Rab etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Rab etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mayıs 2017 Pazartesi

Rab Kavramı Etrafında Kur'an'da Bir Gezinti

Yazımıza konu etmeye çalışacağımız bu kavram, tıpkı İlah kavramı gibi Kur'an'ın çatı kavramlarından bir tanesidir. Kur'an'ın diğer kavramlarının tamamının, Rab kavramı etrafında şekillendiğini ve anlamını bulduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Kur'an'ın ana mesajı, Allah (c.c) nin alemlerin Rabbi olduğunun kabul edilmesi, ve buna göre bir hayat sürülmesi gereği üzerine olup, bu kavram doğru anlaşıldığı ve hayat içinde nasıl pratiğe geçmesi gerektiği öğrenildiği zaman, büyük bir mesafe kat edilmiş olunacaktır.

Bilindiği üzere Kur'an, indiği kavmin dilini ve günlük hayat içinde kullandıkları kelimeleri dikkate alarak inmiştir. Rab kelimesini bu bağlamda anlamaya çalıştığımızda, bir Arap için Rab kelimesinin onun zihninde çağrıştırdığı anlam, Sorumlu olduğu kişilerin yeme, içme, terbiye etme gibi ihtiyaçlarını temin eden kişi demektir. Beytü-rrab yani evin reisi demek, bir ev içinde yaşayanların ihtiyaçlarını temin eden kişi anlamında, Mekke'li Araplar tarafından kullanılan ve bilinen bir kelimedir. 

Sorumlu olmanın yetki sahibi olmayı beraberinde getirdiğini düşündüğümüzde, Evin Rabbi yani reisi olan kişi aynı zamanda, ihtiyaçlarını temin ettiği kişilerin üzerinde yetki sahibi olması anlamına da gelmektedir. Mekke'li Arapların bu bilgisi üzerinden yola çıktığımızda, Kur'an'ın Rab kavramına yüklediği anlamı daha kolay anlamak mümkün olacaktır. Çünkü Kur'an Araplar tarafından kullanılan bir kelimeye ıstılahi bir anlam yüklerken, onların günlük dilde o kelimeye verdikleri anlamı dikkate almaktadır.

Araplar, Kur'an'ın pek çok ayetinde gördüğümüz üzere, Allah'ın her şeyin yaratıcısı olduğunu biliyor ve kabul ediyorlardı. Onların problemi Allah'ı Rab olarak tanıyarak onların ihtiyaçlarını karşılamasının kendisine verdiği yetki olan, insanlar üzerindeki tasarruf yetkisini ret etmeleri idi. Mekke'de inen ilk surelerde Rab kavramı daha belirgin olarak ortaya çıkmakta, Allah'ın insanlar üzerinde Rab olduğu defalarca hatırlatılmaktaydı. 

Allah(c.c) ilk muhataplar olan Mekke'lilere, Ben ki sizleri yaratan ve her türlü rızkınızı temin eden olarak Rabbiniz benim demektedir. Yaşanan Dünyayı bir ev olarak tasavvur ettiğimizde, bu ev içinde yaşayan herkesin ve her şeyin yaratıcısı ve rızık vericisi olarak Rab olarak bilinmeye ve tanınmaya layık tek varlık Allah (c.c) den başkası olmayacağı açıktır. Kendisinin ihtiyaçlarını temin eden kişiye karşı şükür vazifesini yerine getirmeyen kişiye verilen isim olan Nankör kelimesinin Arapça karşılığı olan Kafir, bu bağlamda ıstılahi bir anlama kavuşmuştur.

Kur'an öncesi Mekke'ye baktığımız zaman o şehirde, para, mal, ve oğullar yani insan gücü bakımından kuvvetli olan ve Kur'an'ın Müstağni, Mütref, Müstekbir gibi kelimelerle tanımladığı bir tabaka bulunmakta ve bu tabaka, zengin olmalarının verdiği yetki ve güce güvenerek insanlar üzerinde kendilerinin tasarruf hakları olduğunu iddia etmekteydi. 

Dünya malının geçici bir meta olduğunu, hesap gününde bunların hiç birinin fayda etmeyeceği, hatta dünyanın bütün servetine bir o kadar daha eklenerek, azaptan kurtulmak için fidye vermek isteseler dahi kabul edilmeyeceğini beyan eden ayetler, öncelikle Mekke'li mütref tabakanın bu zenginliklerinin hesap gününde fayda etmeyeceğini hatırlatmaktadır.

Abd, yine Araplar tarafından günlük dilde kullanılan, bir efendinin tasarrufu altında bulunan kişi için kullanılan bir kelime olarak, Allah'ın tasarrufu altında bulunan her şeye isim olmuştur. Abd (köle) statüsüne tabi olan bir kimse, nasıl ki efendisinin emrinden çıkması gibi bir lükse sahip değilse, Abdullah (Allah'ın kulu) statüsüne tabi olanlar da böyle bir lükse sahip olmamakta, bu duruma isyan ettikleri takdirde ne  gibi karşılık alacakları ise yine bir çok ayette haber verilmiştir.

İlk inen surelerden olan Alak suresi ayetlerinde kendisini müstağni gördüğü için bir kulu Salat'tan men eden kişiden bahsetmektedir. Bu kişi Mekke kodamanlarından bir kimse olup, Allah'ın elçisini görevinden men etmeye çalışmaktadır. Salat , bu bağlamda ıstılahi bir anlama kavuşan kelimelerden olup, Allah (c.c) nin kendisi üzerinde Rab ve İlah olduğunu kabul ederek yapılan her amelin adı haline gelmiştir.

Allah (c.c) tarih boyunca, kendisinin insanların İlahı ve Rabbi olduğunu unutarak, onun dışındakileri ilah ve rab edinenlere elçiler ve kitaplar göndermek sureti ile vahyetmiş, onlara bu bilgileri yeniden hatırlatmıştır. Kitap, Nebi, Resul, Vahiy gibi kavramlar çerçevesinde gelişen bu olaylar yine Kur'an içinde yerini bulmuştur.

Peki bu elçinin görevi ne idi?.

Bu elçi Mekke'lilere sadece Allah'ın Rab ve İlah olarak tanındığı bir hayat sürmeleri gerektiğini tebliğ etmek için gönderilmişti. Allah'ın İlah olarak tanınması demek, kulluk edilmeye layık yegane varlık olması, kulluk edilmesinin sebebi ise, insanlara yaşamları içinde gerekli olan her türlü alt yapıyı sunma gücüne sahip olan tek varlık olmasıdır. Kur'an içindeki bir çok ayet, göz ile görülen kevni ayetlere dikkat çekerek, bunları yaratan bu güç karşısında secde etmekten başka çıkar yol olmadığını insanlara hatırlatmaktadır.  

Fakat Mekke'lilerin kurulu bir düzeni vardı ve bu düzenin temelleri insanlar tarafından belirlenmişti. Kendilerine gelen elçinin onlara yaptığı tekliflerin, kurulu düzenlerini alt üst edeceğini bildikleri için, gelen elçiyi var güçleri ile ret ettiler. Mekke'lilerin gelen elçiyi ret etmekte kullandıkları kozlardan birisi de, onların mal ve servet bakımından güçlü olmalarına olan güvenleri idi. 

Kur'an bu bağlamda gelen elçiyi ret edenlerin başlarına neler gelebileceğini yine bir çok ayetinde bildirmiştir. Ölüm sonrası diriliş, Kur'an'ın en büyük haberlerinden birisi olarak Mekke'nin inkarcılarına da hatırlatılmış, fakat bu haber onlar tarafından ret edilmiştir. Kendilerinden önce yaşamış kavimlerin kıssaları bu bağlamda onlar ve bizler için önemli hatırlatmalar içermektedir.

Geçmiş kavimlerin sahip oldukları gücün Mekke'lilerden daha fazla olmasına rağmen onların helak edildiklerine dair haberler yine Kur'an içinde yer almaktadır. Musa (a.s) ve Firavun arasında geçen mücadele, Kur'an içinde önemli bir hacme sahiptir. Firavun kendisinin Mısır mülkünün sahibi, o mülk içinde yaşayan insanların ilahı ve rabbi olduğunu iddia eden bir kimse olarak, Kur'an'da yerini bulmuş ve sonu helak ile biten hayat sürerek, tüm zamanlarda gelecek olan ve kendilerini müstağni (yeterli) görenlere ibret olmuştur. 

Firavun'un bu sonunu sadece belirli bir zaman ve mekanda yaşanmış bir olay olarak değil, Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu toplumsal yasaların bir sonucu olduğunu düşünerek, bu kıssayı okuduğumuzda, tüm zamanlara dair mesajlar olarak karşımıza çıkacaktır.

Mekke'de inen surelerin içeriğinde bulunan ayetlerde servet ile övünen ve bu servetin kendisini Allah'a karşı güçlü kıldığına inanan müşriklerin, bu servetlerini nasıl kullandıkları da anlatılmaktadır. Yetimin hakkını yiyen, fakiri hor gören, verdiğini gösteriş olsun diye veren zengin tipi, sadece Mekke'ye has bir durum değil, tüm zamanlara hastır. 

Şirk kavramı, yine bu bağlamda, Allah'ı rab ve ilah olarak değil, onun dışındakileri rab ve ilah olarak tanımanın adı olarak ıstılahi bir anlama kavuşmuştur. Üzerinde yaşadığımız dünyanın ve onun dışındaki her şeyin sahibi olduğunu bildiren Allah (c.c), kendisi tarafından yaratılmış olanların kendisine ortak tutulmasını asla kabul etmeyeceğini bildirmiş, bu suç ile gelen herkesi ebedi cehennem ile cezalandıracağını vaat etmiştir. 

Suyun haddini aşarak insanlara zarar veren hale dönüşmesi anlamına gelen Tuğyan, yine ıstılahi bir anlama kavuşarak, Allah'a karşı haddi aşmak anlamına gelmiştir. Allah'a karşı haddi aşarak Tağutlaşanların sonları ise, Kur'an kıssaları içinde canlı örnekler olarak önemli bir hacme sahiptir.

Şirk kavramının insan ve toplum hayatında nasıl açığa çıktığı, bu suçun toplumları nasıl bir sona sürüklediği bir çok elçi kıssasında karşımıza çıkmaktadır. Şirk kavramı ne yazık ki biz Müslümanlar tarafından gündemden çıkarılmış, Mekke'nin fethi ile Kabe içindeki putların kırılması, artık bu kavramın Müslümanlar açısından tarihe karıştığı zannı hakim olmuştur.

Mekke'lileri Müşrik olarak adlandırılmasına sebep olan inançları, onların Allah'a inanmamaları değildi. Bir çok ayet Mekke'lilerin Allah'ın her şeyin yaratıcısı olduğunu bildiklerini ve inandıklarını bildirmektedir. Mekke'lileri müşrik yapan inançları, Allah'ın onlar üzerindeki tasarruf yetkisini kabul etmemeleri idi. Bazı hayvanlar üzerinden belirledikleri haram helal tayini, onların bu konuda kendilerini yetkili görerek şirk içine düştüklerini göstermektedir.

Sünnetullah, Allah (c.c) nin Rab ve İlah olarak tanınmaması sonucunda toplumların başına gelen değişmez yasa olarak, geçmiş kavimler üzerinde işleyiş göstermiş, Allah'ın sünnetinde değişme olmayacağını dikkate aldığımızda, bu süreç kıyamete değin sürecektir. Bizler Kur'an kıssalarını bu yasaların nasıl ve hangi şartlarda işleyiş gösterdiğini anlamak açısından okuduğumuzda, Kur'an kıssaları masal olmaktan çıkarak bizlere dair ibretler sunan mesajlar haline gelecektir.

Salih (a.s) kıssasında deve'nin kesilmek sureti ile toplumun helak edilmesini, insan dışındaki canlı hayatın hor görülerek hoyratça harcanılması sonucu ortaya çıkan bir son olduğunu, bugün
Çevre Felaketleri olarak karşımıza çıkan her  sorunun, bu kıssanın güncel bir karşılığı olduğunu düşündüğümüzde, helak olaylarının devam eden bir süreç olduğu anlaşılacaktır.

Şuayb (a.s) kıssasında karşımıza çıkan ölçü ve tartıda adalatsiz davranılması sonucu meydana gelen helak olayını, yaşamın tamamında ölçülü davranmak gerektiği konusunda bir öğüt olarak okuyarak, ölçüsüz davranışlar sergileyen toplumların kaçınılmaz sonlarının yıkım olacağını bu kıssadan öğrenebiliriz.

Lut (a.s) kıssasında karşımıza çıkan ahlaki yozlaşmanın o toplumu nasıl bir sona sürüklediğini, bu sonun ahlaki yozlaşma içine giren her toplumun sonu olacağını düşündüğümüzde, bu kıssaların hepsinin bizlere birer ibret mesajı olduğu anlaşılacaktır.

Helak edilen toplumların ortak suçları olan Şirk, sadece taştan tahtadan putlara tapmak ile ortaya çıkmamakta, Allah'ın insanlar üzerinde her türlü tasarruf hakkını ret ederek, tasarruf hakkını onun yarattıklarına vermek ile ortaya çıkmaktadır. Yaşamları üzerinde tasarruf hakkını Allah'a vermeyerek, onun yarattığına veren her toplum, er veya geç helak olmaya mahkumdur.

Şeytan, insanların Allah (c.c) dışındakilere kul olmalarına sebep olan bir kavram olarak yine önemli bir hacme sahip biçimde Kur'an içinde yerini bulmuş, bu kavram İblis adında bir kimse üzerinden müşahhaslaştırılmak sureti ile kıssa biçiminde bizlere sunulmuştur. Adem ve İblis kıssası olarak 7 ayrı yerde karşımıza çıkan bu kıssa, insanın ayağının nasıl cennetten kayabileceğini anlatması açısından önemli bir yere sahiptir.

Sonuç olarak; Rab, Kur'an'ın çatı kavramlarından bir tanesi olup, diğer Kur'an kavramları bu çatı ile yakından alakalıdır. Yazımızda, Rab kavramının etrafında şekillenen diğer kavramları kısa da olsa ele almaya çalıştık. Görülüyor ki eğer insanlar sadece Rab kavramının anlam alanını öğrenseler, ve bu kavramı gereği gibi hayatlarına yansıtsalar, insanlar şirk batağından kurtularak, gerçek bir rabbin kulu olmaya çalışacak, böylelikle dünya ve ahiret kurtuluşu sağlanacaktır. 

Bunun sağlanması ise Kur'an'ın insanlara doğru yolu gösteren bir kitap olduğu, hayatın tam içine dokunduğu gerçeğinin yeniden kavranması ile olacaktır. Bu kitabın okunması demenin, yaşam içinde bizlere tabi olacağımız kuralların öğrenilmesi demek olduğu kavranılmadığı sürece, Kur'an adı var kendi yok bir kitap olarak hayatımızın bir kenarından belirli zamanlarda ve ölülere okunan bir kitap olmaktan çıkamayacaktır.

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 


15 Ağustos 2016 Pazartesi

TEVBE S. 31. Ayeti : Hahamları,Rahipleri,Hocaları,Meryem Oğlu İsa'yı ve Muhammed'i Rab Edinmek

Kur'anın ihtiva ettiği ayetlerin bazıları , önceki toplulukların yaptıkları bir takım yanlışlıkları anlatarak sonrakilerin, öncekiler tarafından yapılmış olan aynı hatalara düşmelerinin önüne geçmeyi hedeflemektedir. Kur'an okuyucuları şayet , okudukları ayetler içinde anlatılan geçmiştekilerin hatalarını, sadece onlara has olduğu düşüncesi ile okuyacak olursa , yapılan bu anlatımların amacı buhar olup havaya uçacak , okunan ayetler "geçmişlerin masalları" olarak  kalacaktır. 

Kur'anın Yahudi ve Hristiyanlar ile ilgili ayetleri , bu anlayış içinde okunması gereken ayetlerden olup , onların yaptıkları hataların aynısı, bugün biz Müslümanlar tarafından yapılmaktadır. Maalesef bizler, o topluluklar ile ilgili ayetleri, sadece onlara has bir durum olarak okuduğumuz için, gerekli ibretleri almaktan yoksun bir halde, ilgili ayetleri okumaya devam etmekteyiz. 

Yazımıza konu edeceğimiz Tevbe s. 31. ayeti, işte böyle bir ayet olup , ayet içinde bahsi geçen Yahudi ve Hristiyanlar tarafından yapılan hataların aynısı, bugün biz Müslümanlar tarafından yapılmaktadır. Kur'an kavramlarının içinin boşaltılmış olması nedeni ile, onların bazı insanları "Rab" olarak ittihaz etmelerinin ne anlama geldiği, biz Müslümanlar tarafından maalesef anlaşılamamış , aynı tehlikenin bizler içinde geçerli olduğu şuurundan yoksun milyonlarca Müslüman bugün hala başta Muhammed (a.s) olmak üzere , şeyhleri ve hocaları rab ittihaz etmektedirler. 

اتَّخَذُواْ أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ وَالْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا أُمِرُواْ إِلاَّ لِيَعْبُدُواْ إِلَهًا وَاحِدًا لاَّ إِلَهَ إِلاَّ هُوَ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ

[009.031]  Onlar Allah'ın astında hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu İsa'yı rabler edindiler. Oysa onlara sadece tek ilaha, kendisinden başka ilah olmayan ve onların yakıştırma ortaklarından uzak olan Allah'a kulluk etmeleri emredilmişti.

Bu ayeti ilk okuduğumuz zaman, yapılan hatanın sadece Yahudi ve Hristiyanlar ile sınırlı olduğu , biz Müslümanların böyle bir hatanın içinde olduğumuz, bir çok kimsenin aklının ucundan dahi geçmeyecektir. Bu duruma sebep olan şey ise , Kur'anın odak kavramlarından olan "Rab" kavramının biz Müslümanlar tarafından doğru olarak kavranılmamış olmasıdır.

Bu ayetin nüzulü ile ilgili bilgilere baktığımızda , sahabe ve Muhammed (a.s) arasında geçtiği rivayet edilen bir konuşma bizlere ,  "Rab" kavramının Müslüman hayatında ifade etmesi gereken anlamı net olarak ortaya koymaktadır.

Muhammed (a.s) ın Tevbe s. 31. ayetini okuması üzerine , önceden Hristiyan olan Adiy Bin Hatim adlı sahabe, "Biz onlara ibadet etmiyorduk" şeklinde bir itirazda bulunur. Bu itiraz üzerine Muhammed (a.s) ın o sahabeye, bizlere de "Rab" kavramının anlamsal çerçevesini öğreten, " Onlar Allah'ın helal kıldığını haram , haram kıldığını helal kıldıkları takdirde onlara tabi olmuyor muydunuz?" sorusuna "Evet onlara tabi oluyorduk" şeklinde cevap verince, rahipleri rab olarak ittihaz etmenin ne anlama geldiği de ortaya daha net olarak çıkmış bulunmaktadır.

Kur'an öncesi Arapların günlük dillerinde kullandıkları "Rab" kelimesi, "Besleyen , büyüten , yetiştiren , ihtiyaçları karşılayan" anlamına sahip bir kelime olarak "Beytürrabbi" (Evin Reisi) anlamında yani , bir evin içindeki fertlerin sosyal , ekonomik ve ahlaki yönden sorumluluğunu üstlenmek anlamında kullanılmaktaydı. Rab, yani "Evin Reisi" olarak kabul edilen kişi , o evin içinde yaşayan kişilerin sorumluluğunu yüklenmekle , onlar üzerinde bir takım hak sahibi olma hakkına sahiptir. 

Allah (c.c) bu kelimeyi kendisi için "Rabbül Alemin" şeklinde kullanarak , yaratmış olduğu her şeyin üzerinde hak ve yetki sahibi olduğunu bizlere bildirmiş , rab olarak kendisinden başkasının kabul edilmemesini , böyle bir kabulün "Şirk" olduğunu , bu suçun cezasının ise ebedi cehennem olduğunu bizlere, kitabının bir çok yerinde haber vermiştir.

Tarih boyunca gönderdiği elçi ve kitaplar ile kendisinden başkalarını ilah ve rab olarak benimseyenleri uyarmış , uyarıları ret edenleri ise helak etmiştir. Bütün elçilerin sadece Allah (c.c) nin rab olarak kabul edilmesini ve ona göre bir hayat sürülmesi gerektiğini tebliğ etmelerine karşın , bu elçilerden sonra insanların bir çoğu değişik saiklerle ,doğru yoldan saparak şeytanın yoluna uymuş, ve onun dışında ilah ve rabler edinmişlerdir. 

Tevbe s. 31. ayeti , bu duruma işaret ederek , Yahudi ve Hristiyanların Hahamlarını , Rahiplerini ve Meryem oğlu İsa (a.s) ı Allah'ın dışında rabler edindiklerini haber vermektedir. 

Bu rab edinme durumu insan hayatında nasıl ve ne şekilde tezahür etmektedir?. 

Haham ve rahipler hiç kimseye "Bizler sizin rabbiniziz" şeklinde bir hitapta asla bulunmamıştır. Aksine bu kimseler, Allah adına insanlara nasihatta bulunduklarını iddia eden, ve sadece ona kul olunmasını söyleyen insanlardır. Asıl problem Haham ve Rahiplerin Allah'a kulluğa çağırmak adına, kendilerine kulluğa çağırmış olmalarındadır.

Kur'an tarafından eleştirilen bu insanlar, Allah adına konuştuklarını iddia etmelerine karşılık , konuştukları sözler Allah adına uydurulmuş yalan ve iftiradan başka bir şey değildir. Ancak onlar bu yalanları "Bunu Allah böyle emrediyor veya söylüyor" şeklinde insanlara anlatarak, kendi yanlarından ürettiklerini, insanlara Allah adını kullanarak söylemekte ve böylelikle onları aldatmaktadırlar.

Haham ve Rahiplerin rab edinilmesi, onların dillerini kitaba eğip bükerek , Allah adına yalanlar ve iftiralar uydurması yolu ile gerçekleşmesine karşın , Meryem oğlu İsa (a.s) ın rab edinilmesi nasıl gerçekleşmektedir?. 

Yaşadığı hayat boyunca Allah (c.c) rab olduğunu insanlara anlatan İsa (a.s) (Maide s.117), vefatı sonrasında , kendisi rab olarak benimsenir bir hale gelmiştir. Bu noktada, "İnsanlar neden böyle bir yanlışa düşme ihtiyacı hissederler ?" sorusunun cevabının verilmesi önem arz etmektedir. Bu sorunun cevabı , Muhammed (a.s) ın da bizler tarafından neden rab ittihaz edinildiğini de  ortaya çıkaracaktır.

Dini duyguların sömürülmesi yolu ile insanlar üzerinde baskı ve hegemonya kurulması yolu , insanlığın kadim bir adeti olup her devirde bu yol denenmiş , hala denenmekte , kıyamete değin denenecektir. 

Allah ve Elçiler, insanlar için en önemli ve en karizmatik iki isim olup , yalancı ve hilebaz insanların elinde bu iki isim, maalesef oyuncak ve insanları aldatmak için kullanılan bir paravan olarak kullanılmaktadır. Bir takım insanlar, kendi yanlarından üretmiş oldukları fikir ve düşünceler ile , diğer insanlar üzerinde baskı ve hegemonya kurmak için, bu iki ismi ağızlarından düşürmemekte ve yalanlarını insanların güven duyduğu bu iki isme isnat ederek , insanların aldanmasını sağlamaktadırlar. 

Meryem oğlu İsa (a.s) , güvenilir bir insan olması ve onun söylediği bir sözün insanlar arasında daha kolay kabul görmesi nedeniyle, sahtekarların elinde önemli bir koz haline gelmiştir. Onun söylemediği, fakat onun tarafından söylenmiş olduğu iddia edilen yalan ve iftira olan sözlerin, insanlar arasında ona duyulan güven nedeni ile ona isnat edilerek insanların aldatılması yolu daha kolay açılmaktadır. 

İnsanlar tarafından güven duyulan kişilerin istismar edilerek insanların aldatılma yolunu , kendilerine İsa (a.s) bağlı olduğunu iddia eden bazı insanların yapmış olduğunun haber verilmesi , bu yolun daha sonra başka elçi isminin de kullanılarak yapılabileceğini haber vermeyi amaçladığını söylemek , şu anda Müslümanlar olarak içinde bulunduğumuz durumu dikkate aldığımızda yanlış olmayacaktır.

Bu yalan ve iftira fırtınası, acaba İsa (a.s) has durum mudur yoksa son elçi Muhammed (a.s) da bu yalan ve iftira fırtınasından nasibini almış mıdır?.

Bugün şayet yeni bir elçi ile yeni bir kitap gelecek olsa (bunu bir varsayım olarak söylediğimizi hatırlatalım), Tevbe s. 31. ayeti aynı şekilde yeniden nazil olarak , ayet içinde bahsedilen isimlere "HOCALAR" ve "MUHAMMED" şeklinde bir ilave gelir miydi ?.  

Her iki sorunun cevabı maalesef  "EVET" şeklinde olacaktır.

Bugün Müslüman toplum içinde çöreklenmiş olan "Hoca" , "Şeyh" v.s gibi dini lakaplı insanların büyük çoğunluğu , sahip oldukları bu lakapları insanları aldatmak için kullanmaktadır. Bu kimseler insanları aldatmak için "Ben demiyorum Allah diyor" şeklindeki sözlerle ona atfen bir çok yalan ve iftira uydurarak , insanları kendilerine kul etmektedirler. 

Aynı durum Muhammed (a.s) adına sözler uydurularak, ve bu sözler Kur'an ile eşdeğer kılınarak, Müslümanlar üzerinde oynanmaktadır. Muhammed (a.s) ın asla söylemeyeceği sözler, onun söylediği sözler olarak insanlara okunmakta, ve bu sözler Kur'anın önüne geçirilerek, insanlar üzerinde baskı ve hegemonya kurulmaktadır. 

Bugün İslam dünyasına baktığımızda, "Din Adamı" kisvesi altında dolaşan bir çok insanın , bu kisve altında insanları maddi ve manevi olarak sömürmekte ve bu yolla inanılmaz bir güç imparatorluğu kurduklarını görmekteyiz.

Bu gücü kurmak için kullandıkları en önemli silah Allah ve elçisi adına uydurdukları yalan ve iftiralardır. Allah ve elçisinin söylediğini iddia ettikleri sözler ile insanları sömüren bu insanların yaptığı iş Tevbe s. 31. ayetinde beyan edilen durum ile birebir örtüşmektedir.

Hal böyle iken hocaları ve Muhammed (a.s) ı rab edinmekten kurtulmanın ve bu istismarın önünün kesilme yolunun nasıl mümkün olabileceği sorusu cevabını aramaktadır.

Bu sorunun cevabını konumuz olan ayetin içinde ayan beyan görmekteyiz. İnsanları rab edinerek şirk'e düşmek , böylelikle ebedi cehennem ehli olanlardan olmamak için önerilen yegane yol sadece ve sadece ALLAH'A KUL OLMAKtır. 

Elçiler dahil olmak üzere hangi isim altında gelirse gelsin , bize gelen bilgi ve haberlerin doğruluğu ve yanlışlığı Allah adına konuştuklarını iddia edenlerin eline bırakılmamalıdır. Bu gibi insanların eline bırakılan din gerçek bir din değil , insanları aldatmak için kullanılan bir paravan haline gelecektir. 

Bu konuda herkes elini taşın altına koyarak , sorumluluklarını iman ettiğini iddia ettikleri kitaptan öğrenmek zorundadırlar. Başkalarının öğrettiklerine razı olarak tembelliğe ve hazırcılığa alışan insanların aldatılması ve din adına her türlü yola saptırılması daha kolay hale gelecektir.

Kur'anın Haham ve Rahip olarak belirttiği isimlerin öne çıkan özelliği , kendilerini insanlara din öğretmekle sorumlu oldukları zannını vermiş olmalarıdır. Dinlerini asıl kaynağından kendilerinin öğrenmelerinin mümkün olmadığı , hatta yanlış , hatta küfür olduğuna inandırılan zavallı halk yığınları , bu yanlış ve küfre düşmemek için!! dinlerini, Haham , Rahip ve Hocalardan öğrenmek yoluna gitmektedirler.

Müslüman dünyasına baktığımızda kendilerine Hoca , Şeyh v.s gibi isimler verilmiş olan bir çok ismin bu görevlerini kitabın kendilerine gösterdiği şekilde değil , şeytanın kendilerine gösterdiği şekilde ifa ettiğini görmekteyiz. 

Müslüman dünyası, kendisini "Din Adamı" sınıfına mensup insanların tasallutundan kurtarmadığı müddetçe , insanlar kıyamete dek din adına aldatılmaktan kurtulamayacaktır. 

Tevbe s. 31. ayeti böyle bir sınıfın insanlar üzerinde kurduğu baskıya dikkat  çekerek , insanların bu gibi şarlatanların elinde oyuncak olmaması gerektiğini hatırlatmaktadır. Ayet "Din Adamı" şeklinde bir sınıfın oluşmasına asla müsaade etmemiş olmasına rağmen , bu sınıf özellikle Müslüman dünyası içinde önemli bir rol oynayarak Müslümanları hem maddi yönden , hem de manevi yönden iliklerine kadar sömürmektedirler.

Müslümanların maddi ve manevi yönden sömürülmesinin önü bu sınıfın ortadan kalkması ile mümkün olacaktır. 

Kendisine din adına gelen bir bilgiyi "Falan dediyse doğrudur" şeklinde bir ön kabule sahip olmadan söylenen sözü, o sözü söyleyen kimseye göre değil , sözün kendisine göre değerlendiren Müslümanlar İslam dünyası içinde çoğalmadıkça, din adamları sınıfının tasallutundan kurtulmak asla mümkün olmayacaktır.

Bu kurtuluş sağlanmadığı müddetçe , Allah ile aldatılmaya dünden razı olan insanlar azalmak yerine gün geçtikçe çoğalarak , dinden kazanç sağlayanlar , bu kapının sağladığı servete göz dikerek gün geçtikçe azalmak yerine daha da çoğalacaklardır. 

Hiç kimsenin kurtuluşu , asla başka bir kimsenin elinde değildir. 

Müslüman olarak yaptığımız en büyük hatalardan bir tanesi , kolaycı bir yolu seçerek kurtuluşumuzun anahtarının başkalarının elinde olduğu zannı içinde olmamızdır. Kerameti müritlerinden menkul bir takım sahtekarların elinde oyuncak olan zavallı halk yığınlarının bu kimselerden kurtulamamalarının sebeplerinden bir tanesi, onların hesap gününde yardımcı olacakları inancıdır.

Bu inancın yanlış olduğu , hesap gününde Allah (c.c) nin dışında kimsenin elçiler dahil olmak üzere böyle bir yetkiye sahip olmadığı düşüncesinin Müslümanlar arasında yaygınlaşması , bu gibi sahtekarların önünü büyük ölçüde kesecektir. Ahirette şefaat beklentisi içinde olan zavallı halk yığınları , bu şefaati dünya hayatında salih amel işleyerek Allah'tan beklemek yerine , hesap gününde kendilerine dahi faydası olmayacak din baronlarından beklemelerinin sonunun hüsran olacağını eğer dünya hayatlarında öğrenmezler ise , ahiret hayatlarında öğrenmeleri onlara hiç bir fayda getirmeyecektir.

Sonuç olarak ; Tevbe s. 31. ayetinin öne çıkan en önemli mesajı , kişi merkezli bir din algısına değil vahiy merkezli bir din algısına sahip olmanın gereğine dairdir. Vahyin kontrolünden yoksun bırakılan insanların eline bırakılan din , ayrı bir sınıf meydana getirerek "Din Adamlığı" adında, insanları aldatmanın yolunun arandığı bir sektöre dönüşecektir. Bu sektörün ortadan kalkması , Müslümanların şu anda içinde bulunduğu fikri ve düşüncelerin vahyin ışığında yeniden gözden geçirilmesi ile mümkün olacaktır. 

Hocalarını şeyhlerini rab edinmeye devam eden bir topluluğun burnunun pislikten kurtulması asla mümkün olmadığı gibi , pisliğe batmaya devam edecektir. Bugün İslam dünyası olarak içinde bulunduğumuz sıkıntıların başta gelen sebeplerinden bir tanesi dinimizi öğrenmek için seçtiğimiz yanlış kişilerdir. Bu yanlışlardan kurtulmak ise, herkesin dinini ana kaynağından öğrenmek için harekete geçmesi ile mümkün olacaktır.

Dinini ana kaynağından öğrenmeye başlayanlar , din adına kendilerine gelen bilgileri kimden gelirse gelsin sorgulamadan kabul etmeyecek , bu suretle kişilerin din adına kurmuş oldukları saltanat sallanmaya başlayacaktır. 

RABBİMİZ BİZLERİ HOCALARI ŞEYHLERİ RAB EDİNMEK YERİNE KENDİSİNİ RAB EDİNENLERDEN KILSIN.