25 Eylül 2017 Pazartesi

Bakara s. 2. Ayetindeki "Zalikel Kitabu" İfadesi Üzerinde Bir Mülahaza

Bakara s. 2. ayetinde geçen Zalikel Kitabu ifadesi, bütün meallerde Türkçeye,  İşte bu kitap şeklinde çevrilmektedir. Çeviride herhangi bir yanlışlık olduğunu iddia etmemekle birlikte, İşte bu kitap ifadesinin, kitabın iniş süreci içinde Medine'de inen ayetlerden olması, Kur'an'ın iki kapak arasına alınmasının yani bildiğimiz anlamda kitaplaşmasının, Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında gerçekleştiğini hesaba kattığımızda, bu ifade bazı kimselerin kafasında soru işaretleri oluşturabilecek, henüz iki kapak arasına alınmamış bir kitap için neden böyle bir ifade kullanıldığının cevabı aranacaktır. 

Yazımızda, bazı kimselerde oluşabilecek bu türden soruların cevabını aramaya çalışacağız.

Bazı kimselerin kafasında oluşabilecek bu türden soruların başta gelen sebebi, Kitap denilince zihnimizde ilk olarak, iki kapak arasına alınmış kağıttan mamul bir materyal şeklinde bir anlamının oluşmuş olmasıdır. Halbuki Arapçada bu kelimenin anlamı sadece bu şekilde değildir. Kelimenin Arap dilindeki anlamını öğrendiğimiz zaman, böyle bir sorunun cevabı da kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

El ketbü: İki deriyi dikmek sureti ile birbirine eklemek.
Ketebtüssiqae: Su tulumunu diktim.
Ketebtül bağlete: Dişi katırın fercinin dudağını (bir halkayla) birleştirdim.

Bu kelime yaygın dilde ise, harfleri yazarak birbirine eklemek anlamında kullanılır. Ayrıca bu kelime ağızdan çıkan lafzın birbirine eklenmesi ile ilgili de kullanılmaktadır. Konumuzu aydınlatacak olan nokta, kelimenin bu anlamıdır. Kitap kelimesinin anlamlarından birisini, ağızdan peş peşe çıkan harflerin oluşturduğu cümleler olarak tarif ettiğimiz zaman, Bakara s. 2. ayetinde geçen ibare açıklığa kavuşacaktır.

Kur'an bilindiği üzere Muhammed (a.s) a yazılı olarak değil, sözlü olarak inen bir vahiydir. Yaklaşık 1500 yıl öncesi Medine'ye gidecek olursak karşımıza şöyle bir manzara çıkacaktır. Bakara s. 2. ayeti olarak bildiğimiz Zalikel Kitabu .............. diye devam eden ayetler, Muhammed (a.s) ın ağzından çıkarak muhataplarına okunmaktadır. Fakat zalike zamirinin işaret etmiş olduğu kitap Muhammed (a.s) ın elinde yoktur. Bizim anladığımız dilde, bir kimse bize İşte bu kitap şeklinde bir hitapta bulunacak olduğunda, elinde işaret ettiği herhangi bir kitap eğer yoksa ona Hangi kitabı işaret ediyorsun? şeklinde bir soruyu haklı olarak sorarız.

Fakat Medine'deki ilk muhatap olan Araplar, Muhammed (a.s) a böyle bir soru sormamışlardır. Çünkü Kitap kelimesini duyduklarında, bu kelime anlam olarak onların zihninde sadece iki kapak arasındaki bir materyal olarak ifadesini bulmamaktadır. Bakara s. 2. ayetinden önce 1. ayeti olan Elif, Lam, Mim harfleri, İşte bu kitap ifadesinin ne anlama geldiğini onlara anlatmakta idi.

Muhammed (a.s) ın ağzından çıkan ve Elif, Lam, Mim gibi Arap alfabesinin oluşturduğu harfler ile kurulan kelimeler, kelimelerin oluşturduğu cümleler, cümlelerin oluşturduğu ayetler, bu ayetlerin oluşturduğu sureler, İşte bu kitap ifadesinin Arap zihnindeki anlamını karşılamakta idi. Yani ilk muhataplar bu ifadeyi duyduklarında Hangi kitap? diye bir soru sormaya gerek duymamışlar, bu kelimenin onların zihnindeki anlamını karşılayan, ağızdan peş peşe çıkan harflerin oluşturduğu cümleler anlamı onlara yeterli gelmiştir.

Netice olarak, Bakara s. 2. ayetindeki Zalikel Kitabu ifadesi, Muhammed (a.s) ın ağzından çıkan harflerin birleşmesi ile meydana gelen vahyi ifade etmektedir. Bu bağlamda Kitap kelimesinin bu anlamı, bizlere genel bir kanı olan Kitap verilen elçi, Kitap verilmeyen elçi ayrımının yanlışlığını da ortaya çıkaracaktır. Çünkü bu hataya düşülmesinin en başta gelen sebebi, kitap kelimesinin sadece iki kapak arasındaki bir materyal olarak anlamlandırılmış olmasıdır.

Kur'an'a baktığımızda Allah (c.c) nin gönderdiği beşer elçilerin klasik tarifteki gibi bir kısmının Nebi, bir kısmının ise Resul olduğunu değil, tamamının NEBİ RESUL olduğunu görürüz. Allah (c.c) gönderdiği bütün elçilerine önce vahyederek onların NEBİ olmasını sağlamıştır. Onların Nebi olması kendilerine kitap verilmiş olması gelmektedir. Çünkü beşer elçiler kendilerine indirilen vahyi kavimlerine iletmekle görevli kişiler olup, bu görevleri onları aynı zamanda RESUL olmalarını beraberinde getirmekte idi. 

Bütün elçiler ağızlarından çıkan ve kavimlerinin dili olan harflerin oluşturduğu cümleler ile kendilerine inen vahyi muhataplarına tebliğ etmişlerdir. Bu anlamda kendisine kitap inmeyen elçi diye bir şey olması asla mümkün değildir. Çünkü kitap kelimesinin anlam alanına, ağızdan çıkan harflerin oluşturduğu cümleleri dahil ettiğimiz zaman, bütün elçilerin Allah'tan vahiy aldıkları, ve aldıkları bu vahyin kitap kelimesinin anlamını karşıladığı dikkate alındığında, genel geçer olarak bilinen bir yanlışın önüne de geçilmiş olacaktır.

Sonuç olarak; Kur'an içinde geçen bazı kelimelerin sahip oldukları anlamlara dikkat etmeden yapılan okumalarda, zihinlerde cevap bekleyen bir takım soruların oluşması kaçınılmazdır. Bakara s. 2. ayetinden geçen Zalikel Kitabu ifadesindeki kitap kelimesi, eğer bizim zihnimizdeki klasik anlamı çerçevesinde anlaşılacak olduğunda, ortaya bir takım soruların çıkması muhtemeldir. Ancak bu kelimenin sahip olduğu başka anlamları da dikkate alarak ifadeyi anlamaya çalıştığımızda, ortada herhangi bir sorun kalmayacaktır. 

Ayrıca kitap kelimesinin bu anlamı, doğru bildiğimiz yanlışlardan olan Nebi ve Resul kavramlarının da doğru bir zemine oturmasını sağlayacaktır.

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

18 Eylül 2017 Pazartesi

Şems s. 15. Ayetinin Farklı Mealleri Üzerine Bir Mülahaza

Kur'an'ı Türkçeye çevrilmiş meallerinden okuyan, ve okumayı farklı mealleri karşılaştırmak sureti ile yapanlar, Şems s. 15. ayetinin birbirinden farklı anlama gelen iki şekilde çevrildiğini görecek, ve hangi çevirinin daha isabetli olabileceğinin cevabını arayacaklardır. Yazımızda bu ayetin iki farklı çevirisinden hangisinin daha uygun olabileceği üzerindeki düşüncemizi paylaşmaya çalışacağız.

وَلَا يَخَافُ عُقْبَاهَا

1. gurup çeviriler.

[091.015] [Diyanet İşleri] Bu işin sonundan O'nun korkusu yoktur.
[091.015] [Elmalılı Hamdi Yazır] Öyle ya o sonundan korkacak değil ki.
[091.015] [Ömer Nasuhi Bilmen] Ve Allah Teâlâ onların bu ihlak-i akibetinden korkacak değildir.

2. gurup çeviriler.

[091.015] [Bayraktar Bayraklı]Çünkü onların hiç biri başlarına gelecek şeyin korkusunu taşımıyorlardı.
[091.015] [Mustafa İslamoğlu] Çünkü o (kavim) kendi akıbetinden zerrece endişe etmezdi.
[091.015] [Muhammed Esed] Çünkü (onlardan hiçbiri başlarına gelecek olan şeyin korkusunu taşımıyordu.

1. guruptaki çevirilerde Şems s. 15. ayetinin, Allah (c.c) nin Semud kavminin helak etmiş olmasından dolayı herhangi bir sorumluluğu veya o kavmi helak ederken korkacağı herhangi bir merci olmadığını beyan eden bir anlama sahip olduğu anlaşılır iken, 2. guruptaki çevirilerde, Semud kavminin başlarına gelecek olan helaktan korkmadıkları şeklinde bir anlama sahip olduğu anlaşılmaktadır. 

Kanaatimizin, 1. guruptaki mealler doğrultusunda yapılan meallerin daha isabetli olduğu yönünde olduğunu baştan söyleyerek, bu kanaatimizi dayandırdığımız delillerimiz de şöyledir;


Ayetin bağlamı Şems s. 11. ayetinden itibaren başlayan Salih (a.s) kıssası ile alakalıdır, ve 15. ayetin anlamını tespit etmekte kıssanın bağlamı bize yol gösterecektir.

كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِطَغْوَاهَا
Semûd, azgınlığıyle yalanlamıştı. 
[091.011] Semud, azgınlığı yüzünden yalanladı

إِذِ انْبَعَثَ أَشْقَاهَا 
[091.012] En azgınları ileri atıldığında.

فَقَالَ لَهُمْ رَسُولُ اللَّهِ نَاقَةَ اللَّهِ وَسُقْيَاهَا
[091.013]  Allah'ın resulü onlara: Allah'ın devesi ve onun su hakkı, demişti.

فَكَذَّبُوهُ فَعَقَرُوهَا فَدَمْدَمَ عَلَيْهِمْ رَبُّهُمْ بِذَنْبِهِمْ فَسَوَّاهَا
[091.014] Onu yalanladılar ve deveyi boğazladılar. Bunun üzerine Rableri, suçlarından dolayı onların üzerine katmerli azap indirdi; yerle bir etti onları.

وَلَا يَخَافُ عُقْبَاهَا
[091.015] (Allah, asla) Bunun sonucundan korkmaz.

Şems s. 13. ve 14. ayet içindeki bazı ibareler, 15. ayete nasıl bir anlam verilebileceği yönünde bizlere yol gösterecektir. 13. ayet içindeki  لَهُمْ ibaresinin çoğul bir ifade, 14. ayet içindeki kelimelerin de çoğul ifadeler olduğunu dikkate aldığımızda, 15. ayete 2. guruptaki mealler yönünde bir anlam verilebilmesi için ayet içindeki وَلَا يَخَافُ  (ve la yehafu) korkmaz ibaresinin tekil olarak değil çoğul, yani وَلَا يَخَافُونَ (ve la yehafune) korkmazlar şeklinde gelmesi gerekirdi ki, Semud kavminin kafirlerinin başlarına gelecek akıbetten korkmadıklarını ifade etmiş olsun, ama kelime tekil olarak ifade edilmektedir.

وَلَا يَخَافُ ibaresinin tekil olarak gelmiş olması, kavmin başına gelecek olan akıbetten korkmaması anlamına değil, Allah'ın bu konuda korkacak ve hesap verecek bir durumda olmadığını ifade etmesi bakımından anlaşılmasının, bağlama daha uygun olduğunu düşünmekteyiz.

Ayrıca Buruc s. 16. ayetinde فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ ve diğer ayetlerde Allah'ın irade ettiğini yapacağını buyurmuş olması, kendisinin sorumlu olacağı herhangi bir merci olmadığını beyan etmesi açısından dikkate alınabilecek ayetlerdendir.

Katılmadığımız 2. gurup çevirileri yanlış olarak nitelememekle birlikte, bağlamı dikkate almayan çeviriler olduğunu söyleyebiliriz.

                                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 


Abdullah Parlıyan:
Çünkü Allah bu işin sonundan korkmazdı ki.

13 Eylül 2017 Çarşamba

Müddessir s. 56. Ayetinin Çevirileri Üzerine Bir Mülahaza

Kur'an ayetlerinin bütünlük gözetilmeden veya sahip olunan itikadi düşünceler doğrultusunda çevrilmesi veya yorumlanması neticesinde ortaya çıkan sorunlar, bazı art niyetli kimselerin elinde bir silah olarak kullanılmakta, Kur'an'ın çelişkili bir kitap olduğu yönündeki iddialara mesnet teşkil etmektedir. Bu tür iddialar ile karşılaşan bazı kimselerin kafaları karışmakta, Kur'an'da herhangi bir çelişki olmadığına inanmakla birlikte, ortaya atılan iddialara nasıl cevap verebilecekleri düşünmektedirler. 

Bu yazımızda, mevcut çevirilerini okuyan dikkatli bir Kur'an okuyucusunun, Bu çeviride bir problem var dedirteceğini düşündüğümüz Müddessir s. 56. ayetini ele almaya çalışacağız.

وَمَا يَذْكُرُونَ اِلَّٓا اَنْ يَشَٓاءَ اللّٰهُۜ هُوَ اَهْلُ التَّقْوٰى وَاَهْلُ الْمَغْفِرَةِ

Ayetin problem teşkil eden yönü, Ve ma yezkürune ille en yeşee Allahü  cümlesinin Allah dilemedikçe onlar öğüt ALAMAZLAR şeklinde yapılan çevirisindedir. Ayetin bu şekilde yapılan çevirilerini okuyan dikkatli ve Kur'an bütünlüğüne vakıf bir okuyucu, bu şekilde yapılan meallerde bir sorun olduğunu rahatlıkla görebilecektir şöyle ki;

Ayet içindeki ALAMAZLAR olarak çevirisi yapılan kelime, kulun iradesinin sanki Allah (c.c) tarafından ipotek altına alındığı, kulun serbest iradesini kullanması sanki Allah (c.c) tarafından engelleniyormuş gibi bir anlam ortaya çıkarmaktadır. Halbuki Allah (c.c) bütün kullarını iradelerini serbest biçimde kullanmaları yönünde serbest bırakmış, onlara gösterdiği 2 yolun hangisini seçerlerse seçsinler onlara bu seçimlerinde herhangi bir müdahalede bulunmayacağını beyan etmektedir.

Konuyu sure bütünlüğüne dikkat ederek okumaya çalıştığımızda 42. ve 48. ayetler arasında cehennem ehlinin ateşi hak etme sebepleri, kendileri konuşturularak anlatılmakta, 49. ayetten itibaren ise Mekke'li müşriklere geri dönülmektedir. 

[074.049] Öyleyken, bunlara ne oluyor ki öğütten yüz çeviriyorlar?
[074.050] Sanki ürkmüş yaban eşekleri,
[074.051] Arslandan korkup kaçan.
[074.052] Hayır; onlardan her biri, kendisine açılmış sahifelerin verilmesini ister.
[074.053] Hayır; daha doğrusu ahiretten korkmazlar.
[074.054] Gerçek (şu ki), o (Kur'an), elbette bir öğüttür.
[074.055] Dileyen ondan öğüt alır.

Surenin 49. ve 55. ayetler arasını okuduğumuzda, Mekke müşriklerinin kendilerine indirilmiş olan Kur'an'a iman etmeme noktasındaki kararlılıkları ve inatçılıkları dikkat çekmektedir. 55. ayette Dileyen ondan öğüt alır buyurulması, muhatapların inanmak veya inanmamak noktasında muhayyer olduklarını göstermektedir. Bu nedenle 56. ayetteki Ve ma yezkürune ille en yeşee Allahü cümlesine verilecek anlamın bu ayetlerle uyum arz etmesi gerekmektedir. 

[074.056] Allah dilemedikçe, onlar öğüt ALMAZLAR; takvanın sahibi (onu kabul etmeye ehli olan) O'dur, mağfiretin sahibi (bağışlamaya ehil olan da) O'dur.

Müddessir s. 56. ayetindeki Ve ma yezkürune ille en yeşee Allahü doğru çevirisi "Allah dilemedikçe onlar öğüt ALAMAZLAR" şeklinde değil, "Allah dilemedikçe öğüt ALMAZLAR" şeklinde olmalıdır.

Böyle bir anlam Mekke müşriklerinin Kur'an karşısındaki inatçı tavırlarına dikkat çekmekte, serbest iradeleri ile imanı seçmemekteki kararlılıklarını göstermektedir. Bu cümle Mekke'li müşriklerin inkarcı tavırlarının kırılmasının ancak onların Allah (c.c) tarafından imana zorlandığı takdirde mümkün olacağını bildirmektedir. 

Cümlenin yanlış olduğunu düşündüğümüz ALAMAZLAR kelimesi, kulun iradesine Allah tarafından ipotek konulmuş olması gibi bir anlamı çağrıştırırken, doğru olduğunu düşündüğümüz ALMAZLAR kelimesi, kulun iradesinin serbest bırakıldığını, iman etmemeyi serbest iradeleri ile seçtiklerini, onların iman etmemekteki inatlarının hür iradelerini kullanarak kırmalarının mümkün olmadığı beyan edilerek, bu inadın ancak onların iradelerine iman etmeleri noktasında konulacak bir ipotekle gerçekleşeceği bildirilmektedir. 

Tetkik etme imkanı bulduğumuz çevirilerin birçoğunda yanlış olduğunu düşündüğümüz ALAMAZLAR şeklinde çevirinin bulunması, Kur'an çevirilerinin dikkatsiz ve ön yargılı, başka çevirileri taklit eder biçimde çevrildiğini göstermektedir. Kur'an çevirisi yapmaya soyunan dikkatli ve Kur'an'a hakim bir çevirmen bu kelimenin çevirisine dikkat edilmesi gerektiğini, yapılacak bir hatanın doğurabileceği sonuçları dikkate alması gerektiğini bilmelidir.

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 
 

12 Eylül 2017 Salı

Müddessir s. 48. Ayeti: Şefaatçilerin Şefaatinin Fayda Sağlamaması Ne Anlama Gelmektedir?

Kur'an'ın bir müşrik inancı olarak ret ettiği, fakat ilerleyen zamanlarda İslam inancının amentüsü haline getirilmiş olan şefaat, sadece Allah'tan beklenmesi gereken bazı şeylerin kullardan da beklenerek bugün bir çok Müslümanın kula kul olmasını beraberinde getirmiştir. Allah'ın yarattıklarından medet ummak anlamına gelen şefaat konusu nuzül dönemi arka planı bilinmeden asla doğru anlaşılamayacak olan bir konudur. Nuzül öncesi Arap müşriklerinin Allah (c.c) dışında kulluk ettikleri putları şefaatçi olarak kabul etmeleri, şefaat konulu ayetlerin anlaşılmasında anahtar rol oynamaktadır.

Şefaat konulu ayetleri alt alta koyup okuduğumuzda bir gurup ayetlerin şefaati kesin olarak ret ettiğini, bir kısım ayetlerin ise şefaati izne ve istisnaya bağladığını görebiliriz. Şefaati kesin olarak ret eden ayet gurubu üzerinde herhangi bir tahrifat yapılamamasına karşın, izin ve istisna gurubundaki ayetler üzerinde anlam ve yorum tahrifleri ile şefaat ayetleri çarptırılmıştır. Bu yazımızda Müddessir s. 48. ayetini ele alarak bu konuda yanlış anlamaya kapı açabilecek olan ayet üzerinde durmaya çalışacağız.

[074.048] Artık onlara, şefaatçilerin şefaati fayda vermez.

Müddessir s. 48. ayeti, hesap gününde müşrik Arapların şefaatçi olarak gördükleri putlarının onlara faydası olmayacağını haber vermektedir. Bu ayet hesap gününde Allah dışında herhangi bir şefaatçi olduğunu, o şefaatçilerin kafir olarak ölenlere herhangi bir faydası olmayacağı şeklinde bir bilgi vermemektedir.

Bu ayeti yerleşik şefaat algısına göre yorumlanacak olursa ki tefsirlerde bu şekilde yorumlanmaktadır, şefaatin kafirlere fayda etmeyeceği, bu ayetin şefaatin kafirler dışındakiler yani Müslümanlar için fayda edeceğine delil teşkil ettiği ileri sürülmektedir. 

Halbuki yazımızın başında ifade ettiğimiz gibi, şefaat konusunu nuzül dönemi müşrik Araplarının şefaat algılarına göre okuduğumuz zaman ayetin böyle bir delil teşkil etmeyeceği görülecektir. 

[039.043] Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: «Onlar bir şeye sahip olmadıkları, akıl da edemedikleri halde mi şefaat edecekler?»
[039.044] De ki: «Şefaatin tümü Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra da O'na döndürüleceksiniz.»

Zümer s. 43. ve 44. ayetleri müşrik Arapların şefaat algılarının arka planını bildiren ayetlerden birisidir. Bu ayet Allah'tan başka şefaatçilerin olduğuna inanan bir topluma, şefaatin tümünün Allah'a ait olduğunu, yani onun dışında bir şefaatçi olmadığını hatırlatmaktadır.

[010.018]  Allahı bırakıyorlar da kendilerine ne zarar, ne menfaat veremiyecek şeylere tapıyorlar, ve «ha, onlar bizim Allah yanında şefaatçilerimizdir» diyorlar, de ki: siz Allaha Göklerde ve Yerde bilmediği bir şey mi haber vereceksiniz? Hâşâ o onların isnad ettikleri ortaklıklardan münezzeh sübhan, yüksek çok yüksektir

Yunus s. 18. ayeti, müşrik Arapların şefaat algısını net biçimde ortaya koyan bir ayettir. Bu ayet Arap müşriklerinin Allah ile beraber kulluk ettikleri putları şefaatçi olarak gördüklerini, ve böyle bir inancın onlara Allah tarafından indirilen bir inanç olmadığı açık ve net bir şekilde beyan edilmektedir.

[036.023]  «Hiç ben O'ndan başka ilâhlar edinir miyim? Eğer O Rahman, bana bir zarar dileyecek olsa, onların şefaati benden yana hiçbir şeye yaramaz ve onlar beni kurtaramazlar.»

Yasin s 23. ayeti, konumuz olan Müddessir s. 48. ayetini anlamakta yardımcı olacak ayetlerden bir tanesidir. Bu ayet müşrik Arapların yerleşik şefaat algısını dile getirmektedir. Ayette konuşan kişi kavmine bu ayette zımnen, Sizin şefaatçi olarak gördüğünüz putlarınız şayet Allah size bir zarar verecek olduğunda, o putların bu zararı önlemeye asla güçleri yetmez demektedir.

[007.053]  Onlar, onun te'vilinden başkasını mı bekliyorlar? Onun te'vilinin geldiği gün; daha önce onu unutmuş olanlar derler ki: Gerçekten Rabbımızın elçileri, bize hakkı getirmiştir. Şimdi bize şefaat edecek var mı ki; şefaat etsin. Yahut geriye çevrilir miyiz ki, yapmış olduğumuzdan başkasını yapalım? Onlar gerçekten kendilerini hüsrana uğratmışlardır. Ve uydurageldikleri şeyler, kendilerinden uzaklaşıp kaybolmuştur.

[026.096-102] Orada birbirleri ile çekişirken şöyle derler « Tallahi de biz besbelli bir sapıklık içinde imişiz!» «Çünkü biz sizi Rabbülâlemin ile bir tutuyorduk. Ama bizi saptıranlar da, o mücrimler oldu. «Şimdi artık ne şefaatçimiz var bizim, ne candan bir dostumuz!» «Ah! Ne olurdu, imkân olsa da dünyaya bir dönsek ve müminlerden olsaydık!»

[030.012-13] O saat çattığı gün mücrimler her ümidi keserler. Koştukları ortakları artık şefaatçileri değildir; ortaklarını inkar ederler.

[006.094] Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi (bugün de) 'teker teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda) ' bize geldiniz ve size lutfettiklerimizi arkanızda bıraktınız. İçinizden, gerçekten ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun, aranızdaki (bağlar) parçalanıp-koparılmıştır ve haklarında zanlar besledikleriniz sizlerden uzaklaşmıştır.

Yukarıda verdiğimiz ayet mealleri dikkatli okunduğunda, müşrik Arapların yerleşik şefaat algılarının ret edildiği açık ve net olarak görülmektedir. Ayetlerin tamamı, şefaatçi olarak görülen putların ihtiyaç anında yanlarında olmayacağı, onlara hiç bir şekilde yardım edemeyeceği haber verilmekte, ihtiyaç anında yanımızda kim olacak ise şefaatçinin de o olacağı haber verilerek, Allah dışındaki şefaatçi sanılanların acziyetleri ortaya dökülmektedir.

[006.051]  Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur'an'la uyar. Öyleki, kendileri için O'nun huzurunda ne bir dost ne de bir şefaatçı vardır. Gerekir ki Allah'tan korkarlar.

[006.070] Dinlerini bir oyun ve eğlence (konusu) edinenleri ve dünya hayatı kendilerini mağrur kılanları bırak. Onunla (Kur'an'la) hatırlat ki, bir nefis,kendi kazandıklarıyla helake düşmesin; (böylesinin) Allah'tan başka ne bir velisi, ne de bir şefaatçisi vardır; her türlü fidyeyi verse de kabul olunmaz. İşte onlar, kazandıkları nedeniyle helake uğrayanlardır; küfre saptıklarından dolayı onlar için çılgınca kaynar sular ve acıklı bir azab vardır.

[032.004] Allah, o ki Gökleri ve Yeri altı günde yaratmış, sonra Arş üzerine istivâ buyurmuştur, sizin için ondan başka ne bir veliy vardır, ne bir şefi', artık düşünmez misiniz?

[040.018] Onları, yüreklerin ağıza geleceği, tasadan yutkunacakları, yaklaşan kıyamet günü ile uyar. Zalimlerin ne dostu ne de sözü dinlenecek şefaatçisi olur.

[002.048]  Kimsenin kimseden faydalanamayacağı, kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden korunun.

[002.123]  Kimsenin kimse namına bir şey ödemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı, kimseye şefaatin yarar sağlamayacağı ve onların yardım görmeyeceği günden korunun.

[002.254] Ey inananlar! Alışverişin, dostluğun, şefaatin olmayacağı günün gelmesinden önce sizi rızıklandırdığımızdan hayra sarfedin. İnkar edenler ancak yazık edenlerdir.

Yukarıdaki ayet meallerini müşrik Arapların yerleşik şefaat algılarını dikkate alarak okuduğumuz zaman, onların Allah'ın bu konuda herhangi bir bilgi indirmemiş olmalarına rağmen, kendi yanlarından ihdas ettikleri yanlış inançlarının, hesap gününde onlara fayda etmeyeceği haber verilmektedir. 

Şimdi sorarız, şefaat konulu ayetlerin şefaate izin ve istisna getiren ayetlerin, Allah'ın dilediği kimseye şefaat yetkisi verebileceği şeklinde anlaşılabilmesi mümkün müdür?.

Bu soruya evet anlaşılması mümkündür şeklinde verilebilecek bir cevap, Kur'an'a çelişki yüklemek anlamına gelecektir şöyle ki;

Allah (c.c) bazı ayetlerinde şefaatin tümünün kendisine ait olduğunu, hesap gününde kimsenin kimseden bu konuda herhangi bir fayda göremeyeceğini haber vermesine rağmen, şefaate izin ve istisna getiren bazı ayetlerin kendisinden başka kimselere böyle bir yetki verilebileceğini iddia etmek, Kur'an'a çelişki izafe etmek anlamına gelecektir. 

Çünkü Kur'an içinde şefaat konulu ayetler parçacı mantıkla değil, bütüncül mantıkla okunması gerekmektedir ki , öncelikle şefaat konusunun çıkış kaynağının müşrik Arap inancı olduğu anlaşılmalı, ondan sonra şefaat konulu bütün ayetlerin, yanlış olan bu müşrik Arap inancını ret ettiği anlaşılabilsin. Şefaat konusunda düşülen en büyük hata, bu inancın arka planının göz ardı edilmesi ve sadece belirli ayetlerin okunması, o ayetlerin de metin ve yorum tahrifi yapılarak okunarak Müslüman inancı haline sokulmaya çalışılmasıdır. 

Sonuç olarak; Kendisinin yanında hiç bir şeyi ve hiç bir kimseyi ortak olarak tanımayan, kullarından da böyle bir yaşam sürmelerini isteyen Allah (c.c), Kur'an'ın inmeye başladığı Arap toplumundaki Allah'a ortak koştukları putlarına yükledikleri aracılık yani şefaat inancını kesinlikte ret ederek, kimseye ve hiç bir nesneye böyle bir yetki vermediğini beyan etmektedir. 

Bu yönde anlaşılması gereken şefaat ayetleri zaman içinde İslam inancı haline dönüşmüş, Allah'ın En büyük zulüm olarak nitelediği Şirk şefaat inancı ile İslam düşüncesinin içine sokulmuştur. Bugün nuzül öncesi Arap toplumunda yerleşik olan şefaat inancı ile İslam inancı içine sokulan şefaat inancı arasında tek fark, müşrik Arapların taştan tahtadan putlara verdiği yetkinin, bizim cenahta etten kemikten yapılmış olan insanlara verilmiş olmasıdır. 


Allah (c.c) nin sakınmamızı emrettiği şirk, içimize şefaat inancı ile girmiş, bir çok Müslüman bu inancı ret etmenin şirk olduğuna inanarak kabullenerek geçmişteki müşrik Arapların yolunu izlemeyi dinimizin bir gereği olarak görmektedir. Bu yolla bir çok Müslüman maddi ve manevi olarak sömürülmekte, kendilerine hesap gününde şefaat edeceklerine inandıkları kerameti müritlerinden menkul din baronlarının elinde oyuncak haline gelerek onların kapılarında kul olmaktadırlar.

Hesap gününde Allah dışında edindikleri şefaatçilerin kendilerine fayda vermediğini görenler, hayatta iken bu ayetlerin sadece Arap müşriklerini ilgilendirdiğini düşünerek, kendilerine dair mesajları olmadığına inandıklarından dolayı pişman olacaklardır.

Şefaat konusu Kur'an merkezli anlaşılmadan bu sömürü kapısının kapanması da mümkün olmayacaktır.


                                     EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

9 Eylül 2017 Cumartesi

Cin s. 18- 20. Ayetleri: Yalnız Allah'a Dua Edenlerin Üzerine Üşüşen Müslümanlar

Tarih boyunca gönderdiği elçi ve kitaplar ile, yarattığı kullarının sadece kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmelerini isteyen Allah (c.c), bunun tersi bir yaşamı ŞİRK olarak nitelemekte, hayatlarını şirk temeli üzerine kuran kişi ve toplumların, dünya ve ahirette uğrayacakları akıbeti haber vererek, bundan sakınılmasını emretmektedir. Son elçi ile gönderilen son kitap olan Kur'an içinde pek çok ayet, şirk kavramının kişi ve toplum hayatında nasıl gerçekleştiğini bizlere haber vermekte, önceki nesillerin şirk temelli bir hayat sürmelerinin onlara neye mal olduğunu, yaşanmış kıssalar yolu ile bizlere anlatarak bu olaylardan ibret almamızı istemektedir.

Allah (c.c) nin yetki alanına giren konularda, ondan başkalarına yetki tanımak anlamına giren ŞİRK'in, Cin s. 18-19-20.  ayetlerinde insan hayatında nasıl pratiğe yansıdığı gösterilerek, bundan sakınılması emredilmiştir. Ne yazıktır ki şirk Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında değişmeye başlayan ithal din algıları ile biz Müslümanların hayatına özellikle tasavvuf ile yeniden girmiş, bu ekolün şirk içeren dini öğretileri bir çok Müslüman tarafından içselleştirilmiş, şirk içeren bu öğretiler öyle içselleştirilmiştir ki, Allah'ı birlemenin esaslarından biri olan yalnız Allah'a dua edilmesinin gerektiğini düşünmek ve dile getirmek, bu düşünceyi savunan bazı kimseler tarafından sert tepkilere dahi neden olmaktadır.

Yazımızda Cin s, 18-19-20. ayetlerini ele alarak, bu ayetlerdeki durumun biz Müslümanların hayatındaki yansımalarına dikkat çekmeye çalışacağız.

[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine duâ etmeyin.
[072.019]  Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar.
[072.020]  De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam.
                                                                                                                           (Elmalılı Hamdi Yazır meali) 

Bu ayetler ilk indiği zaman, ayet içindeki şirk içeren davranışlar, Mekke müşrikleri tarafından işlenmekte, Allah (c.c) ise elçisi vasıtası ile onları bu davranışlarından vazgeçmeye çağırmakta idi. Ancak ayetin tarihsel bağlamındaki yapılan yanlışların o zamanda yaşamış olan Mekke'li müşrikler tarafından yapılmasına karşın aynı yanlışların, kendilerini Müslüman olarak niteleyen bazı kimseler tarafından günümüzde de işlenmekte olması, bu ayetlerin yeniden hatırlanması ve bize dair nasıl bir mesaj vermiş olabileceğinin yeniden düşünülmesi gereğini doğurmuştur.

[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine duâ etmeyin.

18. ayette geçen El Mesacide (Mescitler) kelimesi, Se-ce-de kelimesinden türemiş bir kelime olup, öne eğilme, aşağıya bükülme, kendini alçaltma, kibrini ve gururunu kırma anlamındadır. Terim olarak kişinin İlah ve Rab olarak tanıdığına karşı yaptığı saygı gösterisi anlamına gelen kelime, Cin s. 18. ayette ismi mekan sigasında kullanılmaktadır.

Mescit kelimesini ilk işittiğimiz zaman zihnimizde namaz kılmak için imar edilmiş binalar canlanmaktadır. Kelime bu anlamı karşılamakla birlikte, daha geniş bir anlam alanına sahiptir. Bildiğimiz anlamda mescit kelimesi belirli zamanlarda kılınan namazlar için kullanılmasına karşın, namaz harici zamanlarda da kulun yaşamının her anında Allah'a secde halinde olması gerektiği hatırdan çıkarılmamalıdır.

Öncelikle mescitlerde Allah'tan başkasına dua etmenin dar anlamı diyebileceğimiz, dualarımızda Allah dışındaki kişileri onunla birlikte anmanın bizim hayatımızdaki yansımalarını, sonra da secde etmenin hayat içinde nasıl bir anlama sahip olması gerektiğini görmeye çalışalım.

İslam coğrafyasında hangi mescide giderseniz gidin, o mescitlerde gözümüze ilk çarpacak olan şey, Arap harfleri yazılmış olan 4 halifenin, cennetle müjdelenen !! sahabelerin isimleri, yan yana yazılmış Allah ve Muhammed yazılarıdır. Bu iki ismin yan yana yazılmış olması belki bir çok Müslüman için gayet normal olarak karşılanabilir, fakat İslam düşüncesindeki aşırı yüceltmeci peygamber algısını dikkate aldığımızda, yan yana yazılan bu iki ismin, Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) eşdeğer tutulması gibi bir düşüncenin ürünü olduğu görülecektir. Yanlışlıkla bir kimse böyle bir uygulamanın yanlış olduğunu iddia etse, cemaatin sert tepkisi ile karşılaşarak, o kimsenin mescitten sağlam bir vaziyette çıkması çok zordur.

İslam kültüründe hakim olan aşırı yüceltmeci peygamber anlayışı Müslümanların büyük çoğunluğunda öyle kemikleşmiş bir hale gelmiştir ki, Allah (c.c) den önce onun ismi anılmakta, elçinin ismi onu gönderenden daha fazla gündemde kalmaktadır. Bu durum peygamber sevgisi olarak görülmekte, onun konumunu Kur'an'ın belirlemesini istemek ise, peygamber düşmanlığı olarak görülmektedir.

Ayrıca tasavvuf kültüründe hakim olan kişi merkezli din algısında, yüce ve ulu olarak bilinen bazı kişilerin, Allah'ın yapacağı işleri üstlenme gücüne sahip olduğu iddia edilmekte, darda kalan bazı kimselerin Yetişşşşş yaaaaa .......... diye seslendiklerinde, onlara yardım etmeye güçlerinin yeteceği iddia edilmektedir. Tasavvuf kültüründe hakim olan bu inanç Allah ile birlikte başka birine dua etmek yani çağırmak anlamına gelmekte, bu inancın İslam literatüründeki karşılığı ise ŞİRKtir. Fakat bu inanç tasavvuf kültüründe öyle bir yerleşmiştir ki, böyle bir inanca sahip olmayanlar büyük bir gaflet içinde görülerek sapık ilan edilmektedir.

[072.019]  Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar.

Dün Mekke müşriklerinin bu inancını ret eden eylem ve söylem içinde bulunan Muhammed (a.s) ın karşılaştığı muamelenin bir benzeri, bugün Allah ile birlikte başkalarına dua edenler tarafından yerine getirilmekte, yalnız Allah'a dua edilmesi, onun yanına ortak olarak elçisi de olsa başka isimlere yer verilmemesi gerektiğini düşünen ve söyleyen kimselere uygulanmaktadır. Allah ile birlikte başka isimleri anmayı dinlerinin amentüsü haline getiren bu insanlar,  Allah yalnız olarak anıldığı zaman tüyleri diken olmakta, kendilerine itiraz eden kimseleri ise peygambere düşman olmakla suçlamaktadırlar.

[072.020]  De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam.

Secde kelimesinin en geniş anlamda, Allah'ın yarattığı bütün varlıkların onun kendileri için koyduğu ölçüler dahilinde yaşamlarını sürdürmesi anlamına geldiğini düşündüğümüzde, Mescit kelimesinin anlamı da sadece namaz kılmak için yapılmış binaları da içine alan bir anlamı da içine alan daha geniş bir anlama sahip olacaktır.

Mescitlerin Allah için olması demek, secdenin sadece ona olması demektir. Kulun secde halinin sadece belirli vakitlerde kıldığı namaz ile sınırlı değil, yaşamının her anını kapsaması gerekmektedir. Kul, yaşamının her anında Allah merkezli bir yaşam sürecek, yaptıklarını ve yapacaklarını Allah'ın nasıl değerlendireceği düşüncesi üzerine kurulu bir hayat sürmesi gerektiğini bilecektir. Bu anlamda sadece üzeri çatılı binalar mescit olarak değil, üzeri yıldızlarla kaplı olan yeryüzünün her tarafı mescit hükmünde olacaktır.

Allah (c.c) yarattığı kullarını başıboş bırakmamış, onların yaşamlarını nasıl ve ne şekilde sürdürmeleri gerektiğine dair bilgileri elçileri ve kitapları ile bildirmiştir. Elçi ve kitaplar ile bildirilen kuralları yaşamlarında pratize edenler, secde etmenin sadece Allah'a ait olmasının anlamını yerine getirmiş olacaklardır. Bugün Müslümanların hayatında secde etmenin anlamı sadece namaza indirgenmiş, namaz harici zamanlarda da sadece Allah'a secde edilmesi gerektiği unutulmuş, secde edilecek başka merciler ihdas edilmiştir. 

Kıldığı namaz içinde okunan faizin, içkinin, zinanın haram olduğuna, Kur'an'ın insan yaşamını yönlendirmesi gerektiğine dair ayetleri dinleyen, fakat namazdan sonra içkiyi, faizi, zinayı helal görebilen bir yaşam süren, veya bu haramları helal sayan sistemleri benimseyebilen bir Müslüman, secdenin Allah'a ait olmasını hayatında tam olarak ikame etmiş olmayacaktır.

Bir çok ayetinde kullarına dini sadece Allah'a has kılmalarını emreden Allah (c.c), bu emrin yaşam içinde nasıl gerçekleşeceğini öğreten elçiler göndermiştir. Din dediğimiz şey sadece mistik bir yaşam ve belirli zamanlarda icra edilen ritüellerle sınırlı değildir. Din, bir yaşam biçimi olup, yaşam biçimi önerme hakkına sahip olan tek merci o insanları yaratandır.


Elçileri ve onlar vasıtası ile gönderdiği kitaplarda bizim için benimsediği dinin adının İslam olduğunu bildiren Allah (c.c) başka dinlere tabi olmayı şirk olarak beyan ederek, bu fiili işleyen kişi toplumları ebedi cehennem ile tehdit etmektedir. Son elçi Muhammed (a.s) muhataplarına şirke düşmeden nasıl bir yaşam sürüleceğini öğretmesine rağmen, ona iman ettiğini iddia eden bir kısım Müslüman şirki bir yaşam biçimi haline dönüştürmüş, dönüştürmekle kalmamış bu inancı dinin bir gereği haline getirmiştir.

Bugün halkı Müslüman olan ülkelerin yönetim sistemlerine baktığımızda, sistemlerin temelinde Allah'ı değil, onun dışındakileri merkeze alan bir yönetim şekli olduğunu görebiliriz. Mescitlerde secdelerini Allah'a yapan Müslümanlar, mescit dışındaki sosyal, ekonomik ve siyasal hayatlarında maalesef Allah dışındakilere secde etmektedir. 

Şirk kavramının sadece taştan tahtadan putlara tapmakla sınırlı olduğunu zannederek, yaşamları içindeki şirk göremeyen birçok Müslüman, ne acıdır ki şirk bataklığı içinde debelenmekte, içinde bulundukları bu şirkin farkında bile değillerdir. Kur'an içindeki bu konudaki ayetlerin muhataplarının geçmişte kalmış Mekke müşrikleri olduğunu zannederek okumaları, bir çok Müslümanın bu konuda yanılgı içine  düşmesine sebep olmaktadır. 

Sonuç olarak; Şirki hayattan çıkarmak için gönderilen elçilerin sonuncusu olan Muhammed (a.s) ın ümmeti olmakla övünen bir çok Müslüman maalesef, şirki hayat sistemi haline getirmiş, ve hallerinden memnun bir vaziyette yaşamaktadır. Allah'ın yetki alanını onun dışındakilere hasretmek anlamına gelen şirk, Müslümanların hayatlarına yeniden girmiş, başta Muhammed (a.s) olmak üzere, dini alanda yüce ve ulu olarak bilinen bazı kimseler Allah (c.c) ile yetki paylaştırılır bir hale getirilmiş, yönetim alanında ise, Allah'ın haram kıldıklarını helal sayan yönetim şekilleri Müslüman toplumların tercihleri olmuştur. 

Dün Mekke'de Allah'ı birleyen bir inancı ret edenlerin elçiye uyguladıkları zulmün bir benzeri, bugün kendilerini Müslüman olarak gören fakat sahip oldukları düşünce İslam olmayan bazı kimseler tarafından Allah ile birlikte yanına herhangi bir isim, düşünce, ideoloji konulmaması gerektiğini savunanlara uygulanmaktadır.

Amacımız kimseyi müşrik olarak yaftalamak değil, içinde bulunduğu şirk batağının farkında olmayan bir yaşam sürenlerin zihinlerinde bir farkındalık oluşturmaya çalışmaktır. 

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

29 Ağustos 2017 Salı

Venhar Kelimesinin Anlamını Tarihi Arka Plandan Okumak

Kur'an'ın doğru anlaşılmasında tarihi arka plan dediğimiz, Kur'an'ın nuzulü öncesi dönemin sosyal, kültürel ve ekonomik şartlarının bilinmesinin önemi yadsınamaz. Kur'an ile ilgili yapılan meal ve tefsir çalışmalarında bu noktanın göz ardı edilmesi, bir takım eksik ve yanlış anlamalara götürebileceği için, bu bilgi mutlaka dikkate alınmalıdır. 

Yazımızda Kevser suresi içinde geçen Venhar kelimesinin bazı farklı anlamlara sahip olduğundan yola çıkarak, hangi anlamın daha isabetli olabileceği üzerindeki düşüncelerimizi, nuzül dönemi arka planı dikkate alarak paylaşmaya çalışacağız.

İlgili surenin meali şu şekildedir;

1. Muhakkak biz sana Kevser’i verdik.
2. Öyleyse Rabb’in için salat et ve nahr et.
3. Muhakkak ki sonu kesik olan, sana buğzedendir.

Surenin 2. ayetindeki fesalli ve venhar kelimelerinin, meallerde genellikle namaz kıl ve kurban kes olarak çevrilmesine karşın, salat kelimesinin namazı da içine alan daha geniş bir anlama sahip olduğuna dikkati çekmek istiyoruz. Venhar kelimesinin anlamını ise tarihi arka planı dikkate alarak bulmaya çalışacağız. 

Venhar kelimesinin, meallerde ağırlıklı olarak Kurban kes olarak çevrilmesine karşın, ellerini göğüs hizasına kaldır veya zorluklara göğüs ger şeklinde de çevrildiğini görmekteyiz. 

Ennahru; Gerdanlık geçirilen yer anlamına gelmektedir. Kelimenin, devenin göğsünün yukarısında nefes borusunun göründüğü yere bıçak sokmak anlamına gelen Nahru-l Bağiru şeklindeki kullanımı buradan gelmektedir. Kelimenin bugün bizim dilimizde de kullandığımız İntihar Etmek deyiminin can almak ile ilgili olması, ve kelimenin yaygın anlamının deve kesimi ile ilgili kullanılması, kelimeye anlam oturtmakta yardımcı olacaktır.

Öncelikle şu noktayı hatırlatmak isteriz ki, bu ayetten kurban kesmenin Farz, Vacip, Sünnet olduğu gibi fıkhi hükümlerin çıkarılmaya çalışılmasının makul bir yaklaşım olmadığını düşünmekteyiz. Böyle bir yaklaşım, kurban ibadetinin sanki ilk defa emredilmiş gibi bir düşünceye kapı açmaktadır. Kurban ibadeti Kur'an ile ilk defa insanlık sahasına çıkmış bir ibadet değil, binlerce yıllık insanlık tarihinin kadim bir kültürüdür. Bu ayet üzerinden fıkhi hükümler üretmeye kalkmak, ayetin vermek istediği mesaj ile örtüştüğünü söylemek maalesef zordur.

Yaklaşmak anlamına gelen kurban, insanlığın kadim ibadetlerinden bir tanesi olması hasebiyle, Arap toplumunda da öteden beri icra edilmekte idi. Kur'an'ın Mekke'de inen ayetlerine, özellikle Enam suresi 136-145. ayetleri arasına baktığımızda, Arap toplumunda icra edilen kurban ibadetinin nuzül öncesi arka planını okuyabilmek mümkündür. 

Hac s. 34. ayeti, ehli hayvan kesimi üzerinden yapılan ibadetin tarihi köklerini anlayabilmek açısından önemli bilgiler içermektedir. 

[022.034] Biz; her ümmet için mensek kıldık ki Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanların üzerine O'nun adını ansınlar. Sizin ilahınız, bir tek ilahtır. O'na teslim olun. Sen ihsan sahibi olanları müjdele.

Allah (c.c) kullarına ehli hayvanlar üzerinden verdiği rızkı, ona yakınlaşma ve tek ilah olduğunu tasdik etmeleri için bir vesile saymalarını istemesi, kurban ibadetini ana temasını oluşturmaktadır. Kesilen hayvanlar üzerinde onun adını anmak sureti ile Tevhid akidesine uyduklarını göstermek demek olan bu ibadet, zaman içinde yön değiştirerek, Allah dışındaki ilahların adının anılarak ifa edilen bir şirk ibadetine dönüşmüştür.

Nuzül öncesi Arap toplumunun Allah'ın bu emrini yerine getirmeleri, yön değiştirerek şirk ibadetine dönüşmüş, kendilerine rızık olarak verdiği ehli hayvanları Allah ile ortak tuttukları putlarının adını anarak kesmeleri onların yaşam şekli haline dönüşmüştü. Bu durumu Kur'an içindeki ayetlerden anlamak mümkündür. 

Venhar kelimesine verilen ellerini göğüs hizasına kaldır veya zorluklara göğüs ger şeklindeki anlamlar, her ne kadar kelimenin anlamı ile herhangi bir tezat arz etmemiş olsa da, nuzül öncesi Arap toplumunun uyguladığı kurban ibadetinin arka planını dikkate aldığımızda bu anlamlar pek uygun düşmemektedir.

Nuzül dönemi öncesi salat kavramının Araplar nezdindeki durumu Maun ve Enfal s. 35 gibi ayetlerden anlaşılabileceği üzere asli mecraından sapmış bir şekilde idi. Kur'an'ın bu kavramı asıl mecraına yönlendirmek için indiğini dikkate aldığımızda, Venhar emrinin de ibadet kastı ile kesilen ehli hayvanların kesilmesi ile ilgili olması daha makul görünmektedir.

Sonuç olarak; Kevser suresi 2. ayetindeki Venhar emrinin, nuzül öncesi tarihi arka plan dikkate alındığında, şirk bulaştırılmak sureti ile Allah dışındaki ortaklarının adının anılarak kesildiği bir ibadet haline getirilen kurban ibadetinin asli mecraına döndürülmesine dair bir emir olarak anlaşılmasının daha uygun olduğunu düşünmekteyiz. Kelimeye verilen diğer anlamlar, her ne kadar  kelimenin anlamına uygun olmuş olsa da, tarihi arka planı dikkate aldığımızda, kelimenin yaygın anlamı olan Deveyi boğazlamak şeklindeki anlamın dikkate alınarak ilgili ayete anlam verilmeye çalışılması daha uygun olacağı görülmektedir.
 
                                          EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

21 Ağustos 2017 Pazartesi

Muhammed s. 7. Ayeti: Allah'ın Kullarına Yardımının Şartı

Allah (c.c) bir çok ayetinde kendisine dua ederek yardım isteyen kullarına yardım edeceğini vaat etmiş, vaadinden asla dönmeyeceğini haber veren Rabbimiz, ancak bu yardım vaadini şarta bağlamıştır. Muhammed s. 7. ayetine baktığımızda, Allah'ın kullarına yardım etmesinin şartını bildirdiğini görebiliriz. 

[047.007] Ey inananlar! Siz Allah'a yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı sabit kılar.

Muhammed s. 7. ayeti, Allah'ın yardım etmesini ve kullarının ayaklarının sabit kalmasını, onların Allah'a yardım etmesi şartına bağlamaktadır. Peki Allah'a biz nasıl yardım edebiliriz?.

Bu ifade öncelikle, Allah'tan istenilen herhangi bir isteğin onun tarafından yerine getirilmesinin, önce bizler tarafından yerine getirilmesi gereken belirli bir karşılığın sonucu olduğunu bize hatırlatmaktadır. Allah (c.c) nin herhangi bir şeye ihtiyacı olmadığına göre, kendisinden yardım görmeyi önce kendisine yardım edilmesine bağlaması, kendisinin kulları tarafından haşa bir emir eri gibi görülmesini istemediğini, bizlerin bilmesi gereğini öne çıkarmaktadır. 


Dua deyince aklımıza ilk olarak, kulun isteğini Allah'a duyurması için yaptığı sesli bir istek eylemi gelmektedir. Ancak biz Müslümanların bir çoğu tarafından, dua etmenin sadece sesli istek beyanı olduğu zannedilerek, bu isteğimizin gerçekleşmesi için çalışmak ve gayret etmek gerektiği maalesef unutulmaktadır. Duanın Kavli şeklinde olanı biz Müslümanlar tarafından en çok uygulanan kısmı olmasına rağmen, asıl önemli olan duanın Fiili olanını terk etmek sureti ile dualarımızın kabulü beklentisi içine girmek, bizlerin yaptığı en büyük hatalardan birisidir.

Kur'an bir çok yerinde, Allah'ın kullarına vaat ettiği yardımın nasıl gerçekleştiğini, yaşanmış örneklerle sunmasına rağmen, bu örnekler bizler tarafından sanki masal anlatılıyormuş gibi anlaşıldığı için, bu anlatımlardan bize dönük gerekli mesajlar maalesef alınamamaktadır. Dua etmeyi Fiili ve Kavli olarak ikiye ayırdıktan sonra, hangi duanın öncelikli olması gerektiğini bizlere yine Kur'an öğretmektedir.

Düşman karşısında Allah'tan yardım isteyenlerin Rabbimiz Ayaklarımızı sabit kıl şeklinde dua ettiklerini, bu yardımın gerçekleşmesi için gerekli olan şartın ise Allah'a yardım etmek olduğu Muhammed s. 7. tarafından beyan edildiğini görmüştük. Allah'a nasıl yardım edilebileceğini ise yine Kur'an içinden okumak mümkündür.

[002.250] Calut ve ordusuna karşı savaş meydanına çıktıkları zaman da şöyle dediler: «Ey Rabbimiz! Üzerlerimize sabır dök, ayaklarımızı sabit tut ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!»

Bakara s. 250. ayetinde Talut'un komutasında Calut ve ordusuna karşı çıkan İsrailoğullarının Allah'a yaptıkları yardım çağrısını görmekteyiz. İsrailoğulları tarafından yapılan bu çağrının ne zaman yapıldığı, Allah'ın yardımını hak etmenin geçmiş topluluklarda nasıl gerçekleştiğini görmek açısından önemlidir. 

Bakara s. 246. ayetinden itibaren anlatılma başlayan Talut kıssasında, İsrailoğullarının yurtlarından çıkarıldığı yani büyük bir sıkıntı içinde oldukları dikkat çekmektedir. Bu sıkıntıdan kurtulmanın yolu ise kendilerini yurtlarından çıkaran düşmanları ile savaşarak, çıkarıldıkları yurtlarına tekrar geri dönmektir. Savaşmak, bu noktada FİİLİ DUA yerine geçmekte, ve KAVLİ DUAdan önce gelmiş olması ayrıca dikkat çekicidir. İsrailoğulları, önce savaşmak için gerekli olan alt yapıyı oluşturmak, yani ordu hazırlamak sureti ile fiili duayı yerine getirmiş, ondan sonra kavli duayı yaparak Allah'ın yardımını istemişler ve yardımı hak etmişlerdir.

[003.146] Nice peygamberlerin yanında Rabbe kul olmuş pek çok kimse savaşmıştır. Allah yolunda başlarına gelenlerden ötürü gevşememişler, yılmamışlar ve boyun eğmemişlerdi. Allah, sabredenleri sever.
[003.147] Onların sözleri ancak: «Rabbimiz! Bizim günahlarımızı ve işlerimizdeki taşkınlıklarımızı bağışla ve (yolunda) ayaklarımızı sabit kıl, Kâfirler güruhuna karşı da bize yardım et!» demekten ibaretti.

Al-i İmran s. 146. ve 147. ayetlerinde de aynı durumu görmekteyiz. Savaşmak sureti ile fiili dua yapanlar, bunun yanında kavli duayı eksik bırakmamışlar, ikisini bir arada yerine getirmek sureti ile, Muhammed s. 7. ayetindeki Allah'a yardım edilmesinin gereğini yerine getirmişler, bu suretle Allah'ın yardımını hak etmişlerdir.

[022.040] Onlar haksız yere ve «Rabbimiz Allah'tır» dediler diye yurtlarından çıkarılmışlardır. Allah insanların bir kısmını diğeriyle savmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan camiler yıkılıp giderdi. And olsun ki, Allah'a yardım edenlere O da yardım eder. Doğrusu Allah kuvvetlidir, güçlüdür.

Hac s. 40. ayetinde yurtlarında çıkarılanların, çıkarıldıkları yurtlarına geri dönebilmelerinin, kendilerini yurtlarından çıkaranlar ile savaşmak sureti ile mümkün olacağını, bu durumu ise Allah'a yardım etmek olarak beyan etmektedir. Bu ayetleri ilk muhatapların içinde bulunduğu durum dahilinde değerlendirdiğimizde, Mekke'den çıkarılarak Medine'ye hicret etmek zorunda kalanların, çıkarıldıkları yurtlarına geri dönmelerinin ancak onları çıkaranlar ile savaşmak sureti ile mümkün olacağını bildirmektedir. 

Kur'an'ın nuzül sürecine baktığımızda genel olarak müşrik ve kafirlerle çatışma ve savaş ortamı hakim olmasından ötürü, inen ayetler bu durumlarda Müslümanların nasıl davranış sergilemesi gerektiğini, geçmişlerin yaşantılardan örnekler vermek sureti ile, öğretmek yoluna gitmiştir. Sünnetullah dediğimiz toplumsal yasalar tarihin her devrinde kimse için değişmeyeceğine göre, verilen örnekler önce ilk muhataplara, sonra da onlardan sonra gelecek nesillere nasıl davranılması gerektiğini öğreten evrensel mesajlar olarak okunması gerekmektedir.

Toparlayacak olursak, Allah (c.c) kullarına yardım etme şartını önce onların kendisine yardım etmeleri şartına bağlamış, Bakara, Al-i İmran ve Hac surelerinde verdiğimiz ayet örneklerinde ise, Allah'a yardım etmenin nasıl gerçekleşebileceğini geçmişlerden canlı örnekler vermek sureti ile beyan etmiştir. Yani Allah'a yardım etmek demek, önce fiili dua etmek sureti ile sıkıntılardan kurtulmanın yolunu aramak, ondan sonra yine Allah'ı unutmamak sureti ile onun yardımını kavli dua ile talep etmektir.

Peki biz bugün Müslümanlar olarak bu Ayetlerin neresindeyiz?. 




Yukarıdaki resimdeki kitaplar ve bir çok benzerleri, sorumuzun cevabını veren acı bir gerçek olarak, dini kitap satan kitapçıların raflarını süslemektedir. Ayağına diken batsa dahi onu çıkarmak için uğraşmayıp dua ederek dikenin çıkacağına inanabilecek kadar cahil bir topluluğun sırtından para kazanmak için yazılan dua kitapları içinde bulunan çeşitli dualar, bırakın bizleri sıkıntılardan kurtarmak, içinde bulunduğumuz batağa daha fazla gömülmekten başka bir işe yaramamaktadır.

Allah (c.c) nin kullarına yardım vaadi nasıl değişmez bir yasa yani Sünnetullah ise, bu yardımın işlemesi için gerekli olan çalışma ve gayretin gerekliliği de değişmez bir yasa, yani Sünnetullah'tır.

Bugün Dünya üzerinde yaşayan Müslümanların yaşadıkları topraklarda, kendilerini Dünya'nın sahibi zanneden müstekbirlerin yol açtıkları kan, gözyaşı, zulüm, kitlesel katliamları sadece üzülerek seyretmekten başka bir şey yapamadığımız üzücü bir gerçektir. Bugün bizlerin içinde bulunduğumuz durumun bir benzerini yukarıda verdiğimiz Bakara ve Al-i İmran surelerindeki ayetlerde görmekteyiz. O ayetler sadece geçmişlerin başlarından geçenleri anlatmamakta, geçmişte yaşamış toplulukların, içine düştükleri sıkıntılardan nasıl kurtulduklarını anlatarak, Allah'ın kullarına yardım etme yasasının işleyişini gösteren mesajlar içermektedir.

O ayetlerde önce fiili duanın, sonra kavli duanın, akabinde ise, Allah'ın yardımının geldiğini görmekteyiz. Bugün biz Müslümanlar ise, duanın fiili kısmını terk ederek, sadece kavli duaya yönelmek sureti ile Allah'ın yardımını talep ettiğimiz için, beklediğimiz yardım gelmemektedir. Allah (c.c) nin arz üzerine koyduğu yasaları, biz Müslümanlara torpil geçerek değişmeyeceğine göre, Allah'ın kazanmak için Muhammed s. 7. ayeti gereğince, önce bizim ona yardım etmek, yani fiili duanın gereğini yerine getirmek mecburiyetinde olduğumuz unutulmamalıdır.

İçinde bulunduğumuz sıkıntılardan kurtulmak için önce fiili duanın yapılması yardımı hak etmek için şarttır. Hasta isek tedavi imkanlarını araştırmak fiili dua, bu dua ile birlikte Allah'tan şifa istemek kavli duadır. Yazdıkları dua kitapları ile bütün hastalıkların tedavisi için dua icat eden din tüccarlarının ağına düşen umut arayıcıları bu konuda çok dikkatli olmalıdır. Hangi dua kitabı olursa olsun, hangi şahıs yazarsa yazsın hastalıklardan kurtulmak için önce kavli dua değil fiili dua yani tedavi imkanlarını araştırmak şarttır. 

Umutlarını yalan ve iftiralarla bezenmiş olan dua kitaplarında arayanların bu umutları, sadece umut tüccarlarının biraz daha palazlanmasından başka bir işi yaramamaktadır. Özellikle bazı televizyon kanallarında boy gösteren, şeytanlıklarını dini olduğu zannedilen bazı kisveler giyerek örtmeye çalışarak kitap, muska gibi hurafeler pazarlamaya çalışan bu tüccarlara çok dikkat edilmelidir. Duanın kabulünün şartının önce Kur'an'dan öğrenilmesi, bundan sonra kitabın gösterdiği yol gereğince dua edilmesi, bu tür şarlatanların ekmek kapılarının kapanmasını da sağlayacaktır.

Müslümanlar olarak en büyük eksiğimiz, iman iddiasında bulunduğumuz kitabın bizlere yol gösterici olmasını, yaşadığımız hayata pratize edememiş olmamızdır. Kur'an'ı Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu toplumsal yasaların nasıl işlediğini beyan eden bir kitap olarak, ve bu yasaların değişmezliğini dikkate alarak, geçmişlerin yaşadıkları sıkıntıların yaşadığımız zaman ile ilgisini kurarak okumaya çalıştığımızda, mevcut sorunlarımızdan kurtulmanın yollarını bu kitabın içinde bulmamız mümkündür. 

 Sonuç olarak; Kullarının dualarına icabet edeceğini, onlara yardım edeceğini müteaddit ayetlerde vaat eden Allah (c.c), bu yardımını önce bizlerden gelecek bazı karşılıkların neticesinde gerçekleştireceğini bildirmektedir. Bizlerin dua konusunda yaptığı yanlışlıklar, maalesef duaların kabulüne engel olmaktadır. Fiili dua deyimi biz Müslümanların hayatına pratik olarak girmediği müddetçe, sadece kavli dua ile yetinerek dualarımızın kabul edileceğini beklemek, kurumuş çeşmeden su akmasını beklemekten farklı olmayacaktır. 

Şurası asla hatırdan çıkarılmamalıdır ki fiili dua kavli duadan önce gelmekte, ve fiili dua olmadan yapılan yapılan kavli dualar, dualarımızın kabulü için yeterli gelmemektedir.

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.