Bugün İslam coğrafyasının değişik bölgelerinde yaşayan Müslümanların ekseriyetinde yerleşik bulunan elçi inancı, Kur'an'ın ortaya koyduğu elçi inancı ile taban tabana zıt bir durum arz etmektedir. İsa (a.s) ı ilah konumuna yükselten Hristiyanlara dahi parmak ısırttıracak şekilde aşırılık içeren elçi inancı maalesef Müslümanlarda itikadi sorunlar oluşturmaktadır. Bu yazımızda, yine Kur'an ile zıtlık arz eden bir inanç olan, Muhammed (a.s) ın ölmediği, kabrinde diri olduğuna dair olan inancı ele almaya çalışacağız.
Bugün din hakkındaki bilgilerini Kur'an'dan değil de, bazı kişilerin anlattıkları hurafelerden veya rivayet kitaplarından alan kişilere şayet, "Muhammed (a.s) ölü mü dür yoksa diri mi dir?" şeklinde bir soru sorulacak olsa, alınacak cevap onun ölü olmadığı diri olduğu yönünde olacaktır. Çünkü peygamber sevgisi adına, Muhammed (a.s) ın ölü olduğunu söylemeye dilleri varmamakta, onun ölü olduğunu söylemenin kişiyi sanki ona küfür ve hakaret etmek gibi bir duruma düşüreceği zannedilmektedir.
Herkesin malumu olduğu üzere ülkemizden umre ve hac ibadeti için gidenlere verilen siparişlerin başında, onun diri olduğuna inanan Müslümanlarca Muhammed (a.s) a selam söylenmesi gelmektedir. Gönderilen bu selam, maalesef onun ölü olmadığı inancının bir yansımasıdır. Özellikle "Ehli sünnet itikadi" adı altında anlatılan Muhammed (a.s) ın ölü olmadığına dair iddialar, bizim buraya alıntı yapmaya dahi haya edebileceğimiz derecede çirkinlik arz etmekte, fakat bu çirkinlikler özellikle tasavvuf kesiminde bir hayli alıcı bulmaktadır.
Biz, bu konuda Kur'an'ın söyledikleri üzerinde düşünmeye davet ederek, bazı kimselerin içinde bulundukları yanlışa dikkat çekmeye çalışacağız. Din konusunda bizlere yol göstermesi ve hakem olması gereken yegane kaynağın Kur'an olmalıdır. Şayet din konusunda gelen bir bilgi Kur'an tarafından onay almıyorsa, o bilginin hiçbir değeri olamaz.
[Al-i İmran s.144] Muhammed ancak bir resuldür. Ondan önce de resuller
geçmişti. Ölür veya öldürülürse geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen, Allah'a
hiçbir zarar vermez. Allah şükredenlerin mükafatını verecektir.
[Enbiya s.034] Senden önce de hiçbir insanı ölümsüz kılmadık, sen ölürsün de
onlar baki kalır mı?
[Ankebut s.057] Her can ölümü tadacaktır. Sonunda Bize döneceksiniz.
[Zümer s.030] Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler.
Konuyu, bu ayetler ışığında düşündüğümüzde, "Muhammed (a.s) da ölmemiştir kabrinde diridir" gibi sözler etmek, Kur'an tarafından artık onay almayacaktır. Ancak yine Kur'an tarafından onaylanmayan bir düşünce olan kabirlerdeki insanların ceza veya mükafat gördüğü inancını kabul edenler tarafından, bu ayetler maalesef kabul görmeyecek, "Ayet var diyorsun ama hadis var kardeşim" şeklinde itirazlar yükselecektir.
Muhammed (a.s) ın diri olduğu iddiası, Bakara ve Al-i İmran surelerinde geçen, Allah yolunda öldürülmüş olanlar ile ilgili ayetler ile desteklenmek istenilmektedir.
[Bakara s.154] Allah yolunda öldürülenlere «Ölüler» demeyin, zira onlar
diridirler, fakat siz farkında değilsiniz.
[Al-i İmran s.169] Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar
diridirler, Rab'leri katında rızıklanmaktadırlar.
"Mecaz, cahilin elinde hakikate dönüşür" sözüne bir kelime ilave ederek, "Mecaz, cahilin ve ön yargılı olanın elinde hakikate dönüşür" şeklinde söylediğimizde, bu ayetlere istinaden Muhammed (a.s) ın ölmediğini iddia etmek, ancak ön yargılı bir düşüncenin eseri olabilir. Çünkü Muhammed (a.s) ın vefatı bilindiği gibi yatağında ölmek şeklinde gerçekleşmiştir, yani Allah yolunda öldürülmek gibi bir durumu yoktur. Ancak bu duruma da bir kılıf bulunmuş, Hayber'de yediği yemekten dolayı zehirlenmiş olduğu ve bu durumun onun vefatına sebep olduğu iddiası, onun Allah yolunda öldürülmüş olduğuna kanıt olarak sunulmaktadır.
Allah yolunda öldürülmüş olanların ölü olmadığı, diri olduğu şeklindeki beyan, hakikat değil mecaz bir ifadedir. Bu beyan Allah yolundaki ölümün boşa gitmediği, ve bu şekildeki ölümün teşvik edildiği şeklinde anlaşılması daha makul bir yaklaşımdır. Şayet bu ifadenin hakiki olduğunu düşündüğümüzde, bu şekilde öldürülmüş olan bir kişi şayet evli ise, onun geride bıraktığı eşi halen onunla evli sayılacak, ve başka birisi ile asla evlenemeyecektir. Çünkü kocası ölü değil diridir ve kocası ölmemiş birisinin başka birisi ile evlenmesi onu boşamadığı sürece asla mümkün değildir.
Muhammed (a.s) ın ölmediği kabrinde diri olduğu iddiası bilindiği gibi tasavvuf ekolünde daha fazla rağbet görmektedir. Bunun sebebi ise, türbelerde bulunan ölülerden medet ummak gibi bir şirk içine düşmüş olanların türbelerde yatan bu kişilerin diri olmaları gerektiği düşüncesine binaen, önce Muhammed (a.s) ın diri olması gerektiğidir. Yani önce onun diri olması gerekmektedir ki, sonra türbelerde yatan kişilerin de ölü olmadığı inancı daha kolay alıcı bulabilsin.
"Esselamu aleyke ya resulullah" şeklinde yapılan hitap, ölmemiş olduğuna inanılan elçiye karşı yapılan bir hitap olarak, bir çok Müslümanın dilinde dolaşmaktadır. Namazlarda okunan tahiyyat duasında geçen bu hitabın yerine, "Esselamu alennebiyyü" veya "Esselamu alel enbiyai" sözlerini kullananın daha isabetli olduğunu düşünmekteyiz. Ayrıca minarelerden okunan selalardaki ölmemiş elçiye yapılan hitap tarzı, itikadi açıdan büyük sıkıntılar doğurmasına rağmen, sanki İslami bir şiar gibi muamele görmektedir.
Muhammed (a.s) ın bugün nasıl bir durumda olduğu şayet Kur'an kaynaklı bir bakış açısı ile değerlendirilmiş olsaydı, bugün onun ölü mü yoksa diri mi olduğu gibi tartışmalar asla olmayacak, bu türden ihtilaflar gündemde bile olmayacaktı. Ancak aşırı yüceltmeci peygamber anlayışının bir ürünü olan bu gibi düşünceler Müslümanlar arasında yer etmiş olduğu için, bu gibi düşünceler yaygın olarak kabul görebilmektedir.
Bu konuda da Müslümanlar iki yoldan birisini seçmek durumundadır.
Bazı kimseler Muhammed (a.s) ın ölü olmadığı şeklindeki Kur'an ile çelişen düşünce ile, Kur'an tarafından beyan edilen Muhammed (a.s) ın ölü olduğu beyanı arasında tercih yapmak durumundadır. Çünkü Muhammed (a.s) ın ölü olmadığı iddiası beraberinde akidevi sorunları da getirmektedir. Çünkü o atfedilen bazı özellikler onu Allah ile denk bir duruma getirmekte, bu denklik iddiası ise, iddia sahiplerini şirk batağına düşürmektedir.
Muhammed (a.s) a sevgi adına yapılan bu tür aşırılıklar, Allah'ı kulun seviyesine indirmek, veya kulu Allah'ın seviyesine indirmek anlamına gelmektedir. Onun beşer oluşu gerçeği hiç bir zaman gözden ırak tutulmamalı, onu beşer üstüne çıkarmanın akidevi sorunları da beraberinde getirdiği gerçeği asla hatırdan çıkarılmamalıdır.
Şurası asla hatırdan çıkarılmamalıdır ki, Muhammed (a.s) bir beşerdir ve her beşer gibi ölümü tatmış, yine her beşer gibi kabrinde yeniden dirileceği günü beklemektedir. Bu süreç zarfında hiçbir şeyden haberi yoktur, ne kabrine gelenleri, ne de kendisine gönderilen selamları işitir. Hele hele Allah (c.c) ile bizim aramızda aracılık yapması gibi bir durumu da yoktur. Kim ki böyle bir inanç içindedir, bu inancın literatürdeki adı apaçık şirktir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
arasında etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
arasında etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
3 Ağustos 2018 Cuma
21 Temmuz 2018 Cumartesi
Ateşten Kurtardığına İnanılan Bir Elçi İle Zümer s. 19. Ayetindeki Elçi Arasında Seçim Yapmak
Bugün Müslümanların ekseriyetinin sahip olduğu elçi anlayışının Kur'an tarafından değil, riayet kitapları tarafından inşa edildiği bir gerçektir. Bu gerçek, rivayet kitaplarının oluşturduğu elçi anlayışına sahip olanlara anlatılmaya çalışıldığı zaman, büyük bir tepki çekmekte, Kur'an'ın anlattığı elçi portresi maalesef bir çok Müslüman tarafından kabul görmemektedir. Kabul görmediği gibi, Kur'an'ın tarif ettiği elçinin kabul görmesini isteyenler, "Elçi Düşmanı, Zındık" v.s gibi isimlerle yaftalanmaktadır.
Yine bilinmektedir ki, Kur'an'ın şefaat konulu ayetleri ile, rivayetler tarafından oluşturulmuş şefaat inancı, birbiri ile taban tabana zıttır. Kur'an, şefaat inancını müşriklerin sahip olduğu bir inanç olarak değerlendirirken, rivayetler ise şefaati bir İslam inancı olarak görmektedir. Yine rivayetler tarafından öğretilen şefaat inancında Muhammed (a.s) baş rolü oynamakta ve birçok Müslüman onun hesap gününde ümmetine şefaat ederek kendilerini ateşten kurtaracağına inanmaktadır.
Aşağıda yaptığımız örnek alıntılar, bu yanlış inancın bir tezahürü olarak kitaplarda ve birçok internet sitesinde yer almaktadır.
"Allah Resûlü (asm), ümmetinden bir kısmının cehenneme gireceğini duyduğu an mahşer meydanında secdeye kapanıp "Ümmetim! Ümmetim!"diye yakarışa geçecek, o esnada cenneti, hurilerin perdedarlığını ve kim bilir daha nice güzellikleri unutacak ve gözyaşlarını ceyhun ede ede hep ağlayacak O'na "Artık başını kaldır! Şefaat et, şefaatin kabul edilecek!"deninceye kadar başını yerden kaldırmayacak ve hep "Ümmetî! Ümmetî!"diye inleyecektir."
"Evet, günah-ı kebaîr işlemiş, düşmüş kalkmış, yer yer sürüm sürüm olmuş ve kirlenmiş, fakat ümidini yitirmemiş, ümitle ve zayıf da olsa imanla Huzur-u Risaletpenâhî’ye varabilmiş, Rasulü Ekrem’in şefaat atmosferi içine girmiş ne kadar mücrim varsa herkese bir bişarettir bu. Allah (celle celâluhû) O’na “Şefaat et! Şefaatin kabul görecektir” buyurmuşsa, O da bu teveccühü değerlendirecektir evet, Cenab-ı Hak, Habibi başını yere koyup, “Ümmetim, Ümmetim!” diye yalvardığında O’nun içine su serpecek ve rahmet esintili şu sözleri söyleyecektir: “Ya Muhammed! İrfa’ ra’seke, işfa’ tüşeffa’ / Ya Muhammed! Başını kaldır. Şefaat et! Şefaatin makbuldür bugün.”"
Yukarıda bulunan iki paragrafta yazılanlar, Muhammed (a.s) ın hesap gününde şefaatçi olacağına dair genel geçer algının bir yansıması olup, ateşten kurtarma yetkisine sahip olduğuna inanılan bir elçi inancını yansıtmaktadır.
Rivayetler tarafından örülen ATEŞTEN KURTARAN ELÇİ inancının ne derece doğru olabileceği konusunda Zümer s. 19. ayeti bize yol gösterecektir.
أَفَمَنْ حَقَّ عَلَيْهِ كَلِمَةُ الْعَذَابِ أَفَأَنْتَ تُنْقِذُ مَنْ فِي النَّارِ
[039.019] Hakkında azap hükmü kesinleşmiş kimseyi, ateşte olan kimseyi sen mi kurtaracaksın?
Zümer s. 19. ayetinde Muhammed (a.s) a hitaben söylenilen bu sözler, bize onun hesap günündeki konumunu da anlatmaktadır. Bu ayete bakıldığında Muhammed (a.s) ın kimseyi ateşten kurtarmak gibi bir yetkisi olmadığı görülmektedir.
Burada, "Muhammed (a.s) ın ateşten kurtaramayacağı insanlar kafir olan kimselerdir. Onun ateşten kurtarma yetkisi Müslümanlar için olacaktır" şeklinde bir itirazın gelmesi de muhtemeldir.
Bu itiraza karşı şunları söyleyebiliriz:
Bu ayet içinde dikkat edilmesi gereken cümle, "Hakkında azap hükmü kesinleşmiş kimse" cümlesidir. Allah (c.c) nin hakkında azap hükmü verdiği bir kişi Müslüman da olsa (ki bu düşünce yine problemlidir) elçisi olan bir kulu için bu sözünü değiştireceği düşüncesi, itikadi açıdan sakıncalar doğurmaktadır. Allah'ın sözünün üzerine söz söyleyebileceğine inanılan bir kişinin Allah'a denk sayıldığı gözden uzak tutulmamalıdır. Allah'a denk görülen her şeyin ona ortak koşmak anlamına gelmektedir.
Hasılı kelam, Muhammed (a.s) ın hakkında azap hükmü kesinleşmiş olan Müslümanları ateşten kurtaracağı iddiası, yine bu ayet ile ret edilmektedir.
Şimdi burada Müslümanlar, rivayetler aracılığı ile anlatılan bir insanı ateşten kurtaracağına inanılan elçi portresi ile, Kur'an tarafından anlatılan kimseyi ateşten kurtarma yetkisi olmayan elçi arasında seçim yapmak durumundadır.
AYET VAR DİYORSUN AMA HADİS VAR KARDEŞİM
Bu söz, rivayetler tarafından gelen ve Kur'an ile çelişki arz eden bilgiye karşı getirilen bir karşı itiraz olarak, bir çok Müslümandan maalesef duyulmaktadır. Yine bu söz Kur'an'ın bazı Müslümanlar nezdindeki yerini göstermesi açısından acı bir örnektir. Çünkü bu gibi sözleri sarf edebilen kişiler, Kur'an ile rivayet arasında tercih yapılması gerektiğinde, Kur'an'ın değil rivayetlerin tercih edilmesi gereğine inanan, hatta bunu imanın bir gereği olarak görmektedirler.
"Hadis İnkarcısı" deyimini dillerine dolayan bazı kimselerin, bu deyim ile kast ettikleri insanlar, dinde rivayetlerin değil Kur'an'ın belirleyici olması gerektiğini savunanlardır. Muhammed (a.s) ın Kur'an'a aykırı en ufak bir söz dahi söylemeyeceği üzerinde, bütün Müslümanların ittifak etmiş olmasına rağmen, bu ittifak pratiğe çıkmamakta, Kur'an ile çakışan bir rivayetin Muhammed (a.s) tarafından asla söylenemeyeceği maalesef dile getirilmekten korkulmaktadır. Bu korkunun en büyük sebebi ise, bu gibi Kur'an ile çelişen rivayetlerin bulunduğu kitaplara dokunulmazlık zırhının giydirilmiş olmasıdır.
Bugün bir rivayet şayet Buhari, Müslim v.s gibi rivayet kitaplarında varsa, veya makbul olarak görülen bir kişinin ağzından çıkmış ise, bazı Müslümanlar tarafından Kur'an ayetinden daha sağlam olarak görülmekte, bu rivayetin güvenilir olup olmadığı konusunda en küçük bir şüphe dahi duyulmamaktadır.
Halbuki olması gereken, Kur'an'ın dinde belirleyici olması, üzerine dokunulmazlık zırhı giydirilmiş kitaplarda geçse dahi Kur'an ile çelişip çelişmediğine bakılması, kim söylemişse söylesin doğruluğu kişilere göre değil, Kur'an'a göre değerlendirilmesidir. Maalesef bu yapılmamakta, yapılmadığı gibi de bu yöntemi savunanlar en ağır ithamlara layık görülmektedir. Halbuki bu kimseler, Kur'an ile çelişen rivayetleri ret etmeyerek Hadis İnkarcısı olarak görülmemek için, KUR'AN İNKARCISI olmayı göze alabilmektedir.
Sonuç olarak: Muhammed (a.s) hesap gününde diğer insanlar gibi hesaba çekilecek (Araf s. 6), bu hesabın sonunda karşılığını alacaktır. Onun hesap gününde başkalarını ateşten kurtarmak gibi bir yetkisi olmadığı gibi, ona böyle bir yetkinin verildiğine inanmak itikadi açıdan sakıncalar içermektedir.
Genel geçer İslam düşüncesindeki elçi inancı Kur'an tarafından belirlenmediği için bu gibi sorunlar ortaya çıkmakta, Müslümanlar arasında fikir ayrılıklarının başını Muhammed (a.s) ın sahip olması gereken konum oluşturmaktadır. Şayet her konuda olması gerektiği gibi bu konuda da Kur'an belirleyici bir kitap olarak görülmüş olsaydı, bugün Müslümanlar arasındaki ayrılıklar büyük ölçüde giderilmiş olabilirdi.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Yine bilinmektedir ki, Kur'an'ın şefaat konulu ayetleri ile, rivayetler tarafından oluşturulmuş şefaat inancı, birbiri ile taban tabana zıttır. Kur'an, şefaat inancını müşriklerin sahip olduğu bir inanç olarak değerlendirirken, rivayetler ise şefaati bir İslam inancı olarak görmektedir. Yine rivayetler tarafından öğretilen şefaat inancında Muhammed (a.s) baş rolü oynamakta ve birçok Müslüman onun hesap gününde ümmetine şefaat ederek kendilerini ateşten kurtaracağına inanmaktadır.
Aşağıda yaptığımız örnek alıntılar, bu yanlış inancın bir tezahürü olarak kitaplarda ve birçok internet sitesinde yer almaktadır.
"Allah Resûlü (asm), ümmetinden bir kısmının cehenneme gireceğini duyduğu an mahşer meydanında secdeye kapanıp "Ümmetim! Ümmetim!"diye yakarışa geçecek, o esnada cenneti, hurilerin perdedarlığını ve kim bilir daha nice güzellikleri unutacak ve gözyaşlarını ceyhun ede ede hep ağlayacak O'na "Artık başını kaldır! Şefaat et, şefaatin kabul edilecek!"deninceye kadar başını yerden kaldırmayacak ve hep "Ümmetî! Ümmetî!"diye inleyecektir."
"Evet, günah-ı kebaîr işlemiş, düşmüş kalkmış, yer yer sürüm sürüm olmuş ve kirlenmiş, fakat ümidini yitirmemiş, ümitle ve zayıf da olsa imanla Huzur-u Risaletpenâhî’ye varabilmiş, Rasulü Ekrem’in şefaat atmosferi içine girmiş ne kadar mücrim varsa herkese bir bişarettir bu. Allah (celle celâluhû) O’na “Şefaat et! Şefaatin kabul görecektir” buyurmuşsa, O da bu teveccühü değerlendirecektir evet, Cenab-ı Hak, Habibi başını yere koyup, “Ümmetim, Ümmetim!” diye yalvardığında O’nun içine su serpecek ve rahmet esintili şu sözleri söyleyecektir: “Ya Muhammed! İrfa’ ra’seke, işfa’ tüşeffa’ / Ya Muhammed! Başını kaldır. Şefaat et! Şefaatin makbuldür bugün.”"
Yukarıda bulunan iki paragrafta yazılanlar, Muhammed (a.s) ın hesap gününde şefaatçi olacağına dair genel geçer algının bir yansıması olup, ateşten kurtarma yetkisine sahip olduğuna inanılan bir elçi inancını yansıtmaktadır.
Rivayetler tarafından örülen ATEŞTEN KURTARAN ELÇİ inancının ne derece doğru olabileceği konusunda Zümer s. 19. ayeti bize yol gösterecektir.
أَفَمَنْ حَقَّ عَلَيْهِ كَلِمَةُ الْعَذَابِ أَفَأَنْتَ تُنْقِذُ مَنْ فِي النَّارِ
[039.019] Hakkında azap hükmü kesinleşmiş kimseyi, ateşte olan kimseyi sen mi kurtaracaksın?
Zümer s. 19. ayetinde Muhammed (a.s) a hitaben söylenilen bu sözler, bize onun hesap günündeki konumunu da anlatmaktadır. Bu ayete bakıldığında Muhammed (a.s) ın kimseyi ateşten kurtarmak gibi bir yetkisi olmadığı görülmektedir.
Burada, "Muhammed (a.s) ın ateşten kurtaramayacağı insanlar kafir olan kimselerdir. Onun ateşten kurtarma yetkisi Müslümanlar için olacaktır" şeklinde bir itirazın gelmesi de muhtemeldir.
Bu itiraza karşı şunları söyleyebiliriz:
Bu ayet içinde dikkat edilmesi gereken cümle, "Hakkında azap hükmü kesinleşmiş kimse" cümlesidir. Allah (c.c) nin hakkında azap hükmü verdiği bir kişi Müslüman da olsa (ki bu düşünce yine problemlidir) elçisi olan bir kulu için bu sözünü değiştireceği düşüncesi, itikadi açıdan sakıncalar doğurmaktadır. Allah'ın sözünün üzerine söz söyleyebileceğine inanılan bir kişinin Allah'a denk sayıldığı gözden uzak tutulmamalıdır. Allah'a denk görülen her şeyin ona ortak koşmak anlamına gelmektedir.
Hasılı kelam, Muhammed (a.s) ın hakkında azap hükmü kesinleşmiş olan Müslümanları ateşten kurtaracağı iddiası, yine bu ayet ile ret edilmektedir.
Şimdi burada Müslümanlar, rivayetler aracılığı ile anlatılan bir insanı ateşten kurtaracağına inanılan elçi portresi ile, Kur'an tarafından anlatılan kimseyi ateşten kurtarma yetkisi olmayan elçi arasında seçim yapmak durumundadır.
AYET VAR DİYORSUN AMA HADİS VAR KARDEŞİM
Bu söz, rivayetler tarafından gelen ve Kur'an ile çelişki arz eden bilgiye karşı getirilen bir karşı itiraz olarak, bir çok Müslümandan maalesef duyulmaktadır. Yine bu söz Kur'an'ın bazı Müslümanlar nezdindeki yerini göstermesi açısından acı bir örnektir. Çünkü bu gibi sözleri sarf edebilen kişiler, Kur'an ile rivayet arasında tercih yapılması gerektiğinde, Kur'an'ın değil rivayetlerin tercih edilmesi gereğine inanan, hatta bunu imanın bir gereği olarak görmektedirler.
"Hadis İnkarcısı" deyimini dillerine dolayan bazı kimselerin, bu deyim ile kast ettikleri insanlar, dinde rivayetlerin değil Kur'an'ın belirleyici olması gerektiğini savunanlardır. Muhammed (a.s) ın Kur'an'a aykırı en ufak bir söz dahi söylemeyeceği üzerinde, bütün Müslümanların ittifak etmiş olmasına rağmen, bu ittifak pratiğe çıkmamakta, Kur'an ile çakışan bir rivayetin Muhammed (a.s) tarafından asla söylenemeyeceği maalesef dile getirilmekten korkulmaktadır. Bu korkunun en büyük sebebi ise, bu gibi Kur'an ile çelişen rivayetlerin bulunduğu kitaplara dokunulmazlık zırhının giydirilmiş olmasıdır.
Bugün bir rivayet şayet Buhari, Müslim v.s gibi rivayet kitaplarında varsa, veya makbul olarak görülen bir kişinin ağzından çıkmış ise, bazı Müslümanlar tarafından Kur'an ayetinden daha sağlam olarak görülmekte, bu rivayetin güvenilir olup olmadığı konusunda en küçük bir şüphe dahi duyulmamaktadır.
Halbuki olması gereken, Kur'an'ın dinde belirleyici olması, üzerine dokunulmazlık zırhı giydirilmiş kitaplarda geçse dahi Kur'an ile çelişip çelişmediğine bakılması, kim söylemişse söylesin doğruluğu kişilere göre değil, Kur'an'a göre değerlendirilmesidir. Maalesef bu yapılmamakta, yapılmadığı gibi de bu yöntemi savunanlar en ağır ithamlara layık görülmektedir. Halbuki bu kimseler, Kur'an ile çelişen rivayetleri ret etmeyerek Hadis İnkarcısı olarak görülmemek için, KUR'AN İNKARCISI olmayı göze alabilmektedir.
Sonuç olarak: Muhammed (a.s) hesap gününde diğer insanlar gibi hesaba çekilecek (Araf s. 6), bu hesabın sonunda karşılığını alacaktır. Onun hesap gününde başkalarını ateşten kurtarmak gibi bir yetkisi olmadığı gibi, ona böyle bir yetkinin verildiğine inanmak itikadi açıdan sakıncalar içermektedir.
Genel geçer İslam düşüncesindeki elçi inancı Kur'an tarafından belirlenmediği için bu gibi sorunlar ortaya çıkmakta, Müslümanlar arasında fikir ayrılıklarının başını Muhammed (a.s) ın sahip olması gereken konum oluşturmaktadır. Şayet her konuda olması gerektiği gibi bu konuda da Kur'an belirleyici bir kitap olarak görülmüş olsaydı, bugün Müslümanlar arasındaki ayrılıklar büyük ölçüde giderilmiş olabilirdi.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
3 Aralık 2017 Pazar
Müstevdeun Kelimesi Üzerinden Ölüm İle Diriliş Arasında Geçecek Zamanı Okumak
Kur'an içinde geçen kelimeler, din adına bizlere sunulan bazı bilgilerin sağlamasını yapmak konusunda da faydalar sağlamaktadır. Yazımıza konu aldığımız Müstevdeun kelimesinin anlamı, aynı zamanda bizleri İslam kültüründe yaygın olan Kabir azabı konusunda bilgi sahibi de yapmaktadır. Ölüm ile yeniden diriliş arasında geçecek zaman hakkında Kur'an içindeki başka ayetlerde de bilgiler bulunmasına karşın, biz sadece bu kelime üzerinden bir çalışma yaparak,Kur'an içinde geçen bir kelimenin aynı zamanda bizleri başka konularda da bilgi sahibi yapabileceğine dikkat çekmek istiyoruz.
[006.098] O ki, sizi bir tek nefisten oluşturdu. Arkasından sizin için bir barınma (müstekarrun) ve bir geçiş yeri (müstevdeun) belirledi. Biz anlayanlar için ayetleri ayrıntılı biçimde açıkladık
[011.006] Yeryüzündeki bütün canlı türlerinin beslenmelerini ve geçinmelerini sağlamak Allah'ın garantisi altındadır. O, onların barınma yerleri (müstekarreha) ile geçiş yerlerini (müstevdeeha) bilir. Bütün bunlar açık bir kitapta yazılıdır.»
Konumuz olan kelimenin, Müstekarr kelimesi ile birlikte kullanıldığı görülmektedir. Bu kelime, Yerleşilecek yer anlamına gelmektedir. Kelimenin anlamını Adem ve İblis kıssasında geçtiği ayetlere bakarak anlayabiliriz.
[002.036] Nihayet şeytan onları cennetten kaydırdı. Onları bulundukları yerden çıkardı. Biz de: Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde sizin için bir zamana kadar yerleşim (müstekarrun) ve faydalanma vardır, dedik.
[007.024] «Birbirinize düşman olarak inin, siz yeryüzünde bir müddet için yerleşip (müstekarrun) geçineceksiniz.»
Müstevdeun kelimesi; Rahat, huzur,sıkıntı veya güçlükten, zahmet ya da yorgunluktan uzak olmak anlamına gelen, Eddaatü kelimesinden türemiş, ismi mekan sigasında bir kelimedir. Tefsirlerde bu kelime ile, ana rahminde geçen zamanın ifade edildiği şeklinde yorumlar olsa da, ölümden sonra kabirde geçecek olan hayatı ifade ettiği şeklinde yapılan yorumların, kelimenin anlamı açısından daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz.
Müveddeun kelimesi, kinayeli olarak ölü anlamında kullanılmaktadır. Ölen bir kişi için kullanılan, Mezarına, kabrine tevdi edildi şeklindeki kullanım bizim dilimizde de mevcuttur.
Kelime, ayrıca Duha s. 3. ayetinde Ma veddeake şeklinde bir yerde daha geçmektedir. Bu kelime, Allah'ın elçisine olan vahyinin devam edeceğini, onu atıl bir durumda bırakmayacağını ifade etmektedir.
Müstevdeun kelimesi, bir kimsenin öldükten sonra yeniden dirilişine kadar geçecek zaman ile alakalı olduğuna göre, bu kelime aynı zamanda ölen bir kimsenin yeniden dirilişe kadar nasıl bir durumda olacağını da ifade etmektedir şöyle ki;
Kelimenin zaman ve mekanı ifade edeni bir sigada kullanılmış olmasını dikkate aldığımızda, Müstevdeun kelimesinin Rahat, huzur,sıkıntı veya güçlükten, zahmet ya da yorgunluktan uzak olunan bir zaman ve mekan olduğu ortaya çıkmakta, bu anlam ise bize şöyle bir çıkarım imkanı da sunmaktadır.
Kabir hayatı denildiği zaman ilk olarak bir çok Müslümanın aklına, ölen bir kimsenin kabrinde yeniden dirilişe kadar dünya hayatında yaptıklarının karşılığını görecek olması gelmektedir. Ölen kişi eğer imanlı ise onun kabrinin Cennet bahçelerinden bir bahçe, ölen kişi eğer imansız ise onun kabrinin ise, Cehennem çukurlarından bir çukur olacağına inanılır.
Kabir Azabı konusu, Kur'an tarafından ortaya atılan bir konu olmayıp, rivayetler kanalı ile ortaya atılan, ve bu rivayetleri doğrulatmak amacı ile bu konuda Kur'an içinden ayet aranan, ve aranan ayetin Mü'min s. 46. ayet olduğuna inanılan, fakat bu konu hakkında Kur'an içinde bir çok ayet olmasına, ve bu düşünceyi doğrulamaMAsına rağmen rivayet kültürünün Kur'an'ın önüne geçmesinden dolayı imanın bir şartı haline getirilmiştir.
Müstevdeun kelimesi bize, ölen bir kimsenin kabrinde nasıl bir durumda yeniden diriliş gününü bekleyeceğini haber vermekte, ve bu haber aynı zamanda Kabir Azabı düşüncesinin de Kur'an tarafından sağlamasının yapılmasına imkan sağlamaktadır.
Bu kelimenin, Rahat, huzur,sıkıntı veya güçlükten, zahmet ya da yorgunluktan uzak olunan bir zaman ve mekan sahip olması, ölen bir kimsenin böyle durumlardan uzak olmasını da beraberinde getirmektedir. Kabir hayatı meselesinde ölen kişinin huzur veya zahmet görecek olmasının öne çıkması, bu kelimenin ifade ettiği anlamın tersine bir durumu ifade etmektedir.
Yani Müstevdeun kelimesi, ölen bir kimsenin kabrinde herhangi bir şekilde rahat ve zahmet çekmediğini ifade etmekte, bu durum aynı zamanda kabir azabı düşüncesinin de Kur'an açısından sağlamasının yapılmasını da sağlamakta, böyle bir düşüncenin hatalı olduğunu da göstermektedir.
Sonuç olarak; Müstevdeun kelimesi, ölen bir kimsenin yeniden dirilişi beklerken kabrinde nasıl bir durumda olduğunu ifade etmektedir. Bu kelime aynı zamanda kabir azabı konusu ile ilgili olarak bir çıkarım yapılabileceğini de göstermektedir. Çalışmanın amacı direk olarak kabir azabı ile ilgili değil, bir kelimenin anlamının bir konu ile ilgili olarak bazı çıkarımlar yapılabilmesini de mümkün olacağını göstermektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[006.098] O ki, sizi bir tek nefisten oluşturdu. Arkasından sizin için bir barınma (müstekarrun) ve bir geçiş yeri (müstevdeun) belirledi. Biz anlayanlar için ayetleri ayrıntılı biçimde açıkladık
[011.006] Yeryüzündeki bütün canlı türlerinin beslenmelerini ve geçinmelerini sağlamak Allah'ın garantisi altındadır. O, onların barınma yerleri (müstekarreha) ile geçiş yerlerini (müstevdeeha) bilir. Bütün bunlar açık bir kitapta yazılıdır.»
Konumuz olan kelimenin, Müstekarr kelimesi ile birlikte kullanıldığı görülmektedir. Bu kelime, Yerleşilecek yer anlamına gelmektedir. Kelimenin anlamını Adem ve İblis kıssasında geçtiği ayetlere bakarak anlayabiliriz.
[002.036] Nihayet şeytan onları cennetten kaydırdı. Onları bulundukları yerden çıkardı. Biz de: Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde sizin için bir zamana kadar yerleşim (müstekarrun) ve faydalanma vardır, dedik.
[007.024] «Birbirinize düşman olarak inin, siz yeryüzünde bir müddet için yerleşip (müstekarrun) geçineceksiniz.»
Müstevdeun kelimesi; Rahat, huzur,sıkıntı veya güçlükten, zahmet ya da yorgunluktan uzak olmak anlamına gelen, Eddaatü kelimesinden türemiş, ismi mekan sigasında bir kelimedir. Tefsirlerde bu kelime ile, ana rahminde geçen zamanın ifade edildiği şeklinde yorumlar olsa da, ölümden sonra kabirde geçecek olan hayatı ifade ettiği şeklinde yapılan yorumların, kelimenin anlamı açısından daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz.
Müveddeun kelimesi, kinayeli olarak ölü anlamında kullanılmaktadır. Ölen bir kişi için kullanılan, Mezarına, kabrine tevdi edildi şeklindeki kullanım bizim dilimizde de mevcuttur.
Kelime, ayrıca Duha s. 3. ayetinde Ma veddeake şeklinde bir yerde daha geçmektedir. Bu kelime, Allah'ın elçisine olan vahyinin devam edeceğini, onu atıl bir durumda bırakmayacağını ifade etmektedir.
Müstevdeun kelimesi, bir kimsenin öldükten sonra yeniden dirilişine kadar geçecek zaman ile alakalı olduğuna göre, bu kelime aynı zamanda ölen bir kimsenin yeniden dirilişe kadar nasıl bir durumda olacağını da ifade etmektedir şöyle ki;
Kelimenin zaman ve mekanı ifade edeni bir sigada kullanılmış olmasını dikkate aldığımızda, Müstevdeun kelimesinin Rahat, huzur,sıkıntı veya güçlükten, zahmet ya da yorgunluktan uzak olunan bir zaman ve mekan olduğu ortaya çıkmakta, bu anlam ise bize şöyle bir çıkarım imkanı da sunmaktadır.
Kabir hayatı denildiği zaman ilk olarak bir çok Müslümanın aklına, ölen bir kimsenin kabrinde yeniden dirilişe kadar dünya hayatında yaptıklarının karşılığını görecek olması gelmektedir. Ölen kişi eğer imanlı ise onun kabrinin Cennet bahçelerinden bir bahçe, ölen kişi eğer imansız ise onun kabrinin ise, Cehennem çukurlarından bir çukur olacağına inanılır.
Kabir Azabı konusu, Kur'an tarafından ortaya atılan bir konu olmayıp, rivayetler kanalı ile ortaya atılan, ve bu rivayetleri doğrulatmak amacı ile bu konuda Kur'an içinden ayet aranan, ve aranan ayetin Mü'min s. 46. ayet olduğuna inanılan, fakat bu konu hakkında Kur'an içinde bir çok ayet olmasına, ve bu düşünceyi doğrulamaMAsına rağmen rivayet kültürünün Kur'an'ın önüne geçmesinden dolayı imanın bir şartı haline getirilmiştir.
Müstevdeun kelimesi bize, ölen bir kimsenin kabrinde nasıl bir durumda yeniden diriliş gününü bekleyeceğini haber vermekte, ve bu haber aynı zamanda Kabir Azabı düşüncesinin de Kur'an tarafından sağlamasının yapılmasına imkan sağlamaktadır.
Bu kelimenin, Rahat, huzur,sıkıntı veya güçlükten, zahmet ya da yorgunluktan uzak olunan bir zaman ve mekan sahip olması, ölen bir kimsenin böyle durumlardan uzak olmasını da beraberinde getirmektedir. Kabir hayatı meselesinde ölen kişinin huzur veya zahmet görecek olmasının öne çıkması, bu kelimenin ifade ettiği anlamın tersine bir durumu ifade etmektedir.
Yani Müstevdeun kelimesi, ölen bir kimsenin kabrinde herhangi bir şekilde rahat ve zahmet çekmediğini ifade etmekte, bu durum aynı zamanda kabir azabı düşüncesinin de Kur'an açısından sağlamasının yapılmasını da sağlamakta, böyle bir düşüncenin hatalı olduğunu da göstermektedir.
Sonuç olarak; Müstevdeun kelimesi, ölen bir kimsenin yeniden dirilişi beklerken kabrinde nasıl bir durumda olduğunu ifade etmektedir. Bu kelime aynı zamanda kabir azabı konusu ile ilgili olarak bir çıkarım yapılabileceğini de göstermektedir. Çalışmanın amacı direk olarak kabir azabı ile ilgili değil, bir kelimenin anlamının bir konu ile ilgili olarak bazı çıkarımlar yapılabilmesini de mümkün olacağını göstermektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
7 Haziran 2017 Çarşamba
Bakara s. 30. Ayetinde Melekler İle Allah Arasında Geçen Konuşmanın Enbiya s. 27. Ayeti Açısından Değerlendirilmesi
Kur'an'ın 7 ayrı suresinde anlatılan Adem ve İblis kıssasının Bakara s. içinde geçen bölümünün 30. ayetinde Allah (c.c) ile melekler arasında şöyle bir konuşma geçmektedir;
[002.030] Rabbin meleklere «Ben yeryüzünde bir halife kılacağım» demişti; melekler, «Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz» dediler; Allah «Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim» dedi.
Bu kıssa tefsirlerde yaşanmış bir kıssa olarak yorumlanmaya çalışıldığı için, bu ayette geçen konuşma da, gerçek bir konuşma olarak anlaşılmış, bu ayet ile ilgili yapılan yorumlar, bu düşünce üzerinden yapılmaya çalışılmıştır. Fakat bu kıssa ile ilgili ortaya çıkan sorulara verilmeye çalışılan cevaplar, kıssanın yaşanmış bir kıssa olduğu düşüncesi üzerinden verilmeye çalışıldığı için, verilen cevapların tatmin edicilikten uzak ve beraberinde başka soruları getirdiğini de görmekteyiz.
Enbiya s. 27. ayetini okuyan dikkatli bir Kur'an okuyucusu, bu ayette melekler ile ilgili olarak verilen bilgi ile Bakara s. 30. ayetinde geçen konuşmayı değerlendirdiğinde bu iki ayet arasında bir müşkül durum olduğunu görecek ve bu müşkilata nasıl bir çözüm bulunabileceğini araştıracaktır. Kur'an'da çelişki arayan zehir hafiyelerin dikkatini çekecek olduğunda ise, mal bulmuş mağribi misali Kur'an'da çelişki !! olduğuna dair bir delil olarak gösterilmeye çalışılacaktır.
[021.027] Onun sözünün önüne geçmezler hep onun emriyle hareket ederler.
Enbiya s. 26. ayetinde İbadun Mükremune olarak tanımlanan melekler, 27. ayette Allah (c.c) nin sözünün üzerine bir söz getirmedikleri, o ne emrederse o emir doğrultusunda hareket ettikleri bildirilmektedir.
Bu ayeti okuyan Adem ve İblis kıssasının birebir yaşanmış bir kıssa olduğunu düşünen bir kimse, Bakara s. 30. ayetinde Allah (c.c) nin "Ben yeryüzünde bir halife kılacağım" sözüne karşı melekler tarafından "Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz" şeklinde söylenen söz ile arasında bir bağ kuramayacak, ve kafasında meleklerin, nasıl oluyor da bu ayete aykırı olarak Allah'a itiraz edebildiklerinin cevabını arayacaktır.
Adem ve İblis kıssasının yaşanmış bir kıssa olduğunu düşünen bir kimse Enbiya s. 27. ayeti mucibince Bakara s. 30. ayetinde Allah (c.c) tarafından "Ben yeryüzünde bir halife kılacağım" söylenen söze karşılık meleklerin itiraz etmek yerine " Sen her şeyin en iyisini bilirsin senin sözünün üzerine söz söylemek bize yaraşmaz" demelerinin gerektiğini düşünecektir. Halbuki melekler böyle demek yerine, Allah'a itiraz etmektedirler.
Kıssanın yaşanmış bir kıssa olarak görülmesi sonucunda ortaya çıkan müşkülatlardan bir tanesi de bu dur.
Adem ve İblis kıssasının yaşanmış bir kıssa olarak görmek yerine temsili bir kıssa olduğunu düşünmek ve kıssayı bu düşünce üzerinden okumaya çalışmak, bu kıssa ile ilgili ortaya çıkan bazı gereksiz soruların sorulmamasını da beraberinde getirecektir. Temsili kıssalar da öne çıkan asıl nokta, o kıssanın yaşanıp yaşanmadığı değil, o kıssa üzerinden verilmeye çalışılan mesaj olmalıdır.
Bu kıssanın gerçek olarak yaşanmış bir kıssa olduğunu düşünmek, işte böyle bir müşkülata yol açmakta, ortaya çıkan bu müşkülatın çözümü ise, kıssayı yaşanmış bir kıssa değil, temsili bir kıssa olarak okumakla çözüleceğini düşünmekteyiz. Temsili kıssalarda öne çıkan husus, kıssada adı geçen kişiler değil, o kişiler üzerinden verilmek istenen mesajdır. Adem ve İblis kıssası böyle bir düşünce içinde okunduğunda, Bakara s. 30. ayetinde geçen meleklerin itirazının Enbiya s. 27. ayeti ile arasından herhangi bir sorun teşkil etmediği de anlaşılacaktır.
Çünkü kıssada asıl nokta muhataba mesaj vermek olup, bu mesaj ise edebi bir anlatım üslubu olan temsili anlatım şeklinde verilmektedir. Kıssanın temsili bir anlatım üslubu dahilinde okunması, bu gibi müşkülat arz eden durumların da ortaya çıkmasını önleyecektir.
Adem ve İblis kıssasının temsili olduğunu iddia etmek, kıssayı inkar etmek anlamına gelmemektedir. Kıssayı okuyan kimse o kıssanın yaşanıp yaşanmadığı üzerinde değil, o kıssa üzerinden nasıl bir mesaj verilmek istenilmiş olabileceğini düşünerek okuduğunda, bu kıssa ile ilgili olarak daha net bilgi sahibi olacaktır.
Enbiya s. 27. ayeti ile Bakara s. 30. ayeti arasındaki müşkül durum, bu kıssanın temsili bir kıssa olarak okunmasını gerektirdiğine dair olan düşünceye bir delil olduğunu düşünmekteyiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
[002.030] Rabbin meleklere «Ben yeryüzünde bir halife kılacağım» demişti; melekler, «Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz» dediler; Allah «Ben şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim» dedi.
Bu kıssa tefsirlerde yaşanmış bir kıssa olarak yorumlanmaya çalışıldığı için, bu ayette geçen konuşma da, gerçek bir konuşma olarak anlaşılmış, bu ayet ile ilgili yapılan yorumlar, bu düşünce üzerinden yapılmaya çalışılmıştır. Fakat bu kıssa ile ilgili ortaya çıkan sorulara verilmeye çalışılan cevaplar, kıssanın yaşanmış bir kıssa olduğu düşüncesi üzerinden verilmeye çalışıldığı için, verilen cevapların tatmin edicilikten uzak ve beraberinde başka soruları getirdiğini de görmekteyiz.
Enbiya s. 27. ayetini okuyan dikkatli bir Kur'an okuyucusu, bu ayette melekler ile ilgili olarak verilen bilgi ile Bakara s. 30. ayetinde geçen konuşmayı değerlendirdiğinde bu iki ayet arasında bir müşkül durum olduğunu görecek ve bu müşkilata nasıl bir çözüm bulunabileceğini araştıracaktır. Kur'an'da çelişki arayan zehir hafiyelerin dikkatini çekecek olduğunda ise, mal bulmuş mağribi misali Kur'an'da çelişki !! olduğuna dair bir delil olarak gösterilmeye çalışılacaktır.
[021.027] Onun sözünün önüne geçmezler hep onun emriyle hareket ederler.
Enbiya s. 26. ayetinde İbadun Mükremune olarak tanımlanan melekler, 27. ayette Allah (c.c) nin sözünün üzerine bir söz getirmedikleri, o ne emrederse o emir doğrultusunda hareket ettikleri bildirilmektedir.
Bu ayeti okuyan Adem ve İblis kıssasının birebir yaşanmış bir kıssa olduğunu düşünen bir kimse, Bakara s. 30. ayetinde Allah (c.c) nin "Ben yeryüzünde bir halife kılacağım" sözüne karşı melekler tarafından "Orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz" şeklinde söylenen söz ile arasında bir bağ kuramayacak, ve kafasında meleklerin, nasıl oluyor da bu ayete aykırı olarak Allah'a itiraz edebildiklerinin cevabını arayacaktır.
Adem ve İblis kıssasının yaşanmış bir kıssa olduğunu düşünen bir kimse Enbiya s. 27. ayeti mucibince Bakara s. 30. ayetinde Allah (c.c) tarafından "Ben yeryüzünde bir halife kılacağım" söylenen söze karşılık meleklerin itiraz etmek yerine " Sen her şeyin en iyisini bilirsin senin sözünün üzerine söz söylemek bize yaraşmaz" demelerinin gerektiğini düşünecektir. Halbuki melekler böyle demek yerine, Allah'a itiraz etmektedirler.
Kıssanın yaşanmış bir kıssa olarak görülmesi sonucunda ortaya çıkan müşkülatlardan bir tanesi de bu dur.
Adem ve İblis kıssasının yaşanmış bir kıssa olarak görmek yerine temsili bir kıssa olduğunu düşünmek ve kıssayı bu düşünce üzerinden okumaya çalışmak, bu kıssa ile ilgili ortaya çıkan bazı gereksiz soruların sorulmamasını da beraberinde getirecektir. Temsili kıssalar da öne çıkan asıl nokta, o kıssanın yaşanıp yaşanmadığı değil, o kıssa üzerinden verilmeye çalışılan mesaj olmalıdır.
Bu kıssanın gerçek olarak yaşanmış bir kıssa olduğunu düşünmek, işte böyle bir müşkülata yol açmakta, ortaya çıkan bu müşkülatın çözümü ise, kıssayı yaşanmış bir kıssa değil, temsili bir kıssa olarak okumakla çözüleceğini düşünmekteyiz. Temsili kıssalarda öne çıkan husus, kıssada adı geçen kişiler değil, o kişiler üzerinden verilmek istenen mesajdır. Adem ve İblis kıssası böyle bir düşünce içinde okunduğunda, Bakara s. 30. ayetinde geçen meleklerin itirazının Enbiya s. 27. ayeti ile arasından herhangi bir sorun teşkil etmediği de anlaşılacaktır.
Çünkü kıssada asıl nokta muhataba mesaj vermek olup, bu mesaj ise edebi bir anlatım üslubu olan temsili anlatım şeklinde verilmektedir. Kıssanın temsili bir anlatım üslubu dahilinde okunması, bu gibi müşkülat arz eden durumların da ortaya çıkmasını önleyecektir.
Adem ve İblis kıssasının temsili olduğunu iddia etmek, kıssayı inkar etmek anlamına gelmemektedir. Kıssayı okuyan kimse o kıssanın yaşanıp yaşanmadığı üzerinde değil, o kıssa üzerinden nasıl bir mesaj verilmek istenilmiş olabileceğini düşünerek okuduğunda, bu kıssa ile ilgili olarak daha net bilgi sahibi olacaktır.
Enbiya s. 27. ayeti ile Bakara s. 30. ayeti arasındaki müşkül durum, bu kıssanın temsili bir kıssa olarak okunmasını gerektirdiğine dair olan düşünceye bir delil olduğunu düşünmekteyiz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
2 Mart 2017 Perşembe
Nisa s. 78. ve 79. Ayetleri Arasında Çelişki Var mı ?
Son yıllarda Kur'an'a olan yönelişin neticesinde Kur'an meali okuyanlar çoğalmış , fakat bu okumalarda, bazı ayetlerin Kur'an bütünlüğü ile olan bağının kurulamaması neticesinde , meal okuyucularının bazılarının kafalarında istifhamlar oluşmakta , ve bu istifhamlara cevaplar arama yoluna gitmektedirler. Özellikle internet ortamında boy gösteren ve Kur'an ayetleri arasında çelişki arayan sitelere rastladıklarında ise kafaları daha da fazla karışmaktadır.
[004.082] Onlar hâlâ Kur'ân'ı gereği gibi düşünüp anlamaya çalışmazlar mı?
Eğer o Allah'tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı mutlaka onda birçok
çelişkiler bulurlardı.
[018.001] Hamd, Kitabı kulu üzerine indiren ve onda hiç bir çarpıklık
kılmayan Allah'a aittir.
Bir Müslüman Kur'an ayetleri arasında çelişki olabileceğini asla düşünmez. Kur'an ayetlerinin birbirleri ile aralarında çelişki olduğu gibi bir durum sezdiğinde , bu durumun Allah'ın kitabındaki bir hatadan dolayı değil, kendisinin konuyu doğru kavrayamamış olmasından kaynaklandığını bilir. Ancak bazı Kur'an ayetleri arasında kuramadığı bağın nasıl kurulabileceğini öğrenmek ve araştırmak kişinin en tabii hakkı ve vazifesidir.
Nisa s. 78. ve 79. ayetlerini okuyan bir kimse , bu ayetler arasında müşkül bir duruma rastlayacak , ve bu müşkülatın nasıl çözülebileceği konusunda arayışa girecektir.
[004.078] Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde bulunsanız bile, ölüm size yetişecektir. Onlara bir iyilik gelirse: «Bu Allah'tandır» derler, bir kötülüğe uğrarlarsa «Bu, senin tarafındandır» derler. De ki: «Hepsi Allah'tandır». Bunlara ne oluyor ki, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?
[004.079] Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter.
Bu ayetleri okuyan bir kimse , bir ayette iyiliğin ve kötülüğün Allah'tan geldiğinin beyan edilmesi , diğer ayette ise iyiliğin Allah'tan, kötülüğün ise kişiden geldiğinin beyan edilmesinde farklılıklar olduğunu gördüğünde bu ayetleri nasıl anlamak gerektiği konusunda düşünecektir.
Kur'an bilindiği üzere Mekke ve Medine'de yaşayan bir topluluğa inmiştir. İnen Kur'an ayetlerinin bir çoğu, özellikle Medine'de inen ayetler, yaşanan canlı ve dinamik bir hayat ile ilgili bir olay ve konu ile alakalıdır. İlgili ayetlerin ilk muhataplara ne dediği doğru olarak anlaşılmadan , sonraki muhataplara yani bizlere ne demiş olabileceğini anlamak zorlaşacak hatta imkansızlaşacaktır.
İlk muhataplara ne dediğinin anlaşılması için sebebi nuzül gibi rivayet kitaplarını adres olarak göstermediğimizi hatırlatmak isteriz. Kur'an yine kendi içinde bizlere bu anlama yolunun ip uçlarını vermektedir. Yazımıza konu edeceğimiz ayetler de , yaşanan bir hayat içinde ve ilk muhataplar dediğimiz insanların yaşadıkları bir hayata inmiş, ve bu ayetlerin anlaşılmasının ilk muhataplar ile olan bağı koparılmamak sureti ile mümkün olduğunu düşünmekteyiz.
Nisa s. 77. ayeti , konumuz ile alakalı olan ayetlerin ilk muhataplarının kimler olduğunu bizlere göstermektedir.
[004.077] Kendilerine; «Elinizi çekin, salatı ayakta tutun, zekâtı verin» denenleri görmedin mi? Oysa savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, insanlardan Allah'tan korkar gibi- hata daha da şiddetli bir korkuyla- korkuya kapılıyorlar ve: «Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?» dediler. De ki: «Dünyanın metaı azdır, ahiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz 'bir hurma çekirdeğindeki ince bir iplik kadar bile haksızlığa uğratılmayacaksınız.»
Nisa s. 77. ayetinde ayetinde bahsedilen kimseler , Müslüman toplum içine çöreklenmiş ve her fırsatta Müslümanlara zarar vermeye çalışan Münafıklardır. Devam eden 78 ve 79. ayetlerdeki muhataplar , 77. ayette bahsedilen bu kimselerdir. Tefsirlerde bu konuda farklı yorumlar bulunmakla birlikte , münafıklar ile ilgili olduğu şeklindeki yorumların daha isabetli olduğunu söylemek istiyoruz.
Bu ayet dikkatli okunduğunda savaşmaları gerektiği halde ölüm korkusu nedeniyle savaşmaktan geri durmak isteyenlerin münafıklar olduğu anlaşılmaktadır. Ayetlerde bahsedilenlerin kim olduklarının bilinmesi , ayetlerin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır.
Nisa s. 78. ayetindeki "Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde dahi olsanız ölüm sizi bulacaktır" cümlesi , ölümden kaçışın olmadığını herkese hatırlatmaktadır. Ölüm korkusu ile Allah yolunda cihat etmekten kaçmak , gerçek iman sahibi olan bir mümin için olacak iş değildir. Mümin kişi Allah yolunda ölümü ebedi cennetin anahtarı olarak görürken , münafık ise böyle bir inanca sahip olmadığı ve yaptıklarının karşılığını almaktan korktuğu için ölümü asla istemez.
Ayetin devamında , o münafıkların kendilerine iyilik dokunduğunda "Bu Allah'tandır" , bir kötülük dokunduğunda ise "Bu, senin tarafındandır" demelerine karşılık , Muhammed (a.s) a iyilik ve kötülüğün " Hepsi Allah'tandır" demesi emredilmektedir.
Bu cümleler üzerinde biraz durmak gerektiğini düşünmekteyiz. Münafık olarak tanımlanan kimseler bilindiği gibi , Müslüman topluluk içine çöreklenmiş , inanmadıkları halde inandık diyerek, her fırsatta Müslümanları aldatmaya ve onlara zarar vermeye çalışan kimselerdir.
[047.030] Eğer dileseydik, Biz onları sana gösterirdik; sen de onları yüzlerinden tanırdın. And olsun ki sen, onları konuşmalarından da tanırsın; Allah işlediklerinizi bilir.
Münafıkların kendilerini saklamaları , onların Müslüman toplum içinde tanınmalarını güçleştirmektedir. Ancak onların toplum içindeki fiilleri ve sözleri , onların deşifre olmalarını sağlamaktadır. Nisa s. 78. ayetindeki münafıkların sözlerini, onların tanınmalarını sağlayan konuşmaları olarak anlamak mümkündür. Muhammed (a.s) ı incitmek sureti ile ona iman etmediklerini dil ile söylemek anlamına gelen bu sözler , bir toplum içinde elçiye karşı inkarcı tavırlar takınmanın , iman edenlerin yapacakları işlerden olmadığını göstermektedir.
Aynı itirazların , Musa ve Salih (a.s) lara karşı da yapılmakta olduğunu görmekteyiz.
[007.130-131] And olsun ki, Biz de Firavun ailesini, ders alsınlar diye, yıllarca kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık.Fakat kendilerine iyilik geldiği zaman, işte bu bizim hakkımızdır, dediler, başlarına bir kötülük gelince de, işte bu Musa ile yanındakilerin uğursuzluğu yüzünden, dediler. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katındandır. Lâkin çoğu bunu bilmezler.
[027.047] «Sen ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık» dediler. Salih: «Uğursuzluğunuz Allah katındandır; belki imtihana çekilen bir kavimsiniz» dedi.
Araf ve Neml surelerindeki bu ayetleri Nisa s. 78. ayet, ile birlikte okuduğumuzda , Musa ve Salih (a.s) lara karşı yapılan muamele ile , Muhammed (a.s) a yapılan muamele eşleştirilerek , elçilerine karşı böyle bir muameleyi reva görenlerin iman etmiş olmayacağı gösterilmekte , bu yol ile münafıkların yapmış oldukları ile kafirlerin yapmış oldukları aynı düzleme çekilerek küfür ve nifakları ayan beyan ortaya çıkarılmaktadır.
Elçi gönderilmiş toplumların bazı sıkıntılara uğratılması , toplumsal bir yasanın sonucu olup, bu yasa Enam ve Araf s. ayetlerinde karşımıza çıkmaktadır.
[006.042] Andolsun ki; Biz, senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik. Yalvarsınlar diye, onları darlık ve sıkıntıya soktuk.
[007.094] Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek onun halkı yalvarıp-yakarsınlar diye, mutlaka onları dayanılmaz bir zorluk (yoksulluk) ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz.
Tevbe s. ayetlerinde ise , münafıkların yanlışlarını görmeleri için aynı yasanın onlar üzerinde de işletildiğini görmekteyiz.
[009.126] Onlar, yılda bir iki defa belaya uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı? Böyleyken yine tevbe etmiyorlar, ibret de almıyorlar.
[030.036] İnsanlara bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinirler, ama yaptıklarından ötürü başlarına bir kötülük gelirse hemen ümitlerini kaybediverirler.
Münafıkların kendilerine gelen iyiliği Allah'tan , kötülüğü ise elçiden bilmek sureti ile elçiyi incitmeleri , Kur'an'ın bir çok yerinde gördüğümüz nankör insan tiplemesinin de bir karşılığıdır. Allah (c.c) "De ki: Hepsi Allah'tandır" buyurmak sureti ile , münafıklar tarafından elçisine yüklenmek istenen sorumluluğu onun üzerinden almakta , iyilik ve kötülüğün kendisinden olduğunu beyan etmektedir.
İnsana isabet eden her ne olursa olsun Sünnetullah dediğimiz yasalara bağlanmış bir kader (ölçü) neticesindedir , Hadid s. 22. 23. ayetleri buna işaret etmektedir.
[057.022] Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce o, Kitap'da bulunmasın. Doğrusu bu Allah'a kolaydır. Bu, kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmamanız içindir. Allah, kendini beğenip öğünen hiç kimseyi sevmez;
[064.011] Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musîbet başa gelmez. Kim Allah’ı tasdik ederse, Allah onun kalbini hakka ve doğruya açar. Allah her şeyi hakkıyla bilir.
79. ayete gelecek olursak ; Ayet içindeki " Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir" cümlesindeki Sana kelimesi ile kimin kast edildiği yönünde 2 farklı yorumda bulunmak mümkündür. Ayet içindeki Sana ifadesinin münafıkları kast ederek, Muhammed (a.s) ı incitmek için kullandıkları sözlerin ret edilme yoluna gittiğini söylemek mümkündür. Yine Sana ifadesinin Muhammed (a.s) ı kast ederek onun üzerinden bütün insanları içine alan bir anlama sahip olduğunu anlamak ta mümkündür.
Çünkü Allah (c.c) nin koyduğu yasalar bir kişi için ayrı , diğer bir kişi için ayrı işleyiş göstermeden her kul için aynı şekilde işleyiş gösterir. Ayet münafığı veya Muhammed (a.s) ı kast etmiş olsa bile Sünnetullah dediğimiz yasalar bütün insanlar için eşit olarak işleyiş gösterir.
[042.030] Ve size musibetten her ne şey isabet ederse kendi ellerinizin kazandığı şey sebebiyledir ve bir çoğundan ise affeder.
Şura s. 30. ve benzeri ayetlerde insana isabet eden herhangi bir musibetin nasıl bir yasaya bağlı olduğunu beyan edilmektedir. Allah (c.c) tarafından insanlara iyilikten veya kötülükten isabet eden her şey, insanların kendi elleri ile işlediklerinin bir sonucu olup , bu konudaki sorumluluk tamamen insana aittir. Allah (c.c) insanların elleri ile işlediklerinin karşılığını koymuş olduğu yasalar gereğince vermektedir.
Nisa s. 78. ayetindeki "De ki: «Hepsi Allah'tandır " cümlesi ile 79. ayetteki " Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir" cümlesini nasıl bağdaştırabiliriz ?.
Dikkat edilecek olursa her iki ayette iyiliğin Allah'tan olduğu konusunda müştereklik söz konusudur. 78. ayette münafıkları tarafından dile getirilen , kötülüğün Muhammed (a.s) sebebi ile başlarına geldiği iddiaları ret edilerek , insanlara isabet eden kötülüğü başkalarının üzerine yıkmaları onları sorumluluktan kurtarmayacağı , kişinin başına gelen kötülüğün kendi elleri ile kazandıklarının bir sonucu olduğu anlatılmaktadır.
Kur'an'da çelişki arayan bazı kimselerin bulduklarını zannettikleri çelişkilerden bir tanesi bu ayetlerdedir. Bu kimselere göre iyiliğin ve kötülüğün Allah'tan olması şeklindeki 78. ayete mukabil , 79. ayet ise Allah (c.c) bu ayetlerde iyiliğin kendisinden , kötülüğün ise kullarından sadır olduğunu beyan etmektedir.
Bu kimselerin yanıldıkları nokta , insana isabet eden iyilik ve kötülük Allah (c.c) nin kendi tercihi doğrultusunda değil , kullarının elleri ile işlediklerinin sonucu olarak, Sünnetullah denilen toplumsal yasaların gereğince meydana gelmektedir. Allah (c.c) kullarına eğer iyilik ve kötülüğü sadece kendi tercihleri doğrultusunda vermiş olsaydı bu adaletsizliğe yol açacağı gibi , dünyada işlenen iyilik ve kötülüklerin karşılığı olan cennet ve cehennemin kurulmasına gerek görülmezdi.
Allah (c.c) kullarına 2 yol göstermek sureti ile iyi ve kötüyü göstermiş , fakat bu yollardan hangisine gideceği noktasında onlara seçim hakkı tanımıştır. İnsanların tüm kazandıkları serbest iradeleri ile yaptıkları seçimlerin bir neticesi olup , bu noktada Allah (c.c) kullarının bu isteklerinin neticesini yaratmaktadır.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin kitabının art niyetli okunması veya iyi niyetli kimselerin ayetler arasında anlam bütünlüğünü kuramaması neticesinde, bazı ayetler arasında sanki çelişki olarak görülebilecek bazı müşkül durumlar ortaya çıkmaktadır.
Nisa s. 78. ve 79. ayetler arasında iyiliğin ve kötülüğün nereden geldiği noktasında farklı gibi görünen bir durum olsa da , Allah (c.c) nin kullarının kazandığı iyilik ve kötülüğü kendi tercihi olarak meydana getirdiği değil , koyduğu yasalar gereği kullarının elleri ile işlediklerinin bir sonucu olarak meydana getirmiş olduğu bilindiğinde problem ortadan kalkacaktır.
Kader olarak bildiğimiz kavram , Allah (c.c) nin insanın alnına daha doğmadan önce ne yapacaklarını yazması değil , doğduktan sonra işlediklerinin karşılığını alacağı yasalar olarak bilindiğinde doğru bir düşünce sahibi olunmuş olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Nisa s. 78. ve 79. ayetlerini okuyan bir kimse , bu ayetler arasında müşkül bir duruma rastlayacak , ve bu müşkülatın nasıl çözülebileceği konusunda arayışa girecektir.
[004.078] Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde bulunsanız bile, ölüm size yetişecektir. Onlara bir iyilik gelirse: «Bu Allah'tandır» derler, bir kötülüğe uğrarlarsa «Bu, senin tarafındandır» derler. De ki: «Hepsi Allah'tandır». Bunlara ne oluyor ki, hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?
[004.079] Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter.
Bu ayetleri okuyan bir kimse , bir ayette iyiliğin ve kötülüğün Allah'tan geldiğinin beyan edilmesi , diğer ayette ise iyiliğin Allah'tan, kötülüğün ise kişiden geldiğinin beyan edilmesinde farklılıklar olduğunu gördüğünde bu ayetleri nasıl anlamak gerektiği konusunda düşünecektir.
Kur'an bilindiği üzere Mekke ve Medine'de yaşayan bir topluluğa inmiştir. İnen Kur'an ayetlerinin bir çoğu, özellikle Medine'de inen ayetler, yaşanan canlı ve dinamik bir hayat ile ilgili bir olay ve konu ile alakalıdır. İlgili ayetlerin ilk muhataplara ne dediği doğru olarak anlaşılmadan , sonraki muhataplara yani bizlere ne demiş olabileceğini anlamak zorlaşacak hatta imkansızlaşacaktır.
İlk muhataplara ne dediğinin anlaşılması için sebebi nuzül gibi rivayet kitaplarını adres olarak göstermediğimizi hatırlatmak isteriz. Kur'an yine kendi içinde bizlere bu anlama yolunun ip uçlarını vermektedir. Yazımıza konu edeceğimiz ayetler de , yaşanan bir hayat içinde ve ilk muhataplar dediğimiz insanların yaşadıkları bir hayata inmiş, ve bu ayetlerin anlaşılmasının ilk muhataplar ile olan bağı koparılmamak sureti ile mümkün olduğunu düşünmekteyiz.
Nisa s. 77. ayeti , konumuz ile alakalı olan ayetlerin ilk muhataplarının kimler olduğunu bizlere göstermektedir.
[004.077] Kendilerine; «Elinizi çekin, salatı ayakta tutun, zekâtı verin» denenleri görmedin mi? Oysa savaş üzerlerine yazıldığında, onlardan bir grup, insanlardan Allah'tan korkar gibi- hata daha da şiddetli bir korkuyla- korkuya kapılıyorlar ve: «Rabbimiz, ne diye savaşı üzerimize yazdın, bizi yakın bir zamana ertelemeli değil miydin?» dediler. De ki: «Dünyanın metaı azdır, ahiret ise muttakiler için daha hayırlıdır ve siz 'bir hurma çekirdeğindeki ince bir iplik kadar bile haksızlığa uğratılmayacaksınız.»
Nisa s. 77. ayetinde ayetinde bahsedilen kimseler , Müslüman toplum içine çöreklenmiş ve her fırsatta Müslümanlara zarar vermeye çalışan Münafıklardır. Devam eden 78 ve 79. ayetlerdeki muhataplar , 77. ayette bahsedilen bu kimselerdir. Tefsirlerde bu konuda farklı yorumlar bulunmakla birlikte , münafıklar ile ilgili olduğu şeklindeki yorumların daha isabetli olduğunu söylemek istiyoruz.
Bu ayet dikkatli okunduğunda savaşmaları gerektiği halde ölüm korkusu nedeniyle savaşmaktan geri durmak isteyenlerin münafıklar olduğu anlaşılmaktadır. Ayetlerde bahsedilenlerin kim olduklarının bilinmesi , ayetlerin daha kolay anlaşılmasını sağlayacaktır.
Nisa s. 78. ayetindeki "Nerede olursanız olun, sağlam kaleler içinde dahi olsanız ölüm sizi bulacaktır" cümlesi , ölümden kaçışın olmadığını herkese hatırlatmaktadır. Ölüm korkusu ile Allah yolunda cihat etmekten kaçmak , gerçek iman sahibi olan bir mümin için olacak iş değildir. Mümin kişi Allah yolunda ölümü ebedi cennetin anahtarı olarak görürken , münafık ise böyle bir inanca sahip olmadığı ve yaptıklarının karşılığını almaktan korktuğu için ölümü asla istemez.
Ayetin devamında , o münafıkların kendilerine iyilik dokunduğunda "Bu Allah'tandır" , bir kötülük dokunduğunda ise "Bu, senin tarafındandır" demelerine karşılık , Muhammed (a.s) a iyilik ve kötülüğün " Hepsi Allah'tandır" demesi emredilmektedir.
Bu cümleler üzerinde biraz durmak gerektiğini düşünmekteyiz. Münafık olarak tanımlanan kimseler bilindiği gibi , Müslüman topluluk içine çöreklenmiş , inanmadıkları halde inandık diyerek, her fırsatta Müslümanları aldatmaya ve onlara zarar vermeye çalışan kimselerdir.
[047.030] Eğer dileseydik, Biz onları sana gösterirdik; sen de onları yüzlerinden tanırdın. And olsun ki sen, onları konuşmalarından da tanırsın; Allah işlediklerinizi bilir.
Münafıkların kendilerini saklamaları , onların Müslüman toplum içinde tanınmalarını güçleştirmektedir. Ancak onların toplum içindeki fiilleri ve sözleri , onların deşifre olmalarını sağlamaktadır. Nisa s. 78. ayetindeki münafıkların sözlerini, onların tanınmalarını sağlayan konuşmaları olarak anlamak mümkündür. Muhammed (a.s) ı incitmek sureti ile ona iman etmediklerini dil ile söylemek anlamına gelen bu sözler , bir toplum içinde elçiye karşı inkarcı tavırlar takınmanın , iman edenlerin yapacakları işlerden olmadığını göstermektedir.
Aynı itirazların , Musa ve Salih (a.s) lara karşı da yapılmakta olduğunu görmekteyiz.
[007.130-131] And olsun ki, Biz de Firavun ailesini, ders alsınlar diye, yıllarca kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık.Fakat kendilerine iyilik geldiği zaman, işte bu bizim hakkımızdır, dediler, başlarına bir kötülük gelince de, işte bu Musa ile yanındakilerin uğursuzluğu yüzünden, dediler. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katındandır. Lâkin çoğu bunu bilmezler.
[027.047] «Sen ve beraberindekiler yüzünden uğursuzluğa uğradık» dediler. Salih: «Uğursuzluğunuz Allah katındandır; belki imtihana çekilen bir kavimsiniz» dedi.
Araf ve Neml surelerindeki bu ayetleri Nisa s. 78. ayet, ile birlikte okuduğumuzda , Musa ve Salih (a.s) lara karşı yapılan muamele ile , Muhammed (a.s) a yapılan muamele eşleştirilerek , elçilerine karşı böyle bir muameleyi reva görenlerin iman etmiş olmayacağı gösterilmekte , bu yol ile münafıkların yapmış oldukları ile kafirlerin yapmış oldukları aynı düzleme çekilerek küfür ve nifakları ayan beyan ortaya çıkarılmaktadır.
Elçi gönderilmiş toplumların bazı sıkıntılara uğratılması , toplumsal bir yasanın sonucu olup, bu yasa Enam ve Araf s. ayetlerinde karşımıza çıkmaktadır.
[006.042] Andolsun ki; Biz, senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik. Yalvarsınlar diye, onları darlık ve sıkıntıya soktuk.
[007.094] Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek onun halkı yalvarıp-yakarsınlar diye, mutlaka onları dayanılmaz bir zorluk (yoksulluk) ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz.
Tevbe s. ayetlerinde ise , münafıkların yanlışlarını görmeleri için aynı yasanın onlar üzerinde de işletildiğini görmekteyiz.
[009.126] Onlar, yılda bir iki defa belaya uğratılıp imtihana çekildiklerini görmüyorlar mı? Böyleyken yine tevbe etmiyorlar, ibret de almıyorlar.
[030.036] İnsanlara bir rahmet tattırdığımız zaman ona sevinirler, ama yaptıklarından ötürü başlarına bir kötülük gelirse hemen ümitlerini kaybediverirler.
Münafıkların kendilerine gelen iyiliği Allah'tan , kötülüğü ise elçiden bilmek sureti ile elçiyi incitmeleri , Kur'an'ın bir çok yerinde gördüğümüz nankör insan tiplemesinin de bir karşılığıdır. Allah (c.c) "De ki: Hepsi Allah'tandır" buyurmak sureti ile , münafıklar tarafından elçisine yüklenmek istenen sorumluluğu onun üzerinden almakta , iyilik ve kötülüğün kendisinden olduğunu beyan etmektedir.
İnsana isabet eden her ne olursa olsun Sünnetullah dediğimiz yasalara bağlanmış bir kader (ölçü) neticesindedir , Hadid s. 22. 23. ayetleri buna işaret etmektedir.
[057.022] Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce o, Kitap'da bulunmasın. Doğrusu bu Allah'a kolaydır. Bu, kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmamanız içindir. Allah, kendini beğenip öğünen hiç kimseyi sevmez;
[064.011] Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musîbet başa gelmez. Kim Allah’ı tasdik ederse, Allah onun kalbini hakka ve doğruya açar. Allah her şeyi hakkıyla bilir.
79. ayete gelecek olursak ; Ayet içindeki " Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir" cümlesindeki Sana kelimesi ile kimin kast edildiği yönünde 2 farklı yorumda bulunmak mümkündür. Ayet içindeki Sana ifadesinin münafıkları kast ederek, Muhammed (a.s) ı incitmek için kullandıkları sözlerin ret edilme yoluna gittiğini söylemek mümkündür. Yine Sana ifadesinin Muhammed (a.s) ı kast ederek onun üzerinden bütün insanları içine alan bir anlama sahip olduğunu anlamak ta mümkündür.
Çünkü Allah (c.c) nin koyduğu yasalar bir kişi için ayrı , diğer bir kişi için ayrı işleyiş göstermeden her kul için aynı şekilde işleyiş gösterir. Ayet münafığı veya Muhammed (a.s) ı kast etmiş olsa bile Sünnetullah dediğimiz yasalar bütün insanlar için eşit olarak işleyiş gösterir.
[042.030] Ve size musibetten her ne şey isabet ederse kendi ellerinizin kazandığı şey sebebiyledir ve bir çoğundan ise affeder.
Şura s. 30. ve benzeri ayetlerde insana isabet eden herhangi bir musibetin nasıl bir yasaya bağlı olduğunu beyan edilmektedir. Allah (c.c) tarafından insanlara iyilikten veya kötülükten isabet eden her şey, insanların kendi elleri ile işlediklerinin bir sonucu olup , bu konudaki sorumluluk tamamen insana aittir. Allah (c.c) insanların elleri ile işlediklerinin karşılığını koymuş olduğu yasalar gereğince vermektedir.
Nisa s. 78. ayetindeki "De ki: «Hepsi Allah'tandır " cümlesi ile 79. ayetteki " Sana ne iyilik gelirse Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir" cümlesini nasıl bağdaştırabiliriz ?.
Dikkat edilecek olursa her iki ayette iyiliğin Allah'tan olduğu konusunda müştereklik söz konusudur. 78. ayette münafıkları tarafından dile getirilen , kötülüğün Muhammed (a.s) sebebi ile başlarına geldiği iddiaları ret edilerek , insanlara isabet eden kötülüğü başkalarının üzerine yıkmaları onları sorumluluktan kurtarmayacağı , kişinin başına gelen kötülüğün kendi elleri ile kazandıklarının bir sonucu olduğu anlatılmaktadır.
Kur'an'da çelişki arayan bazı kimselerin bulduklarını zannettikleri çelişkilerden bir tanesi bu ayetlerdedir. Bu kimselere göre iyiliğin ve kötülüğün Allah'tan olması şeklindeki 78. ayete mukabil , 79. ayet ise Allah (c.c) bu ayetlerde iyiliğin kendisinden , kötülüğün ise kullarından sadır olduğunu beyan etmektedir.
Bu kimselerin yanıldıkları nokta , insana isabet eden iyilik ve kötülük Allah (c.c) nin kendi tercihi doğrultusunda değil , kullarının elleri ile işlediklerinin sonucu olarak, Sünnetullah denilen toplumsal yasaların gereğince meydana gelmektedir. Allah (c.c) kullarına eğer iyilik ve kötülüğü sadece kendi tercihleri doğrultusunda vermiş olsaydı bu adaletsizliğe yol açacağı gibi , dünyada işlenen iyilik ve kötülüklerin karşılığı olan cennet ve cehennemin kurulmasına gerek görülmezdi.
Allah (c.c) kullarına 2 yol göstermek sureti ile iyi ve kötüyü göstermiş , fakat bu yollardan hangisine gideceği noktasında onlara seçim hakkı tanımıştır. İnsanların tüm kazandıkları serbest iradeleri ile yaptıkları seçimlerin bir neticesi olup , bu noktada Allah (c.c) kullarının bu isteklerinin neticesini yaratmaktadır.
Sonuç olarak ; Allah (c.c) nin kitabının art niyetli okunması veya iyi niyetli kimselerin ayetler arasında anlam bütünlüğünü kuramaması neticesinde, bazı ayetler arasında sanki çelişki olarak görülebilecek bazı müşkül durumlar ortaya çıkmaktadır.
Nisa s. 78. ve 79. ayetler arasında iyiliğin ve kötülüğün nereden geldiği noktasında farklı gibi görünen bir durum olsa da , Allah (c.c) nin kullarının kazandığı iyilik ve kötülüğü kendi tercihi olarak meydana getirdiği değil , koyduğu yasalar gereği kullarının elleri ile işlediklerinin bir sonucu olarak meydana getirmiş olduğu bilindiğinde problem ortadan kalkacaktır.
Kader olarak bildiğimiz kavram , Allah (c.c) nin insanın alnına daha doğmadan önce ne yapacaklarını yazması değil , doğduktan sonra işlediklerinin karşılığını alacağı yasalar olarak bilindiğinde doğru bir düşünce sahibi olunmuş olacaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
11 Kasım 2016 Cuma
Kur'an'da Ayetler Arasında Çelişki Var mı ?
[017.088] De ki: «İnsanlar ve cinler, birbirine yardımcı olarak bu Kuran'ın
bir benzerini ortaya koymak için bir araya gelseler, and olsun ki, yine de
benzerini ortaya koyamazlar.»
Kur'an ayetleri arasında çelişki olduğu iddiası , bir takım insanlar tarafından ortaya atılmakta, ve aralarında çelişki olduğuna dair sunulan bir çok ayet , internet ortamındaki bazı sitelerinde yer almaktadır. Bu sitelerdeki iddiaları okuyan bazı kimselerin ise, kafalarında istifham oluşarak , böyle bir şeyin mümkün olup olmadığı konusunda tereddüte düşmektedirler.
Biz Kur'an'ın Allah (c.c) katından indiğine inanmayan insanların bu iddialarına cevap vermeye yönelik değil , bu gibi insanların açtıkları sitelerde ortaya koydukları iddiaları okuyan bazı Müslümanlarda oluşan istifhamları dikkate alarak , Kur'an hakkında nasıl bir düşünce içinde olunması gerektiği yönündeki fikirlerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Kur'an'da çelişki olduğuna dair delil olarak ortaya atılan bazı ayetler , geçmiş tefsirciler tarafından da ele alınarak üzerinde düşünülmüş, ve gerekli yorumlar yapılmıştır. Tefsir usulünde "Müşkilül Kur'an" başlığı altında yapılan çalışmalarda , çelişki olduğundan yola çıkılarak değil , iki ayet arasındaki müşkil'in çözümüne yönelik çalışmalar bu başlık altında toplanmış , ayetler arasındaki bağlantıyı kurmak yönünde çalışmalar yapılmıştır.
Kur'an'ın Allah (c.c) katından indiğine inanan bir Müslüman, aralarındaki ilgi bağını kuramadığı ayetler için "Bu ayetlerde çelişki var" veya "Acaba çelişki olabilir mi" cümlesini asla kullanmaz. Müslüman kişi, ayetler arasında asla çelişki olmadığına baştan kesin olarak iman ederek , çelişki gibi görünen durumun , kendisinin ayeti anlayamamasından kaynaklanan bir sonuç olduğunu bilir , ve o ayeti anlamak için çaba sarf eder.
[004.082] Kuran'ı durup düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah'tan başkasından gelseydi, onda çok aykırılıklar bulurlardı.
Müslüman , Kur'an'ın Allah katından gelen bir kitap olduğuna iman eden bir kimsedir. Böyle bir imanı olmayan kimse zaten Müslüman olamaz . Müslüman kelimesinin anlamı "Teslim olan" demek olduğuna göre , Allah'ın kitabına teslim olmayan kişi, haliyle Müslüman sıfatına sahip olamaz. Allah katından geldiğine inanılan bir kitabın çelişkili olduğunu iddia etmek , Allah ile boy ölçüşmeye kalkmak demektir. Onun indirdiği bir kitabı , onun yarattığı bir kulu eleştiriyor ve ona "Ey Allah'ım sen burada böyle , burada böyle diyerek, içinde çelişkiler ihtiva eden bir kitap indirmişsin" diyerek ona kafa tutmaya kalkıyor.
Kendisi gibi bir insan olan ve ilmi kariyer sahibi olan bir kimsenin görüşlerini eleştirirken bile ona saygılı bir biçimde davranan , veya onu eleştirmekten çekinen bazı kimseler , konu Kur'an olunca daha rahat davranarak , bu kitaba karşı hiç çekinmeden galiz hakaretler savurabilmektedirler.
[018.001] Hamd, Kitabı kulu üzerine indiren ve onda hiç bir çarpıklık kılmayan Allah'a aittir.
Kur'an'da çelişki olduğunu iddia eden bir kimse ile tartışmaya girmek , maça 1- 0 mağlup başlamak anlamına gelecektir. Kişi , böyle bir çelişki iddiasını ortaya atmakla sizi kendi gündemine çekerek , kendi gündemi etrafında gerçekleşen bir tartışma ortamına sokmuş olur.
Bizim tavsiyemiz , böyle tartışmalara hiç girmemek , Kur'an'da çelişki olabilecek hiç bir ayetin olmadığını , çelişki olduğunu zannettiği şeyin kendi bilgisizliğinin bir sonucu olduğunu söyleyerek , çelişki olduğu iddia edilen ayetlerin nasıl bir anlama gelmiş olabileceğini veya nasıl bir mesajı olduğunu karşısındaki kişiye iman etmesini beklemeden uygun bir dil ile anlatmaya çalışmak olmalıdır. Bu gayret elbette , Kur'an'a hakimiyet , ve ayetler arasındaki anlam örgüsünü kurabilme yeteneğini gerektirmektedir. Böyle bir bilgi sahibi olmayan kişinin tartışmaya hiç girmemesi kendisi için daha uygundur.
[011.019] Bunlar Allah'ın yolundan alıkorlar ve o yolu eğriltmeğe çalışırlar; işte onlar ahireti inkar edenlerdir.
Kur'an'da çelişki olduğu iddiası ile ortaya çıkarak , delil olarak sunulan ayetleri çelişki olarak görme mantığının altında yatan en büyük neden, bu kitaba olan güvensizlik yani imansızlık olmakla birlikte , kendilerini Allah ile boy ölçüşebilecek düzeyde bir bilgi sahibi olduklarını zannedecek kadar dev aynasında görmenin getirdiği cahil cesaretidir.
Kur'an öncelikle beşer cinsinden olan bir kişinin yazmış olduğu roman , hikaye türünden bir kitap değildir. Bu kitap 1500 yıl önce Allah katından inmiş, indiği zaman ve mekanda yaşayan insanların kültür , inanç ve örflerini dikkate alarak yanlışlarını düzelten , doğrulara ses çıkarmayan bir muhtevaya sahiptir. Bunları yaparken o günkü insanların kullandığı dil ve edebi üslubu kullanan Kur'an'ın doğru anlaşılması için bu arka planın bilinmesi şarttır.
[030.052] Şunu bil ki:Sen ne ölülere sesini duyurabilirsin, ne de arkasını dönüp uzaklaşan sağırlara bu dâveti işittirebilirsin.
[030.053] Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola döndüremezsin; ancak ayetlerimize inananlara duyurabilirsin; işte onlar Müslümanlardır.
Kur'an'ı anlamak gibi bir derdi olmayıp, bu kitap'ta çelişki aramaya yönelik çalışmalar ,sadece bu çalışmaları yapanların inkarcılıklarını artırmak ve kendilerini tatmin etmek için yaptıkları çabalamalar olarak kalacaktır. Art niyet olmaksızın , bazı ayetler arasında bulunan müşkül durumu öğrenmek isteyenler için bu kitap kendisini onlara açacak, ve kafalarındaki istifhamları giderecektir. Art niyetli bir yaklaşım sergileyenlere ise bu kitap kendini açmayacak , aksine inkarlarının artmasına vesile olacaktır.
Yazının hacmini büyültmemek için çelişki olduğu iddia edilen ayetlerden bir kaç tanesini örnek olarak buraya alalım ve üzerinde düşünmeye çalışalım ;
[021.016] Biz; göğü, yeri ve ikisinin arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık.
[044.038] Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki oyun olsun diye yaratmadık!
[029.064] Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan ibarettir. Asıl hayat ahiret yurdundaki hayattır. Keşke bilseler!
Yukarıda verdiğimiz Enbiya suresinin 16 , Duhan suresinin 38. ayetinde Allah (c.c) nin , yarattığı şeyleri boşa yaratmadığını buyururken , Ankebut s. 64. ayetinde dünya hayatının oyun ve eğlenceden ibaret olduğu yani geçici bir mekan olduğunu buyurmakla bu ayetler arasında çelişkiye düştüğü zannedilmektedir
Kur'an'a imana olmasa dahi, art niyet sahibi olmayan bir kimsenin kolayca anlayacağı bu ayetler arasındaki çelişkiyi fark edemeyen Allah (c.c) !! , bir gün gelip bir hafiye edasıyla kitabını araştırarak düştüğü çelişkileri fark eden kullarının çıkacağını hesap edemeyerek !! böyle çelişkili ayetler göndermiş olabilir mi ?.
Enbiya ve Duhan surelerindeki ayetlerde, Allah (c.c) gök ve yer ile arasındakileri bir amaca binaen yarattığını ifade etmek için "Oyun olsun diye yaratmadık" buyururken , Ankebut suresinde bizlere hitaben , yaşadığımız dünya hayatının mahiyetini bildiğimiz şeyler üzerinden anlatmaktadır. Bizler için oyun denilince aklımıza gelen ilk şeyin , geçici ve belirli bir süre zevk alacağımız bir şey olduğunu merkeze alarak , bu oyunun bir gün mutlaka biteceğini , asıl hayatın ahiret yurdu olduğunu bizlere hatırlatmaktadır.
[005.067] Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.
Maide s. 67. ayetinde Muhammed (a.s) ın Allah tarafından insanlara karşı korunacağının beyan edilmiş olması ile , İsrailoğullarının kendilerine gönderilen elçileri öldürdüğünü haber veren ayetler arasında , Allah (c.c) nin Muhammed (a.s) ı ölümden koruyarak , İsrailoğullarına gönderdiği peygamberlerini ölümden neden korumadığı , bir çelişki olarak görülmektedir.
Kur'an'a art niyetli yaklaşmayan ve bu konuyu öğrenmek isteyen birisi, eğer böyle bir soru sormuş olsaydı ona şöyle bir cevap verebilirdik ;
Allah (c.c) hiç bir peygamberini, diğer peygamberine karşı bir ayrıcalık tanımamıştır. Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) tarafından korunması mucizevi bir şekilde değil , kendisinin aldığı tedbirler ile gerçekleşmiştir. Hiç bir savaşta kafirlerin karşısına geçerek bağrını açıp "Beni Allah koruyor beni öldüremezsiniz" şeklinde bir meydan okuma ile savaş meydanına çıkmamıştır. Her insan gibi savaş için gerekli olan zırhını kuşanarak eline kılıcını alarak meydana çıkmış ve böylece kafirlere karşı savaşmıştır.
Mekke'den Medineye hicreti esnasında , siyer kitaplarında anlatılan sığındıkları mağarada olan bazı harikulade olayların gerçekle alakası olmayıp , uydurmadan ibarettir. Öldürülme korkusu nedeniyle tedbir almayarak "Nasılsa Allah beni koruyacağını vaad etti" demiş olsa , kafirler tarafından bulunarak orada öldürülmüş olması içten bile değildi.
Allah (c.c) nin evrene koyduğu sebep-sonuç yasaları herkes için aynı şekilde çalışır. İsrailoğullarına gönderilmiş olan elçilerin bazılarının öldürülmüş olması , tamamen sebep-sonuç yasaları ile ilgilidir. Muhammed (a.s) ve onun yanındakiler tedbirli davranmayarak , yaptığı hatalar onu ölüme götürecek olsa idi, Allah (c.c) buna mani olmaz o da öldürülebilirdi.
Uhud savaşında yaralanmış olması, herkes için aynı şekilde çalışan sebep-sonuç yasalarının getirdiği bir sonuçtur.
Yani İsrailoğullarından olan bazı elçilerin öldürülmüş olması , onların düşmanları karşısında güçsüz kalmaları , Muhammed (a.s) ın öldürülmemiş olması ise , düşmanlarına karşı güçlü olmasıdır. Allah (c.c) nin bu konuda taraflı davranması asla söz konusu değildir.
[027.081] Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola döndüremezsin; ancak ayetlerimize inananlara sen duyurabilirsin; işte onlar Müslümanlardır.
[043.040] Sağırlara sen mi duyuracaksın? Yoksa körleri ve apaçık sapıklıkta olanları doğru yola sen mi eriştireceksin?
Biz bu kitaba iman etmemiş birisine bu kitabın çelişkisiz olduğunu anlatmak için ne kadar dil döksek aslı yoktur. Bu kitapta çelişki olmadığına bir kişinin inanması için önce bu kitaba iman etmesi şarttır. Böyle bir inanca sahip olmayan birisi için bu kitap alelade bir insanın yazdığı bir kitap kadar dahi değeri olmayacaktır.
[018.006] Bu söze inanmayanların ardından üzülerek nerdeyse kendini mahvedeceksin!
[016.082] Eğer yüz çevirirlerse, sana düşenin sadece açıkça tebliğ olduğunu bil.
[006.107] Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz seni onların üzerine bir bekçi kılmadık. Sen onların vekili de değilsin.
Bazı Müslümanlar , bu gibi insanların akıbetlerini bildikleri için , onların yaptıklarına üzülmekte , ve inkarlarından vazgeçmeleri için onlara dil dökerek neredeyse yalvarmaktadır. Bu kimseler sahip olduğu düşünceye , hür iradeleri neticesinde varmakta , ve onları zorlamak gibi bir şansımız olmadığı gibi , böyle bir vazifemiz de yoktur.
Sonuç olarak : Kur'an'da çelişki olduğu iddiaları , bu kitap hakkında olumsuz düşünce sahibi olanların ortaya attığı bir iddia olup , temelinde inkar ve cehalet olan bir düşüncedir. Olayın asıl düşündürücü yanı , bu iddiaların bir kısım Müslüman tarafından kabul görebilmesidir. Bir Müslüman iman ettiği kitabın hiç bir yerinde çelişki olduğuna dair düşünce içinde bulunamaz.
Çelişki , Müslüman lügatında olmaması gereken bir kelimedir. Eğer bir ayet ile başka bir ayetin, birbiri ile arasında bağ kurulamaması sonucunda bir müşkilat ortaya çıkıyorsa , bu müşkilat, Kur'an'dan kaynaklanan değil , okuyan kişinin algılama hatasından kaynaklanmaktadır.
Kur'an, okudukça kendisini açan bir kitaptır. Kur'an okuyan kişi , her okudukça daha önceki yapmış olduğu okumalarda kafasına takılan bazı soruların cevabını bir sonraki okumada bulacaktır. Yeter ki okuyan kişi bu kitabı yanlış aramak için değil , hayat rehberi olduğuna iman ederek , rabbinin ona neler emrettiğini öğrenmek ve yaşamak için okusun.
Kur'an'a yeni yönelmiş bu bazı konularda araştırma yapan kişilerin gözüne , Kur'an'da çelişkili ayetler olduğuna dair iddiaların yer aldığı internet ortamında bazı siteler çarpabilir. Kur'an hakkında biraz bilgisi olan kişi , bu iddiaların ne kadar sığ iddialar olduğunu görecektir. Kur'an'ın tarihsel bağlamından , edebi ve ilk muhatapların kullandıkları dil üslubundan habersiz olan , bu kitabı roman veya hikaye türü bir eser zannı ile okuyan kimse için bu kitap elbette alelade bir kitap olarak görülecektir.
Bu kitabın Allah katından indirildiğini , alemlere hidayet ve rahmet olduğunu , çelişkisiz bir kitap olduğunu bilerek okuyanlar için ise , bu kitabın yol göstericiliği kıyamete dek sürecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Kur'an ayetleri arasında çelişki olduğu iddiası , bir takım insanlar tarafından ortaya atılmakta, ve aralarında çelişki olduğuna dair sunulan bir çok ayet , internet ortamındaki bazı sitelerinde yer almaktadır. Bu sitelerdeki iddiaları okuyan bazı kimselerin ise, kafalarında istifham oluşarak , böyle bir şeyin mümkün olup olmadığı konusunda tereddüte düşmektedirler.
Biz Kur'an'ın Allah (c.c) katından indiğine inanmayan insanların bu iddialarına cevap vermeye yönelik değil , bu gibi insanların açtıkları sitelerde ortaya koydukları iddiaları okuyan bazı Müslümanlarda oluşan istifhamları dikkate alarak , Kur'an hakkında nasıl bir düşünce içinde olunması gerektiği yönündeki fikirlerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Kur'an'da çelişki olduğuna dair delil olarak ortaya atılan bazı ayetler , geçmiş tefsirciler tarafından da ele alınarak üzerinde düşünülmüş, ve gerekli yorumlar yapılmıştır. Tefsir usulünde "Müşkilül Kur'an" başlığı altında yapılan çalışmalarda , çelişki olduğundan yola çıkılarak değil , iki ayet arasındaki müşkil'in çözümüne yönelik çalışmalar bu başlık altında toplanmış , ayetler arasındaki bağlantıyı kurmak yönünde çalışmalar yapılmıştır.
Kur'an'ın Allah (c.c) katından indiğine inanan bir Müslüman, aralarındaki ilgi bağını kuramadığı ayetler için "Bu ayetlerde çelişki var" veya "Acaba çelişki olabilir mi" cümlesini asla kullanmaz. Müslüman kişi, ayetler arasında asla çelişki olmadığına baştan kesin olarak iman ederek , çelişki gibi görünen durumun , kendisinin ayeti anlayamamasından kaynaklanan bir sonuç olduğunu bilir , ve o ayeti anlamak için çaba sarf eder.
[004.082] Kuran'ı durup düşünmüyorlar mı? Eğer o Allah'tan başkasından gelseydi, onda çok aykırılıklar bulurlardı.
Müslüman , Kur'an'ın Allah katından gelen bir kitap olduğuna iman eden bir kimsedir. Böyle bir imanı olmayan kimse zaten Müslüman olamaz . Müslüman kelimesinin anlamı "Teslim olan" demek olduğuna göre , Allah'ın kitabına teslim olmayan kişi, haliyle Müslüman sıfatına sahip olamaz. Allah katından geldiğine inanılan bir kitabın çelişkili olduğunu iddia etmek , Allah ile boy ölçüşmeye kalkmak demektir. Onun indirdiği bir kitabı , onun yarattığı bir kulu eleştiriyor ve ona "Ey Allah'ım sen burada böyle , burada böyle diyerek, içinde çelişkiler ihtiva eden bir kitap indirmişsin" diyerek ona kafa tutmaya kalkıyor.
Kendisi gibi bir insan olan ve ilmi kariyer sahibi olan bir kimsenin görüşlerini eleştirirken bile ona saygılı bir biçimde davranan , veya onu eleştirmekten çekinen bazı kimseler , konu Kur'an olunca daha rahat davranarak , bu kitaba karşı hiç çekinmeden galiz hakaretler savurabilmektedirler.
[018.001] Hamd, Kitabı kulu üzerine indiren ve onda hiç bir çarpıklık kılmayan Allah'a aittir.
Kur'an'da çelişki olduğunu iddia eden bir kimse ile tartışmaya girmek , maça 1- 0 mağlup başlamak anlamına gelecektir. Kişi , böyle bir çelişki iddiasını ortaya atmakla sizi kendi gündemine çekerek , kendi gündemi etrafında gerçekleşen bir tartışma ortamına sokmuş olur.
Bizim tavsiyemiz , böyle tartışmalara hiç girmemek , Kur'an'da çelişki olabilecek hiç bir ayetin olmadığını , çelişki olduğunu zannettiği şeyin kendi bilgisizliğinin bir sonucu olduğunu söyleyerek , çelişki olduğu iddia edilen ayetlerin nasıl bir anlama gelmiş olabileceğini veya nasıl bir mesajı olduğunu karşısındaki kişiye iman etmesini beklemeden uygun bir dil ile anlatmaya çalışmak olmalıdır. Bu gayret elbette , Kur'an'a hakimiyet , ve ayetler arasındaki anlam örgüsünü kurabilme yeteneğini gerektirmektedir. Böyle bir bilgi sahibi olmayan kişinin tartışmaya hiç girmemesi kendisi için daha uygundur.
[011.019] Bunlar Allah'ın yolundan alıkorlar ve o yolu eğriltmeğe çalışırlar; işte onlar ahireti inkar edenlerdir.
Kur'an'da çelişki olduğu iddiası ile ortaya çıkarak , delil olarak sunulan ayetleri çelişki olarak görme mantığının altında yatan en büyük neden, bu kitaba olan güvensizlik yani imansızlık olmakla birlikte , kendilerini Allah ile boy ölçüşebilecek düzeyde bir bilgi sahibi olduklarını zannedecek kadar dev aynasında görmenin getirdiği cahil cesaretidir.
Kur'an öncelikle beşer cinsinden olan bir kişinin yazmış olduğu roman , hikaye türünden bir kitap değildir. Bu kitap 1500 yıl önce Allah katından inmiş, indiği zaman ve mekanda yaşayan insanların kültür , inanç ve örflerini dikkate alarak yanlışlarını düzelten , doğrulara ses çıkarmayan bir muhtevaya sahiptir. Bunları yaparken o günkü insanların kullandığı dil ve edebi üslubu kullanan Kur'an'ın doğru anlaşılması için bu arka planın bilinmesi şarttır.
[030.052] Şunu bil ki:Sen ne ölülere sesini duyurabilirsin, ne de arkasını dönüp uzaklaşan sağırlara bu dâveti işittirebilirsin.
[030.053] Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola döndüremezsin; ancak ayetlerimize inananlara duyurabilirsin; işte onlar Müslümanlardır.
Kur'an'ı anlamak gibi bir derdi olmayıp, bu kitap'ta çelişki aramaya yönelik çalışmalar ,sadece bu çalışmaları yapanların inkarcılıklarını artırmak ve kendilerini tatmin etmek için yaptıkları çabalamalar olarak kalacaktır. Art niyet olmaksızın , bazı ayetler arasında bulunan müşkül durumu öğrenmek isteyenler için bu kitap kendisini onlara açacak, ve kafalarındaki istifhamları giderecektir. Art niyetli bir yaklaşım sergileyenlere ise bu kitap kendini açmayacak , aksine inkarlarının artmasına vesile olacaktır.
Yazının hacmini büyültmemek için çelişki olduğu iddia edilen ayetlerden bir kaç tanesini örnek olarak buraya alalım ve üzerinde düşünmeye çalışalım ;
[021.016] Biz; göğü, yeri ve ikisinin arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık.
[044.038] Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki oyun olsun diye yaratmadık!
[029.064] Bu dünya hayatı sadece bir eğlence ve oyundan ibarettir. Asıl hayat ahiret yurdundaki hayattır. Keşke bilseler!
Yukarıda verdiğimiz Enbiya suresinin 16 , Duhan suresinin 38. ayetinde Allah (c.c) nin , yarattığı şeyleri boşa yaratmadığını buyururken , Ankebut s. 64. ayetinde dünya hayatının oyun ve eğlenceden ibaret olduğu yani geçici bir mekan olduğunu buyurmakla bu ayetler arasında çelişkiye düştüğü zannedilmektedir
Kur'an'a imana olmasa dahi, art niyet sahibi olmayan bir kimsenin kolayca anlayacağı bu ayetler arasındaki çelişkiyi fark edemeyen Allah (c.c) !! , bir gün gelip bir hafiye edasıyla kitabını araştırarak düştüğü çelişkileri fark eden kullarının çıkacağını hesap edemeyerek !! böyle çelişkili ayetler göndermiş olabilir mi ?.
Enbiya ve Duhan surelerindeki ayetlerde, Allah (c.c) gök ve yer ile arasındakileri bir amaca binaen yarattığını ifade etmek için "Oyun olsun diye yaratmadık" buyururken , Ankebut suresinde bizlere hitaben , yaşadığımız dünya hayatının mahiyetini bildiğimiz şeyler üzerinden anlatmaktadır. Bizler için oyun denilince aklımıza gelen ilk şeyin , geçici ve belirli bir süre zevk alacağımız bir şey olduğunu merkeze alarak , bu oyunun bir gün mutlaka biteceğini , asıl hayatın ahiret yurdu olduğunu bizlere hatırlatmaktadır.
[005.067] Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.
Maide s. 67. ayetinde Muhammed (a.s) ın Allah tarafından insanlara karşı korunacağının beyan edilmiş olması ile , İsrailoğullarının kendilerine gönderilen elçileri öldürdüğünü haber veren ayetler arasında , Allah (c.c) nin Muhammed (a.s) ı ölümden koruyarak , İsrailoğullarına gönderdiği peygamberlerini ölümden neden korumadığı , bir çelişki olarak görülmektedir.
Kur'an'a art niyetli yaklaşmayan ve bu konuyu öğrenmek isteyen birisi, eğer böyle bir soru sormuş olsaydı ona şöyle bir cevap verebilirdik ;
Allah (c.c) hiç bir peygamberini, diğer peygamberine karşı bir ayrıcalık tanımamıştır. Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) tarafından korunması mucizevi bir şekilde değil , kendisinin aldığı tedbirler ile gerçekleşmiştir. Hiç bir savaşta kafirlerin karşısına geçerek bağrını açıp "Beni Allah koruyor beni öldüremezsiniz" şeklinde bir meydan okuma ile savaş meydanına çıkmamıştır. Her insan gibi savaş için gerekli olan zırhını kuşanarak eline kılıcını alarak meydana çıkmış ve böylece kafirlere karşı savaşmıştır.
Mekke'den Medineye hicreti esnasında , siyer kitaplarında anlatılan sığındıkları mağarada olan bazı harikulade olayların gerçekle alakası olmayıp , uydurmadan ibarettir. Öldürülme korkusu nedeniyle tedbir almayarak "Nasılsa Allah beni koruyacağını vaad etti" demiş olsa , kafirler tarafından bulunarak orada öldürülmüş olması içten bile değildi.
Allah (c.c) nin evrene koyduğu sebep-sonuç yasaları herkes için aynı şekilde çalışır. İsrailoğullarına gönderilmiş olan elçilerin bazılarının öldürülmüş olması , tamamen sebep-sonuç yasaları ile ilgilidir. Muhammed (a.s) ve onun yanındakiler tedbirli davranmayarak , yaptığı hatalar onu ölüme götürecek olsa idi, Allah (c.c) buna mani olmaz o da öldürülebilirdi.
Uhud savaşında yaralanmış olması, herkes için aynı şekilde çalışan sebep-sonuç yasalarının getirdiği bir sonuçtur.
Yani İsrailoğullarından olan bazı elçilerin öldürülmüş olması , onların düşmanları karşısında güçsüz kalmaları , Muhammed (a.s) ın öldürülmemiş olması ise , düşmanlarına karşı güçlü olmasıdır. Allah (c.c) nin bu konuda taraflı davranması asla söz konusu değildir.
[027.081] Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola döndüremezsin; ancak ayetlerimize inananlara sen duyurabilirsin; işte onlar Müslümanlardır.
[043.040] Sağırlara sen mi duyuracaksın? Yoksa körleri ve apaçık sapıklıkta olanları doğru yola sen mi eriştireceksin?
Biz bu kitaba iman etmemiş birisine bu kitabın çelişkisiz olduğunu anlatmak için ne kadar dil döksek aslı yoktur. Bu kitapta çelişki olmadığına bir kişinin inanması için önce bu kitaba iman etmesi şarttır. Böyle bir inanca sahip olmayan birisi için bu kitap alelade bir insanın yazdığı bir kitap kadar dahi değeri olmayacaktır.
[018.006] Bu söze inanmayanların ardından üzülerek nerdeyse kendini mahvedeceksin!
[016.082] Eğer yüz çevirirlerse, sana düşenin sadece açıkça tebliğ olduğunu bil.
[006.107] Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz seni onların üzerine bir bekçi kılmadık. Sen onların vekili de değilsin.
Bazı Müslümanlar , bu gibi insanların akıbetlerini bildikleri için , onların yaptıklarına üzülmekte , ve inkarlarından vazgeçmeleri için onlara dil dökerek neredeyse yalvarmaktadır. Bu kimseler sahip olduğu düşünceye , hür iradeleri neticesinde varmakta , ve onları zorlamak gibi bir şansımız olmadığı gibi , böyle bir vazifemiz de yoktur.
Sonuç olarak : Kur'an'da çelişki olduğu iddiaları , bu kitap hakkında olumsuz düşünce sahibi olanların ortaya attığı bir iddia olup , temelinde inkar ve cehalet olan bir düşüncedir. Olayın asıl düşündürücü yanı , bu iddiaların bir kısım Müslüman tarafından kabul görebilmesidir. Bir Müslüman iman ettiği kitabın hiç bir yerinde çelişki olduğuna dair düşünce içinde bulunamaz.
Çelişki , Müslüman lügatında olmaması gereken bir kelimedir. Eğer bir ayet ile başka bir ayetin, birbiri ile arasında bağ kurulamaması sonucunda bir müşkilat ortaya çıkıyorsa , bu müşkilat, Kur'an'dan kaynaklanan değil , okuyan kişinin algılama hatasından kaynaklanmaktadır.
Kur'an, okudukça kendisini açan bir kitaptır. Kur'an okuyan kişi , her okudukça daha önceki yapmış olduğu okumalarda kafasına takılan bazı soruların cevabını bir sonraki okumada bulacaktır. Yeter ki okuyan kişi bu kitabı yanlış aramak için değil , hayat rehberi olduğuna iman ederek , rabbinin ona neler emrettiğini öğrenmek ve yaşamak için okusun.
Kur'an'a yeni yönelmiş bu bazı konularda araştırma yapan kişilerin gözüne , Kur'an'da çelişkili ayetler olduğuna dair iddiaların yer aldığı internet ortamında bazı siteler çarpabilir. Kur'an hakkında biraz bilgisi olan kişi , bu iddiaların ne kadar sığ iddialar olduğunu görecektir. Kur'an'ın tarihsel bağlamından , edebi ve ilk muhatapların kullandıkları dil üslubundan habersiz olan , bu kitabı roman veya hikaye türü bir eser zannı ile okuyan kimse için bu kitap elbette alelade bir kitap olarak görülecektir.
Bu kitabın Allah katından indirildiğini , alemlere hidayet ve rahmet olduğunu , çelişkisiz bir kitap olduğunu bilerek okuyanlar için ise , bu kitabın yol göstericiliği kıyamete dek sürecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
22 Ağustos 2016 Pazartesi
Enfal s. 1. Ayeti İle, 41. Ayeti Arasında Çelişki Var mı ?
Elimizde olan Kur'an çevirilerinde yapılan önemli bir eksikliklerden bir tanesi , aynı konu ile ilgili ayetlerin birbiri ile ilişkisinin yapılan çeviride kurulamaması neticesinde, dikkatli bir okuyucunun gözüne takılarak, ayetler arasında bir çelişki olabileceği yönünde bir şüpheye düşmesine neden olunmasıdır.
Hele bu okuyucu, bu kitabı Kur'an ayetleri arasında çelişki bulmak amacı ile okuyor ise, mal bulmuş mağribi gibi sevinerek , Arşimet misali "Buldum Buldum" diye bağırarak, kendisini sokaklara bile atabilmektedir. Dinini Kur'andan öğrenmek için yeni yeni Kur'an meali okuyan bir kimsenin ise , ayetler arasında nasıl bir bağ kurulabileceği noktasında, tereddüte düşmesi kuvvetli bir ihtimaldir.
Kur'an çevirisi yapmaya soyunan kimselerin bu noktaya dikkat etmesinin önemini tekrar hatırlatarak , bazılarının kafasında istifhama neden olan iki ayeti konu ederek , söylemek istediklerimizin daha kolay anlaşılmasını sağlamaya çalışalım.
Enfal s. 1. ayetinin metni ve metne sadık kalarak yapılan bir kaç çeviri örneği şöyledir;
يَسْأَلُونَكَ عَنِ الأَنفَالِ قُلِ الأَنفَالُ لِلّهِ وَالرَّسُولِ فَاتَّقُواْ اللّهَ وَأَصْلِحُواْ ذَاتَ بِيْنِكُمْ وَأَطِيعُواْ اللّهَ وَرَسُولَهُ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
Bayraktar Bayraklı :
Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: “Ganimetler Allah ve Peygamberi’ne aittir. O halde Allah’tan sakınınız, aranızda barış ve esenliği sağlayınız. Eğer müminler iseniz, Allah ve Rasûlü’ne itaat ediniz.”
Edip Yüksel :
Savaş ganimetleri hakkında senden soruyorlar. De ki: 'Ganimetler, ALLAH'ın ve elçisinindir.' ALLAH'ı dinleyin, aranızı düzeltin. İnanıyorsanız, ALLAH'a ve elçisine uyun.
Muhammed Esed :
Sana ganimetler hakkında soracaklar. De ki: "Bütün ganimetler Allaha ve Onun Elçisine aittir" Öyleyse, Allahtan yana bilinç ve duyarlık içinde olun; aranızda kardeşlik bağlarınızı canlı tutun;Allaha ve Onun Elçisine karşı duyarlık gösterin, eğer (gerçekten) inanan kimselerseniz!
Süleyman Ateş :
Sana ganimetlerden sorarlar; de ki: "Ganimetler, Allâh'ın ve Elçi(si)nindir. Siz, (gerçekten) inananlar iseniz, Allah'tan korkun, aranızı düzeltin, Allah'a ve Elçisine itâ'at edin!"
Şaban Piriş :
Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: -Ganimetler, Allah’a ve Elçisi'ne aittir. Allah’tan korkun, aranızı düzeltin. Eğer mümin iseniz Allah’a ve Elçisi'ne itaat ediniz.
Ömer Nasuhi Bilmen :
Sana ganîmetlerden soruyorlar. De ki: «Ganîmetler Allah Teâlâ'ya ve Peygamber'e aittir. Artık Allah Teâlâ'dan korkunuz. Aranızdaki hâli düzeltiniz ve Allah Teâlâ'ya ve Resûlüne itaat ediniz, eğer mü'min kimseler iseniz.»
Yukarıdaki Enfal s. 1. ayetinin yapılmış çeviri örneklerine baktığımızda, "Yanlış" olarak nitelenebilecek bir çeviri hatası bulunmamaktadır. Yapılan çeviriler, metne sadık kalarak yapılmış çevirilerdir. Ancak aynı surenin 41. ayetine baktığımızda , bu tür çevirilerin yapıldığı Kur'an meallerini okuyan kimselerin kafalarında soru işareti oluşması kaçınılmazdır.
وَاعْلَمُواْ أَنَّمَا غَنِمْتُم مِّن شَيْءٍ فَأَنَّ لِلّهِ خُمُسَهُ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ إِن كُنتُمْ آمَنتُمْ بِاللّهِ وَمَا أَنزَلْنَا عَلَى عَبْدِنَا يَوْمَ الْفُرْقَانِ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
[008.041] Eğer Allah'a ve hakkı batıldan ayıran o günde, iki topluluğun karşılaştığı günde kulumuza indirdiğimize inanıyorsanız, bilin ki, ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah'ın, Resulunun ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır. Allah her şeye Kadir'dir.
Enfal s. 1. ayetinin yukarıda vermiş olduğumuz türden çevirileri ile aynı surenin 41. ayetini okuyan bir kısım insan "Bir ayette ganimetler Allah ve Resulünündür, bir ayette ise beşte biri Allah ve Resulünündür deniliyor" şeklinde bir düşünce içine girerek, bu müşkül durumun nasıl giderilebileceği yönündeki sorunun cevabını arayacaktır.
İndirdiği kitap'ta asla çelişki olmadığını (4. 82) beyan eden Rabbimiz, bize yalan söylemeyeceğine göre , bu kitap içinde çelişki olduğunu iddia etmek , Allah (c.c) ye iftira etmek anlamına gelecek , asıl çelişkinin bu ayetler arasındaki anlam bağını kurmamakta ısrar edenlerde olduğu görülecektir.
Enfal s. 41. ayetine baktığımızda, ayetin savaş ganimetlerinin dağılımı hakkında bir HÜKÜM beyan ettiğini görmekteyiz. O halde Enfal suresi 1. ayetine öyle bir anlam verilmelidir ki , 41. ayet ile bağdaşsın ve herhangi bir müşkilata mahal vermesin.
Enfal s. 41. ayeti , ganimet dağılımı konusunda HÜKÜM beyan ettiğine göre , aynı surenin 1. ayeti ganimet dağılımı konusunda kimin yetki sahibi olduğunu beyan eden bir anlam dahilinde çeviri yapılması gerekmektedir.
Buna göre Enfal s. 1. ayetine bu noktaya işaret eden bir parantez açılarak, okuyucunun kafasında herhangi bir istifham oluşmasına engel olunabilir.
Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: Ganimetler (HAKKINDA HÜKÜM VERMEK) Allah ve Peygamber'e aittir. O halde siz müminler iseniz Allah'tan sakının, aranızı ıslah edin, Allah ve Resûlüne itaat edin.
Enfal s. 1. ayetine doğru anlam vermek için , aynı surenin 41. ayeti dikkate alınmalı ve bazı okuyucuların kafasında oluşabilecek herhangi bir istifhama meydan verilmemelidir.
Bağlam dikkate alınarak yapılmış bir kaç çeviri örneği vermek gerekirse şu çevirileri verebiliriz ;
Ali Fikri Yavuz :
(Ey Rasûlüm), sana harb ganimetlerinin kime âit olduğunu soruyorlar. De ki: “- Bu ganimetlerin taksimi, Allah’a ve Rasûlüne aittir. Onun için, siz gerçekten müminseniz Allah’dan korkun ve birbirinizle aranızı düzeltin (geçimsizlik yapmayın), Allah’a ve Rasûlüne itaat edin.”
Elmalılı Hamdi Yazır :
Sana ganimetlerin taksiminden soruyorlar, de ki ganimetlerin taksimi Allaha ve Resulüne aid, onun için siz gerçekten mü'minlerseniz Allahdan korkun da biribirinizle aranızı düzeltin, Allaha ve Resulüne ıtaat edin
Hasan Basri Çantay :
(Habîbim) sana harb ganimetleri (nin hükmünü) sorarlar. De ki: «(Bu) ganimetler Allahın ve Resûlünündür. O halele (tam) mü'minlerseniz Allahdan korkun, (ihtilâfa düşmeyib) aranızı düzeltin, Allaha ve peygamberine İtaat edin.
Sonuç olarak ; Kur'an çevirilerinde önemli bir sorun olarak ortaya çıkan konu bütünlüğü gözetilmeden yapılan çevirilerde bazı okuyucuların kafalarında bazı istifhamlar oluşmaktadır. Kur'an çevirisi yapmaya soyunanların konu bütünlüğünü dikkate alan çeviriler yapamaması onların Kur'ana yeteri kadar hakim olamadıklarınının göstergesidir.
Parantezli mealler her ne kadar bazı yerlerde çeviren kimsenin kafasındaki ön kabulü yansıtması açısından sakıncalı olarak görülmüş olsa da , bazı yerlerde okuyucuların kafasındaki istifhamların giderilmesi için gerekli olduğunu söyleyebiliriz.
Enfal s. 1. ve 41. ayetleri arasında konu bütünlüğünün dikkate alınarak anlam verilmesi araya 41. ayetin anlamı dikkate alınan bir parantez açılarak sağlanabilir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Hele bu okuyucu, bu kitabı Kur'an ayetleri arasında çelişki bulmak amacı ile okuyor ise, mal bulmuş mağribi gibi sevinerek , Arşimet misali "Buldum Buldum" diye bağırarak, kendisini sokaklara bile atabilmektedir. Dinini Kur'andan öğrenmek için yeni yeni Kur'an meali okuyan bir kimsenin ise , ayetler arasında nasıl bir bağ kurulabileceği noktasında, tereddüte düşmesi kuvvetli bir ihtimaldir.
Kur'an çevirisi yapmaya soyunan kimselerin bu noktaya dikkat etmesinin önemini tekrar hatırlatarak , bazılarının kafasında istifhama neden olan iki ayeti konu ederek , söylemek istediklerimizin daha kolay anlaşılmasını sağlamaya çalışalım.
Enfal s. 1. ayetinin metni ve metne sadık kalarak yapılan bir kaç çeviri örneği şöyledir;
يَسْأَلُونَكَ عَنِ الأَنفَالِ قُلِ الأَنفَالُ لِلّهِ وَالرَّسُولِ فَاتَّقُواْ اللّهَ وَأَصْلِحُواْ ذَاتَ بِيْنِكُمْ وَأَطِيعُواْ اللّهَ وَرَسُولَهُ إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
Bayraktar Bayraklı :
Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: “Ganimetler Allah ve Peygamberi’ne aittir. O halde Allah’tan sakınınız, aranızda barış ve esenliği sağlayınız. Eğer müminler iseniz, Allah ve Rasûlü’ne itaat ediniz.”
Edip Yüksel :
Savaş ganimetleri hakkında senden soruyorlar. De ki: 'Ganimetler, ALLAH'ın ve elçisinindir.' ALLAH'ı dinleyin, aranızı düzeltin. İnanıyorsanız, ALLAH'a ve elçisine uyun.
Muhammed Esed :
Sana ganimetler hakkında soracaklar. De ki: "Bütün ganimetler Allaha ve Onun Elçisine aittir" Öyleyse, Allahtan yana bilinç ve duyarlık içinde olun; aranızda kardeşlik bağlarınızı canlı tutun;Allaha ve Onun Elçisine karşı duyarlık gösterin, eğer (gerçekten) inanan kimselerseniz!
Süleyman Ateş :
Sana ganimetlerden sorarlar; de ki: "Ganimetler, Allâh'ın ve Elçi(si)nindir. Siz, (gerçekten) inananlar iseniz, Allah'tan korkun, aranızı düzeltin, Allah'a ve Elçisine itâ'at edin!"
Şaban Piriş :
Sana ganimetleri soruyorlar. De ki: -Ganimetler, Allah’a ve Elçisi'ne aittir. Allah’tan korkun, aranızı düzeltin. Eğer mümin iseniz Allah’a ve Elçisi'ne itaat ediniz.
Ömer Nasuhi Bilmen :
Sana ganîmetlerden soruyorlar. De ki: «Ganîmetler Allah Teâlâ'ya ve Peygamber'e aittir. Artık Allah Teâlâ'dan korkunuz. Aranızdaki hâli düzeltiniz ve Allah Teâlâ'ya ve Resûlüne itaat ediniz, eğer mü'min kimseler iseniz.»
Yukarıdaki Enfal s. 1. ayetinin yapılmış çeviri örneklerine baktığımızda, "Yanlış" olarak nitelenebilecek bir çeviri hatası bulunmamaktadır. Yapılan çeviriler, metne sadık kalarak yapılmış çevirilerdir. Ancak aynı surenin 41. ayetine baktığımızda , bu tür çevirilerin yapıldığı Kur'an meallerini okuyan kimselerin kafalarında soru işareti oluşması kaçınılmazdır.
وَاعْلَمُواْ أَنَّمَا غَنِمْتُم مِّن شَيْءٍ فَأَنَّ لِلّهِ خُمُسَهُ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ إِن كُنتُمْ آمَنتُمْ بِاللّهِ وَمَا أَنزَلْنَا عَلَى عَبْدِنَا يَوْمَ الْفُرْقَانِ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
[008.041] Eğer Allah'a ve hakkı batıldan ayıran o günde, iki topluluğun karşılaştığı günde kulumuza indirdiğimize inanıyorsanız, bilin ki, ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah'ın, Resulunun ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır. Allah her şeye Kadir'dir.
Enfal s. 1. ayetinin yukarıda vermiş olduğumuz türden çevirileri ile aynı surenin 41. ayetini okuyan bir kısım insan "Bir ayette ganimetler Allah ve Resulünündür, bir ayette ise beşte biri Allah ve Resulünündür deniliyor" şeklinde bir düşünce içine girerek, bu müşkül durumun nasıl giderilebileceği yönündeki sorunun cevabını arayacaktır.
İndirdiği kitap'ta asla çelişki olmadığını (4. 82) beyan eden Rabbimiz, bize yalan söylemeyeceğine göre , bu kitap içinde çelişki olduğunu iddia etmek , Allah (c.c) ye iftira etmek anlamına gelecek , asıl çelişkinin bu ayetler arasındaki anlam bağını kurmamakta ısrar edenlerde olduğu görülecektir.
Enfal s. 41. ayetine baktığımızda, ayetin savaş ganimetlerinin dağılımı hakkında bir HÜKÜM beyan ettiğini görmekteyiz. O halde Enfal suresi 1. ayetine öyle bir anlam verilmelidir ki , 41. ayet ile bağdaşsın ve herhangi bir müşkilata mahal vermesin.
Enfal s. 41. ayeti , ganimet dağılımı konusunda HÜKÜM beyan ettiğine göre , aynı surenin 1. ayeti ganimet dağılımı konusunda kimin yetki sahibi olduğunu beyan eden bir anlam dahilinde çeviri yapılması gerekmektedir.
Buna göre Enfal s. 1. ayetine bu noktaya işaret eden bir parantez açılarak, okuyucunun kafasında herhangi bir istifham oluşmasına engel olunabilir.
Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: Ganimetler (HAKKINDA HÜKÜM VERMEK) Allah ve Peygamber'e aittir. O halde siz müminler iseniz Allah'tan sakının, aranızı ıslah edin, Allah ve Resûlüne itaat edin.
Enfal s. 1. ayetine doğru anlam vermek için , aynı surenin 41. ayeti dikkate alınmalı ve bazı okuyucuların kafasında oluşabilecek herhangi bir istifhama meydan verilmemelidir.
Bağlam dikkate alınarak yapılmış bir kaç çeviri örneği vermek gerekirse şu çevirileri verebiliriz ;
Ali Fikri Yavuz :
(Ey Rasûlüm), sana harb ganimetlerinin kime âit olduğunu soruyorlar. De ki: “- Bu ganimetlerin taksimi, Allah’a ve Rasûlüne aittir. Onun için, siz gerçekten müminseniz Allah’dan korkun ve birbirinizle aranızı düzeltin (geçimsizlik yapmayın), Allah’a ve Rasûlüne itaat edin.”
Elmalılı Hamdi Yazır :
Sana ganimetlerin taksiminden soruyorlar, de ki ganimetlerin taksimi Allaha ve Resulüne aid, onun için siz gerçekten mü'minlerseniz Allahdan korkun da biribirinizle aranızı düzeltin, Allaha ve Resulüne ıtaat edin
Hasan Basri Çantay :
(Habîbim) sana harb ganimetleri (nin hükmünü) sorarlar. De ki: «(Bu) ganimetler Allahın ve Resûlünündür. O halele (tam) mü'minlerseniz Allahdan korkun, (ihtilâfa düşmeyib) aranızı düzeltin, Allaha ve peygamberine İtaat edin.
Sonuç olarak ; Kur'an çevirilerinde önemli bir sorun olarak ortaya çıkan konu bütünlüğü gözetilmeden yapılan çevirilerde bazı okuyucuların kafalarında bazı istifhamlar oluşmaktadır. Kur'an çevirisi yapmaya soyunanların konu bütünlüğünü dikkate alan çeviriler yapamaması onların Kur'ana yeteri kadar hakim olamadıklarınının göstergesidir.
Parantezli mealler her ne kadar bazı yerlerde çeviren kimsenin kafasındaki ön kabulü yansıtması açısından sakıncalı olarak görülmüş olsa da , bazı yerlerde okuyucuların kafasındaki istifhamların giderilmesi için gerekli olduğunu söyleyebiliriz.
Enfal s. 1. ve 41. ayetleri arasında konu bütünlüğünün dikkate alınarak anlam verilmesi araya 41. ayetin anlamı dikkate alınan bir parantez açılarak sağlanabilir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
10 Temmuz 2016 Pazar
ERRAHMAN: Kulları Arasında Ayrım Gözetmeyen Allah'ın Bir İsmi
Esma- ül Hüsna denilince bugün bir çok Müslümanın aklına, Allah (c.c) nin 99 adet olan ve bunları sayanın cennete gideceği vaad edilen bir takım isimler gelmektedir. Fakat bir çok Müslüman , saydığı bu isimlerin anlamlarını bilmemekte ve bu isimlerin hayat alanında nasıl bir işlevi olduğundan habersiz bir halde olup, bu isimleri sadece ezberleyerek cennete gitmek derdine düşmüştür.
Kur'ana baktığımızda 99 ile sınırlandırılmış olan bu isimlerin daha da çoğalması mümkün iken sayının 99 da bırakılmış olmasını izah edebilmek güçtür. Muhammed (a.s) dan gelen "Allah'ın 99 ismi vardır bunları sayan cennete gider" gibi rivayetleri, çokluktan kinaye olarak anlamak mümkün iken , literal okumaların sonucu ortaya çıkan bu durum, maalesef biz Müslümanların din konusundaki cehaletlerini göstermektedir.
İnişi devam eden bir kitap içinde mevcut bulunan isimleri sadece 99 adet ile sınırlandırmak, Muhammed (a.s) için olmayacak bir şey olup bu gibi rivayetler, maalesef mistik bir inanışın tezahürü olarak kitaplara yansımıştır.
İnişi devam eden bir kitap içinde mevcut bulunan isimleri sadece 99 adet ile sınırlandırmak, Muhammed (a.s) için olmayacak bir şey olup bu gibi rivayetler, maalesef mistik bir inanışın tezahürü olarak kitaplara yansımıştır.
Muhammed (a.s) eğer bu tür sözler söylemiş ise , 98 den bir sonraki , 100 den bir önceki sayı olarak, veya bu sözleri sadece ezberleyerek cennete gitmek değil , hayata aktararak ve çokluktan kinaye olarak söyleyerek , cennete gidilebileceğini ifade etmek istemiştir.
Esma-ül Hüsna olarak bildiğimiz isimler , bizlerin yegane ilahı ve rabbi olan Allah (c.c) yi tanıtan isimler olup , "ERRAHMAN" ismi bu isimlerden bir tanesidir. Her gün dilimizde defalarca tekrarlanan, fakat anlamı hakkında fazla bir bilgi sahibi olmadığımız bu ismin ifade ettiği anlam üzerinde tefekkür etmeye çalışmak, bu yazımızın konusu olacaktır.
Esma-ül Hüsna ile ilgili bilgi veren kitaplarda "Errahman" ismini anlamı genel olarak , " Mü'min kafir ayırt etmeden herkese rızkını veren" şeklinde geçmektedir. Bu anlamı bir çok Müslüman bilmesine rağmen, bu ismin anlamının hayat içinde nasıl yer bulduğu maalesef anlaşılamamış, Yahudi ve Hristiyanlardan devşirilmiş olan "Torpilli kul" teorisinin Müslümanlara yansımış hali, bizleri gökten yardım bekler bir hale düşürerek kafirlerin oyuncağı haline getirmiştir.
Bugün biz Müslümanların anlamakta zorlandığı bir terim olan SÜNNETULLAH teriminin, esma içinde yer bulmuş kelime karşılığının, ERRAHMAN ismi olduğunu söyleyebiliriz. Bu iki terim, dünya hayatı içinde çok önemli bir yere sahip olup , Allah (c.c) nin kulları arasında ayrım yapmadan , onun tarafından konulmuş olan toplumsal yasalara uyan her kim olursa yani mü'min kafir ayrımı yapılmamasını ifade etmektedir.
Bugün biz Müslümanların içinde bulunduğu zelil durum gözler önünde olup , Müslüman olmayanlar tarafından "Allah Müslüman olduğunuz halde neden size yardım etmiyor?" şeklinde , Müslüman olanlar tarafından ise , " Allah Müslüman olduğumuz halde neden bize yardım etmiyor?" sorusu sorulmaktadır.
Eğer bu insanlar Allah (c.c) nin "Errahman" isminin anlamını ve , "Sünnetullah" denilen toplumsal yasaların nasıl işlediğini bilseler di , böyle bir sorunun abesle iştigal olduğunu kolaylıkla anlamış ve neden biz Müslümanların yardıma mazhar olmadıklarını anlamış olurlardı.
ERRAHMAN ismi ve SÜNNETULLAH denilen toplumsal yasalar, hayat içinde nasıl karşılığını bulur?.
Kur'an kıssalarını okuduğumuz zaman , bu kıssalarda göze çarpan en önemli nokta , iman edenlere yardım edilmiş olması , kafirlerin ise helak edilmiş olmasıdır. Ne acıdır ki, bu kıssalar genel olarak masal tadında okunduğu için bu kıssalarda anlatılan toplumsal yasaların kıyamete değin sürecek olduğu bilgisi pek akla getirilmemekte ve bu yardıma mazhar olmaya uygun bir yaşam tarzı, biz Müslümanlar tarafından hayat sahasına pek konulmamakta , yardıma mazhar olan taraf kafirler , helaka uğrayan taraf ise bizler olmaktayız.
Şayet bu kıssalarda anlatılanlar "Errahman" isminin bir tecellisi, ve "Sünnetullah" denilen toplumsal yasaların işleyişi olarak okunmuş ve hayat içinde pratiğe aktarılmış olsaydı , bugün biz Müslümanlar , içinde bulunduğumuz bu zelil duruma düşmekten büyük ölçüde kurtulmuş olurduk.
Kur'an kıssalarının ortak mesajlarından bir tanesi , Allah (c.c) katında torpilli bir kul gurubu olmadığı , onun yardımını hak etmek için , Yahudi , Hristiyan , Müslüman v.s gibi özel kimlik sahibi olmak gerekmediği , onun yardımını hak etmek için gerekli olan şeyin sadece ve sadece onun koyduğu toplumsal yasalara uymak gerektiğidir. Bu yasalara , anlatılmış olan kıssalar içinde, iman edenler uyduğu için onlar yardımı hak etmiş , kafirler ise helakı hak etmişlerdir.
Bu gerçeği bugün , "Kafir" olarak bildiğimiz insanların , bilim , sanat , teknoloji , savunma , ekonomi v.s gibi dallarda biz Müslümanlardan üstün olmaları şeklinde görmekteyiz. Çünkü Allah (c.c) çalışanın çalışmasının karşılığını "Bu kulum kafir" demeden vermekte , netice olarak "Kafir" olarak bildiğimiz toplumlar biz Müslümanlardan daha ileri bir vaziyettedir.
Biz Müslümanlar ise yüz yıllardır , Hz. Alinin cenkleri , kesik baş hikayeleri , Bedir savaşlarında meleklerin nasıl yardım ettiği masalları ile uyuyarak kendimizi geçmişimiz ile avutmakta ve helak edildiğimizden dahi haberimiz olmayan bir hayat sürmekteyiz.
Sorun ortada bu şekilde durmakta ve bu sorunun nasıl aşılabileceği sorusu, cevabını beklemektedir.
Sorunu aşabilmenin ilk basamağı , öncelikle Allah (c.c) nin "Torpilli kul" olarak gördüğü hiç bir topluluğun olmadığı inancının, biz Müslümanlar arasında kabul görmesinden geçmektedir. Allah (c.c) nin bir kul veya topluluğa yardım etmesinin kuralı, o topluluğun herhangi bir kimliğe sahip olması değil , o kul veya topluluğun işleyiş yasalarına uygun bir davranış sergilemesinden geçtiği bilinci oluşmadan biz Müslümanların ayağa kalkması mümkün olmayacaktır.
Bu ismin anlamından habersiz olarak yapılan , "Errahman ya Allah" diye kafa sallayarak yapılan esma zikirlerinin bizleri cennete götüreceği inancı, maalesef sadece bir kuruntudan ibarettir. İslamı sadece ruhbanlıktan ve belirli zikirleri ve ritüelleri yerine getirmekten ibaret zannetmek bizleri maalesef bugün içinde bulunduğumuz duruma düşürmüştür.
Allah (c.c) nin isimlerinin her biri hayat içinde anlama sahip olup , bu anlamlar içselleştirilmeden , Allah (c.c) nin tanınması mümkün değildir.
Bizlerin tanıdığı Allah inancı , maalesef bize Kur'an tarafından tanıtılan bir Allah inancı değil, kulları arasında ayrım yapan !! , Müslümanlara ayrıcalık tanıyan !! bir Allah'tır. Bunun böyle olmadığını görenlerin bir kısmı "Acaba nerede hata yapıyoruz" şeklinde bir öz eleştiri yapmamakta , ve hatayı Allah (c.c) de arayarak küfrün karanlıklarında kaybolmaktadır.
“KADERMİŞ” Öyle mi? Haşa, Bu Söz Değil Doğru;
Belanı İstedin, Allah da Verdi... Doğrusu Bu. (Mehmet Akif Ersoy)
Kul olarak bize düşen görev , başımıza gelen her musibetin kendi ellerimiz ile işlediğimizin bir sonucu olduğu , bu konuda eğer suçlu aranacaksa bu suçlunun Allah (c.c) değil kendimiz olduğuna inanmaktır.
Sonuç olarak ; "Errahman" isminin kitaplarda genel tarifi olan "Mü'min olsun olmasın herkese rızkını veren" anlamı hayat içinde , "Mü'min kafir ayırt etmeden herkese çalıştığının karşılığını veren" şeklinde anlaşılması gerekmektedir.
Bu anlayış , bizleri ataletten kurtararak çalışmaya ve bu suretle Allah (c.c) nin yardımını hak etmeyi gerektirecek ameller işlemenin gerektiğine inandıracak , ve zelil durumdan çıkışın kapısını aralayacaktır.
"Sünnetullah" denilen yasaların işleyiş kuralları yazılı olarak beyan edilmesinin yanı sıra , yaşanmış kıssalar ile hayat içinde nasıl pratik bulduğu , Kur'an içinde yer almış olmasına rağmen , Kur'anın hayat kitabı olduğundan habersiz yapılan okumalar neticesinde , bu beyanlar maalesef buhar olup uçmuştur.
Müslümanların dünya hayatında helak olmaktan kurtularak , yeniden hakim duruma geçmeleri , öncelikle Allah (c.c) yi doğru tanımalarından geçmektedir. Doğru tanınan bir Allah'ın kulları arasında ayrım yapmadığı , koyduğu toplumsal yasalara uyanlar kafirler de olsa, onlara yardım ettiği bilinci bizler arasında oluşmadıkça, merhum şair Mehmet Akif'in dizlerinde anlattığı Müslüman tiplemesinden asla kurtulamayız.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bugün biz Müslümanların anlamakta zorlandığı bir terim olan SÜNNETULLAH teriminin, esma içinde yer bulmuş kelime karşılığının, ERRAHMAN ismi olduğunu söyleyebiliriz. Bu iki terim, dünya hayatı içinde çok önemli bir yere sahip olup , Allah (c.c) nin kulları arasında ayrım yapmadan , onun tarafından konulmuş olan toplumsal yasalara uyan her kim olursa yani mü'min kafir ayrımı yapılmamasını ifade etmektedir.
Bugün biz Müslümanların içinde bulunduğu zelil durum gözler önünde olup , Müslüman olmayanlar tarafından "Allah Müslüman olduğunuz halde neden size yardım etmiyor?" şeklinde , Müslüman olanlar tarafından ise , " Allah Müslüman olduğumuz halde neden bize yardım etmiyor?" sorusu sorulmaktadır.
Eğer bu insanlar Allah (c.c) nin "Errahman" isminin anlamını ve , "Sünnetullah" denilen toplumsal yasaların nasıl işlediğini bilseler di , böyle bir sorunun abesle iştigal olduğunu kolaylıkla anlamış ve neden biz Müslümanların yardıma mazhar olmadıklarını anlamış olurlardı.
ERRAHMAN ismi ve SÜNNETULLAH denilen toplumsal yasalar, hayat içinde nasıl karşılığını bulur?.
Kur'an kıssalarını okuduğumuz zaman , bu kıssalarda göze çarpan en önemli nokta , iman edenlere yardım edilmiş olması , kafirlerin ise helak edilmiş olmasıdır. Ne acıdır ki, bu kıssalar genel olarak masal tadında okunduğu için bu kıssalarda anlatılan toplumsal yasaların kıyamete değin sürecek olduğu bilgisi pek akla getirilmemekte ve bu yardıma mazhar olmaya uygun bir yaşam tarzı, biz Müslümanlar tarafından hayat sahasına pek konulmamakta , yardıma mazhar olan taraf kafirler , helaka uğrayan taraf ise bizler olmaktayız.
Şayet bu kıssalarda anlatılanlar "Errahman" isminin bir tecellisi, ve "Sünnetullah" denilen toplumsal yasaların işleyişi olarak okunmuş ve hayat içinde pratiğe aktarılmış olsaydı , bugün biz Müslümanlar , içinde bulunduğumuz bu zelil duruma düşmekten büyük ölçüde kurtulmuş olurduk.
Kur'an kıssalarının ortak mesajlarından bir tanesi , Allah (c.c) katında torpilli bir kul gurubu olmadığı , onun yardımını hak etmek için , Yahudi , Hristiyan , Müslüman v.s gibi özel kimlik sahibi olmak gerekmediği , onun yardımını hak etmek için gerekli olan şeyin sadece ve sadece onun koyduğu toplumsal yasalara uymak gerektiğidir. Bu yasalara , anlatılmış olan kıssalar içinde, iman edenler uyduğu için onlar yardımı hak etmiş , kafirler ise helakı hak etmişlerdir.
Bu gerçeği bugün , "Kafir" olarak bildiğimiz insanların , bilim , sanat , teknoloji , savunma , ekonomi v.s gibi dallarda biz Müslümanlardan üstün olmaları şeklinde görmekteyiz. Çünkü Allah (c.c) çalışanın çalışmasının karşılığını "Bu kulum kafir" demeden vermekte , netice olarak "Kafir" olarak bildiğimiz toplumlar biz Müslümanlardan daha ileri bir vaziyettedir.
Biz Müslümanlar ise yüz yıllardır , Hz. Alinin cenkleri , kesik baş hikayeleri , Bedir savaşlarında meleklerin nasıl yardım ettiği masalları ile uyuyarak kendimizi geçmişimiz ile avutmakta ve helak edildiğimizden dahi haberimiz olmayan bir hayat sürmekteyiz.
Sorun ortada bu şekilde durmakta ve bu sorunun nasıl aşılabileceği sorusu, cevabını beklemektedir.
Sorunu aşabilmenin ilk basamağı , öncelikle Allah (c.c) nin "Torpilli kul" olarak gördüğü hiç bir topluluğun olmadığı inancının, biz Müslümanlar arasında kabul görmesinden geçmektedir. Allah (c.c) nin bir kul veya topluluğa yardım etmesinin kuralı, o topluluğun herhangi bir kimliğe sahip olması değil , o kul veya topluluğun işleyiş yasalarına uygun bir davranış sergilemesinden geçtiği bilinci oluşmadan biz Müslümanların ayağa kalkması mümkün olmayacaktır.
Bu ismin anlamından habersiz olarak yapılan , "Errahman ya Allah" diye kafa sallayarak yapılan esma zikirlerinin bizleri cennete götüreceği inancı, maalesef sadece bir kuruntudan ibarettir. İslamı sadece ruhbanlıktan ve belirli zikirleri ve ritüelleri yerine getirmekten ibaret zannetmek bizleri maalesef bugün içinde bulunduğumuz duruma düşürmüştür.
Allah (c.c) nin isimlerinin her biri hayat içinde anlama sahip olup , bu anlamlar içselleştirilmeden , Allah (c.c) nin tanınması mümkün değildir.
Bizlerin tanıdığı Allah inancı , maalesef bize Kur'an tarafından tanıtılan bir Allah inancı değil, kulları arasında ayrım yapan !! , Müslümanlara ayrıcalık tanıyan !! bir Allah'tır. Bunun böyle olmadığını görenlerin bir kısmı "Acaba nerede hata yapıyoruz" şeklinde bir öz eleştiri yapmamakta , ve hatayı Allah (c.c) de arayarak küfrün karanlıklarında kaybolmaktadır.
“KADERMİŞ” Öyle mi? Haşa, Bu Söz Değil Doğru;
Belanı İstedin, Allah da Verdi... Doğrusu Bu. (Mehmet Akif Ersoy)
Kul olarak bize düşen görev , başımıza gelen her musibetin kendi ellerimiz ile işlediğimizin bir sonucu olduğu , bu konuda eğer suçlu aranacaksa bu suçlunun Allah (c.c) değil kendimiz olduğuna inanmaktır.
Sonuç olarak ; "Errahman" isminin kitaplarda genel tarifi olan "Mü'min olsun olmasın herkese rızkını veren" anlamı hayat içinde , "Mü'min kafir ayırt etmeden herkese çalıştığının karşılığını veren" şeklinde anlaşılması gerekmektedir.
Bu anlayış , bizleri ataletten kurtararak çalışmaya ve bu suretle Allah (c.c) nin yardımını hak etmeyi gerektirecek ameller işlemenin gerektiğine inandıracak , ve zelil durumdan çıkışın kapısını aralayacaktır.
"Sünnetullah" denilen yasaların işleyiş kuralları yazılı olarak beyan edilmesinin yanı sıra , yaşanmış kıssalar ile hayat içinde nasıl pratik bulduğu , Kur'an içinde yer almış olmasına rağmen , Kur'anın hayat kitabı olduğundan habersiz yapılan okumalar neticesinde , bu beyanlar maalesef buhar olup uçmuştur.
Müslümanların dünya hayatında helak olmaktan kurtularak , yeniden hakim duruma geçmeleri , öncelikle Allah (c.c) yi doğru tanımalarından geçmektedir. Doğru tanınan bir Allah'ın kulları arasında ayrım yapmadığı , koyduğu toplumsal yasalara uyanlar kafirler de olsa, onlara yardım ettiği bilinci bizler arasında oluşmadıkça, merhum şair Mehmet Akif'in dizlerinde anlattığı Müslüman tiplemesinden asla kurtulamayız.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
19 Şubat 2016 Cuma
HUD s. 43. Ayeti:Nuh'un Oğlunun Sığındığı Dağ İle Kur'an Dışında Sığınılanların Arasında Analojik Bir bağ Kurma Çalışması
Kur'an kıssaları , yaşanmış hayatlardan örnekler vererek , yaşanmakta ve yaşanacak olan hayatlara dair mesajlar içeren anlatımlardır. Kur'an içinde anlatılan bir kıssa , içinde bir çok mesajları taşıma kapasitesine sahip anlatımlar olup, bir çok alt başlık halinde okunabilme imkanına sahiptir . Kıssalar ile anlatılan bu yaşanmışlıklar , bizlerin bu anlatımlardan kendi yaşamlarımıza dair mesajlar çıkarmamızı beklemektedir.
Bu yazımızda , Hud suresi içinde anlatılan Nuh (a.s) kıssasının 43. ayetinde Nuh'un oğlunun, babasının çağrısını ret ederek , "Cebel" e (Dağ) sığınarak helak olmaktan kurtulabileceği zannının ,onu kurtaramadığı konusunu ele almaya çalışarak , bu durumun bize dönük olarak nasıl bir mesajı olabileceği yönünde düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Bilindiği üzere Nuh (a.s), uzun yıllar boyunca kavminin şirkten kurtulup Tevhide dönmesi için çağrılar yapmış , bu uğurda gece gündüz durmadan çalışmasına rağmen , kendisine az bir insan iman etmiştir. Nuh (a.s) Rabbine dua ederek , artık elinden geleni yaptığını bu kafirleri helak etmesini istemiş ve bu duası Rabbi tarafından kabul edilerek kavmi helak edilmiştir.
Hud s. içinde anlatılan Nuh (a.s) kıssasına baktığımızda , Tufan başladığı zaman oğluna , "Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gel, kafirlerle birlik olma" şeklinde seslendiğini görmekteyiz (Hud .s 42).
Babasının bu çağrısına karşı oğlu ona , "Dağa (Cebel) sığınırım, beni sudan(Min el mai) kurtarır" cevabını verir. Ancak oğlunun sığındığı CEBEL yani dağ onu korumamış ve neticede su da boğulmuştur (Hud s. 43).
Bu olayın bize bakan yönünün okunabilmesinin, ayet içinde geçen ve Nuh (a.s) ın oğlunun , kendisini su dan koruyacağını zannederek sığındığı, CEBEL (Dağ) kelimesinin ifade ettiği anlamın güncelleştirilerek mümkün olabileceğini düşünmekteyiz. Bu kelimeden yola çıkarak , farklı kurtarıcılar peşinde koşmanın kişileri su da boğmasının, bizler için nasıl gerçekleşebileceğini okumaya çalışacağız.
Nuh (a.s) kıssasının en önemli objesi GEMİ olup , bu gemiye binenler helak olmaktan kurtulur iken , binmeyenler ise helak olmuşlardır. Kıssaları güncel mesajlar olarak okumanın gereğine binaen , bu gemi sadece Nuh (a.s) kıssası ile tarih sahnesinden silinen veya falan dağ da kalıntısı aranan bir obje olarak görülmeyerek , bize dönük mesajı olan bir obje olarak okunmalıdır.
EL FULKE (Gemi) , Nuh (a.s) a Allah (c.c) tarafından yapılması emredilen bir araçtır. Nuh (a.s) kıssasında "Mü'min" veya "Kafir" ayrımı, kişilerin o gemiye binip binmemesi sonucunda yapılmıştır. Gemiye binen Mü'minler helaktan kurtulmuş , binmeyen kafirler ise helak olmuşlardır. Nuh (a.s) kıssasındaki Gemi artık sadece bir binek aracı olmaktan çıkarak , helaktan kurtuluşun bir yolu olan, evrensel bir sembol haline gelmiş ve bize dönük mesajı olan bir objedir.
GEMİ artık , bir seyahat aracı olmaktan çıkmış , Nuh kavminden iman edenlerin DÜNYA VE AHİRETTE KURTULMALARINA VESİLE OLAN BİR ARAÇ olmuştur . Bu gün bizlerin dünya ve ahirette kurtulmasına sebep olacak olan geminin yani aracın adı ise "KUR'AN" dır. Nuh (a.s) ın oğlu bu gemiye binmeyerek , nasıl dünya ve ahirette helak oldu ise , Kur'anı hayatına rehber edinmeyenler , aynı şekilde dünya ve ahirette helak olacaklardır.
Bu bağlamda Nuh (a.s) ın oğlunun "Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır" sözü, önem kazanmaktadır. Bu sözü ,bize dönük bir mesaj olarak okuduğumuzda , "CEBEL" (Dağ) kelimesi , GEMİDEN YANİ KUR'ANDAN KAÇANLARIN SIĞINDIKLARI HER TÜRLÜ SIĞINMA ARACININ ADI OLARAK EVRENSEL BİR ANLAM KAZANMAKTADIR.
Nuh (a.s) ın oğlunun GEMİye binmeye yanaşmayarak , başka bir kurtarıcı olarak CEBELe sığınmayı tercih etmesi , onu kurtaramamış , sonuçta oğlu boğulanlardan olmuştur.
Artık Nuh (a.s) kıssasında bir obje olan CEBEL (Dağ) , evrensel bir anlama bürünerek , Kur'an dışında sığınılan kurtuluş araçlarının yani "Sahte Kurtarıcı" ların ortak bir isim haline gelmiştir.
Nuh (a.s) ın oğlunun helak olmasının bize dönük mesajı , Kur'andan başka sığınaklar olduğunu zannına kapılarak , onlara sığınanlar ve bu sığınakların kendilerini dünya ve ahirette kurtuluş sağlayacağını zanneden her kim olursa olsun bu zannı onu helak olmaktan kurtaramayacak olduğunun yaşanmış bir örnek üzerinden canlı bir biçimde gösterilmesidir.
Bu noktada , insanları kurtuluşa götürdüğü zannedilen , fakat gerçekte helake götüren "CEBEL" lerin yani "Sahte Kurtarıcı" ların ne veya kimler olabileceği sorusunun cevabı gündeme gelmektedir.
"Kur'an", insanların dünya hayatlarında tabi olacakları kuralları ihtiva eden bir kurallar manzumesi olarak Rabbimizin bizler için indirdiği bir kitaptır. Bu kitabın muhteviyatı , insanların dünya hayatı içinde tabi olacakları kuralların temellerini bizlere beyan eden etmektedir. Bu kitabın ihtiva ettiği beyanları hayatları içinde tatbik edenlerin , dünya ve ahirette kurtuluşa erecekleri Rabbimiz tarafından haber verilmektedir.
Bunun tersi olarak , bu kitabın muhteviyatını hayatlarına tatbik etmeyenlerin ise dünya ve ahirette helak olacakları, geçmiştekilerin yaşanmış örnekleri şeklinde bizlere sunulmaktadır.
Vahyin haricindeki kurtarıcılar neden sahtedir ?.
"Kurtarıcı" vasfına sahip olan bir yaşam sisteminin yani "DİN" in, insanlara sadece dünya garantisi değil "Dünya ve Ahiret" garantisini birlikte vermesi gerekmektedir. Çünkü insan sadece dünya hayatını yaşayan, öldükten sonra toprak olan bir canlı değil , öldükten sonra yeniden diriltilerek ebedi bir yaşama devam eden bir canlıdır.
İnsanın ölümle bitmeyen bir hayatı olduğunu göz önünde bulundurarak , ona her iki tarafta mutlu ve mesut bir yaşam garantisini sadece Allah (c.c) nin dini olan İslam, vaat etmektedir.
İslam'ın haricindeki bütün yaşam sistemleri , insanı sadece dünya hayatında yaşayan ve ölen bir varlık olarak görerek , ona bu bakış açısı ile bakarak , onun için bir takım yaşam sistemleri önermektedirler. Bu önermeler insanlara, dünya hayatı içinde mutlu ve mesut bir hayat getirmediği gibi , ahiret hayatında da ebedi olarak cehennem ile cezalandırılmasına sebep olacaktır.
Kur'an ve önceki kitapların tamamının ortak çağrısı , insanı dünya ve ahireti birlikte düşünerek , ona göre bir yaşam biçimi yani dini tercih etmesini tavsiye etmektedir. Kur'an içinde anlatılan kıssalar , tek taraflı bir hayatı tercih ederek dünyaya saplanan ve ahireti hesap etmen bir yaşam sürenlerin akıbetlerini haber vererek , bu tür yaşam sistemlerini tercih edenlerin , dünya hayatlarının helak olmak ile son bulduğunu bizlere bildirmektedir.
Ahiretteki sonsuz yaşamı hesaba katmayarak , sadece dünya hayatı ile ilgili düzenlemeler vaz eden yaşam sistemlerinin ortak adı "Şirk düzenleri" olup , bu düzenler ile yönetilen kavimlerin helak edilme sebepleri , ahireti ötelemeleri sonucunda yaptıklarının hesabını vermek gibi bir kaygı içinde olmadan yaşamalarının getirdiği sonuçlardır . İşte bu yaşamlar sonucunda ortaya çıkan fesat , o kavimlerin helakına sebep olmuştur.
Ved , Suva , Yeuk , Yeğus ve Nesr adlı putlar , Nuh (a.s) ın kavminin bırakmamakta direndiği putlar olup , bu putlar evrensel bir sembol olarak , Allah (c.c) nin dininin dışındaki yaşam sistemlerini temsil etmektedir.
Dün Nuh kavminde görülen bu isimlerin yerini , Kapitalizm , Liberalizm , Marksizm , Kemalizm v.s gibi sistemler almış olup , dün kavminin müşrik ileri gelenlerinin bu günkü torunları , bu sistemleri bırakmamak için direnmektedirler. Bu düzenler , Nuh'un oğlunun kendisini kurtaracağını zannettiği "Cebel" ler olup , "Gemi" ye yani vahye binmeyen kim olursa olsun , onları boğulmaktan kurtaramayacaktır.
Sonuç olarak ; Nuh (a.s) ın oğlunun kendisini dünya ve ahirette kurtaracak olan gemiye binmeyi ret ederek , kendisini koruması için dağa sığınmasını bize dönük mesajlar olarak okuduğumuzda , "GEMİ", insanları dünya ve ahirette kurtuluşa götüren bir araç olarak evrensel bir anlama dönüşerek bu gün yerini KUR'ANA bırakmış olan bir objedir.
Nuh (a.s) ın oğlunun kendisini koruyacağını zannettiği "CEBEL" , Kur'an karşısında olan bütün sahte kurtarıcıların ortak adına dönüşerek , Nuh'un oğlunu helak olmaktan nasıl kurtaramadı ise , bu gün "Cebel" e mukabil olan bütün sahte kurtarıcı olan yaşam sistemleri , dün Nuh'un oğluna nasıl bir faydası olmadı ise , bugünde onun torunlarına bir faydası olmayacaktır.
Dünya ve ahirette helak olmaktan kurtulmanın yolu, Kur'an gemisine binerek hedefe ulaşmaktan geçmektedir. Kur'an gemisine binmeyerek , dağların kendisini kurtaracağını zannedenler Nuh'un oğlu gibi helak olmaktan kurtulamayacaklardır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu yazımızda , Hud suresi içinde anlatılan Nuh (a.s) kıssasının 43. ayetinde Nuh'un oğlunun, babasının çağrısını ret ederek , "Cebel" e (Dağ) sığınarak helak olmaktan kurtulabileceği zannının ,onu kurtaramadığı konusunu ele almaya çalışarak , bu durumun bize dönük olarak nasıl bir mesajı olabileceği yönünde düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
Bilindiği üzere Nuh (a.s), uzun yıllar boyunca kavminin şirkten kurtulup Tevhide dönmesi için çağrılar yapmış , bu uğurda gece gündüz durmadan çalışmasına rağmen , kendisine az bir insan iman etmiştir. Nuh (a.s) Rabbine dua ederek , artık elinden geleni yaptığını bu kafirleri helak etmesini istemiş ve bu duası Rabbi tarafından kabul edilerek kavmi helak edilmiştir.
Hud s. içinde anlatılan Nuh (a.s) kıssasına baktığımızda , Tufan başladığı zaman oğluna , "Ey oğulcuğum! Bizimle beraber gel, kafirlerle birlik olma" şeklinde seslendiğini görmekteyiz (Hud .s 42).
Babasının bu çağrısına karşı oğlu ona , "Dağa (Cebel) sığınırım, beni sudan(Min el mai) kurtarır" cevabını verir. Ancak oğlunun sığındığı CEBEL yani dağ onu korumamış ve neticede su da boğulmuştur (Hud s. 43).
Bu olayın bize bakan yönünün okunabilmesinin, ayet içinde geçen ve Nuh (a.s) ın oğlunun , kendisini su dan koruyacağını zannederek sığındığı, CEBEL (Dağ) kelimesinin ifade ettiği anlamın güncelleştirilerek mümkün olabileceğini düşünmekteyiz. Bu kelimeden yola çıkarak , farklı kurtarıcılar peşinde koşmanın kişileri su da boğmasının, bizler için nasıl gerçekleşebileceğini okumaya çalışacağız.
Nuh (a.s) kıssasının en önemli objesi GEMİ olup , bu gemiye binenler helak olmaktan kurtulur iken , binmeyenler ise helak olmuşlardır. Kıssaları güncel mesajlar olarak okumanın gereğine binaen , bu gemi sadece Nuh (a.s) kıssası ile tarih sahnesinden silinen veya falan dağ da kalıntısı aranan bir obje olarak görülmeyerek , bize dönük mesajı olan bir obje olarak okunmalıdır.
EL FULKE (Gemi) , Nuh (a.s) a Allah (c.c) tarafından yapılması emredilen bir araçtır. Nuh (a.s) kıssasında "Mü'min" veya "Kafir" ayrımı, kişilerin o gemiye binip binmemesi sonucunda yapılmıştır. Gemiye binen Mü'minler helaktan kurtulmuş , binmeyen kafirler ise helak olmuşlardır. Nuh (a.s) kıssasındaki Gemi artık sadece bir binek aracı olmaktan çıkarak , helaktan kurtuluşun bir yolu olan, evrensel bir sembol haline gelmiş ve bize dönük mesajı olan bir objedir.
GEMİ artık , bir seyahat aracı olmaktan çıkmış , Nuh kavminden iman edenlerin DÜNYA VE AHİRETTE KURTULMALARINA VESİLE OLAN BİR ARAÇ olmuştur . Bu gün bizlerin dünya ve ahirette kurtulmasına sebep olacak olan geminin yani aracın adı ise "KUR'AN" dır. Nuh (a.s) ın oğlu bu gemiye binmeyerek , nasıl dünya ve ahirette helak oldu ise , Kur'anı hayatına rehber edinmeyenler , aynı şekilde dünya ve ahirette helak olacaklardır.
Bu bağlamda Nuh (a.s) ın oğlunun "Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır" sözü, önem kazanmaktadır. Bu sözü ,bize dönük bir mesaj olarak okuduğumuzda , "CEBEL" (Dağ) kelimesi , GEMİDEN YANİ KUR'ANDAN KAÇANLARIN SIĞINDIKLARI HER TÜRLÜ SIĞINMA ARACININ ADI OLARAK EVRENSEL BİR ANLAM KAZANMAKTADIR.
Nuh (a.s) ın oğlunun GEMİye binmeye yanaşmayarak , başka bir kurtarıcı olarak CEBELe sığınmayı tercih etmesi , onu kurtaramamış , sonuçta oğlu boğulanlardan olmuştur.
Artık Nuh (a.s) kıssasında bir obje olan CEBEL (Dağ) , evrensel bir anlama bürünerek , Kur'an dışında sığınılan kurtuluş araçlarının yani "Sahte Kurtarıcı" ların ortak bir isim haline gelmiştir.
Nuh (a.s) ın oğlunun helak olmasının bize dönük mesajı , Kur'andan başka sığınaklar olduğunu zannına kapılarak , onlara sığınanlar ve bu sığınakların kendilerini dünya ve ahirette kurtuluş sağlayacağını zanneden her kim olursa olsun bu zannı onu helak olmaktan kurtaramayacak olduğunun yaşanmış bir örnek üzerinden canlı bir biçimde gösterilmesidir.
Bu noktada , insanları kurtuluşa götürdüğü zannedilen , fakat gerçekte helake götüren "CEBEL" lerin yani "Sahte Kurtarıcı" ların ne veya kimler olabileceği sorusunun cevabı gündeme gelmektedir.
"Kur'an", insanların dünya hayatlarında tabi olacakları kuralları ihtiva eden bir kurallar manzumesi olarak Rabbimizin bizler için indirdiği bir kitaptır. Bu kitabın muhteviyatı , insanların dünya hayatı içinde tabi olacakları kuralların temellerini bizlere beyan eden etmektedir. Bu kitabın ihtiva ettiği beyanları hayatları içinde tatbik edenlerin , dünya ve ahirette kurtuluşa erecekleri Rabbimiz tarafından haber verilmektedir.
Bunun tersi olarak , bu kitabın muhteviyatını hayatlarına tatbik etmeyenlerin ise dünya ve ahirette helak olacakları, geçmiştekilerin yaşanmış örnekleri şeklinde bizlere sunulmaktadır.
Vahyin haricindeki kurtarıcılar neden sahtedir ?.
"Kurtarıcı" vasfına sahip olan bir yaşam sisteminin yani "DİN" in, insanlara sadece dünya garantisi değil "Dünya ve Ahiret" garantisini birlikte vermesi gerekmektedir. Çünkü insan sadece dünya hayatını yaşayan, öldükten sonra toprak olan bir canlı değil , öldükten sonra yeniden diriltilerek ebedi bir yaşama devam eden bir canlıdır.
İnsanın ölümle bitmeyen bir hayatı olduğunu göz önünde bulundurarak , ona her iki tarafta mutlu ve mesut bir yaşam garantisini sadece Allah (c.c) nin dini olan İslam, vaat etmektedir.
İslam'ın haricindeki bütün yaşam sistemleri , insanı sadece dünya hayatında yaşayan ve ölen bir varlık olarak görerek , ona bu bakış açısı ile bakarak , onun için bir takım yaşam sistemleri önermektedirler. Bu önermeler insanlara, dünya hayatı içinde mutlu ve mesut bir hayat getirmediği gibi , ahiret hayatında da ebedi olarak cehennem ile cezalandırılmasına sebep olacaktır.
Kur'an ve önceki kitapların tamamının ortak çağrısı , insanı dünya ve ahireti birlikte düşünerek , ona göre bir yaşam biçimi yani dini tercih etmesini tavsiye etmektedir. Kur'an içinde anlatılan kıssalar , tek taraflı bir hayatı tercih ederek dünyaya saplanan ve ahireti hesap etmen bir yaşam sürenlerin akıbetlerini haber vererek , bu tür yaşam sistemlerini tercih edenlerin , dünya hayatlarının helak olmak ile son bulduğunu bizlere bildirmektedir.
Ahiretteki sonsuz yaşamı hesaba katmayarak , sadece dünya hayatı ile ilgili düzenlemeler vaz eden yaşam sistemlerinin ortak adı "Şirk düzenleri" olup , bu düzenler ile yönetilen kavimlerin helak edilme sebepleri , ahireti ötelemeleri sonucunda yaptıklarının hesabını vermek gibi bir kaygı içinde olmadan yaşamalarının getirdiği sonuçlardır . İşte bu yaşamlar sonucunda ortaya çıkan fesat , o kavimlerin helakına sebep olmuştur.
Ved , Suva , Yeuk , Yeğus ve Nesr adlı putlar , Nuh (a.s) ın kavminin bırakmamakta direndiği putlar olup , bu putlar evrensel bir sembol olarak , Allah (c.c) nin dininin dışındaki yaşam sistemlerini temsil etmektedir.
Dün Nuh kavminde görülen bu isimlerin yerini , Kapitalizm , Liberalizm , Marksizm , Kemalizm v.s gibi sistemler almış olup , dün kavminin müşrik ileri gelenlerinin bu günkü torunları , bu sistemleri bırakmamak için direnmektedirler. Bu düzenler , Nuh'un oğlunun kendisini kurtaracağını zannettiği "Cebel" ler olup , "Gemi" ye yani vahye binmeyen kim olursa olsun , onları boğulmaktan kurtaramayacaktır.
Sonuç olarak ; Nuh (a.s) ın oğlunun kendisini dünya ve ahirette kurtaracak olan gemiye binmeyi ret ederek , kendisini koruması için dağa sığınmasını bize dönük mesajlar olarak okuduğumuzda , "GEMİ", insanları dünya ve ahirette kurtuluşa götüren bir araç olarak evrensel bir anlama dönüşerek bu gün yerini KUR'ANA bırakmış olan bir objedir.
Nuh (a.s) ın oğlunun kendisini koruyacağını zannettiği "CEBEL" , Kur'an karşısında olan bütün sahte kurtarıcıların ortak adına dönüşerek , Nuh'un oğlunu helak olmaktan nasıl kurtaramadı ise , bu gün "Cebel" e mukabil olan bütün sahte kurtarıcı olan yaşam sistemleri , dün Nuh'un oğluna nasıl bir faydası olmadı ise , bugünde onun torunlarına bir faydası olmayacaktır.
Dünya ve ahirette helak olmaktan kurtulmanın yolu, Kur'an gemisine binerek hedefe ulaşmaktan geçmektedir. Kur'an gemisine binmeyerek , dağların kendisini kurtaracağını zannedenler Nuh'un oğlu gibi helak olmaktan kurtulamayacaklardır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
21 Kasım 2015 Cumartesi
Hicr s. 89-91. Ayetleri: Semud Kavminin Devesi İle Kur'an Arasında Analojik Bir Bağ Kurma Çalışması
Kur'an'daki kıssa yollu anlatımların maksadı; bizden öncekilerin yaşadıkları hayat içindeki olumlu ve olumsuz örnekleri anlatarak, bu örneklerden bizlerin hisse almasına yöneliktir. Bu amaçla anlatılan Kur'an içindeki kıssalar doğru bir biçimde okunarak, gereken hissenin alınmasını beklemektedir.
Bu yazımızda HİCR 89 ve 91 ayetlerini ele alarak, o ayetlerdeki anlatımlardan Salih(a.s)'ın kavmine gönderilen ayet olan "Dişi Deve" ile Kur'an arasında analojik bir bağ yani benzerlik olduğundan yola çıkarak ve bu ikisi arasındaki bağı okuyarak, kıssadan hisse almaya yönelik anlatımları değerlendirmeye çalışacağız.
"Analoji"; iki farklı şey arasındaki benzerlikten yola çıkarak, birincisi için dile getirilen şeyin, diğeri için de söz konusu olduğunu ifade etmek için kullanılan bir kelimedir.
Ve kul innî enen nezîrul mubîn(mubînu).
[015.089] Ve de ki: «Ben, şüphesiz ben apaçık korkutucuyum.»
Ke mâ enzelnâ alel muktesimîn(muktesimîne).
[015.090] Muktesimlerin (yeminleşenlerin) üzerine indirdiğimiz gibi,
Ellezîne cealûl kur’âne ıdîn(ıdîne).
[015.091] Onlar ki; Kur'an'ı parçalara ayırmışlardı.
Bu ayetler Muhammed(a.s)'ın Mekkeli muhataplarına, kendilerinden önce yaşamış ve kendilerine gelen elçilere karşı çıkarak helak edilmiş kavimleri örnek gösteren ayetler özellikle Salih(a.s)'ın kavmi olan Semud, dikkate alınarak okunduğunda daha kolay anlaşılacaktır.
"Nezir" kelimesi "içinde korkutmanın da olduğu bir haberi veren kimse" anlamında olup bu kelime Allah(c.c)'nin gönderdiği elçiler için kullanılmaktadır.
"Mübin" kelimesi "bir nesnenin örtüsünü kaldırıp açığa çıkarmak" anlamına gelen "beyan" kelimesinden türemiş olup "örtüsü kaldırılıp açığa çıkarılan şey" anlamındadır.
Muhammed(a.s)'a "Nezirün Mübin" olduğunun muhataplarına hatırlatmasının emredilmesi ise, kendisine indirilmiş olan vahye iman edilmemesi neticesinde Mekkelilerin helak edileceği tehdidinin daha önceki kavimlerde vaki olduğunu hatırlatması yani onları korkutması, kendisinden önce gelen elçilere inen vahye iman etmeyen kavimlerin helak edildiği haberinin "Mübin" yani gerçek olarak daha önce vaki olduğunu ona inen vahiy vasıtası haber vermesi anlamındadır.
Kur'an'da kıssaları anlatılan elçilere baktığımızda, onların da aynı şekilde "Nezirün Mübin" olduğunu, yani kavimlerini tehdit ettikleri helak haberinin, kendilerinden önce yaşamış olan kavimler nezdinde gerçekleştiğini, kendileri için aynı helakın gerçekleşmemesi için hiçbir neden olmadığını haber vererek onları imana davet etmişlerdir. Hud(a.s) Nuh(a.s) kavminin helakını (7:69), Salih(a.s) da Hud(a.s) kavminin helakını (7:74) hatırlatarak, kavimlerini tehdit ettikleri helak haberinin gerçek olduğunu hatırlatmışlardır.
[009.070] Onlara kendilerinden öncekilerin: Nuh, Ad ve Semud kavminin, İbrahim kavminin, Medyen halkının ve alt üst olmuş şehirlerin haberi gelmedi mi? Bunların hepsine peygamberleri apaçık delillerle gelmişti. Demek ki Allah, onlara zulmetmiş değildi. Fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.
[014.009] Size, sizden önce gelip geçenlerin haberleri gelmedi mi? Nuh, Ad ve Semüd kavminin ve onlardan sonrakilerin ki, ayrıntılarını ancak Allah bilir! Onlara peygamberleri açık delillerle geldiler de onlar, ellerini ağızlarına ittiler ve: «Biz, sizinle gönderilen şeyi tanımıyoruz ve biz, bizi davet ettiğiniz şeyden kuşkulu bir şüphe içindeyiz.» dediler.
[041.013] Eğer yüz çevirirlerse onlara de ki: «İşte sizi, Ad ve Semud'un başına gelen yıldırıma benzer bir azap ile uyardım.»
Muhammed(a.s)'a indirilen Kitap'ın içindeki ayetlerden, kendisine iman edilmediği takdirde o kavmin başına gelecek olan tehdit haberinin daha önceki kavimlerin başına geldiğini öğrenmekteyiz.
90. ayette "muktesimin" olarak geçen ve "yeminleşmek" şeklinde çevirdiğimiz kelimenin anlamının meallerde genellikle, bu kelimenin "bölmek, dağıtmak" şeklindeki anlamının dikkate alınarak verildiğini görmekteyiz. Ancak aynı kelimenin "yemin etmek" anlamı da olup 90. ayetteki kelimenin bu anlamın dikkate alınarak "yeminleşmek" şeklinde çevirisinin yapılmasının daha doğru olacağını düşünmekteyiz. Tetkik ettiğimiz meallerde, sadece Yaşar Nuri Öztürk ve "Ak evler Kur'an meali" adlı bir mealde bu şekil bir çeviri yapıldığını gördük.
"Yeminleşmek" şeklindeki anlamı tercih etme sebebimiz ise, 91. ayette geçen "cealu" kelimesinin geçmiş zaman sigası içinde kullanılmış olmasıdır. Bu kelimenin eğer Mekkeliler ile bir bağı olmuş olsaydı, şimdiki zaman kipi yani muzari sigasında kullanılması gerekirdi. Mazi sigasında kullanılmış olması, bizlere Mekkelilerden önce yaşamış olanlar ile ilgili olması ihtimalini kuvvetlendirmektedir.
"Muktesimin" kelimesine "yemin etmek, yeminleşmek" şeklinde bir anlam verdiğimizde 90. ayetin çevirisi şu şekilde olmaktadır;
90 - Tıpkı yeminleşenler üzerine indirdiğimiz gibi.
Burada "yeminleşenler" olarak bahsedilen topluluğun kim oldukları sorusunun cevabının verilmesi gerekmektedir. Bu sorunun cevabına geçmeden önce 89. ve 90. ayetlerinin anlamını hatırlayalım;
De ki; "Ben sizden önceki, yeminleşen üzerine, elçileri vasıtası ile inen vahiyde olduğu gibi helak tehdidi haberlerinin aynısını getirmiş olan apaçık bir korkutucuyum."
Şimdi "yeminleşenler" adı verilen verilen topluluğun kimler olabileceği üzerinde düşünebiliriz.
Salih(a.s)'ın NEML Suresi içinde geçen kıssasına baktığımızda bu topluluğun "Semud" kavmi olduğunu söyleyebiliriz.
[027.045-52] Andolsun ki; Semud'a da kardeşleri Salih'i; Allah'a ibadet edin, diye gönderdik. Hemen birbirleriyle çekişen iki grup oluverdiler. Dedi ki: «Ey kavmim, neden iyilikten önce, kötülük konusunda acele davranıyorsunuz? Allah'tan bağışlanma dilemeniz gerekmez mi? Umulur ki esirgenirsiniz» Dediler ki: Senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık: O da: Uğursuzluğunuz Allah katındandır. Belki siz, imtihana çekilen bir kavimsiniz, dedi. Şehirde dokuz kişi vardı ki; yeryüzünde bozgunculuk yapıyor ve ıslah etmiyorlardı. Allah'a YEMİNLEŞEREK (Tekasemu) birbirlerine şöyle dediler: «Gece ona ve ailesine baskın yapalım; sonra da velisine, 'Biz o ailenin yok edilişi sırasında orada değildik, inanın ki doğru söylüyoruz' diyelim.» Onlar bir düzen kurdular. Onlar farketmezlerken Biz de bir düzen kurduk. Düzenlerinin sonunun nice olduğuna bir bak. Biz; onları ve kavimlerini toptan yerle bir ettik. İşte zulmetmelerinden dolayı çökmüş, ıpıssız kalmış evleri. Muhakkak ki bunda; bilen bir kavim için ayet vardır.
Salih(a.s) Semud kavmine, şirki terketmeleri için gönderilmiş olan "Nezirün Mübin"lerden bir tanesidir. Salih(a.s) aracılığı ile Semud kavmine, şirki terkedip tevhide dönmeleri için gerekli ikazlar yapılmış olup, Muhammed(a.s) da Salih(a.s) gibi Mekke toplumuna, kendisine iman etmedikleri takdirde Semud kavminin helakının bir benzerinin başlarına geleceğini haber vermektedir (41:13).
Şimdi burada haklı olarak, Semud kavminin Kur'an ile ne alakası olduğu sorusu akla gelecektir. Bu alakayı, Semudlular ile Mekkeliler arasında analojik bir bağ yani benzerlik kurarak anlamanın mümkün olabileceğini düşünmekteyiz. Kur'an; muhataplarına vermek istediği mesajı anlama kolaylığı sağlamak amacı ile bu tür analojiler kullanmaktadır.
Örneğin; NUH Suresi içinde gördüğümüz ve Nuh kavminin putları olarak sayılan Vedd, Suva, Yeuk, Yeğus ve Nesr adlı putlar, aslında Nuh kavminin putları değil, farklı Arap kabilelerinin tapmış olduğu putların adı olup, Nuh kavminin şirki ile Arap toplumunun şirki arasında analoji yani benzerlik kurularak, tapmış oldukları putların, tıpkı Nuh kavminin şirki ile aynı olduğu, bu sebepten ötürü Nuh kavminin uğradığı akıbetin bir benzerine uğrayabilecekleri tehdit edilmektedir.
Semud kavmine gönderilen ve "ayet" adı verilen "dişi deve"ye, Semud kavminin yaptığı muamele ile, Mekkelilere gönderilen "Kur'an" adlı ayete, Mekkelilerin yaptığı muamele arasındaki benzerliği kurmaya çalışalım.
[011.064-65] «Ey kavmim, size işte bir ayet olarak Allah'ın dişi devesi; onu serbest bırakın, Allah'ın arzında yesin. Ona kötülük (vermek niyetiy) le dokunmayın. Yoksa sizi yakın bir azab sarıverir.» Buna rağmen onu kesip devirdiler. O zaman Salih: «Yurdunuzda üç gün daha kalın. Bu, yalanlanmayacak bir sözdür» dedi.
[026.155-157] Dedi ki: İşte şu devedir. Su içme hakkı; belirli bir gün onun ve belirli bir gün sizindir.Sakın ona bir kötülük yapmayın. Yoksa sizi büyük bir günün azabı yakalayıverir.Onlar ise onu kestiler de pişman oldular.
[007.073] Semûd kavmine de kardeşleri Salih Peygamberi, ey kavmim! Dedi: Allaha kulluk edin, ondan başka bir ilâhınız daha yok, işte size rabbınızdan açık bir ayet geldi, bu, Allahın nâkası size bir âyet, bırakın onu Allâhın Arzında otlasın, sakının ona bir fenalıkla dokunmayın ki sonra elîm bir azâba uğrarsınız
Allah(c.c)'nin göndermiş olduğu ayete yani deveye iman etmek zorunda olan Semud kavmi, o ayeti yani deveyi inkar ederek keser, onların bu deveyi kesme fiilleri "Akaru" kelimesi ile ifade edilmektedir.
"Akaru" kelimesi "bir şeyin aslına vurmak, kökünü kazımak" anlamındadır. "Akartunnahle" (Hurma ağacını kökünden kestim), "Akartulbaire" (Deveyi boğazladım).
Semud kavminin kendilerine ayet olarak gönderilen deveyi boğazlamaları, onların Allah(c.c)'nin indirdiği ayete karşı olan cüretlerini göstermektedir. Aynı cüreti Mekkeliler de göstererek, Kur'an'a karşı olan inkarlarını ve elçiye karşı olan kinlerini her fırsatta dile ve fiile getirdiklerini yine Kur'an içindeki ayetlerden öğrenmekteyiz.
[008.030] Hani bir vakitler, o kâfirler, seni tutup bağlamak veya öldürmek veya sürüp çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı da, onlar tuzak kurarken Allah da karşılığında tuzak kuruyordu. Öyle ya, Allah tuzakların en hayırlısını kurar.
NEML 49 ayetinde gördüğümüz Semud kavminin elçilerinin canına kast etme niyetlerinin, aynısı Mekkeliler tarafından Muhammed(a.s)'a karşı da planlanmaktaydı.
91. ayete baktığımızda; Semud kavminin kendilerine gönderilen elçi ve ayete karşı olan tutumları aynen Mekkelilerin elçi ve ayetlere karşı olan tutumları ile benzeştirilerek anlatılmaktadır.
[015.091] Onlar ki; Kur'an'ı parçalara ayırmışlardı.
Ayetin Arapça metni olan "ellezîne cealûl kur’âne ıdîn(ıdîne)" ibaresindeki "ceale" fiilinin, geçmiş zaman sigasında kullanılması maalesef birçok meal yapıcısı tarafından dikkate alınmayarak, Mekkeliler olarak anlaşılmıştır. Ayetin metnindeki "Kur'an" ifadesinin bu anlamı desteklediği düşünülerek, hiç tereddüt edilmeden Mekkelilerin yaptığı bir işlem olarak anlam verilmiştir. Evet Mekkeliler Elçi ve Kitap'ı inkar etmekteydiler ancak onların bu inkarları, Semud kavminin inkarı ile analojik bir bağ kurularak anlatılmaktadır. Maalesef bu nokta gözden kaçırılmıştır.
91. ayet içinde geçen "Idine" kelimesi "kırıldığı ve parçalandığı anda işe yaramayacak ve kullanılamaz hale gelecek olan değerli nesneler" için kullanılır. Bu kelime ile Semud kavminin ayeti yani deveyi kesmeleri için kullanılan "Akaru" kelimesi arasında "kesmek, parçalamak" anlamında bir anlam bağı vardır.
Aklımıza "neden her iki yerde de aynı kelime kullanılmamış?" şeklinde bir soru gelebilir. Buna cevap olarak "Akaru" kelimesi ile ifade edilen nesnelerin, kesildikten sonra yenilerek işe yaraması söz konusu olabilirken, "Idine" kelimesi ile ifade edilen Kur'an'ın parçalara bölünmesi halinde yani bir kısmına iman edilip, bir kısmına iman edilmemesi sonucunda hiçbir işe yaramayacağı ifade edilmektedir. Kur'an için böyle bir ifade kullanılması, böyle bir parçalamanın bize dönük mesajlarının okunmasını gerektirmektedir.
Buraya kadar yazılanları toparlayacak olursak; Mekkelilerin kendilerine gönderilen Kur'an'ı red etmeleri ile , Semud kavminin kendilerine gönderilen ayeti red etmeleri aynileştirilerek, onların deveyi yani ayeti red etmeleri, Kur'an'ı red etmeleri şeklinde analojik bir bağ ile beyan edilmektedir . Semud kavminin, ayeti yani deveyi red etmeleri sonucunda başlarına gelenler ile, Mekkelilerin ayeti yani Kur'an'ı red etmeleri sonucunda başlarına gelecek olanlar Semud kavmi örneğinde gösterilmektedir.
Buradan şunu anlamak mümkündür; Kur'an parçalanmadan yani hiçbir ayeti ötelenmeden hayat içinde bütüncül bir şekilde pratize edilmesi gereken bir hüküm kaynağıdır. Çoğumuzun yaptığı şekli ile namaz, oruç gibi ibadetleri Kur'an'dan alıp hayat içinde gerekli olan ibadet hükümlerini başka kitaplardan almanın adı, "Kur'an'ı parçalamak" anlamına gelecektir. Bu parçalama Semud kavmine gönderilen ayet olan devenin parçalanması ile aynı olup, devenin parçalanması sonucunda Semud kavminin başına gelen akıbetin benzeri, Kur'an'ı parçalayanların başına gelecektir. Bu konuyu daha etraflı bir biçimde "Semud Kavminin Helakının Örnekliğinde Helakın Evrenselliği" başlıklı bir yazıda ele almaya çalışmıştık.
Allah(c.c) göndermiş olduğu Elçi ve Kitaplar ile dünya hayatında yaşayan insanların tabi olacakları kuralların ana hatlarını belirlemiştir. İnsanlar, şayet bu kuralların yerine başka kurallar hayata geçirmeye kalktığı anda hayatın düzeni bozularak yer yüzünde fesat meydana gelecektir. Yaşanan bu fesat toplumları yıkıma götürerek onların helak olması anlamına gelir.
[017.058] Hiç bir ülke (veya şehir) olmasın ki, kıyamet gününden önce biz onu (ya) bir yıkıma uğratacağız veya onu şiddetli bir azabla azablandıracağız; bu (muhakkak) o kitapta yazılıdır.
Dünya tarihine baktığımız zaman, dünya sahnesine gelen birçok uygarlığın tarih sahnesinden silindiğini görürüz. Bu uygarlıkların tarih sahnesinden silinme sebebi, kendileri için belirlenen ilahi kurallar yerine beşeri kuralları yaşam alanına sokmalarıdır. Bu helak yasası kıyamete kadar geçerli bir yasa olup, beşeri kuralları benimseyerek, ilahi kuralları benimsemeyen bütün toplumlar tarih sahnesinden silinecektir.
Sonuç olarak; Kur'an kıssa yollu anlatımlar ile bizden önceki yaşamlardan örnekler vererek, kıssadan hisse alınmasını amaçlamaktadır. Konumuz olan ilgili ayetleri bu kıssaların, özellikle Salih(a.s) kıssası içinde geçen anlatımlar örnek alınarak okunmaya çalışılmasının daha doğru bir yaklaşım olduğunu düşünmekteyiz. Yaptığımız çalışma "Deve" ve "Kur'an" kelimelerinin arasındaki ortak payda olan "Ayet" kavramı arasında analojik bir bağ kurarak ilgili ayetleri anlamaya çalışmaktır.
Yapılan meallerin bir çoğunun böyle bir analoji kurularak yapılmadığı için, Semud ile bağı kurulmamış bir halde anlam verilmeye çalışıldığını gördük. "Bizim yaptığımız doğrudur" demek istememekle birlikte, ilgili ayetlerin Salih(a.s) kıssası göz önünde bulundurularak okunduğunda, Kur'an'ın Kur'an ile tefsirinin daha isabetli yorumlar çıkaracağını söyleyebiliriz.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
2 Haziran 2014 Pazartesi
İsra s.59.Ayeti ile Muhammed a.s ın Mucizeleri!! Arasında Kalmak
Bugün müslümanlar arasında Muhammed as ın Allah cc nezdindeki konumu konusunda farklı algıların mevcudiyeti bir gerçektir. Özellikle diğer elçilere verildiği gibi dilimizde mucize olarak bildiğimiz görsel ayetler den ona verilmeyişi bizlerde diğer elçilere karşı bir eziklik ! duygusu uyandırmış ve "sende ne varsa bizde iki misli var" kabilinden ona atfen bir çok mucize hikayeleri uydurulmuştur. Elçileri yarıştırma mantığı içinde yürütülen bu gizli savaş! müslümanlar arasında bir akide haline dönüşmüş ve bu mucizeleri red etmek dinden çıkmak anlamında görülmeye başlanmıştır, gerçekten bu böylemidir? diye sorduğumuz zaman ve bu sorunun cevabını kur'anda aramaya kalktığımız zaman alacağımız cevap , kesinlikle hayır olacaktır.
Bir müslümana eğer , "kur'an senin için ne ifade ediyor?" diye sorduğumuz zaman alacağımız cevap , " kur'an Allah cc nin indirdiği bir kitab ve o kitab bizler için ana kaynaktır" cevabı olacaktır, ama bu cevap tercih noktasında hayat içinde karşılığını çoğu zaman bulmamakta , rivayetler ve kur'an arasında kalındığı zaman tercih edilen kaynağın rivayetler olduğu görülmekte olup bu durum ona atfedilen mucizeler!! içinde geçerlidir. Kur'an ayetlerinin bir çoğu Muhammed as a böyle bir şeyin verilmediğini bildirmesine rağmen bir çoğumuz bu ayetleri arkaya atarak rivayetler ile inanç haline getirilmiş sahte mucize hikayelerine iman eder olmuştur. Bu yazımızda şahitliği yerine getirmek için bu konunun kur'an ayetlerinde nasıl bildirildiğini paylaşacağız inş.
Muhammed as ın mekkeli muhatapları onun elçiliğini inkar ederek ondan , okuduğu ayetler dışında görsel ayetler istemişlerdir , bu istekleri kur'an ayetlerinde şöyle anlatılmaktadır.
[006.037] Ve dediler ki: Ona Rabbından bir ayet indirilmeli değil miydi? De ki: Şüphesiz Allah, ayet indirmeye kadirdir. Ne var ki, onların çoğu bilmezler.
[006.109] Onlar, bütün güçleriyle Allah'a yemin ettiler ki; eğer kendilerine bir ayet gelirse mutlaka ona inanacaklar. De ki: Ayetler; ancak Allah'ın nezdindedir. O, geldiği zaman da onların yine inanmayacaklarının farkında değil misiniz?
[010.020] Bir de «Ona Rabbinden bir âyet indirilse ya!» diyorlar. De ki: «Gaybı bilmek ancak Allah'a mahsustur, bekleyiniz bakalım, ben de sizinle beraber bekleyeceğim şüphesiz.»
[013.007] Küfredenler, derler ki: Ona Rabbından bir ayet indirilmeli değil miydi? Sen; ancak bir uyarıcısın ve her kavmin bir yol göstericisi vardır.
[013.027] Küfredenler dediler ki: Rabbından kendisine bir ayet inidirilmeli değil miydi? De ki: Allah dilediğini saptırır, kendisine yöneleni de doğru yola eriştirir.
[025.007] Ve dediler ki: «Bu Resûl için ne var ki, yemek yiyor ve çarşılarda yürüyor ona bir melek indirilmeli değil mi idi ki, artık O'nunla beraber bir korkutucu olsa idi!»
[006.008] «Ona bir melek indirilmeli değil miydi?» dediler. Bir melek indirmiş olsaydık iş bitmiş olurdu da onlara göz bile açtırılmazdı.
[011.012] Şimdi belki de sen, onların: «Ona bir hazine indirilse veya beraberinde bir melek gelse ya!» demeleri yüzünden için sıkılarak, sana vahyolunanın bir kısmını terkedecek olursun. Fakat sen, ancak bir uyarıcısın. Allah ise herşeye vekildir.
[017.090-95] Şöyle söylediler: «Bize, yerden kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayacağız»,«Veya hurmalıkların, bağların olup, aralarında ırmaklar akıtmalısın.»«Yahut da iddia ettiğin gibi, göğü tepemize parça parça düşürmeli, ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin.»«Yahut da altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayız.» De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece beşer bir elçiyim. İnsanlara doğruluk rehberi geldiği zaman, inanmalarına engel olan, sadece: «Allah peygamber olarak bir insan mı gönderdi?» demiş olmalarıdır. De ki: «Yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsalardı, biz de onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik.»
[029.050-51] Ve dediler ki: «Onun üzerine Rabbinden âyetler indirilmiş olmalı değil mi idi?» De ki: «O âyetler ancak Allah'ın indindedir ve ben ancak bir apaçık nezirim.» Kendilerine okunan bir Kitap'ı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Bunda, inanan topluluk için rahmet ve ibret vardır.
[020.133] Rabbından bize bir ayet getirseydi ya derler. Onlara önceki kitablarda apaçık deliller gelmedi mi?
Yukarda verdiğimiz ayet meallerinde Muhammed as ın mekkeli muhataplarının okunan vahiy haricinde gözleri ile görecekleri ayet yani mucize olarak bildiğimiz şeyler istenmiş ve her defasında bu istekler red edilmiştir.
Muhammed as ın vefatı sonrasında oluşturulan insan üstü elçi portresinin bir uzantısı olarak rivayet kitaplarında ona atfen onlarca mucize!! uydurulmuş ve bir akide konusu haline getirilmiştir. Bu ayetlerin hiç bir olmasa sadece isra s. 59. ayeti bu konuda bizlere bir bilgi vermiş olsaydı bu ayet bile bizim mucize diye bir şey olmadığına dair düşüncemizi oluşturmaya yeterli gelirdi.
[017.059] O istenilen âyetler (mu'cizeler) le risalet vermekten bizi men'eden de yoktur, ancak onları evvelki ümmetler tekzib ettiler, Semude gözleri göre göre o nakayı verdik de onunla kendilerine zulmettiler, halbuki biz o âyetleri ancak korkutmak için göndeririz
İsra s. 59. ayetinde net olarak ve hiç bir farklı bir te'vile gerek kalmayacak şekilde , Muhammed as dan istenen mucize nin verilmeme sebebi nin, mekkelilerin onuda red edecekleri ve bu red edişleri neticesinde semud kavmi gibi helak edilecekleri bildirmektedir.
Kur'anda helak edildiği bildirilen kavimlere uygulanan sünnet'in uygulaması bu şekildedir, şayet Muhammed as a böyle bir mucize verilmiş olsaydı bu mucizeye inanmayanların helak edilmeleri gerekirdi. Burada yapılan çok vahim bir hata vardır şöyleki; Muhammed as ı yüceltmek adına onun adına uydurulan mucize iftiraları Allah cc nin kadrini düşürmek anlamına gelmektedir, diğer kavimler için geçerli olan helak sünneti mekkeli ler içinde geçerli olup eğer görsel bir ayet indirilmiş olsaydı bunu red edecekler ve helak üzerlerine hak olacaktı. Allah cc nin sünnetini bilmeden sadece başka elçilerden aşağı kalmasın şeklinde uydurulan bu iftiraların sahipleri ve savunucuları hesap gününde bu iftiralarının karşılıklarını nasıl alacaklarını söylemeye bile gerek yoktur.
Şimdi bir tercihte bulunmamız gerekmektedir, ya rivayetler ile örülmüş mucize hikayelerini kabul edip isra s. 59. ayeti ve benzerlerini red edeceğiz, yada o kadar kitaplar , o kadar alimler bunu bilmiyorda senmi biliyorsun şeklinde itiraz edip ayetleri arkaya atacağız.
Müslüman olmak demenin , Allah cc nin indirmiş olduğu kitaba tabi olmak demek olduğunu, din adına gelen bilgiler eğer kur'ana ters ise bu bilgi eğer Muhammed as adına geliyorsa " o kur'ana rağmen ona aykırı bir söz söylemez" diyerek o bilginin adının sadece Allah ve resulune bir ifira olacağı, eğer bu bilgiler meşhur alim!! olarak bilinenlerden geliyorsada onların söylediklerinin Allah ve elçisine iftira olduğu bilinmelidir.
Sonuç olarak; kur'ana aykırı olarak oluşturulmuş din algısı içinde önemli bir yer tutan Muhammed as ın mucizeleri!!! bölümü kur'an ayetlerini red ederek oluşturulmuş bir algı olup , müslümanlar , ya kur'ana rağmen gelen bilgileri kabul etmeye devam edip kur'anı inkar edecekler , ya kur'an ayetleri bizim için her konuda bilgi ve inanç kaynağı dır diyerek bu gibi iftiraları red eceklerdir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.
Bir müslümana eğer , "kur'an senin için ne ifade ediyor?" diye sorduğumuz zaman alacağımız cevap , " kur'an Allah cc nin indirdiği bir kitab ve o kitab bizler için ana kaynaktır" cevabı olacaktır, ama bu cevap tercih noktasında hayat içinde karşılığını çoğu zaman bulmamakta , rivayetler ve kur'an arasında kalındığı zaman tercih edilen kaynağın rivayetler olduğu görülmekte olup bu durum ona atfedilen mucizeler!! içinde geçerlidir. Kur'an ayetlerinin bir çoğu Muhammed as a böyle bir şeyin verilmediğini bildirmesine rağmen bir çoğumuz bu ayetleri arkaya atarak rivayetler ile inanç haline getirilmiş sahte mucize hikayelerine iman eder olmuştur. Bu yazımızda şahitliği yerine getirmek için bu konunun kur'an ayetlerinde nasıl bildirildiğini paylaşacağız inş.
Muhammed as ın mekkeli muhatapları onun elçiliğini inkar ederek ondan , okuduğu ayetler dışında görsel ayetler istemişlerdir , bu istekleri kur'an ayetlerinde şöyle anlatılmaktadır.
[006.037] Ve dediler ki: Ona Rabbından bir ayet indirilmeli değil miydi? De ki: Şüphesiz Allah, ayet indirmeye kadirdir. Ne var ki, onların çoğu bilmezler.
[006.109] Onlar, bütün güçleriyle Allah'a yemin ettiler ki; eğer kendilerine bir ayet gelirse mutlaka ona inanacaklar. De ki: Ayetler; ancak Allah'ın nezdindedir. O, geldiği zaman da onların yine inanmayacaklarının farkında değil misiniz?
[010.020] Bir de «Ona Rabbinden bir âyet indirilse ya!» diyorlar. De ki: «Gaybı bilmek ancak Allah'a mahsustur, bekleyiniz bakalım, ben de sizinle beraber bekleyeceğim şüphesiz.»
[013.007] Küfredenler, derler ki: Ona Rabbından bir ayet indirilmeli değil miydi? Sen; ancak bir uyarıcısın ve her kavmin bir yol göstericisi vardır.
[013.027] Küfredenler dediler ki: Rabbından kendisine bir ayet inidirilmeli değil miydi? De ki: Allah dilediğini saptırır, kendisine yöneleni de doğru yola eriştirir.
[025.007] Ve dediler ki: «Bu Resûl için ne var ki, yemek yiyor ve çarşılarda yürüyor ona bir melek indirilmeli değil mi idi ki, artık O'nunla beraber bir korkutucu olsa idi!»
[006.008] «Ona bir melek indirilmeli değil miydi?» dediler. Bir melek indirmiş olsaydık iş bitmiş olurdu da onlara göz bile açtırılmazdı.
[011.012] Şimdi belki de sen, onların: «Ona bir hazine indirilse veya beraberinde bir melek gelse ya!» demeleri yüzünden için sıkılarak, sana vahyolunanın bir kısmını terkedecek olursun. Fakat sen, ancak bir uyarıcısın. Allah ise herşeye vekildir.
[017.090-95] Şöyle söylediler: «Bize, yerden kaynaklar fışkırtmadıkça sana inanmayacağız»,«Veya hurmalıkların, bağların olup, aralarında ırmaklar akıtmalısın.»«Yahut da iddia ettiğin gibi, göğü tepemize parça parça düşürmeli, ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin.»«Yahut da altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayız.» De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece beşer bir elçiyim. İnsanlara doğruluk rehberi geldiği zaman, inanmalarına engel olan, sadece: «Allah peygamber olarak bir insan mı gönderdi?» demiş olmalarıdır. De ki: «Yeryüzünde yerleşip dolaşanlar melek olsalardı, biz de onlara gökten peygamber olarak bir melek gönderirdik.»
[029.050-51] Ve dediler ki: «Onun üzerine Rabbinden âyetler indirilmiş olmalı değil mi idi?» De ki: «O âyetler ancak Allah'ın indindedir ve ben ancak bir apaçık nezirim.» Kendilerine okunan bir Kitap'ı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Bunda, inanan topluluk için rahmet ve ibret vardır.
[020.133] Rabbından bize bir ayet getirseydi ya derler. Onlara önceki kitablarda apaçık deliller gelmedi mi?
Yukarda verdiğimiz ayet meallerinde Muhammed as ın mekkeli muhataplarının okunan vahiy haricinde gözleri ile görecekleri ayet yani mucize olarak bildiğimiz şeyler istenmiş ve her defasında bu istekler red edilmiştir.
Muhammed as ın vefatı sonrasında oluşturulan insan üstü elçi portresinin bir uzantısı olarak rivayet kitaplarında ona atfen onlarca mucize!! uydurulmuş ve bir akide konusu haline getirilmiştir. Bu ayetlerin hiç bir olmasa sadece isra s. 59. ayeti bu konuda bizlere bir bilgi vermiş olsaydı bu ayet bile bizim mucize diye bir şey olmadığına dair düşüncemizi oluşturmaya yeterli gelirdi.
[017.059] O istenilen âyetler (mu'cizeler) le risalet vermekten bizi men'eden de yoktur, ancak onları evvelki ümmetler tekzib ettiler, Semude gözleri göre göre o nakayı verdik de onunla kendilerine zulmettiler, halbuki biz o âyetleri ancak korkutmak için göndeririz
İsra s. 59. ayetinde net olarak ve hiç bir farklı bir te'vile gerek kalmayacak şekilde , Muhammed as dan istenen mucize nin verilmeme sebebi nin, mekkelilerin onuda red edecekleri ve bu red edişleri neticesinde semud kavmi gibi helak edilecekleri bildirmektedir.
Kur'anda helak edildiği bildirilen kavimlere uygulanan sünnet'in uygulaması bu şekildedir, şayet Muhammed as a böyle bir mucize verilmiş olsaydı bu mucizeye inanmayanların helak edilmeleri gerekirdi. Burada yapılan çok vahim bir hata vardır şöyleki; Muhammed as ı yüceltmek adına onun adına uydurulan mucize iftiraları Allah cc nin kadrini düşürmek anlamına gelmektedir, diğer kavimler için geçerli olan helak sünneti mekkeli ler içinde geçerli olup eğer görsel bir ayet indirilmiş olsaydı bunu red edecekler ve helak üzerlerine hak olacaktı. Allah cc nin sünnetini bilmeden sadece başka elçilerden aşağı kalmasın şeklinde uydurulan bu iftiraların sahipleri ve savunucuları hesap gününde bu iftiralarının karşılıklarını nasıl alacaklarını söylemeye bile gerek yoktur.
Şimdi bir tercihte bulunmamız gerekmektedir, ya rivayetler ile örülmüş mucize hikayelerini kabul edip isra s. 59. ayeti ve benzerlerini red edeceğiz, yada o kadar kitaplar , o kadar alimler bunu bilmiyorda senmi biliyorsun şeklinde itiraz edip ayetleri arkaya atacağız.
Müslüman olmak demenin , Allah cc nin indirmiş olduğu kitaba tabi olmak demek olduğunu, din adına gelen bilgiler eğer kur'ana ters ise bu bilgi eğer Muhammed as adına geliyorsa " o kur'ana rağmen ona aykırı bir söz söylemez" diyerek o bilginin adının sadece Allah ve resulune bir ifira olacağı, eğer bu bilgiler meşhur alim!! olarak bilinenlerden geliyorsada onların söylediklerinin Allah ve elçisine iftira olduğu bilinmelidir.
Sonuç olarak; kur'ana aykırı olarak oluşturulmuş din algısı içinde önemli bir yer tutan Muhammed as ın mucizeleri!!! bölümü kur'an ayetlerini red ederek oluşturulmuş bir algı olup , müslümanlar , ya kur'ana rağmen gelen bilgileri kabul etmeye devam edip kur'anı inkar edecekler , ya kur'an ayetleri bizim için her konuda bilgi ve inanç kaynağı dır diyerek bu gibi iftiraları red eceklerdir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)