8 Eylül 2016 Perşembe

Yardım Kuruluşlarının Yardım Yöntemlerine Dair Yeni Bir Yöntem Teklifi

Allah (c.c) insanların bazılarını , bazılarının üzerinde rızık bakımından üstün kılmıştır. Bazı insanların rızık bakımından , neden bazı insanların altında olduğunun sebebinin bu yazının konusu olmadığını hatırlatarak , konumuz rızık bakımından üstün olanların , rızık bakımından aşağı olanlara yardım etmesi ve bu yardımın bir takım yardım kuruluşları ile yürütülmesinin yöntemi hakkında olacaktır. 

Türkiye merkezli bir çok yardım kuruluşunun , dünyanın bir çok yerindeki ihtiyaç sahiplerine yardım ulaştırmaya çalışması takdire şayan ve ancak fazilet sahibi insanların yapabileceği bir özveridir. Özellikle Ramazan ve Kurban bayramlarında yoğunlaşan bu yardımlar , elbette ulaştığı kimseler için bir umut ışığı olmaktadır. 

Ancak bu yardımların yapılış şekline bakıldığında "Günü kurtarmak" veya "Balık vermek" diyebileceğimiz bir yöntem dahilinde yapıldığını görmekteyiz. Türkiye den giden kuruluşlar ve onların gönüllü elemanları, Türkiye den toplanan paralar ile alınan kurbanlıkları orada keserek fakir halka dağıtmakta, ve bu halk onlara yapılan bu yardımlar ile karınlarını doyurmaktadır. 

Yapılan bu yardımı asla küçümsememekle birlikte , bu yardım yönteminin yetersiz ve kısa vadeli bir yöntem olduğunu söylemek istiyoruz. Bu yardımların günü kurtarmak veya balık vermek şeklinde değil "Balık tutmayı öğretmek" şekline dönüşmesi , yapılan yardımların daha faydalı ve kalıcı olmasını sağlayacaktır. 

Yardım kuruluşları tarafından kurban eti götürülen halk , her sene onlara yapılacak bu yardımı bekleyerek , zaten fakir duruma düşerek yardıma muhtaç hale gelme sebeplerinden biri olan tembelliğe alışmaktadırlar (tek sebebin tembellik olmadığını hatırlatmak isteriz). Bu sene gelen kurban etlerini yiyen insanlar , gelecek senenin kurbanını bekleyerek , Türkiye ve benzeri ülkelerden gelecek kurban ve diğer yardımlar ile günlerini geçirmektedirler. 

Burada bir hususu hatırlatmak isteriz ki , Kurban kesmek ibadeti Hac ibadeti içinde yapılması gereken bir rükün olup , Hac ibadetini yerine getirmeyen insanların üzerine vecibe olan bir ibadet değildir. 

Hac ibadetini yerine getiremeyen insanların kurban kesmelerinin gereksiz veya yanlış olduğunu asla iddia etmemekle birlikte , bu ibadeti yurt dışında bazı ülkelerde yardım kuruluşlarının vasıtası ile yapılması yerine, bu paralar ile o ülkelerde "Balık tutmayı öğretmek" şeklinde daha kalıcı ve uzun vadeli yatırımlar yapılarak , o insanların daha verimli hale getirilmesi sağlanabilir. 

Bu yardımları kısaca özetleyecek olursak , hayırsever kişi istediği yardım kuruluşuna belirlenen miktarı ödeyerek vazifesini yerine getirmekte , yardım kuruluşları ise kendilerine ödenen bu meblağları kurbanlık hayvana çevirerek ihtiyaç sahiplerine gönüllü elemanları vasıtası ile dağıtmaktadır. Bu yardımlar yapıldıktan sonra o kuruluşun gönüllü elemanları o ülkeyi terk ederek kendi ülkelerinde işlerine dönmekte, ta ki gelecek senenin kurban bayramına kadar o ülke insanı kendi kaderine terk edilerek , yeni gelecek kurbanı ve gönüllüleri beklemektedir. 

Fakat Hristiyan yardım kuruluşlarının yöntemleri bizden daha farklı olarak , o ülkelerde daha fazla zaman harcamak şeklinde gerçekleşmektedir. "Misyoner" olarak adlandırılan kimseler , kendilerini o işe adayarak belirli ülkelerde kurudukları kiliseler ile yıllarca kalmakta ve bütün sene o insanlar ile ilişki içinde bulunmaktadırlar. 

Öncelikle yardım kuruluşlarının , bir kaç günlük ziyaretler ile kurban eti dağıtarak , ülkelerine geri dönmek yerine, o ülkelerde daha kalıcı olmalarını sağlayacak yöntemler üzerinde düşünmeleri gerekmektedir.

O ülkelerde devamlı kalan Müslüman yardım kuruluşları , oradaki insanların güvenini sağlamak bakımından daha şanslı olacaklardır. Dahası, oradaki insanların kendi karınlarını doyurmaları için gerekli olan bilgi ve deneyimleri onlara aktararak , tembellikten kurtularak çalışır bir hale gelmeleri de sağlanacaktır. 

Her gün bir balık vermek yerine , insanlara balık tutmayı öğreterek atıl durumdan, çalışır duruma getirmek , o insanlara yapılacak olan en büyük yardımdır. 

Sürekli kalan yardım kuruluşları bu sayede, o ülkenin iç dinamiklerini öğrenerek o ülke insanına kendi deneyimlerini aktaracak , onları üretken hale getirerek ihtiyaç sahibi olmaktan kurtaracak, o insanlara daha faydalı olacaklardır. 

Bunun sağlanması için de , kurban bedeli olarak alınan paraların üretimin desteklenmesi yönünde kullanılması gerekmektedir. Ancak kurban bedeli olarak yardım yapan halkın, bu paraların mutlaka kurban olarak kesilmesi gibi bir istekten vazgeçmesi , yardım kuruluşlarının da bu paraların daha gerekli yatırımlarda kullanılmasının daha iyi ve doğru olacağını, yardım sahiplerine uygun bir dille anlatması gerekmektedir. 

Bu teklifimizin hayata geçebilmesi için , yardım yapan kişilerin kurban kesme ibadetini hacca gitmeyenler için dini bir vecibe olarak görmekten çıkmalarını sağlayacak bir şuur ve bilgiye sahip olmaları gerekir. 

Tekrar hatırlatmak isteriz ki, ülke içinde kurban kesmeye itirazımız olmamakla birlikte , kurbanının başka ülkelerde kesilmesini isteyen kimselerin, bu ülkelerde yaşayanlara daha faydalı olması açısından böyle bir teklifi sunmaktayız. 

Kurban kesmeyi Hanefi mezhebinin hükmünce "Vacip" olarak gören insanımızın bir çoğu maalesef , kurban bedeli olarak gönderdiğimiz paraların ihtiyaç sahiplerinin bulunduğu bir ülkede o ülke insanın üretken hale getiren ve onları muhtaç durumdan çıkarır bir hale gelecek şekilde harcandığını duyduğu anda kıyameti koparacaktır.

Kurbanın altında yatan asıl maksadın yardımlaşma ve ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını gidererek Allah (c.c) ye yakınlaşmak olduğunu düşündüğümüzde, yurt dışı ülkelerde kurban kesimi için yardım kuruluşlarına para veren insanların yardım maksadına uygun olarak , bu yardımlarının kısa vadeli değil , uzun vadeli bir yatırıma dönüşmesi daha faydalı olacaktır.

Kısa vadeli tedbirler yerine , uzun vadeli tedbirler almak, her konuda başarı getirecektir. 

Bu teklifimizin hemen ve herkes tarafından kabul edilebilir teklif olmadığını elbette bilmekteyiz. Ancak yardım etmenin amacının yardım edilen kişi ve kişileri tembel hale düşürerek gelecek yardımları bekler hale getirmek olmaması gerektiği bilinmelidir.

Yardımın amacının , ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını kendilerinin gidermelerini sağlayarak , onları kendi ayakları üzerinde durmaları öğretmek olması gerektiği , bu yardımları iyi niyetle yapan herkesin malumudur. 

Bir insana yardım etmek demek , o insanı ve insanları size mahkum ve müteşekkir olmak zorunda bırakmak anlamına gelmemelidir. Kur'an bu konuya özellikle vurgu yaparak "Başa kakma" şeklinde yardım yapmanın müşrik adeti olduğunu ve bu tür yardımların boşa gideceğini sıkça hatırlatır.

Yardım kuruluşlarımızın , yardım yaptıkları ülkelere günübirlik yardım yerine onları muhtaç halden çıkaracak şekilde yardım yöntemleri ve o ülkelerde üretimi destekleyici eğitim ve öğretim faaliyetleri ile yardımda bulunmaları önemli bir zarurettir. Bu desteğin hiç yapılmadığını iddia etmemekle birlikte , yok denecek kadar az olduğunu söylemek istiyoruz.

Sonuç olarak ; Dara düşen ihtiyaç sahiplerine yardım etmek , insani bir erdem olup bu yardım o insanları rencide edecek veya kısa vadeli tedbirler ile olmamalıdır. Türkiye merkezli yardım kuruluşlarının , dış ülkelerde ihtiyaç sahiplerine yapmış olduğu kurban yardımları kısa vadeli ve balık vermeye yönelik yardımlardır. 

Halbuki insanlara balık vermek yerine balık tutmayı öğrettiğimizde , onların başkaları tarafından yardıma olan ihtiyaçları zaman için bitecek, ve onlar yardım eder hale geleceklerdir.
Türkiye den yapılan ve önemli bir meblağ tutan kurban bağışları , şayet uzun vadeli üretime yönelik yatırımlar için kaynak olarak kullanıldığında , bu ülkelerde yaşayan insanlar hem iş hem da aş sahibi olacaklardır. 

Ancak Kurban kesmenin vacip olduğu konusunda bilgi sahibi olan insanımızın bir çoğunun, böyle bir yardım konusunda pek taraftar olmayacağını bilmekteyiz. Bu konuda Kur'an merkezli bir fıkıh üretilerek , ve bu fıkıh doğrultusunda kurban yardımlarının üretime kanalize edilmesi veya yardım kampanyalarının üretime ve uzun vadeli tedbirlere yönelik düzenlenmesi ile meydana gelecek katma değer , ihtiyaç sahibi olan insanlar için daha değerli yardımlar olacaktır.

7 Eylül 2016 Çarşamba

YENİ DÜNYA DÜZENİ :Çağdaş Firavunların Yeni Hedefi ve Bu Hedefe TV Dizileri İle Ulaşma Çabaları

Firavun , Kur'anda hacim itibarı ile en fazla yer alan Musa (a.s) kıssasının önemli aktörlerinden, ve evrensel bir karakter haline gelmiş bir kişidir. Bu karakter bilindiği üzere, halkı üzerinde ilahlık ve rablik iddia ederek , onları kendisine kul etmekteydi. Firavun'un  halkı üzerinde ilahlık ve rablik baskısını kurmak için kullandığı silahlardan bir tanesi de "Büyü" ve "Sihir" yolu ile insanlara karşı kendisini yenilmez bir kişi olarak göstermeye çalışmasıdır. 

Bu durumu Musa (a.s) ile olan karşılaşmasında onu yenmek için ülkenin bütün sihirbazlarını toplaması, ve onunla düello yaptırmaya kalkışmasından anlamaktayız. Bu düellonun sonu da bilindiği gibi, sihirbazların yenilgisi ve iman etmesi ile sonuçlanmıştır. 

"Büyü" ve "Sihir" , insanlar üzerinde hegemonya kurmak isteyen güçlerin, binlerce yıldır kullandıkları kadim bir yol olup , şu anda yaşadığımız dünyadaki çağdaş firavunlarının da, insanları kendilerine kul etmek için kullanmaktan çekinmedikleri bir yöntemdir. 

Büyü ve sihir denildiği zaman , sadece hacı hoca lakaplı kişilerin bazı kağıt ve nesnelere yazarak üfledikleri ve bununla insanlara zarar verdikleri sanılan şeyler akla gelecek olursa, bu konu gerektiği gibi anlaşılamamış olacaktır. Bu gibi insanların yaptıkları sahtekarlıkların ayrı bir başlık halinde değerlendirilmesi gerektiğini düşündüğümüz için,  yazı içinde bu konuya değinmeyeceğiz. 

Büyü ve sihir, cahil insanlara karşı kendisini üstün göstermek ve onları hakimiyetleri altına almak isteyenlerin kullandıkları kadim bir yol olarak, bugün de çağdaş firavunların kullandıkları bir yoldur. Elbette bu firavunlar sahtekar hacı hoca takımını değil , daha modern yollar kullanarak kitle iletişim araçları yolu ile büyü ve sihir yapmakta , bu yolla insanları kendilerine kul köle yapmaya çalışmaktadırlar. 

[028.004]  Gerçekten, Firavun, yeryüzünde zorbalığa yöneldi ve halkını sınıflara ayırdı. İçlerinden bir zümreyi güçsüz bularak oğullarını boğazlıyor, kızlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı.

Firavunların en bariz özelliği , yaşadığımız dünyayı kendilerinin mülkü olduğunu zannederek , bu dünya üzerinde yaşayan her şeyin kendilerinin olması ve onlar üzerinde hüküm sahibi olmaları gerektiğini düşünmeleridir. 

[043.051]  Firavun, kavmine seslendi ve dedi ki: Ey kavmim; Mısır mülkü ve altımdan akan şu ırmaklar benim değil mi? Hala görmüyor musunuz?

Musa (a.s) ın mücadele ettiği firavun, sadece Mısır ülkesi üzerinde hak iddia etmekte iken , yaşadığımız dünyanın firavunları ise , dünyanın tamamı üzerinde hak iddia etmektedirler. Kısacası, yaşadığımız dünyadaki mücadele edilmesi gereken firavunlar ,Musa (a.s) çağında yaşayan firavundan daha şedid ve daha zalimdirler. 

Bu firavunların dünya üzerindeki emellerinin ne olduğunu anlamak için sadece arama motorlarına "Yeni dünya düzeni" yazmak, ve o başlık altında çıkan yazılara göz atmak yeterli olacaktır. 

Kasas s. 4. ayetinde gördüğümüz üzere , firavunların insanlar üzerinde hegemonya kurmak için kullandıkları yöntemlerden bir tanesi de "Böl - Parçala - Yönet"  politikası gereğince, insanları toplum olarak bölünebilecek en küçük parçalara ayırmak , bu suretle onlar arasındaki bağları kopararak , birbirlerine düşman edip isteklerine kavuşma taktiğidir. 

Aile kurumu , bir toplumu oluşturan en küçük yapı taşı olması itibarı ile insan yaşantısının vazgeçilemez bir unsurudur. Fıtri olarak birlikte yaşama itiyadında olan insanın ,birlikte yaşamını oluşturan en küçük unsur bu kurum olup , aile kurumunun ayakta kalması bir toplum için büyük önem taşımaktadır. 

Bir toplumu yıkmak için kullanılan yöntemlerin başında , onları parçalara ayırmak gelmektedir. Aile kurumu bir toplumu oluşturan en önemli yapı taşı olması nedeniyle , şer güçlerin her zaman hedefi haline gelmiştir. 

Dünyayı yöneten 13 ailenin içinde ve en büyükleri olan "Rockefeller" ve "Rothschild" adındaki iki ailenin başını çektiği ve adını "YENİ DÜNYA DÜZENİ" olarak koydukları sistemde, sadece kendi aile kurumlarının baki kalması için , başka aileleri yerle bir etmekten ve bu kurumu yıkmaktan çekinmeyen şeytani güçlerin, dünyanın çeşitli ülkelerinde sahneye koydukları oyunların başında MEDYA DÜNYASInı kullanmak olduğu görülmektedir. 

Özellikle görsel medya kullanımı,  insanların gözünü bağlayarak onlar üzerinde hegemonya kurmanın bir yolu olarak , çağdaş firavunların kullandıkları bir silahtır. Görsel medyanın verdiği imkanlar ile insanların şuur altlarına girerek , insanlar tarafından yanlış ve çirkin görülen bazı fikir ve fiiller , görsel medya yolu ile şuur altına işlenerek , belirli bir zaman içinde insanlar tarafından artık doğru ve güzel fikirler ve fiiller haline getirilebilmektedir.

"Yeni dünya düzeni" denilen sistemi kısaca özetleyecek olursak ; Bu düzen "Tek devlet" - "Tek ekonomi" - "Tek din" - "Tek ilah" sistemine dayanmaktadır. Tabi ki tek din ve tek ilah düşüncesi Allah (c.c) nin dininin tek din ve onun tek ilah olması değil , "KAPİTALİZM" in din ve ilah edinildiği bir sistem üzerine kurulu bir din ve ilahlık düzenidir. 

Bu sistemin hakim olduğu topraklarda yaşayan insanlar, Allah'a değil dünyanın kaderini elinde tutan 13 aileye kul olacaklar, ve bu aile tarafından konulmuş olan kurallara göre yaşamlarını sürdüreceklerdir. Bugün dünyanın her neresinde bir fesat hareketi varsa o işte , mutlaka bu şeytanların parmağı vardır. Özellikle ülkemiz içinde ve etrafında, yıllardır süren savaşlar hep bu çağdaş firavunların hedefi olan yeni dünya düzenini oluşturma senaryosunun bir parçasıdır.

"ÇAĞDAŞ FİRAVUNLAR" olarak niteleyebileceğimiz ve dünyayı kendilerinin mülkü zanneden ve bir elin parmakları kadar az sayıdaki ailenin yönettiği dünyada , bu ailelerin insanları kendilerine kul köle yapmak için uyguladıkları bir çok yöntemden bir tanesi de , aile kurumunu ortadan kaldırmaya yönelik uygulamalar olup , bu kurumu ortadan kaldırmak için kullandıkları yöntem ise tv programları vasıtası ile yapılmaya çalışılmaktadır. 

Müslüman aileler dahil, toplumun büyük çoğunluğunun izlediği bu tv dizilerinin altında yatan mesajı okumaya çalıştığımızda , bu şeytanların sadece kendi ailelerinin mutluluğu için , başkalarını ahlaki yönden çökertmeye çalıştıkları ve bu yolla "Böl - Parçala -Yönet" şeklindeki taktiklerini gerçekleştirme yoluna gitmeye çalıştıklarını görebiliriz.

Fazla uzağa gitmeye gerek yok , ülkemizde yayın yapan yapan bazı tv kanal(izasyon)larında yayınlanan dizilere baktığımızda , bu dizilerdeki ortak yönün, nikahsız beraberliği özendirmek üzerine kurulu senaryoların oluşturduğu konular üzerine kurulmuş filmler olduğu görülecektir.

Tv kanallarında yayınlanan dizilerin ekseriyet konusu, kadın erkek ilişkileri üzerine kurulu olup , bu ilişkilerin tamamı, flört ve zinayı güzel göstermek üzerine bina edilmektedir. Dizilerin bir çoğuna dikkat edilecek olursa bu diziler, zinadan doğan çocuklar üzerine kurulu ve zinayı hayat tarzı edinmiş insanların üzerine kurulmuş senaryolardır.

Bu diziler seyircilerin şuur altında, "Zina insan yaşamının normal bir parçasıdır" mesajını bırakmaktadır. Müslüman halka şayet , "Zina normal bir şeydir herkes zina etmeli" şeklinde sözlerle yaklaşıldığında elbette tepki ile karşılanarak, "Sen ne biçim konuşuyorsun zina bizim dinimizde haramdır" şeklinde bir karşılık bulacaktır. 

Çağdaş firavunların sihirbazları elbette bu kadar aptal değildir. Ulaşmak istedikleri amaçlara insanların şuur altlarına subliminal mesajlar vererek ulaşmaya çalışmanın en uygun metot olduğunu çok iyi bilmektedirler. Bu firavunların sihirbazları görsel medya yolu ile şuur altı mesajları vererek  insanların gözlerini bağlamakta, büyü ve sihri bu şekilde gerçekleştirmektedirler.

1980 li yıllarda T.R.T 1 adlı devlet kanalında mehdi bekler gibi yayın saati beklenen "Dallas" adlı bir dizi yıllarca yayınlanmıştır. Bu dizinin ana konusunun Amerikanvari bir hayat tarzının empoze edilmesi ve aile içi çarpık ilişkiler olduğu ,bu dizinin yayınlandığı yılları hatırlayanlar mutlaka bilmektedir. Bu dizi İslam dışı hayat tarzının medya yolu ile insanlara empoze edilmesinde bir milat olmuş , bu diziden sonra yerli yapım "Dallas" türü diziler başını almış gitmiştir.

Bu dizide işlenen gayri ahlaki fiiller ,  eğer insanlara başka yollarla anlatılıp onların hayatlarının aynısının bizler tarafından taklit edilmesi istenilse idi , bir çok insan bu tür hayatı yaşamayı inancı gereği ret edecekti. Ancak şuur altına yerleştirme taktiğinin kullanılması sebebi ile , bu dizi ile başlayan çarpık ilişkileri konu alan diziler furyası, özel kanalların açılması ile daha da şiddetlenerek, zinanın normal bir ilişki sayıldığı ve İslam dışı hayat tarzının yadırganmak şöyle dursun içselleştirildiği bir ülke haline gelmiş bulunmaktayız.

Bugün artık ülkemiz, zina sonucu doğan çocukların sokağa bırakıldığı veya öldürüldüğü şeklindeki haberlere alışkın bir hale gelmiştir. Kendisini "Sanatçı" olarak lanse eden insanların günlük yaşamlarını konu eden "Paparazzi" haberleri, bir çok kanalda yayınlanmakta ve bu kimselerin gayri ahlaki yaşantıları halkımıza sunularak bu tür yaşantı insanların şuur altında normal bir hale getirilmeye çalışılmaktadır. 

Türk yapımı bu dizilerin en iyi müşterilerinin Arap ülkeleri olduğunu düşündüğümüzde , tehlikenin boyutları daha fazla ortaya çıkmaktadır. Bu dizilerin yayınladığı saatlerde hayatın durduğu ve halkın büyük bir kesiminin bu dizleri izlemek için tv başına geçtiği şeklindeki haberler, Arap ülkelerindeki bozulmanın bu diziler ile hızlanacağını göstermektedir.

Sorun ortada bu şekilde iken, bu gibi programların etkisinin en aza indirilmesi için ne  gibi önlemler alınmalıdır ? sorusu cevap beklemektedir.

Öncelikle insanların bu diziler ile ne yapılmak istenildiği, ve bu dizilerin kimlerin amaçlarına hizmet ettiği noktasında bilgi sahibi olması gerekmektedir. İlk okul çağında olan çocukların bile derslerinden çok , yayınlanan diziler hakkında bilgi sahibi olduğu bir ülkede eğitimin anne baba dan başlaması gerektiği önemli bir husustur. Kendileri bu konularda bilgi ve şuur sahibi olmayan ebeveynlerin yetiştirdiği çocuklar , maalesef dizi manyağı olarak yetişeceklerdir.

Devlet zoru ile bu gibi diziler yayınlayan kanallara baskı uygulanması mümkün olmadığı gibi , baskı uygulansa dahi bu dizileri izlemek talebinde bulunanlar için bu tür baskılar, daha başka yollarla bu gibi dizilerin izlenmesi yolunu açacaktır. "Zorla güzellik olmaz" atasözünün gereğince , bu iş insanları şuurlandırma yolu ile yapılabilir.

Çağdaş firavunların biz Müslümanlar üzerinde yapmak istediği ifsadı , ve bu ifsadın en önemli ayağı olan tv dizilerinin aile kurumu üzerinde yaptığı olumsuz etkiyi anlamak ve anlatmak her kişinin görevi olmalıdır. 

Bu dizilerin yayınlanmasında en büyük desteği seyirci kitlesinin sağladığı malumdur. İnsanlarda, bu diziler ile oluşturulmaya çalışılan yıkım konusunda farkındalık yaratılmaya çalışıldığı zaman, bu dizilerin izleyicileri azalarak , yapımcılar tarafından bu gibi dizilerin artık seyirci tarafından kabul görmediği gerekçesi ile , zinayı konu almayan başka diziler yayına konulmak zorunda kalınacaktır.  

Allah (c.c) ye iman duygusundan yoksun olarak insanların yönetimine talip olanların yer yüzünde yaptıkları en önemli ifsad ekini ve NESLİ yok etmeye çalışmak olmuştur (Bakara s. 205). 

Nesli yok etmek için çalışan çağdaş firavunlar , bu yok etme işlemini savaşlar dahil olmak üzere bir çok şekilde gerçekleştirmek yoluna gitmektedirler. Bu şeytanların marifeti ile çıkarılan savaşlarda milyonlarca insan ölmüş ve ekin olarak ifade edilen doğal denge mahvolmuştur. 

Elbette bu firavunlarda geçmişte yaşayan firavun misali dünya hayatlarında zillete uğrayarak helak olacaklardır. Ancak onların helak olması gökten meleklerin inmesini beklemek ile değil , biz iman edenlerin elleri ile olacaktır. Onların malları , servetleri , sahip oldukları güçler bizleri hiç bir zaman korkuya düşürmemelidir. 

Özellikle kıssa yollu anlatımlarda , nice az topluluğun çok topluluğa galip gelmiş olması , çokluğun her zaman para etmediğini göstermektedir. Bizler imanımız gereği Musa misali firavunların karşısına dikildiğimiz zaman , onlar için tehlike çanları çalmaya başlamış demektir.

Sonuç olarak ; Firavun karakteri Musa (a.s) kıssasında yaşamış ve denizde boğulması ile kökü kesilmiş bir karakter değildir. Bu karakter kıyamete kadar yaşayacak bir tip olup yaşadığımız dünyada da kol gezmektedir. 

Çağdaş firavunlar, geçmişte yaşamış yaşayan firavundan daha zalim ve daha acımasız olup , tüm dünyaya hakim olmak ve dünyayı kendileri yönetmek gibi bir projeleri bulunmaktadır. "Yeni dünya düzeni" adı verilen bu projenin en büyük amacı, dünyanın kaderini elinde tutan 13 ailenin mutluluğuna dayalı bir düzendir. 

Bu aileler kendi sadece kendi ailelerinin mutluluğu için , böl -parçala - yönet taktiğini uygulayarak , kendi dışındaki insan hayatlarını hiçe saymakta ve  bir toplumu oluşturan en küçük birim olan aileyi çökertmek için çeşitli planlar yapmaktadırlar. Bu firavunlar şeytani emellerine ulaşmak için kadim bir yol olan büyü ve sihri kullanmaktadırlar. 

Zamanımızda kullanılan büyü ve sihir ise görsel medyanın kullanılarak insanların şuur altlarına girilmesi ve onlara firavunların istediği mesajın verilmesidir.

Bu çökertme planlarının bir ayağı , zinayı ve aile kurumunun dağılmasını esas alan senaryolara sahip olan tv dizileri ile yapılmaktadır. Bu türden dizilerin yayınının çoğalması sonucunda , Türkiye genelinde büyük bir toplumsal sorun haline gelen aile dağılması ve ahlaki yozlaşmanın çoğaldığı herkesin malumudur. 

Bu diziler , en büyük desteği seyirci kitlesinden aldığı için , seyirci desteğinin kesilmesi bu dizilerin sonunu getirecektir. Bu desteğin kesilmesi ise , bizlerin bu dizilerin sanıldığı kadar masum olmadığı , bu dizilerin yayınlanmasının altında yatan en büyük sebebin yeni dünya düzeninin oluşturulmasına yönelik şeytani emeller olduğu herkes tarafından bilinmesi gerekmektedir.

4 Eylül 2016 Pazar

KREDİ KARTLARI : Çağdaş İnsanın Maruz Kaldığı Yeni Helak Biçimi

Kur'an; kıssa yollu anlatımları ile geçmişte yaşamış bazı kavimlerin işledikleri suçlar sebebi ile helak edildiklerini bildirmektedir. Kur'an'ın haber verdiği bu helak olaylarını masal tadında okuyan bir kısım insan, helak olayının devam eden bir süreç olup olmadığı noktasında yapılan tartışmalar ile vaktini geçirerek, bu olayların değişmez toplumsal yasaların bir sonucu olduğu ve bu sürecin Kur'an tarafından beyan edilen aynı suçların işlendiği takdirde kıyamete kadar devam eden bir süreç olduğunu maalesef fark edememektedir.

Öncelikle şunu hatırlatmak isteriz ki; Kur'an kıssalarını okuyanlar, okudukları kıssalarda anlatılan helak olaylarını, sadece o kavme ve o zamana has olaylar olarak değil, "Sünnetullah" adı verilen toplumsal yasaların bir gereği olarak meydana geldiğini ve bu yasaların değişmezliği dikkate alındığında, günümüzde de her an yaşanabilecek olaylar olduğu bilinci içinde okumaları gerekmektedir.

Bu bilinç içinde okunan kıssalar ibret alınacak kıssalar haline gelerek, helak edilen kavimlerin başlarına gelen helak sebebinin aynısının, bizler tarafından hayata geçirilmemesi gerektiği düşüncesi insanlarda hakim olacaktır.

Kavimlerin dünya hayatı içinde yıkıma uğraması, onların kendilerine Allah(c.c) tarafından yüklenmiş olan hayat sistemini icra etmeyerek, başkaları tarafından empoze edilen hayat sistemini yaşama geçirmeleri sebebiyledir. Bu nokta dikkate alındığında, Allah(c.c) dışındaki yaşam sistemi belirleyicileri tarafından insana empoze edilen bütün sistemler yıkıma uğramaya, dolayısı ile bu sistemleri hayatlarına geçirenler de yıkıma uğramaya MAHKUMDUR.

Faize dayalı bir yaşam, Allah(c.c) tarafından yasaklanan bir sistem olup, bu sistemi hayatlarına geçiren kişi ve bu kişilerin oluşturduğu toplumlar, faizin sebep olduğu ekonomik ve sosyal yıkımlar sebebi ile helak olmaya mahkumdur.

Helak devam eden bir süreç olduğuna göre, yaşadığımız dünya insanını tehdit eden helak biçimlerinden bir tanesi de harcamalarında orta yolu tutmalarına engel olan ve özellikle kapitalist sistemin baş aktörü faiz yuvaları olan bankalar tarafından neredeyse zorla verilen kredi kartlarının sebep olduğu helaka dikkat çekmek istiyoruz.

[007.031] Ey Ademoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.

[017.026-27] Yakınına, düşküne, yolcuya hakkını ver; elindekileri saçıp savurma. Saçıp savuranlar, şüphesiz şeytanlarla kardeş olmuş olurlar; şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.
[017.029] Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın.

Yukarıdaki ayet mealleri, toplumun çekirdeğini oluşturan bireylerin yaşamları içinde ve bireylerin oluşturduğu toplumların yönetilmesinde nasıl hareket edilmesi gerektiğini öğreten ayetlerdendir.

İnsanlar kazandıklarından fazlasını harcadıkları takdirde veya harcamaları gerektiği halde harcama yapmadıkları takdirde, yaşamın gereği olan orta yoldan sapmanın getirdiği toplumsal yasa devreye girerek insanlar dara düşmekte ve sonuçta bir nevi helaka uğramaktadırlar.

Yaşadığımız ülke bazında olaya baktığımızda, cimrilik değil israfın daha revaçta olduğu ve bu israfın en önemli aktörünün BANKALAR ve onlar tarafından kredi ve kredi kartları yolu ile tüketime zorlanan, sabit ve dar gelirli kesim olduğu görülmektedir.

Yaşadığımız ülkede hakim olan kapitalist sistemin en önemli sloganı "Harcamak, daha çok harcamak"tır. Cebinde parası olan ve harcama gücü fazla olan elit bir kesim için sorun olmayan bu sistemde en büyük zararı; sabit ve dar gelirli kimseler görmektedir.

Cebinde fazla parası olmayan fakat çeşitli algı yöntemleri ile ihtiyacı olmadığı halde "Bu ürün senin ihtiyacın, bunu mutlaka almalısın" şeklinde çağdaş bir sihir yöntemi olan REKLAMLAR ile yapılan sihire tav olan insanların imdadına(!) bankalar "Hızır" misali(!) yetişerek, o ürünü elde etmesini sağlamaktadırlar. 

Bankalar bu Hızırlığı(!) (aslında muzurluğu) tabi ki babalarının hayrına yapmamaktadırlar. Çok cazip şekillerde halka sundukları TÜKETİCİ KREDİLERİ ve KREDİ KARTLARI ile insanları gırtlaklarına kadar borçlandırarak, onları iliklerine kadar sömürmektedirler.

Faizle aldığı bu borcu sanki bedava para gibi gören kişiler, bu parayı kısa bir süre içinde harcayarak aylar ve yıllar süren zaman içinde ödemeye mahkum kalmaktadır. Üç günlük zevklerini tatmin için yıllarca borç ödemeyi göze bir insan tipi meydana gelmiş olması, yaşadığımız dünyayı karanlığa sürükleyen en büyük etkenlerden birisidir. Çünkü bu borcu ödeyemedikleri takdirde her türlü yanlışı yapabilecek bir potansiyele sahip olan insandan daha tehlikeli bir varlık yoktur.

Kredi kartları ile ilgili yapılan reklamlara baktığımızda; bu kartlara sahip olmayanlar sanki ezik bir durumda bir kimse, bu kart ile yapılan harcamalar sanki bedava gibi bir imaj çizilmekte, cebinde en az bir adet kredi kartı olmayan insan taş devri insanıymış gibi bir his oluşturularak insanlar kredi kartı sahibi olmaya teşvik edilmektedirler.

Bu karta sahip olan insanların bir çoğu, bu kart ile sahip olunan ürünleri zamanı gelince sanki kendisi ödemeyecekmiş gibi bir hisse kapılarak çılgınca alışveriş yapmakta, ödeme zamanı geldiğinde ise bu borcu nasıl ödeyeceklerini kara kara düşünmektedirler. Türkiye genelinde kredi kartı borcundan dolayı icra takibine düşen kimselerin sayısını araştırdığımızda bu söylediğimiz daha kolay anlaşılacaktır.

Gözlerini para kazanma hırsı bürümüş olan bankaların, dini bayramları dahi kullanarak "Geleneksel bayram kredisi" adı altında verdikleri faizli krediler ile insanları tatile göndermeleri veya Kurban Bayramları'nda verdikleri "Kurban bayramı kredileri" ile İslam'ın HARAM kıldığı faiz ile, İslam'ın bir rüknü olan kurban kesmeyi bir araya getirmiş olmaları "Şeytanın bile aklına gelmez" dedirtecek kadar akıl almaz ve ŞEYTANCA bir oyundur.

Allah(c.c)'ye yakın olmak için kurban kesmek isteyenlerin, bu kurbanı O'nun tarafından haram kılınmış bir yolla elde etmeye teşvik edilmesi, kapitalist sistemin çarklarının ne kadar acımasız, zalim ve canavarca olduğunun açık bir göstergesidir.

Şurası hatırdan çıkarılmamalıdır ki, kişilerin eğer kurban kesebilecek kadar parası yoksa, bu kişiye zaten kurban mecburiyeti yoktur (kurban kesmenin vacip olduğu fıkhi bir hüküm olup ayrı bir tartışma konusudur). Kendisine kurban kesmek mecburiyeti olmadığı halde, kredi yolu ile kurban parası temin ederek kurban kesmeye çalışmak; kişiyi günaha sokmaktan başka bir işe yaramayacaktır.

Kapitalist sistemin bankalar ve onlar tarafından verilen krediler ve kredi kartlarının insanları nasıl bir hale getirdiği, her gün gazete ve TV haberlerinin baş köşelerini süslemektedir.

Bu haberlere konu olmamak için yapılması gerekenler ne olmalıdır?

Öncelikle kişiler ekonomik olarak gelir-gider dengesini gözeten bir hayat üzere yaşamak zorundadırlar. Gideri, gelirinden fazla olan bireyler, zaman içinde iflas etmeye mahkum olmaktan kurtulamayacaklardır. Bu durum ise kişilerin HELAK olması anlamına gelecektir.

Arabası olduğu halde başkasının arabasından daha düşük modelli olduğu için borç alarak arabasını değiştirmeye kalkan, telefonu olduğu halde daha üst model almak için borç ile telefon alan, kendilerinden daha üst gelir seviyesine sahip olan insanlara özenerek onlar gibi yaşamak için borç altına giren insanların sonları; borç batağına girerek iflas etmeleri değişmez bir ekonomik yasadır.

Geliri kadar harcamak veya harcadığından fazlasını kazanmak, kişilerin dikkate alması gereken önemli bir yaşam prensibi olmalıdır. Bu prensip ile yaşanan hayatlarda ekonomik sıkıntılar ve bu sıkıntıların meydana getirdiği sosyal sıkıntılar en aza inecek, hatta yok olacaktır.

Gelir-gider dengesinin önemini dikkate alan bir yaşam sürenleri dahi bekleyen en büyük tehlike; çağdaş sihir yolu olan reklamlar yolu ile suni ihtiyaçlar ortaya çıkarılmasıdır.

Medya yayın organları vasıtası ile oluşturulan algı operasyonları ile "İşte bu senin ihtiyacın, bunu mutlaka almalısın." şeklinde empoze edilen sihre aldanan insanlar, bütçelerini zorlayarak o ürüne sahip olmayı kendilerine bir vazife olarak görmeye başladıkları an tehlike çanları çalmaya başlamış demektir. İpin ucunu kaçıran bir bütçeye sahip olan bireyler, ipin ucunu tekrar yakalayamadıkları sürece helaka mahkum olarak yaşamaya devam edecektir.

Faizin "Haram" olduğu gerekçesi ile bankalardan kredi almaktan imtina eden Müslümanların bir çoğu, o bankaların verdikleri kredi kartlarını cüzdanlarının en nadide yerlerinde taşıyarak dolaylı olarak faize destek vermekte, kart borcunu zamanında ödememekten dolayı düştüğü faiz batağını birçok Müslüman sıradan bir olay olarak görmektedir. Bu durum biz Müslümanları, günaha karşı bir yatkınlık meydana getirmesi bakımından büyük bir tehlikedir.

Kredi kartı ile yapılan alışveriş, genelde kişilerin cebinde karşılığı olmayan bir paranın harcanması demektir. Karşılığı olup da bu karşılığı kart ile ödeyen küçük bir kesim olsa bile, çoğunluktaki kişiler bir önceki ayın borcunu diğer aya devrederek yaşamaktadır. Türkiye geneline baktığımızda "Banka kredisi veya kredi kartı borcum yok" diyebilen kişi sayısı maalesef çok azdır. Bunun en başta gelen sebebi ise lüks ve israfa dayalı bir hayat tarzını, Müslüman olsa dahi içselleştirmiş olmaktır.

Halbuki "Ben Müslümanım" diyen bir kimsenin yapması ve yapmaması gereken bir takım kurallar kendisini bağlamakta olup, bu kurallardan belki de en önemlisi lüks ve israfa dayanMAyan bir hayat tarzı sürme gereğidir. Maaleseftir ki bu lüks ve israfın başını çekenlerin biz Müslümanlar olduğunu gördüğümüzde, inancımız ile yaşamımız arasında derin uçurum ortaya çıkmaktadır.

Lüks ve israf düşkünlüğü çağdaş dünya insanı için büyük bir tehlike olup, insanları ekonomik olarak batağa çeken bir durumdur. İnsanların lüks yaşamak için hırsızlık, fuhuş gibi yasaklanan fiilleri yapmaktan çekinmediği bir ülkenin sonu HELAK olmaktır. Bu helak yaşadığımız ülke için "Geliyorum" demektedir.

Belirli zamanlarda ülke genelinde yaşanan ekonomik sıkıntılar, aslında bu helakın ayak sesleri olarak görülmesi gerekmektedir. Belirli zamanlarda yaşanan ekonomik sıkıntılar insanları tedbir almaya yönelmesinin gereğini düşündürmesi açısından önemli işaretlerdir. Ancak sıkıntı anında aklı başına gelen insan, nankör tabiatının ortaya çıkması sonucunda sıkıntılardan kurtulduğunda geriye dönük bir öz eleştiri yaparak aynı hataya düşmemek yerine, eskisinden daha azgın hale gelerek geçmişteki yaşadığı sıkıntıları unutmaktadır.

Gazetelerin 3. sayfa haberlerine bir göz atıldığında; kredi kartı borcu yüzünden bunalıma girerek cinnet geçirenlerin, kredi kartı borcu ödemek için hırsızlık yapanların, kredi kartı borcu ödemek için fuhuş yapanların, lüks hayat uğruna her türlü ahlaksızlığı yapanların haberlerini her gün görmek mümkündür.

"Küresel güçler" adı verilen ve dünya genelinde bir elin parmakları kadar olan aile tarafından yönetilen yaşadığımız dünyada, bu güçlerin insan üzerinde oynadığı en büyük oyunlardan birisi; onları borçlu olarak yaşam sürmeye mahkum etmeleridir.

Daha çok kazanma temeline kurulu sistemlerinin yaşaması için sağmal inek mesabesinde olan insanlara ihtiyaç duyan bu güçler, çeşitli algı yöntemleri ile en büyük zillet olan borçlu yaşamayı sanki bir ihtiyaç ve normal bir hal gibi göstermektedirler. Dünyanın her tarafında sahip oldukları bankalar ile insanlara sundukları bu yaşamı onları kendilerine borçlandırarak gerçekleştiren bu şeytani güçler, bu yolla tüm dünyanın kanını emmektedirler.

Türkiye geneline baktığımızda; ülke içindeki bankaların bir çoğunun sahiplerinin yabancı veya yabancı ortaklı olması, faiz yolu ile ülkeleri batırmak isteyenlerin ülkemiz üzerinde oynadıkları oyunları açık ve net olarak göstermektedir. Çeşitli yollarla insanları tüketime alıştıran banka sahiplerinin dünya üzerindeki sayılı birkaç aile olduğu düşünüldüğünde, küresel güçlerin az gelişmiş ülkeler üzerinde nasıl oyunlar oynadığı da ortaya çıkmaktadır.

Türkiye genelindeki sahipleri yerli olan bankaların, kişilere kredi vermek için temin ettikleri parasal kaynak yine yurt dışındaki sahipleri birkaç kişi olan bankalardır. Türkiye'nin dış borcunun büyük bir kısmının bu yolla yurt dışındaki bankalardan alınmış borçlar olduğu düşünüldüğünde işin vehameti ortaya çıkmaktadır.

Türkiye'deki insanların, aldıkları borç ile üretime değil tüketime dayalı bir ekonomi oluşturduğunu düşündüğümüzde, küresel güçlerin isteği olan üretmeyen, dışarıdan ithal edilmiş olan malları borç para alarak tüketmeye çalışan ve bunun sonucunda her türlü yaptırımı uygulayabildikleri bir ülke portresini maalesef ülkemiz çizmektedir. 

Bugün "özelleştirme" adı ile ülkenin sahip olduğu önemli kaynakların yabancılar eline geçmesinin sebebi; üretemeyen bir ülkenin düştüğü borç batağının ve bu borçtan kurtulmak için varını yoğunu satan müflis tüccar zihniyetinin bir sonucudur.

Bu müstekbirlerin oyunlarının başlarına geçmesi, ancak insana Allah(c.c) tarafından önerilen lüks ve israfa dayanmayan yaşam sisteminin hayata geçirilmesi ile mümkün olacaktır.

Kredi kartları yolu ile sağlanmaya çalışılan tüketim ekonomisi, kişisel bazdan başlayarak ülkeleri ekonomik çöküşe götüren yolun başlangıcı olması itibarı ile kullanımı toptan iptal edilmesi, yaşadığımız kapitalist sistemin gereği olarak belki mümkün olmayabilir ancak insanların cebinde dolaşan bir bomba haline gelmesine engel olmak yöneticilerin önemli bir görevidir.

Sonuç olarak; Türkiye geneline baktığımızda kredi kartları insanların cebinde gezdirdiği saatli bir bomba haline gelmiştir. Bankalar tarafından cazip reklamlarla empoze edilen bu kartlara sahip olmak birçok kişi için elitlik ve farklılık sembolü olarak görülmektedir. Ancak bu kartları taşıyanlar, bu kartların sahip olduğu bankalar tarafından sağılacak bir inek olarak görülmektedir.

Karşılığı olmayan paranın harcanarak insanların borçlu durumuna düşürülmeleri ve bu borcu ödemeleri için her türlü yanlışı yapabilecek duruma gelmeleri, küresel güçlerin en büyük oyunlarından birisidir.

Allah(c.c)'nin insanlığa önerdiği sistem; lüks ve israfa dayanmayan, dolayısı ile insanları birbiri ile yarışır bir hale getirmeyen ve bunun sonucunda onların borç batağına girerek helak olmalarına sebebiyet vermeyen bir sistemdir.

Helak dediğimiz olay; insanların dünya hayatında elleri ile yapmakta oldukları yüzünden meydana gelen değişmez yasalar olup, bu yasalar ekonomik hayatın gereğini yerine getirmemekten ötürü bireyler ve devletler bazında da her zaman gerçekleşecektir. Bize düşen görev; bu tür bir helaka uğramamak için bize verilen görevleri yerine getirmek olmalıdır.

Şurası asla hatırdan çıkarılmamalıdır ki; bir ülkenin geleceği, o ülkeyi oluşturan bireylerin ekonomik açıdan lüks ve israfa dayanmayan bir hayat sürmeleri ile yakından alakalıdır. Lüks ve israf içinde yaşayan bir toplum, borç batağından asla kurtulamaz ve geleceği her zaman küresel güçlerin ipoteği elinin altında kalmaya mahkumdur.

22 Ağustos 2016 Pazartesi

Enfal s. 1. Ayeti İle, 41. Ayeti Arasında Çelişki Var mı ?

Elimizde olan Kur'an çevirilerinde yapılan önemli bir eksikliklerden bir tanesi , aynı konu ile ilgili ayetlerin birbiri ile ilişkisinin yapılan çeviride kurulamaması neticesinde, dikkatli bir okuyucunun gözüne takılarak, ayetler arasında bir çelişki olabileceği yönünde bir şüpheye düşmesine neden olunmasıdır. 

Hele bu okuyucu, bu kitabı Kur'an ayetleri arasında çelişki bulmak amacı ile okuyor ise, mal bulmuş mağribi gibi sevinerek , Arşimet misali "Buldum Buldum" diye bağırarak, kendisini sokaklara bile atabilmektedir. Dinini Kur'andan öğrenmek için yeni yeni Kur'an meali okuyan bir kimsenin ise , ayetler arasında nasıl bir bağ kurulabileceği noktasında, tereddüte düşmesi kuvvetli bir ihtimaldir. 

Kur'an çevirisi yapmaya soyunan kimselerin bu noktaya dikkat etmesinin önemini tekrar hatırlatarak , bazılarının kafasında istifhama neden olan iki ayeti konu ederek , söylemek istediklerimizin daha kolay anlaşılmasını sağlamaya çalışalım.

Enfal s. 1. ayetinin metni ve metne sadık kalarak yapılan bir kaç çeviri örneği şöyledir; 

يَسْأَلُونَكَ عَنِ الأَنفَالِ قُلِ الأَنفَالُ لِلّهِ وَالرَّسُولِ فَاتَّقُواْ اللّهَ وَأَصْلِحُواْ ذَاتَ بِيْنِكُمْ وَأَطِيعُواْ اللّهَ وَرَسُولَهُ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ

Bayraktar Bayraklı :
Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: “Ganimetler Allah ve Peygamberi’ne aittir. O halde Allah’tan sakınınız, aranızda barış ve esenliği sağlayınız. Eğer müminler iseniz, Allah ve Rasûlü’ne itaat ediniz.”

Edip Yüksel :
Savaş ganimetleri hakkında senden soruyorlar. De ki: 'Ganimetler, ALLAH'ın ve elçisinindir.' ALLAH'ı dinleyin, aranızı düzeltin. İnanıyorsanız, ALLAH'a ve elçisine uyun.

Muhammed Esed :
Sana ganimetler hakkında soracaklar. De ki: "Bütün ganimetler Allaha ve Onun Elçisine aittir" Öyleyse, Allahtan yana bilinç ve duyarlık içinde olun; aranızda kardeşlik bağlarınızı canlı tutun;Allaha ve Onun Elçisine karşı duyarlık gösterin, eğer (gerçekten) inanan kimselerseniz!

Süleyman Ateş :
Sana ganimetlerden sorarlar; de ki: "Ganimetler, Allâh'ın ve Elçi(si)nindir. Siz, (gerçekten) inananlar iseniz, Allah'tan korkun, aranızı düzeltin, Allah'a ve Elçisine itâ'at edin!"

Şaban Piriş :
Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: -Ganimetler, Allah’a ve Elçisi'ne aittir. Allah’tan korkun, aranızı düzeltin. Eğer mümin iseniz Allah’a ve Elçisi'ne itaat ediniz.

Ömer Nasuhi Bilmen :
Sana ganîmetlerden soruyorlar. De ki: «Ganîmetler Allah Teâlâ'ya ve Peygamber'e aittir. Artık Allah Teâlâ'dan korkunuz. Aranızdaki hâli düzeltiniz ve Allah Teâlâ'ya ve Resûlüne itaat ediniz, eğer mü'min kimseler iseniz.»

Yukarıdaki Enfal s. 1. ayetinin yapılmış çeviri örneklerine baktığımızda, "Yanlış" olarak nitelenebilecek bir çeviri hatası bulunmamaktadır. Yapılan çeviriler, metne sadık kalarak yapılmış çevirilerdir. Ancak aynı surenin 41. ayetine baktığımızda , bu tür çevirilerin yapıldığı Kur'an meallerini okuyan kimselerin kafalarında soru işareti oluşması kaçınılmazdır. 

وَاعْلَمُواْ أَنَّمَا غَنِمْتُم مِّن شَيْءٍ فَأَنَّ لِلّهِ خُمُسَهُ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ إِن كُنتُمْ آمَنتُمْ بِاللّهِ وَمَا أَنزَلْنَا عَلَى عَبْدِنَا يَوْمَ الْفُرْقَانِ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

[008.041]  Eğer Allah'a ve hakkı batıldan ayıran o günde, iki topluluğun karşılaştığı günde kulumuza indirdiğimize inanıyorsanız, bilin ki, ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah'ın, Resulunun ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır. Allah her şeye Kadir'dir.

Enfal s. 1. ayetinin yukarıda vermiş olduğumuz türden çevirileri ile aynı surenin 41. ayetini okuyan bir kısım insan "Bir ayette ganimetler Allah ve Resulünündür, bir ayette ise beşte biri Allah ve Resulünündür deniliyor" şeklinde bir düşünce içine girerek, bu müşkül durumun nasıl giderilebileceği yönündeki sorunun cevabını arayacaktır.

İndirdiği kitap'ta asla çelişki olmadığını (4. 82) beyan eden Rabbimiz, bize yalan söylemeyeceğine göre , bu kitap içinde çelişki olduğunu iddia etmek , Allah (c.c) ye iftira etmek anlamına gelecek , asıl çelişkinin bu ayetler arasındaki anlam bağını kurmamakta ısrar edenlerde olduğu görülecektir. 

Enfal s. 41. ayetine baktığımızda, ayetin savaş ganimetlerinin dağılımı hakkında bir HÜKÜM beyan ettiğini görmekteyiz. O halde Enfal suresi 1. ayetine öyle bir anlam verilmelidir ki , 41. ayet ile bağdaşsın ve herhangi bir müşkilata mahal vermesin.

Enfal s. 41. ayeti , ganimet dağılımı konusunda HÜKÜM beyan ettiğine göre , aynı surenin 1. ayeti ganimet dağılımı konusunda kimin yetki sahibi olduğunu beyan eden bir anlam dahilinde çeviri yapılması gerekmektedir. 

Buna göre Enfal s. 1. ayetine bu noktaya işaret eden bir parantez açılarak, okuyucunun kafasında herhangi bir istifham oluşmasına engel olunabilir.

Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: Ganimetler (HAKKINDA HÜKÜM VERMEKAllah ve Peygamber'e aittir. O halde siz  müminler iseniz Allah'tan sakının, aranızı ıslah edin, Allah ve Resûlüne itaat edin.

Enfal s. 1. ayetine doğru anlam vermek için , aynı surenin 41. ayeti dikkate alınmalı ve bazı okuyucuların kafasında oluşabilecek herhangi bir istifhama meydan verilmemelidir.

Bağlam dikkate alınarak yapılmış bir kaç çeviri örneği vermek gerekirse şu çevirileri verebiliriz ;

Ali Fikri Yavuz :
(Ey Rasûlüm), sana harb ganimetlerinin kime âit olduğunu soruyorlar. De ki: “- Bu ganimetlerin taksimi, Allah’a ve Rasûlüne aittir. Onun için, siz gerçekten müminseniz Allah’dan korkun ve birbirinizle aranızı düzeltin (geçimsizlik yapmayın), Allah’a ve Rasûlüne itaat edin.”

Elmalılı Hamdi Yazır :
Sana ganimetlerin taksiminden soruyorlar, de ki ganimetlerin taksimi Allaha ve Resulüne aid, onun için siz gerçekten mü'minlerseniz Allahdan korkun da biribirinizle aranızı düzeltin, Allaha ve Resulüne ıtaat edin

Hasan Basri Çantay :
(Habîbim) sana harb ganimetleri (nin hükmünü) sorarlar. De ki: «(Bu) ganimetler Allahın ve Resûlünündür. O halele (tam) mü'minlerseniz Allahdan korkun, (ihtilâfa düşmeyib) aranızı düzeltin, Allaha ve peygamberine İtaat edin.

Sonuç olarak ; Kur'an çevirilerinde önemli bir sorun olarak ortaya çıkan konu bütünlüğü gözetilmeden yapılan çevirilerde bazı okuyucuların kafalarında bazı istifhamlar oluşmaktadır. Kur'an çevirisi yapmaya soyunanların konu bütünlüğünü dikkate alan çeviriler yapamaması onların Kur'ana yeteri kadar hakim olamadıklarınının göstergesidir. 

Parantezli mealler her ne kadar bazı yerlerde çeviren kimsenin kafasındaki ön kabulü yansıtması açısından sakıncalı olarak görülmüş olsa da , bazı yerlerde okuyucuların kafasındaki istifhamların giderilmesi için gerekli olduğunu söyleyebiliriz. 

Enfal s. 1. ve 41. ayetleri arasında konu bütünlüğünün dikkate alınarak anlam verilmesi araya 41. ayetin anlamı dikkate alınan bir parantez açılarak sağlanabilir.

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

21 Ağustos 2016 Pazar

Yusuf Kıssasını İlk Muhatapların Gözü İle Okumak

"Resullerin başlarından geçenlerden sana anlattığımız her şey, senin gönlünü pekiştirmemizi sağlar; sana bu belgelerle gerçek, inananlara da öğüt ve hatırlatma gelmiştir."

HUD Suresi 120. ayetin meali olan yukarıdaki cümleler, Kur'an içinde önemli bir yer tutan kıssaların amacını anlatmaktadır. Kur'an'ın ilk muhatabı olması hasebiyle, okunan bütün kıssalar, öncelikle Muhammed(a.s)'a ve onunla birlikte olanlara hitap etmekte, sonra ise bu kitaba muhatap olan tüm iman edenlere hitap etmektedir.

Kur'an kıssalarının ortak yönünü kısaca özetleyecek olursak; bu anlatımlarda önce çıkan en önemli hususlardan birisi, Muhammed(a.s) ve iman edenlerin içinde bulunduğu sıkıntılı durumun bir benzerini, kendisinden önceki elçiler ve o elçilere iman edenlerin de yaşamış olduğu, yaşanmış olan bu sıkıntılara sabretmenin sonucunda zafere erişilmiş olduğu hatırlatması yapılarak, başarının çekilen sıkıntılara göğüs germenin sonucunda geldiği, önceki elçilerin kıssaları ile gerçek yaşanmışlıklar üzerinden gösterilmesidir.

Yusuf kıssası da, Muhammed(a.s)'a anlatılan ve Yusuf(a.s)'ın çektiği sıkıntılara nasıl göğüs gerdiği anlatılarak, "Mutlu Son" olarak nitelenebilecek sona nasıl kavuştuğu ve bu anlatımlardan öncelikle, Muhammed(a.s) ve onunla birlikte olanların, sonra da kıyamete kadar gelecek olan bütün muhatapların hisse alması istenen bir kıssadır.

Yazımızın konusu; bu kıssayı ilk muhatapların gözü ile okumaya çalışmak ve Yusuf(a.s)'ın başına gelen sıkıntıları, Muhammed(a.s)'ın nasıl okumuş olabileceği ve onun başına gelenlerden kendisi için ne gibi ibretler çıkarmış olabileceği yönünde olacaktır.

Bu kıssayı Muhammed(a.s)'ın gözünden okumaya çalışmaktaki düşüncemiz "Bu kıssayı illaki bu şekilde okumuştur" şeklinde bir iddia taşımadığını önemle hatırlatmak isteriz. Biz Yusuf(a.s)'ın yaşamış olduğu bazı sıkıntıları ve olayları onun nasıl algıladığı, hayatında nasıl uyguladığı, "Mutlu Son" (Mekke)'ye nasıl ulaştığını anlamaya çalışacağız.

Yusuf(a.s)'ın başına gelen ilk sıkıntı; kardeşleri tarafından kuyuya atılmasıdır. Onun, kardeşleri tarafından kuyuya atılmasını, Muhammed(a.s)'ın Mekkeliler tarafından ona iman edilmeyerek yalnız bırakılması ve ona düşmanlık yapılması ile bir paralellik kurabiliriz.

Kardeşleri tarafından kuyuya atılan Yusuf'a, o kuyudan kurtulacağının ilham edilmiş olmasını (YUSUF Suresi 15), Mekkeliler tarafından iman edilmemek sureti ile yalnız bırakılmış olmasını, Muhammed(a.s)'ın da bir nevi kuyuya atılmış olarak okuduğumuzda, Yusuf'un kuyudan kurtulacağının ilham (vahy) edilmiş olmasını, Muhammed(a.s)'ın da kuyudan yani içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtularak, kendisine bu kötülüğü reva görenler ile ileride muzaffer bir kumandan olarak karşı karşıya geleceğinin haber edilmiş olduğunu okuyabiliriz.

Muhammed(a.s) elbette bu haberi, gaybi bir haber veya bir mucize beklentisi içinde değil, sebep-sonuç yasalarına yani Allah(c.c)'nin yardım yasalarına uygun bir biçimde hareket ederek okumuş ve yardım yasalarının gereğini yerine getirerek, aynı surenin 110. ayetinde bildirilen sona ulaşmıştır.

Kuyudan kurtulan Yusuf, az bir pahaya saraya satıldıktan sonra, sarayda yetiştirilmiş ve ergenlik çağına gelince vezirin karısı tarafından kendisine yapılan ahlaksız bir teklif ile karşı karşıya gelmiştir (YUSUF Suresi 23-24). Bu teklif karşısında bir an yalpalar bir hale gelmiş olsa da, kabul edeceği teklifin ona getireceği bir anlık geçici mutluluk ile sonrasında ona getireceği zararı hesap ederek, zararı yararından daha fazla olan zinayı terk etmiştir.

İSRA Suresi içinde, Muhammed(a.s)'ın da neredeyse yalpalayacak hale gelmesi ve toparlanması anlatılmaktadır.

[017.073] Ve onlar az kalsın sana vahyettiğimiz şeyden başkasını Bize iftira edesin diye seni fitneye düşüreceklerdi. O zaman seni elbette dost edineceklerdi
[017.074] Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, nerdeyse sen onlara birazcık meyledecektin.
[017.075] O takdirde de hem hayatın, hem de ölümün acısını sana kat kat tattırırdık. Sonra Bize karşı hiçbir yardımcı da bulamazdın.

Görevi gereği Mekkeli müşriklerle ilişkileri devam eden Muhammed(a.s)'a, müşrikler tarafından görevinden sapmasını sağlayacak bir takım iğvalarda bulunulmaktaydı. Müşriklerin bu iğvaları, neredeyse Muhammed(a.s)'ı görevinden saptırabilecek hale gelmişti. Özellikle ilk inen surelerde kendisine tebliğ sürecinde nasıl bir yol izlemesi gerektiğini öğreten ayetleri harfi harfine uygulaması neticesinde, müşrikler tarafından kendisine yapılan teklifleri, onu yolundan çevirerek Allah(c.c) indinde büyük bir azaba sokacağı için red etmiştir.

İşte böyle bir durumda olan Muhammed(a.s)'a okunan Yusuf kıssası içinde, Yusuf'a yapılan ahlaksız teklifi red etmesi neticesinde, belki ilk anda bu teklifi red etmesi yüzünden başına gelen hapis hayatına razı olarak, feraset sahibi bir kimsenin yapması gereken ileri görüşlülüğünün meyvelerini ilerideki yaşamında nasıl aldığı yaşanmış örnek üzerinden gösterilerek, aynı yolu izlemesinin kendisine neler kazandıracağı Muhammed(a.s) ve onunla birlikte olanlara öğretilmektedir.

Yusuf(a.s)'a yapılan ahlaksız teklifi güncelleştirerek okuyacak olursak şunları söyleyebiliriz;

Bugün Müslümanlar olarak İslam adına yapılan mücadele metodu, nebevi metoda uygun bir şekilde yürütülmemektedir. Yusuf(a.s)'a yapılan ahlaksız teklifi, bugün Müslümanlara karşı uygulanan pasifize etme metodu olarak da okumak mümkündür. Müslümanlara karşı yapılan bir takım iyileştirmeler, onları mücadele yolunda pasifize etmeye yönelik bir işleve sahiptir. İlk bakışta bu iyileştirmeler faydalı gibi görünmüş olsa da, nebevi metodun terk edilmesini sağladığı için ileri zamanlarda bizlerin aleyhine bir duruma dönüşmesi kuvvetli bir ihtimal dahilindedir.

Yusuf(a.s)'a yapılan ahlaksız teklifin onun tarafından ret edilmiş olmasının bize dönük örnekliklerinden bir tanesi; uzun vadeli hesaplar yapılması gerektiği, kısa vadeli hesaplar yapılmaması, bugün ilk bakışta faydası olan bir şeyin, ilerisi için zarar getirebileceğinin hesap edilmesine yönelik mesajlar olarak okuyabiliriz.

Yusuf(a.s)'ın hapishanede, arkadaşlarına yapmış olduğu konuşma (YUSUF Suresi 37-40), hangi şart altında olursa olsun her fırsatta tebliğe devam edilmesi gerektiğini öğretmektedir. Yusuf(a.s) hapishaneye girmiş olduğu halde içinde bulunduğu duruma aldırış etmeyerek, arkadaşlarına tebliğ etmiş olması, Muhammed(a.s)'ın da içinde bulunduğu şartlara aldırış etmeden tebliğe devam etmesi gerektiğini öğretmektedir.

Muhammed(a.s)'ın içinde bulunduğu zor şartlar, onun tebliğ görevine devam etmesi noktasında, onun bir nebze de olsa atalete düşmesine sebep olabilirdi. Yusuf kıssası içinde anlatılan hapishane arkadaşları ile olan konuşma sahnesinde, Yusuf'un içinde bulunduğu zor şartları hiçe sayarak arkadaşlarına tebliğde bulunması Muhammed(a.s) için yol gösterici bir niteliğe sahiptir. Bu yol göstericilik sadece ona mahsus bir durum olmayıp, aynı zamanda tüm zamanları kapsayıcı bir mesaj ihtiva etmektedir.

Muhammed(a.s)'a okunan kıssa içindeki hapishane arkadaşları ile olan konuşmalar, onun hangi şartlar içinde olursa olsun göreve devam etmesi konusunda ibret almasını sağlayan bir anlatım olmuştur.

[023.096] Kötülüğü en güzel olanla uzaklaştır; biz, onların nitelendiregeldiklerini en iyi bileniz.

[041.034] İyilik ve fenalık bir değildir. Ey inanan kişi: Sen, fenalığı en güzel şekilde sav; o zaman, seninle arasında düşmanlık bulunan kişinin yakın bir dost gibi olduğunu görürsün.

Yusuf'un kendisini kardeşlerine tanıtma sahnesi (YUSUF Suresi 90-92), bir kimsenin kendisine yapılan kötülüğe karşı nasıl bir davranış sergilemesi noktasında örneklik teşkil etmektedir. Kendisini öldürmek için kuyuya atan kardeşlerine, bu yaptıklarını en küçük bir ima ile dahi olsa yüzüne vurmayan Yusuf(a.s), yapmış olduğu bu hareket ile kardeşlerine karşı büyük bir alicenaplık örneği göstermiştir.

[048.024] O sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra, Mekke'nin içinde onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çekendir. Allah, yaptıklarınızı görendir.

Mekkenin fethi günü, kendisine ve inananlara dayanılmaz işkence ve zulümler yapan Mekkelilere karşı, bu yaptıklarını onların yüzüne vurmayarak onları af eden Muhammed(a.s)'ın, Mekkeliler'e karşı yaptığı bu alicenaplığa, Yusuf(a.s)'ın kardeşlerine karşı olan muamelesinin örneklik etmiş olduğunu söyleyebiliriz.

Kıssanın sonu bilindiği üzere "Mutlu Son" olarak niteleyebileceğimiz Yusuf(a.s)'ın ailesinden olan herkesin Mısır'a yerleşmesi ile son bulmaktadır (YUSUF Suresi 99). Aynı surenin 110. ayetinde "Nihayet resuller ümitlerini kesecek hale geldikleri ve kendilerinin yalancı çıkarılmış oldukları zannına kapıldıkları zaman, onlara yardımımız geldi ve dilediklerimiz kurtuluşa erdirildi. Suçlular topluluğundan ise azabımız geri çevrilmez." şeklindeki beyan, Allah(c.c)'nin yardım yasasının nasıl işlediğini Yusuf kıssası üzerinden bizlere göstermektedir.

Sonuç olarak; Kur'an kıssaları önceki yaşanmışlıkları göstererek, ilk muhatapların ve sonrakilerin, yaşadıkları hayat içinde nasıl bir yol izlemesi ve izlememesi gerektiğini öğreten anlatımlardır. Yusuf kıssası içinde yapılan anlatımlar, diğer kıssalarda olduğu öncelikle Muhammed(a.s) ve onunlar birlikte olanlara Yusuf(a.s)'ın başından geçenleri anlatarak, o anlatımlardan gerekli olan ibretleri almalarını sağlamıştır.

Kıssanın 110. ayetinin, kıssanın anlatılma amacını özetlediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Sünnetullah dediğimiz arz üzerinde cari olan yasalardan olan "Allah'ın yardımı" yasasının nasıl işlediği bu sure içinde Yusuf kıssası üzerinden gösterilmektedir.

Bu kıssanın anlatılış amacını en iyi kavrayan ve içselleştiren Muhammed(a.s) ve onunla birlikte olanlar, yıllarca süren sabırlı mücadele sonunda Mısır'a giden yolun nasıl açıldığını görerek, Mekke'ye giden yolun nasıl açılacağını öğrenmişler ve sabırlı bir mücadele sonunda başarıya ulaşmışlardır.

"Bu kıssa bize nasıl bir mesaj veriyor?" şeklindeki sorunun cevabı ise; "içinde bulunduğumuz her türlü zorluk ve sıkıntıların bizi yolumuzdan alıkoymaması, yürüdüğümüz yoldan bizi saptırmaması, tavizkar davranışlardan alıkoymasıdır" şeklinde verilebilir. 

EN DOĞRUSUNUN ALLAH (C.C) BİLİR.

15 Ağustos 2016 Pazartesi

TEVBE S. 31. Ayeti : Hahamları,Rahipleri,Hocaları,Meryem Oğlu İsa'yı ve Muhammed'i Rab Edinmek

Kur'anın ihtiva ettiği ayetlerin bazıları , önceki toplulukların yaptıkları bir takım yanlışlıkları anlatarak sonrakilerin, öncekiler tarafından yapılmış olan aynı hatalara düşmelerinin önüne geçmeyi hedeflemektedir. Kur'an okuyucuları şayet , okudukları ayetler içinde anlatılan geçmiştekilerin hatalarını, sadece onlara has olduğu düşüncesi ile okuyacak olursa , yapılan bu anlatımların amacı buhar olup havaya uçacak , okunan ayetler "geçmişlerin masalları" olarak  kalacaktır. 

Kur'anın Yahudi ve Hristiyanlar ile ilgili ayetleri , bu anlayış içinde okunması gereken ayetlerden olup , onların yaptıkları hataların aynısı, bugün biz Müslümanlar tarafından yapılmaktadır. Maalesef bizler, o topluluklar ile ilgili ayetleri, sadece onlara has bir durum olarak okuduğumuz için, gerekli ibretleri almaktan yoksun bir halde, ilgili ayetleri okumaya devam etmekteyiz. 

Yazımıza konu edeceğimiz Tevbe s. 31. ayeti, işte böyle bir ayet olup , ayet içinde bahsi geçen Yahudi ve Hristiyanlar tarafından yapılan hataların aynısı, bugün biz Müslümanlar tarafından yapılmaktadır. Kur'an kavramlarının içinin boşaltılmış olması nedeni ile, onların bazı insanları "Rab" olarak ittihaz etmelerinin ne anlama geldiği, biz Müslümanlar tarafından maalesef anlaşılamamış , aynı tehlikenin bizler içinde geçerli olduğu şuurundan yoksun milyonlarca Müslüman bugün hala başta Muhammed (a.s) olmak üzere , şeyhleri ve hocaları rab ittihaz etmektedirler. 

اتَّخَذُواْ أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ وَالْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا أُمِرُواْ إِلاَّ لِيَعْبُدُواْ إِلَهًا وَاحِدًا لاَّ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ

[009.031]  Onlar Allah'ın astında hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu İsa'yı rabler edindiler. Oysa onlara sadece tek ilaha, kendisinden başka ilah olmayan ve onların yakıştırma ortaklarından uzak olan Allah'a kulluk etmeleri emredilmişti.

Bu ayeti ilk okuduğumuz zaman, yapılan hatanın sadece Yahudi ve Hristiyanlar ile sınırlı olduğu , biz Müslümanların böyle bir hatanın içinde olduğumuz, bir çok kimsenin aklının ucundan dahi geçmeyecektir. Bu duruma sebep olan şey ise , Kur'anın odak kavramlarından olan "Rab" kavramının biz Müslümanlar tarafından doğru olarak kavranılmamış olmasıdır.

Bu ayetin nüzulü ile ilgili bilgilere baktığımızda , sahabe ve Muhammed (a.s) arasında geçtiği rivayet edilen bir konuşma bizlere ,  "Rab" kavramının Müslüman hayatında ifade etmesi gereken anlamı net olarak ortaya koymaktadır.

Muhammed (a.s) ın Tevbe s. 31. ayetini okuması üzerine , önceden Hristiyan olan Adiy Bin Hatim adlı sahabe, "Biz onlara ibadet etmiyorduk" şeklinde bir itirazda bulunur. Bu itiraz üzerine Muhammed (a.s) ın o sahabeye, bizlere de "Rab" kavramının anlamsal çerçevesini öğreten, " Onlar Allah'ın helal kıldığını haram , haram kıldığını helal kıldıkları takdirde onlara tabi olmuyor muydunuz?" sorusuna "Evet onlara tabi oluyorduk" şeklinde cevap verince, rahipleri rab olarak ittihaz etmenin ne anlama geldiği de ortaya daha net olarak çıkmış bulunmaktadır.

Kur'an öncesi Arapların günlük dillerinde kullandıkları "Rab" kelimesi, "Besleyen , büyüten , yetiştiren , ihtiyaçları karşılayan" anlamına sahip bir kelime olarak "Beytürrabbi" (Evin Reisi) anlamında yani , bir evin içindeki fertlerin sosyal , ekonomik ve ahlaki yönden sorumluluğunu üstlenmek anlamında kullanılmaktaydı. Rab, yani "Evin Reisi" olarak kabul edilen kişi , o evin içinde yaşayan kişilerin sorumluluğunu yüklenmekle , onlar üzerinde bir takım hak sahibi olma hakkına sahiptir. 

Allah (c.c) bu kelimeyi kendisi için "Rabbül Alemin" şeklinde kullanarak , yaratmış olduğu her şeyin üzerinde hak ve yetki sahibi olduğunu bizlere bildirmiş , rab olarak kendisinden başkasının kabul edilmemesini , böyle bir kabulün "Şirk" olduğunu , bu suçun cezasının ise ebedi cehennem olduğunu bizlere, kitabının bir çok yerinde haber vermiştir.

Tarih boyunca gönderdiği elçi ve kitaplar ile kendisinden başkalarını ilah ve rab olarak benimseyenleri uyarmış , uyarıları ret edenleri ise helak etmiştir. Bütün elçilerin sadece Allah (c.c) nin rab olarak kabul edilmesini ve ona göre bir hayat sürülmesi gerektiğini tebliğ etmelerine karşın , bu elçilerden sonra insanların bir çoğu değişik saiklerle ,doğru yoldan saparak şeytanın yoluna uymuş, ve onun dışında ilah ve rabler edinmişlerdir. 

Tevbe s. 31. ayeti , bu duruma işaret ederek , Yahudi ve Hristiyanların Hahamlarını , Rahiplerini ve Meryem oğlu İsa (a.s) ı Allah'ın dışında rabler edindiklerini haber vermektedir. 

Bu rab edinme durumu insan hayatında nasıl ve ne şekilde tezahür etmektedir?. 

Haham ve rahipler hiç kimseye "Bizler sizin rabbiniziz" şeklinde bir hitapta asla bulunmamıştır. Aksine bu kimseler, Allah adına insanlara nasihatta bulunduklarını iddia eden, ve sadece ona kul olunmasını söyleyen insanlardır. Asıl problem Haham ve Rahiplerin Allah'a kulluğa çağırmak adına, kendilerine kulluğa çağırmış olmalarındadır.

Kur'an tarafından eleştirilen bu insanlar, Allah adına konuştuklarını iddia etmelerine karşılık , konuştukları sözler Allah adına uydurulmuş yalan ve iftiradan başka bir şey değildir. Ancak onlar bu yalanları "Bunu Allah böyle emrediyor veya söylüyor" şeklinde insanlara anlatarak, kendi yanlarından ürettiklerini, insanlara Allah adını kullanarak söylemekte ve böylelikle onları aldatmaktadırlar.

Haham ve Rahiplerin rab edinilmesi, onların dillerini kitaba eğip bükerek , Allah adına yalanlar ve iftiralar uydurması yolu ile gerçekleşmesine karşın , Meryem oğlu İsa (a.s) ın rab edinilmesi nasıl gerçekleşmektedir?. 

Yaşadığı hayat boyunca Allah (c.c) rab olduğunu insanlara anlatan İsa (a.s) (Maide s.117), vefatı sonrasında , kendisi rab olarak benimsenir bir hale gelmiştir. Bu noktada, "İnsanlar neden böyle bir yanlışa düşme ihtiyacı hissederler ?" sorusunun cevabının verilmesi önem arz etmektedir. Bu sorunun cevabı , Muhammed (a.s) ın da bizler tarafından neden rab ittihaz edinildiğini de  ortaya çıkaracaktır.

Dini duyguların sömürülmesi yolu ile insanlar üzerinde baskı ve hegemonya kurulması yolu , insanlığın kadim bir adeti olup her devirde bu yol denenmiş , hala denenmekte , kıyamete değin denenecektir. 

Allah ve Elçiler, insanlar için en önemli ve en karizmatik iki isim olup , yalancı ve hilebaz insanların elinde bu iki isim, maalesef oyuncak ve insanları aldatmak için kullanılan bir paravan olarak kullanılmaktadır. Bir takım insanlar, kendi yanlarından üretmiş oldukları fikir ve düşünceler ile , diğer insanlar üzerinde baskı ve hegemonya kurmak için, bu iki ismi ağızlarından düşürmemekte ve yalanlarını insanların güven duyduğu bu iki isme isnat ederek , insanların aldanmasını sağlamaktadırlar. 

Meryem oğlu İsa (a.s) , güvenilir bir insan olması ve onun söylediği bir sözün insanlar arasında daha kolay kabul görmesi nedeniyle, sahtekarların elinde önemli bir koz haline gelmiştir. Onun söylemediği, fakat onun tarafından söylenmiş olduğu iddia edilen yalan ve iftira olan sözlerin, insanlar arasında ona duyulan güven nedeni ile ona isnat edilerek insanların aldatılması yolu daha kolay açılmaktadır. 

İnsanlar tarafından güven duyulan kişilerin istismar edilerek insanların aldatılma yolunu , kendilerine İsa (a.s) bağlı olduğunu iddia eden bazı insanların yapmış olduğunun haber verilmesi , bu yolun daha sonra başka elçi isminin de kullanılarak yapılabileceğini haber vermeyi amaçladığını söylemek , şu anda Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz durumu dikkate aldığımızda yanlış olmayacaktır.

Bu yalan ve iftira fırtınası, acaba İsa (a.s) has durum mudur yoksa son elçi Muhammed (a.s) da bu yalan ve iftira fırtınasından nasibini almış mıdır?.

Bugün şayet yeni bir elçi ile yeni bir kitap gelecek olsa (bunu bir varsayım olarak söylediğimizi hatırlatalım), Tevbe s. 31. ayeti aynı şekilde yeniden nazil olarak , ayet içinde bahsedilen isimlere "HOCALAR" ve "MUHAMMED" şeklinde bir ilave gelir miydi ?.  

Her iki sorunun cevabı maalesef  "EVET" şeklinde olacaktır.

Bugün Müslüman toplum içinde çöreklenmiş olan "Hoca" , "Şeyh" v.s gibi dini lakaplı insanların büyük çoğunluğu , sahip oldukları bu lakapları insanları aldatmak için kullanmaktadır. Bu kimseler insanları aldatmak için "Ben demiyorum Allah diyor" şeklindeki sözlerle ona atfen bir çok yalan ve iftira uydurarak , insanları kendilerine kul etmektedirler. 

Aynı durum Muhammed (a.s) adına sözler uydurularak, ve bu sözler Kur'an ile eşdeğer kılınarak, Müslümanlar üzerinde oynanmaktadır. Muhammed (a.s) ın asla söylemeyeceği sözler, onun söylediği sözler olarak insanlara okunmakta, ve bu sözler Kur'anın önüne geçirilerek, insanlar üzerinde baskı ve hegemonya kurulmaktadır. 

Bugün İslam dünyasına baktığımızda, "Din Adamı" kisvesi altında dolaşan bir çok insanın , bu kisve altında insanları maddi ve manevi olarak sömürmekte ve bu yolla inanılmaz bir güç imparatorluğu kurduklarını görmekteyiz.

Bu gücü kurmak için kullandıkları en önemli silah Allah ve elçisi adına uydurdukları yalan ve iftiralardır. Allah ve elçisinin söylediğini iddia ettikleri sözler ile insanları sömüren bu insanların yaptığı iş Tevbe s. 31. ayetinde beyan edilen durum ile birebir örtüşmektedir.

Hal böyle iken hocaları ve Muhammed (a.s) ı rab edinmekten kurtulmanın ve bu istismarın önünün kesilme yolunun nasıl mümkün olabileceği sorusu cevabını aramaktadır.

Bu sorunun cevabını konumuz olan ayetin içinde ayan beyan görmekteyiz. İnsanları rab edinerek şirk'e düşmek , böylelikle ebedi cehennem ehli olanlardan olmamak için önerilen yegane yol sadece ve sadece ALLAH'A KUL OLMAKtır. 

Elçiler dahil olmak üzere hangi isim altında gelirse gelsin , bize gelen bilgi ve haberlerin doğruluğu ve yanlışlığı Allah adına konuştuklarını iddia edenlerin eline bırakılmamalıdır. Bu gibi insanların eline bırakılan din gerçek bir din değil , insanları aldatmak için kullanılan bir paravan haline gelecektir. 

Bu konuda herkes elini taşın altına koyarak , sorumluluklarını iman ettiğini iddia ettikleri kitaptan öğrenmek zorundadırlar. Başkalarının öğrettiklerine razı olarak tembelliğe ve hazırcılığa alışan insanların aldatılması ve din adına her türlü yola saptırılması daha kolay hale gelecektir.

Kur'anın Haham ve Rahip olarak belirttiği isimlerin öne çıkan özelliği , kendilerini insanlara din öğretmekle sorumlu oldukları zannını vermiş olmalarıdır. Dinlerini asıl kaynağından kendilerinin öğrenmelerinin mümkün olmadığı , hatta yanlış , hatta küfür olduğuna inandırılan zavallı halk yığınları , bu yanlış ve küfre düşmemek için!! dinlerini, Haham , Rahip ve Hocalardan öğrenmek yoluna gitmektedirler.

Müslüman dünyasına baktığımızda kendilerine Hoca , Şeyh v.s gibi isimler verilmiş olan bir çok ismin bu görevlerini kitabın kendilerine gösterdiği şekilde değil , şeytanın kendilerine gösterdiği şekilde ifa ettiğini görmekteyiz. 

Müslüman dünyası, kendisini "Din Adamı" sınıfına mensup insanların tasallutundan kurtarmadığı müddetçe , insanlar kıyamete dek din adına aldatılmaktan kurtulamayacaktır. 

Tevbe s. 31. ayeti böyle bir sınıfın insanlar üzerinde kurduğu baskıya dikkat  çekerek , insanların bu gibi şarlatanların elinde oyuncak olmaması gerektiğini hatırlatmaktadır. Ayet "Din Adamı" şeklinde bir sınıfın oluşmasına asla müsaade etmemiş olmasına rağmen , bu sınıf özellikle Müslüman dünyası içinde önemli bir rol oynayarak Müslümanları hem maddi yönden , hem de manevi yönden iliklerine kadar sömürmektedirler.

Müslümanların maddi ve manevi yönden sömürülmesinin önü bu sınıfın ortadan kalkması ile mümkün olacaktır. 

Kendisine din adına gelen bir bilgiyi "Falan dediyse doğrudur" şeklinde bir ön kabule sahip olmadan söylenen sözü, o sözü söyleyen kimseye göre değil , sözün kendisine göre değerlendiren Müslümanlar İslam dünyası içinde çoğalmadıkça, din adamları sınıfının tasallutundan kurtulmak asla mümkün olmayacaktır.

Bu kurtuluş sağlanmadığı müddetçe , Allah ile aldatılmaya dünden razı olan insanlar azalmak yerine gün geçtikçe çoğalarak , dinden kazanç sağlayanlar , bu kapının sağladığı servete göz dikerek gün geçtikçe azalmak yerine daha da çoğalacaklardır. 

Hiç kimsenin kurtuluşu , asla başka bir kimsenin elinde değildir. 

Müslüman olarak yaptığımız en büyük hatalardan bir tanesi , kolaycı bir yolu seçerek kurtuluşumuzun anahtarının başkalarının elinde olduğu zannı içinde olmamızdır. Kerameti müritlerinden menkul bir takım sahtekarların elinde oyuncak olan zavallı halk yığınlarının bu kimselerden kurtulamamalarının sebeplerinden bir tanesi, onların hesap gününde yardımcı olacakları inancıdır.

Bu inancın yanlış olduğu , hesap gününde Allah (c.c) nin dışında kimsenin elçiler dahil olmak üzere böyle bir yetkiye sahip olmadığı düşüncesinin Müslümanlar arasında yaygınlaşması , bu gibi sahtekarların önünü büyük ölçüde kesecektir. Ahirette şefaat beklentisi içinde olan zavallı halk yığınları , bu şefaati dünya hayatında salih amel işleyerek Allah'tan beklemek yerine , hesap gününde kendilerine dahi faydası olmayacak din baronlarından beklemelerinin sonunun hüsran olacağını eğer dünya hayatlarında öğrenmezler ise , ahiret hayatlarında öğrenmeleri onlara hiç bir fayda getirmeyecektir.

Sonuç olarak ; Tevbe s. 31. ayetinin öne çıkan en önemli mesajı , kişi merkezli bir din algısına değil vahiy merkezli bir din algısına sahip olmanın gereğine dairdir. Vahyin kontrolünden yoksun bırakılan insanların eline bırakılan din , ayrı bir sınıf meydana getirerek "Din Adamlığı" adında, insanları aldatmanın yolunun arandığı bir sektöre dönüşecektir. Bu sektörün ortadan kalkması , Müslümanların şu anda içinde bulunduğu fikri ve düşüncelerin vahyin ışığında yeniden gözden geçirilmesi ile mümkün olacaktır. 

Hocalarını şeyhlerini rab edinmeye devam eden bir topluluğun burnunun pislikten kurtulması asla mümkün olmadığı gibi , pisliğe batmaya devam edecektir. Bugün İslam dünyası olarak içinde bulunduğumuz sıkıntıların başta gelen sebeplerinden bir tanesi dinimizi öğrenmek için seçtiğimiz yanlış kişilerdir. Bu yanlışlardan kurtulmak ise, herkesin dinini ana kaynağından öğrenmek için harekete geçmesi ile mümkün olacaktır.

Dinini ana kaynağından öğrenmeye başlayanlar , din adına kendilerine gelen bilgileri kimden gelirse gelsin sorgulamadan kabul etmeyecek , bu suretle kişilerin din adına kurmuş oldukları saltanat sallanmaya başlayacaktır. 

RABBİMİZ BİZLERİ HOCALARI ŞEYHLERİ RAB EDİNMEK YERİNE KENDİSİNİ RAB EDİNENLERDEN KILSIN.

7 Ağustos 2016 Pazar

Kabe'nin Taşını Öpmek İçin Mekke'ye Giden Hacı Adaylarına Hatırlatmalar

İçinde bulunduğumuz günler, Allah(c.c)'ın yol bulabilenlere farz kıldığı bir ibadet olan hac ibadeti için insanların Mekke şehrine gitmeye başladığı günler olup, bu ibadet diğer farz kılınan ibadetler gibi ilerleyen zaman içinde içi boşaltılmış, olması gereken boyutundan çıkarılarak kuru bir ritüel haline çevrilmiş, neredeyse Mekke'ye mü'min giden kişinin, oradan müşrik olarak döndüğü bir ibadet haline getirilmiştir.

Allah(c.c)'ı tek ilah ve rab olarak kabul etmenin bir gösterisinin yapıldığı bu topraklarda yapılan hac ibadeti ile ilgili bazı hareketler, bırakın tevhidi bir gösteri olmayı, maalesef şirkin bir gösterisi haline dönüşmüş olarak yapılmaktadır.

Bu yazımızda; hac ve umre ibadeti için Mekke'ye gidenlerin, yapmayı bir ibadet haline dönüştürmüş oldukları ve bunu yapabilmek için birbirini ezmeyi dahi göze aldıkları, Kabe'nin taşını öpme ve ona yüz sürme yarışının yanlışlığını, yanlışlığın ötesinde kişinin itikadında yaptığı hasarı ele almaya çalışarak, bu ibadet için Mekke'ye giden hacı adaylarına bazı hatırlatmalarda bulunmak istiyoruz.

Hac ibadeti bilindiği üzere, gönderiliş amaçları yeryüzünde şirki ortadan kaldırarak tevhidi hakim kılmak olan elçilerden biri olan atamız İbrahim(a.s)'ın, yaşadığı kavmi terk ederek geldiği, kuş uçmaz kervan geçmez bir yer olan ve "Mekke" olarak bildiğimiz topraklarda "El Beyt" olarak beyan edilen "Kabe"yi, oğlu İsmail(a.s) ile birlikte yeniden yükseltmesinin ardından yapmış olduğu duasının, Rabbi tarafından kabul edilmesi sonucunda insanlara farz kılınmıştır.

Bu ibadetin öne çıkan önemli bir özelliği sembolik bir ibadet olmasıdır. Bu sembollerin en önemlisi ise "Kabe" olarak bildiğimiz taştan yapılmış bir binadır. Allah(c.c) bu yapıyı "Beytim" (Evim) olarak niteleyerek (2:125, 22:26) insanların oraya sığınmasını istemekte, oraya sığınanların ise emin olacaklarını (3:97) bizlere bildirmektedir.

Kabe olarak bildiğimiz taştan imal edilmiş olan bu yapının içine girmek ile emin olunmayacağı aşikardır. Emin olmak durumu, "şirk tehlikesinden emin olmak" anlamında olup, bu tehlikeden ancak tevhide sığınılarak emin olunacaktır. Bu bina etrafında "tavaf" adı verilen dönüşler ile insanlar buraya sığındığını göstererek, şirk tehlikesinden nasıl emin olacağının sembolik olarak gösterisi yapılmaktadır.

İşte Kabe adı ile bildiğimiz yapının sembolize ettiği anlam, tevhidi bir yaşamın nasıl olması gerektiğini, atamız İbrahim(a.s)'ın yaşantısı temelinde nasıl olması gerektiğini bizlere öğretmekte olup, tavaf ritüeli ile bu evin etrafını dönmek demek, orayı korumak yani tevhidi koruyarak şirke karşı olan duruşu sergilemek anlamına gelmektedir. Kur'an'ın Hac ve Kabe ile ilgili ayetlerini, Kur'an'ın temel çağrısı olan tevhid eksenli bir okumaya tabi tuttuğumuzda bu gerçek açık bir biçimde ortaya çıkacaktır.

Kur'an'ın özellikle İbrahim(a.s) kıssasının kavmi ile olan mücadelesinin anlatıldığı ayetleri içselleştirerek okumaya çalıştığımızda, yaratılış gayemiz ve hayatın anlamı net olarak ortaya çıkmaktadır. Onun canı pahasına şirke karşı duruşu, kendisine "Ben Müslümanlardanım" diyenler için örneklik teşkil etmesi gerekmektedir. Hac ibadeti; işte onun bu duruşunun her yıl yad edilerek, şirke karşı onurlu duruşun onun şahsında anılması ve sonraki gelenler tarafından onun izinde yüründüğünün bir gösterisidir.

Onun şirke karşı olan mücadelesi kendisinden önce ve sonra gelen bütün elçilerin ortak mücadelesidir. Her yıl belirli zamanlarda onun yaşadığı topraklarda yapılan bir araya gelmelerde, onun anısı tekrar yad edilerek, kendisine "Ben Müslümanlardanım" diyenlerin yaşam gayelerinin ne olduğu hem kendileri tarafından, hem de başkalarına gösterilmek sureti ile kıyamete değin yaşatılmaya çalışılmaktadır.

İşte hac ibadetinin olması, bilinmesi ve icra edilmesi gereken boyutu budur.

Ancak ilerleyen zamanlarda, Kur'an'dan kopuşun getirdiği din algısının öğretileri sonucunda; Hac ibadetinin boyutu da değişime uğrayarak, bu ibadet sadece kuru bir ritüel yığını haline sokulmuş, bu ibadeti icra etmek için o topraklara nice zahmetler ile giden yığınların bir çoğunun tevhidi bir şuurdan yoksun olarak icra ettiği bir ibadet haline getirilmiştir.

Tevhidi şuurun uyanık kalmasını sağlayan bir ARAÇ olması gereken Kabe'nin işlevi, zaman içinde değişim göstererek AMAÇ haline gelmiş, taşına ne pahasına olursa olsun el ve yüz sürülmesi gerekli ve bundan sevap umulan bir yapı olarak görülmeye başlanmıştır.

                      "Canım Kabe'm varsam sana yüzüm gözüm sürsem sana"

Mekke ve Kabe ile ilgili olarak halkın ağzında dolaşan ilahi sözlerine baktığımızda, bu ibadetin tevhidi boyutunun asla gündem edilmediği, sadece kuru bir ritüel haline sokulmuş ve özellikle Kabe'nin taşını öpmek ve el yüz sürmek ile, gitmekteki amacın hasıl olabileceği yönündeki sözleri ihtiva eden ilahileri okuyarak veya dinleyerek yapılan bir ibadet ile, doğduğu günkü gibi tertemiz bir hale gelineceği zannı, çoğu Müslüman arasında yaygın bir inançtır.

Hac ibadetinin asıl amacı olan Hac görevini ifa ederek tevhidi şuuru hayatında pratik olarak yaşadığını Allah(c.c)'a göstermesi gereken insanların Kabe'nin taşını kutsar bir hale gelmeleri, bu taşa dokunmak ve öpebilmek için her türlü tehlikeyi göze almaya çalışmalarının itikadi boyutları da bulunmaktadır.

Bir "araç" olarak görülmesi gereken Kabe'nin "amaç" haline dönerek, taşına dokunulması ve öpülmesinin haccın neredeyse bir rüknü haline getirilmiş olması, kişileri şirke taşıması açısından tehlike arz etmektedir.

İnsanları taştan ve tahtadan putlara tazim etmekten alıkoymak için gelmiş elçilerin ümmetlerinin, taşa tazim eder hale gelmeleri,  ki bu taş Kabe'nin taşı olsa dahi, olacak iş değildir. Bu noktada Hac ibadetini ifa etmek için Mekke'ye giden hacı adaylarının çok dikkatli olması gerekmektedir. Birçok insanın birbirini ezmek pahasına dahi olsa Kabe'nin taşına ve eşiğine yüz sürmek ve öpmek için yarışması, kişileri şirke sokması açısından tehlikeli bir durumdur.

Hac ibadetini ifa etmek için giden Müslümanlara öncelikle bu ibadetin nasıl yapılmasını öğreten ilmihal içerikli bilgiler yerine, bu ibadetin nasıl bir ibadet olduğu, nasıl bir ibadet olması gerektiği öğretilerek tevhidi bir şuur sahibi olarak Mekke'ye gönderilmelidir.

Bu isteğimizin biraz hayal olduğunun farkında olduğumuzu söylemek istiyoruz. D.İ.B. adı verilen kuruluşun içinde olanların bir çoğunun bu şuura vakıf olamadıklarını düşündüğümüzde, isteğimizin kişilerin şahsi gayretleri ile yerine gelebileceği muhakkaktır.

Camilerde kurdukları Kabe maketleri etrafında dönmenin, atamız İbrahim(a.s)'ın şirke karşı olan duruşunun yad edilerek bu duruşun her an canlı olduğunun hatırlanması olduğunu, hacı adaylarına acaba kaç tane D.İ.B görevlisi anlatabilir? Maalesef Hac ibadetinin ilmihal boyutunu değil, tevhidi boyutunu öne çıkararak hacı adaylarına anlatan görevlilerin sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdır.

Bugün Hac ibadetinin olması gereken boyutunu Kur'an'dan anlayamayan fakat kendisini "Kur'an Müslümanı" olarak lanse eden bir kısım insanın diline sakız ettiği "Kabe puttur" sloganına, bu yapıyı puthane haline getiren bazı Müslümanların sebep olduğunu hatırlamak isteriz. Bu yapıyı puthane haline getirenlerin yanlışlığına dikkat çekmeyerek, onların yaptığını doğru olarak kabul ederek, Kabe'yi put olarak görmeye çalışan bu gibi insanlar, bu gibi yanlış düşüncelerini Kur'an'ı baz alarak düzeltmeleri gerekmektedir.

Şurası akıldan çıkarılmamalıdır ki; Kabe'nin yapılmasında bir araç olarak kullanılan taşların hiçbir şekilde kutsiyetleri bulunmamakta ve herhangi bir taştan farkı bulunmamaktadır. Hac görevi için Mekke'ye giden hacı adaylarının Kabe ile ilgili olarak yapması gereken ritüel; onu okşamak, öpmek, koklamak, el yüz sürmek için insanları ezmeye çalışmak değil, onun etrafında tavaf etmek olmalıdır. Bu tavafın ise sadece "dön baba dönelim" şeklinde değil, tevhidi bir şuur ile yapılması gerektiği de unutulmamalıdır.

Taştan hayır bekler bir hale gelmek, Müslüman için olmayacak bir hal olup, Kabe adındaki yapının taşını kutsamak için yarışa girmek, bu ibadetten hasıl olması gereken bir amaç değildir. Kabe'nin taşını kutsamak için yarışa girmek, kişinin imanında hasara yol açan bir durumu beraberinde getirmesi açısından büyük tehlike arz etmektedir.

Bu ibadeti icra etmek için Mekke'ye giden hacı adaylarının öncelikle bu ibadetin ne olduğu ve ne için yapıldığı şuurunu Kur'an'dan öğrenmeleri gerektiği açıktır. Kur'an'dan öğrenilmeyen bu ibadet, bazı hurafe kitaplarından veya cahil din görevlilerinden öğrenilmekte, sonuç olarak kuru kuru icra edilen bir ritüel haline dönüşmektedir.

RABBİMİZ BİZLERİ, KABE'NİN TAŞINI KUTSAMAK İÇİN YARIŞAN KULLARINDAN DEĞİL, ATAMIZ İBRAHİM(A.S)'IN YOLUNU İZLEDİĞİNİ DOST-DÜŞMAN HERKESE GÖSTEREN BİR ŞUURA SAHİP OLAN KULLARINDAN KILSIN.