ayetindeki etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ayetindeki etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ağustos 2018 Cuma

Ölmediğine İnanılan Bir Elçi İle Zümer s. 30. Ayetindeki Elçi Arasında Seçim Yapmak

Bugün İslam coğrafyasının değişik bölgelerinde yaşayan Müslümanların ekseriyetinde yerleşik bulunan elçi inancı, Kur'an'ın ortaya koyduğu elçi inancı ile taban tabana zıt bir durum arz etmektedir. İsa (a.s) ı ilah konumuna yükselten Hristiyanlara dahi parmak ısırttıracak şekilde aşırılık içeren elçi inancı maalesef Müslümanlarda itikadi sorunlar oluşturmaktadır. Bu yazımızda, yine Kur'an ile zıtlık arz eden bir inanç olan, Muhammed (a.s) ın ölmediği, kabrinde diri olduğuna dair olan inancı ele almaya çalışacağız. 

Bugün din hakkındaki bilgilerini Kur'an'dan değil de, bazı kişilerin anlattıkları hurafelerden veya rivayet kitaplarından alan kişilere şayet, "Muhammed (a.s) ölü mü dür yoksa diri mi dir?" şeklinde bir soru sorulacak olsa, alınacak cevap onun ölü olmadığı diri olduğu yönünde olacaktır. Çünkü peygamber sevgisi adına, Muhammed (a.s) ın ölü olduğunu söylemeye dilleri varmamakta, onun ölü olduğunu söylemenin kişiyi sanki ona küfür ve hakaret etmek gibi bir duruma düşüreceği zannedilmektedir.

Herkesin malumu olduğu üzere ülkemizden umre ve hac ibadeti için gidenlere verilen siparişlerin başında, onun diri olduğuna inanan Müslümanlarca Muhammed (a.s) a selam söylenmesi gelmektedir. Gönderilen bu selam, maalesef onun ölü olmadığı inancının bir yansımasıdır. Özellikle "Ehli sünnet itikadi" adı altında anlatılan Muhammed (a.s) ın ölü olmadığına dair iddialar, bizim buraya alıntı yapmaya dahi haya edebileceğimiz derecede çirkinlik arz etmekte, fakat bu çirkinlikler özellikle tasavvuf kesiminde bir hayli alıcı bulmaktadır.

Biz, bu konuda Kur'an'ın söyledikleri üzerinde düşünmeye davet ederek, bazı kimselerin içinde bulundukları yanlışa dikkat çekmeye çalışacağız. Din konusunda bizlere yol göstermesi ve hakem olması gereken yegane kaynağın Kur'an olmalıdır. Şayet din konusunda gelen bir bilgi Kur'an tarafından onay almıyorsa, o bilginin hiçbir değeri olamaz.

[Al-i İmran s.144] Muhammed ancak bir resuldür. Ondan önce de resuller geçmişti. Ölür veya öldürülürse geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen, Allah'a hiçbir zarar vermez. Allah şükredenlerin mükafatını verecektir.

[Enbiya s.034]  Senden önce de hiçbir insanı ölümsüz kılmadık, sen ölürsün de onlar baki kalır mı?

[Ankebut s.057] Her can ölümü tadacaktır. Sonunda Bize döneceksiniz.

[Zümer s.030] Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler.

Konuyu, bu ayetler ışığında düşündüğümüzde, "Muhammed (a.s) da ölmemiştir kabrinde diridir" gibi sözler etmek, Kur'an tarafından artık onay almayacaktır. Ancak yine Kur'an tarafından onaylanmayan bir düşünce olan kabirlerdeki insanların ceza veya mükafat gördüğü inancını kabul edenler tarafından, bu ayetler maalesef kabul görmeyecek, "Ayet var diyorsun ama hadis var kardeşim" şeklinde itirazlar yükselecektir.

Muhammed (a.s) ın diri olduğu iddiası, Bakara ve Al-i İmran surelerinde geçen, Allah yolunda öldürülmüş olanlar ile ilgili ayetler ile desteklenmek istenilmektedir. 

[Bakara s.154] Allah yolunda öldürülenlere «Ölüler» demeyin, zira onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz.

[Al-i İmran s.169] Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rab'leri katında rızıklanmaktadırlar.

"Mecaz, cahilin elinde hakikate dönüşür" sözüne bir kelime ilave ederek, "Mecaz, cahilin ve ön yargılı olanın elinde hakikate dönüşür" şeklinde söylediğimizde, bu ayetlere istinaden Muhammed (a.s) ın ölmediğini iddia etmek, ancak ön yargılı bir düşüncenin eseri olabilir. Çünkü Muhammed (a.s) ın vefatı bilindiği gibi yatağında ölmek şeklinde gerçekleşmiştir, yani Allah yolunda öldürülmek gibi bir durumu yoktur. Ancak bu duruma da bir kılıf bulunmuş, Hayber'de yediği yemekten dolayı zehirlenmiş olduğu ve bu durumun onun vefatına sebep olduğu iddiası, onun Allah yolunda öldürülmüş olduğuna kanıt olarak sunulmaktadır. 

Allah yolunda öldürülmüş olanların ölü olmadığı, diri olduğu şeklindeki beyan, hakikat değil mecaz bir ifadedir. Bu beyan Allah yolundaki ölümün boşa gitmediği, ve bu şekildeki ölümün teşvik edildiği şeklinde anlaşılması daha makul bir yaklaşımdır. Şayet bu ifadenin hakiki olduğunu düşündüğümüzde, bu şekilde öldürülmüş olan bir kişi şayet evli ise, onun geride bıraktığı eşi halen onunla evli sayılacak, ve başka birisi ile asla evlenemeyecektir. Çünkü kocası ölü değil diridir ve kocası ölmemiş birisinin başka birisi ile evlenmesi onu boşamadığı sürece asla mümkün değildir.

Muhammed (a.s) ın ölmediği kabrinde diri olduğu iddiası bilindiği gibi tasavvuf ekolünde daha fazla rağbet görmektedir. Bunun sebebi ise, türbelerde bulunan ölülerden medet ummak gibi bir şirk içine düşmüş olanların türbelerde yatan bu kişilerin diri olmaları gerektiği düşüncesine binaen, önce Muhammed (a.s) ın diri olması gerektiğidir. Yani önce onun diri olması gerekmektedir ki, sonra türbelerde yatan kişilerin de ölü olmadığı inancı daha kolay alıcı bulabilsin.  

"Esselamu aleyke ya resulullah" şeklinde yapılan hitap,  ölmemiş olduğuna inanılan elçiye karşı yapılan bir hitap olarak, bir çok Müslümanın dilinde dolaşmaktadır. Namazlarda okunan tahiyyat duasında geçen bu hitabın yerine, "Esselamu alennebiyyü" veya "Esselamu alel enbiyai" sözlerini kullananın daha isabetli olduğunu düşünmekteyiz. Ayrıca minarelerden okunan selalardaki ölmemiş elçiye yapılan hitap tarzı, itikadi açıdan büyük sıkıntılar doğurmasına rağmen, sanki İslami bir şiar gibi muamele görmektedir.

Muhammed (a.s) ın bugün nasıl bir durumda olduğu şayet Kur'an kaynaklı bir bakış açısı ile değerlendirilmiş olsaydı, bugün onun ölü mü yoksa diri mi olduğu gibi tartışmalar asla olmayacak, bu türden ihtilaflar gündemde bile olmayacaktı. Ancak aşırı yüceltmeci peygamber anlayışının bir ürünü olan bu gibi düşünceler Müslümanlar arasında yer etmiş olduğu için, bu gibi düşünceler yaygın olarak kabul görebilmektedir.

Bu konuda da Müslümanlar iki yoldan birisini seçmek durumundadır.

Bazı kimseler Muhammed (a.s) ın ölü olmadığı şeklindeki Kur'an ile çelişen düşünce ile, Kur'an tarafından beyan edilen Muhammed (a.s) ın ölü olduğu beyanı arasında tercih yapmak durumundadır. Çünkü Muhammed (a.s) ın ölü olmadığı iddiası beraberinde akidevi sorunları da getirmektedir. Çünkü o atfedilen bazı özellikler onu Allah ile denk bir duruma getirmekte, bu denklik iddiası ise, iddia sahiplerini şirk batağına düşürmektedir.

Muhammed (a.s) a sevgi adına yapılan bu tür aşırılıklar, Allah'ı kulun seviyesine indirmek, veya kulu Allah'ın seviyesine indirmek anlamına gelmektedir. Onun beşer oluşu gerçeği hiç bir zaman gözden ırak tutulmamalı, onu beşer üstüne çıkarmanın akidevi sorunları da beraberinde getirdiği gerçeği asla hatırdan çıkarılmamalıdır.

Şurası asla hatırdan çıkarılmamalıdır ki, Muhammed (a.s) bir beşerdir ve her beşer gibi ölümü tatmış, yine her beşer gibi kabrinde yeniden dirileceği günü beklemektedir. Bu süreç zarfında hiçbir şeyden haberi yoktur, ne kabrine gelenleri, ne de kendisine gönderilen selamları işitir. Hele hele Allah (c.c) ile bizim aramızda aracılık yapması gibi bir durumu da yoktur. Kim ki böyle bir inanç içindedir, bu inancın literatürdeki adı apaçık şirktir.

                                                 EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


21 Temmuz 2018 Cumartesi

Ateşten Kurtardığına İnanılan Bir Elçi İle Zümer s. 19. Ayetindeki Elçi Arasında Seçim Yapmak

Bugün Müslümanların ekseriyetinin sahip olduğu elçi anlayışının Kur'an tarafından değil, riayet kitapları tarafından inşa edildiği bir gerçektir. Bu gerçek, rivayet kitaplarının oluşturduğu elçi anlayışına sahip olanlara anlatılmaya çalışıldığı zaman, büyük bir tepki çekmekte, Kur'an'ın anlattığı elçi portresi maalesef bir çok Müslüman tarafından kabul görmemektedir. Kabul görmediği gibi, Kur'an'ın tarif ettiği elçinin kabul görmesini isteyenler, "Elçi Düşmanı, Zındık" v.s gibi isimlerle yaftalanmaktadır.

Yine bilinmektedir ki, Kur'an'ın şefaat konulu ayetleri ile, rivayetler tarafından oluşturulmuş şefaat inancı, birbiri ile taban tabana zıttır. Kur'an, şefaat inancını müşriklerin sahip olduğu bir inanç olarak değerlendirirken, rivayetler ise şefaati bir İslam inancı olarak görmektedir. Yine rivayetler tarafından öğretilen şefaat inancında Muhammed (a.s) baş rolü oynamakta ve birçok Müslüman onun hesap gününde ümmetine şefaat ederek kendilerini ateşten kurtaracağına inanmaktadır. 

Aşağıda yaptığımız örnek alıntılar, bu yanlış inancın bir tezahürü olarak kitaplarda ve birçok internet sitesinde yer almaktadır.

"Allah Resûlü (asm), ümmetinden bir kısmının cehenneme gireceğini duyduğu an mahşer meydanında secdeye kapanıp "Ümmetim! Ümmetim!"diye yakarışa geçecek, o esnada cenneti, hurilerin perdedarlığını ve kim bilir daha nice güzellikleri unutacak ve gözyaşlarını ceyhun ede ede hep ağlayacak O'na "Artık başını kaldır! Şefaat et, şefaatin kabul edilecek!"deninceye kadar başını yerden kaldırmayacak ve hep "Ümmetî! Ümmetî!"diye inleyecektir."

"Evet, günah-ı kebaîr işlemiş, düşmüş kalkmış, yer yer sürüm sürüm olmuş ve kirlenmiş, fakat ümidini yitirmemiş, ümitle ve zayıf da olsa imanla Huzur-u Risaletpenâhî’ye varabilmiş, Rasulü Ekrem’in şefaat atmosferi içine girmiş ne kadar mücrim varsa herkese bir bişarettir bu. Allah (celle celâluhû) O’na “Şefaat et! Şefaatin kabul görecektir” buyurmuşsa, O da bu teveccühü değerlendirecektir evet, Cenab-ı Hak, Habibi başını yere koyup, “Ümmetim, Ümmetim!” diye yalvardığında O’nun içine su serpecek ve rahmet esintili şu sözleri söyleyecektir: “Ya Muhammed! İrfa’ ra’seke, işfa’ tüşeffa’ / Ya Muhammed! Başını kaldır. Şefaat et! Şefaatin makbuldür bugün.”"

Yukarıda bulunan iki paragrafta yazılanlar, Muhammed (a.s) ın hesap gününde şefaatçi olacağına dair genel geçer algının bir yansıması olup, ateşten kurtarma yetkisine sahip olduğuna inanılan bir elçi inancını yansıtmaktadır.

Rivayetler tarafından örülen ATEŞTEN KURTARAN ELÇİ inancının ne derece doğru olabileceği konusunda Zümer s. 19. ayeti bize yol gösterecektir.

أَفَمَنْ حَقَّ عَلَيْهِ كَلِمَةُ الْعَذَابِ أَفَأَنْتَ تُنْقِذُ مَنْ فِي النَّارِ

[039.019]  Hakkında azap hükmü kesinleşmiş kimseyi, ateşte olan kimseyi sen mi kurtaracaksın?

Zümer s. 19. ayetinde Muhammed (a.s) a hitaben söylenilen bu sözler, bize onun hesap günündeki konumunu da anlatmaktadır. Bu ayete bakıldığında Muhammed (a.s) ın kimseyi ateşten kurtarmak gibi bir yetkisi olmadığı görülmektedir.

Burada, "Muhammed (a.s) ın ateşten kurtaramayacağı insanlar kafir olan kimselerdir. Onun ateşten kurtarma yetkisi Müslümanlar için olacaktır" şeklinde bir itirazın gelmesi de muhtemeldir.

Bu itiraza karşı şunları söyleyebiliriz: 

Bu ayet içinde dikkat edilmesi gereken cümle, "Hakkında azap hükmü kesinleşmiş kimse" cümlesidir. Allah (c.c) nin hakkında azap hükmü verdiği bir kişi Müslüman da olsa (ki bu düşünce yine problemlidir) elçisi olan bir kulu için bu sözünü değiştireceği düşüncesi, itikadi açıdan sakıncalar doğurmaktadır. Allah'ın sözünün üzerine söz söyleyebileceğine inanılan bir kişinin Allah'a denk sayıldığı gözden uzak tutulmamalıdır. Allah'a denk görülen her şeyin ona ortak koşmak anlamına gelmektedir. 

Hasılı kelam, Muhammed (a.s) ın hakkında azap hükmü kesinleşmiş olan Müslümanları ateşten kurtaracağı iddiası, yine bu ayet ile ret edilmektedir.

Şimdi burada Müslümanlar, rivayetler aracılığı ile anlatılan bir insanı ateşten kurtaracağına inanılan elçi portresi ile, Kur'an tarafından anlatılan kimseyi ateşten kurtarma yetkisi olmayan elçi arasında seçim yapmak durumundadır.

                                             AYET VAR DİYORSUN AMA HADİS VAR KARDEŞİM

Bu söz, rivayetler tarafından gelen ve Kur'an ile çelişki arz eden bilgiye karşı getirilen bir karşı itiraz olarak, bir çok Müslümandan maalesef duyulmaktadır. Yine bu söz Kur'an'ın bazı Müslümanlar nezdindeki yerini göstermesi açısından acı bir örnektir. Çünkü bu gibi sözleri sarf edebilen kişiler, Kur'an ile rivayet arasında tercih yapılması gerektiğinde, Kur'an'ın değil rivayetlerin tercih edilmesi gereğine inanan, hatta bunu imanın bir gereği olarak görmektedirler.

"Hadis İnkarcısı" deyimini dillerine dolayan bazı kimselerin, bu deyim ile kast ettikleri insanlar, dinde rivayetlerin değil Kur'an'ın belirleyici olması gerektiğini savunanlardır. Muhammed (a.s) ın Kur'an'a aykırı en ufak bir söz dahi söylemeyeceği üzerinde, bütün Müslümanların ittifak etmiş olmasına rağmen, bu ittifak pratiğe çıkmamakta, Kur'an ile çakışan bir rivayetin Muhammed (a.s) tarafından asla söylenemeyeceği maalesef dile getirilmekten korkulmaktadır. Bu korkunun en büyük sebebi ise, bu gibi Kur'an ile çelişen rivayetlerin bulunduğu kitaplara dokunulmazlık zırhının giydirilmiş olmasıdır.

Bugün bir rivayet şayet Buhari, Müslim v.s gibi rivayet kitaplarında varsa, veya makbul olarak görülen bir kişinin ağzından çıkmış ise, bazı Müslümanlar tarafından Kur'an ayetinden daha sağlam olarak görülmekte, bu rivayetin güvenilir olup olmadığı konusunda en küçük bir şüphe dahi duyulmamaktadır.

Halbuki olması gereken, Kur'an'ın dinde belirleyici olması, üzerine dokunulmazlık zırhı giydirilmiş kitaplarda geçse dahi Kur'an ile çelişip çelişmediğine bakılması, kim söylemişse söylesin doğruluğu kişilere göre değil, Kur'an'a göre değerlendirilmesidir. Maalesef bu yapılmamakta, yapılmadığı gibi de bu yöntemi savunanlar en ağır ithamlara layık görülmektedir. Halbuki bu kimseler, Kur'an ile çelişen rivayetleri ret etmeyerek Hadis İnkarcısı olarak görülmemek için, KUR'AN İNKARCISI olmayı göze alabilmektedir. 

Sonuç olarak: Muhammed (a.s) hesap gününde diğer insanlar gibi hesaba çekilecek (Araf s. 6), bu hesabın sonunda karşılığını alacaktır. Onun hesap gününde başkalarını ateşten kurtarmak gibi bir yetkisi olmadığı gibi, ona böyle bir yetkinin verildiğine inanmak itikadi açıdan sakıncalar içermektedir. 

Genel geçer İslam düşüncesindeki elçi inancı Kur'an tarafından belirlenmediği için bu gibi sorunlar ortaya çıkmakta, Müslümanlar arasında fikir ayrılıklarının başını Muhammed (a.s) ın sahip olması gereken konum oluşturmaktadır. Şayet her konuda olması gerektiği gibi bu konuda da Kur'an belirleyici bir kitap olarak görülmüş olsaydı, bugün Müslümanlar arasındaki ayrılıklar büyük ölçüde giderilmiş olabilirdi. 

                                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

5 Haziran 2018 Salı

Bakara s. 249. Ayetindeki Bir Çeviri Sorunu: "Bugün Calut ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok" Diyenler Kimler?

Bakara s. 249. ayetini Türkçeye çevrilmiş olan meallerden okuyan bir kimsenin kafasında, bu ayet içinde geçen "Bugün Calut ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok" diyenlerin kimler olduğuna dair bir takım soru işaretleri oluşacaktır. Çünkü yapılan bir çok çeviri maalesef, bu cümlenin kimler tarafından söylendiğini meale yansıtmamış (bazı meallerde yansıtıldığını görmekteyiz) bunun neticesinde ise, bu sözü söyleyenlerin Talut'un emrine itaat eden gurup olduğu gibi bir durum ortaya çıkarak, bir çeviri sorunu oluşturmuştur. 

Yazımızın konusu, bu cümlenin kimler tarafından söylendiğinin çeviriye yansıtarak, okuyucuların kafasında oluşabilecek soru işaretlerinin giderilmesine yönelik olacaktır.

 فَلَمَّا فَصَلَ طَالُوتُ بِالْجُنُودِ قَالَ إِنَّ اللَّهَ مُبْتَلِيكُمْ بِنَهَرٍ فَمَنْ شَرِبَ مِنْهُ فَلَيْسَ مِنِّي وَمَنْ لَمْ يَطْعَمْهُ فَإِنَّهُ مِنِّي إِلَّا مَنِ اغْتَرَفَ غُرْفَةً بِيَدِهِ ۚ فَشَرِبُوا مِنْهُ إِلَّا قَلِيلًا مِنْهُمْ ۚ فَلَمَّا جَاوَزَهُ هُوَ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ قَالُوا لَا طَاقَةَ لَنَا الْيَوْمَ بِجَالُوتَ وَجُنُودِهِ ۚ قَالَ الَّذِينَ يَظُنُّونَ أَنَّهُمْ مُلَاقُو اللَّهِ كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَلِيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثِيرَةً بِإِذْنِ اللَّهِ ۗ وَاللَّهُ مَعَ الصَّابِرِينَ

Ayetin çevirileri genellikle şu şekilde yapılmaktadır:

[002.249] Talut orduyla birlikte ayrıldıktan sonra, «Doğrusu Allah sizi bir ırmakla deneyecektir, ondan içen benden değildir, onu tatmayan eliyle sadece bir avuç avuçlayan müstesna şüphesiz bendendir» dedi. Onlardan pek azı hariç, sudan içtiler. Kendisi ve kendisiyle olan inananlar ırmağı geçince, «Bugün Calut ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok» dediler. Kendilerinin Allah'a kavuşacağını bilenler ise: «Nice az topluluk çok topluluğa Allah'ın izniyle üstün gelmiştir, Allah sabredenlerle beraberdir» dediler.

Öncelikle şunu söylemek isteriz ki: İddiamız, bu ayetin yapılan çevirilerinin hatalı olduğu değil, okuyucunun kafasında bir takım soru işaretleri belirecek şekilde yapılmış olmasıdır. Oluşabilecek soru işaretlerinin, ayet içine parantez açılmak sureti ile giderilmesi mümkündür.

Şimdi ayeti bir kaç parçaya bölerek okumaya çalışalım.

"Talut orduyla birlikte ayrıldıktan sonra, «Doğrusu Allah sizi bir ırmakla deneyecektir, ondan içen benden değildir, onu tatmayan eliyle sadece bir avuç avuçlayan müstesna şüphesiz bendendir» dedi"

Ayetin bu cümlesi Talut'un, ordusunu bir güven ve itaat testine tabi tuttuğunu göstermektedir. Geçecekleri yol üzerinde olan ırmağın suyundan içip içmemeleri, ordunun Talut'a karşı ne derece itaatkar olduğunun göstergesi olacaktır.

" Onlardan pek azı hariç, sudan içtiler."

Bu cümle Talut'un ordusu içinde büyük bir kesimin onun emrine itaat etmediğini göstermektedir.

Talut'un ordusunu tabi tuttuğu bu deneme, aynı zamanda ordu içinde bir ayrışıma da sebep olacaktır. Çünkü bir komutanın, kendisine itaat etmeyen askerler ile çıkacağı bir sefer, kendi sonunu eli ile hazırlamasına sebep olacaktır. Talut'un söylediği "ondan içen benden değildir" sözü, nehrin suyundan içen askerlerin orduya artık dahil olmayacağını ordu dışında kalacağını göstermektedir.

Burada dikkate alınması gereken önemli bir husus, ordunun iki kısma ayrılmış olmasıdır. Ayetin bundan sonraki kısmında bu ayrışımın ortaya çıkarılması önemlidir.

"Kendisi ve kendisiyle olan inananlar ırmağı geçince"

Talut artık sadece kendisine itaat eden askerler ile kalmış, diğerleri ordudan ayrılmış, yola kendisine itaat eden askerlerle devam etmektedir. Cümle içinde geçen آمَنُوا kelimesinin, "İnananlar, İman edenler" şeklinde çevrilmesine karşın bu kelimenin çevirisine, kelimenin sözlük anlamlarından biri olan Güven anlamının verilmesinin daha uygun olacağını burada hatırlatmak isteriz.

"Bugün Calut ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok dediler

Bu cümle ayetin çevirisinde sorun teşkil ettiğini düşündüğümüz cümledir. Çünkü bu sözü sanki bir önceki cümledeki  "Kendisi ve kendisiyle olan inananlar" olarak bahsedilen kimselerin söylemiş olduğu gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Halbuki ordu içinde ayrışım meydana gelmiş, itaat etmeyenler ordudan ayrılmış, itaat edenler ise Talut ile yola devam etmektedir. Talut'a itaat eden askerlerin ise "Bugün Calut ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok" sözünü söylemiş olmaları pek mümkün değildir.

Bu sözü, Talut'a itaat etmeyerek ordudan ayrılanların söylemiş olması, daha makul bir yaklaşımdır. Bu durumun çeviriye parantez açılmak sureti ile yansıtılması, okuyucuda oluşması muhtemel olan soru işaretlerini ortadan kaldıracaktır.

"
Kendilerinin Allah'a kavuşacağını bilenler ise: «Nice az topluluk çok topluluğa Allah'ın izniyle üstün gelmiştir, Allah sabredenlerle beraberdir» dediler."

Bu sözü söyleyenler ise, Talut'a itaat ederek orduda kalan askerlerdir. Burada iki gurubun birbiri ile karşılıklı olarak bir konuşması söz konusudur.

Talut'a itaat etmeyen ordudan ayrılanlar= Bugün Calut ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok.
Talut'a itaat eden ordu içinde kalanlar=    Nice az topluluk çok topluluğa Allah'ın izniyle üstün gelmiştir, Allah sabredenlerle beraberdir.

Bu ayet ile ilgili olarak bizim yapmaya çalıştığımız çeviri örneği şu şekildedir:

Bakara s. 249- Talut ordusu ile sefere çıktığında (ordusuna), "Allah, (bana itaat edip etmediğiniz ve güven duyup duymadığınız hususunda) sizi bir nehir ile imtihan edecek, kim o nehrin suyundan içerse (bana itaat etmemiş ve bana güven duymamış olduğu için) benden değildir. O nehrin suyundan bir avuç almak müstesna olmak üzere tatmayan ise (bana itaat etmiş ve güven duymuş olduğu için) bendendir." dedi. Talut'un bu emrine rağmen ordusundan az bir kısmı müstesna olmak üzere, o nehrin suyundan içti (ona itaat eden ve etmeyenler, güven duyan ve duymayanlar böylece birbirinden ayrılmış oldu). Nehri, kendisine itaat eden ve güven duyanlar ile birlikte geçtiğinde, (Talut'a itaat etmeyen ve güven duymayan geride kalanlar) "Bugün Calut ve ordusuna karşı koyacak gücümüz yok" dediler. Rablerine kavuşacaklarını kesin olarak bilen (Talut'a güven duyan ve itaat eden) ler ise, "Nice sayıca az olan topluluk vardır ki, Allah'ın izni ile sayıca çok olan topluluğa karşı galip gelmiştir, Allah sabredenlerle beraberdir" dedi.

                                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

29 Mayıs 2018 Salı

Bakara s. 238. Ayetindeki "Hafizu Ales Salavati" İfadesine Farklı Bir Anlam Denemesi

Arapça orjinal metni حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ وَالصَّلَاةِ الْوُسْطَىٰ وَقُومُوا لِلَّهِ قَانِتِينَ  olan, Bakara s. 238. ayetinin, Türkçeye yapılan çevirileri, büyük çoğunlukla "Namazlara ve orta namaza devam edin; gönülden boyun eğerek Allah için namaza durun." şeklinde yapılmaktadır. Biz, böyle yapılan bir çevirinin yanlış olduğunu iddia etmemekle birlikte, ayet içinde geçenحَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ  ifadesinin anlamını, aynı surenin 157. ayetinde geçen "Salavatün" kelimesinin anlamını dikkate alarak, farklı bir anlam denemesi yapmaya çalışacağız.

Ayetin حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ ifadesinin,  "Namazlara ve orta namaza devam edin" şeklinde yapılan çevirilerinde, farklı görüşler ortaya atılan ve hangi namaz olduğu hususunda ortak bir fikir birliği olmayan "Orta Namaz" deyiminin, diğer namazlara göre daha önemli olduğu gibi bir anlam uyandırmış olmasına karşın, bu sefer de diğer namazların orta namaza göre daha önemli olmadığı gibi anlam ortaya çıkarabileceği, bizi bu konuda farklı bir anlam çalışması yapmaya iten nedenlerden birisidir.

Bu ayetin o şekilde yapılan çevirilerinde, bazı zihinlere takılması muhtemel olan bu tür soru işaretlerinin, yapacak olduğumuz anlam denemesi ile giderilebileceğini düşünmekteyiz.

Bakara s. 155- Sizi korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile yıpratıcı bir imtihana tabi tutarız. Başlarına gelenlere karşı dayanma ve mücadele gücüne sahip olanları müjdele.

Bakara s. 156- Onlar ki, böyle sıkıntılı durumlar ile karşılaştıklarında (asla isyan etmezler)"Bizim her şeyimiz Allah'a aittir, biz ona döneceğiz" dediler.

Bakara s. 155. ve 156. ayetlerinde, Allah (c.c) kullarını yaşadıkları hayat içinde bir takım sıkıntılı durumlar ile sınayacağını bildirmekte, bu sınamalara karşı isyan etmeden dayanan ve bu sıkıntılardan kurtulmak için mücadele edenleri övmektedir. 157. ayette ise bu kimselere Allah (c.c) tarafından verilecek olan ödülden bahsedilmekte, bu ödül ise ayet içinde "Salavatün" kelimesi ile ifade edilmektedir. Bakara s. 157. ayeti içinde geçen bu kelime, bizi surenin 238. ayetinde geçen aynı kelimenin anlamı ile aralarında bir bağ kurulabileceği düşüncesine sevk etmiştir.

Bakara s. 157- İşte onlara Rablerinden destek ve bağışlama vardır, ve onlar doğru yol üzerindedirler.

Dikkat edilirse 157. ayet içinde geçen kelime, namaz anlamında değil, destek ve bağışlanma anlamında kullanılmakta, ve 155. ve 156. ayetler ile bir bağlam dahilindedir. Yine dikkat edilirse, Bakara s. 226. ayetten beri süregelen boşanma ile ilgili hüküm ayetlerinin sonuna geldiğinde حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ buyurulmakta, bu buyruktaki الصَّلَوَاتِ kelimesine verilebilecek anlamın, önceki ayetlerde geçen boşanma ile ilgili hükümler arasında bir bağının kurulabileceğini akla getirmektedir. 

Hatırlayacak olursak, Bakara s. 155. ve 156. ayetlerinde başa gelen sıkıntılara, kullar tarafından verilen olumlu karşılıkların ödülü, Allah(c.c) den salavat üzere olmaktır. Öyleyse Bakara s. 238. ayetinde geçen حَافِظُوا عَلَى الصَّلَوَاتِ ifadesine, "Salavat üzerinde olmayı gözetin" şeklinde, taslak bir anlam vermek mümkündür. Bu taslak anlamdan sonra anlamı biraz daha açarak ayete yansıtabiliriz.

Malum olduğu üzere, Allah (c.c) 226. ayetten beri süregelen, insanların yaşamları içinde karşılaşabilecekleri ailevi durumlar ile ilgili hükümleri sıralamakta, ve bu hükümlere riayet etme konusunda titizlik gösterilmesini istemektedir. Allah (c.c) kulları ile ilgili hükümlerine riayet edenlere ve etmeyenlere vereceği karşılığı ise müteaddit ayetlerinde beyan etmektedir.

Kulları için sıraladığı hükümlere riayet edenlere vereceği karşılığı, Bakara s. 157. ayette Salavatün kelimesi ile bildiren Rabbimiz, aynı surenin 238. ayetinde, Allah'ın koyduğu hükümlere riayet etmek sureti ile, yine bu karşılığı almaya özen gösterilmesini istemektedir.

Bütün bunları dikkate alarak, Bakara s. 238. ayetine şu şekilde bir anlam vermek mümkündür.

Bakara s. 238- (Sizin için koyduğumuz bu hükümlere riayet etmek sureti ile Rabbinizden) Bağışlama ve destek üzere bir hayata ve (sizi kötülüklerden alıkoyacak olan) namaza özen gösterin. Allah'a itaat için ayağa kalkın.

Mevdudi, Tefhim-ül Kur'an adlı eserinde, konumuz olan ayet ile ilgili olarak şunları söylemektedir:

"Sosyal refahı ve daha medenî bir hayat kurmayı sağlamak amacıyla gerekli kanun ve düzenlemeler ortaya konulduktan sonra Allah, son nokta olarak namazın önemini vurgulamaktadır. Çünkü namaz tek başına bile, Allah korkusu, fazilet ve hikmet duyguları doğurup İlâhî Kanun'a itaatkâr bir tavır ortaya çıkarabilir ve insanı doğru yolda tutabilir. Kimse namazsız Allah'ın kanunlarına tamamen bağlı kalamaz; çünkü insan, Yahudiler gibi şu veya bu tür isyana kaymaya mütemayildir."
Mevdudi, dikkat edilirse bu ayet ile ilgili olarak yazdıklarında daha önceki ayetler ile bir bağ kurmakta, Allah'ın hükümlerine riayet etmek ile namaz arasında bir bağ kurmaktadır. Biz bu ayete verdiğimiz anlamda Ankebut s. 45. ayeti ile parantez içinde bağ kurmaya çalıştık.

Tevbe s. 99. ayetine baktığımızda Salavat kelimesi o ayette de karşımıza çıkmakta, ve o ayette de dua ve destek anlamında kullanılmaktadır. 

[009.099]  Bedevilerden, Allah'a ve ahiret gününe inanan, sarfettiğini, Allah katında ibadet ve Resulün dualarına (salavüttürresul) nail olmağa vesile sayanlar da vardır. Bilin ki, verdikleri onlar için ibadettir. Allah, onlara rahmet edecektir. Allah şüphesiz bağışlar ve merhamet eder.

Sonuç olarak: Bakara s. 238. ayeti içinde geçen Salavatün ve Salat kelimeleri bir çok mealde Namaz olarak verilmesine karşın, biz sadece Salat kelimesine namaz anlamı vererek, diğer kelimeye Bakara s. 157 ve Tevbe s. 99. ayetlerinde geçen anlamlar doğrultusunda bir anlam vermeye çalıştık. 

Kur'an üzerinde yapılan her yorumun kişisel görüşler olduğunu, doğru veya yanlış olma ihtimalini hiç bir zaman unutmadığımızı hatırlatarak, bu ayetin yapılan çevirilerine sadece katılmadığımız, fakat o çevirileri yanlış, bizim yaptığımız anlam çalışmasını doğru olarak göstermeye çalışmadığımız bilinmelidir. 

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.  

15 Aralık 2017 Cuma

İsra s. 71. Ayetindeki Biimamihim Kelimesini Yasin s. 12. Ayetinden Anlamak

Kur'an içinde geçen bir kelime şayet birden fazla anlama gelebiliyor ise, o kelimeye verilecek anlamın ayet bütünlüğüne uygun olması gerekmektedir. İsra s. 71. ayetinde geçen Biimamihim kelimesinin, Önder, İmam olarak yapılan çevirileri, her ne kadar kelimenin anlamına uygun olarak çevrilmiş olsa da, içinde bulunduğu ayetin bağlamına uygun bir çeviri olduğunu söylemek güçtür.

يَوْمَ نَدْعُو كُلَّ أُنَاسٍ بِإِمَامِهِمْ ۖ فَمَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ فَأُولَٰئِكَ يَقْرَءُونَ كِتَابَهُمْ وَلَا يُظْلَمُونَ فَتِيلًا

Bu ayetin çevirisi çoğunlukla şu şekilde yapılmaktadır.

 Biz o gün bütün insan gruplarını önderleri ile birlikte huzurumuza çağırırız. O gün her kime kitabı sağ eliyle verilirse, işte onlar kitaplarını okuyacaklar ve kıl kadar zulmedilmeyecekler.

Allah (c.c) bu ayette, hesap gününde nasıl bir durum ile karşı karşıya kalacağımızı bizlere hatırlatmaktadır. Ayette bütün insanların imamları ile birlikte huzura çıkacağı bildirilmektedir. Ayet içinde geçen Biimamihim kelimesinin bu ayette hangi anlama gelebileceğinin, ayetin devamından anlaşılması gerekmektedir. Ayetin devamında kitapların yani herkesin dünya hayatında yaptığı amellerinin kayıtlandığı kitaplarından bahsedilmekte, Biimamihim kelimesinin de kitap kelimesi ile uyumlu bir anlama gelmesi gerektiğini düşünmekteyiz. 

Burada, Biimamihim kelimesinin Kitap anlamına gelip gelemeyeceği sorusu sorulacak, bu sorunun cevabı ise Yasin s. 12. ayetinden bulunacaktır.

إِنَّا نَحْنُ نُحْيِي الْمَوْتَىٰ وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَآثَارَهُمْ ۚ وَكُلَّ شَيْءٍ أَحْصَيْنَاهُ فِي إِمَامٍ مُبِينٍ

Şüphesiz ki ölüleri, Biz diriltiriz Biz. İşlediklerini ve geride bıraktıklarını Biz yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir kitapta saymışızdır.

Yasin s. 12. ayetinde geçen İmamin Mübin kelimesinin Apaçık bir kitap olarak çevrildiği görülmektedir. Ayet içinde geçen İmamin kelimesine görüldüğü gibi Kitap anlamı verilmektedir. Yasin s. 12. ayetinin tefsirlerinde İmamin Mübin deyiminin ana kitap yani Levhi Mahfuz veya amellerin yazıldığı kitap anlamı verilmekte, amellerin yazıldığı kitap anlamı kanaatimizce daha uygun düşmektedir.

وَكُلَّ شَيْءٍ أَحْصَيْنَاهُ كِتَابًا
Nebe s. 29 ---Oysa biz, her şeyi yazıp saymışızdır.

Nebe s. 29. ayetinde, dünya hayatında yapılan amellerin yazılı olduğunun beyan edilmiş olduğunu dikkate aldığımızda, Yasin s. 12. ayetinde geçen deyimin amellerin yazıldığı kitap olduğu daha net olarak anlaşılmaktadır.

Yasin s. 12. ayetinde geçen İmam kelimesine Amellerin yazıldığı kitap anlamı verildiğine göre, İsra s. 71. ayetinde geçen Biimamihim kelimesine, Önder anlamı verilmek yerine Kitap anlamının verilmesi, bulunduğu ayetin bağlamına daha uygun düşecektir.

Bütün bunlardan sonra sonra İsra s. 71. ayetine şu şekilde bir anlam vermek sanırım yanlış olmayacaktır. 

 Biz o gün bütün insan gruplarını kitapları ile birlikte huzurumuza çağırırız. O gün her kime kitabı sağından verilirse, işte onlar kitaplarını okuyacaklar ve kıl kadar zulmedilmeyecekler.

 Biimamihim kelimesine verdiğimiz Kitap anlamı, ayetin devamı ile uyum sağlamakta, kitapları ile birlikte huzura çıkan insan guruplarından, kitabı sağından verilenlerin durumları ayet içinde beyan edilmektedir.

                                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

8 Kasım 2017 Çarşamba

Nisa s. 66. Ayetindeki "Uktülu Enfüseküm" Emrinin, "Kendinizi Öldürün" Şeklinde Yapılan Çevirileri Üzerine

Kur'an meallerinde bazı kelime veya deyimlerin maksada uygun bir şekilde çevrilmesi yerine, orjinal metne uygun olarak çevrilmiş olması, kullandığımız dil ile bazı çelişkiler arz etmektedir. Buna örnek olarak Nisa s. 66. ayetinde geçen Uktülu enfüseküm emrini verebiliriz. Bu emir bazı meallerde, Kendinizi öldürün şeklinde çevrilmekte, ve böyle bir emrin karşılığı bizim kullandığımız Türkçe de İntihar edin şeklinde bir anlama gelmektedir.  

Hiç bir çevirmenin bu emrin karşılığının intihar etmek olduğunu iddia ettiğini söylememekle birlikte, böyle bir çevirinin, kullandığımız dilde böyle bir karşılığının olması, bazı meal okuyucularında, özellikle yeni yeni meal okumaya başlayanlarda kafa karışıklığına yol açabilmesi açısından uygun bir çeviri olmadığını söyleyebiliriz.



وَلَوْ أَنَّا كَتَبْنَا عَلَيْهِمْ أَنِ اقْتُلُواْ أَنفُسَكُمْ أَوِ اخْرُجُواْ مِن دِيَارِكُم مَّا فَعَلُوهُ إِلاَّ قَلِيلٌ مِّنْهُمْ وَلَوْ أَنَّهُمْ فَعَلُواْ مَا يُوعَظُونَ بِهِ لَكَانَ خَيْرًا لَّهُمْ وَأَشَدَّ تَثْبِيتًا

Bu ayetin yapılan bazı çevirileri şu şekildedir;

Ali Bulaç:
Eğer gerçekten biz, onlara: "Kendinizi öldürün ya da yurtlarınızdan çıkın" diye yazmış olsaydık, onlardan az bir bölümü dışında, bunu yapmazlardı. Onlar, kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, bu şüphesiz onlar için hayırlı ve daha sağlam olurdu.

Süleyman Ateş :
Eğer onlara: "Kendinizi öldürün, ya da yurtlarınızdan çıkın!" diye yazmış olsaydık, içlerinden pek azı hariç, bunu yapmazlardı. Ama kendilerine öğütleneni yapsalardı, elbette kendileri için daha iyi ve daha sağlam olurdu.

Örnek olarak verdiğimiz meallerde, Uktülu enfüseküm emrinin, Kendinizi öldürün şeklinde çevrildiği görülmekte, böyle bir emrin bizim dilimizdeki karşılığı ise, İntihar edin anlamına gelmektedir. Böyle bir çevirinin bazı istifhamlara sebep olması bakımından uygun olduğunu söylemek maalesef zordur. Uygun olan çevirinin, emrin maksadına uygun bir çeviri olabileceğini söyleyebiliriz.

Ayet, Nisa s. 60. ayetinden gelen bir bağlama sahip olup, Müslümanlar içine sızmış olan münafıklar ile ilgilidir. Allah (c.c), onların üzerine kendilerine zor gelecek olan bazı emirleri farz kılacak olsaydı, bu emrini pek çoklarının kabul etmeyeceğini, pek azının kabul edeceğini bildirmektedir.

Bu emrin savaşmak emri ile ilgili olduğunu dikkate aldığımızda Uktülü enfüseküm emrinin, savaşmak sureti ile canları feda etmek ile alakalı olduğu anlaşılacaktır. Durum böyle olunca ilgili emrin de bu emri çağrıştıran ifadelerle çevrilmesi gerekecektir. 

Ali Fikri Yavuz:
Eğer biz o münafıklara: “- Nefislerinizi cihad için öldürün, yahut yurdlarınızdan çıkın” diye bir farziyyet yükleseydik, içlerinizden pek azı müstesna, onu yapmazlardı. Onlar kendilerine öğüt verilen şeyleri yerine getirseydiler elbette bu, haklarında çok hayırlı ve imanlarını kökleştirme bakımından sağlam bir hareket olurdu.


Bayraktar Bayraklı :
Fakat biz onlara, “hayatlarınızı feda ediniz” yahut “yurtlarınızı terkediniz” diye emretmiş olsaydık, çok azı hariç, bunu yapmazlardı. Oysa tavsiye edilen şeyi yapmış olsalardı, bu, kesinlikle onların yararına olurdu ve onları daha güçlü kılardı.

Muhammed Esed:
Fakat biz onlara "Hayatlarınızı feda edin!" yahut "Yurtlarınızı terk edin!" diye emretmiş olsaydık, çok azı bunu yapardı. Oysa, tavsiye edilen şeyi yapmış olsalardı, bu, kesinlikle onların yararına olurdu ve onları (imanlarında) daha güçlü kılardı,

Yukarıda verdiğimiz çeviri örneklerinde, ayet içinde geçen Uktülu enfüseküm emrinin, savaşmak emri ile alakası kurularak anlam verildiği görülmekte, bu doğrultuda yapılan meallerin, daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz.

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

7 Kasım 2017 Salı

Nisa s. 29. Ayetindeki "Ve la Taktülu Enfüseküm" Emrinin, "İntihar Etmeyiniz" Şeklinde Yapılan Çevirileri Üzerine

Kur'an'ın bir başka dile çevirisinde veya bazı ayetlerinin yorumlanmasında, ilgili ayetin bağlam ve bütünlük gözetilmeden çeviri veya yorumunun yapılmasından dolayı, ortaya bazı anlama sorunlarının çıktığı malumdur. Yazımızda Nisa s. 29. ayeti içinde geçen bir cümlenin, yapılan çeviri ve yorumlarında bağlam ve bütünlük gözetilmemesi ortaya çıkan bir soruna dikkat çekmeye çalışacağız.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَأْكُلُوا أَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ إِلَّا أَنْ تَكُونَ تِجَارَةً عَنْ تَرَاضٍ مِنْكُمْ ۚ وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ ۚ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِكُمْ رَحِيمًا
Yazımıza konu edeceğimiz, Nisa s. 29. ayeti içinde geçen وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin bazı meallerde, Kendinizi öldürmeyiniz veya İntihar etmeyiniz şeklinde çevrilmiş olduğu, veya bazı tefsirlerde bu cümlenin intiharı yasakladığı konusunda görüşlere rastlanılmaktadır. Cümle içindeki Enfüseküm kelimesinin çevirisinin, Kendinizi veya Birbirinizi şeklinde her iki anlama da gelebileceği, fakat bu iki anlamdan hangisinin tercih edilebileceği meselesinde, kelimenin geçtiği ayetin bağlam ve bütünlüğüne dikkat edilmesi gereği önem kazanmaktadır.

Şimdi konuyu daha kolay anlayabilmek için وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin, İntihar etmeyiniz olarak çevrildiği bir meali ele alalım.

 (Nisa s. 29) Ey imân etmiş olanlar! Mallarınızı aranızda bâtıl yere yemeyiniz. Meğer ki karşılıklı rızayla yapıları bir ticaret olsun. Ve kendinizi de öldürmeyiniz. Şüphe yok ki Allah Teâlâ sizlere rahîmdir.

Bu ayetteki وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin intihar etmenin yasak olduğuna dair bir anlam dahilinde çevirmenin isabetli olup olmadığını, bir sonraki 30. ayetten anlamak mümkündür.

(Nisa s. 30) Kim, zulüm ve düşmanlıkla bunu yaparsa; yakında onu cehenneme sokacağız. Bu Allah'a kolaydır.
Nisa s. 30. ayetindeki, "Kim, zulüm ve düşmanlıkla bunu yaparsa" cümlesi, 29. ayetteki وَلَا تَقْتُلُواأَنْفُسَكُمْ cümlesine bağlanmakta, ilgili cümleyi Kendinizi öldürmeyin olarak bir çeviri tercihi yaptığımızda "Kim,zulüm ve düşmanlık ile kendisini öldürürse" anlamına gelmektedir. Böyle bir ifade, kendini öldürmenin veya intihar etmenin haklı bir gerekçeye dayanabileceği, yani zulüm ve düşmanlık harici bir durumda intihar etmenin meşru bir gerekçe olabileceği gibi anlam taşımaktadır. İnsanın kendisini öldürmesinin hiç bir surette haklı bir gerekçesi olamayacağına göre, 29. ayetteki Enfüseküm kelimesine Kendinizi anlamı değil, Birbirinizi anlamının verilmesi daha uygun olacaktır.

Şimdi Nisa s. 29. ayetindeki وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesine, Birbirinizi öldürmeyin şeklinde bir anlam üzerinden konumuza devam edelim.

 (Nisa s. 29) Ey iman edenler, mallarınızı, sizden karşılıklı anlaşmadan (doğan) bir ticaretten başka haksız 'nedenler ve yollarla (batılca) ' yemeyin. Ve birbirinizi de öldürmeyin. Şüphesiz, Allah, sizi çok esirgeyendir.

(Nisa s. 30) Kim, zulüm ve düşmanlıkla bunu yaparsa; yakında onu cehenneme sokacağız. Bu Allah'a kolaydır.

29. ayetteki وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin, Birbirinizi de öldürmeyin şeklinde çevrilmesinden sonra, bu cümleyi 30. ayet ile bağladığımızda, ortaya "Kim zulüm ve düşmanlık ile birbirini öldürürse" şeklinde bir anlam ortaya çıkacaktır. Yani Allah (c.c), iman edenlerin zulüm ve düşmanlık ile birbirini öldürmelerini yasaklamaktadır.

Bu sefer de, bir müminin diğer bir mümini öldürmesinin haklı bir gerekçesi olabileceği sorunu ortaya çıkacak, ve böyle bir durumun haklı bir gerekçesinin ne olabileceği sorusunun cevabı aranacaktır. Bu sorunun cevabı için Hucurat s. 9. ayetine gitmemiz gerekecektir.

(Hucurat s. 9) Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah'ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever.

Hucurat s. 9. ayetinde, Mümin olarak vasıflandırılmış olan iki topluluğun aralarındaki savaşından bahsedilmektedir. Ayet, birbirleri ile savaşan iki mümin gurubun  aralarının düzeltilmesini, iki mümin gurubun arasında barış sağlandıktan sonra, bir mümin gurup diğer mümin guruba saldırmak sureti ile barışı bozacak olursa, saldırgan olan mümin taraf ile savaşılarak, saldırgan gurubun  yeniden barışa dönmesi emredilmektedir. 

Böyle bir durumda ise, mümin bir gurubun diğer mümin bir gurubu öldürmesi söz konusu olmaktadır. Barışı bozan mümin taraf ile savaşılması gerektiği bizlere, bir müminin diğer bir mümini öldürmesinin meşru bir sebep dahilinde olabileceğini de göstermektedir. 

Sonuç olarak; Nisa s. 29. ayetinde geçen أَنْفُسَكُمْ kelimesinin, Kendinizi veya Birbirinizi şeklinde her iki anlama da gelebileceği, bu iki anlamdan hangisinin daha uygun olacağı, ayetin bağlam ve bütünlüğünden anlaşılabilecektir. Bu kelimenin, Kendinizi şeklinde çevrilmesinin bağlam ve bütünlüğe uymadığı, Birbirinizi şeklinde çevrilmesinin bağlam ve bütünlüğe daha uygun olacağı görülmektedir.

Bu çalışmayı yapma amacımız, farklı şekilde çevrilmeye müsait olan bir kelimenin, hangi çevirisinin daha uygun olacağının, ayet ve Kur'an bütünlüğü dikkate alınarak bulunabileceğini göstermeye çalışmaktır. Bir kelimenin uygun olmayan bir anlamının çeviriye dahil edilmesi, bir takım sorular ve müşkülat çıkarması açısından sakıncaları olduğu bilinmelidir.

                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

25 Eylül 2017 Pazartesi

Bakara s. 2. Ayetindeki "Zalikel Kitabu" İfadesi Üzerinde Bir Mülahaza

Bakara s. 2. ayetinde geçen Zalikel Kitabu ifadesi, bütün meallerde Türkçeye,  İşte bu kitap şeklinde çevrilmektedir. Çeviride herhangi bir yanlışlık olduğunu iddia etmemekle birlikte, İşte bu kitap ifadesinin, kitabın iniş süreci içinde Medine'de inen ayetlerden olması, Kur'an'ın iki kapak arasına alınmasının yani bildiğimiz anlamda kitaplaşmasının, Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında gerçekleştiğini hesaba kattığımızda, bu ifade bazı kimselerin kafasında soru işaretleri oluşturabilecek, henüz iki kapak arasına alınmamış bir kitap için neden böyle bir ifade kullanıldığının cevabı aranacaktır. 

Yazımızda, bazı kimselerde oluşabilecek bu türden soruların cevabını aramaya çalışacağız.

Bazı kimselerin kafasında oluşabilecek bu türden soruların başta gelen sebebi, Kitap denilince zihnimizde ilk olarak, iki kapak arasına alınmış kağıttan mamul bir materyal şeklinde bir anlamının oluşmuş olmasıdır. Halbuki Arapçada bu kelimenin anlamı sadece bu şekilde değildir. Kelimenin Arap dilindeki anlamını öğrendiğimiz zaman, böyle bir sorunun cevabı da kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

El ketbü: İki deriyi dikmek sureti ile birbirine eklemek.
Ketebtüssiqae: Su tulumunu diktim.
Ketebtül bağlete: Dişi katırın fercinin dudağını (bir halkayla) birleştirdim.

Bu kelime yaygın dilde ise, harfleri yazarak birbirine eklemek anlamında kullanılır. Ayrıca bu kelime ağızdan çıkan lafzın birbirine eklenmesi ile ilgili de kullanılmaktadır. Konumuzu aydınlatacak olan nokta, kelimenin bu anlamıdır. Kitap kelimesinin anlamlarından birisini, ağızdan peş peşe çıkan harflerin oluşturduğu cümleler olarak tarif ettiğimiz zaman, Bakara s. 2. ayetinde geçen ibare açıklığa kavuşacaktır.

Kur'an bilindiği üzere Muhammed (a.s) a yazılı olarak değil, sözlü olarak inen bir vahiydir. Yaklaşık 1500 yıl öncesi Medine'ye gidecek olursak karşımıza şöyle bir manzara çıkacaktır. Bakara s. 2. ayeti olarak bildiğimiz Zalikel Kitabu .............. diye devam eden ayetler, Muhammed (a.s) ın ağzından çıkarak muhataplarına okunmaktadır. Fakat zalike zamirinin işaret etmiş olduğu kitap Muhammed (a.s) ın elinde yoktur. Bizim anladığımız dilde, bir kimse bize İşte bu kitap şeklinde bir hitapta bulunacak olduğunda, elinde işaret ettiği herhangi bir kitap eğer yoksa ona Hangi kitabı işaret ediyorsun? şeklinde bir soruyu haklı olarak sorarız.

Fakat Medine'deki ilk muhatap olan Araplar, Muhammed (a.s) a böyle bir soru sormamışlardır. Çünkü Kitap kelimesini duyduklarında, bu kelime anlam olarak onların zihninde sadece iki kapak arasındaki bir materyal olarak ifadesini bulmamaktadır. Bakara s. 2. ayetinden önce 1. ayeti olan Elif, Lam, Mim harfleri, İşte bu kitap ifadesinin ne anlama geldiğini onlara anlatmakta idi.

Muhammed (a.s) ın ağzından çıkan ve Elif, Lam, Mim gibi Arap alfabesinin oluşturduğu harfler ile kurulan kelimeler, kelimelerin oluşturduğu cümleler, cümlelerin oluşturduğu ayetler, bu ayetlerin oluşturduğu sureler, İşte bu kitap ifadesinin Arap zihnindeki anlamını karşılamakta idi. Yani ilk muhataplar bu ifadeyi duyduklarında Hangi kitap? diye bir soru sormaya gerek duymamışlar, bu kelimenin onların zihnindeki anlamını karşılayan, ağızdan peş peşe çıkan harflerin oluşturduğu cümleler anlamı onlara yeterli gelmiştir.

Netice olarak, Bakara s. 2. ayetindeki Zalikel Kitabu ifadesi, Muhammed (a.s) ın ağzından çıkan harflerin birleşmesi ile meydana gelen vahyi ifade etmektedir. Bu bağlamda Kitap kelimesinin bu anlamı, bizlere genel bir kanı olan Kitap verilen elçi, Kitap verilmeyen elçi ayrımının yanlışlığını da ortaya çıkaracaktır. Çünkü bu hataya düşülmesinin en başta gelen sebebi, kitap kelimesinin sadece iki kapak arasındaki bir materyal olarak anlamlandırılmış olmasıdır.

Kur'an'a baktığımızda Allah (c.c) nin gönderdiği beşer elçilerin klasik tarifteki gibi bir kısmının Nebi, bir kısmının ise Resul olduğunu değil, tamamının NEBİ RESUL olduğunu görürüz. Allah (c.c) gönderdiği bütün elçilerine önce vahyederek onların NEBİ olmasını sağlamıştır. Onların Nebi olması kendilerine kitap verilmiş olması gelmektedir. Çünkü beşer elçiler kendilerine indirilen vahyi kavimlerine iletmekle görevli kişiler olup, bu görevleri onları aynı zamanda RESUL olmalarını beraberinde getirmekte idi. 

Bütün elçiler ağızlarından çıkan ve kavimlerinin dili olan harflerin oluşturduğu cümleler ile kendilerine inen vahyi muhataplarına tebliğ etmişlerdir. Bu anlamda kendisine kitap inmeyen elçi diye bir şey olması asla mümkün değildir. Çünkü kitap kelimesinin anlam alanına, ağızdan çıkan harflerin oluşturduğu cümleleri dahil ettiğimiz zaman, bütün elçilerin Allah'tan vahiy aldıkları, ve aldıkları bu vahyin kitap kelimesinin anlamını karşıladığı dikkate alındığında, genel geçer olarak bilinen bir yanlışın önüne de geçilmiş olacaktır.

Sonuç olarak; Kur'an içinde geçen bazı kelimelerin sahip oldukları anlamlara dikkat etmeden yapılan okumalarda, zihinlerde cevap bekleyen bir takım soruların oluşması kaçınılmazdır. Bakara s. 2. ayetinden geçen Zalikel Kitabu ifadesindeki kitap kelimesi, eğer bizim zihnimizdeki klasik anlamı çerçevesinde anlaşılacak olduğunda, ortaya bir takım soruların çıkması muhtemeldir. Ancak bu kelimenin sahip olduğu başka anlamları da dikkate alarak ifadeyi anlamaya çalıştığımızda, ortada herhangi bir sorun kalmayacaktır. 

Ayrıca kitap kelimesinin bu anlamı, doğru bildiğimiz yanlışlardan olan Nebi ve Resul kavramlarının da doğru bir zemine oturmasını sağlayacaktır.

                                        EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

20 Mayıs 2017 Cumartesi

Allah (c.c) nin Nahl s. 41. Ayetindeki Vaadini Yusuf Kıssasından Okumak

Kullarına yapmış olduğu her türlü vaadinden asla dönmeyeceğini beyan eden Allah (c.c), bu vaadinin gerçekleşmiş şeklini kıssalar ile canlı ve yaşanmış bir şekilde bizlere göstermektedir. Bu yazımızda, Allah (c.c) nin biz kullarına Nahl s. 41. ayetinde yapmış olduğu bir vaadin, Yusuf kıssası üzerinden gerçekleşmiş şeklini okumaya çalışarak, kıssaların anlatılış amaçlarını daha iyi anlamaya çalışacağız. Malum olduğu üzere Kur'an kıssaları, geçmişlerin yaşantılarından kesitler sunmak sureti ile, sonraki gelecek olanlara bu anlatımlardan ibret almalarını amaçlamaktadır. Kıssaları bu gözle okuduğumuz takdirde, bu anlatımlar bizlerin yaşantısının şekillenmesinde örnek olacaktır. 

Yapacağımız okumanın amaçlarından bir tanesi de, aynı zamanda Kur'an'ın birbiri içinde nasıl muhteşem bir anlam örgüsüne sahip olduğunu da göstermeye çalışmaktır. Nahl s. 41. ayetini belki çoğu zaman üstünkörü okur geçeriz. Fakat Arapça metindeki bazı kelimelerin birbiri ile olan alakasını kurarak okumaya çalıştığımız bir Kur'an, ayetlerin birbiri ile olan anlam bağını da görmemizi sağlayacaktır.

وَالَّذِينَ هَاجَرُواْ فِي اللّهِ مِن بَعْدِ مَا ظُلِمُواْ لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَلَأَجْرُ الآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُواْ يَعْلَمُونَ
[016.041] Zulme uğradıktan sonra Allah uğrunda hicret edenlere gelince, kesinlikle onları dünyada güzel bir yere yerleştireceğiz; ahiret mükafatı ise daha büyüktür, eğer bilseler.

الَّذِينَ صَبَرُواْ وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ
[016.042]  Onlar sabredenler ve Rablerine tevekkül edenlerdir.

Nahl s. 41. 42. ayetlerini okuduğumuzda, Allah (c.c) zulme uğrayan kullarını, sabrederek mücadele ettikleri takdirde, DÜNYADA güzel bir yere yerleştireceğini vaad etmektedir. Kur'an kıssaları Allah (c.c) nin bu vaadinin canlı bir şekilde yerine gelmiş olduğunu bizlere anlatan ibret vesikalarıdır. Allah (c.c) nin sabreden kullarına vaad ettiği dünyada güzel bir yer, Yusuf (a.s) ın yaşamında canlı olarak bizlere gösterilmektedir. Allah (c.c) nin bu vaadini Sünnetullah yani değişmez yasa olarak anladığımız zaman, bu vaadlerin gerekli şartlar yerine geldiği tüm zamanlarda yerine geleceğini anlayabiliriz. 

Nahl s. 41. ayetindeki vaadin yaşanan hayat içinde yani DÜNYADA gerçekleşeceğinin vaad edilmiş olması önemli bir noktadır. 42. ayette bu karşılığa ulaşmanın yolunun sabır ve tevekkül olduğunu dikkate alarak yapılacak okumalarda, biz kulların dünya hayatında karşılaştığımız sıkıntıları nasıl aşabileceğimizin de yolu gösterilmektedir.

Başına gelen sıkıntılara karşı sabır ve tevekkül etmek konusunda acze kolayca düşebilen insan, eğer bunu başardığı takdirde bunun karşılığını ahirette alacağı gibi, Allah'ın bir vaadi olarak dünya hayatında da alacaktır. Yusuf (a.s) yaşamı içinde bunu başarmış bir kimse olarak, sabrının karşılığını dünya hayatında almış, onun aldığı bu karşılık ise, değişmez bir yasanın  sonucu olarak bizlere de örnek olmaktadır.

[012.056] Ve işte böylece Yusuf'u o ülkede yerleştirdik; neresinde isterse makam tutuyordu. Biz rahmetimizi dilediğimize nasip ederiz. Ve iyi davrananların mükafatım zayi etmeyiz.

Yusuf s. 56. ayeti, Yusuf (a.s) ın o ana gelene kadar çektiği çile ve ızdırabın bittiğini, başına gelenlere karşı gösterdiği davranışların karşılığını aldığını beyan etmektedir. Bu beyan ile Nahl s. 41. ve 42. ayetlerini birlikte okuduğumuzda ise, Allah (c.c) nin biz kullarına yapmış olduğu vaadin, Yusuf (a.s) örneğinde gerçekleştiği görülmektedir. 

Yusuf (a.s) ın hayatına baktığımız zaman, kardeşleri tarafından kuyuya atıldıktan sonra, onu bulan kervancılar tarafından Mısır'da satılmış, satın alan kişinin onu yetiştirerek gençlik çağına gelmesini sağladığını görmekteyiz (Yusuf s. 1-21). Onu satın alan kişinin karısı onun nefsinden murat almak istemesi, Yusuf'un hayatında yeni bir dönemin başlamasına sebep olmuştur. 

Yusuf (a.s) ın başına gelen bu olay genellikle ters biçimde gerçekleşerek, erkeğin kadını arzulaması şeklinde cereyan etmektedir. Bir kadının erkeğe yaptığı zina teklifinin ret edilmesi nadir görülebilecek durumlardan bir tanesi olup, bu konuda Yusuf (a.s) ın dahi bir an için bocaladığını görmekteyiz (Yusuf s. 24). Hele bu kadın ret edildiği takdirde o kişiye bazı yaptırımlar uygulayabilecek bir güce sahip ise, ret edilmesi daha güçtür. 

Fakat Yusuf (a.s) kendisine yapılan ahlaksız teklifi ne pahaya olursa olsun geri çevirmek sureti ile gençliğinin hapislerde çürümesine razı olmuştur. İşte Yusuf (a.s) tarafından bize öğretilen ders bu dur. Eğer o kadının teklifini kabul etmiş olsaydı, gençliğinin hapislerde geçmesine engel olacak ve güzel bir hayat sürebilecekti. Fakat böyle bir hayata razı olmak yerine hapsolunmayı seçen Yusuf (a.s), dünya hayatının geçici nimetleri ile ahiret hayatının ebedi nimetleri arasında tercih yapılması gerektiğinde, nasıl bir tercihte bulunmak gerektiğini yaşantısı ile öğretmektedir.

Yusuf (a.s) gençliğinin hapislerde geçtikten ve sıkıntılara göğüs gerdikten sonra, Mısır ülkesine sultan olacağını da bilmiyordu. O sadece doğru bildiğini hayatına geçirmek sureti ile dik bir duruş sergilemiş, sonu neye mal olursa olsun her şeye razı gelmişti.

İnsan olarak hepimizin hayatı, dünya hayatının geçiciliğini veya ahiret hayatının ebediliğini seçmek noktasında yapacağımız tercihler ile geçecektir. Ebedi hayatı seçmek noktasında yapacağımız tercihler belki bizlerin dünya hayatında büyük sıkıntılara düşmesine sebep olacaktır, fakat bunun bize ileride daha güzel günleri getireceğini bilmiş olmamız, bu sıkıntılara katlanmamızı kolaylaştıracaktır.

İşte Nahl s. 41 ve 42. ayetleri, bizlere bu müjdeyi vermektedir. Yusuf (a.s) ı aynı surenin 56. ayetindeki sonucu götüren süreç, onun Nahl s. 41. ayetinin gereğini hayatına yansıtması sonucunda gerçekleşmiştir. 

Nahl s. 41. ve 42. ayetlerinin yine dünya hayatında gerçekleşmiş şekli İsrailoğulları ve İbrahim (a.s) örneğinde görülebilir.

[010.093] Biz, İsrailoğullarını güzel bir yere yerleştirdik (bevve'ne). Onlara tertemiz şeylerden rızıklar verdik. Kendilerine ilim gelinceye kadar hiç ihtilafa düşmediler. Şüphesiz Rabbın, kıyamet günü aralarındaki ihtilaflar hakkında hükmünü verecektir.

[022.026]  «Bana hiçbir şeyi ortak koşma; tavaf edenler, orada kıyama duranlar, rüku edenler ve secdeye varanlar için Evimi temiz tut» diye İbrahim'i El beyt'in yerine yerleştirdik (bevve'ne).

Yunus s. 93. ayeti, İsrailoğullarının Firavun zulmünden kurtularak denizin karşı kıyısına geçtikten sonraki hallerini anlatmaktadır. İsrailoğulları bu sonuca erişmek için uzun yıllar süren bir mücadele içine girmiş, Nahl s. 41. ve 42. ayetlerdeki şartları yerine getirerek, dünyada güzel bir yere yerleştirilmeyi hak etmişlerdir.

Hac s. 26. ayeti, İbrahim (a.s) ın kavminden kurtularak başka topraklara hicret etmesinden sonraki hayatını anlatmaktadır. İbrahim (a.s) bilindiği üzere müşrik kavmi ile büyük bir mücadeleye girişmiş, onların kendisine karşı kurduğu tuzaktan kurtularak onlardan ayrılmıştır. Onun kavmi ile giriştiği mücadele, yine Nahl s. 41. ve 42. ayetindeki şartları yerine getirmesi sonucunda dünya hayatında güzel bir yere yerleştirilme vaadinin gerçekleşmesine sebep olmuştur.

Kur'an kıssalarını Sünnetullah'ın toplumlar üzerinde nasıl işlediğini gösteren anlatımlar olarak okuduğumuz zaman, elçilerin ve onlara inanmayanların başlarından geçenler, sadece onlara has olmaktan çıkarak, tüm zamanlara mesajlar içeren gerçekler olarak karşımıza çıkacaktır.

Sonuç olarak; Kur'an kendi içindeki anlam örgüsü ile, kendisini açan bir kitap olma özelliğini taşımaktadır. Bu çalışmamızda Nahl s. 41. ve 42. ayetlerinde Allah (c.c) tarafından verilen vaadin gerçekleşmiş şeklini Yusuf (a.s) ın hayatı üzerinden okumaya çalıştık. 

Kur'an kıssaları, Sünnetullah  olarak bildiğimiz değişmez toplumsal yasaların, geçmiş kavimler üzerinde nasıl işlediğini göstererek, gelecek topluluklar üzerinde de nasıl ve hangi şartlarda işleyebileceğini gösteren anlatımlardır. Bu nokta dikkate alınarak yapılan okumalar, bizlere Kur'an'ın gerçek hayatın tam ortasına hitap ettiğini gösterecektir.

                                  EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 
                   

6 Mayıs 2017 Cumartesi

Tevbe s. 41. Ayetindeki Hifafen ve Sikalen Kelimelerinin Anlamını Bağlamından Tesbit Etmek

Her dilde olduğu gibi Arap dilinde de bir kelimenin birden fazla anlama, birden fazla kelimenin ise tek anlama gelmesi söz konusudur. Tefsir de bu duruma Vücuh ve Nezair  adı verilmekte, ve bu türden örnekler Kur'an içinde bulunmaktadır. Birden fazla anlama sahip olan bir kelimenin hangi anlamda kullanılmış olabileceği ise, ayetin sahip olduğu bağlama dikkat edilerek anlaşılabilir. 

Tevbe s. 41. ayetine baktığımızda, bu ayet içinde geçen Hifafen ve Sikalen kelimelerinin birbirinden farklı anlamlarda çevrildiği görülecektir. Yapılan bu çevirilerden hangisinin daha doğru olabileceği ise, ayetin sahip olduğu bağlam dikkate alınarak tespit edilebilir.

İnfirû hıfâfen ve sikâlen ve câhidû bi emvâlikum ve enfusikum fî sebîlillâh(sebîlillâhi), zâlikum hayrun lekum in kuntum ta´lemûn(ta´lemûne).

Bu ayetin çevirilerine baktığımızda şu şekilde çevrildiğini görmekteyiz;

[009.041] [DI] İsteyen, istemeyen, hepiniz savaşa çıkın. Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihat edin. Bilirseniz bu sizin için hayırlıdır.

[009.041] [FK] Kolayınıza da gelse zorunuza da gitse mutlaka sefere çıkınız, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.

[009.041] [DV] (Ey müminler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.

[009.041] [E0] Sizler gerek sebükbar ve gerek ağırlıklı olarak seferber olunuz ve mallarınızla canlarınızla Allah yolunda cihâd ediniz, eğer bilir takımdan iseniz bu sizin için hayırdır.

Bu ayetin böyle farklı çevirilere sahip olmasına sebep olan kelime, ayet içindeki Hifafen ve Sikalen kelimeleridir. Bu kelimelerin çevirilerinin hangisinin daha isabetli olabileceğini ise, Tevde s. 38. ayetinden itibaren okumaya başladığımızda anlamak mümkündür. 


Yâ eyyuhellezîne âmenû mâ lekum izâ kîle lekumunfirû fî sebîlillâhissâkaltum ilel ard(ardi), e radîtum bil hayâtid dunyâ minel âhireh(âhireti), fe mâ metâul hayâtid dunyâ fîl âhireti illâ kalîl(kalîlun).

[009.038] Ey iman edenler! Size ne oldu ki, «Allah yolunda savaşa çıkın!» denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? Dünya hayatını ahirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat dünya hayatının faydası ahiretin yanında pek azdır.

Sekale; Ağırlık anlamında kullanılan bir kelimedir. Kişinin bir işi yapmaktaki isteksizliği de bu kelime ile ifade edilmektedir. Bu kelimenin karşıtı ise Hiffetün olup, bir işi yapmaktaki isteklilik te bu kelime ile ifade edilmektedir.

Tevbe s. 41. ayetinde geçen Sikalen  kelimesinden türeyen bir başka kelime, 38. ayet içinde de geçmektedir. 38. ayet içinde bu kelime, bir işi yapmaktaki isteksizlik yani savaşa gitmekten hoşlanmamak, dünya hayatına meyletmek anlamında kullanmaktadır. 41. ayet içinde geçen kelimenin anlamı, bu ayet içindeki anlam ile yakından alakalıdır.

[009.039] Eğer savaşa çıkmazsanız Allah sizi acıklı bir azaba uğratarak yerinize başka bir toplum getirir. Siz Allah'a hiç bir zarar dokunduramazsınız. Çünkü Allah'ın gücü her şeyi yapmaya yeter.
[009.040]  Eğer siz ona yardım etmezseniz; doğrusu Allah, ona yardım etmişti. Hani kafirler onu çıkarmışlardı da, o ikinin ikinicisydi. Hani onlar mağarada idiler ve hani o, arkadaşına; üzülme, Allah bizimledir, diyordu. Bunun üzerine Allah, ona sekinetini indirmişti, onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemişti. Ve küfretmiş olanların sözünü alçaltmıştı. Allah'ın kelimesi ise en yüce olandır. Allah; Aziz'dir, Hakim'dir.

Ayetleri bağlamı dikkate alarak okuduğumuzda, 41. ayet içinde geçen iki kelimeye anlam isabetli bir verilmesi için, 38. ayette geçen anlamın dikkate alınması gerekmektedir. 38. ayet içinde bu kelimenin, bir işi yapmakta isteksiz olmak anlamında kullanılması, ikinci kelimenin de onun karşıt anlamlısı olduğu dikkate alınarak, bir işi yapmakta istekli olmak anlamında kullanılmasını gerektirdiğini söyleyebiliriz.

Buna göre Tevbe s. 41. ayetinde geçen Hifafen, bir işi yapmakta istekli olmayı, Sikalen ise bir işi yapmakta istekli olmamayı ifade etmek olarak çevrilmesi gerektiğini düşünmekteyiz.

[009.041] [DI] İsteyen, istemeyen, hepiniz savaşa çıkın. Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihat edin. Bilirseniz bu sizin için hayırlıdır.

[009.041] [FK] Kolayınıza da gelse zorunuza da gitse mutlaka sefere çıkınız, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.

Yukarıda verdiğimiz ayet çevirilerinin bağlam gözetilerek, isteklilik ve isteksizliği ifade eden bir anlam verilerek çevrildiğini, dolayısı ile bu anlamı dikkate alan çevirilerin daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz. 

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

16 Nisan 2017 Pazar

Nisa s. 119. Ayetindeki Şeytanın Vaadini Maide s. 103 ve Enam s. 136-145. Ayetlerinden Anlamak

Kur'an'ın, İlk Muhataplar olarak bildiğimiz, ilk indiği zaman ve mekanda yaşayan insanlara ne dediğinin anlaşılması, bu kitabın biz sonrakilere ne demiş olabileceğinin anlaşılmasında kolaylık sağlayacaktır. Bilindiği üzere Kur'an, Mekke ve Medine'de yaşayan topluluğa inmiş, inen ayetlerin büyük çoğunluğu, bu şehirlerde yaşayan Müşrik, Yahudi, Hristiyan gibi toplulukların bazı yanlışlarını düzeltmek amacına matuftur. 

Bu toplumların yaptıkları yanlışlar, Küfür, Şirk, Fısk, Nifak gibi Kur'an'i kavramlar ile ifade edilen yanlışlar olup, bu fiiller sadece o zaman ve mekanda yaşayan insanlar tarafından işlenmemekte, insanın yaşam alanında olduğu tüm zamanlarda yaptığı yanlışlardır. Bu fiillerin ilk muhataplar nezdinde nasıl işlendiğinin anlaşılması, biz sonrakiler için bu fiillerin insan hayatından nasıl hayat bulduğunu, bu fiillerden nasıl sakınmak gerektiğini de öğretecektir.

Kur'an'ın Şeytan kavramı etrafında yaptığı anlatımlar, yaşamış ve yaşayacak bütün insanları ilgilendirmektedir. Bütün insanlar Şeytan tarafından her an iğvaya maruz kalmakta, insanın nasıl yanlışa düşürüldüğü kıssa yollu anlatım ile Kur'an içinde yer bulmuş, Şeytan'ın insana olan düşmanlığı, Adem ve eşinin şahsında canlandırılarak anlatılmıştır.

Adem İblis kıssası, yaratılan ve yaratılacak olan bütün insanları ilgilendirmesi bakımından evrensel mesajlar taşımaktadır. Nisa s. 118-119. ayetlerinde Şeytan insanların ayağını kaydırmak maksadıyla onlara bir takım iğvalarda bulunacağını söylediğini görmekteyiz. Şeytanın insanları yoldan çıkarmak için yapmayı vaad ettiği iğvalara baktığımızda, o iğva ile Mekke'li müşriklerin yaptığı bazı şeylerin örtüştüğünü görmekteyiz. 

Şeytanın iğvası sonucunda Mekke müşriklerinin yaptığı şeyin ne anlama geldiğinin anlaşılması, bu ayetin evrensel mesajının anlaşılmasını da sağlayacaktır.

[004.118-9] Allah o şeytana lanet etti. Ve o da: «Elbette senin kullarından belirli bir pay alacağım, onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara sokacağım, ve onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah'ın yaratışını değiştirecekler» dedi. Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost edinirse, şüphesiz o, apaçık bir ziyana uğramış olur.

Nisa s. 119. ayetindeki "onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah'ın yaratışını değiştirecekler" cümlesinin ne anlama geldiğini anlamak için Maide s. 103. ayetine gitmek gerektiğini düşünmekteyiz. 

[005.103] Allah, ne «bahîre»yi, ne «sâibe»yi, ne «vesile»yi ve ne de «hâm»ı meşru kılmıştır. Fakat küfredenler, Allah'a yalan iftira etmektedirler. Onların çoğunun akılları ermez.
[005.104] Onlara: «Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin» denildiğinde, «Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter» derler. (Peki,) Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete ermiyor idilerse?.

Bahire ; 5 defa doğurduktan sonra KULAĞI YARILAN, putların hizmetine verilerek kimsenin binmediği, etinden ve sütünden faydalanmadığı dişi deve veya koyun. 

Saibe ; Bir kimsenin hastalandığında veya eve döndüğünde bağışladığı ve hiç kimsenin ondan faydalanmadığı deve. 

Vesile ; Hiç doğurmamış dişi devenin arka arkaya ikizler doğurması sonucunda salıverilmesi.

Ham ; Erkek deveden 10 döl alındığında sırtına binilmemesi.

Maide s. 103. ayetinde Allah (c.c) nin Bahire, Saibe, Vesile, Ham olarak bahsettiği isimler, Arap müşriklerinin bazı hayvanlar üzerinde Helal- Haram şeklinde yapmış oldukları tasarruflar ile ilgili isimler olup, Kur'an bunların Allah'a atılmış bir iftira olduğunu beyan etmektedir.

Maide s. 103. ayetinde bahsi geçen isimlerin ne anlama geldiğini ise Enam s. 136-145. ayetlerinden anlamaktayız.

[006.136]  Tutup Allah'ın yarattığı ekin ve davar'dan ona bir pay ayırdılar ve kendi yanlış kanaatlerince: «Bu Allah için, bu da ortaklarımız için.» dediler. Fakat ortakları için olanlar Allah tarafına geçmez, Allah için yarılmış olan ise, ortaklarının tarafına geçer. Ne kötü hüküm yürütüyorlar!
[006.137] Bunun gibi ortakları, müşriklerden çoğuna çocuklarını (kızlarını) öldürmeyi hoş gösterdi ki, hem kendilerini mahvetsinler hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar! Allah dileseydi bunu yapamazlardı. Öyle ise onları uydurdukları ile baş başa bırak!
[006.138] Onlar kendi zanlarınca; bu davarlar, bu ekinler haramdır, onları dilediğimizden başkası yiyemez. Bir takım hayvanların sırtları haramdır, dediler. Bir kısım hayvanların üzerine de O'na karşı iftira ederek; Allah'ın adını anmazlar. Allah; yapmakta oldukları iftiraları yüzünden onları cezalandıracaktır.
[006.139] Dediler ki: «Şu hayvanların karınlarında olanlar yalnız erkeklerimize aittir, kadınlarımıza ise haram kılınmıştır. Şayet (yavru) ölü doğarsa, o zaman (kadın erkek) hepsi onda ortaktır.» Allah bu değerlendirmelerinin cezasını verecektir. Şüphesiz ki O hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir.
[006.140] Bilgisizlik ve düşüncesizlik yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah’ın kendilerine ihsan ettiği rızkı Allah’a iftira ederek haram sayanlar, elbette tam hüsrana uğradılar. Saptılar bunlar, doğru yolu da bulamadılar!
[006.141] Çardaklı ve çardaksız bağları inşa eden Allah'tır. Tatları çeşitli ekin ve hurmaları, zeytin ve narı birbirine benzer ve benzemez şekilde yaratan O'dur. Ürün verdiği zaman ürününden yiyin, devşirildiği ve biçildiği gün hakkını verin; israf etmeyin, çünkü Allah müsrifleri sevmez.
[006.142] Hayvanları da yük ve kesim için yaratan Allah'tır. Allah'ın size verdiği rızıktan yiyin, şeytana ayak uydurmayın, o size apaçık bir düşmandır.
[006.143] Sekiz çift: Koyundan iki ve keçiden iki; de ki: «İki erkeği mi, yoksa iki dişiyi mi veya o iki dişinin rahimlerinde bulunan yavruları mı haram kılmıştır? Doğru sözlü iseniz bana bilgiye dayanarak cevap verin.»
[006.144] Deveden de iki, sığırdan da iki. De ki: İki erkeği mi, iki dişiyi mi veya iki dişinin rahimlerinde bulunanı mı haram kıldı? Yoksa Allah; size bunları buyururken, siz orada mı idiniz? İnsanları bilgisizce saptırmak için Allah'a karşı yalan uyduranlardan daha zalim kimdir? Muhakkak ki Allah; zalimler güruhunu hidayete erdirmez.
[006.145] De ki: «Bana vahyolunanlar içinde, yiyen bir kimsenin yiyeceği (şeyler) için, ölü eti, dökülen kan, domuz eti -ki bu gerçekten murdardır- ya da Allah'tan başkası adına kesilmiş bir fısk dışında, haram kılınmış bir şey bulmuyorum. Kim kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalırsa, -saldırmamak ve haddi aşmamak şartıyla- (bu sayılanlardan ölmeyecek kadar yiyebilir) . Şüphesiz senin Rabbin bağışlayandır, esirgeyendir.

Mekke müşrikleri yaşamlarında Allah'ın değil kendilerini belirleyici kılmak sureti ile ŞİRK içine düşmüşler, bu şirklerini ise Allah'ın helal kıldığı hayvanlar üzerine, haram hükümleri koymak sureti ile açığa çıkarmaktadırlar. 

Yeniden Nisa s. 119. ayetine dönecek olursak, ayet içindeki "onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah'ın yaratışını değiştirecekler" cümlesi, yukarıdaki ayetlerin ışığında daha kolay anlaşılmış olacaktır.

Maide s. 103. ayetinde Bahire  adı ile geçen şirk eyleminin, hayvanların kulaklarını yarmak sureti ile gerçekleştirildiğini dikkate aldığımızda, Nisa s. 119. ayetinde Şeytan tarafından söylenen sözün ilk muhataplar nezdinde hayata geçmiş olmasını, ve Mekke müşriklerinin Şeytanın iğvaları sonucunda böyle bir eylemi güzel gördüklerini ifade etmekte olduğunu anlayabiliriz. Mekke müşriklerinin hayvanların kulaklarını yarmak sureti ile yaptıkları şirk eyleminin, onlara Şeytan tarafından güzel gösterildiği ifade edilerek, yapılan eylemin çirkinliği ve yanlışlığı, şirk'in ilk muhatapların hayatında nasıl işlerlik kazandığı Şeytanın dili üzerinden böyle ifade edilmektedir.

Nisa s. 119. ayetinin ilk muhataplara ne dediği anlaşıldıktan sonra, bizlere dair neler söylemiş olabileceğinin anlaşılması kolaylaşacaktır. 

Şeytan ve Şirk, birbiri ile iç içe geçmiş iki kavram olup, bir insanın hayatında şirk içine düşmesine sebep olan şey, Şeytan'dır. Şeytan, İblis'in şahsında müşahhaslaştırılmak sureti ile insana karşı olan düşmanlığı bir çok yerde anlatılmış, ondan korunma yolları gösterilmiştir.

Maide s. 103. ayetinde Bahire, Saibe, Vesile, Ham isimleri altında, cahiliye Arapları tarafından yapılan eylemin, Allah'ın hüküm koyma alanına giren konularda, onu devre dışı bırakarak insanların bu konuda kendilerini yetkili görmelerinin bir sonucu olduğu, bu eylemin Enam s. 142. ayetinde beyan edildiği üzere haram helal tayin yetkisinin insanlara verilmek sureti ile Şeytana ayak uydurmak olduğunu dikkate alan bir okuma yaptığımızda, Şirk olgusunun insan ve toplum hayatında nasıl ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. 

[016.116] Sadece dillerinizin yalan yere nitelemesi ile: «şu helaldır, şu haramdır.» demeyin ki, yalanı Allah'a iftira etmiş olursunuz. Şüphe yok ki, yalanı Allah'a iftira edenler kurtuluşa eremezler.

Nahl s. 116. ayeti, konumuzu özetlemektedir. Şu helaldir- Şu haramdır demenin Allah (c.c) indinden gelen bir bilgiye dayalı olması gerektiği, böyle bir bilgiye dayanmadan ortaya konan hükümlerin Allah'a iftira olduğu bildirilmektedir.

Sonuç olarak; Şirk'in kadim bir hastalık olduğunu ve kavramın sadece Mekke'li müşriklerle sınırlı olmadığını düşündüğümüzde, Maide s. 103, Enam s. 136 ve 145. ayetler arasında anlatılan durumun, insanların hayatlarında kural koyucu olarak Allah'ı devre dışı bırakarak kendi yanlarından ürettikleri hükümler ile yaşamlarını sürdürmeleri, onların ayaklarını cennetten kaydırarak cehenneme yuvarlanmaları için her fırsatı değerlendireceğine dair söz veren Şeytan'ın iğvası sonucu olduğu görülmektedir.

Hayvanların kulaklarını yarmak şeklinde gerçekleştirilen eylem, Mekke müşriklerinin yaşamlarında Allah'ı kural koyucu olarak tanımamalarının bir yansıması olduğu, bu yansımanın Şeytan iğvası sonucu olduğu Nisa s. 119. ayetinde Şeytan'ın insanlara böyle bir emir vereceğini söylemesinden anlaşılmaktadır. 

Nisa s. 119. ayetinde Şeytan tarafından söylenen bu söz sadece Mekke müşriklerinin yaptığı şirk eylemini değil, şirk eyleminin Mekke müşriklerinin yaşantısında nasıl ortaya çıktığının anlaşılması, bu eylemin diğer insanlarda nasıl ortaya çıktığının anlaşılması bakımından önem arz etmektedir.

Şirk'in tarifini, Allah'ın yetki alanına giren konularda onun devre dışı bırakılarak, insanlar tarafından konular hükümlerin hayata geçirilmesi, şeklinde yaptığımız zaman, insan ve toplum hayatında ortaya çıkan evrensel bir cürüm olduğu anlaşılacaktır. 

                                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

2 Şubat 2017 Perşembe

Kamer s. 5. Ayetindeki "Nüzur" Kelimesinin Çevirisi Örneğinde Ayetlerin Rivayetlere Göre Anlaşılması

Bundan önceki bazı yazılarımızda bazı ayet çevirilerini ele alarak , bu ayetlerin çevirisinin, rivayetleri doğrulamak amaçlı olarak yapıldığına dikkat çekmeye çalışmıştık. Bu yazımızda,  Kamer s. 5. ayetinde geçen "Nüzur" kelimenin çevirisini ele alarak , bu kelimenin neden sure bütünlüğü dikkat edilerek çevrilmediği konusuna, ve ilgili kelimenin aynı sure içindeki diğer geçişlerini dikkate alarak, doğru bir çevirinin yapılmasında sure bütünlüğünün önemine dikkat çekmeye çalışacağız. 

Allah (c.c) nin Kamer s. 1. ayetinde "İkterebetis sâatu ven şakkal kameru" (Saat yaklaştı ve ay yarıldı) buyurmuş olmasının , bir mucize olarak ayın gerçek olarak yarılmış olduğunu haber veren bir ayet olduğu şeklindeki yorumlara bir çok tefsirde rastlamaktayız. Ayın gerçek olarak ortadan ikiye yarılmış olduğu düşüncesi, öyle bir kabul gören düşüncedir ki , bunu ret etmenin imanı zayi ettiği düşüncesi , bir çok kimsede mevcuttur. 

Kamer s. 1. ayetinin böyle bir yarılmayı haber verdiğine dair olan düşüncelerin tersine , ayet içindeki "Şakkal kameru" ifadesinin, Araplar arasında kullanılan "Mesele açıklığa kavuştu" anlamında bir deyim olduğu şeklindeki yorumların , veya ayın gerçek olarak yarılmadığına dair olan düşüncelerin, daha ilk tefsirciler arasında yaygın bulunduğunu , fakat ayın gerçek anlamda yarıldığı düşüncesinin daha ağır basması nedeniyle, Kamer s. 1. ayetinin ayın kesin olarak ortadan ikiye yarılmış olduğunun haberini verdiği zannedilmektedir.

Ayın yarılmadığını iddia etme düşüncesinin yeni ortaya çıktığı zannedilerek , bu yarılmayı ret edenlerin tekfir edilmeye kadar varacak şiddette bir karşılık gördüğü herkesçe malumdur. Ancak, ayın yarılmadığı iddiasının yeni bir iddia olmadığı , ilk tefsircilerin bir kısmının böyle bir düşünce içinde olduğu bir çok kimse tarafından maalesef bilinmemektedir. Ayın yarılmadığını iddia edenlere karşı tekfirci bir dil kullananlar , ilk tefsircilerde bile böyle bir düşünce olduğunu bilmiş olsalardı , ayın gerçek anlamda yarılmadığını iddia edenlere karşı, belki daha yumuşak bir üslup kullanabilirlerdi. 

Yazımızın asıl konusu , Kamer s. 5. ayetinin çevirisinin , ayın gerçek anlamda yarıldığı ön kabulü dahilinde yapılmış bir çeviri olduğu ve sure bütünlüğüne dikkat edilmeden yapıldığı yönündeki düşüncelerimizi paylaşmak olduğu için, konuyu sure bütününü ele alarak anlamak durumunda olduğumuzu hatırlatmak isteriz. 

[054.001]  Saat yaklaştı ve ay yarıldı.
[054.002]  Onlar, bir ayet gördüklerinde yüz çevirirler ve; süregelen bir büyüdür, derler.
[054.003]  Yalanladılar ve kendi heveslerine uydular. Halbuki her işin ulaşacağı yeri vardır.
[054.005]  Bu haberlerin her birinde üstün hikmet vardır; ama UYARICILAR fayda vermiyor.
[054.006]  Öyleyse onlardan yüz çevir; çağıran, görülmemiş ve tanınmamış bir şeye çağırdığı gün;
[054.007]  Gözleri hor ve hakir olarak, yaygın çekirgeler gibi kabirlerinden çıkarlar.
[054.008]  Boyunlarını çağırana doğru uzatmış olarak koşarlarken, kâfirler derler ki: «Bu, zorlu bir gün.»

Kamer s. 1. ayetinde "Şakkul kameru" ifadesinin mazi fiil ile ifade edilmiş olması , ayın gerçek anlamda yarıldığını haber verdiği yorumlarına dayanak teşkil etmektedir. Halbuki bu ifadenin Araplar arasında kullanılan ve "Mesele açıklığa kavuştu - Gerçekler ortaya çıktı" anlamında bir deyim olduğu hesaba katılarak bu ayet yorumlanmaya çalışılmış olsa idi , böyle bir yorum sure bütünlüğüne daha uygun, ve rivayetler baz alınarak bir ayetin yorumlanması yanlışı ortaya çıkarak, bu konudaki ihtilafların önü alınmış olurdu. 

Kamer suresi 1. ayeti , kıyametin mutlaka gerçekleşeceğini ve herkesin yapmış olduğu amellerin ortaya dökülerek karşılığının verileceğini haber vermektedir. Bu noktada "Gelecekte olacak bir olay neden gelecek zaman fiili ile değil de , geçmiş zaman fiili ile haber verilmektedir? sorusu sorulacak ve bunun cevabı istenecektir. 

Gelecek zamanda olacak kıyamet ile ilgili haberlerin gelecek zaman fiili yerine , geçmiş zaman fiili ile haber verilmesi Kur'an'ın anlatım üsluplarından bir tanesidir. Gelecekte meydana gelecek bir olay için geçmiş zaman kalıbının kullanılması , haber verilen olayın mutlaka gerçekleşeceğinin anlaşılmasına dair kullanılan bir üsluptur ve bu üslubu daha başka ayetlerde görmekteyiz. 

[039.068] Sûr'a üfürüldü; böylece Allah'ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde olanlar çarpılıp-yıkılıverdi. Sonra bir daha ona üfürüldü, artık onlar ayağa kalkmış durumda gözetiyorlar.
[039.069]  Yer; Rabbının nuru ile aydınlandı, kitab konuldu, peygamberler ve şahidler getirildi. Onlara haksızlık yapılmadan aralarında hak ile hükmolundu.
 [039.070]  Her bir nefse yaptığının tam karşılığı verildi. O, onların işlemekte olduklarını daha iyi bilendir.
[039.071]  Küfredenler, cehenneme bölük bölük sevkedildiler. Sonunda oraya geldikleri zaman, onun kapıları açıldı ve onlara (cehennemin) bekçileri dedi ki: «Size Rabbinizin ayetlerini okuyan ve bugünle karşılaşacağınızı (söyleyip) sizi uyarıp-korkutan peygamberler gelmedi mi size?» Onlar: «Evet.» dediler. Ancak azab kelimesi kâfirlerin üzerine hak oldu.
[039.072]  Onlara denildi ki: İçinde temelli kalacağınız cehennemin kapılarından girin. Büyüklenenlerin durağı ne kötüdür.
[039.073] Rablerinden korkup-sakınanlar da, cennete bölük bölük sevkedildiler. Sonunda oraya geldikleri zaman, onun kapıları açıldı ve onlara (cennetin) bekçileri dedi ki: «Selam üzerinizde olsun, hoş ve temiz geldiniz. Ebedi kalıcılar olarak ona girin.»
[039.074]  (Onlar da) Dediler ki: «Bize olan va'dinde sadık kalan ve bizi bu yere mirasçı kılan Allah'a hamd olsun ki, cennetten dilediğimiz yerde konaklayabiliriz. (Salih) Amellerde bulunanların ecri ne güzeldir.
[039.075] Melekleri de arşın etrafını çevirmişler olarak Rablerini hamd ile tesbih ettiklerini görürsün. Aralarında hak ile hüküm verilmiştir ve: «Alemlerin Rabbine hamdolsun» denilmiştir.

Yukarıda meallerini verdiğimiz Zümer s. 68-75. ayetleri arasında gelecek zamanda vaki olacak kıyamet , hesap , cennet ve cehennem ile ilgili bilgiler geçmiş zaman fiilleri ile anlatılmaktadır. Bu anlatım üslubu , anlatılan olayın mutlaka vaki olacağını bildirmek için kullanılmaktadır. 

Kamer s. 1. ayetini bu çerçevede düşündüğümüzde, geçmiş zaman kalıbı ile ifade edilen "İkterebetis sâatu ven şakkal kameru" (Saat yaklaştı ve ay yarıldı) cümlesi , gelecek zamanda kıyametin kopacağını ve herkesin yaptıklarının ortaya çıkacağını haber vermektedir. Surenin ilerleyen ayetlerinde, gelecek zamanda meydana gelecek bu olay zaten haber verilmektedir.

Kamer suresinin ilk ayetleri ,  Mekke'de ayın gerçek olarak ortadan ikiye ayrılmış olduğu ön kabulü içinde okunarak, 5. ayet içinde geçen "ru"Ennüzuru kelimesi, "UYARICILAR" olarak çevrilmesi gerekirken , "UYARILAR" şeklinde çevrilmiştir. Bazılarımız "Bu kadar farktan ne çıkar" diyebilir , surenin ilk ayetleri, ayın gerçek olarak yarıldığını gören, fakat buna inanmayan Mekke müşriklerine hitap ettiği düşüncesine uygun olarak çevrildiği için, sure bütünlüğüne daha uygun olan "Uyarıcılar" olarak çevrilmesi yerine , Muhammed (a.s) ın tek elçi olmasından dolayı "Uyarıcılar" ifadesinin uygun düşmeyeceği düşünüldüğü için "Uyarılar" şeklinde çevrilmiştir. 

Eğer ayet sure bütünlüğüne uygun olarak "Uyarıcılar" şeklinde çevrilmiş olsaydı , hitabın Mekke'li müşriklere yapıldığını düşünenler için "Mekke'de birden fazla uyarıcının ne işi var?" sorusunun cevabını vermeleri mümkün olmazdı. 

Halbuki 5. ayet, hiç bir ön kabul olmadan, sadece sure bütünlüğü dikkate alınarak çevrilmiş olsaydı , surenin ilk ayetlerinin direk Mekke'li müşrikleri değil , kendilerinden önce geçmiş olan müşriklere dikkat çekerek , Mekke'li müşriklerin kendilerinden önceki atalarının yolundan gitmiş olduklarına dikkat çektiğini anlayabilir , böylece 5. ayet içindeki "Ennüzuru" kelimesinin "Uyarıcılar" olarak çevrilmesinin daha uygun olduğunu görebilirlerdi. 

Bu bağlamda başka surelerdeki "Ennuzur" kelimesinin geçtiği diğer ayetlerden örnekler vererek bu kelimenin "Uyarıcı" anlamında kullanılmış olduğunu görelim. 

[010.101]  De ki: Göklerde ve yerde neler var, bir bakın. Fakat bunca ayetler ve uyarıcılar (ennuzüru) inanmayanlar güruhuna fayda vermez.
[046.021]  Ad kavminin kardeşi Hud'u an; ondan önce ve sonra, 'Allah'tan başkasına kulluk etmeyin» diyen nice uyarıcılar (ennüzuru)gelmişken, Ahkaf bölgesindeki kavmini uyarmış, «Doğrusu sizin için büyük günün azabından korkuyorum» demişti.
[053.056] Bu da ilk uyarıcılardan (ennüzuri) bir uyarıcıdır.

Kamer suresinin içinde geçen "Nüzur" kelimesinin hem "Uyarıcı" hem de "Uyarı" anlamını taşıyabileceğini önceden ifade ederek, hangi anlamın daha uygun olacağını sure bütünlüğü dikkate alınarak verilmesi gerektiğini hatırlattıktan sonra , bu kelimenin aynı sure içinde geçtiği ayetleri vererek devam edelim.

5. ayette "Uyarıcılar fayda vermiyor" ifadesinin açılımı karşımıza sure içinde yayılmış olan, kendilerine gönderilen uyarıcıları ret etmelerinden ötürü helak edilen kavimlerin anlatılması şeklinde çıkmaktadır. 

Kamer s. 9. ayetinden 16. ayete kadar, Nuh kavminin kıssası anlatılarak , o kavme uyarıcıları olan Nuh (a.s) ın uyarılarından faydalanmak yerine, onun uyarılarını ret etmeyi seçtikleri için , helak edildikleri haber verilmektedir. Sure içinde 6 defa tekrarlanan "Benim azabım ve uyarılarım (ve nuzuri) nasılmış?" ayeti içinde geçen "ve nuzuri" kelimesi, burada "Uyarı" anlamındadır. Sure içinde bu kelime "El" takısı kullanılarak "Ennüzur" ve "El" takısı kullanılmadan "Nüzur" şeklinde geçmektedir. "El" takısı kullanılan "Nüzur" kelimesi , "Uyarıcı" anlamında kullanılır iken , "El" takısı kullanılmayan  "Nüzur" kelimesi "Uyarı" anlamındadır.

Surenin 18. ve 21. ayetleri arasında Ad kavminin helak edilmesi anlatılarak sure içinde 6 defa tekrarlanan ,"Benim azabım ve uyarılarım (ve nuzurinasılmış? ayetinin 2. ve 3. tekrarı, 18. ve 21. ayettedir.

Surenin 23. ayetinden itibaren başlayan Semud kavminin helak edilmesi "Kezzebet semudu binnuzuri" (Semud da UYARICILARI yalanladı) ayeti ile başlamaktadır. 

Başka surelerde geçen elçi kıssalarındaki  "Kezzebet semudul mürseline" (Semud'da gönderilenleri yalanladı) (Kasas s. 105-123-141-160) gibi ayetlerde, yalanlananların kim olduğuna baktığımızda , gönderilen elçiler olduğunu görmekteyiz. Bu noktayı dikkate aldığımızda , Kamer s. 23. 33. ve 36. ayetlerde geçen "Binnuzuri" kelimesinin "Uyarıcı" anlamında elçileri ifade ettiğini söyleyebiliriz.

Kamer s. 23. ayetinden başlayan Semud kavminin helak edilmesinin anlatılması, 30. ayette sure içinde 6 defa geçen "Benim azabım ve uyarılarım (ve nuzurinasılmış? ayetinin 4. defa tekrar edilmesinden sonra 31. ayette biterek , 33. ayette , "Kezzebet qavmi lutin binnuzuri" (Lut kavmi de UYARICILARI yalanladı) buyurularak , Lut kavminin helakına geçilmektedir. 37. ve 39. ayetlerde , sure içinde 6 defa geçen ayetin, 5. ve 6. defa geçmesinden sonra , 41. ayette Firavun kavminin helakına geçilmektedir. 

"Ve lekad cae ali fir'avne binnuzuri" (Firavun ailesine de UYARICILAR geldi) buyurulması ile başlayan kıssa , 42. ayette sona ermektedir.

Kamer suresi 5. ayetinde "UYARICILAR fayda vermiyor" buyurulmasının daha geniş bir açılımı , Kamer s. 42. ayetine kadar anlatılan Nuh , Ad , Semud , Lut ve Firavun kavimlerinin, kendilerine gönderilen UYARICILARI  ret etmesinin , onlara neye mal olduğu hatırlatılarak, 43. ayette Mekke müşriklerine hitaben "Şimdi sizin kâfirleriniz, onlardan daha mı iyidirler? Yoksa kitaplarda sizin için bir berât mı var?" buyurulmak sureti ile , o kavimlerin başlarına gelen helak olaylarının , Mekke müşriklerinin başlarına gelmemesi için hiç bir sebebin olmadığı bildirilmektedir.


[054.044]  Yoksa: «Biz yardımlaşan bir topluluğuz.» mu diyorlar?
[054.045]  Topluluk yakında dağıtılacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklar.

Kamer s. 44. ve 45. ayetlerinde , Mekke müşriklerinin çok güvendikleri mal ve servetlerine fazla güvenmemeleri gerektiği hatırlatılarak , surenin 1. ayetini daha iyi anlamamızı sağlayacak olan ayetler gelmektedir.


[054.046]  Daha doğrusu onlara vaad olunan asıl saattir. O saat ne belalı, ne acıdır.
[054.047]  Muhakkak ki suçlular; sapıklık ve çılgın ateşler içindedirler.
[054.048]  Ateşin içinde yüzükoyun sürüklenecekleri gün: Cehennemin dokunuşunu tadın» (denecek) [054.049]  Şüphesiz Biz her şeyi bir ölçüye göre yaratmışızdır.
[054.050]  Ve Bizim emrimiz bir tektir; bir göz kırpması gibidir.
[054.051]  And olsun ki, benzerlerinizi yok etti, öğüt alan yok mudur?
[054.052]  İşledikleri her şey, kitaplarda mevcuttur.
[054.053]  Küçük, büyük her şey satır satır (yazılı) dır.

Kamer s. 1. ayetinde "
Saat yaklaştı ve ay yarıldı" buyurulması, sureyi bir bütün halinde ön yargısız olarak okuduğumuz zaman, daha net bir biçimde anlaşılacaktır. İnkar edenleri asla kaçamayacakları bir zaman olan kıyamet vakti ile tehdit eden, yaşadıkları hayat içinde kendilerine gönderilmiş olan uyarıcıları ret ederek , dünya hayatlarında helak ile son bulan bir cezaya çarptırılanlar için asıl ve sonsuz azap yeri ahirettir. 

Kamer suresini bir bütün olarak okuduğumuz zaman , 1. ayetinin kıyamet ve sonrası olacak olayları haber vererek , 2-3-4-5. ayetlerde , önceki inkarcıların kendilerine gelen uyarıları ret ettiklerini haber vermektedir. 6-7-8. ayetler , önceki inkarcıların yolunu izleyen Mekkelilere yeniden diriliş gününü hatırlatarak, yaptıklarının karşılıklarını alacakları gün ile tehdit etmektedir.

9-42. ayetler ise , Mekkelilerden önce yaşamış inkarcıların başlarına gelenleri hatırlatan ayetler olup , 43-44-45. ayetlerde helak edilen kavimlerin başlarına gelen sonucun, inkara devam ettikleri takdirde Mekkeli inkarcıların başına geleceği tehdidi yapılmaktadır. 46-53. ayetlerde ise , 1. ayette haber verilen kıyamet ve herkesin yaptıklarının karşılığını alacağı günün, daha geniş bir anlatımı bulunmaktadır. 54. ve 55. ayetlerde inkara girmeyerek uyarı ve uyarıcıları kabul eden bir hayat sürenlerin ne ile karşılaşacağı haber verilerek sure bitirilmektedir. 

Sonuç olarak ; Kur'an'ın doğru olarak anlaşılmasının önündeki en büyük engellerden bir tanesi , bu kitap ile uyuşmayan rivayetlerin doğru kabul edilerek , bazı ayetlerin bu rivayetlerin doğrultusunda anlaşılmaya çalışılmasıdır. 

Kamer s. 1. ayetinin ayın ortadan ikiye gerçek anlamda yarılması mucizesini haber veren bir ayet olduğunu yönündeki yorumlar , rivayetlerin ayete onaylatılması çabalarının bir ürünüdür. Böyle bir ön yargı ile okunan Kamer suresinin 5. ayetindeki "Ennüzuru" kelimesi "Uyarıcılar" şeklinde çevrilmesi gerekirken , ayın yarılmış olduğunu haber verdiği düşüncesine uygun bir şekilde "Uyarılar" şeklinde çevrilmiştir. 

Yazının amacı Muhammed (a.s) a "Mucize" olarak bildiğimiz türden görsel ayetlerin verilmediği konusu olmadığı için, bu konuya burada girilmemiştir. Amacımız , Kur'an ayetlerinin ön yargılara kurban edilmek sureti ile çevrilmesi ve yorumlanmasının doğurduğu sıkıntılara dikkat çekerek , bir kelimenin sure bütünlüğüne dikkat edilmeden çevrilmiş olmasının yanlışlığı üzerinedir. 

Kur'an'ın çevirisi ve yorumlanmasında ön yargıları bir kenara bırakarak , sure ve Kur'an bütünlüğüne dikkat etmenin ne kadar önemli olduğunu , önemsiz bir ayrıntı gibi görünmüş olsa da , gerçekte önemli olduğunu düşündüğümüz Kamer s. 5. ayetindeki "Nüzur" kelimesinin örnekliğinde göstermeye çalıştık.

                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.