insanların kıssası olduğunu göstermesi açısından önemli mesajlar içermektedir.

Bu kıssa ile ilgili yorumlara bakıldığında, bir çok konuda müşkilat olduğu ve bu müşkilatların , Kur'an bağlamında değil zan ve İsrailiyyat bağlamında çözüme kavuşturulmaya çalışıldığını görmekteyiz. Kur'an geneline yayılmış olan bu kıssayı okurken dikkat edilmesi gereken hususları , "Adem ve İblis Kıssasını Okuma Klavuzu" başlıklı bir yazımızda değinmeye çalışmıştık.

İnsanların nasıl çoğaldığı sorusu herkes tarafından merak edilen bir soru olup , bu sorunun cevabının , bu kıssada verildiği düşüncesi ile bir takım yorumlar getirilmiştir. Meşhur olan yorum , ilk yaratılanın Adem ve eşi olması nedeniyle bunlardan olan çocukların çapraz vari evlilik yaparak çoğaldığı yorumudur. Bu yorum tabi ki problemli bir yorum olup , kardeş evliliğinin haram olması nedeniyle bunun mümkün olmadığı iddiası dile getirilmektedir.

Kardeş evliliği yorumuna karşı getirilen , bir başka yorum bu surenin 11. Ayetinde ," Andolsun ki, sizi yarattık, sonra size suret verdik. Sonra da, «Âdem'e secde ediniz,» diye meleklere emrettik, derhal secde ettiler. Ancak iblis, o secde edenlerden olmadı." şeklinde buyurulmasından hareketle Adem den önce yaratılmış olan İnsanlar var olduğu , çoğalmanın bu yolla gerçekleştiği yönünde iddiaların ortaya atıldığını görmekteyiz.

Ancak bu veya başka surelerde "Ey Adem oğulları" şeklinde başlayan hitaplar bizlere , Adem den önce insanlar var olduğu iddiasının da doğru bir iddia olmadığını göstermektedir. Şayet Adem den önce İnsan nesli var olmuş olsaydı bu iddiayı ortaya atanlara , "Neden Ey Adem oğulları şeklinde hitapta bulunulduğu" sorusunun sorularak cevabının verilmesi istenmesi gerekirdi. 

Bu sorunun cevabı maalesef verilemezdi , çünkü "Ey Adem oğulları" şeklinde başlayan hitaplar, bizlerin atasının Adem olduğu yönündeki düşüncelerin daha doğru olduğunu göstermektedir. Bunu söylerken İnsan neslinin kardeş evliliği ile çoğaldığı iddialarının doğru olduğunu söylemek istemiyoruz.

Söylemek istediğimiz şu dur ; İnsan neslinin nasıl çoğaldığına dair Kur'anın net bir beyanı yoktur. Bu konu hakkında bize bilgi verilmemiş olup hakkında bilgi verilmeyen bir şeyin peşine düşülmektedir (17. 36). Ne kardeş evliliği ile ne de daha önce yaratılmış olan insanlar ile çoğaldığımıza dair Kur'an bize net bir bilgi vermemektedir , bu iddialar zanna dayanmakta olup , "Şu doğrudur" diyebileceğimiz iddialar değildir. 

Araf. s. 11. Ayetinde verilmek istenen mesaj , bu kıssanın bütün İnsanların kıssası olduğu mesajı olup, bu sure içinde Adem ile bizi özdeşleştirerek , başkası yaşamış gibi okumayın kendiniz için okuyun mesajıdır. 

Kur'anda anlatılan Adem ve İblis kıssalarında en önemli aktör , Adem den çok İblis adı ile müşahhaslaştırılarak anlatılan Şeytan olgusudur. Şeytan kelimesi Kur'an da Adem den daha fazla yer alan bir kelime olması bu kelime etrafında anlatılanların önemini göstermektedir.  

Araf s. 17. Ayetinde , Şeytan ismini alan İblis İnsanları nasıl aldatacağını söyleyerek bu sözünün pratiğini ilerleyen Ayetlerde Adem ve Eşini kandırmaya çalışarak gösterecektir. 

[007.017]  «Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!» dedi.

Kıssanın , Araf s. 20.21.22. Ayetlerinde , Şeytanın 17. Ayette gördüğümüz kandırma taktiğini devreye ne şekilde soktuğunu görmekteyiz.

[007.020]  Derken şeytan, kendilerine örtülmüş olan ayıp yerlerini açmak için ikisine de vesvese verdi ve: «Rabbiniz size bu ağacı yalnızca birer melek olmamanız yahut ölümsüzlüğe kavuşmamanız için yasak etti.» dedi.
[007.021]  Ve: «Ben gerçekten sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim.» diye ikisine de yemin etti.
[007.022]  Bu şekilde onları kandırıp sarktırdı. Bunun üzerine o ağacın meyvesini tattıklarında, ikisine de ayıp yerleri açılıverdi ve üzerlerini üst üste cennet yapraklarıyla yamamaya başladılar. Rableri onlara: «Ben size bu ağacı yasaklamadım mı, haberiniz olsun bu şeytan size açık bir düşmandır, demedim mi?» diye seslendi.

Burada şu hususun hatırlanmasında fayda vardır ; Şeytan Adem ile Eşinin karşısına 3. bir şahıs olarak çıkmamıştır. Onlara vesvese vererek yani fısıldayarak bu yalanı söylemiştir. Bu şekil yoldan çıkarma bütün İnsanlar için geçerli olup , nefsimize hoş gelen bir günahı işlemeden önce bunun güzel gösterilmiş olması Şeytan iğvası dediğimiz yanaşma yolları ile olmaktadır. Bir çok Ayette "Şeytan onlara işlediklerini güzel göstermiştir" buyurularak , başka Ayetlerde de " bu günahı işlemeye vesile olduktan sonra " Ben sizden uzağım Ben Allah tan korkarım" şeklinde ifadelerle Şeytanın İnsanı nasıl enayi ve aptal yerine koyarak bu duruma düşmeyin mesajı verilmektedir.

Adem ile Eşinin yasağı çiğnedikten sonra ki halini anlatan 22. Ayette , onların çırılçıplak kaldığı ve bu çıplaklığı örtmek için , yapraklarla örtünmeye çalıştıklarını görmekteyiz. Tefsirlerde bu yaprakların hangi ağacın yaprağı olduğu tartışmaları kıssanın bu gün doğru anlaşılamamasının temelini atan düşünceler olarak birer ibret vesikası halinde tefsirlerde bulunmaktadır. Olayı sadece yaşanmışlığı içinde düşünerek yapılan bu yorumları bir tarafa bırakarak , verilmek istenen mesajın bize dönük mesajını okumaya çalışalım.

Araf s. 26.27. Ayetleri yukarıdaki Ayetleri anlamakta müfesser bir Ayettir.

[007.026]  Ey ademoğulları, size ayıp yerlerinizi örtecek ve süslenmenizi sağlayacak elbiseler gönderdik. Takva elbisesi bunlardan daha hayırlıdır. Bu Allah'ın ayetlerinden biridir. Ola ki, düşünüp ders alırlar.
[007.027] Ey ademoğulları, şeytan ana- babanızı elbiselerinden soyundurup ayıp yerlerini meydana çıkararak cennetten çıkardığı gibi sizleri de ayartıp tuzağa düşürmesin. Sizin şeytanı ve adamlarını göremeyeceğiniz yerlerden onlar sizi görürler. Biz şeytanları inanmayanlara dost yaptık.

İki Ayet içinde geçen "Libas" kelimesi , "İnsanı çirkinlikten koruyacak örtü" anlamında bir kelimedir. Öncelikle bu olaydan , İnsanın fıtri yapısının örtünmek gibi bir koruyucuya ihtiyaç duyduğunu okuyabiliriz. Adem ile Eşinin emri çiğnediği anda çıplak kalmış olmaları , Allah (c.c) nin onlara emrettiği koruyucuyu (Şu Ağaca yaklaşmayın emrini) Şeytanın onlara verdiği vesvese ile çiğneyerek koruyucusuz kalmaları ve fıtri olarak ihtiyaç duydukları koruyucuyu başka kaynakta arama çabalarını göstermektedir.

Allah (c.c) bizlere , hepimizin üzerinde olan "Libas" kelimesini onun bizlere indirmiş olduğu "Vahiy" ile benzeştirerek , Kur'ana tabi olmanın yani Kur'an elbisesini giymenin kişiyi tehlikeden koruduğunu , Bu elbiseden soyunan insanın her türlü tehlikeye maruz kaldığını 26.27. Ayetlerde anlatmaktadır. Kendini Vahiyden sıyırarak çıplak kalan insan , artık her tür tehlikeye açık olmakta , korunmak için Vahiy harici  koruyuculara kıssa da"Cennet Yaprağı" olarak teşbih edilen başka koruyucular arama peşine düşecektir. 

İnsan fıtri yapısı gereği kendini hem maddi , hem manevi olarak koruyacak koruyuculara ihtiyaç duymaktadır. Allah (c.c) kullarına korunmaları için hem maddi , hem de manevi koruyucular indirerek onların korunmasını sağlamıştır. "Takva Elbisesisi" olarak yapılan teşbihte insana gerekli olan manevi korunmanın yine kendisi tarafından indirilmiş olduğu ve bunun en hayırlı yani diğer koruyucuların yanında daha değerli olduğu vurgusu yapılmaktadır.

[007.031]  Ey Ademoğulları! Her mescidde zinetlerinize yapışın; yiyin için fakat israf etmeyin, çünkü Allah müsrifleri sevmez.

Araf s. 31. Ayetinin  meali br çok mealde , " Camiye giderken güzel elbiseler giyin" gibi komik bir anlama büründürülerek yapılmıştır. Bu şekil mealler Kur'an mantığını ve bütünlüğünü hiçe sayarak yapılan mealler olup bağlamdan kopuk anlam vermenin bir örneğidir.

"Mescid" kelimesi , "Secde edilecek mekan" anlamında bir kelime olması nedeni ile , secde etmeyi sadece ritüel anlamda görenler , olayı sadece camide güzel elbise giymek anlamında anlama kabiliyetini!! göstermişlerdir. Secde kelimesi anlam itibarı ile hayatının her anında Allah (c.c) emri doğrultusunda hareket etmek demek olup , bu anlamda her yer bir nevi mescid sayılır. 

"Zinet" kelimesi ; İnsanı Dünya ve Ahirette çirkinleştirmeyen , rezil etmeyen" şeye verilen bir isim olarak , yapışılması emredilen Zinetin burada mecaz bir kullanım olduğu , bu kelime ile kast edilen şeyin "Vahiy" olduğu anlaşılmaktadır. Allah (c.c) hayatın her anında bizlere vahye yapışmamızı emretmektedir.

"Zinet" kelimesi ; "Değerli Eşya" anlamını da içinde barındırdığı için , İnsanın Dünya hayatı içinde sahip olduğu bu tür eşyaya verdiği ve onu koruma hususunda nasıl titizlik gösterdiği üzerinden , Kur'anında böyle bir titizlik içinde korunması ve değer verilmesi emredilmiş ve hayatın her safhasında pratize edilmesi istenmiştir. 

Bu koruma maalesef , içeriğinin hayata pratizesi olarak değil , Mushafın en güzel süslenmiş kaplara konularak hiç dokunulmayacak bir yerde saklanması olarak algılandığı için , evlerin en mutena yerinde kimsenin erişemeyeği bir yerde asılı durması olarak anlaşılmış ve hala bir çok evde bu halde muamele görmektedir.

                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

25 Eylül 2014 Perşembe

Musa (a.s) Kıssası ile İlgili Genel bir Değerlendirme

Kur'an kıssaları; taşıdıkları mesajlar itibarı ile "Tevhid" ve "Şirk"in kıyamete kadar olacak mücadelesinin, Muhammed(as) öncesi elçiler ve kavimleri arasında nasıl cereyan ettiğini canlı biçimde gösteren ve bu mücadelenin içindeki aktörler olan "Mü'min" ve "Müşrik"lere vaad edilen karşılık önerisinin boş bir iddiadan ibaret olmadığını gösteren yaşanmış anlatımlardır.

Musa(as) kıssası, Kur’an'da en fazla yer tutan kıssa olması itibarı ile bizlere bir çok mesaj vermektedir. Musa(as) kıssasında öne çıkan aktörleri;

1. Firavun,
2. Haman,
3. Karun,
4. Askerler,
5. Sihirbazlar,
6. İsrailoğulları,
7. Samiri,
8. Asa, olarak sıralamak mümkündür.

Bu aktörlerin üzerinden yapılan anlatımları sadece yaşadıkları zaman içinde düşünerek ileriye dönük mesajlar taşımış olması bakımından okumayacak olursak, kıssalar sadece "eskilerin masalları"na dönüşür. Musa(as) kıssasındaki bu aktörler ile ilgili anlatımları ayrı ayrı başlıklar halinde değerlendirerek, onlar üzerinden verilmek istenen mesajları anlamaya çalıştığımız takdirde, onlarca ayrı başlık altında yazılabilecek bir çok konu başlığı çıkacaktır.

Musa(as) kıssasını;

1. Firavun ile olan mücadelesi,
2. İsrailoğulları ile olan mücadelesi şeklinde iki ana başlık altında değerlendirmek mümkündür.

Firavun ile olan mücadelesini; Allah(cc) tarafından sadece kendisine kul olmak için yarattığı insanın eline güç, servet ve iktidar geçince nasıl "Müstekbir"leştiğinin, yönetimi altındaki insanlara karşı nasıl zalim olabileceğinin, ezilen "Müstaz'af"ların bir zalimi nasıl devirebileceklerinin ipuçlarının verilmesi açısından evrensel bir mesaj olarak okumak gerektiğini düşünmekteyiz.

İsrailoğulları ile olan mücadelesini ise; insanın nasıl nankör olabileceği, "Müstaz'af" iken "Müstekbir"lerin elinden kurtulmalarının onlar için bir ibret olmaması, "Müstaz'af" iken onları kurtaranı unutarak "Müstekbir"leşerek arz üzerinde hakim olan yasalar gereği başlarına neler geldiğini okuyarak, bu yolu takip edenlerin akıbetlerinin ne olacağı açısından evrensel bir mesaj olarak okumak gerektiğini düşünmekteyiz.

1. FİRAVUN İLE OLAN MÜCADELE

[28.4-6] Şüphe yok ki, Firavun o yerde yükseldi ve ahalisini bölük bölük etti, onlardan bir tâifeyi zayıf düşürmek istiyordu. Oğullarını boğazlıyordu, kadınlarını da berhayat bırakıyordu. Muhakkak ki o müfsitlerden olmuştu.Biz, memlekette güçsüz sayılanlara iyilikte bulunmak, onları önderler kılmak, onları varis yapmak, memlekete yerleştirmek; Firavun, Haman ve her ikisinin askerlerine, çekinmekte oldukları şeyleri göstermek istiyorduk.

KASAS 4 ve 6 ayetleri; Musa(as) kıssasının, Firavun ile olan mücadelesi kısmının bel kemiğini oluşturan ayetlerdir. Firavun ve kıyamete kadar gelecek olan çağdaş “Firavunlar"ın yıkımlarının nasıl bir yasaya tâbi olarak gerçekleştiği, onun denizde boğulmasına kadar varan süreç içinde anlatılmaktadır.

Firavunların yıkımının yasası; onların zulmü altında inleyen mazlumların, onları yıkmak için gerekli olan çabayı göstermeleri sonucunda olduğu, bu çabanın nasıl olması gerektiği YUNUS 87 ayetinde anlatılmaktadır.

[010.087] Biz de Musa ile kardeşine şöyle vahyettik. «Kavminiz için Mısır'da bir takım evler hazırlayın, evlerinizi kıble edinin ve salatı ayakta tutun ! Bir de mü'minleri müjdele!

İsrailoğulları, Mısır’da zulme uğradıkları süre içinde elleri kolları bağlı olarak sadece Musa(as)'a güvenselerdi, bu zulumden kurtulmaları asla mümkün olmazdı. Kurtuluş; hep birlikte çabalayarak gelmiş ve zalimler helak olmuştur. Musa(as) kurtuluş sürecini koordine eden bir önder olarak önemli bir konuma sahiptir ve bu tür önderlik her devir içinde olması gereken bir kurum olup, mazlumların örgütlenerek başkaldırması ve başarıya ulaşması için gereklidir.

Kıssa ile ilgili anlatımlarda, bu olayların sanki çok kısa bir zaman içinde olmuş gibi bir izlenim vermesine rağmen kurtuluş; uzun yıllar içine yayılan bir mücadele sürecinde gelmiştir. Denizin ortadan ikiye ayrılarak İsrailoğulları’nın kurtulmasının sağlanmasının sıradışı bir olay olması; böyle bir olayın bir daha gerçekleşeceği anlamına gelmez. Böyle bir durumun gerçekleşmeyeceğini söylemek; Allah(cc)'nin kullarına yardım etmeyeceği anlamına da gelmez.

Denizin yarılması üzerinden verilen mesaj; Allah(cc)’nin, zulümden kurtulmak için en üst seviyede gayret gösteren kullarına vermiş olduğu, onları zalimler elinden kurtarma sözünün gerçek olduğunun canlı bir ifadesidir. İsrailoğulları’nın kurtuluşu; denizin yarılması ile gerçekleşmesine rağmen, daha önceki yıllar içinde yapılan kurtuluş faaliyetlerinin, Allah(cc)’nin kullarına ve elçilerine söz verdiği onları zalimlerden kurtarma sünnetinin, kullara düşen kısmını yerine getirmeleri sonucunda gerçekleşmiştir. Allah(cc) zalimlerin yıkılarak mazlumların iş başına geçmesi için bir takım yasalar koymuş ve bu yasalara tabi olarak çalışıldığı takdirde kullarına yardım edeceğine söz vermiştir. Denizin yarılma olayı mazlumlara verilen bu sözün lafta kalan bir söz olmadığının açık bir göstergesidir.

2. İSRAİLOĞULLARI İLE OLAN MÜCADELE

Ancak mazlumlar zalimlerin elinden kurtulduktan sonra rol değiştirip, zalim rolune soyunacak olurlarsa; aynı yasalar bu sefer dünkü mazlum bugünkü zalimlerin üzerinde de işleyecektir. İsrailoğulları’nın denizin karşı kıyısına geçtikten sonra yapmış oldukları nankörlükler yüzünden başlarına gelenler, bu yasanın sadece onlara değil evrensel olduğu ve bütün zalimlere uygulanacağını göstermektedir.

Denizin öte yanına geçtiklerinde müşrik bir kavme rastlayan İsrailoğulları, Musa(as)'dan o kavmin putları gibi bir put yapmasını istemiş, Tur Dağı’na 40 günlük bir süre için çıkmasını fırsat bilenler hemen buzağı heykeli yapıp “Musa'nın ilahı bu fakat unuttu" diyerek halkı aldatmışlar (ARAF 137, 148), kesmeleri gereken ineği kırk dereden su getirerek kesmişler (BAKARA 67-74), kendilerine nimet olarak sunulanları beğenmeyerek daha başka yiyecekler istemişler (BAKARA 61), girmeleri istenen şehre girmeyi red ederek "sen ve Rabbin gidin savaşın” demiş ve Musa(as)'ı yalnız bırakmışlardır.

Kur'an genelinde, daha bir çok nankörlük örnekliklerini gördüğümüz İsrailoğulları; prototip bir kavim olarak mazlum iken zalimleşenlerin nasıl bir sona uğradığının canlı örneği olarak karşımızdadır. İSRA 2-8 ayetleri; bu kavim üzerinden ulusların yükseliş ve düşüşlerinin yasasının nasıl gerçekleştiğini bizlere göstermektedir.

Bugüne gelecek olursak; ezilen mazlumlar, ezen zalimlerin tasallutundan kurtulmak için Musa(as) ve İsrailoğulları gibi "Mısır direnişi" diyebileceğimiz bir örnekliği Kur’an'dan okumak zorundadırlar. Zalimler mazlumlara en ağır baskıları revâ görebilirler. Bu da zalimin zalim olmasının bir gereğidir. Eğer mazlumlar bu zulme seyirci kalarak, sadece birilerinin gelip onları kurtaracaklarını umarlarsa; zulümden kurtulmaları asla mümkün olmayacaktır.

Burada önderlik dediğimiz olgu büyük bir önem taşımaktadır. Örgütlenmeden, başıbozuk bir şekilde, bölük börçük parçalar halinde yapılan zulme başkaldırı hareketleri meyvesini vermez. Aksine zalimlerin ekmeğine yağ sürer. YUNUS 87 ayetinde emredilen hareket süreci; önemli bir süreç olup, çileli ve meşakkatli bir yolculuktur, sabır isteyen bir süreçtir. Liderlik vasıflarına haiz olan kimsenin bu işin ehli olmasının ve emri altında olan farklı karakterdeki insanları yönetmesinin kolay bir şey olmadığı malumdur. Musa(as)’ın; bir yöneticide olması gereken baskın ve sert bir karakterde olması, bu işi başarmasında önemli bir rol oynadığını düşünmekteyiz.

[007.129] Kavmi de ona: «Sen bize gelmeden önce de, geldikten sonra da işkenceye uğratıldık.» dediler. O da: «Umulur ki, Rabbiniz hasımınızı helak edip de sizi yeryüzünde halife kılacak ve sizin nasıl işler yapacağınıza bakacaktır.»
ARAF 129 ayeti; direniş süreci içinde olması muhtemel bazı sabırsızlık örneklerinin nasıl bertaraf edilebileceğinin ipuçlarını vermesi bakımından önemli mesajlar taşımaktadır. Her topluluk içinde o topluluğa ayak bağı olabilecek düşünceler ve kişiler mutlaka çıkacaktır. 

Özellikle Medine’de nâzil olan ayetlerde ortaya çıkan, savaştan geri kalanların iki farklı karakter taşıdıklarını görürüz;

1. Müslüman olmasına rağmen savaşın zorluğuna katlanmaya cesaret edemeyen tip,
2. Menfaatleri doğrultusunda iman etmiş görünen fakat iman etmeyen, her defasında Müslümanların tekerine çomak sokmaya çalışan münafık tip.

Bu iki tipi biribirinden ayırmamızı sağlayan ayetler bir toplum içinde olması muhtemel tipleri anlatmaktadır.

İsrailoğulları içindede bu tip insanlar olmasına rağmen liderlik vasıflarını son derece iyi kuşanmış olan Musa(as), bu tür sıkıntılı durumları yönetmesini bilerek İsrailoğulları’nın kurtuluş sürecini ustalıkla yönetmiştir.

Sonuç olarak; Kur'an kıssaları içinde önemli bir hacmi olan Musa(as) kıssasını, iki ana başlık altında değerlendirmeye çalıştığımız takdirde; onlarca alt başlık açılarak gündem edilmesi gereken konular çıkacak kadar geniş ve evrensel mesajları olan bir kıssadır. Firavun ve yandaşları olan aktörlerin nasıl bir süreç içinde yıkılmış olduğu, yine kıssa içindeki ayetlerin okunması ile bizlere öğretilerek, bizlerin bundan sonraki zalimleri yıkma çalışmalarında örneklik olarak sunulmuştur.

Mazlumların zulümden kurtulduktan sonra zalim rolunü üstlenmeleri, bu sefer onların yıkımlarını beraberinden getirmiş olması, Firavun zulmünden kurtulduktan sonra zalimleşen İsrailoğulları üzerinden canlı olarak bizlere anlatılarak aynı yolu izlemememiz hatırlatılmaktadır.

Musa(as) kıssası okunurken bu tür bir değerlendirme ile okunacak olursa, kıssalar üzerinden verilmek istenen Tevhid ve Şirk mücadelesinin aktörlerinin, sadece yaşamış bitmiş şahıslar olmadığı, evrensellik taşıyan bir karaktere sahip olduğu görülerek, Kur’an’ın yaşanan zamana hitap eden beyanları olduğu görülecektir.

EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

--