7 den 7 e hangi Müslümana Şirk nedir? diye sorulacak olsa, alacağımız cevap Allah'tan başkasına kulluk etmektir, şeklinde olacaktır. Şirk denilince yine bir çok Müslümanda, Mekke'nin fethini müteakip Kabe içinde bulunduğu söylenen 360 adet putun kırılması ile şirk kavramının artık hayatta çıkmış olduğu düşüncesi hakim bulunmakta, bu kavramın Müslüman hayatında bundan sonra asla bir daha yer almadığı veya alamayacağı zannedilmektedir.
Halbuki bu durum kısa bir süre devam etmiş, Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında ortaya çıkan farklı din algıları, onun Kul ve Elçi olarak sınırlandırılan konumunu değiştirerek, onun İlah konumuna yükseltilmesinin önünü açmıştır. Bugün bir çok Müslümanın zihnindeki peygamber portresi, maalesef Kur'an ile asla uyuşmayan bir noktada olup, şirk kavramının Müslüman hayatından yeniden yer bulmasına sebep olmaktadır.
İşin daha acı olan yönü ise, Muhammed (a.s) üzerinden hayata geçirilen şirkin dini bir vecibe olarak görülmesi, şirk içeren ameller işlendiğinde sevap alınacağına inanılmasıdır. Bugün bir çok Müslüman şirk olduğunun farkında bile olmadığı bir çok ameli dini bir görev gibi saymakta, ve titizlikle bu görevleri işlemek hususunda büyük gayretler sarf etmektedir.
Bütün Müslümanlar Muhammed (a.s) dahil bütün elçileri sevmek durumunda hatta zorundadırdır. Ancak bu sevginin de bir ölçüsü olup, bu ölçü onun getirdiği kitap içinde bizlere verilmiştir. "Ne kadar çok seversek o kadar iyi Müslüman olunur" diye bir kaide olmamasına rağmen, sevgideki aşırılık öyle bir noktaya getirilmiştir ki, bu konudaki bazı yanlışları dile getirmeye çalışanlar, maalesef, Peygamber Düşmanı olmak gibi yaftalarla suçlanmaktadır.
Kur'an içindeki İsa (a.s) ile ilgili ayetlere bakıldığında, bu ayetlerdeki ana mesajın, onun Hristiyanlar tarafından ilah mertebesine çıkarılmasındaki yanlışlıklar olduğunu rahatlıkla anlayabiliriz. Bu ayetlerin bize dönük mesajının, İsa (a.s) a yapılan muamelenin benzerinin Muhammed (a.s) için yapılmaması gerektiğinin hatırlatılması olmasına rağmen, sanki ayetlerin ana mesajı, İsa (a.s) için uygulanan muamelenin aynısının Muhammed (a.s) için de uygulanması emrediliyormuş olduğu gibi anlaşılmakta, Hristiyanlar tarafından İsa (a.s) a yapılan muamelenin belki daha aşırısı, Muhammed (a.s) için uygulanmaktadır.
Muhammed (a.s) a karşı yapılan ve Müslümanları şirke düşüren bazı aşırı uygulamalar.
Bugün sokaktaki 100 kişiye Muhammed (a.s) ölü müdür değil midir? şeklinde bir soru sorulacak olsa, alınacak cevapların ekserisi onun ölü olmadığı şeklindedir.
[Zümer s. 30] Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da ölecekler.
Kur'an içindeki bu ve benzeri ayetlerin varlığından bile haberdar olmayan bir çok Müslüman, Muhammed (a.s) için Ölü kelimesini kullanmaktan imtina etmekte, bu kelimeyi onun için kullanmaktan, sanki Allah için kullanıyormuşçasına çekinmektedir. Akademik kariyer sahibi veya halkın gözünde Ulu Hoca olarak nam salmış kişilerden onun ölmediğini, kabirlerinde sağ olduğunu, namaz kıldığını, hatta eşleri ile bile ilişki kurabildiğini, ona yapılan salavatları işittiğini duyan kimseler, elbette bu hocalara pirim vererek, bunun aksini iddia edenleri Sapık, Peygamber Düşmanı olarak göreceklerdir.
Şefaat konusu açıldığında, şefaat edecek kimselerin başında geldiğine inanılan, her fırsatta Şefaat yaa Resulullah sözünü tekrarlamanın ibadet sayıldığı bir toplumun fertlerine, "Muhammed (a.s) ın böyle bir yetkisi yoktur, şefaat yetkisinin tümü ile kendisine ait olduğunu Allah (c.c) kitabında beyan etmektedir, ahirette ondan başka medet istenecek kimse yoktur" şeklinde sözler söyleyen bir kimseye "Bu sapık neler diyor böyle" diyerek bakılmakta, söylediği sözlerin doğru olup olmadığını bırakın araştırmak, sözleri kale bile alınmamaktadır.
Onun söylediği iddia edilen ve adına Hadis denilen sözlerin Kur'an ile aynı seviyede tutulması da şirkin Müslüman hayatında yer bulan bir çeşididir. İlah olmanın gereği olan insanlar için bir takım emir yasaklar koyma hakkı, Allah ile aynı görülerek Muhammed (a.s) a da verilmiş, bu hak bazı yalan ve iftira rivayetler ile desteklenmekte, bazı Kur'an ayetleri de bu yönde tevil edilmek sureti ile, Allah ile kulu aynı kefeye konmaktadır.
Tasavvufu şirk, tasavvuf ehlini ise müşrik olarak niteleyen Selefiyye ekolü mensuplarının, onun sözlerini Kur'an ile eşdeğer görmek sureti ile kendilerinin de tasavvufçular gibi şirk batağının içinde olduklarından maalesef haberleri dahi yoktur.
Müslümanlar böyle bir şirkten nasıl kurtulabilir?.
Bu veya benzeri şirk türlerinden kurtulmanın tek ve yegane yolu, Allah'ın kitabını dinde belirleyici ve yol gösterici olarak görmekle olacaktır. Bu kitap içindeki peygamber algısı en doğru ve en sahih bilgileri içermekte, bu bilgilerin ışığında öğrenilen peygamber algısı, bizi şirk batağına düşmekten kurtaracak olan bilgileri vermektedir.
Dinde belirleyici olarak görülen bir kitap içindeki peygamber algısını belirleyen ana çizgi, onun BEŞER BİR ELÇİ olmasını merkeze almaktadır. Böyle bir konuma sahip olan elçiye karşı yapılacak olan her türlü aşırı davranışlar, İsa (a.s) örnedğinde görüleceği üzere kişiyi şirke götürme tehlikesini barındırmaktadır.
Kur'an'ın İsa (a.s) ile ilgili ayetlerinin, sadece onu ilah mertebesine çıkaran Hristiyanları değil, böyle bir şirk içine düşme riskine sahip olan biz Müslümanları da yakından ilgilendirdiği hatırdan çıkarılmamalıdır. Böyle bir bilinç içinde okunan kitabın ayetleri, bizleri mevcut şirk riskine karşı uyaracak, ve ondan sakınmamızı sağlayacaktır.
Muhammed (a.s) ın Mekke'li müşrikler tarafından beşer oluşunun yadırganması ve onun beşer olduğu vurgusunun sıkça yapılıyor olmasının, bizler için de önemli mesajlar olduğu unutulmamalıdır. Onun beşer bir elçi oluşu onun örnekliği için önemli bir unsur olup, beşer olmaktan çıkarılması örnek alınır olmasını da olumsuz yönde etkileyecektir.
Geçtiğimiz günlerde bir üniversitenin ilahiyat fakültesi öğrencileri arasında yapılan "Peygamberimizin en önemli sünnetleri nedir?" adlı ankette soruya verilen cevapların en çoğunu "Sakal, Sarık, Misvak" gibi cevapların verilmiş olması, dini eğitim alanların bile sahip olduğu Peygamber algısının ne halde olduğunun acı bir örneğidir.
Halk arasında dolanan dini bilgi ve düşüncelerin merkezinde Muhammed (a.s) ın Kur'an ile taban tabana zıt olarak anlatılan kişiliğinin öne çıkmış olması, din konusunda düşülen büyük hatalardan bir tanesidir. Bir elçi olarak onun kişiliğinin getirdiği vahyin önüne çıkmaması gerekirken, Kur'an'ın onun gerisinde kalması asla kabul edilir bir durum olamaz.
Elçilerin kişilikleri şayet Kur'an merkezli öne çıkacak olsa, onların küfür ve şirke karşı nasıl canları pahasına mücadele ettiği öne çıkması gerekecek, fakat onların bu kişilikleri en başta bir çok Müslümanı rahatsız edecektir. Bundan dolayı suya sabuna dokunmamış, uçan kaçan, ümmetine sakal sarık v.s kullanmakla 100 şehit sevabı vaat eden, onları şirkten sakındırmaya çağıran bir peygamber portresi, bir çok Müslümana daha cazip gelmektedir.
Bu durumda olduğunu düşündüğümüz Müslümanlara karşı kullanacağımız üslup ta önemlidir. Şayet onlara karşı tekfir ve ötekileştirici bir dil ile yaklaştığımızda, onlar bırakın sahip oldukları düşünceleri terk etmek, bu düşüncelerine daha sıkı yapışacaklardır.
[Nisa s. 48] Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan
başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük bir
günahla iftira etmiş olur.
Sonuç olarak: Allah (c.c) kendisine elçisi dahi olsa kimse ile ortak koşulmasını asla bağışlamayacaktır. Muhammed (a.s) ı daha fazla sevmek adına yapılan ve Kur'an'dan onay almayan her türlü aşırılıklar, bizleri şirk batağına çekme riski barındırmasından ötürü, tehlike az etmekte, bundan kaçınılması gerekmektedir.
Yazımızın amacının bu durumda olanları müşrik olarak nitelemek ve tekfir olmadığı, amacımızın bu durumda olanları uyarmak, içinde bulundukları tehlikeli durumu haber vermeye çalışmak olduğu bilinmelidir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Okuduğumuz ayeti doğru anlamak için, "Ayetten ne anlamak istiyoruz?" sorusunun değil, "Ayet bize nasıl bir mesaj veriyor?" sorusunun cevabı aranmalıdır.
Allah'a etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Allah'a etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
27 Mart 2018 Salı
9 Eylül 2017 Cumartesi
Cin s. 18- 20. Ayetleri: Yalnız Allah'a Dua Edenlerin Üzerine Üşüşen Müslümanlar
Tarih boyunca gönderdiği elçi ve kitaplar ile, yarattığı kullarının sadece kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmelerini isteyen Allah (c.c), bunun tersi bir yaşamı ŞİRK olarak nitelemekte, hayatlarını şirk temeli üzerine kuran kişi ve toplumların, dünya ve ahirette uğrayacakları akıbeti haber vererek, bundan sakınılmasını emretmektedir. Son elçi ile gönderilen son kitap olan Kur'an içinde pek çok ayet, şirk kavramının kişi ve toplum hayatında nasıl gerçekleştiğini bizlere haber vermekte, önceki nesillerin şirk temelli bir hayat sürmelerinin onlara neye mal olduğunu, yaşanmış kıssalar yolu ile bizlere anlatarak bu olaylardan ibret almamızı istemektedir.
Allah (c.c) nin yetki alanına giren konularda, ondan başkalarına yetki tanımak anlamına giren ŞİRK'in, Cin s. 18-19-20. ayetlerinde insan hayatında nasıl pratiğe yansıdığı gösterilerek, bundan sakınılması emredilmiştir. Ne yazıktır ki şirk Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında değişmeye başlayan ithal din algıları ile biz Müslümanların hayatına özellikle tasavvuf ile yeniden girmiş, bu ekolün şirk içeren dini öğretileri bir çok Müslüman tarafından içselleştirilmiş, şirk içeren bu öğretiler öyle içselleştirilmiştir ki, Allah'ı birlemenin esaslarından biri olan yalnız Allah'a dua edilmesinin gerektiğini düşünmek ve dile getirmek, bu düşünceyi savunan bazı kimseler tarafından sert tepkilere dahi neden olmaktadır.
Yazımızda Cin s, 18-19-20. ayetlerini ele alarak, bu ayetlerdeki durumun biz Müslümanların hayatındaki yansımalarına dikkat çekmeye çalışacağız.
[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine duâ etmeyin.
[072.019] Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar.
[072.020] De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam.
(Elmalılı Hamdi Yazır meali)
Bu ayetler ilk indiği zaman, ayet içindeki şirk içeren davranışlar, Mekke müşrikleri tarafından işlenmekte, Allah (c.c) ise elçisi vasıtası ile onları bu davranışlarından vazgeçmeye çağırmakta idi. Ancak ayetin tarihsel bağlamındaki yapılan yanlışların o zamanda yaşamış olan Mekke'li müşrikler tarafından yapılmasına karşın aynı yanlışların, kendilerini Müslüman olarak niteleyen bazı kimseler tarafından günümüzde de işlenmekte olması, bu ayetlerin yeniden hatırlanması ve bize dair nasıl bir mesaj vermiş olabileceğinin yeniden düşünülmesi gereğini doğurmuştur.
[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine duâ etmeyin.
18. ayette geçen El Mesacide (Mescitler) kelimesi, Se-ce-de kelimesinden türemiş bir kelime olup, öne eğilme, aşağıya bükülme, kendini alçaltma, kibrini ve gururunu kırma anlamındadır. Terim olarak kişinin İlah ve Rab olarak tanıdığına karşı yaptığı saygı gösterisi anlamına gelen kelime, Cin s. 18. ayette ismi mekan sigasında kullanılmaktadır.
Mescit kelimesini ilk işittiğimiz zaman zihnimizde namaz kılmak için imar edilmiş binalar canlanmaktadır. Kelime bu anlamı karşılamakla birlikte, daha geniş bir anlam alanına sahiptir. Bildiğimiz anlamda mescit kelimesi belirli zamanlarda kılınan namazlar için kullanılmasına karşın, namaz harici zamanlarda da kulun yaşamının her anında Allah'a secde halinde olması gerektiği hatırdan çıkarılmamalıdır.
Öncelikle mescitlerde Allah'tan başkasına dua etmenin dar anlamı diyebileceğimiz, dualarımızda Allah dışındaki kişileri onunla birlikte anmanın bizim hayatımızdaki yansımalarını, sonra da secde etmenin hayat içinde nasıl bir anlama sahip olması gerektiğini görmeye çalışalım.
İslam coğrafyasında hangi mescide giderseniz gidin, o mescitlerde gözümüze ilk çarpacak olan şey, Arap harfleri yazılmış olan 4 halifenin, cennetle müjdelenen !! sahabelerin isimleri, yan yana yazılmış Allah ve Muhammed yazılarıdır. Bu iki ismin yan yana yazılmış olması belki bir çok Müslüman için gayet normal olarak karşılanabilir, fakat İslam düşüncesindeki aşırı yüceltmeci peygamber algısını dikkate aldığımızda, yan yana yazılan bu iki ismin, Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) eşdeğer tutulması gibi bir düşüncenin ürünü olduğu görülecektir. Yanlışlıkla bir kimse böyle bir uygulamanın yanlış olduğunu iddia etse, cemaatin sert tepkisi ile karşılaşarak, o kimsenin mescitten sağlam bir vaziyette çıkması çok zordur.
İslam kültüründe hakim olan aşırı yüceltmeci peygamber anlayışı Müslümanların büyük çoğunluğunda öyle kemikleşmiş bir hale gelmiştir ki, Allah (c.c) den önce onun ismi anılmakta, elçinin ismi onu gönderenden daha fazla gündemde kalmaktadır. Bu durum peygamber sevgisi olarak görülmekte, onun konumunu Kur'an'ın belirlemesini istemek ise, peygamber düşmanlığı olarak görülmektedir.
Ayrıca tasavvuf kültüründe hakim olan kişi merkezli din algısında, yüce ve ulu olarak bilinen bazı kişilerin, Allah'ın yapacağı işleri üstlenme gücüne sahip olduğu iddia edilmekte, darda kalan bazı kimselerin Yetişşşşş yaaaaa .......... diye seslendiklerinde, onlara yardım etmeye güçlerinin yeteceği iddia edilmektedir. Tasavvuf kültüründe hakim olan bu inanç Allah ile birlikte başka birine dua etmek yani çağırmak anlamına gelmekte, bu inancın İslam literatüründeki karşılığı ise ŞİRKtir. Fakat bu inanç tasavvuf kültüründe öyle bir yerleşmiştir ki, böyle bir inanca sahip olmayanlar büyük bir gaflet içinde görülerek sapık ilan edilmektedir.
[072.019] Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar.
Dün Mekke müşriklerinin bu inancını ret eden eylem ve söylem içinde bulunan Muhammed (a.s) ın karşılaştığı muamelenin bir benzeri, bugün Allah ile birlikte başkalarına dua edenler tarafından yerine getirilmekte, yalnız Allah'a dua edilmesi, onun yanına ortak olarak elçisi de olsa başka isimlere yer verilmemesi gerektiğini düşünen ve söyleyen kimselere uygulanmaktadır. Allah ile birlikte başka isimleri anmayı dinlerinin amentüsü haline getiren bu insanlar, Allah yalnız olarak anıldığı zaman tüyleri diken olmakta, kendilerine itiraz eden kimseleri ise peygambere düşman olmakla suçlamaktadırlar.
[072.020] De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam.
Secde kelimesinin en geniş anlamda, Allah'ın yarattığı bütün varlıkların onun kendileri için koyduğu ölçüler dahilinde yaşamlarını sürdürmesi anlamına geldiğini düşündüğümüzde, Mescit kelimesinin anlamı da sadece namaz kılmak için yapılmış binaları da içine alan bir anlamı da içine alan daha geniş bir anlama sahip olacaktır.
Mescitlerin Allah için olması demek, secdenin sadece ona olması demektir. Kulun secde halinin sadece belirli vakitlerde kıldığı namaz ile sınırlı değil, yaşamının her anını kapsaması gerekmektedir. Kul, yaşamının her anında Allah merkezli bir yaşam sürecek, yaptıklarını ve yapacaklarını Allah'ın nasıl değerlendireceği düşüncesi üzerine kurulu bir hayat sürmesi gerektiğini bilecektir. Bu anlamda sadece üzeri çatılı binalar mescit olarak değil, üzeri yıldızlarla kaplı olan yeryüzünün her tarafı mescit hükmünde olacaktır.
Allah (c.c) yarattığı kullarını başıboş bırakmamış, onların yaşamlarını nasıl ve ne şekilde sürdürmeleri gerektiğine dair bilgileri elçileri ve kitapları ile bildirmiştir. Elçi ve kitaplar ile bildirilen kuralları yaşamlarında pratize edenler, secde etmenin sadece Allah'a ait olmasının anlamını yerine getirmiş olacaklardır. Bugün Müslümanların hayatında secde etmenin anlamı sadece namaza indirgenmiş, namaz harici zamanlarda da sadece Allah'a secde edilmesi gerektiği unutulmuş, secde edilecek başka merciler ihdas edilmiştir.
Kıldığı namaz içinde okunan faizin, içkinin, zinanın haram olduğuna, Kur'an'ın insan yaşamını yönlendirmesi gerektiğine dair ayetleri dinleyen, fakat namazdan sonra içkiyi, faizi, zinayı helal görebilen bir yaşam süren, veya bu haramları helal sayan sistemleri benimseyebilen bir Müslüman, secdenin Allah'a ait olmasını hayatında tam olarak ikame etmiş olmayacaktır.
Bir çok ayetinde kullarına dini sadece Allah'a has kılmalarını emreden Allah (c.c), bu emrin yaşam içinde nasıl gerçekleşeceğini öğreten elçiler göndermiştir. Din dediğimiz şey sadece mistik bir yaşam ve belirli zamanlarda icra edilen ritüellerle sınırlı değildir. Din, bir yaşam biçimi olup, yaşam biçimi önerme hakkına sahip olan tek merci o insanları yaratandır.
Elçileri ve onlar vasıtası ile gönderdiği kitaplarda bizim için benimsediği dinin adının İslam olduğunu bildiren Allah (c.c) başka dinlere tabi olmayı şirk olarak beyan ederek, bu fiili işleyen kişi toplumları ebedi cehennem ile tehdit etmektedir. Son elçi Muhammed (a.s) muhataplarına şirke düşmeden nasıl bir yaşam sürüleceğini öğretmesine rağmen, ona iman ettiğini iddia eden bir kısım Müslüman şirki bir yaşam biçimi haline dönüştürmüş, dönüştürmekle kalmamış bu inancı dinin bir gereği haline getirmiştir.
Bugün halkı Müslüman olan ülkelerin yönetim sistemlerine baktığımızda, sistemlerin temelinde Allah'ı değil, onun dışındakileri merkeze alan bir yönetim şekli olduğunu görebiliriz. Mescitlerde secdelerini Allah'a yapan Müslümanlar, mescit dışındaki sosyal, ekonomik ve siyasal hayatlarında maalesef Allah dışındakilere secde etmektedir.
Şirk kavramının sadece taştan tahtadan putlara tapmakla sınırlı olduğunu zannederek, yaşamları içindeki şirk göremeyen birçok Müslüman, ne acıdır ki şirk bataklığı içinde debelenmekte, içinde bulundukları bu şirkin farkında bile değillerdir. Kur'an içindeki bu konudaki ayetlerin muhataplarının geçmişte kalmış Mekke müşrikleri olduğunu zannederek okumaları, bir çok Müslümanın bu konuda yanılgı içine düşmesine sebep olmaktadır.
Sonuç olarak; Şirki hayattan çıkarmak için gönderilen elçilerin sonuncusu olan Muhammed (a.s) ın ümmeti olmakla övünen bir çok Müslüman maalesef, şirki hayat sistemi haline getirmiş, ve hallerinden memnun bir vaziyette yaşamaktadır. Allah'ın yetki alanını onun dışındakilere hasretmek anlamına gelen şirk, Müslümanların hayatlarına yeniden girmiş, başta Muhammed (a.s) olmak üzere, dini alanda yüce ve ulu olarak bilinen bazı kimseler Allah (c.c) ile yetki paylaştırılır bir hale getirilmiş, yönetim alanında ise, Allah'ın haram kıldıklarını helal sayan yönetim şekilleri Müslüman toplumların tercihleri olmuştur.
Dün Mekke'de Allah'ı birleyen bir inancı ret edenlerin elçiye uyguladıkları zulmün bir benzeri, bugün kendilerini Müslüman olarak gören fakat sahip oldukları düşünce İslam olmayan bazı kimseler tarafından Allah ile birlikte yanına herhangi bir isim, düşünce, ideoloji konulmaması gerektiğini savunanlara uygulanmaktadır.
Amacımız kimseyi müşrik olarak yaftalamak değil, içinde bulunduğu şirk batağının farkında olmayan bir yaşam sürenlerin zihinlerinde bir farkındalık oluşturmaya çalışmaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Allah (c.c) nin yetki alanına giren konularda, ondan başkalarına yetki tanımak anlamına giren ŞİRK'in, Cin s. 18-19-20. ayetlerinde insan hayatında nasıl pratiğe yansıdığı gösterilerek, bundan sakınılması emredilmiştir. Ne yazıktır ki şirk Muhammed (a.s) ın vefatı sonrasında değişmeye başlayan ithal din algıları ile biz Müslümanların hayatına özellikle tasavvuf ile yeniden girmiş, bu ekolün şirk içeren dini öğretileri bir çok Müslüman tarafından içselleştirilmiş, şirk içeren bu öğretiler öyle içselleştirilmiştir ki, Allah'ı birlemenin esaslarından biri olan yalnız Allah'a dua edilmesinin gerektiğini düşünmek ve dile getirmek, bu düşünceyi savunan bazı kimseler tarafından sert tepkilere dahi neden olmaktadır.
Yazımızda Cin s, 18-19-20. ayetlerini ele alarak, bu ayetlerdeki durumun biz Müslümanların hayatındaki yansımalarına dikkat çekmeye çalışacağız.
[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine duâ etmeyin.
[072.019] Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar.
[072.020] De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam.
(Elmalılı Hamdi Yazır meali)
Bu ayetler ilk indiği zaman, ayet içindeki şirk içeren davranışlar, Mekke müşrikleri tarafından işlenmekte, Allah (c.c) ise elçisi vasıtası ile onları bu davranışlarından vazgeçmeye çağırmakta idi. Ancak ayetin tarihsel bağlamındaki yapılan yanlışların o zamanda yaşamış olan Mekke'li müşrikler tarafından yapılmasına karşın aynı yanlışların, kendilerini Müslüman olarak niteleyen bazı kimseler tarafından günümüzde de işlenmekte olması, bu ayetlerin yeniden hatırlanması ve bize dair nasıl bir mesaj vermiş olabileceğinin yeniden düşünülmesi gereğini doğurmuştur.
[072.018] Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine duâ etmeyin.
18. ayette geçen El Mesacide (Mescitler) kelimesi, Se-ce-de kelimesinden türemiş bir kelime olup, öne eğilme, aşağıya bükülme, kendini alçaltma, kibrini ve gururunu kırma anlamındadır. Terim olarak kişinin İlah ve Rab olarak tanıdığına karşı yaptığı saygı gösterisi anlamına gelen kelime, Cin s. 18. ayette ismi mekan sigasında kullanılmaktadır.
Mescit kelimesini ilk işittiğimiz zaman zihnimizde namaz kılmak için imar edilmiş binalar canlanmaktadır. Kelime bu anlamı karşılamakla birlikte, daha geniş bir anlam alanına sahiptir. Bildiğimiz anlamda mescit kelimesi belirli zamanlarda kılınan namazlar için kullanılmasına karşın, namaz harici zamanlarda da kulun yaşamının her anında Allah'a secde halinde olması gerektiği hatırdan çıkarılmamalıdır.
Öncelikle mescitlerde Allah'tan başkasına dua etmenin dar anlamı diyebileceğimiz, dualarımızda Allah dışındaki kişileri onunla birlikte anmanın bizim hayatımızdaki yansımalarını, sonra da secde etmenin hayat içinde nasıl bir anlama sahip olması gerektiğini görmeye çalışalım.
İslam coğrafyasında hangi mescide giderseniz gidin, o mescitlerde gözümüze ilk çarpacak olan şey, Arap harfleri yazılmış olan 4 halifenin, cennetle müjdelenen !! sahabelerin isimleri, yan yana yazılmış Allah ve Muhammed yazılarıdır. Bu iki ismin yan yana yazılmış olması belki bir çok Müslüman için gayet normal olarak karşılanabilir, fakat İslam düşüncesindeki aşırı yüceltmeci peygamber algısını dikkate aldığımızda, yan yana yazılan bu iki ismin, Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) eşdeğer tutulması gibi bir düşüncenin ürünü olduğu görülecektir. Yanlışlıkla bir kimse böyle bir uygulamanın yanlış olduğunu iddia etse, cemaatin sert tepkisi ile karşılaşarak, o kimsenin mescitten sağlam bir vaziyette çıkması çok zordur.
İslam kültüründe hakim olan aşırı yüceltmeci peygamber anlayışı Müslümanların büyük çoğunluğunda öyle kemikleşmiş bir hale gelmiştir ki, Allah (c.c) den önce onun ismi anılmakta, elçinin ismi onu gönderenden daha fazla gündemde kalmaktadır. Bu durum peygamber sevgisi olarak görülmekte, onun konumunu Kur'an'ın belirlemesini istemek ise, peygamber düşmanlığı olarak görülmektedir.
Ayrıca tasavvuf kültüründe hakim olan kişi merkezli din algısında, yüce ve ulu olarak bilinen bazı kişilerin, Allah'ın yapacağı işleri üstlenme gücüne sahip olduğu iddia edilmekte, darda kalan bazı kimselerin Yetişşşşş yaaaaa .......... diye seslendiklerinde, onlara yardım etmeye güçlerinin yeteceği iddia edilmektedir. Tasavvuf kültüründe hakim olan bu inanç Allah ile birlikte başka birine dua etmek yani çağırmak anlamına gelmekte, bu inancın İslam literatüründeki karşılığı ise ŞİRKtir. Fakat bu inanç tasavvuf kültüründe öyle bir yerleşmiştir ki, böyle bir inanca sahip olmayanlar büyük bir gaflet içinde görülerek sapık ilan edilmektedir.
[072.019] Ve filhakıka o Allahın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar.
Dün Mekke müşriklerinin bu inancını ret eden eylem ve söylem içinde bulunan Muhammed (a.s) ın karşılaştığı muamelenin bir benzeri, bugün Allah ile birlikte başkalarına dua edenler tarafından yerine getirilmekte, yalnız Allah'a dua edilmesi, onun yanına ortak olarak elçisi de olsa başka isimlere yer verilmemesi gerektiğini düşünen ve söyleyen kimselere uygulanmaktadır. Allah ile birlikte başka isimleri anmayı dinlerinin amentüsü haline getiren bu insanlar, Allah yalnız olarak anıldığı zaman tüyleri diken olmakta, kendilerine itiraz eden kimseleri ise peygambere düşman olmakla suçlamaktadırlar.
[072.020] De ki ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam.
Secde kelimesinin en geniş anlamda, Allah'ın yarattığı bütün varlıkların onun kendileri için koyduğu ölçüler dahilinde yaşamlarını sürdürmesi anlamına geldiğini düşündüğümüzde, Mescit kelimesinin anlamı da sadece namaz kılmak için yapılmış binaları da içine alan bir anlamı da içine alan daha geniş bir anlama sahip olacaktır.
Mescitlerin Allah için olması demek, secdenin sadece ona olması demektir. Kulun secde halinin sadece belirli vakitlerde kıldığı namaz ile sınırlı değil, yaşamının her anını kapsaması gerekmektedir. Kul, yaşamının her anında Allah merkezli bir yaşam sürecek, yaptıklarını ve yapacaklarını Allah'ın nasıl değerlendireceği düşüncesi üzerine kurulu bir hayat sürmesi gerektiğini bilecektir. Bu anlamda sadece üzeri çatılı binalar mescit olarak değil, üzeri yıldızlarla kaplı olan yeryüzünün her tarafı mescit hükmünde olacaktır.
Allah (c.c) yarattığı kullarını başıboş bırakmamış, onların yaşamlarını nasıl ve ne şekilde sürdürmeleri gerektiğine dair bilgileri elçileri ve kitapları ile bildirmiştir. Elçi ve kitaplar ile bildirilen kuralları yaşamlarında pratize edenler, secde etmenin sadece Allah'a ait olmasının anlamını yerine getirmiş olacaklardır. Bugün Müslümanların hayatında secde etmenin anlamı sadece namaza indirgenmiş, namaz harici zamanlarda da sadece Allah'a secde edilmesi gerektiği unutulmuş, secde edilecek başka merciler ihdas edilmiştir.
Kıldığı namaz içinde okunan faizin, içkinin, zinanın haram olduğuna, Kur'an'ın insan yaşamını yönlendirmesi gerektiğine dair ayetleri dinleyen, fakat namazdan sonra içkiyi, faizi, zinayı helal görebilen bir yaşam süren, veya bu haramları helal sayan sistemleri benimseyebilen bir Müslüman, secdenin Allah'a ait olmasını hayatında tam olarak ikame etmiş olmayacaktır.
Bir çok ayetinde kullarına dini sadece Allah'a has kılmalarını emreden Allah (c.c), bu emrin yaşam içinde nasıl gerçekleşeceğini öğreten elçiler göndermiştir. Din dediğimiz şey sadece mistik bir yaşam ve belirli zamanlarda icra edilen ritüellerle sınırlı değildir. Din, bir yaşam biçimi olup, yaşam biçimi önerme hakkına sahip olan tek merci o insanları yaratandır.
Elçileri ve onlar vasıtası ile gönderdiği kitaplarda bizim için benimsediği dinin adının İslam olduğunu bildiren Allah (c.c) başka dinlere tabi olmayı şirk olarak beyan ederek, bu fiili işleyen kişi toplumları ebedi cehennem ile tehdit etmektedir. Son elçi Muhammed (a.s) muhataplarına şirke düşmeden nasıl bir yaşam sürüleceğini öğretmesine rağmen, ona iman ettiğini iddia eden bir kısım Müslüman şirki bir yaşam biçimi haline dönüştürmüş, dönüştürmekle kalmamış bu inancı dinin bir gereği haline getirmiştir.
Bugün halkı Müslüman olan ülkelerin yönetim sistemlerine baktığımızda, sistemlerin temelinde Allah'ı değil, onun dışındakileri merkeze alan bir yönetim şekli olduğunu görebiliriz. Mescitlerde secdelerini Allah'a yapan Müslümanlar, mescit dışındaki sosyal, ekonomik ve siyasal hayatlarında maalesef Allah dışındakilere secde etmektedir.
Şirk kavramının sadece taştan tahtadan putlara tapmakla sınırlı olduğunu zannederek, yaşamları içindeki şirk göremeyen birçok Müslüman, ne acıdır ki şirk bataklığı içinde debelenmekte, içinde bulundukları bu şirkin farkında bile değillerdir. Kur'an içindeki bu konudaki ayetlerin muhataplarının geçmişte kalmış Mekke müşrikleri olduğunu zannederek okumaları, bir çok Müslümanın bu konuda yanılgı içine düşmesine sebep olmaktadır.
Sonuç olarak; Şirki hayattan çıkarmak için gönderilen elçilerin sonuncusu olan Muhammed (a.s) ın ümmeti olmakla övünen bir çok Müslüman maalesef, şirki hayat sistemi haline getirmiş, ve hallerinden memnun bir vaziyette yaşamaktadır. Allah'ın yetki alanını onun dışındakilere hasretmek anlamına gelen şirk, Müslümanların hayatlarına yeniden girmiş, başta Muhammed (a.s) olmak üzere, dini alanda yüce ve ulu olarak bilinen bazı kimseler Allah (c.c) ile yetki paylaştırılır bir hale getirilmiş, yönetim alanında ise, Allah'ın haram kıldıklarını helal sayan yönetim şekilleri Müslüman toplumların tercihleri olmuştur.
Dün Mekke'de Allah'ı birleyen bir inancı ret edenlerin elçiye uyguladıkları zulmün bir benzeri, bugün kendilerini Müslüman olarak gören fakat sahip oldukları düşünce İslam olmayan bazı kimseler tarafından Allah ile birlikte yanına herhangi bir isim, düşünce, ideoloji konulmaması gerektiğini savunanlara uygulanmaktadır.
Amacımız kimseyi müşrik olarak yaftalamak değil, içinde bulunduğu şirk batağının farkında olmayan bir yaşam sürenlerin zihinlerinde bir farkındalık oluşturmaya çalışmaktır.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
2 Ağustos 2017 Çarşamba
Zümer s. 49-52. Ayetleri: Allah'a Karşı Yapılan Nankörlüğün Karşılığının Değişmez Bir Yasa Olması
Allah (c.c) nin elçileri vasıtası ile indirdiği kitapların ortak adının ZİKİR (hatırlatma) olması gereğince, geçmişteki kişi ve toplumların başlarından geçenlerin Kur'an'da bizlere anlatılma sebebi, kişi toplumların yaşadığı bu olayların SÜNNETULLAH yani Allah (c.c) nin yeryüzüne koyduğu değişmez yasaların bir sonucu olarak meydana gelmesidir. Bizler Kur'an'ı eğer bu açıdan okuyacak olursak, muhteviyatı içinde olan bir ayetin bize dair çok şeyler söylemiş olacağını da görebiliriz.
Zümer s. 49. ve 52. ayetlerini bu gözle okuduğumuz zaman, bize dönük önemli mesajlar içerdiğini görebiliriz.
فَإِذَا مَسَّ الْإِنْسَانَ ضُرٌّ دَعَانَا ثُمَّ إِذَا خَوَّلْنَاهُ نِعْمَةً مِنَّا قَالَ إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَىٰ عِلْمٍ ۚ بَلْ هِيَ فِتْنَةٌ وَلَٰكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
[039.049] İnsana bir sıkıntı dokunuverince bize yalvarır, sonra kendisine tarafımızdan bir ni'met bahşediverdiğimiz zaman da o bana bir bilgi üzerine verildi der, bilakis o bir fitnedir velâkin pek çokları bilmezler.
قَدْ قَالَهَا الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَمَا أَغْنَىٰ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
[039.050] Bu (o bana bir bilgi üzerine verildi) sözünü kendilerinden öncekiler de söylemişti; ama kazandıkları şeyler onlara hiç bir yarar sağlamadı.
فَأَصَابَهُمْ سَيِّئَاتُ مَا كَسَبُوا ۚ وَالَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ هَٰؤُلَاءِ سَيُصِيبُهُمْ سَيِّئَاتُ مَا كَسَبُوا وَمَا هُمْ بِمُعْجِزِينَ
[039.051] Bunun için işledikleri kötülükler başlarına isabet etti. Bunlardan zulmedenlerin de kazandıkları kötülükler başlarına isabet edecektir. Bu hususta Allah'ı aciz bırakamazlar.
أَوَلَمْ يَعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقْدِرُ ۚ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
[039.052] Allah'ın rızkı dilediğine yaydığını ve kısıp bir ölçüye göre verdiğini bilmezler mi? Doğrusu bunda, inanan kimseler için dersler vardır.
Zümer s. 49. ayetinde kendisine bir sıkıntı dokunduğunda Allah'a yalvaran, bu sıkıntı ondan giderildiğinde önceden çektiklerini unutarak nankörleşen insan tiplerinden Kur'an'ın müteaddit ayetlerinde bahsedilmektedir. İnsanların bir kısmı kendilerine sıkıntı dokunduğunda Allah'a yalvarır, bu sıkıntı ondan giderilince yine Allah'ı hatırlayarak nankörleşmez, fakat bu olması gereken durum olduğu için, Kur'an bundan pek bahsetmez, aksine Allah'a karşı nankörlük yapan insanları merkeze alarak onlardan bahseder.
İnsanın içine düştüğü sıkıntıdan sonra sıkıntısının giderilmesinin insan için bir deneme olduğu beyan edilmektedir. Bu denemeyi geçemeyen insanın, nankörlüğünün bir ifadesi olarak söylediği, o bana bir bilgi üzerine verildi sözünün, 50. ayette önceki nankörler tarafından da söylendiği haber verilmektedir.
Bu haberin karşılığını Kasas s. 76-82. ayetler arasında geçen Karun kıssasının 78. ayetinde görmekteyiz. Zenginliği ile şımarmış olan Karun, kendisine kavmindeki bir kısım kişi tarafından söylenen "Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan da bulun. Yeryüzünde bozgunculuk arama. Doğrusu Allah; bozguncuları sevmez." ikazına karşılık o, "Bu servet bana bendeki bir bilgi üzerine verildi" diyerek nankörlüğünü alenen açığa vurmaktadır. Karun kıssasının okuduğumuzda, kıssanın sonunda onun ve servetinin helak edildiği bildirilmektedir.
Zümer s. 51. ayetine geldiğimizde, nankörlük edenlerin, bu nankörlüklerinin karşılığını gördüğü bildirilmekte, 51. ayet içinde geçen وَالَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ هَٰؤُلَاءِ (bunlardan zulmedenlerin de) ibaresi, zenginlikten şımarmış olan Mekke'li kodamanları işaret ederek (ilk muhataplar onlar olduğu için), Karun'un uğradığı aynı akıbetin onlar için de geçerli olduğu haber verilmektedir.
Mekke'de ilk nazil olan surelere baktığımızda, bu surelerde işlenen ağırlıklı konunun, Mekke'li inkarcıların kendilerine gelen elçi ve vahyi ret etme sebeplerinin başında, evlat, mal ve servetlerine olan aşırı güvenleri, ve bu güvenlerinin onlara özellikle ahirette ne gibi zarar vereceği olduğu görülecektir.
Mekke'li inkarcıların bu arka planını bildiğimiz zaman, Kur'an içinde bir çok yerde geçen Mekke'li inkarcılardan kat be kat üstün oldukları halde, evlat, mal ve servetlerinin kendilerine fayda etmediği kişi ve toplulukların helak edildiklerinin neden bizlere haber verildiğini daha net bir şekilde anlayabiliriz.
Kur'an, Karun kıssası üzerinden bir gönderme yapmakla, bu kıssada yaşananların Mekke'li inkarcılar için de geçerli olacağını haber vererek, mal ve servet sahiplerinin ayağını denk almalarını istemektedir.
Bu anlatımlar sadece Mekke'li kodamanlara mı yöneliktir?
Elbette hayır, Mekke'li kodamanlar ilk muhataplardan oldukları için, geçmişlerin kıssalarında anlatılanlar, onların inkarcı tavırlarının geçmişte yaşayan kişi ve topluluklarda da görüldüğü, geçmiştekilerin bu hatalarının onlara çok pahalıya mal olduğu haber verilerek, aynı bedeli Mekke'li kodamanların da ödeyecekleri haber verilerek tehdit edilmektedir.
Kur'an'da geçmişte yaşamış Karun adlı şımarık bir servet sahibinin akıbetinden bahsedilerek, Mekke'li şımarık zenginler tehdit edilmiş, Ebu Lehep gibi kodamanların ismi verilerek, mal ve servetinin ona fayda etmediği bildirilmiştir. Mekke'liler, Karun adlı bir şımarığın örneğinde, yeryüzünde cari olan bu değişmez yasanın nasıl işlediğini görürken, bizler Karun'a ilaveten Mekke'li kodamanların da aynı akıbete düştüğünü görmekte, ve bunlardan ibret alınmasının istenildiğini öğrenmekteyiz.
Bütün bunlar bizlere şunu göstermektedir;
İnsanların sahip oldukları her şey, onların elinde geçici olarak bulundurdukları onlara emanet olarak verilmiş imtihan araçlarıdır. Bütün insanların elinde olan Dünya Malı olarak nitelenenlerin tamamının asıl sahibi Allah (c.c) olup, insan kendisine emaneten verilmiş olan bu geçici şeyleri kendi isteği doğrultusunda değil, mal sahibinin isteği doğrultusunda kullanmak zorundadır.
Elindeki emaneti keyfi doğrultusunda kullanan insanların durumu ve akıbeti nedir?.
Bu sorunun cevabı Karun'un uğradığı akibet ile verilmektedir. Onun ve Ebu Lehep gibilerin uğradıkları akıbet, sadece belirli kişilerle sınırlı bir akıbet değil, Sünnetullah olarak bildiğimiz değişmez toplumsal yasaların bir sonucudur. Bu isimler artık şımarık zenginler için kullanılan evrensel isimler haline gelmiş, her çağda yaşayan ve yaşayacak olan Karun ve Ebu Lehep'ler geçmiş atalarının uğradıkları akıbete er veya geç mutlaka uğrayacaklardır.
Kur'an'ın bir adının Zikir yani hatırlatma olması geçmiş yaşantıları bizlere hatırlatması yani unutmamamızı sağlaması demek olup, ilgili ayetler bizlere geçmişte yaşayan şımarık zenginlerin akıbetlerini hatırlatarak Bunlar gibi olmayın mesajı vermesi açısından okunduğunda, anlatılanlar masal olmaktan çıkarak, ibretli mesajlara dönüşecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Zümer s. 49. ve 52. ayetlerini bu gözle okuduğumuz zaman, bize dönük önemli mesajlar içerdiğini görebiliriz.
فَإِذَا مَسَّ الْإِنْسَانَ ضُرٌّ دَعَانَا ثُمَّ إِذَا خَوَّلْنَاهُ نِعْمَةً مِنَّا قَالَ إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَىٰ عِلْمٍ ۚ بَلْ هِيَ فِتْنَةٌ وَلَٰكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
[039.049] İnsana bir sıkıntı dokunuverince bize yalvarır, sonra kendisine tarafımızdan bir ni'met bahşediverdiğimiz zaman da o bana bir bilgi üzerine verildi der, bilakis o bir fitnedir velâkin pek çokları bilmezler.
قَدْ قَالَهَا الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَمَا أَغْنَىٰ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ
[039.050] Bu (o bana bir bilgi üzerine verildi) sözünü kendilerinden öncekiler de söylemişti; ama kazandıkları şeyler onlara hiç bir yarar sağlamadı.
فَأَصَابَهُمْ سَيِّئَاتُ مَا كَسَبُوا ۚ وَالَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ هَٰؤُلَاءِ سَيُصِيبُهُمْ سَيِّئَاتُ مَا كَسَبُوا وَمَا هُمْ بِمُعْجِزِينَ
[039.051] Bunun için işledikleri kötülükler başlarına isabet etti. Bunlardan zulmedenlerin de kazandıkları kötülükler başlarına isabet edecektir. Bu hususta Allah'ı aciz bırakamazlar.
أَوَلَمْ يَعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقْدِرُ ۚ إِنَّ فِي ذَٰلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
[039.052] Allah'ın rızkı dilediğine yaydığını ve kısıp bir ölçüye göre verdiğini bilmezler mi? Doğrusu bunda, inanan kimseler için dersler vardır.
Zümer s. 49. ayetinde kendisine bir sıkıntı dokunduğunda Allah'a yalvaran, bu sıkıntı ondan giderildiğinde önceden çektiklerini unutarak nankörleşen insan tiplerinden Kur'an'ın müteaddit ayetlerinde bahsedilmektedir. İnsanların bir kısmı kendilerine sıkıntı dokunduğunda Allah'a yalvarır, bu sıkıntı ondan giderilince yine Allah'ı hatırlayarak nankörleşmez, fakat bu olması gereken durum olduğu için, Kur'an bundan pek bahsetmez, aksine Allah'a karşı nankörlük yapan insanları merkeze alarak onlardan bahseder.
İnsanın içine düştüğü sıkıntıdan sonra sıkıntısının giderilmesinin insan için bir deneme olduğu beyan edilmektedir. Bu denemeyi geçemeyen insanın, nankörlüğünün bir ifadesi olarak söylediği, o bana bir bilgi üzerine verildi sözünün, 50. ayette önceki nankörler tarafından da söylendiği haber verilmektedir.
Bu haberin karşılığını Kasas s. 76-82. ayetler arasında geçen Karun kıssasının 78. ayetinde görmekteyiz. Zenginliği ile şımarmış olan Karun, kendisine kavmindeki bir kısım kişi tarafından söylenen "Şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet. Dünyadaki nasibini de unutma. Allah'ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsan da bulun. Yeryüzünde bozgunculuk arama. Doğrusu Allah; bozguncuları sevmez." ikazına karşılık o, "Bu servet bana bendeki bir bilgi üzerine verildi" diyerek nankörlüğünü alenen açığa vurmaktadır. Karun kıssasının okuduğumuzda, kıssanın sonunda onun ve servetinin helak edildiği bildirilmektedir.
Zümer s. 51. ayetine geldiğimizde, nankörlük edenlerin, bu nankörlüklerinin karşılığını gördüğü bildirilmekte, 51. ayet içinde geçen وَالَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ هَٰؤُلَاءِ (bunlardan zulmedenlerin de) ibaresi, zenginlikten şımarmış olan Mekke'li kodamanları işaret ederek (ilk muhataplar onlar olduğu için), Karun'un uğradığı aynı akıbetin onlar için de geçerli olduğu haber verilmektedir.
Mekke'de ilk nazil olan surelere baktığımızda, bu surelerde işlenen ağırlıklı konunun, Mekke'li inkarcıların kendilerine gelen elçi ve vahyi ret etme sebeplerinin başında, evlat, mal ve servetlerine olan aşırı güvenleri, ve bu güvenlerinin onlara özellikle ahirette ne gibi zarar vereceği olduğu görülecektir.
Mekke'li inkarcıların bu arka planını bildiğimiz zaman, Kur'an içinde bir çok yerde geçen Mekke'li inkarcılardan kat be kat üstün oldukları halde, evlat, mal ve servetlerinin kendilerine fayda etmediği kişi ve toplulukların helak edildiklerinin neden bizlere haber verildiğini daha net bir şekilde anlayabiliriz.
Kur'an, Karun kıssası üzerinden bir gönderme yapmakla, bu kıssada yaşananların Mekke'li inkarcılar için de geçerli olacağını haber vererek, mal ve servet sahiplerinin ayağını denk almalarını istemektedir.
Bu anlatımlar sadece Mekke'li kodamanlara mı yöneliktir?
Elbette hayır, Mekke'li kodamanlar ilk muhataplardan oldukları için, geçmişlerin kıssalarında anlatılanlar, onların inkarcı tavırlarının geçmişte yaşayan kişi ve topluluklarda da görüldüğü, geçmiştekilerin bu hatalarının onlara çok pahalıya mal olduğu haber verilerek, aynı bedeli Mekke'li kodamanların da ödeyecekleri haber verilerek tehdit edilmektedir.
Kur'an'da geçmişte yaşamış Karun adlı şımarık bir servet sahibinin akıbetinden bahsedilerek, Mekke'li şımarık zenginler tehdit edilmiş, Ebu Lehep gibi kodamanların ismi verilerek, mal ve servetinin ona fayda etmediği bildirilmiştir. Mekke'liler, Karun adlı bir şımarığın örneğinde, yeryüzünde cari olan bu değişmez yasanın nasıl işlediğini görürken, bizler Karun'a ilaveten Mekke'li kodamanların da aynı akıbete düştüğünü görmekte, ve bunlardan ibret alınmasının istenildiğini öğrenmekteyiz.
Bütün bunlar bizlere şunu göstermektedir;
İnsanların sahip oldukları her şey, onların elinde geçici olarak bulundurdukları onlara emanet olarak verilmiş imtihan araçlarıdır. Bütün insanların elinde olan Dünya Malı olarak nitelenenlerin tamamının asıl sahibi Allah (c.c) olup, insan kendisine emaneten verilmiş olan bu geçici şeyleri kendi isteği doğrultusunda değil, mal sahibinin isteği doğrultusunda kullanmak zorundadır.
Elindeki emaneti keyfi doğrultusunda kullanan insanların durumu ve akıbeti nedir?.
Bu sorunun cevabı Karun'un uğradığı akibet ile verilmektedir. Onun ve Ebu Lehep gibilerin uğradıkları akıbet, sadece belirli kişilerle sınırlı bir akıbet değil, Sünnetullah olarak bildiğimiz değişmez toplumsal yasaların bir sonucudur. Bu isimler artık şımarık zenginler için kullanılan evrensel isimler haline gelmiş, her çağda yaşayan ve yaşayacak olan Karun ve Ebu Lehep'ler geçmiş atalarının uğradıkları akıbete er veya geç mutlaka uğrayacaklardır.
Kur'an'ın bir adının Zikir yani hatırlatma olması geçmiş yaşantıları bizlere hatırlatması yani unutmamamızı sağlaması demek olup, ilgili ayetler bizlere geçmişte yaşayan şımarık zenginlerin akıbetlerini hatırlatarak Bunlar gibi olmayın mesajı vermesi açısından okunduğunda, anlatılanlar masal olmaktan çıkarak, ibretli mesajlara dönüşecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
26 Ocak 2017 Perşembe
Fussilet s. 33. Ayeti : Allah'a Çağırmanın Ben Müslümanlardanım Demenin Hayatımızın İçindeki Yeri
Allah (c.c) , sadece kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmesi için yaratmış olduğu biz kullarına , bu tanımanın hayat içinde nasıl gerçekleşmesi gerektiğini , elçi ve kitapları aracılığı ile bildirmiştir. Elçi ve kitap halkasının son zinciri olan Muhammed (a.s) a inen Kur'an , aynı bilgileri bizlere hatırlatan bir kitaptır.
Bu kitap içindeki Fussilet s. 33. ayetini yazımıza konu etmeye çalışarak , bu ayet içinde beyan edilen şıkların hayat içindeki pratiği ve bu şıklarla ne kadar barışık bir hayat yaşadığımız üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
[041.033] Allah'a davet eden, salih amelde bulunan ve: «Gerçekten ben Müslümanlardanım» diyenden daha güzel sözlü kimdir?
Bu ayet yaşamın gayesi 3 şıkta özetlenerek, örnek bir insan portresi çizilmektedir.
1-Allah'a davet etmek.
2-Salih amel işlemek.
3-Ben Müslümanlardanım demek.
Allah (c.c) bu 3 amel için "Ahsene Qavlen" ifadesini kullanmaktadır. Ancak konu, Allah (c.c) tarafından övülmüş olan bu 3 güzel amelin, biz Müslümanların hayatında nasıl işlerlik kazandığına geldiğinde orada düğümlenmektedir.
Yukarıda sayılan 3 vasfın en güzel örnekliğini , Allah (c.c) tarafından gönderilen bütün elçiler muhataplarına göstererek , bu vasıfların hayat içindeki anlamlarını pratik olarak yerine getirmişlerdir. Fakat bu elçilerin örneklikleri , bizlerin hayatında tam anlamıyla pratik bulmamak sureti ile, bir çok sıkıntının ortaya çıkmasına sebebiyet verilmiştir.
Allah'a davet etmek bir Müslümanın yaşamında nasıl yer bulması gereklidir?.
Bu davetin nasıl olması gerektiğini kısaca özetleyecek olursak , Kur'an geneline yayılmış elçiler ve onlarla birlikte olan iman edenlerin ,yaşadıkları örnek hayatların bizlere anlatılma sebebi, Allah'a davet etmenin pratik hayat içindeki yerinin nasıl gerçekleşeceğidir. Şirk batağına batmış kavimlerini tek ilaha kulluk etmeye çağıran elçiler ve onlarla birlikte olanların yaşadıkları hayatı ALLAH'A DAVET ETMEK olarak özetleyebiliriz.
Fakat şu anda yaşayan Müslümanların bu daveti , Kur'ani boyutundan daha farklı bir yönlere çektiklerini söylemek yanlış olmayacaktır.
İnsanları Allah'a davet etmek demek, öncelikle insanın ne olduğunu , ne amaçla yaratıldığını bilmesi anlamına gelmektedir. Böyle bir bilgiden yoksun olan kimsenin Allah'a davet etmek gibi bir düşüncesi de zaten yoktur. Biz konuyu yaratılış amacının farkında olan ve insanların dünya ve ahiret mutluluğunun İslam ile gerçekleşeceğini bilerek davetçi olmaya soyunanların, bu şıkkı hayatlarına nasıl geçirmesi gerektiği üzerinde yoğunlaştırmaya çalışalım.
Bugün dünya yüzünde yaşayan Müslümanların fırkalara bölünmüş ve bu fırkaların bir çoğunun birbirine düşman bir halde olduğu herkesçe malumdur. Bu fırkalara mensup ve birbirine düşman olan Müslümanlara "Kime davet ediyorsunuz?" şeklinde bir soru sorulsa bütün fırkaların ortak cevabı "Allah'a davet ediyoruz" şeklinde olacaktır.
Fakat dışarıdan bakan bir kimsenin kafasında "Herkes Allah'a davet ettiğini söylüyor fakat birbirlerine neden düşman , bunlar neyi paylaşamıyorlar?" sorusu oluşacak , ve kimsenin davetine icabet etmeyecektir.
Buradaki sorun, herkesin davet ettiği Allah (c.c) nin farklı kitap , farklı kişi , farklı mezhep ve meşreplerin tanıttığı ve davet ettiği bir Allah olmasıdır. Böyle bir farklılık haliyle fırkalaşmayı beraberinde getirmekte , fırkalar arasındaki rekabet ise düşmanlıkları körüklemektedir.
O zaman bu sorun , farklı kaynaklardan beslenmek yerine asıl kaynaktan beslenmek ile çözüme kavuşacaktır. Bu durum , farklı kaynaklardan beslenerek , her kafadan çıkan ayrı bir din oluşumuna da set çekecektir. Dikkat edilecek olursa , kendilerinin Allah'a davet ettiklerini iddia eden kimseler , sadece dinin bir tarafına takılarak , insanlara "İşte din bu dur" demekte ve ona çağırmaktadırlar.
Örneğin ; Dini sakal, sarık, cübbe'ye indirgemiş olanların , Allah'a yaptıkları davet insanları sakal bırakması , kafalarına sarık sarması, sırtlarına cübbe geçirmesinin faziletleri,ve bu yaşam tarzının en doğru dini bir yaşam olduğu noktasındadır.
Dini sadece namaza indirgemiş olanların ise çağrısı sadece namaza olup , din sadece namaz kılmaktan ibaretmiş gibi bir görünüm sergiledikleri herkesin malumudur.
Dini sadece kendi tarikatlarından ibaret zannederek , dünyanın kendi tarikatları ve şeyhlerinin yüzü suyu hürmetine döndüğüne inananların çağrısı ise sadece kendi tarikatlarına olup , insanları tarikatlarına dahil etmek için yaptıkları çalışmaların adı onlar için Allah' davet etmektir.
Bu ve benzeri çağrıların hiçbirini Allah'a davet etmek olarak görmek mümkün değildir. Bu çağrılar olsa olsa Allah'a davet maskesi altında kendi kitaplarına , şeyhlerine , tarikatlarına , düşüncelerine çağırmaktır.
[033.045-46] Ey Nebi! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. İzniyle Allah'a davet eden ve aydınlatan bir ışık olarak.
Allah'a davet etmenin örnekliğini bütün elçiler yaşamları ile göstermişlerdir. Muhammed (a.s) bu örnekliği gösteren elçiler zincirinin son halkasıdır. Onun davet ettiği Allah , kullarından sakal , sarık , cübbe ile gezmeleri , herhangi bir tarikata mensup olmaları , veya dinlerini herhangi bir kul tarafından yazılan kitaplar üzerine kurmaları gerektiği gibi şeyler istememektedir.
Elçilerin davet ettiği Allah kullarından, yalnız kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmelerini ve bu isteğin gerektirdiklerinin yerine getirilmesini istemektedir. Bu hayatı en kısa kelimelerle ifade edecek olursak "Salih Amel" şeklinde ifade edebiliriz.
Bir çok ayet içinde bu deyimi "İman etmek" ile birlikte zikredildiğini görmekteyiz. "İman etmek ve salih amel işlemek" olarak beyan edilen yaşam şekli , insanın yaratılış amacını özetleyen bir cümledir. Ancak Müslümanlar arasında yaygın olan itikadi inancın, iman ve ameli birbirinden ayırması sonucunda, dil ile iman ettiğini söyleyen milyarlarca Müslümana karşılık , bu imanını pratiğe dökmeye çalışan bir avuç Müslüman bulunmaktadır.
[022.078] Allah uğrunda gerektiği gibi cihat edin! Sizi O seçti, üzerinize dinde hiçbir zorluk da yükletmedi. Haydi babanız İbrahim'in milletine! Bundan önce ve bunda(Kur'an'da) size Müslüman adını o Allah verdi ki resul size şahit olsun, siz de bütün insanlara şahitler olasınız. Şu halde namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a sıkı tutunun ki, sahibiniz O'dur. Artık O ne güzel bir sahip, ne güzel bir yardımcıdır.
Hac s. 78. ayetinin içindeki "Resul size şahit olsun, siz de bütün insanlara şahitler olasınız" cümlesi, hayati önem arz eden bir cümledir. Resul bize yaşantısı ile şahit yani örnek olmuş , fakat bizlerin onun örnekliğini devam ettirerek, bütün insanlığa bu örnekliği taşıyacak olgunluk düzeyinde olduğumuzu söylemek çok güçtür.
Müslüman olmayan insanlar, Allah (c.c) nin kulları için beğendiği ve razı olduğu İslam dininin bütün insanlık için en doğru seçim olduğunu , kendilerine "Ben Müslümanlardanım" diyen insanların yaşantılarına şahit olarak görmek , bilmek , anlamak durumundadırlar. Müslümanlar yaşantıları ile öyle bir örnek hayat yaşamak zorundadırlar ki , diğer insanlar bizlere parmak ısırsın ve bizim mensup olduğumuz dinin bir mensubu olmak için istek göstersinler.
Maalesef durum hiç te öyle değildir . Biz Müslümanlar ferdi ve toplumsal hayatımızda bırakın başkaları tarafından örnek gösterilmeyi , mensup olduğumuz dinin ahlaki kurallarını tam olarak yerine getirmek noktasında acziyet göstermekte , bu kurallar bizden daha fazlasıyla , bizim dışımızdaki insanlar tarafından yerine getirilmektedir.
Halbuki Müslüman olmak demek , yaşadığı beldeyi mamur eden , yollarında insanları rahatsız edecek bir taş dahi olmamasına dikkat eden , kapılarına hırsız korkusu ile kilit kilit vurulan evlerin olmadığı , insanların birbirini aldatmadığı , yalan söylemediği , iftira atmadığı , caddelerinde rahatça dolaşılabilen beldelere sahip olan , karşısındaki insanın hakkını en az kendi hakkı kadar savunduğu, gıybet etmeyi ölü insan eti yemek gibi iğrenç gören , rengini , dilini , ırkını öne çıkararak bunları insanlara karşı övünç vesile yapmayan , insan olmanın gereği olan tüm değerlere önem veren insanlar demek olmalıdır.
Kısacası , "İman etmek salih amel işlemek" cümlesinin içi biz Müslümanlar tarafından gereği gibi hakkı verilerek doldurulmuş olsaydı , şu anda yaşadığımız dünya fesat içinde boğulmak yerine cennete dönmüş olabilirdi.
"Ben Müslümanlardanım" demek bir Müslümanın hayatında nasıl anlamını bulabilir?.
Bu kelimenin anlamı olan "Teslim Olmak" demek , Allah'a kendisini tam anlamıyla teslim ederek , ondan başka ilah , onun dininden başka bir dine tabi olmamak anlamına gelmektedir. Fakat bu söz, dillerde milyarlarca kişi tarafından telaffuz edilmesine rağmen , gereği hayat içinde yerine gelmemiş olmamasından ötürü , başka teslimiyetler içine girmiş insanlar topluluğu halindeyiz.
Fırkalara bölünmek konusunda şampiyonluğu hiç bir topluluğa bırakmayan biz Müslümanlar, kendimizi ifade ederken mensup olduğumuz fırkaya göre aidiyetimizi belirtmekten ayrı bir haz duymaktayız.
Fırka mensubiyetine göre isim belirlemek öyle bir hale gelmiştir ki , birbirleri ile yeni tanışan bir Müslümanın diğer bir Müslüman sorduğu ilk soru "Hangi cemaate mensupsunuz?" sorusu olmaktadır. Hiç bir cemaate mensup olmadığını söyleyen bir kimsenin verdiği cevaba inanılmamakta , mutlaka bir cemaate mensup olduğu düşünülmektedir.
Hele "Ben Müslümanlardanım" şeklinde bir cevap verecek olsa "Ne yani biz Müslüman değil miyiz?" şeklinde tepkilere neden olmaktadır. Müslümanlar arasındaki fırkacılığın geldiği noktaya işaret eden bu türden konuşmalar, acı bir gerçeği göstermektedir.
Müslüman ismini tek olarak kullanmaktan imtina ederek , önüne , Ehli sünnet , Şia , Hanefi , Şafii , Maliki , Hanbeli , Nurcu , Nakşibendi , Kadiri v.s gibi daha sayamadığımız binlerce fırka ismini koyarak kendisini ifade eden Müslümanların bu şekilde bir araya gelebilmeleri nasıl mümkün olabilir?.
"Ben Müslümanlardanım" demek , farklı teslimiyetlerden kurtularak sadece Allah'a teslim olmak demektir. Bu teslimiyet sadece onun kitabını hayat içinde rehber kabul etmek sureti ile gerçekleşecektir. Bu kitabın rehber edinilmesi demek , Müslüman isminin önüne veya arkasına isimler ilave etmenin yanlışlığını da göstererek , fırkalaşma ve hizipleşmeyi en az seviyeye indirecektir.
Sonuç olarak ; Fussilet s. 33. ayeti , bir insanın hayat içinde yürümesi gereken yolu 3 şıkta özetleyen bir ayettir. Ayetin beyan ettiği özelliklerin, gerçek olarak insanlar üzerinde yansıma bulması , o insanların yaşadığı toplumların cennete dönüşmesine yol açacaktır.
Ayet içinde beyan edilen bu şıkların , ayetlere iman ettiğini söyleyen biz Müslümanlar tarafından yerine getirilmeye çalışılmamasından doğan sıkıntıları yüzyıllardır çekmekte olmamız , bizi "Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunu sormaya ve cevabını aramaya yöneltmediği müddetçe , Allah'a davet adına , kendi inandığı dine davet etmeye çalışan , salih amel denilince aklına sadece bir takım ritüeller ile sınırlandırılmış amelleri yapmak olduğunu zanneden , Allah'ın verdiği ismi az veya eksik bularak Müslüman isminin önüne veya arkasına mensup olduğu fırkayı ilave ederek söyleyenler bitmek bilmeyecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Bu kitap içindeki Fussilet s. 33. ayetini yazımıza konu etmeye çalışarak , bu ayet içinde beyan edilen şıkların hayat içindeki pratiği ve bu şıklarla ne kadar barışık bir hayat yaşadığımız üzerindeki düşüncelerimizi paylaşmaya çalışacağız.
[041.033] Allah'a davet eden, salih amelde bulunan ve: «Gerçekten ben Müslümanlardanım» diyenden daha güzel sözlü kimdir?
Bu ayet yaşamın gayesi 3 şıkta özetlenerek, örnek bir insan portresi çizilmektedir.
1-Allah'a davet etmek.
2-Salih amel işlemek.
3-Ben Müslümanlardanım demek.
Allah (c.c) bu 3 amel için "Ahsene Qavlen" ifadesini kullanmaktadır. Ancak konu, Allah (c.c) tarafından övülmüş olan bu 3 güzel amelin, biz Müslümanların hayatında nasıl işlerlik kazandığına geldiğinde orada düğümlenmektedir.
Yukarıda sayılan 3 vasfın en güzel örnekliğini , Allah (c.c) tarafından gönderilen bütün elçiler muhataplarına göstererek , bu vasıfların hayat içindeki anlamlarını pratik olarak yerine getirmişlerdir. Fakat bu elçilerin örneklikleri , bizlerin hayatında tam anlamıyla pratik bulmamak sureti ile, bir çok sıkıntının ortaya çıkmasına sebebiyet verilmiştir.
Allah'a davet etmek bir Müslümanın yaşamında nasıl yer bulması gereklidir?.
Bu davetin nasıl olması gerektiğini kısaca özetleyecek olursak , Kur'an geneline yayılmış elçiler ve onlarla birlikte olan iman edenlerin ,yaşadıkları örnek hayatların bizlere anlatılma sebebi, Allah'a davet etmenin pratik hayat içindeki yerinin nasıl gerçekleşeceğidir. Şirk batağına batmış kavimlerini tek ilaha kulluk etmeye çağıran elçiler ve onlarla birlikte olanların yaşadıkları hayatı ALLAH'A DAVET ETMEK olarak özetleyebiliriz.
Fakat şu anda yaşayan Müslümanların bu daveti , Kur'ani boyutundan daha farklı bir yönlere çektiklerini söylemek yanlış olmayacaktır.
İnsanları Allah'a davet etmek demek, öncelikle insanın ne olduğunu , ne amaçla yaratıldığını bilmesi anlamına gelmektedir. Böyle bir bilgiden yoksun olan kimsenin Allah'a davet etmek gibi bir düşüncesi de zaten yoktur. Biz konuyu yaratılış amacının farkında olan ve insanların dünya ve ahiret mutluluğunun İslam ile gerçekleşeceğini bilerek davetçi olmaya soyunanların, bu şıkkı hayatlarına nasıl geçirmesi gerektiği üzerinde yoğunlaştırmaya çalışalım.
Bugün dünya yüzünde yaşayan Müslümanların fırkalara bölünmüş ve bu fırkaların bir çoğunun birbirine düşman bir halde olduğu herkesçe malumdur. Bu fırkalara mensup ve birbirine düşman olan Müslümanlara "Kime davet ediyorsunuz?" şeklinde bir soru sorulsa bütün fırkaların ortak cevabı "Allah'a davet ediyoruz" şeklinde olacaktır.
Fakat dışarıdan bakan bir kimsenin kafasında "Herkes Allah'a davet ettiğini söylüyor fakat birbirlerine neden düşman , bunlar neyi paylaşamıyorlar?" sorusu oluşacak , ve kimsenin davetine icabet etmeyecektir.
Buradaki sorun, herkesin davet ettiği Allah (c.c) nin farklı kitap , farklı kişi , farklı mezhep ve meşreplerin tanıttığı ve davet ettiği bir Allah olmasıdır. Böyle bir farklılık haliyle fırkalaşmayı beraberinde getirmekte , fırkalar arasındaki rekabet ise düşmanlıkları körüklemektedir.
O zaman bu sorun , farklı kaynaklardan beslenmek yerine asıl kaynaktan beslenmek ile çözüme kavuşacaktır. Bu durum , farklı kaynaklardan beslenerek , her kafadan çıkan ayrı bir din oluşumuna da set çekecektir. Dikkat edilecek olursa , kendilerinin Allah'a davet ettiklerini iddia eden kimseler , sadece dinin bir tarafına takılarak , insanlara "İşte din bu dur" demekte ve ona çağırmaktadırlar.
Örneğin ; Dini sakal, sarık, cübbe'ye indirgemiş olanların , Allah'a yaptıkları davet insanları sakal bırakması , kafalarına sarık sarması, sırtlarına cübbe geçirmesinin faziletleri,ve bu yaşam tarzının en doğru dini bir yaşam olduğu noktasındadır.
Dini sadece namaza indirgemiş olanların ise çağrısı sadece namaza olup , din sadece namaz kılmaktan ibaretmiş gibi bir görünüm sergiledikleri herkesin malumudur.
Dini sadece kendi tarikatlarından ibaret zannederek , dünyanın kendi tarikatları ve şeyhlerinin yüzü suyu hürmetine döndüğüne inananların çağrısı ise sadece kendi tarikatlarına olup , insanları tarikatlarına dahil etmek için yaptıkları çalışmaların adı onlar için Allah' davet etmektir.
Bu ve benzeri çağrıların hiçbirini Allah'a davet etmek olarak görmek mümkün değildir. Bu çağrılar olsa olsa Allah'a davet maskesi altında kendi kitaplarına , şeyhlerine , tarikatlarına , düşüncelerine çağırmaktır.
[033.045-46] Ey Nebi! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. İzniyle Allah'a davet eden ve aydınlatan bir ışık olarak.
Allah'a davet etmenin örnekliğini bütün elçiler yaşamları ile göstermişlerdir. Muhammed (a.s) bu örnekliği gösteren elçiler zincirinin son halkasıdır. Onun davet ettiği Allah , kullarından sakal , sarık , cübbe ile gezmeleri , herhangi bir tarikata mensup olmaları , veya dinlerini herhangi bir kul tarafından yazılan kitaplar üzerine kurmaları gerektiği gibi şeyler istememektedir.
Elçilerin davet ettiği Allah kullarından, yalnız kendisini İlah ve Rab olarak tanıyan bir hayat sürmelerini ve bu isteğin gerektirdiklerinin yerine getirilmesini istemektedir. Bu hayatı en kısa kelimelerle ifade edecek olursak "Salih Amel" şeklinde ifade edebiliriz.
Bir çok ayet içinde bu deyimi "İman etmek" ile birlikte zikredildiğini görmekteyiz. "İman etmek ve salih amel işlemek" olarak beyan edilen yaşam şekli , insanın yaratılış amacını özetleyen bir cümledir. Ancak Müslümanlar arasında yaygın olan itikadi inancın, iman ve ameli birbirinden ayırması sonucunda, dil ile iman ettiğini söyleyen milyarlarca Müslümana karşılık , bu imanını pratiğe dökmeye çalışan bir avuç Müslüman bulunmaktadır.
[022.078] Allah uğrunda gerektiği gibi cihat edin! Sizi O seçti, üzerinize dinde hiçbir zorluk da yükletmedi. Haydi babanız İbrahim'in milletine! Bundan önce ve bunda(Kur'an'da) size Müslüman adını o Allah verdi ki resul size şahit olsun, siz de bütün insanlara şahitler olasınız. Şu halde namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a sıkı tutunun ki, sahibiniz O'dur. Artık O ne güzel bir sahip, ne güzel bir yardımcıdır.
Hac s. 78. ayetinin içindeki "Resul size şahit olsun, siz de bütün insanlara şahitler olasınız" cümlesi, hayati önem arz eden bir cümledir. Resul bize yaşantısı ile şahit yani örnek olmuş , fakat bizlerin onun örnekliğini devam ettirerek, bütün insanlığa bu örnekliği taşıyacak olgunluk düzeyinde olduğumuzu söylemek çok güçtür.
Müslüman olmayan insanlar, Allah (c.c) nin kulları için beğendiği ve razı olduğu İslam dininin bütün insanlık için en doğru seçim olduğunu , kendilerine "Ben Müslümanlardanım" diyen insanların yaşantılarına şahit olarak görmek , bilmek , anlamak durumundadırlar. Müslümanlar yaşantıları ile öyle bir örnek hayat yaşamak zorundadırlar ki , diğer insanlar bizlere parmak ısırsın ve bizim mensup olduğumuz dinin bir mensubu olmak için istek göstersinler.
Maalesef durum hiç te öyle değildir . Biz Müslümanlar ferdi ve toplumsal hayatımızda bırakın başkaları tarafından örnek gösterilmeyi , mensup olduğumuz dinin ahlaki kurallarını tam olarak yerine getirmek noktasında acziyet göstermekte , bu kurallar bizden daha fazlasıyla , bizim dışımızdaki insanlar tarafından yerine getirilmektedir.
Halbuki Müslüman olmak demek , yaşadığı beldeyi mamur eden , yollarında insanları rahatsız edecek bir taş dahi olmamasına dikkat eden , kapılarına hırsız korkusu ile kilit kilit vurulan evlerin olmadığı , insanların birbirini aldatmadığı , yalan söylemediği , iftira atmadığı , caddelerinde rahatça dolaşılabilen beldelere sahip olan , karşısındaki insanın hakkını en az kendi hakkı kadar savunduğu, gıybet etmeyi ölü insan eti yemek gibi iğrenç gören , rengini , dilini , ırkını öne çıkararak bunları insanlara karşı övünç vesile yapmayan , insan olmanın gereği olan tüm değerlere önem veren insanlar demek olmalıdır.
Kısacası , "İman etmek salih amel işlemek" cümlesinin içi biz Müslümanlar tarafından gereği gibi hakkı verilerek doldurulmuş olsaydı , şu anda yaşadığımız dünya fesat içinde boğulmak yerine cennete dönmüş olabilirdi.
"Ben Müslümanlardanım" demek bir Müslümanın hayatında nasıl anlamını bulabilir?.
Bu kelimenin anlamı olan "Teslim Olmak" demek , Allah'a kendisini tam anlamıyla teslim ederek , ondan başka ilah , onun dininden başka bir dine tabi olmamak anlamına gelmektedir. Fakat bu söz, dillerde milyarlarca kişi tarafından telaffuz edilmesine rağmen , gereği hayat içinde yerine gelmemiş olmamasından ötürü , başka teslimiyetler içine girmiş insanlar topluluğu halindeyiz.
Fırkalara bölünmek konusunda şampiyonluğu hiç bir topluluğa bırakmayan biz Müslümanlar, kendimizi ifade ederken mensup olduğumuz fırkaya göre aidiyetimizi belirtmekten ayrı bir haz duymaktayız.
Fırka mensubiyetine göre isim belirlemek öyle bir hale gelmiştir ki , birbirleri ile yeni tanışan bir Müslümanın diğer bir Müslüman sorduğu ilk soru "Hangi cemaate mensupsunuz?" sorusu olmaktadır. Hiç bir cemaate mensup olmadığını söyleyen bir kimsenin verdiği cevaba inanılmamakta , mutlaka bir cemaate mensup olduğu düşünülmektedir.
Hele "Ben Müslümanlardanım" şeklinde bir cevap verecek olsa "Ne yani biz Müslüman değil miyiz?" şeklinde tepkilere neden olmaktadır. Müslümanlar arasındaki fırkacılığın geldiği noktaya işaret eden bu türden konuşmalar, acı bir gerçeği göstermektedir.
Müslüman ismini tek olarak kullanmaktan imtina ederek , önüne , Ehli sünnet , Şia , Hanefi , Şafii , Maliki , Hanbeli , Nurcu , Nakşibendi , Kadiri v.s gibi daha sayamadığımız binlerce fırka ismini koyarak kendisini ifade eden Müslümanların bu şekilde bir araya gelebilmeleri nasıl mümkün olabilir?.
"Ben Müslümanlardanım" demek , farklı teslimiyetlerden kurtularak sadece Allah'a teslim olmak demektir. Bu teslimiyet sadece onun kitabını hayat içinde rehber kabul etmek sureti ile gerçekleşecektir. Bu kitabın rehber edinilmesi demek , Müslüman isminin önüne veya arkasına isimler ilave etmenin yanlışlığını da göstererek , fırkalaşma ve hizipleşmeyi en az seviyeye indirecektir.
Sonuç olarak ; Fussilet s. 33. ayeti , bir insanın hayat içinde yürümesi gereken yolu 3 şıkta özetleyen bir ayettir. Ayetin beyan ettiği özelliklerin, gerçek olarak insanlar üzerinde yansıma bulması , o insanların yaşadığı toplumların cennete dönüşmesine yol açacaktır.
Ayet içinde beyan edilen bu şıkların , ayetlere iman ettiğini söyleyen biz Müslümanlar tarafından yerine getirilmeye çalışılmamasından doğan sıkıntıları yüzyıllardır çekmekte olmamız , bizi "Nerede yanlış yapıyoruz?" sorusunu sormaya ve cevabını aramaya yöneltmediği müddetçe , Allah'a davet adına , kendi inandığı dine davet etmeye çalışan , salih amel denilince aklına sadece bir takım ritüeller ile sınırlandırılmış amelleri yapmak olduğunu zanneden , Allah'ın verdiği ismi az veya eksik bularak Müslüman isminin önüne veya arkasına mensup olduğu fırkayı ilave ederek söyleyenler bitmek bilmeyecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
24 Ocak 2017 Salı
ĞAVS : Allah'a Layık Olan Fakat Bazı Kullara Layık Görülen Bir İsim
[007.180] En güzel isimler Allah'ındır. Öyleyse O'na bunlarla dua edin.
O'nun isimlerinde 'aykırılığa (ve inkâra) sapanları' bırakın. Yapmakta oldukları
dolayısıyla yakında cezalandırılacaklardır.
"Esmaül Hüsna" olarak bildiğimiz , bize Allah (c.c) yi tanıma ve bilme imkanı veren isimlerin, yaygın biçimde bilinen sayısı, herkesçe malum olduğu üzere 99 tanedir. Bu sayı Muhammed (a.s) dan geldiği rivayet edilen "Allah'ın 99 ismi vardır , kim bunları sayarsa cennete gider" şeklindeki sözlerle dinde tabu haline getirilmiştir.
Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) nin 98 den bir sonraki , 100 den bir önceki sayı olarak net şekilde 99 adet olarak bir rakam vermiş olduğunu söyleyen rivayetlere şüphe ile bakılması gerektiğini düşünmekteyiz şöyle ki ;
Bilindiği üzere bu isimler Kur'an içinden çıkarılan isimler olup , Kur'an'ın nazil olma süreci devam ettiğinden bu isimler üzerinde net bir sayının verilmesi mümkün değildir. Vahyin artık bittiğini haber veren herhangi bir ayet olmadığına göre , Muhammed (a.s) "Artık bundan sonra vahiy inmeyecek şu ana kadar inen Allah'ın isimlerini sayıp ümmetime haber vereyim" şeklinde bir düşünce ve ameliye içine girmesi de mümkün değildir.
Kur'an'ı dikkatli bir biçimde okumuş olanlar , 99 adet olarak bilinen ismin haricinde, Kur'an içinde Esmaül Hüsna'ya dahil olması gerektiği halde , Esmaül Hüsna'ya dahil edilmemiş olan bazı isimlerin olduğunu görebilirler. Bu isimlerin 99 adet olduğunu haber veren rivayetlerin sahih olabilme ihtimalini düşündüğümüzde , verilen sayının net bir sayı değil, çokluktan kinaye bir rakam olması daha makul görünmektedir.
Allah (c.c) nin isimlerini saymak sureti ile cennete gidileceğini haber veren rivayetlerin de sahih olması pek mümkün görülmemektedir şöyle ki ;
O isimlerin anlamını bilmeden , o isimlerin hayat içindeki gereğini yerine getirmeden sadece saymakla cennete gidilebileceğini Muhammed (a.s) asla söylemez. Allah (c.c) nin kendisini bize tanıttığı isimler, onun tek ilah olmasını ifade eden ve hayat içinde pratik edilmek sureti ile bilinecek ve yaşanacak isimlerdir.
İnancımızda maalesef yanlış bir tevekkül anlayışı mevcut olup , çalışıp gayret göstermeden sadece Allah'a el açıp dua etmekle, bazı hacetlerimizin karşılanacağı gibi bir zannımız bulunmaktadır. Allah (c.c) ye elbette el açılarak dua edilecektir , fakat biz dua etmenin sadece kavli olan kısmına ağırlık verdiğimiz için , ondan daha önemli olan ve duaların kabulüne mazhar olan fiili dua kısmını maalesef göz ardı etmekteyiz.
Esmaül Hüsna olarak bildiğimiz isimler işte bize fiili dua etmeyi öğreten isimler olup , bize cennetin yolunu , o isimlerin sadece dil ile tekrar edilmesi değil , o isimlerin anlamını yaşam içinde pratiğe geçirmek açacaktır.
Örneğin ; Hastalanan bir kimse, "Ya Şafi" (Şifa veren) ismini binlerce kez tekrarlasa , o kimsenin hastalıktan kurtulması mümkün değildir. Allah (c.c) nin "Şafi" (Şifa veren) olması , hastalıktan kurtulmak için gerekli olan tedavi imkanlarını da yaratmış olması anlamına gelmektedir. Hastalıktan kurtulmak için gerekli olan tedavi usullerini uygulamak onun "Şafi" ismini saymak yani hayat içinde uygulamak anlamına gelmektedir.
İşleri bozularak ekonomik dar boğaza giren bir kimse , akşama kadar "Er Rezzak" (Rızık verici) ismini binlerce kez tekrarlasa , Allah (c.c) ona gökten bir lokma ekmek atmaz . Allah (c.c) nin Er Rezzak olması kullarının rızıklarını yaratmış olması anlamına gelmektedir. Rızık temini için gerekli gayreti göstererek , rızkını temin etmeye çalışmak , bir kul için Allah (c.c) nin "Er Rezzak" ismini okuması veya sayması anlamına gelecektir.
Bu örnekleri bir çok isim için uygulamak mümkündür. Sadece dil ile tekrarlanarak , hayat içinde pratiğe dökülmeyen Esmaül Hüsna'lar , kişiye hiç bir fayda getirmeyecektir. Bazı televizyon kanallarında çıkan hoca olduğunu söyleyen kimselere dertlerini anlatarak, o dertlere deva arayan kimselere önerilen "...... esmasını şu kadar oku" veya "......esmasını bilmem kaç defa bir kağıda yaz suyunu iç veya yanında taşı" gibi tavsiyeler , hurafe ve yalan bilgiler olup , geçimlerini din ticaretinden sağlayan sahtekarların insanların umutlarını sömürmek için kullandığı yalan sözlerdir.
Allah (c.c) nin güzel isimlerini 99 gibi bir sayıya hapsetmenin doğru olmadığını , bu isimlere yine Kur'an içinden ilave edilebilecek isimler olduğunu yukarıda söylemeye çalışmıştık. Düşüncemiz o dur ki , Ğavs ismi Esmaül Hüsna'ya dahil edilmesi gereken isimlerden bir tanesidir. Bu isim bilindiği üzere , tasavvuf ekolünde bazı insanlara layık görülerek , Allah (c.c) den istenilmesi gereken yardım bu insanlardan istenilmek sureti ile , şirk batağının içine düşülmesine sebep olmaktadır.
Ğavsün ; "Yardım eden , imdada koşan , medet eden , yardımına sığınılan" anlamındadır. Bu kelime Kur'an içindeki ayetlerde şu şekilde kullanılmaktadır ;
[018.029] De ki: Gerçek, Rabbınızdandır. İsteyen inansın, isteyen inkar etsin. Şüphesiz ki zalimler için, duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmış bir ateş hazırlamışızdır. Onlar feryad edip yardım dilediklerinde (ve in yestağisu yuğasu bi main) , erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su kendilerine sunulur. O, ne kötü içecek ve ne kötü duraktır.
[028.015] Musa, halkının haberi olmadığı bir zamanda, şehre girdi. Biri kendi adamlarından, diğeri de düşmanı olan iki adamı döğüşür buldu. Kendi tarafından olan kimse, düşmanına karşı ondan yardım istedi (festeğasehu). Musa, onun düşmanına bir yumruk vurdu; ölümüne sebep oldu. «Bu şeytanin işidir; çünkü o apaçık, saptıran bir düşmandır» dedi.
[046.017-8] Annesine babasına: «Of ikinizden; benden önce nice nesiller gelip geçmişken beni tekrar diriltilmemle mi tehdit ediyorsunuz?» diyen kimseye, anne babası Allah'a sığınarak (yesteğısanillahe): «Sana yazıklar olsun! İnan; doğrusu Allah'ın sözü gerçektir» dedikleri halde: «Bu, Kuran öncekilerin masallarından başka bir şey değildir» diye cevap verenler işte onlar kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan gelip geçmiş ümmetler içinde, Allah'ın azap vadinin aleyhlerinde gerçekleştiği kimselerdir. Doğrusu onlar hüsranda olanlardır.
[008.009] Rabbinizin yardımına sığınıyordunuz (yesteğisune). O, «Ben size, birbiri peşinden bin melekle medet ederim» diye cevap vermişti.
Ayetlerde görüldüğü gibi , "Gavsün" kelimesinin türevleri , Allah veya insan'dan yardım talep etme anlamında kullanılmaktadır. Kelimenin Enfal s. 9. ayetinde geçişine baktığımızda, Bedir savaşı ile ilgili bir ayetin içinde de kullanılmakta olduğunu görmekteyiz.
Savaş örneğindeki sıkıntılı zamanlarda insanın yardımına koşabilecek , yardım ve imdat talebine cevap verebilecek olan tek kişinin sadece Allah (c.c) nin olduğunu beyan eden bu ayetin delaletine göre, tek ve gerçek Ğavs'ın sadece Allah (c.c) olduğunu anlamak mümkündür.
Esmaül Hüsna sayısının vahiy tarafından belirlenmediğini hesaba kattığımızda , 99 sayısının daha üzerine çıkacak Esmaül Hüsna'dan bir tanesi de "ĞAVS" veya "MUĞİS" ismidir. Bu isim, bir kul dara düştüğünde, imdat talebinde bulunabileceği ve sadece imdadın gelebileceği kişinin ismi olmaya layık olup , Allah (c.c) dışında bir kimseye yakıştırılmaya asla layık değildir.
Kasas s. 15. ayetinde Musa (a.s) dan yardım isteyen bir kimse için yine bu kelimenin kullanılmakta olduğunu görmekteyiz. İnsanın insan'dan yardım istemesi şeklinde ortaya çıkan yardım talebinde herhangi bir mahzur olmadığını burada hatırlatmak isteriz.
Eğer bir kimsenin arabası arıza yapsa , onun itmesi için birisinden yardım talep etmiş olsa , veya acil olarak hasta olan bir kimse 112 den yardım istemiş olsa , bu türden yardım talebinde herhangi bir mahzur yoktur. Fakat arabası arızalanan veya hasta olan kimse, Ğavs olarak bildiği bir insanın kendisine her an yardım edebilme gücü olduğuna inanarak ona "Yetişşş yaa Ğavs" diyerek nida ettiğinde bu nida kişiyi şirk'e götüren bir davranış olacaktır.
Bu noktada özellikle tasavvuf merkezli din anlayışında ortaya çıkan, ve insan cinsinden olan bazı kimseler için kullanılan "Ğavs" lakabının yanlışlığına ve tehlikesine dikkat çekmek istiyoruz.
Tarikatlarda kullanılan bir terim olan "Ğavs" , yaygın inanışa göre, bu lakaba sahip olan kişinin müritleri, her nerede olurlarsa olsunlar , onları her an görmekte ve işitmekte olduğu için , müritleri tarafından sıkıntılı zamanlarında "Yetişşşşş yaaaa Ğavs" şeklinde ona nida edildiğinde, Ğavs olarak bilinen kişi, onların bu isteklerine anında icabet ederek yardımlarına koşmakta ve hacetlerini gidermektedir.
İşte burada "Şirk" dediğimiz en büyük zulüm ortaya çıkmaktadır.
[004.048] Doğrusu Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını ise dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa pek büyük bir cinayeti iftira etmiş olduğunda şüphe yoktur.
Şirk kısaca , "Sadece Allah'a ait olması gereken niteliklerin , onun dışındakilere hasredilmesi" olarak tarif edilebilir.
İnsan cinsinden olan ve kendisine "Ğavs" rütbesi takılmak sureti ile , müritlerinin imdadına koştuğuna inanılan bir kimse için layık görülen bu rütbe , Allah (c.c) nin hakkı olduğu için , insan cinsinden olan kişilere böyle bir rütbe layık görülmekle büyük bir ŞİRK işlenmektedir.
[018.026] De ki: «Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir.» Göklerin ve yerin gaybı O'na aittir. O ne güzel görendir! O ne mükemmel işitendir! Onların, O'ndan başka bir yardımcısı yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.
Kehf s. 26. ayetine baktığımızda , Allah (c.c) nin gaybı bildiğini , işiten ve gören olduğunu , hükmüne kimseyi ortak etmediğini beyan buyurduğunu görmekteyiz.
İnsan cinsinden olan fakat "Ğavs" rütbesi layık görülen insanlara verilen özelliklerden bir tanesi, onların gayb bilgisine sahip olduğuna inanılmasıdır. Bir çok ayetinde gayb bilgisinin kendisine ait olduğunu beyan eden Rabbimizin bu beyanları göz ardı edilerek , dilediği kimseye gayb bilgisini verdiği iddiasından yola çıkılarak bazı insanların gaybı bildiği iddia edilerek onlara ilahlık özelliği verilmek sureti ile şirk içine düşülmektedir.
İnsan cinsinden olan bir kimseye "Ğavs" ismi verilerek her nerede olurlarsa olsunlar , onun bütün müritleri üzerinde her an GÖRÜCÜLÜK ve İŞİTİCİLİK vasıflarına sahip olduğu da iddia edilmiş olmasından dolayı , Allah (c.c) nin esmasına dahil olan "El Basir" ve "Es Semi" isimleri bir insana layık görülerek, şirk işlenmesine sebebiyet verilmektedir.
Hükmüne kimseyi ortak etmeyeceğini beyan eden Rabbimizin bu beyanı yine , ölü veya diri bazı insanların kainat üzerinde tasarruf hakları bulunduğuna inanılmak sureti ile kul ile Allah (c.c) eşit duruma getirilmekte , bu inanç ise kişileri şirk batağına sürüklemektedir.
Bu noktada kendilerini herhangi bir tarikata mensup olmakla, Ğavs ismi verilen kişilerin kanatları altına girerek , dünya ve ahirette kurtuluşa erdiklerini zannedenlere, gerçekte ise dünya ve ahiretini tehlikeye atmış olanlara bazı uyarılarımız ve hatırlatmalarımız olacaktır.
[057.004] Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa hükmeden, yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilen O'dur. Nerede olursanız olun, O, sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.
Ğavs ismi ile bilmeniz , tanımanız ve inanmanız gereken, nerede olursanız olun her an sizin yanınızda olan sadece ve sadece bir tek kimse vardır o da ALLAH (c.c) dir. Onun dışında beşer cinsinden hiç bir kimse, onun yetkisi ve gücü dahilinde olan böyle bir imkana asla sahip değildir ve olamaz. Yaptığınız en büyük hata , dininizi asıl kaynağı olan Kur'an'dan öğrenmeye gayret etmemenizdir. Sizi falan hocaya , filan şeyh efendiye yönlendirerek , "Kur'an'ı bu kimselerden anlayabilirsiniz" şeklinde herhangi bir yönlendirmede bulundurmaya çalıştığımızı sakın zannetmeyiniz.
Size Kur'an'a yöneltmek için yapmaya çalıştığımız bu tavsiyeler , içinde bulunduğunuz tehlikenin boyutlarını ancak Kur'an'ı okuduğunuz zaman görebileceğiniz içindir. İçinde bulunduğunuz tarikat yapılanmaları , sizlere dini bir hayat yaşatmak adına Kur'an ile bağınızı kopararak , şirk bataklığında boğulmanıza vesile olmaktadır.
Kur'an'ı okumak demek anlamadan bilmeden sadece hatim sevabı elde etmek için , baştan sona okumak değil , onu anladığımız dilden de okuyarak , bizlere neyi emrettiğini , nelerden sakındırdığını bilmekle olur. Kur'an'ı eğer anladığınız dilden okuduğunuz takdirde, içinde bulunduğunuz yapılanmanın sizleri nereye sürüklediğini daha kolay görerek , nasıl bir batağın içinde olduğunuzu anlamanız kolaylaşacaktır.
Bulunduğunuz dergahlarda, din adına yapılan sohbetlerde, hiç "Neden Kur'an bizim anlayacağımız bir dilde okunmuyor?" diye kendi kendinizi sorguladınız mı ?, dahası anlayacağınız dilden okumanın insanı saptıracağı şeklinde sözlerle "Bizleri neden Kur'an'dan uzak tutmaya çalışıyorlar?" diye kendi kendinize hiç düşündünüz mü ?.
Bu gibi yapılanmalarda Kur'an'ın anlaşılması konusu asla gündeme gelmez aksine, gündeme getirmenin sapıklık olduğu noktasında konuşmalar yapılır. Kur'an'ın anlaşılmasını savunmanın sapıklık olduğunu iddia edenlerin en büyük korkusu , din üzerine kurmuş oldukları imparatorluğun çökme korkusundan başka bir şey değildir.
Kur'an evet sizi saptıracaktır , yanlış anlamadınız KUR'AN EVET SİZİ SAPTIRACAKTIR.
Ama sizi nasıl bir yoldan saptıracaktır ?.
Kur'an sizi Allah (c.c) ye ait olması gereken Ğavs gibi isimleri, kullara layık görmek sureti ile sizi şirk işlemekten SAPTIRACAKTIR.
Kur'an sizi , kendiniz gibi bir insan olan kimseye, Allah'a ait olan Basir ve Semi isimlerini layık görerek , sizi her an görüp işittiğini zannetme sapkınlığından da SAPTIRACAKTIR.
Kur'an sizi, kendisinin başına neyin geleceğini bilmediğini söyleyen (Ahkaf s. 9) bir peygamberi örnek gösterirken , kendilerinin cennet beratını aldıklarını söyleyerek , müritlerini kibrit kutusunda cennete götüreceklerine inandıran şarlatanların yolunda gitmekten SAPTIRACAKTIR.
Kur'an sizi Allah (c.c) ile arada aracıların olmaması gerektiğini söylerken , size "Bu işler aracısız olmaz" diyerek , şirk batağına sokanların yolundan SAPTIRACAKTIR.
Kur'an sizi ölü veya diri bazı kimselere , kainat üzerinde tasarruf yetkisi verildiğine inandırarak , kulları Allah (c.c) ile eşit bir mertebede görmekten SAPTIRACAKTIR.
Kısacası Kur'an yarın hesap gününde dünya hayatında şirk'e düşmekten dolayı pişman olmaktan kurtararak , yaşamını şirk içinde geçirerek hesap gününde pişman olacak olanların yolundan saptırarak doğru bir yola iletecektir.
[033.067] Ey Rabbimiz! Biz sadatımıza ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar, derler.
Bugün kendilerine "Sadat" diyerek önlerinde el pençe divan durduğunuz ve sizi ebedi cennete götüreceğini zannettiğiniz bu kimselere yarın Ahzab s. 67. ayetindeki sözleri söylememek için , bugün dininizi Ğavs ve onların vekili olarak gördüğünüz kimselerden değil , Allah (c.c) nin kitabından öğrenerek , bu kitap doğrultusunda bir yaşam sürerek , hesap gününde pişman olacak olanlardan olmayın.
Bu yazının , herhangi bir tarikata mensup olanların içinde bulunduğu şirk batağını göstermeye çalışmaktan başka bir amacı yoktur. Müslüman olarak görevimiz gereği , içinde bulunduğu yanlışı göremeyenlere , görmeleri için bir nebze de olsa kafalarında bir ışık yakarak , içinde bulunduğu yapılanmayı , Kur'an doğrultusunda sorgulamaya başlamalarını tavsiye etmeye yönelik olup , kimseyi , tahkir ve tekfir etmeye yönelik değildir.
Sizleri kendilerinde Allah (c.c) ye has olması gereken sıfatlar bulunduğunu iddia ederek ona kulluktan alıkoyarak , kendilerine kul etmeye çağıran bu insanlar, bırakın sizi kurtarmayı yarın hesap gününde kendi paçalarını dahi kurtaramayacaklardır. Bugün bu sorgulamayı yapmayarak içinde bulunduğu yanlıştan dönme erdemini gösteremeyenler , yarın hesap gününde pişman olmaları onlara hiç bir fayda sağlamayacaktır.
"Esmaül Hüsna" olarak bildiğimiz , bize Allah (c.c) yi tanıma ve bilme imkanı veren isimlerin, yaygın biçimde bilinen sayısı, herkesçe malum olduğu üzere 99 tanedir. Bu sayı Muhammed (a.s) dan geldiği rivayet edilen "Allah'ın 99 ismi vardır , kim bunları sayarsa cennete gider" şeklindeki sözlerle dinde tabu haline getirilmiştir.
Muhammed (a.s) ın Allah (c.c) nin 98 den bir sonraki , 100 den bir önceki sayı olarak net şekilde 99 adet olarak bir rakam vermiş olduğunu söyleyen rivayetlere şüphe ile bakılması gerektiğini düşünmekteyiz şöyle ki ;
Bilindiği üzere bu isimler Kur'an içinden çıkarılan isimler olup , Kur'an'ın nazil olma süreci devam ettiğinden bu isimler üzerinde net bir sayının verilmesi mümkün değildir. Vahyin artık bittiğini haber veren herhangi bir ayet olmadığına göre , Muhammed (a.s) "Artık bundan sonra vahiy inmeyecek şu ana kadar inen Allah'ın isimlerini sayıp ümmetime haber vereyim" şeklinde bir düşünce ve ameliye içine girmesi de mümkün değildir.
Kur'an'ı dikkatli bir biçimde okumuş olanlar , 99 adet olarak bilinen ismin haricinde, Kur'an içinde Esmaül Hüsna'ya dahil olması gerektiği halde , Esmaül Hüsna'ya dahil edilmemiş olan bazı isimlerin olduğunu görebilirler. Bu isimlerin 99 adet olduğunu haber veren rivayetlerin sahih olabilme ihtimalini düşündüğümüzde , verilen sayının net bir sayı değil, çokluktan kinaye bir rakam olması daha makul görünmektedir.
Allah (c.c) nin isimlerini saymak sureti ile cennete gidileceğini haber veren rivayetlerin de sahih olması pek mümkün görülmemektedir şöyle ki ;
O isimlerin anlamını bilmeden , o isimlerin hayat içindeki gereğini yerine getirmeden sadece saymakla cennete gidilebileceğini Muhammed (a.s) asla söylemez. Allah (c.c) nin kendisini bize tanıttığı isimler, onun tek ilah olmasını ifade eden ve hayat içinde pratik edilmek sureti ile bilinecek ve yaşanacak isimlerdir.
İnancımızda maalesef yanlış bir tevekkül anlayışı mevcut olup , çalışıp gayret göstermeden sadece Allah'a el açıp dua etmekle, bazı hacetlerimizin karşılanacağı gibi bir zannımız bulunmaktadır. Allah (c.c) ye elbette el açılarak dua edilecektir , fakat biz dua etmenin sadece kavli olan kısmına ağırlık verdiğimiz için , ondan daha önemli olan ve duaların kabulüne mazhar olan fiili dua kısmını maalesef göz ardı etmekteyiz.
Esmaül Hüsna olarak bildiğimiz isimler işte bize fiili dua etmeyi öğreten isimler olup , bize cennetin yolunu , o isimlerin sadece dil ile tekrar edilmesi değil , o isimlerin anlamını yaşam içinde pratiğe geçirmek açacaktır.
Örneğin ; Hastalanan bir kimse, "Ya Şafi" (Şifa veren) ismini binlerce kez tekrarlasa , o kimsenin hastalıktan kurtulması mümkün değildir. Allah (c.c) nin "Şafi" (Şifa veren) olması , hastalıktan kurtulmak için gerekli olan tedavi imkanlarını da yaratmış olması anlamına gelmektedir. Hastalıktan kurtulmak için gerekli olan tedavi usullerini uygulamak onun "Şafi" ismini saymak yani hayat içinde uygulamak anlamına gelmektedir.
İşleri bozularak ekonomik dar boğaza giren bir kimse , akşama kadar "Er Rezzak" (Rızık verici) ismini binlerce kez tekrarlasa , Allah (c.c) ona gökten bir lokma ekmek atmaz . Allah (c.c) nin Er Rezzak olması kullarının rızıklarını yaratmış olması anlamına gelmektedir. Rızık temini için gerekli gayreti göstererek , rızkını temin etmeye çalışmak , bir kul için Allah (c.c) nin "Er Rezzak" ismini okuması veya sayması anlamına gelecektir.
Bu örnekleri bir çok isim için uygulamak mümkündür. Sadece dil ile tekrarlanarak , hayat içinde pratiğe dökülmeyen Esmaül Hüsna'lar , kişiye hiç bir fayda getirmeyecektir. Bazı televizyon kanallarında çıkan hoca olduğunu söyleyen kimselere dertlerini anlatarak, o dertlere deva arayan kimselere önerilen "...... esmasını şu kadar oku" veya "......esmasını bilmem kaç defa bir kağıda yaz suyunu iç veya yanında taşı" gibi tavsiyeler , hurafe ve yalan bilgiler olup , geçimlerini din ticaretinden sağlayan sahtekarların insanların umutlarını sömürmek için kullandığı yalan sözlerdir.
Allah (c.c) nin güzel isimlerini 99 gibi bir sayıya hapsetmenin doğru olmadığını , bu isimlere yine Kur'an içinden ilave edilebilecek isimler olduğunu yukarıda söylemeye çalışmıştık. Düşüncemiz o dur ki , Ğavs ismi Esmaül Hüsna'ya dahil edilmesi gereken isimlerden bir tanesidir. Bu isim bilindiği üzere , tasavvuf ekolünde bazı insanlara layık görülerek , Allah (c.c) den istenilmesi gereken yardım bu insanlardan istenilmek sureti ile , şirk batağının içine düşülmesine sebep olmaktadır.
Ğavsün ; "Yardım eden , imdada koşan , medet eden , yardımına sığınılan" anlamındadır. Bu kelime Kur'an içindeki ayetlerde şu şekilde kullanılmaktadır ;
[018.029] De ki: Gerçek, Rabbınızdandır. İsteyen inansın, isteyen inkar etsin. Şüphesiz ki zalimler için, duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmış bir ateş hazırlamışızdır. Onlar feryad edip yardım dilediklerinde (ve in yestağisu yuğasu bi main) , erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su kendilerine sunulur. O, ne kötü içecek ve ne kötü duraktır.
[028.015] Musa, halkının haberi olmadığı bir zamanda, şehre girdi. Biri kendi adamlarından, diğeri de düşmanı olan iki adamı döğüşür buldu. Kendi tarafından olan kimse, düşmanına karşı ondan yardım istedi (festeğasehu). Musa, onun düşmanına bir yumruk vurdu; ölümüne sebep oldu. «Bu şeytanin işidir; çünkü o apaçık, saptıran bir düşmandır» dedi.
[046.017-8] Annesine babasına: «Of ikinizden; benden önce nice nesiller gelip geçmişken beni tekrar diriltilmemle mi tehdit ediyorsunuz?» diyen kimseye, anne babası Allah'a sığınarak (yesteğısanillahe): «Sana yazıklar olsun! İnan; doğrusu Allah'ın sözü gerçektir» dedikleri halde: «Bu, Kuran öncekilerin masallarından başka bir şey değildir» diye cevap verenler işte onlar kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan gelip geçmiş ümmetler içinde, Allah'ın azap vadinin aleyhlerinde gerçekleştiği kimselerdir. Doğrusu onlar hüsranda olanlardır.
[008.009] Rabbinizin yardımına sığınıyordunuz (yesteğisune). O, «Ben size, birbiri peşinden bin melekle medet ederim» diye cevap vermişti.
Ayetlerde görüldüğü gibi , "Gavsün" kelimesinin türevleri , Allah veya insan'dan yardım talep etme anlamında kullanılmaktadır. Kelimenin Enfal s. 9. ayetinde geçişine baktığımızda, Bedir savaşı ile ilgili bir ayetin içinde de kullanılmakta olduğunu görmekteyiz.
Savaş örneğindeki sıkıntılı zamanlarda insanın yardımına koşabilecek , yardım ve imdat talebine cevap verebilecek olan tek kişinin sadece Allah (c.c) nin olduğunu beyan eden bu ayetin delaletine göre, tek ve gerçek Ğavs'ın sadece Allah (c.c) olduğunu anlamak mümkündür.
Esmaül Hüsna sayısının vahiy tarafından belirlenmediğini hesaba kattığımızda , 99 sayısının daha üzerine çıkacak Esmaül Hüsna'dan bir tanesi de "ĞAVS" veya "MUĞİS" ismidir. Bu isim, bir kul dara düştüğünde, imdat talebinde bulunabileceği ve sadece imdadın gelebileceği kişinin ismi olmaya layık olup , Allah (c.c) dışında bir kimseye yakıştırılmaya asla layık değildir.
Kasas s. 15. ayetinde Musa (a.s) dan yardım isteyen bir kimse için yine bu kelimenin kullanılmakta olduğunu görmekteyiz. İnsanın insan'dan yardım istemesi şeklinde ortaya çıkan yardım talebinde herhangi bir mahzur olmadığını burada hatırlatmak isteriz.
Eğer bir kimsenin arabası arıza yapsa , onun itmesi için birisinden yardım talep etmiş olsa , veya acil olarak hasta olan bir kimse 112 den yardım istemiş olsa , bu türden yardım talebinde herhangi bir mahzur yoktur. Fakat arabası arızalanan veya hasta olan kimse, Ğavs olarak bildiği bir insanın kendisine her an yardım edebilme gücü olduğuna inanarak ona "Yetişşş yaa Ğavs" diyerek nida ettiğinde bu nida kişiyi şirk'e götüren bir davranış olacaktır.
Bu noktada özellikle tasavvuf merkezli din anlayışında ortaya çıkan, ve insan cinsinden olan bazı kimseler için kullanılan "Ğavs" lakabının yanlışlığına ve tehlikesine dikkat çekmek istiyoruz.
Tarikatlarda kullanılan bir terim olan "Ğavs" , yaygın inanışa göre, bu lakaba sahip olan kişinin müritleri, her nerede olurlarsa olsunlar , onları her an görmekte ve işitmekte olduğu için , müritleri tarafından sıkıntılı zamanlarında "Yetişşşşş yaaaa Ğavs" şeklinde ona nida edildiğinde, Ğavs olarak bilinen kişi, onların bu isteklerine anında icabet ederek yardımlarına koşmakta ve hacetlerini gidermektedir.
İşte burada "Şirk" dediğimiz en büyük zulüm ortaya çıkmaktadır.
[004.048] Doğrusu Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını ise dilediğine bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa pek büyük bir cinayeti iftira etmiş olduğunda şüphe yoktur.
Şirk kısaca , "Sadece Allah'a ait olması gereken niteliklerin , onun dışındakilere hasredilmesi" olarak tarif edilebilir.
İnsan cinsinden olan ve kendisine "Ğavs" rütbesi takılmak sureti ile , müritlerinin imdadına koştuğuna inanılan bir kimse için layık görülen bu rütbe , Allah (c.c) nin hakkı olduğu için , insan cinsinden olan kişilere böyle bir rütbe layık görülmekle büyük bir ŞİRK işlenmektedir.
[018.026] De ki: «Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir.» Göklerin ve yerin gaybı O'na aittir. O ne güzel görendir! O ne mükemmel işitendir! Onların, O'ndan başka bir yardımcısı yoktur. O, kendi hükümranlığına kimseyi ortak etmez.
Kehf s. 26. ayetine baktığımızda , Allah (c.c) nin gaybı bildiğini , işiten ve gören olduğunu , hükmüne kimseyi ortak etmediğini beyan buyurduğunu görmekteyiz.
İnsan cinsinden olan fakat "Ğavs" rütbesi layık görülen insanlara verilen özelliklerden bir tanesi, onların gayb bilgisine sahip olduğuna inanılmasıdır. Bir çok ayetinde gayb bilgisinin kendisine ait olduğunu beyan eden Rabbimizin bu beyanları göz ardı edilerek , dilediği kimseye gayb bilgisini verdiği iddiasından yola çıkılarak bazı insanların gaybı bildiği iddia edilerek onlara ilahlık özelliği verilmek sureti ile şirk içine düşülmektedir.
İnsan cinsinden olan bir kimseye "Ğavs" ismi verilerek her nerede olurlarsa olsunlar , onun bütün müritleri üzerinde her an GÖRÜCÜLÜK ve İŞİTİCİLİK vasıflarına sahip olduğu da iddia edilmiş olmasından dolayı , Allah (c.c) nin esmasına dahil olan "El Basir" ve "Es Semi" isimleri bir insana layık görülerek, şirk işlenmesine sebebiyet verilmektedir.
Hükmüne kimseyi ortak etmeyeceğini beyan eden Rabbimizin bu beyanı yine , ölü veya diri bazı insanların kainat üzerinde tasarruf hakları bulunduğuna inanılmak sureti ile kul ile Allah (c.c) eşit duruma getirilmekte , bu inanç ise kişileri şirk batağına sürüklemektedir.
Bu noktada kendilerini herhangi bir tarikata mensup olmakla, Ğavs ismi verilen kişilerin kanatları altına girerek , dünya ve ahirette kurtuluşa erdiklerini zannedenlere, gerçekte ise dünya ve ahiretini tehlikeye atmış olanlara bazı uyarılarımız ve hatırlatmalarımız olacaktır.
[057.004] Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa hükmeden, yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilen O'dur. Nerede olursanız olun, O, sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görür.
Ğavs ismi ile bilmeniz , tanımanız ve inanmanız gereken, nerede olursanız olun her an sizin yanınızda olan sadece ve sadece bir tek kimse vardır o da ALLAH (c.c) dir. Onun dışında beşer cinsinden hiç bir kimse, onun yetkisi ve gücü dahilinde olan böyle bir imkana asla sahip değildir ve olamaz. Yaptığınız en büyük hata , dininizi asıl kaynağı olan Kur'an'dan öğrenmeye gayret etmemenizdir. Sizi falan hocaya , filan şeyh efendiye yönlendirerek , "Kur'an'ı bu kimselerden anlayabilirsiniz" şeklinde herhangi bir yönlendirmede bulundurmaya çalıştığımızı sakın zannetmeyiniz.
Size Kur'an'a yöneltmek için yapmaya çalıştığımız bu tavsiyeler , içinde bulunduğunuz tehlikenin boyutlarını ancak Kur'an'ı okuduğunuz zaman görebileceğiniz içindir. İçinde bulunduğunuz tarikat yapılanmaları , sizlere dini bir hayat yaşatmak adına Kur'an ile bağınızı kopararak , şirk bataklığında boğulmanıza vesile olmaktadır.
Kur'an'ı okumak demek anlamadan bilmeden sadece hatim sevabı elde etmek için , baştan sona okumak değil , onu anladığımız dilden de okuyarak , bizlere neyi emrettiğini , nelerden sakındırdığını bilmekle olur. Kur'an'ı eğer anladığınız dilden okuduğunuz takdirde, içinde bulunduğunuz yapılanmanın sizleri nereye sürüklediğini daha kolay görerek , nasıl bir batağın içinde olduğunuzu anlamanız kolaylaşacaktır.
Bulunduğunuz dergahlarda, din adına yapılan sohbetlerde, hiç "Neden Kur'an bizim anlayacağımız bir dilde okunmuyor?" diye kendi kendinizi sorguladınız mı ?, dahası anlayacağınız dilden okumanın insanı saptıracağı şeklinde sözlerle "Bizleri neden Kur'an'dan uzak tutmaya çalışıyorlar?" diye kendi kendinize hiç düşündünüz mü ?.
Bu gibi yapılanmalarda Kur'an'ın anlaşılması konusu asla gündeme gelmez aksine, gündeme getirmenin sapıklık olduğu noktasında konuşmalar yapılır. Kur'an'ın anlaşılmasını savunmanın sapıklık olduğunu iddia edenlerin en büyük korkusu , din üzerine kurmuş oldukları imparatorluğun çökme korkusundan başka bir şey değildir.
Kur'an evet sizi saptıracaktır , yanlış anlamadınız KUR'AN EVET SİZİ SAPTIRACAKTIR.
Ama sizi nasıl bir yoldan saptıracaktır ?.
Kur'an sizi Allah (c.c) ye ait olması gereken Ğavs gibi isimleri, kullara layık görmek sureti ile sizi şirk işlemekten SAPTIRACAKTIR.
Kur'an sizi , kendiniz gibi bir insan olan kimseye, Allah'a ait olan Basir ve Semi isimlerini layık görerek , sizi her an görüp işittiğini zannetme sapkınlığından da SAPTIRACAKTIR.
Kur'an sizi, kendisinin başına neyin geleceğini bilmediğini söyleyen (Ahkaf s. 9) bir peygamberi örnek gösterirken , kendilerinin cennet beratını aldıklarını söyleyerek , müritlerini kibrit kutusunda cennete götüreceklerine inandıran şarlatanların yolunda gitmekten SAPTIRACAKTIR.
Kur'an sizi Allah (c.c) ile arada aracıların olmaması gerektiğini söylerken , size "Bu işler aracısız olmaz" diyerek , şirk batağına sokanların yolundan SAPTIRACAKTIR.
Kur'an sizi ölü veya diri bazı kimselere , kainat üzerinde tasarruf yetkisi verildiğine inandırarak , kulları Allah (c.c) ile eşit bir mertebede görmekten SAPTIRACAKTIR.
Kısacası Kur'an yarın hesap gününde dünya hayatında şirk'e düşmekten dolayı pişman olmaktan kurtararak , yaşamını şirk içinde geçirerek hesap gününde pişman olacak olanların yolundan saptırarak doğru bir yola iletecektir.
[033.067] Ey Rabbimiz! Biz sadatımıza ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar, derler.
Bugün kendilerine "Sadat" diyerek önlerinde el pençe divan durduğunuz ve sizi ebedi cennete götüreceğini zannettiğiniz bu kimselere yarın Ahzab s. 67. ayetindeki sözleri söylememek için , bugün dininizi Ğavs ve onların vekili olarak gördüğünüz kimselerden değil , Allah (c.c) nin kitabından öğrenerek , bu kitap doğrultusunda bir yaşam sürerek , hesap gününde pişman olacak olanlardan olmayın.
Bu yazının , herhangi bir tarikata mensup olanların içinde bulunduğu şirk batağını göstermeye çalışmaktan başka bir amacı yoktur. Müslüman olarak görevimiz gereği , içinde bulunduğu yanlışı göremeyenlere , görmeleri için bir nebze de olsa kafalarında bir ışık yakarak , içinde bulunduğu yapılanmayı , Kur'an doğrultusunda sorgulamaya başlamalarını tavsiye etmeye yönelik olup , kimseyi , tahkir ve tekfir etmeye yönelik değildir.
Sizleri kendilerinde Allah (c.c) ye has olması gereken sıfatlar bulunduğunu iddia ederek ona kulluktan alıkoyarak , kendilerine kul etmeye çağıran bu insanlar, bırakın sizi kurtarmayı yarın hesap gününde kendi paçalarını dahi kurtaramayacaklardır. Bugün bu sorgulamayı yapmayarak içinde bulunduğu yanlıştan dönme erdemini gösteremeyenler , yarın hesap gününde pişman olmaları onlara hiç bir fayda sağlamayacaktır.
11 Ocak 2017 Çarşamba
Zümer s. 3. Ayeti : Kendilerini Allah'a Yaklaştırsın Diye Veliler Edinen Müslümanlar
Kur'an'ın Kitap Ehline , Kafirlere , Müşriklere yaptığı, onların yanlışlarına dair hitapların, sadece onlara has olduğu , biz Müslümanları ilgilendiren ayetlerin ise , sadece cennet ve cennet nimetleri ile ilgili ayetler olduğu zannı , bizleri Kur'an mesajının doğru bir şekilde anlamaktan uzaklaştırmaktadır.
Kur'an mesajının doğru olarak anlaşılması , bazı toplulukların yaptığı yanlışları dile getiren ayetlerin , sadece onlara has olduğu yönünde okunmayıp , dile getirilen yanlışların bizim tarafımızdan işlenip işlenmediği üzerinde tefekkür yapılarak , şayet aynı yanlışlar bizler tarafından işleniyor ise , kendimizi Kur'an'ın istediği biçimde düzeltmeye çalışmak yönünde olduğu takdirde gerçekleşecektir.
Kur'an mesajının doğru olarak anlaşılması , bazı toplulukların yaptığı yanlışları dile getiren ayetlerin , sadece onlara has olduğu yönünde okunmayıp , dile getirilen yanlışların bizim tarafımızdan işlenip işlenmediği üzerinde tefekkür yapılarak , şayet aynı yanlışlar bizler tarafından işleniyor ise , kendimizi Kur'an'ın istediği biçimde düzeltmeye çalışmak yönünde olduğu takdirde gerçekleşecektir.
Şirk , Allah (c.c) nin asla bağışlamayacağını vaat ettiği (Nisa s. 48 - 116), ve toplumların helak olmasına sebep olan bir cürüm olarak , Kur'an mesajının temelini teşkil etmektedir. Şirk'in insan hayatında nasıl yer bulduğu , ve bundan nasıl korunulması gerektiğine dair bilgiler, bu kitap içinde önemli bir hacme sahiptir.
Ancak Müslümanların bir çoğu şirk konulu ayetlerin , sadece Mekkelilere ve helak edilen kavimlere has olduğu zannı ile okuduğu için , bir çok Müslüman şirk batağının içine düşmüş bir halde , durumlarından habersiz , hallerinden memnun, cennette alacağı huri beklentisi içinde hayatlarını geçirmektedirler.
Bir çok Müslüman Zümer s. 3. ayetini okuduğu zaman , bu ayette bahsedilen şirk durumunun kendileri ile alakası olduğunu dahi düşünmemekte , ilgili ayetin sadece Mekke müşriklerinin içine düştüğü şirk'i anlattığını zannetmektedir. Ne acıdır ki yine bir çok Müslüman olduğunu iddia eden kimsenin hayatında, Zümer s. 3. ayetinin bahsettiği şirk gerçekleşmekte , fakat bu kimseler bu durumu görememeleri bir tarafa , yaşadıkları bu durumu İslam'ın bir gereği zannetmektedirler.
[039.003] Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah'ındır. O'nun astından olan başka veliler edinenler (şöyle derler:) «Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.» Hiç şüphesiz Allah, kendi aralarında, hakkında ihtilaf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı, kâfir olan kimseyi hidayete eriştirmez.
Ayeti okuduğumuzda , insanları şirk'e düşüren halin, Allah'a yaklaşmak için taştan veya tahtadan yapılmış bazı nesneler edinmiş olmaları anlaşılmaktadır. İnsanlar bu nesneleri Allah ile aralarında yaklaştırıcı unsur olarak görmekte , bu aracı nesneler olmadan Allah'a yaklaşılamayacağını iddia etmektedirler. Dikkat edilirse bu insanlar Allah'ı kabul etmekte , hatta onun yaratıcı olduğu noktasında herhangi bir sorunları bulunmamaktadır.
[029.061] Andolsun ki onlara: «Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?» diye sorsan, mutlaka, «Allah» derler. O halde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar?
[029.063] And olsun ki onlara: «Gökten su indirip onunla, ölümünden sonra yeri dirilten kimdir?» diye sorarsan, şüphesiz, «Allah'tır» derler. De ki: «Övülmek Allah içindir», fakat çoğu bunu akletmezler.
[031.025] Andolsun ki onlara, «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye sorsan, mutlaka «Allah...» derler. De ki: (Öyleyse) övgü de yalnız Allah'a mahsustur, ama onların çoğu bilmezler.
[039.038] And olsun ki, onlara, «Gökleri ve yeri yaratan kimdir?» diye sorsan: «Allah'tır» derler. De ki: «Öyleyse bana bildirin, Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut bana bir rahmet dilerse, O'nun rahmetini önleyebilir mi?» De ki: «Allah bana yeter; güvenenler O'na güvenir.»
Dün Mekkeli müşriklere sorulan soruların aynısı, bugün bir Müslümana sorulacak olsa, bu sorulara onun da vereceği cevap, Mekke müşriklerinin verdiği cevaptan farklı olmayacaktır. Bu insanların "Müşrik" vasfını kazanmasına sebep olan nokta, onların putlarına yüklemiş oldukları "Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar" şeklindeki gerekçeleridir.
Mekkeli müşrikler , Allah ile aralarında yaklaşmaya vesile olması için , taştan veya tahtadan yapılmış bir takım putları aracı olarak görmektedirler. Dün Mekkeliler tarafından putlara tapma konusunda dile getirilen gerekçenin aynısı , bugün kendisini Müslüman olarak ifade eden bir kısım insanın dilinde dolaşmakta , aracılar oluşturmak sureti ile gerçekleşen dini bir yaşam onların hayat tarzı haline gelmiştir.
Dün Mekke veya başka bir yerde taştan tahtadan putlara taparak o putlar ile Allah'a yaklaştıklarını iddia edenlerin yerine geçenler , taştan tahtadan putları terk ederek , etten kemikten meydana gelmiş insanlara , kendilerini Allah'a yaklaştırıcılık görevi yüklemişlerdir.
Dün Mekke'de şirk işleyenler şirklerine, "Biz atalarımızı bu yol üzerinde bulduk" şeklindeki sözlerle gerekçe gösterir iken , bugün kendisini "Müslüman" olarak tanımlayarak şirk işleyenler, Allah'ın kitabını işledikleri şirk'e alet etmekten çekinmeyerek , Mekkelilerden daha aşağılık bir yönteme başvurmaktadırlar.
Maide s. 35. ayetinde "Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakının ve O'na vesile arayın; O'nun yolunda cihad edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz." şeklinde buyurulmuş olmasını , Allah ile aralarında aracı kılınması gerektiğine dair bir emir olarak algılamakta ve bu emri yerine getirmek için !! aracılar kılınması gerektiği yorumlarını yapmaktadırlar.
"Ruhul Beyan" adlı tefsirde ilgili ayetin tefsirinin nasıl yapıldığını gördüğümüzde içinde bulunduğumuz korkunç durum daha net anlaşılacaktır ;
"Bil ki, ayeti kerime, açıkça vesileye yapışmayı emretmektedir, öyleyse vesile gereklidir. Çünkü Allah’u Teala’ya vuslat bir vesile ve bir vasıta ile olmaktadır. Bunun için en güzel vesile ve vuslat yolu da, hakikat alimleri ve tarikat şeyhleridir. İnsanın kendi başına amel etmesi, benlik ve varlık duygusunu artırabilir. Fakat peygamber ve velilerin tarif, mürşidin işareti ve nezareti (gözetimi) ile yapılan amelde, benlik duygusu bulunmaz. Böyle bir amel, talibi, Rabbul Âlemine ulaştırır. Ehl-i Hayrın ve Salihlerin sohbetinde büyük bir şeref ve saadet vardır. "
Özellikle tasavvuf kesiminin yaşadığı ve adına "İslam" dediği din, aracılık esası üzerine tesis edilmiş bir inanç olup , bu inanç maalesef Allah'ın ayetleri hevaya uygun olarak yorumlanmak ve tahrif edilmek sureti ile, İslam coğrafyası üzerinde yaşayan Müslümanlar arasında yaygınlaştırılmıştır.
"Direk Allah'a bağlanıyorum diyen Şeytan'a bağlanır"
Yukarıdaki şahsın ağzından çıkan sözler , İslam adına Allah'a atılan iftiraları özetlemektedir.
[002.186] Eğer kullarım sana benden sorarlarsa onlara de ki; ben kendilerine yakınım, bana dua edenin duasını, dua edince, kabul ederim. O halde onlar da benim çağrıma olumlu karşılık vererek bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar.
Kullarına "Ben size yakınım" buyuran Rabbimizin bu beyanına karşı , bazı kullar tarafından zımnen "Hayır sen bize uzaksın araya aracılar koyarsak onlar bizi sana yaklaştıracaktır" şeklinde bir itiraz getirilmekte, ve en büyük cürüm olan şirk , Müslüman hayatı içinde bu şekilde kendisine yer bulmaktadır.
Veli kavramı da bu noktada dejenerayona uğratılarak , Allah ile araya konulan , ölmüş veya diri olan bir takım Şeyh , Gavs , Kutup v.s lakaplı kimselere verilmektedir. Halbuki Allah (c.c) kendisi ile arasına konulan ne olursa olsun onu "Şirk" olarak nitelemektedir.
Dün Mekke müşriklerinde veya helak edilen kavimlerde ortaya çıkan şirk'in bir benzeri, sadece aktör farkılığı ile , bugün bir kısım Müslümanın hayatında yer bulmaktadır. Mekke'de yaşayan müşrikler, Allah (c.c) ile aralarına taştan veya tahtadan yapılmış putları koyarak , Allah'a onlar ile yaklaşacaklarına inanırlar iken , bugün bir kısım Müslümanlık iddiasında bulunan kimseler ise, etten kemikten oluşan insanlara bu misyonu yükleyerek böylece Allah'a yaklaşacaklarına inanmaktadırlar.
Mekkeli müşriklerin ve Müslüman olma iddiasında olan her iki topluluğun ortak gerekçeleri, " Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar" şeklindedir. Dün Mekke'de yaşayan insanlar, Allah'ın dinini ret ederek bu putlara kulluk etmekte iken , bugün Allah'ın dinini kabul eden insanların aynı şirk amelini işlemeleri akıl alacak iş değildir.
Müslüman olmak iddiasında olan , ve kendisini Allah'a yaklaştırdığını düşünerek , bir takım insanları aracı olarak görenlerin önlerindeki en büyük engel , dinlerini iman ettiklerini söyledikleri kitap yerine, başka kişi ve kitaplardan öğrenme yoluna gitmeleridir. Bu kimseler maalesef aracılık kurumu ile işleyen bir dinin gereğine öyle inanmışlardır ki , böyle bir aracılık sisteminin şirk olduğunu uyaranlara karşı hasmane tavırlar takınarak, onları sapıklıkla suçlamaktadırlar.
Bu kimseleri , kendileri ile Allah arasında yakınlaştırıcı olduğunu düşündükleri insanlar hakkında uydurulan keramet ve insanüstülük yalanları onları öyle bir hale sokmuştur ki , Kur'an ayetleri bile onları yollarından döndürmeye yetmemektedir. Dindar olmayı kılık kıyafete indirgeyen bu kimseler , sakal , sarık , cüppe , şalvar ve yeşil örtüye bürünerek anlatılan hurafelerle bezenmiş yalanları Allah'ın dini zannederek , gelen itirazlara ise "Siz onlardan daha iyimi biliyorsunuz?" şeklinde cevap vermektedirler.
Şirk'i ortadan kaldırmak için indirilmiş bir dinin müntesipleri olarak şirk batağına batmak ve içinde bulunduğu durumdan rahatsız dahi olmadan bunu dinin bir gereği olduğunu sanmak , dünya hayatlarını bu şekilde geçirenler için , hesap gününde büyük bir pişmanlık sebebi olacaktır.
Sonuç olarak ; Şirk , hesap gününde af edilmeyecek tek cürüm olması nedeniyle , özellikle bundan Müslümanların sakınması gerekmektedir. Şirk maalesef , Muhammed (a.s) ın Mekke fethinde Kabe içindeki putları kırması ile sona ermemiş , tasavvuf ekolünün Müslümanlar içinde hayat bulması ile yeniden hortlamıştır.
İşin daha kötüsü , bir çok Müslümanın şirk içinde bir hayat sürmesine karşın , bu durumdan haberdar dahi olmamasıdır. İçinde bulundukları durumu kendilerine hatırlatanlara karşı , onları sapıklıkla suçlayarak , kendilerini en hakiki Müslüman olarak görmeleri içler acısı bir durum olup, yaşanan hayat içinde bu yanlışın fark edilmeyerek , şirk inancına sahip olarak can verildiği takdirde , dünyada iken hayal edilen huriler yerine, zebanilerle birlikte ebedi bir hayat sürülmesi içten değildir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
Ancak Müslümanların bir çoğu şirk konulu ayetlerin , sadece Mekkelilere ve helak edilen kavimlere has olduğu zannı ile okuduğu için , bir çok Müslüman şirk batağının içine düşmüş bir halde , durumlarından habersiz , hallerinden memnun, cennette alacağı huri beklentisi içinde hayatlarını geçirmektedirler.
Bir çok Müslüman Zümer s. 3. ayetini okuduğu zaman , bu ayette bahsedilen şirk durumunun kendileri ile alakası olduğunu dahi düşünmemekte , ilgili ayetin sadece Mekke müşriklerinin içine düştüğü şirk'i anlattığını zannetmektedir. Ne acıdır ki yine bir çok Müslüman olduğunu iddia eden kimsenin hayatında, Zümer s. 3. ayetinin bahsettiği şirk gerçekleşmekte , fakat bu kimseler bu durumu görememeleri bir tarafa , yaşadıkları bu durumu İslam'ın bir gereği zannetmektedirler.
[039.003] Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah'ındır. O'nun astından olan başka veliler edinenler (şöyle derler:) «Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.» Hiç şüphesiz Allah, kendi aralarında, hakkında ihtilaf ettikleri şeylerden hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı, kâfir olan kimseyi hidayete eriştirmez.
Ayeti okuduğumuzda , insanları şirk'e düşüren halin, Allah'a yaklaşmak için taştan veya tahtadan yapılmış bazı nesneler edinmiş olmaları anlaşılmaktadır. İnsanlar bu nesneleri Allah ile aralarında yaklaştırıcı unsur olarak görmekte , bu aracı nesneler olmadan Allah'a yaklaşılamayacağını iddia etmektedirler. Dikkat edilirse bu insanlar Allah'ı kabul etmekte , hatta onun yaratıcı olduğu noktasında herhangi bir sorunları bulunmamaktadır.
[029.061] Andolsun ki onlara: «Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı buyruğu altında tutan kimdir?» diye sorsan, mutlaka, «Allah» derler. O halde nasıl (haktan) çevrilip döndürülüyorlar?
[029.063] And olsun ki onlara: «Gökten su indirip onunla, ölümünden sonra yeri dirilten kimdir?» diye sorarsan, şüphesiz, «Allah'tır» derler. De ki: «Övülmek Allah içindir», fakat çoğu bunu akletmezler.
[031.025] Andolsun ki onlara, «Gökleri ve yeri kim yarattı?» diye sorsan, mutlaka «Allah...» derler. De ki: (Öyleyse) övgü de yalnız Allah'a mahsustur, ama onların çoğu bilmezler.
[039.038] And olsun ki, onlara, «Gökleri ve yeri yaratan kimdir?» diye sorsan: «Allah'tır» derler. De ki: «Öyleyse bana bildirin, Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, O'nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut bana bir rahmet dilerse, O'nun rahmetini önleyebilir mi?» De ki: «Allah bana yeter; güvenenler O'na güvenir.»
Dün Mekkeli müşriklere sorulan soruların aynısı, bugün bir Müslümana sorulacak olsa, bu sorulara onun da vereceği cevap, Mekke müşriklerinin verdiği cevaptan farklı olmayacaktır. Bu insanların "Müşrik" vasfını kazanmasına sebep olan nokta, onların putlarına yüklemiş oldukları "Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar" şeklindeki gerekçeleridir.
Mekkeli müşrikler , Allah ile aralarında yaklaşmaya vesile olması için , taştan veya tahtadan yapılmış bir takım putları aracı olarak görmektedirler. Dün Mekkeliler tarafından putlara tapma konusunda dile getirilen gerekçenin aynısı , bugün kendisini Müslüman olarak ifade eden bir kısım insanın dilinde dolaşmakta , aracılar oluşturmak sureti ile gerçekleşen dini bir yaşam onların hayat tarzı haline gelmiştir.
Dün Mekke veya başka bir yerde taştan tahtadan putlara taparak o putlar ile Allah'a yaklaştıklarını iddia edenlerin yerine geçenler , taştan tahtadan putları terk ederek , etten kemikten meydana gelmiş insanlara , kendilerini Allah'a yaklaştırıcılık görevi yüklemişlerdir.
Dün Mekke'de şirk işleyenler şirklerine, "Biz atalarımızı bu yol üzerinde bulduk" şeklindeki sözlerle gerekçe gösterir iken , bugün kendisini "Müslüman" olarak tanımlayarak şirk işleyenler, Allah'ın kitabını işledikleri şirk'e alet etmekten çekinmeyerek , Mekkelilerden daha aşağılık bir yönteme başvurmaktadırlar.
Maide s. 35. ayetinde "Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakının ve O'na vesile arayın; O'nun yolunda cihad edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz." şeklinde buyurulmuş olmasını , Allah ile aralarında aracı kılınması gerektiğine dair bir emir olarak algılamakta ve bu emri yerine getirmek için !! aracılar kılınması gerektiği yorumlarını yapmaktadırlar.
"Ruhul Beyan" adlı tefsirde ilgili ayetin tefsirinin nasıl yapıldığını gördüğümüzde içinde bulunduğumuz korkunç durum daha net anlaşılacaktır ;
"Bil ki, ayeti kerime, açıkça vesileye yapışmayı emretmektedir, öyleyse vesile gereklidir. Çünkü Allah’u Teala’ya vuslat bir vesile ve bir vasıta ile olmaktadır. Bunun için en güzel vesile ve vuslat yolu da, hakikat alimleri ve tarikat şeyhleridir. İnsanın kendi başına amel etmesi, benlik ve varlık duygusunu artırabilir. Fakat peygamber ve velilerin tarif, mürşidin işareti ve nezareti (gözetimi) ile yapılan amelde, benlik duygusu bulunmaz. Böyle bir amel, talibi, Rabbul Âlemine ulaştırır. Ehl-i Hayrın ve Salihlerin sohbetinde büyük bir şeref ve saadet vardır. "
Özellikle tasavvuf kesiminin yaşadığı ve adına "İslam" dediği din, aracılık esası üzerine tesis edilmiş bir inanç olup , bu inanç maalesef Allah'ın ayetleri hevaya uygun olarak yorumlanmak ve tahrif edilmek sureti ile, İslam coğrafyası üzerinde yaşayan Müslümanlar arasında yaygınlaştırılmıştır.
"Direk Allah'a bağlanıyorum diyen Şeytan'a bağlanır"
Yukarıdaki şahsın ağzından çıkan sözler , İslam adına Allah'a atılan iftiraları özetlemektedir.
[002.186] Eğer kullarım sana benden sorarlarsa onlara de ki; ben kendilerine yakınım, bana dua edenin duasını, dua edince, kabul ederim. O halde onlar da benim çağrıma olumlu karşılık vererek bana iman etsinler ki, doğru yolu bulsunlar.
Kullarına "Ben size yakınım" buyuran Rabbimizin bu beyanına karşı , bazı kullar tarafından zımnen "Hayır sen bize uzaksın araya aracılar koyarsak onlar bizi sana yaklaştıracaktır" şeklinde bir itiraz getirilmekte, ve en büyük cürüm olan şirk , Müslüman hayatı içinde bu şekilde kendisine yer bulmaktadır.
Veli kavramı da bu noktada dejenerayona uğratılarak , Allah ile araya konulan , ölmüş veya diri olan bir takım Şeyh , Gavs , Kutup v.s lakaplı kimselere verilmektedir. Halbuki Allah (c.c) kendisi ile arasına konulan ne olursa olsun onu "Şirk" olarak nitelemektedir.
Dün Mekke müşriklerinde veya helak edilen kavimlerde ortaya çıkan şirk'in bir benzeri, sadece aktör farkılığı ile , bugün bir kısım Müslümanın hayatında yer bulmaktadır. Mekke'de yaşayan müşrikler, Allah (c.c) ile aralarına taştan veya tahtadan yapılmış putları koyarak , Allah'a onlar ile yaklaşacaklarına inanırlar iken , bugün bir kısım Müslümanlık iddiasında bulunan kimseler ise, etten kemikten oluşan insanlara bu misyonu yükleyerek böylece Allah'a yaklaşacaklarına inanmaktadırlar.
Mekkeli müşriklerin ve Müslüman olma iddiasında olan her iki topluluğun ortak gerekçeleri, " Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar" şeklindedir. Dün Mekke'de yaşayan insanlar, Allah'ın dinini ret ederek bu putlara kulluk etmekte iken , bugün Allah'ın dinini kabul eden insanların aynı şirk amelini işlemeleri akıl alacak iş değildir.
Müslüman olmak iddiasında olan , ve kendisini Allah'a yaklaştırdığını düşünerek , bir takım insanları aracı olarak görenlerin önlerindeki en büyük engel , dinlerini iman ettiklerini söyledikleri kitap yerine, başka kişi ve kitaplardan öğrenme yoluna gitmeleridir. Bu kimseler maalesef aracılık kurumu ile işleyen bir dinin gereğine öyle inanmışlardır ki , böyle bir aracılık sisteminin şirk olduğunu uyaranlara karşı hasmane tavırlar takınarak, onları sapıklıkla suçlamaktadırlar.
Bu kimseleri , kendileri ile Allah arasında yakınlaştırıcı olduğunu düşündükleri insanlar hakkında uydurulan keramet ve insanüstülük yalanları onları öyle bir hale sokmuştur ki , Kur'an ayetleri bile onları yollarından döndürmeye yetmemektedir. Dindar olmayı kılık kıyafete indirgeyen bu kimseler , sakal , sarık , cüppe , şalvar ve yeşil örtüye bürünerek anlatılan hurafelerle bezenmiş yalanları Allah'ın dini zannederek , gelen itirazlara ise "Siz onlardan daha iyimi biliyorsunuz?" şeklinde cevap vermektedirler.
Şirk'i ortadan kaldırmak için indirilmiş bir dinin müntesipleri olarak şirk batağına batmak ve içinde bulunduğu durumdan rahatsız dahi olmadan bunu dinin bir gereği olduğunu sanmak , dünya hayatlarını bu şekilde geçirenler için , hesap gününde büyük bir pişmanlık sebebi olacaktır.
Sonuç olarak ; Şirk , hesap gününde af edilmeyecek tek cürüm olması nedeniyle , özellikle bundan Müslümanların sakınması gerekmektedir. Şirk maalesef , Muhammed (a.s) ın Mekke fethinde Kabe içindeki putları kırması ile sona ermemiş , tasavvuf ekolünün Müslümanlar içinde hayat bulması ile yeniden hortlamıştır.
İşin daha kötüsü , bir çok Müslümanın şirk içinde bir hayat sürmesine karşın , bu durumdan haberdar dahi olmamasıdır. İçinde bulundukları durumu kendilerine hatırlatanlara karşı , onları sapıklıkla suçlayarak , kendilerini en hakiki Müslüman olarak görmeleri içler acısı bir durum olup, yaşanan hayat içinde bu yanlışın fark edilmeyerek , şirk inancına sahip olarak can verildiği takdirde , dünyada iken hayal edilen huriler yerine, zebanilerle birlikte ebedi bir hayat sürülmesi içten değildir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.
4 Kasım 2016 Cuma
Hamd'ın Alemlerin Rabbi Allah'a Olmasının İnsan Hayatındaki Yeri Nasıl Olmalıdır?
Kur'an'ın bir çok yerinde geçen, "Elhamdulillahi Rabbil Alemin" (Hamd Alemlerin Rabbi Allah'a dır) şeklindeki cümleleri, her gün defalarca tekrarlamamıza rağmen, bu sözlerin gereğini hayatımızda yerine getirdiğimizi söylemek güçtür. Övgü anlamına gelen "Hamd" kelimesinin insan hayatında , insanın asi ve nankör bir tabiatı olması , başına gelenlerden kendisini sorumlu tutmayarak suçu başkalarında araması ile yakından ilgisi vardır.
İnsanlardan bazıları , yaşamları içinde başlarına gelen kötü olaylardan Allah c.c yi sorumlu tutarak, ona isyan etmeyi kendilerinde bir hak olarak görmekte, ve böylelikle ahiret yaşamlarını tehlikeye atmaktadırlar. Kur'an'ın bir çok yerinde geçen "Hamd" kavramı, şayet insanlar tarafından doğru anlaşılmış olsaydı , böyle bir isyanın ne kadar haksız olduğu anlaşılır , ve insanların başına gelen kötülüklerden dolayı Allah c.c nin hiç bir sorumluluğu olmadığı anlaşılmış olurdu.
Hamd kelimesinin Allah c.c için kullanılması , Alemlerin rabbi olması nedeniyle tüm alem üzerine koymuş olduğu işleyiş yasalarında herhangi bir yanlışlık , hata , kayırma , düzensizlik , eksiklik olmadığını göstermektedir. Bir kimsenin hamd edilmeyi hak etmesi demek , onun yanlış bir iş yapmaması , yaptığı her ne ise doğru olması nedeniyle her türlü övgüye layık olması demektir. Allah c.c yanlışlık ve hatadan münezzeh olması nedeniyle , hamd edilmeyi hak eden yegane varlıktır.
"Hamd" kavramı , Allah c.c nin aldığı kararların , verdiği hükmün en doğru ve tartışmasız olmasını ifade etmektedir. Bir kulun ona hamd etmesi demek , o kulun başına gelen her türlü olayı kabullenmesini , ve kendisi için hak ettiğinin bu olduğunu bilmesi ve ona göre davranış sergilemesi anlamına gelmektedir.
Hamd kavramının anlaşılması , Allah c.c nin yaratmış olduğu tüm varlıklar ve olaylar üzerinde bir yasa koymuş olduğunun bilinmesi ile mümkün olacaktır.Onun yaratmış olduğu aleme koymuş olduğu yasalar yani düzen, bazı ayetlerde şu şekilde beyan edilmektedir:
[006.038] Yerde debelenen hiçbir hayvan ve iki kanadı ile uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar! Biz kitapta hiçbir eksik bırakmamışızdır. Sonra hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.
[006.059] Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu ki apaçık Kitap'tadır ancak O bilir.
[057.022] Ne Arzda, ne de nefislerinizde bir musıbet başa gelmezki biz onu fi'le çıkarmazdan evvel bir kitabda yazılmış olmasın, şübhesiz bu Allaha göre kolaydır
Özellikle Hadid s. 22. ayeti, arz ve insan ile ilgili olan her şeyin daha önceden belirlenmiş bir yasası olduğunu yani hiç bir şey de başıboşluk , düzensizlik olmadığını beyan etmektedir. "Sünnetullah" diyebileceğimiz bu yasalar, hiç bir ayrım gözetmeden herkes üzerinde aynı şekilde işleyiş göstermektedir. Kısacası Allah c.c tüm varlıklar üzerine koyduğu bazı ilkeleri bulunmakta olup , bu ilkelere göre hareket etmektedir.
Bunu insan hayatı bazında düşündüğümüz zaman , insanın başına gelenler kendi elleri ile işledikleri sebebi ile olup , nankör bir tabiatı olan insan bu durumu kabullenmeyerek , hatayı başkalarında arayıp , kendi hatasını görmemek gibi bir haslete sahiptir.
[011.009] And olsun ki, insana nimetimizi tattırır sonra onu ondan çekip alırsak, o şüphesiz umutsuz bir nanköre döner.
[042.048] Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Biz seni onlara bekçi göndermedik; sana düşen sadece tebliğdir. Doğrusu Biz insana katımızdan bir rahmet tattırırsak ona sevinir; ama elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse işte o zaman görürsün ki insan gerçekten pek nankördür.
[041.046] Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir; kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara karşı zalim değildir.
Kullarına karşı zalim olmadığını bir çok yerde haber veren rabbimizin bu haberine karşı , kendi elleri ile işledikleri yüzünden başlarına gelenlerin sebebini kendi yaptıklarında aramayanlar , hatayı Allah c.c de arayarak , büyük bir zulüm işlemektedirler.
"Kadermiş!" öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru;
Belânı istedin Allah da verdi... doğrusu bu ya
İnsanlardan bazıları , yaşamları içinde başlarına gelen kötü olaylardan Allah c.c yi sorumlu tutarak, ona isyan etmeyi kendilerinde bir hak olarak görmekte, ve böylelikle ahiret yaşamlarını tehlikeye atmaktadırlar. Kur'an'ın bir çok yerinde geçen "Hamd" kavramı, şayet insanlar tarafından doğru anlaşılmış olsaydı , böyle bir isyanın ne kadar haksız olduğu anlaşılır , ve insanların başına gelen kötülüklerden dolayı Allah c.c nin hiç bir sorumluluğu olmadığı anlaşılmış olurdu.
Hamd kelimesinin Allah c.c için kullanılması , Alemlerin rabbi olması nedeniyle tüm alem üzerine koymuş olduğu işleyiş yasalarında herhangi bir yanlışlık , hata , kayırma , düzensizlik , eksiklik olmadığını göstermektedir. Bir kimsenin hamd edilmeyi hak etmesi demek , onun yanlış bir iş yapmaması , yaptığı her ne ise doğru olması nedeniyle her türlü övgüye layık olması demektir. Allah c.c yanlışlık ve hatadan münezzeh olması nedeniyle , hamd edilmeyi hak eden yegane varlıktır.
"Hamd" kavramı , Allah c.c nin aldığı kararların , verdiği hükmün en doğru ve tartışmasız olmasını ifade etmektedir. Bir kulun ona hamd etmesi demek , o kulun başına gelen her türlü olayı kabullenmesini , ve kendisi için hak ettiğinin bu olduğunu bilmesi ve ona göre davranış sergilemesi anlamına gelmektedir.
Hamd kavramının anlaşılması , Allah c.c nin yaratmış olduğu tüm varlıklar ve olaylar üzerinde bir yasa koymuş olduğunun bilinmesi ile mümkün olacaktır.Onun yaratmış olduğu aleme koymuş olduğu yasalar yani düzen, bazı ayetlerde şu şekilde beyan edilmektedir:
[006.038] Yerde debelenen hiçbir hayvan ve iki kanadı ile uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer ümmet olmasınlar! Biz kitapta hiçbir eksik bırakmamışızdır. Sonra hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.
[006.059] Gaybın anahtarları O'nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu ki apaçık Kitap'tadır ancak O bilir.
[057.022] Ne Arzda, ne de nefislerinizde bir musıbet başa gelmezki biz onu fi'le çıkarmazdan evvel bir kitabda yazılmış olmasın, şübhesiz bu Allaha göre kolaydır
Özellikle Hadid s. 22. ayeti, arz ve insan ile ilgili olan her şeyin daha önceden belirlenmiş bir yasası olduğunu yani hiç bir şey de başıboşluk , düzensizlik olmadığını beyan etmektedir. "Sünnetullah" diyebileceğimiz bu yasalar, hiç bir ayrım gözetmeden herkes üzerinde aynı şekilde işleyiş göstermektedir. Kısacası Allah c.c tüm varlıklar üzerine koyduğu bazı ilkeleri bulunmakta olup , bu ilkelere göre hareket etmektedir.
Bunu insan hayatı bazında düşündüğümüz zaman , insanın başına gelenler kendi elleri ile işledikleri sebebi ile olup , nankör bir tabiatı olan insan bu durumu kabullenmeyerek , hatayı başkalarında arayıp , kendi hatasını görmemek gibi bir haslete sahiptir.
[011.009] And olsun ki, insana nimetimizi tattırır sonra onu ondan çekip alırsak, o şüphesiz umutsuz bir nanköre döner.
[042.048] Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Biz seni onlara bekçi göndermedik; sana düşen sadece tebliğdir. Doğrusu Biz insana katımızdan bir rahmet tattırırsak ona sevinir; ama elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelirse işte o zaman görürsün ki insan gerçekten pek nankördür.
[041.046] Kim yararlı iş işlerse kendi lehinedir; kim de kötülük işlerse kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara karşı zalim değildir.
Kullarına karşı zalim olmadığını bir çok yerde haber veren rabbimizin bu haberine karşı , kendi elleri ile işledikleri yüzünden başlarına gelenlerin sebebini kendi yaptıklarında aramayanlar , hatayı Allah c.c de arayarak , büyük bir zulüm işlemektedirler.
"Kadermiş!" öyle mi? Hâşâ, bu söz değil doğru;
Belânı istedin Allah da verdi... doğrusu bu ya
Taleb nasılsa, tabîî, netîce öyle çıkar,
Meşiyyetin (İrade) sana zulmetmek ihtimâli mi var? (Mehmet Akif Ersoy)
İnsan olarak şunu hatırdan çıkarmamalıyız ki ; Bizim başımıza ne geldi ise , veya dünya üzerinde insanların dahli ile meydana gelen her ne olay olursa , bu olaylardan Allah c.c sorumlu değil , kullar sorumludur (deprem , tsunami , kasırga gibi felaketleri kast etmediğimizi hatırlatmak isteriz). Eğer insan eli ile meydana gelen olaylardan Allah c.c sorumlu olsaydı , onun bizim yaptıklarımız karşısında bize vaat ettiği ahiret karşılığı, zulümden başka bir şey olmazdı . Bizim yaptıklarımız hususunda onun sorumluluğunun olması , ve bunun karşısında kendisini sorumlu tutmayarak bizleri sorumlu tutan Allah c.c, adil değil haşa zalim bir ilah olmuş olurdu.
[076.003] Ona yolu da gösterdik; artık ister şükreder, ister nankör olur.
Hamd etmek yerine isyan etmek şeklinde ortaya çıkan tepkiler genellikle, bazı insanların doğuştan bir hastalık ile doğmaları ,veya genç yaşta hastalıklar nedeniyle vefat etmeleri gibi insanları sıkıntıya sokan bazı nedenlerle ortaya çıkmaktadır. Bu tür durumlarla karşılaşan bazı insanların yakınları veya kendileri , bu durumu Allah c.c nin onlara yaptığı bir kötülük olarak görerek , "Bula bula bizi mi buldun?" gibi isyankar sözlerle , başlarına gelen sıkıntılı durumlardan ötürü Allah c.c yi suçlamaktadırlar.
Günümüzde bir çok insanı yakından ilgilendiren bu sorun, yine "Hamd" kavramı ile yakından alakalıdır. Hamd edilmeye layık yegane varlık olması nedeniyle , yarattığı her şeye bir kural ve yasa koyan Allah c.c hiç bir kulu için , "Bu kulumun gözleri ama halde dünyaya gelmesini istiyorum" , "Bu kulumun spastik özürlü olarak dünyaya gelmesini istiyorum" , "Bu kulumun genç yaşta kanser veya benzeri hastalıklar ile ölmesini istiyorum" şeklinde bir irade beyanı ile kullarının bu şekilde dünyaya gelmesinde dahli olmaz.
Eğer bir çocuk doğuştan ama olarak , veya spastik özürlü olarak dünyaya geliyor , veya bir kimse genç yaşta kanser veya benzeri hastalıklar ile vefat ediyorsa , bunun sebebi tamamen o kişilerin ailelerinde olan genetik sorunlardan , veya çevresel faktörlerden ,veya sağlıklı olmak için gerekli olan kuralları çiğnemesinden kaynaklanan sorunlardır.
Anne ve babanın kendisi veya onların daha önceki anne babalarından gelen genetik faktörler , veya insanların yaşadığı dünyanın çeşitli yerlerinde meydana gelen olumsuz çevresel olaylar, bir kimsenin dünyaya bazı azalarından noksan , bazı azalarının çalışmaz , veya bir takım hastalıklar taşıyarak dünyaya gelmesine sebep olabilir , veya bir kimse sağlık nimetini iyi kullanmaması sonucunda bir takım hastalıklara yakalanarak genç yaşta hayatını kaybedebilir.
Allah c.c her şeye gücü yeten biri olarak bu gibi doğumları veya erken yaştaki ölümleri neden önlemediği sorusu, bu noktada mutlaka sorulacaktır. Allah c.c koymuş olduğu yasalar gereğince genetik veya çevresel faktörler gibi sebeplerden dolayı , bir kimsenin dünyaya sağlıksız olarak gelmesi gerekiyor ise , duruma müdahale ederek , onun sağlıklı bir şekilde dünyaya gelmesini de sağlamaz. Bu gibi olaylar tamamen sebep-sonuç ilişkisi dahilinde gelişen olaylar olup , olayın yegane suçlusu olarak Allah c.c nin gösterilmesi büyük bir bühtandır.
Hastalıkların tedavi edilmesi için çalışılması ve gayret edilmesi konusunun elbette göz ardı edilmemesi gereken bir durum olduğunu burada hatırlatmak isteriz.
Allah c.c nin bu gibi olaylara neden müdahale etmediği sorusunun cevabı "İmtihan" kavramı ile de yakından alakalıdır. İnsan hayatını iki aşamalı olarak kabul edecek olursak , birinci aşaması kendi elleri ile işledikleri yüzünden başına gelen bazı sıkıntılı durumlar , ikinci aşaması ise başına gelen sıkıntılı duruma isyan etmemek , sabır göstermek , çıkış yolu aramaktır.
[067.002] O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginiz daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır.
[011.007] Hanginizin daha güzel ameli olduğunu denemek için; gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. Zaten Arş'ı su üstünde idi. Andolsun ki; ölümden sonra muhakkak siz yine dirileceksiniz, desen; küfredenler mutlaka: Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir, diyeceklerdir.
Bir çok ayet dünya hayatının, kalıcı olan ahiret hayatı için bir çalışma yeri olduğunu , asıl olan yerin ahiret yurdu olduğunu bizlere hatırlatarak , yaşadığımız yerin imtihan sahası olduğunu ve buna göre hareket etmemizi istemektedir. İnsanların bazı sebeplerden ötürü başlarına gelen musibetlere karşı isyan etmeyerek sabır göstermesi , onlar için imtihanı başarma vesilesi sayılmaktadır.
[002.155-156] Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.Onlara bir musibet geldiğinde: «Biz Allah'ınız ve elbette O'na döneceğiz» derler.
Yukarıdaki ayet , insana kendi eli ile işlediği yüzünden veya başka sebeplerden ötürü dokunmuş olan musibetlere karşı, nasıl bir tavır takınması gerektiğini öğreten ayetlerdendir. İnsan yaşadığı hayat içinde karşılaştığı zorluklara karşı , isyan etmeden , nankörlük etmeden içinde bulunduğu durumu iyileştirmek için çabalamak ve gayret etmek zorundadır.
Başına gelen herhangi bir musibete karşı "Kaderim böyleymiş" diyerek oturmak yerine , içine düştüğü sıkıntılı durumdan kurtulmanın yollarını aramak , gerçek tevekkül sahibi olan bir müminin yapması gerekendir.
Ele almaya çalıştığımız konu "Kader" kavramı ile de yakından alakalıdır. Bu kavram Kur'an'i anlamda , Allah c.c nin varlıklar üzerine koymuş olduğu yasalar anlamında olmasına rağmen , zaman içinde yanlış bir anlama büründürülerek insanın ne yapsa değiştiremeyeceği , doğuştan alnına yazılmış olan yazgı anlamında anlaşılmaktadır. Kader kavramı eğer doğru bir şekilde anlaşılacak olursa , kişilerin başlarına gelen olaylar ve durumların meydana gelmesinde Allah c.c nin sorumluluğu olmadığı da anlaşılarak , "Kader mahkumu" , "Kaderimse çekerim" gibi arabesk edebiyatı da ortadan kalkacaktır.
Yeri gelmişken , halk arasında yanlış olarak bilinen bir konuyu hatırlatmak istiyoruz . Hasta olan birine "Hastalığına şükretme hamd et , Allah hastalığına şükredenlerin hastalığını artırır" şeklinde bazı hatırlatmalar yapılmaktadır.
Bu düşünceye İbrahim s. 7. ayetinde "Hani Rabbınız: Şükrederseniz; andolsun ki, size artırırım, nankörlük ederseniz; bilin ki azabım çok şiddetlidir, diye bildirmişti." ayetinin yanlış olarak anlaşılması sonucunda varıldığını söylemek istiyoruz. Allah c.c kullarına verdiği nimete nankörlük etmemelerini , şükretmelerini , şükrettikleri takdirde bu nimetleri artıracağını vaat etmekte , fakat hasta olan birisi eğer bu hastalığına şükrettiği takdirde bu hastalığı da artıracağı gibi bir düşüncenin ortaya çıkması son derece hatalıdır. Şayet hasta biri hastalığına şükretse bu durum onun nankör bir kul olmadığını gösterir , ancak hastalığının artmasına vesile olmaz.
"Hastalık için hamd etmek mi , yoksa şükretmek mi gerekir?" şeklinde bir soruya , ikisi de yapılabilir diyebiliriz şöyle ki ; Hastalık ile karşılaşan bir kul bu hastalıktan Allah c.c nin sorumlu olmadığını ifade etmek için hamd eder , nankör bir kul olmadığını göstermek için şükreder.
Hamd ile şükür arasındaki farkı kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür ; Hamd kula isabet eden nimet içinde , sıkıntı içinde yapılabilir , şükür ise sadece nimet karşılığında yapılabilir. Hamd , şükürden daha geniş kapsamlı olmakla birlikte , şükür daha dar kapsamlıdır.
Yazımızda geçen "Hamd" - "Kader" - "İmtihan" kavramlarının birbiri ile alakasını kurduğumuz takdirde ortaya çıkan sonuç şudur ;
Hamd = Allah c.c nin alemlerin rabbi olarak yaratmış olduğu her şeyin üzerinde yapmış olduğu tasarrufta , verdiği kararda , hiç bir şekilde hata ve yanılma gibi durumların söz konusu olmaması , yaptığı her şeyin övgüye layık olması anlamındadır.
Kader = Allah c.c nin Yarattığı her şeyin bir yasa gereği olması , yaratılan her şeyin üzerinde bir yasa bulunması , bu dünya yüzünde her ne meydana geliyorsa bu yasaların sonucu meydana gelmesi , Allah c.c nin keyfi davranışı , taraflı davranışı , ilkesiz davranışı gibi şeyin söz konusu olmaması anlamındadır.
İmtihan = Yaşadığımız hayat içinde kendi işlediklerimiz yüzünden veya bizim elimizde olmayan sebeplerden dolayı başımıza gelen herhangi bir musibetin bizim tarafımızdan görülmesi gereken yönüdür. Kendisine bir musibet gelen kul, "Allah c.c beni bu şekilde imtihan ediyor" bilinci içinde başına gelene karşı isyan etmemek sureti ile, gereken çalışma ve gayreti gösterdiği takdirde , "Hamd" kavramını hayatı içinde doğru bir yere oturtarak , nankör insan olmak yerine , şükreden bir insan olacaktır.
Çünkü bu kul başına gelenin sorumluluğunu Allah c.c ye yüklemeyerek , meydana gelen olayın kendi sorumluluğundan ötürü başına geldiğini bilerek hareket etmek sureti ile isyan etmek yerine , başına gelen sıkıntıdan kurtulmayı veya sabretmeyi bilecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
Meşiyyetin (İrade) sana zulmetmek ihtimâli mi var? (Mehmet Akif Ersoy)
İnsan olarak şunu hatırdan çıkarmamalıyız ki ; Bizim başımıza ne geldi ise , veya dünya üzerinde insanların dahli ile meydana gelen her ne olay olursa , bu olaylardan Allah c.c sorumlu değil , kullar sorumludur (deprem , tsunami , kasırga gibi felaketleri kast etmediğimizi hatırlatmak isteriz). Eğer insan eli ile meydana gelen olaylardan Allah c.c sorumlu olsaydı , onun bizim yaptıklarımız karşısında bize vaat ettiği ahiret karşılığı, zulümden başka bir şey olmazdı . Bizim yaptıklarımız hususunda onun sorumluluğunun olması , ve bunun karşısında kendisini sorumlu tutmayarak bizleri sorumlu tutan Allah c.c, adil değil haşa zalim bir ilah olmuş olurdu.
[076.003] Ona yolu da gösterdik; artık ister şükreder, ister nankör olur.
Hamd etmek yerine isyan etmek şeklinde ortaya çıkan tepkiler genellikle, bazı insanların doğuştan bir hastalık ile doğmaları ,veya genç yaşta hastalıklar nedeniyle vefat etmeleri gibi insanları sıkıntıya sokan bazı nedenlerle ortaya çıkmaktadır. Bu tür durumlarla karşılaşan bazı insanların yakınları veya kendileri , bu durumu Allah c.c nin onlara yaptığı bir kötülük olarak görerek , "Bula bula bizi mi buldun?" gibi isyankar sözlerle , başlarına gelen sıkıntılı durumlardan ötürü Allah c.c yi suçlamaktadırlar.
Günümüzde bir çok insanı yakından ilgilendiren bu sorun, yine "Hamd" kavramı ile yakından alakalıdır. Hamd edilmeye layık yegane varlık olması nedeniyle , yarattığı her şeye bir kural ve yasa koyan Allah c.c hiç bir kulu için , "Bu kulumun gözleri ama halde dünyaya gelmesini istiyorum" , "Bu kulumun spastik özürlü olarak dünyaya gelmesini istiyorum" , "Bu kulumun genç yaşta kanser veya benzeri hastalıklar ile ölmesini istiyorum" şeklinde bir irade beyanı ile kullarının bu şekilde dünyaya gelmesinde dahli olmaz.
Eğer bir çocuk doğuştan ama olarak , veya spastik özürlü olarak dünyaya geliyor , veya bir kimse genç yaşta kanser veya benzeri hastalıklar ile vefat ediyorsa , bunun sebebi tamamen o kişilerin ailelerinde olan genetik sorunlardan , veya çevresel faktörlerden ,veya sağlıklı olmak için gerekli olan kuralları çiğnemesinden kaynaklanan sorunlardır.
Anne ve babanın kendisi veya onların daha önceki anne babalarından gelen genetik faktörler , veya insanların yaşadığı dünyanın çeşitli yerlerinde meydana gelen olumsuz çevresel olaylar, bir kimsenin dünyaya bazı azalarından noksan , bazı azalarının çalışmaz , veya bir takım hastalıklar taşıyarak dünyaya gelmesine sebep olabilir , veya bir kimse sağlık nimetini iyi kullanmaması sonucunda bir takım hastalıklara yakalanarak genç yaşta hayatını kaybedebilir.
Allah c.c her şeye gücü yeten biri olarak bu gibi doğumları veya erken yaştaki ölümleri neden önlemediği sorusu, bu noktada mutlaka sorulacaktır. Allah c.c koymuş olduğu yasalar gereğince genetik veya çevresel faktörler gibi sebeplerden dolayı , bir kimsenin dünyaya sağlıksız olarak gelmesi gerekiyor ise , duruma müdahale ederek , onun sağlıklı bir şekilde dünyaya gelmesini de sağlamaz. Bu gibi olaylar tamamen sebep-sonuç ilişkisi dahilinde gelişen olaylar olup , olayın yegane suçlusu olarak Allah c.c nin gösterilmesi büyük bir bühtandır.
Hastalıkların tedavi edilmesi için çalışılması ve gayret edilmesi konusunun elbette göz ardı edilmemesi gereken bir durum olduğunu burada hatırlatmak isteriz.
Allah c.c nin bu gibi olaylara neden müdahale etmediği sorusunun cevabı "İmtihan" kavramı ile de yakından alakalıdır. İnsan hayatını iki aşamalı olarak kabul edecek olursak , birinci aşaması kendi elleri ile işledikleri yüzünden başına gelen bazı sıkıntılı durumlar , ikinci aşaması ise başına gelen sıkıntılı duruma isyan etmemek , sabır göstermek , çıkış yolu aramaktır.
[067.002] O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginiz daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır.
[011.007] Hanginizin daha güzel ameli olduğunu denemek için; gökleri ve yeri altı günde yaratan O'dur. Zaten Arş'ı su üstünde idi. Andolsun ki; ölümden sonra muhakkak siz yine dirileceksiniz, desen; küfredenler mutlaka: Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir, diyeceklerdir.
Bir çok ayet dünya hayatının, kalıcı olan ahiret hayatı için bir çalışma yeri olduğunu , asıl olan yerin ahiret yurdu olduğunu bizlere hatırlatarak , yaşadığımız yerin imtihan sahası olduğunu ve buna göre hareket etmemizi istemektedir. İnsanların bazı sebeplerden ötürü başlarına gelen musibetlere karşı isyan etmeyerek sabır göstermesi , onlar için imtihanı başarma vesilesi sayılmaktadır.
[002.155-156] Muhakkak sizi biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele.Onlara bir musibet geldiğinde: «Biz Allah'ınız ve elbette O'na döneceğiz» derler.
Yukarıdaki ayet , insana kendi eli ile işlediği yüzünden veya başka sebeplerden ötürü dokunmuş olan musibetlere karşı, nasıl bir tavır takınması gerektiğini öğreten ayetlerdendir. İnsan yaşadığı hayat içinde karşılaştığı zorluklara karşı , isyan etmeden , nankörlük etmeden içinde bulunduğu durumu iyileştirmek için çabalamak ve gayret etmek zorundadır.
Başına gelen herhangi bir musibete karşı "Kaderim böyleymiş" diyerek oturmak yerine , içine düştüğü sıkıntılı durumdan kurtulmanın yollarını aramak , gerçek tevekkül sahibi olan bir müminin yapması gerekendir.
Ele almaya çalıştığımız konu "Kader" kavramı ile de yakından alakalıdır. Bu kavram Kur'an'i anlamda , Allah c.c nin varlıklar üzerine koymuş olduğu yasalar anlamında olmasına rağmen , zaman içinde yanlış bir anlama büründürülerek insanın ne yapsa değiştiremeyeceği , doğuştan alnına yazılmış olan yazgı anlamında anlaşılmaktadır. Kader kavramı eğer doğru bir şekilde anlaşılacak olursa , kişilerin başlarına gelen olaylar ve durumların meydana gelmesinde Allah c.c nin sorumluluğu olmadığı da anlaşılarak , "Kader mahkumu" , "Kaderimse çekerim" gibi arabesk edebiyatı da ortadan kalkacaktır.
Yeri gelmişken , halk arasında yanlış olarak bilinen bir konuyu hatırlatmak istiyoruz . Hasta olan birine "Hastalığına şükretme hamd et , Allah hastalığına şükredenlerin hastalığını artırır" şeklinde bazı hatırlatmalar yapılmaktadır.
Bu düşünceye İbrahim s. 7. ayetinde "Hani Rabbınız: Şükrederseniz; andolsun ki, size artırırım, nankörlük ederseniz; bilin ki azabım çok şiddetlidir, diye bildirmişti." ayetinin yanlış olarak anlaşılması sonucunda varıldığını söylemek istiyoruz. Allah c.c kullarına verdiği nimete nankörlük etmemelerini , şükretmelerini , şükrettikleri takdirde bu nimetleri artıracağını vaat etmekte , fakat hasta olan birisi eğer bu hastalığına şükrettiği takdirde bu hastalığı da artıracağı gibi bir düşüncenin ortaya çıkması son derece hatalıdır. Şayet hasta biri hastalığına şükretse bu durum onun nankör bir kul olmadığını gösterir , ancak hastalığının artmasına vesile olmaz.
"Hastalık için hamd etmek mi , yoksa şükretmek mi gerekir?" şeklinde bir soruya , ikisi de yapılabilir diyebiliriz şöyle ki ; Hastalık ile karşılaşan bir kul bu hastalıktan Allah c.c nin sorumlu olmadığını ifade etmek için hamd eder , nankör bir kul olmadığını göstermek için şükreder.
Hamd ile şükür arasındaki farkı kısaca şu şekilde özetlemek mümkündür ; Hamd kula isabet eden nimet içinde , sıkıntı içinde yapılabilir , şükür ise sadece nimet karşılığında yapılabilir. Hamd , şükürden daha geniş kapsamlı olmakla birlikte , şükür daha dar kapsamlıdır.
Yazımızda geçen "Hamd" - "Kader" - "İmtihan" kavramlarının birbiri ile alakasını kurduğumuz takdirde ortaya çıkan sonuç şudur ;
Hamd = Allah c.c nin alemlerin rabbi olarak yaratmış olduğu her şeyin üzerinde yapmış olduğu tasarrufta , verdiği kararda , hiç bir şekilde hata ve yanılma gibi durumların söz konusu olmaması , yaptığı her şeyin övgüye layık olması anlamındadır.
Kader = Allah c.c nin Yarattığı her şeyin bir yasa gereği olması , yaratılan her şeyin üzerinde bir yasa bulunması , bu dünya yüzünde her ne meydana geliyorsa bu yasaların sonucu meydana gelmesi , Allah c.c nin keyfi davranışı , taraflı davranışı , ilkesiz davranışı gibi şeyin söz konusu olmaması anlamındadır.
İmtihan = Yaşadığımız hayat içinde kendi işlediklerimiz yüzünden veya bizim elimizde olmayan sebeplerden dolayı başımıza gelen herhangi bir musibetin bizim tarafımızdan görülmesi gereken yönüdür. Kendisine bir musibet gelen kul, "Allah c.c beni bu şekilde imtihan ediyor" bilinci içinde başına gelene karşı isyan etmemek sureti ile, gereken çalışma ve gayreti gösterdiği takdirde , "Hamd" kavramını hayatı içinde doğru bir yere oturtarak , nankör insan olmak yerine , şükreden bir insan olacaktır.
Çünkü bu kul başına gelenin sorumluluğunu Allah c.c ye yüklemeyerek , meydana gelen olayın kendi sorumluluğundan ötürü başına geldiğini bilerek hareket etmek sureti ile isyan etmek yerine , başına gelen sıkıntıdan kurtulmayı veya sabretmeyi bilecektir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH C.C BİLİR.
16 Haziran 2016 Perşembe
Zümer s. 53. Ayeti : Muhammed'e Kul Olmadan Allah'a Kul Olunamaz mı ?
Sahip oldukları dini düşüncenin doğruluğunu ispatlamak için , Kur'an ayetlerini o düşünceyi tasdik edecek bir biçimde yorumlamaya çalışmak , bir çok fırkanın baş vurduğu yöntemlerin başında gelmektedir. Hristiyanların İsa (a.s) ı ilahlaştırmalarına öykünerek , Müslümanların bir kısmının, Muhammed (a.s) ı aynı konuma yerleştirme düşünceleri, özellikle tasavvuf meşrebine mensup olanların elinde korkunç bir silaha dönüşmüş halde bugün de kullanılmaktadır.
Bu ameliyenin temelinde "vahiy merkezli din" inancından , "kişi merkezli din" inancına geçmek yatmaktadır. Dini duyguları kullanarak , insanları hegemonya altına alma yolu , insanlığın kadim bir yolu olup , bu yol ile bir takım şahıslar, dini argümanları kullanmak yolu ile karizmatik bir yapıya büründürülerek , insanların bu yolla maddi ve manevi olarak sömürülmesi kolaylaştırılmaya çalışılmış hala da çalışılmaktadır.
Bu şeytani oyunun Müslüman dünyasındaki versiyonunun, tasavvuf ekolü yolu ile en vahşi biçimde uygulandığını görmekteyiz. Kerameti müritlerinden menkul din baronlarının, insanları maddi ve manevi olarak sömürmelerinin yolunun , önce Muhammed (a.s) a ilahi bir misyon yüklenmesinden geçmesi gerektiğini bilen sahtekarlar, bu işi yalan ve iftira yollu rivayetler ile halletmeye çalışmış ve neticede başarıya ulaşarak , Muhammed (a.s) ı , Allah (c.c) ile eşit bir konuma yerleştirmişlerdir.
Muhammed (a.s) ın dinin merkezine yerleştirilmesi ile artık sahtekarların yolu açılmış olmakta ve yapmak istedikleri şeytanlıkları onun üzerinden yapmaları bu şekilde kolaylaşmıştır.Bu şeytanların Muhammed (a.s) ı ilah konumuna yükseltmek için kullandıkları ayetlerden bir tanesi Zümer s. 53. ayetidir.
[039.053] De ki: ey nefisleri aleyhine israf etmiş kullarım! Allahın rahmetinden ümidi kesmeyin, çünkü Allah bütün günahları mağrifet buyurur, şübhesiz ki o öyle gafûr öyle rahîm o
[039.010] Şöyle de: «Ey inanan kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının; bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Allah'ın yarattığı yeryüzü geniştir. Yalnız sabredenlere, ecirleri sonsuz olarak ödenecektir.»
Bu ayet maalesef bazı insan kılıklı şeytanların elinde silah olarak kullanılarak "Bak gördün mü Muhammed'e kul olunması gerekiyormuş" şeklindeki ifadeler ile, şağdan yanaşan şeytanlıklarla , Müslüman kisvesi altında insanlar şirk'e davet edilmektedir.
Öncelikle şunu söylemek isteriz ki iddianın ilmi yönden eleştirilebilecek hiç bir tarafı yoktur. Tamamen ahlak , şeref , haysiyet sınırlarını kaldırmış olanların ağzından çıkabilecek olan bu sözün , Kur'an bütünlüğü dikkate alındığında nasıl bir şirk çağrısı olduğu görülecektir.
Elçilerin Allah (c.c) adına konuşmakla görevli kişiler olduğunu bilen bir kimse "ey nefisleri aleyhine israf etmiş kullarım" cümlesinin Allah (c.c) nin sözü olduğunu bilir ve Muhammed'e kul olunması gerektiği şeklinde bir şirk inancını yayın organlarında göğsünü gere gere söylemekten haya ederdi.
[021.025] Ve senden evvel hiçbir peygamber göndermedik ki, illâ ona şöyle vahyetmiştik: «Muhakkak ki, Benden başka ilâh yoktur. Artık Bana ibadet ediniz.»
Muhammed (a.s) öncelikle bir elçi olup , Allah (c.c) nin biz kullarına olan çağrısını iletmek ile görevlidir. Bu çağrının merkezinde , diğer elçilerin çağrısında olduğu, gibi sadece Allah (c.c) ye kul olmak , ondan başkasını ilah ve rab olarak tanımamak yatmaktadır.
Allah(c.c) ye kul olmaya çağırmak ile görevli bir elçi , bu görevini terk ederek insanları kendisine kul olmaya çağırabilir mi ?
Bu sorunu cevabını İsa (a.s) ile ilgili ayetlerde bulabiliriz.
[003.079] Hiçbir insanın, Allah'ın kendisine Kitap, hikmet ve nübüvvet vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: Allah'ı bırakıp bana kul olun! demesi mümkün değildir. Bilakis (şöyle demesi gerekir): Okutmakta ve öğretmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olunuz.
[003.080] Ve size, «Melekleri, nebileri rabler ittihaz ediniz,» diye emretmez. Siz müslüman olduktan sonra size küfr ile hiç emreder mi?
Al-i İmran s. 79. ayetine baktığımızda "Muhammed' kul olunmadan Allah' kul olunmaz" sözünün ne kadar çirkin bir iftira olduğu görülmektedir.
Hesap gününde İsa (a.s) ın sorgulanma sahnesini ayetleri okuduğumuzda bu durumu daha net bir biçimde görebiliriz.
[005.116] Hani Allah «Ey Meryemoğlu İsa sen mi, Allah dışında beni ve Anneni ilah edinin dedin» dedi. İsa şöyle dedi; «Haşa seni her türlü noksanlıktan tenzih ederim, gerçek olmadığı bildiğim bir sözü söylemek bana yakışmaz, eğer böyle birşey söyleseydim sen bunu bilirdin, Sen benim içimdekini bilirsin, fakat ben Senin özündekini bilemem, hiç kuşkusuz Sen gaybleri bilensin.
[005.117] Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyle görensin.
Yarın hesap gününde Muhammed (a.s) ın sorgulanma sahnesinde aynı sözler sadece isim değişikliği ile "Ey Muhammed sen mi, Allah dışında beni ilah edinin dedin" şeklinde söylenerek , İsa (a.s) tarafından verilen cevabın aynısı Muhammed (a.s) tarafından verilecektir.
Elçilerin tamamının görevi, insanları kula kul olmaktan kurtararak , sadece Allah'a kul olmaya çağırmak iken , nasıl bir elçi "Bana kul olun" diyebilir ?.
Kulu kul edinmek yolu ile onları maddi ve manevi olarak sömürmek yolunun kadim bir yol ve bu yolun İslam dünyasındaki versiyonu "Tasavvuf" adı altında işleme konulmuştur.
Tasavvuf ekolünün insanları etkileme yolu kişilerin ilahlaştırılmasını merkeze aldığı için , bu yolun açılması Allah (c.c) dışında kul olunması gerekli mercilerin olmasını (haşa) gerekli kılmıştır. Muhammed (a.s) bu iş için biçilmiş kaftan mesabesinde olarak görülmüş , önce ona kul olunması gerektiğinden yola çıkılarak kerameti müritlerinden menkul din baronlarına kul olma yolu bu şekilde sonuna kadar açılmıştır.
[039.003] İyi bil ki, halis din ancak Allah'ındır. O'ndan başka birtakım evliya tutanlar da şöyle demektedirler: «Biz onlara sadece bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.» Şüphe yok ki Allah, onların aralarında ihtilaf edip durdukları şeyde hükmünü verecektir. Herhalde yalancı ve nankör olan kimseyi Allah doğru yola çıkarmaz.
[002.186] Kullarım sana Beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara yakınım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip Bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar.
Bu gibi ayetler tasavvuf ekolünün ekmek kapısı olan aracılık hizmetlerine kapı kapatan ayetlerdir. Allah (c.c) nin sonuna kadar kapattığı bir kapıyı açmaya kalkanlar , maalesef bir çok cahil kimseyi kandırarak , tasallutları altına almışlardır.
[069.044-7] Eğer o Resul bizim adımıza birtakım sözler uydursaydı, onu elimizle yakalar, sonra da onun şah damarını keserdik.O zaman sizden hiç biriniz de buna engel olamazdınız.
Şurası iyi bilinmelidir ki ; Muhammed (a.s) sadece ve sadece beşer bir elçidir. İnsanları kula kul olmaktan kurtarıp , Allah (c.c) ye kul olmaya çağırmak görevini bırakarak , kendisine kul olmaya çağırması onun için büyük bir suçtur.
Kula kul olmaya çağıran bütün şeytanların oyunlarına karşı Kur'an , kale gibi dimdik ayaktadır.
"Muhammed'e kul olunmadan Allah'a kul olunmaz diyerek" Muhammed'in kaldırmak için geldiği aracılık sistemi içine onu koyarak kendi şeytanlıklarını onlar üzerinden yürütmeye kalkanların önünde en büyük engel onun getirdiği Kur'andır.
Kirlenmemiş bir zihin ile okunan bir Kur'anın, bu gibi şeytanlıklara nasıl engel olduğu görülerek , alçakça oyunlarına Allah'ın dinini alet etmeye kalkan müşriklerin maskelerini bu kitap düşürecektir.
Bunun içindir ki; Kur'anın halk arasında okunmaya başlanması ,bu gibi insan kılıklı şeytanları rahatsız etmektedir. Kur'an kendi dilimizden okunmaya başlandığında , insanları neye çağırdığı , ne ve kimlerle mücadele ettiği açıkça ortaya çıkarak , bu gibi insanların çağırdıkları şeylerin batıllığı kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Sonuç olarak ; Kendisi bir KUL olan Muhammed (a.s) , insanları Allah'a kul olmaya çağıran bir elçi olup , "Allah'a kul olunması için önce bana kul olunması gerekir" şeklinde bir çağrısı asla olamaz.
Allah'a kul olmak için önce ona kul olunması gerektiğine dair Zümer s. 53. ayetinin delil getirilmesi ise şeytanca bir yalan ve iftiradan başkası değildir. Allah'ı ve elçisine yalanlarına alet etmek isteyenlerin bu gibi oyunları Kur'an tarafından bozulmakta , insanları şirk'e davet edenlerin akıbetleri aynı kitabın içinde müjdelenmektedir.
Bu gibi şirk yayıcıların tv. gibi yayın organlarında boy göstererek şirklerini alenen buralarda insanlara yayma fırsatı bulması , onlara bu fırsatı sağlayanları da mes'ul durumda bıraktığı bilinmelidir.
Zümer s. 53. ayeti , Allah (c.c) nin rahmetinden ümit kesilmemesini , onun merhametli olduğunu haber veren bir ayet iken, maalesef Allah ve elçisine iftira atan tasavvufçuların elinde, kendi şirklerini temize çıkaran bir ayet olarak okunması , bu kitabın insan kılıklı şeytanların eline geçtiğinde alacağı durumu bize göstermesi açısından ibret göstergesidir.
RABBİMİZ BİZLERİ ALLAH İLE ALDATMAYA ÇALIŞAN İNSAN KILIKLI ŞEYTANLARIN ŞERRİNDEN MUHAFAZA ETSİN.
[039.053] De ki: ey nefisleri aleyhine israf etmiş kullarım! Allahın rahmetinden ümidi kesmeyin, çünkü Allah bütün günahları mağrifet buyurur, şübhesiz ki o öyle gafûr öyle rahîm o
[039.010] Şöyle de: «Ey inanan kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının; bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Allah'ın yarattığı yeryüzü geniştir. Yalnız sabredenlere, ecirleri sonsuz olarak ödenecektir.»
Bu ayet maalesef bazı insan kılıklı şeytanların elinde silah olarak kullanılarak "Bak gördün mü Muhammed'e kul olunması gerekiyormuş" şeklindeki ifadeler ile, şağdan yanaşan şeytanlıklarla , Müslüman kisvesi altında insanlar şirk'e davet edilmektedir.
Öncelikle şunu söylemek isteriz ki iddianın ilmi yönden eleştirilebilecek hiç bir tarafı yoktur. Tamamen ahlak , şeref , haysiyet sınırlarını kaldırmış olanların ağzından çıkabilecek olan bu sözün , Kur'an bütünlüğü dikkate alındığında nasıl bir şirk çağrısı olduğu görülecektir.
Elçilerin Allah (c.c) adına konuşmakla görevli kişiler olduğunu bilen bir kimse "ey nefisleri aleyhine israf etmiş kullarım" cümlesinin Allah (c.c) nin sözü olduğunu bilir ve Muhammed'e kul olunması gerektiği şeklinde bir şirk inancını yayın organlarında göğsünü gere gere söylemekten haya ederdi.
[021.025] Ve senden evvel hiçbir peygamber göndermedik ki, illâ ona şöyle vahyetmiştik: «Muhakkak ki, Benden başka ilâh yoktur. Artık Bana ibadet ediniz.»
Muhammed (a.s) öncelikle bir elçi olup , Allah (c.c) nin biz kullarına olan çağrısını iletmek ile görevlidir. Bu çağrının merkezinde , diğer elçilerin çağrısında olduğu, gibi sadece Allah (c.c) ye kul olmak , ondan başkasını ilah ve rab olarak tanımamak yatmaktadır.
Allah(c.c) ye kul olmaya çağırmak ile görevli bir elçi , bu görevini terk ederek insanları kendisine kul olmaya çağırabilir mi ?
Bu sorunu cevabını İsa (a.s) ile ilgili ayetlerde bulabiliriz.
[003.079] Hiçbir insanın, Allah'ın kendisine Kitap, hikmet ve nübüvvet vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: Allah'ı bırakıp bana kul olun! demesi mümkün değildir. Bilakis (şöyle demesi gerekir): Okutmakta ve öğretmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olunuz.
[003.080] Ve size, «Melekleri, nebileri rabler ittihaz ediniz,» diye emretmez. Siz müslüman olduktan sonra size küfr ile hiç emreder mi?
Al-i İmran s. 79. ayetine baktığımızda "Muhammed' kul olunmadan Allah' kul olunmaz" sözünün ne kadar çirkin bir iftira olduğu görülmektedir.
Hesap gününde İsa (a.s) ın sorgulanma sahnesini ayetleri okuduğumuzda bu durumu daha net bir biçimde görebiliriz.
[005.116] Hani Allah «Ey Meryemoğlu İsa sen mi, Allah dışında beni ve Anneni ilah edinin dedin» dedi. İsa şöyle dedi; «Haşa seni her türlü noksanlıktan tenzih ederim, gerçek olmadığı bildiğim bir sözü söylemek bana yakışmaz, eğer böyle birşey söyleseydim sen bunu bilirdin, Sen benim içimdekini bilirsin, fakat ben Senin özündekini bilemem, hiç kuşkusuz Sen gaybleri bilensin.
[005.117] Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine kontrolcü idim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyle görensin.
Yarın hesap gününde Muhammed (a.s) ın sorgulanma sahnesinde aynı sözler sadece isim değişikliği ile "Ey Muhammed sen mi, Allah dışında beni ilah edinin dedin" şeklinde söylenerek , İsa (a.s) tarafından verilen cevabın aynısı Muhammed (a.s) tarafından verilecektir.
Elçilerin tamamının görevi, insanları kula kul olmaktan kurtararak , sadece Allah'a kul olmaya çağırmak iken , nasıl bir elçi "Bana kul olun" diyebilir ?.
Kulu kul edinmek yolu ile onları maddi ve manevi olarak sömürmek yolunun kadim bir yol ve bu yolun İslam dünyasındaki versiyonu "Tasavvuf" adı altında işleme konulmuştur.
Tasavvuf ekolünün insanları etkileme yolu kişilerin ilahlaştırılmasını merkeze aldığı için , bu yolun açılması Allah (c.c) dışında kul olunması gerekli mercilerin olmasını (haşa) gerekli kılmıştır. Muhammed (a.s) bu iş için biçilmiş kaftan mesabesinde olarak görülmüş , önce ona kul olunması gerektiğinden yola çıkılarak kerameti müritlerinden menkul din baronlarına kul olma yolu bu şekilde sonuna kadar açılmıştır.
[039.003] İyi bil ki, halis din ancak Allah'ındır. O'ndan başka birtakım evliya tutanlar da şöyle demektedirler: «Biz onlara sadece bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.» Şüphe yok ki Allah, onların aralarında ihtilaf edip durdukları şeyde hükmünü verecektir. Herhalde yalancı ve nankör olan kimseyi Allah doğru yola çıkarmaz.
[002.186] Kullarım sana Beni sorarlarsa, bilsinler ki Ben, şüphesiz onlara yakınım. Benden isteyenin, dua ettiğinde duasını kabul ederim. Artık onlar da davetimi kabul edip Bana inansınlar ki doğru yolda yürüyenlerden olsunlar.
Bu gibi ayetler tasavvuf ekolünün ekmek kapısı olan aracılık hizmetlerine kapı kapatan ayetlerdir. Allah (c.c) nin sonuna kadar kapattığı bir kapıyı açmaya kalkanlar , maalesef bir çok cahil kimseyi kandırarak , tasallutları altına almışlardır.
[069.044-7] Eğer o Resul bizim adımıza birtakım sözler uydursaydı, onu elimizle yakalar, sonra da onun şah damarını keserdik.O zaman sizden hiç biriniz de buna engel olamazdınız.
Şurası iyi bilinmelidir ki ; Muhammed (a.s) sadece ve sadece beşer bir elçidir. İnsanları kula kul olmaktan kurtarıp , Allah (c.c) ye kul olmaya çağırmak görevini bırakarak , kendisine kul olmaya çağırması onun için büyük bir suçtur.
Kula kul olmaya çağıran bütün şeytanların oyunlarına karşı Kur'an , kale gibi dimdik ayaktadır.
"Muhammed'e kul olunmadan Allah'a kul olunmaz diyerek" Muhammed'in kaldırmak için geldiği aracılık sistemi içine onu koyarak kendi şeytanlıklarını onlar üzerinden yürütmeye kalkanların önünde en büyük engel onun getirdiği Kur'andır.
Kirlenmemiş bir zihin ile okunan bir Kur'anın, bu gibi şeytanlıklara nasıl engel olduğu görülerek , alçakça oyunlarına Allah'ın dinini alet etmeye kalkan müşriklerin maskelerini bu kitap düşürecektir.
Bunun içindir ki; Kur'anın halk arasında okunmaya başlanması ,bu gibi insan kılıklı şeytanları rahatsız etmektedir. Kur'an kendi dilimizden okunmaya başlandığında , insanları neye çağırdığı , ne ve kimlerle mücadele ettiği açıkça ortaya çıkarak , bu gibi insanların çağırdıkları şeylerin batıllığı kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Sonuç olarak ; Kendisi bir KUL olan Muhammed (a.s) , insanları Allah'a kul olmaya çağıran bir elçi olup , "Allah'a kul olunması için önce bana kul olunması gerekir" şeklinde bir çağrısı asla olamaz.
Allah'a kul olmak için önce ona kul olunması gerektiğine dair Zümer s. 53. ayetinin delil getirilmesi ise şeytanca bir yalan ve iftiradan başkası değildir. Allah'ı ve elçisine yalanlarına alet etmek isteyenlerin bu gibi oyunları Kur'an tarafından bozulmakta , insanları şirk'e davet edenlerin akıbetleri aynı kitabın içinde müjdelenmektedir.
Bu gibi şirk yayıcıların tv. gibi yayın organlarında boy göstererek şirklerini alenen buralarda insanlara yayma fırsatı bulması , onlara bu fırsatı sağlayanları da mes'ul durumda bıraktığı bilinmelidir.
Zümer s. 53. ayeti , Allah (c.c) nin rahmetinden ümit kesilmemesini , onun merhametli olduğunu haber veren bir ayet iken, maalesef Allah ve elçisine iftira atan tasavvufçuların elinde, kendi şirklerini temize çıkaran bir ayet olarak okunması , bu kitabın insan kılıklı şeytanların eline geçtiğinde alacağı durumu bize göstermesi açısından ibret göstergesidir.
RABBİMİZ BİZLERİ ALLAH İLE ALDATMAYA ÇALIŞAN İNSAN KILIKLI ŞEYTANLARIN ŞERRİNDEN MUHAFAZA ETSİN.
10 Ekim 2012 Çarşamba
"Allah'a ve Resulune İtaat Edin" Ayetlerini Nasıl Anlamalıyız?
Allah azze ve celle kulu ve elçisi muhammed sav e indirdiği alemler için rahmet ve hidayet olan kitabı, kur'anı kerim deki birçok ayette bizlere "Allah'a ve resulune itaat edin" şeklinde emirler vermektedir (3.132/4.59/5.92/8.46/24.56/47.33/58.13/64.12) . Bu ayetler üzerinde düşünce üreten insanların bir kısmı bu ayetleri , " Allah'a itaat kitabına itaat, elçisine itaat hadislere itaattır" şeklinde anlayarak müslümanlar arasında telafisi güç fikir ayrılıkları meydana getirmiştir.
Müslümanların tamamı , "Allaha itaat kitabına itaattır" sözü üzerinde herhangi bir ihtilaf içinde olmamışlar , olmalarıda mümkün değildir. Ancak, "resulune itaat hadislere itaattır" düşüncesi üzerinde haklı olarak ihtilaf içindedirler. Allah cc nin indirmiş olduğu kitabın tahrif ve değişime uğramadan elimizde olduğu muhakkaktır. Onun elçisi muhammed sav in bizlere "hadis" adı altında ulaşan sözlerinin sahih olup olmadığı üzerinde müslümanların tamamının aynı düşüncede olmaması hasebiyle kendilerine gelen bir hadisi bir kısım müslümanlar "sahih" olduğu gerekçesiyle kabul ederken bir kısım müslümanlar aynı hadisi "sahih olmadığı" gerekçesi ile red etmişlerdir. İslam dünyasının hadisler üzerindeki geçerli olan durumunun özeti kısaca bu haldedir.
Durum böyle iken önlerine gelen herhangi bir hadisi kendi oluşturdukları yöntemler ile red edenlerin , "elçiye itaat hadislere itaattır" söylemine göre durumları nedir? sorusu akla gelmektedir. Allah cc bizlere "elçiye itaat edin" emrinden kastının "onun söylemiş olduğu sözlere itaat edin" şeklinde anlayanlara göre bazı hadisleri sahih olmadığı gerekçesi ile kabul etmeyenlerin durumu "elçiye itaat etmemesidir". Elçiye itaat edilmemesinin sonucu kur'ana göre küfür sayıldığı için bir kısım hadisleri sahih olmadığı gerekçesi ile red edenler ile aynı hadisi sahih olduğu gerekçesi ile kabul edenlere göre, o hadisi kabul etmeyenin kafir olduğuna hükmetmeleridir. İşte durum islam dünyasında telafisi güç olan bir yara açmış olup hala kapatılmamakta direnilmektedir.
Kur'anın bir çok ayetinde Allah cc bizlere birlik ve beraberliğin önemini ve gerekliliğini vurgulamasına rağmen, "elçiye itaat hadislere itaattır" iddiasının bir sonucu olarak birine göre sahih olan bir hadisi kabul etmeyen bir kişinin durumu onun kafir olmasını gerektirir . Bu iddianın savunucuları bile bugün "hadis"adı altında elimizde olan sözlerin tamamını sahih olarak görmemekte olup kendi söylemleri ile kendilerini kafir ilan etmektedirler. Bu yaman bir çelişki olup aşılması gereken bir durumdur. Bugün herhangi bir dayanağı olmadan oluşturulmuş olan "ehli sünnet" inancı adı altında yine hiçbir dayanak olmadan üretilmiş olan "4 hak mezhep!!" savunucularının dayandıkları farklı mezhebi görüşlerinin temelleri kendilerine gelen hadisleri kabul veya red ederek oluşturdukları düşüncelerdir. Misal vermek gerekirse şafii mezhebinde namazın ruünlerinden biri olan "ref'ul yedeyn" (ruku' a giderken ve kalkarken elleri kaldrımak) hanefi mezhebinde uygulanmamaktadır. Bu gibi misallere çoğaltmak mümkündür, o zaman şunu sormak gerekmektedir şafiinin mezhebinde resul sav in yaptığı bir sünnet ebu hanifenin mezhebinde uygulanmaması ebu hanifenin bu konuda elçiye itaat etmemesi demektir öyleyse ebu hanifenin durumu nedir? sorusunun cevabı nasıl verilecektir.
Ebu hanifenin hadisler konusundaki düşünceleri bilindiği gibi"hadis ehli" fırkası tarafından şiddetli bir biçimde tenkid edilmiş olup onların sahih olarak kabul ettikleri bazı hadisleri kabul etmemiş olması dolayısı ile kafir olduğu ve tevbeye davet edildiği bir gerçektir. Ebu hanifenin hadis anayışı hakkında kendisinden naklediliği söylenen şu sözler bizler içinde geçerli olmasının gerektiğini düşünmekteyiz.
"“Ebu Hanife: “Eğer bir kimse, ‘Peygamber (a.s.)in her söylediğine inanıyorum, ancak Nebi haksız (cevren) konuşmaz ve Kur’an’a muhalefet etmez’ derse, bu, onun, Peygamber’i tasdik ettiğini ve Peygamberi Kur’an’a muhalefetten tenzih ettiğini gösterir. Şayet Peygamber Kur’an’a muhalefet etse ve Allah’a karşı haktan başka bir şey söyleseydi, Allah Teala, “Eğer Muhammed, bize karşı ona (Kur’an’a) bazı sözler katmış olsaydı, biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık, hiç biriniz de onu koruyamazdınız” (Hakka 44-47), sözüne uygun olarak, onu kuvvetle yakalar ve şahdamarını koparırdı. Allah’ın Resûlü, Allah’ın kitabına muhalefet etmez. Allah’ın kitabına muhalefet eden de Allah’ın Resûlü olamaz… Nebi’den Kur’an’a aykırı olarak hadis rivayet eden kimseyi red, Peygamber’i red ve onu yalanlama değildir. Bu, ancak, Peygamber’den batıl rivayette bulunan kimseyi reddir. Töhmet bu kimseyedir, Peygamber’e değil. Onun için Peygamber’in söylediği her şey, işitelim, işitmeyelim, başımız gözümüz üstünedir. Buna iman eder, ve Allah’ın Resûlünün söylediğine, olduğu gibi şehadet ederiz. Ve yine şehadet ederiz ki O, Allah’ın nehyettiği bir şeyi emretmez. Allah’ın bağladığı bir şeyi koparmaz. Allah’ın nitelediği bir şeyi ona aykırı bir şekilde nitelemez. Şehadet ederiz ki O bütün işlerde Allah’la muvafıktır. Bidat olabilecek hiç bir şey yapmamış, Allah’ın söylediği söze hiç bir şey katmamış ve zorlayıcılardan olmamıştır. Onun için Allah Teala; “Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur” (Nisa 80), buyurmuştur. ( el-Alim 26-27) s.84-85
Resule itaat meselesi müslümanlar arasında telafisi güç ayrılıklar meydana getirmiş olmasına rağmen bu ayrılıkların en aza indirilmesi imkansız değildir. Bu ayrılıkları en aza indirmek için bütün müslümanların üzerinde ihtilaf etmedikleri tek kaynağın yani kur'anın hakemliğine başvurulması gerekmektedir.
Öncelikle kur'anın, muhammed sav e nasıl bir konum verdiği üzerinde fikir birliği sağlanması gerekmektedir.Bir çok kendisine vahyedilen uyması ve kendisininde ben bana vahyedilene uyarım şeklindeki ayetlerden bizler için ölçü olması gerekli olan kıstasın ne olduğu ortaya çıkmaktadır (6.50/7.203/10.15/33.2/38.70/46.9/53.4) kendisine iletilen vahyin doğrultusunda konuşan bir elçinin vefatından yıllar sonra derlenen sözlerinin sahih olup olmadığı yolundaki ortaya konması gereken kıstas yine kur'andan başka bir şey olamaz.
Kur'anın hiçbir ayeti Allah ile elçisini ayırarak "Allah ayrı ,elçisi ayrı hüküm verebilir" dememiştir. Kur'an ayetlerinde "elçiye itaat edin" emri o elçiyi gönderen rabbe yani onun mesajına itaat edin şeklinde anlaşılmak durumundadır. Elçi olmak demek birisinin mesajını birisine ulaştırmak demek olduğuna göre muhammed sav elçi olarak Allah cc den aldığı mesajı kullarına iletmek o mesajları yaşamak zorundadır. İsa as ın , al-i imran s. 50 . ayetindeki şu sözleri elçinin görevini açıklaması bakımından önemlidir . "Benden önceki Tevrat'ı doğrulamak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak üzere size Rabbinizden bir ayetle geldim.. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin.» İsa as için geçerli olan bu durum muhammed sav içinde geçerlidir , bir resul Allah cc nin kulları için neyi helal ve haram kıldığını ancak getirdiği ayetle onun kullarına tebliğ eder.
------[004.100] Allah yolunda hicret eden kişi, yeryüzünde çok bereketli yer ve genişlik bulur. Evinden, Allah'a ve resulune hicret ederek çıkan kimseye ölüm gelirse, onun ecrini vermek Allah'a düşer. Allah bağışlar ve merhamet eder.
------[048.010] Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.
Nisa s. 100. ayetinde Allah'a ve resulune hicret etmenin nasıl olacağı sorusuna Allah ve resulunun arasını ayırarak cevap verecek olursak Allah'a hicret etmenin nasıl olacağı cevabını ne şekilde verebiliriz? . Fetih s. 10. ayetinde resule biat edenlerin Allah'a biat etmiş olacağı,resul ile ahid yapanların Allah ile ahid yapmış sayıldığını görmekteyiz. yine nisa s. nin 80. ayeti Alah ve resule itaat ayetlerinin ne şekilde anlaşılması gerektiğini bizlere öğreten bir ayettir.
-----[004.080] Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!
Bu ayet bizlere, Allah cc nin kendisine itaat edilmesi amacı ile elçi göndermiş olduğunu ona itaatın resule itaat edilmesi yani ona gönderdiği mesaja itaat edilmesinden geçtiğini bildirmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.
Müslümanların tamamı , "Allaha itaat kitabına itaattır" sözü üzerinde herhangi bir ihtilaf içinde olmamışlar , olmalarıda mümkün değildir. Ancak, "resulune itaat hadislere itaattır" düşüncesi üzerinde haklı olarak ihtilaf içindedirler. Allah cc nin indirmiş olduğu kitabın tahrif ve değişime uğramadan elimizde olduğu muhakkaktır. Onun elçisi muhammed sav in bizlere "hadis" adı altında ulaşan sözlerinin sahih olup olmadığı üzerinde müslümanların tamamının aynı düşüncede olmaması hasebiyle kendilerine gelen bir hadisi bir kısım müslümanlar "sahih" olduğu gerekçesiyle kabul ederken bir kısım müslümanlar aynı hadisi "sahih olmadığı" gerekçesi ile red etmişlerdir. İslam dünyasının hadisler üzerindeki geçerli olan durumunun özeti kısaca bu haldedir.
Durum böyle iken önlerine gelen herhangi bir hadisi kendi oluşturdukları yöntemler ile red edenlerin , "elçiye itaat hadislere itaattır" söylemine göre durumları nedir? sorusu akla gelmektedir. Allah cc bizlere "elçiye itaat edin" emrinden kastının "onun söylemiş olduğu sözlere itaat edin" şeklinde anlayanlara göre bazı hadisleri sahih olmadığı gerekçesi ile kabul etmeyenlerin durumu "elçiye itaat etmemesidir". Elçiye itaat edilmemesinin sonucu kur'ana göre küfür sayıldığı için bir kısım hadisleri sahih olmadığı gerekçesi ile red edenler ile aynı hadisi sahih olduğu gerekçesi ile kabul edenlere göre, o hadisi kabul etmeyenin kafir olduğuna hükmetmeleridir. İşte durum islam dünyasında telafisi güç olan bir yara açmış olup hala kapatılmamakta direnilmektedir.
Kur'anın bir çok ayetinde Allah cc bizlere birlik ve beraberliğin önemini ve gerekliliğini vurgulamasına rağmen, "elçiye itaat hadislere itaattır" iddiasının bir sonucu olarak birine göre sahih olan bir hadisi kabul etmeyen bir kişinin durumu onun kafir olmasını gerektirir . Bu iddianın savunucuları bile bugün "hadis"adı altında elimizde olan sözlerin tamamını sahih olarak görmemekte olup kendi söylemleri ile kendilerini kafir ilan etmektedirler. Bu yaman bir çelişki olup aşılması gereken bir durumdur. Bugün herhangi bir dayanağı olmadan oluşturulmuş olan "ehli sünnet" inancı adı altında yine hiçbir dayanak olmadan üretilmiş olan "4 hak mezhep!!" savunucularının dayandıkları farklı mezhebi görüşlerinin temelleri kendilerine gelen hadisleri kabul veya red ederek oluşturdukları düşüncelerdir. Misal vermek gerekirse şafii mezhebinde namazın ruünlerinden biri olan "ref'ul yedeyn" (ruku' a giderken ve kalkarken elleri kaldrımak) hanefi mezhebinde uygulanmamaktadır. Bu gibi misallere çoğaltmak mümkündür, o zaman şunu sormak gerekmektedir şafiinin mezhebinde resul sav in yaptığı bir sünnet ebu hanifenin mezhebinde uygulanmaması ebu hanifenin bu konuda elçiye itaat etmemesi demektir öyleyse ebu hanifenin durumu nedir? sorusunun cevabı nasıl verilecektir.
Ebu hanifenin hadisler konusundaki düşünceleri bilindiği gibi"hadis ehli" fırkası tarafından şiddetli bir biçimde tenkid edilmiş olup onların sahih olarak kabul ettikleri bazı hadisleri kabul etmemiş olması dolayısı ile kafir olduğu ve tevbeye davet edildiği bir gerçektir. Ebu hanifenin hadis anayışı hakkında kendisinden naklediliği söylenen şu sözler bizler içinde geçerli olmasının gerektiğini düşünmekteyiz.
"“Ebu Hanife: “Eğer bir kimse, ‘Peygamber (a.s.)in her söylediğine inanıyorum, ancak Nebi haksız (cevren) konuşmaz ve Kur’an’a muhalefet etmez’ derse, bu, onun, Peygamber’i tasdik ettiğini ve Peygamberi Kur’an’a muhalefetten tenzih ettiğini gösterir. Şayet Peygamber Kur’an’a muhalefet etse ve Allah’a karşı haktan başka bir şey söyleseydi, Allah Teala, “Eğer Muhammed, bize karşı ona (Kur’an’a) bazı sözler katmış olsaydı, biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık, hiç biriniz de onu koruyamazdınız” (Hakka 44-47), sözüne uygun olarak, onu kuvvetle yakalar ve şahdamarını koparırdı. Allah’ın Resûlü, Allah’ın kitabına muhalefet etmez. Allah’ın kitabına muhalefet eden de Allah’ın Resûlü olamaz… Nebi’den Kur’an’a aykırı olarak hadis rivayet eden kimseyi red, Peygamber’i red ve onu yalanlama değildir. Bu, ancak, Peygamber’den batıl rivayette bulunan kimseyi reddir. Töhmet bu kimseyedir, Peygamber’e değil. Onun için Peygamber’in söylediği her şey, işitelim, işitmeyelim, başımız gözümüz üstünedir. Buna iman eder, ve Allah’ın Resûlünün söylediğine, olduğu gibi şehadet ederiz. Ve yine şehadet ederiz ki O, Allah’ın nehyettiği bir şeyi emretmez. Allah’ın bağladığı bir şeyi koparmaz. Allah’ın nitelediği bir şeyi ona aykırı bir şekilde nitelemez. Şehadet ederiz ki O bütün işlerde Allah’la muvafıktır. Bidat olabilecek hiç bir şey yapmamış, Allah’ın söylediği söze hiç bir şey katmamış ve zorlayıcılardan olmamıştır. Onun için Allah Teala; “Kim peygambere itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur” (Nisa 80), buyurmuştur. ( el-Alim 26-27) s.84-85
Resule itaat meselesi müslümanlar arasında telafisi güç ayrılıklar meydana getirmiş olmasına rağmen bu ayrılıkların en aza indirilmesi imkansız değildir. Bu ayrılıkları en aza indirmek için bütün müslümanların üzerinde ihtilaf etmedikleri tek kaynağın yani kur'anın hakemliğine başvurulması gerekmektedir.
Öncelikle kur'anın, muhammed sav e nasıl bir konum verdiği üzerinde fikir birliği sağlanması gerekmektedir.Bir çok kendisine vahyedilen uyması ve kendisininde ben bana vahyedilene uyarım şeklindeki ayetlerden bizler için ölçü olması gerekli olan kıstasın ne olduğu ortaya çıkmaktadır (6.50/7.203/10.15/33.2/38.70/46.9/53.4) kendisine iletilen vahyin doğrultusunda konuşan bir elçinin vefatından yıllar sonra derlenen sözlerinin sahih olup olmadığı yolundaki ortaya konması gereken kıstas yine kur'andan başka bir şey olamaz.
Kur'anın hiçbir ayeti Allah ile elçisini ayırarak "Allah ayrı ,elçisi ayrı hüküm verebilir" dememiştir. Kur'an ayetlerinde "elçiye itaat edin" emri o elçiyi gönderen rabbe yani onun mesajına itaat edin şeklinde anlaşılmak durumundadır. Elçi olmak demek birisinin mesajını birisine ulaştırmak demek olduğuna göre muhammed sav elçi olarak Allah cc den aldığı mesajı kullarına iletmek o mesajları yaşamak zorundadır. İsa as ın , al-i imran s. 50 . ayetindeki şu sözleri elçinin görevini açıklaması bakımından önemlidir . "Benden önceki Tevrat'ı doğrulamak ve size haram kılınan bazı şeyleri helal kılmak üzere size Rabbinizden bir ayetle geldim.. Artık Allah'tan korkup sakının ve bana itaat edin.» İsa as için geçerli olan bu durum muhammed sav içinde geçerlidir , bir resul Allah cc nin kulları için neyi helal ve haram kıldığını ancak getirdiği ayetle onun kullarına tebliğ eder.
------[004.100] Allah yolunda hicret eden kişi, yeryüzünde çok bereketli yer ve genişlik bulur. Evinden, Allah'a ve resulune hicret ederek çıkan kimseye ölüm gelirse, onun ecrini vermek Allah'a düşer. Allah bağışlar ve merhamet eder.
------[048.010] Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefa gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.
Nisa s. 100. ayetinde Allah'a ve resulune hicret etmenin nasıl olacağı sorusuna Allah ve resulunun arasını ayırarak cevap verecek olursak Allah'a hicret etmenin nasıl olacağı cevabını ne şekilde verebiliriz? . Fetih s. 10. ayetinde resule biat edenlerin Allah'a biat etmiş olacağı,resul ile ahid yapanların Allah ile ahid yapmış sayıldığını görmekteyiz. yine nisa s. nin 80. ayeti Alah ve resule itaat ayetlerinin ne şekilde anlaşılması gerektiğini bizlere öğreten bir ayettir.
-----[004.080] Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, seni onların başına bekçi göndermedik!
Bu ayet bizlere, Allah cc nin kendisine itaat edilmesi amacı ile elçi göndermiş olduğunu ona itaatın resule itaat edilmesi yani ona gönderdiği mesaja itaat edilmesinden geçtiğini bildirmektedir.
EN DOĞRUSUNU ALLAH CC BİLİR.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)