Çevirileri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çevirileri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ocak 2023 Cuma

Nisa s.127. Ayetinde Geçen وَتَرْغَبُونَ Kelimesinin Farklı Çevirileri Üzerinde Bir Düşünce Çalışması

Kur'an mealini birkaç farklı çeviriden karşılaştırmalı olarak okuyan dikkatli bir okuyucu, Nisa s. 127. ayetinin mealini okuduğunda, karşısına farklı şekilde yapılmış iki farklı meal çıkınca bu meallerden hangisinin daha isabetli olduğu yönünde bir soru soracak, bu sorunun cevabını aramaya çalışacaktır. Yazımızın konusu, bu farklı meallerden hangisinin daha isabetli olduğu yönünde olacaktır. 

Ayetin Arapça metni ve farklı çevirileri şu şekildedir:

وَيَسْتَفْتُونَكَ فِي النِّسَٓاءِۜ قُلِ اللّٰهُ يُفْت۪يكُمْ ف۪يهِنَّۙ وَمَا يُتْلٰى عَلَيْكُمْ فِي الْكِتَابِ ف۪ي يَتَامَى النِّسَٓاءِ الّٰت۪ي لَا تُؤْتُونَهُنَّ مَا كُتِبَ لَهُنَّ وَتَرْغَبُونَ اَنْ تَنْكِحُوهُنَّ وَالْمُسْتَضْعَف۪ينَ مِنَ الْوِلْدَانِۙ وَاَنْ تَقُومُوا لِلْيَتَامٰى بِالْقِسْطِۜ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِه۪ عَل۪يمًا

-----Senden kadınlar hakkında fetva istiyorlar. De ki, onlara ait hükmü size Allah açıklıyor: Kitap'ta, kendileri için yazılmışı (mirası) vermeyip nıkahlamak istediğiniz yetim kadınlar, çaresiz çocuklar ve yetimlere karşı âdil davranmanız hakkında size okunan âyetler (Allah'ın hükmünü apaçık ortaya koymaktadır). Hayırdan ne yaparsanız şüphesiz Allah onu bilmektedir.

----Kadınlar hakkında senden fetva isterler. De ki: Onlar hakkındaki fetvayı size Allah veriyor: Yazılmış hakları olan mirası kendilerine vermediğiniz ve nikahlamayı istemediğiniz öksüz kızlar ve zavallı çocuklara ve bir de yetimlere adaletle davranmanız hakkında Kitap'ta size okunan âyetler vardır. Sizin her yaptığınız iyiliği, muhakkak Allah bilir.

Meallerden görüldüğü üzere, nikahlamak istediğiniz ve nikahlamak istemediğiniz şeklinde iki farklı anlam verilmesinin sebebi, ayet içinde geçen وَتَرْغَبُونَ kelimesinden kaynaklanmaktadır. 

Kelimenin kökü olan ر غ ب, lügatta: Bir şeye karşı rağbet etmek, hırs göstermek,onu şiddetli bir şekilde arzuyla istemek anlamına gelmektedir ( El Müfredat). Fakat bu kelime عَنْ  edatı ile birlikte kullanıldığında, olumsuz bir anlam kazanarak kişinin rağbetini, hırsını, arzusunu başka bir tarafa çevirmesi anlamına gelmektedir. Bu kullanım örneklerini Kur'an da görmekteyiz.

BAKARA S. 130--- Kendini bilmezlerden başka kim İbrahim'in dininden yüz çevirir(وَمَنْ يَرْغَبُ عَنْ) . Hiç kuşkusuz biz, O'nu dünyada seçkin kıldık ve elbette ahirette de iyilerden olacaktır.

MERYEM S. 46---(Babası) dedi ki: "Sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun, (اَرَاغِبٌ اَنْتَ عَنْ اٰلِهَت۪ي) ey İbrahim? Eğer (bu tutumuna) son vermezsen andolsun seni taşlarım. Uzun bir süre benden ayrıl."

Dikkat edilirse her iki ayette de olumsuz olarak gelen anlam عَنْ edatının kullanılması ile ortaya çıkmıştır.  Bu noktada, " Neden böyle bir olmadığı halde bu ayete bazı meal yapıcıları böyle bir anlam vermişlerdir?" sorusu gündeme gelecektir.

Bizim cevabımız, "Kur'an bütünlüğünün dikkate alınmaması ve geçmiş müfessirlerin bu konuda yaptıkları tercih ve her iki anlamın da verilebileceği yönünde ortaya koydukları tercihlerin dikkate alınması olabilir" yönündedir. 

Keşşaf tefsirinde bu ayet hakkında yapılan yorumu okuduğumuzda söylemek istediğimiz daha net anlaşılacaktır.


Kur'an'ın en doğru anlaşılma yönteminin, Kur'an bütünlüğünü dikkate almak olduğunu merkeze alarak bu ayeti anlamaya çalıştığımızda, Nisa suresi ilk ayetlerinin özellikle yetim haklarına vurgu yaptığını görebiliriz. Kendilerine miras kalan yetimlerinin özellikle yetim kızların mallarının en doğru şekilde değerlendirilmesi ilgili ayetlerin emridir. Bu nokta bizi aynı surenin 3. ayetine götürecek, 127. ayetin de daha net anlaşılmasına yardımcı olacaktır.

Nisa s. 3- (Mallarını muhafaza etmek ile sorumlu olduğunuz kız) Yetimlerin haklarını (nikah çağına geldiklerinde onları nikahlayarak) adaletli bir şekilde koruyamamaktan endişe ederseniz, (onların yerine) size helal olan (yetim olmayan hür) kadınları ikişer, üçer, dörder nikahlayın. Eğer (çok eşlilikte de eşler arasında) adaletli davranamayacağınızdan endişe ederseniz (özgür olan) bir eş, veya sağ ellerinizin sahip olduğu (savaş esiri cariye) kadını nikahlayın. Bu (şekilde yapılan bir evlilik), adaletten sapmamanız için daha uygun bir yoldur. 

Bu ayette dikkat edilirse kendisine miras kalmış yetim bir kızın malına evlilik yolu ile çökülmemesi emredilmektedir. 

Bu durumu dikkate alarak 127. ayeti okuduğumuzda aynı durumun bu ayette de karşımıza çıktığını görebiliriz. Ayette yetim bir kızın malına evlilik yolu ile çökülmemesi gerektiği anlamı daha bariz bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

Bütün bunları dikkate alarak Nisa s. 127. ayet ile ilgili yapılan iki farklı mealin "Nikahlamayı istediğiniz" şeklinde yapılanın daha  isabetli olduğunu söyleyebiliriz. 

                      EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.


6 Mayıs 2019 Pazartesi

Nahl s. 61. ve Fatır s. 45. Ayetlerinde Geçen "Min Dabbetin" Kelimesinin Çevirileri Üzerinde Bir Mülahaza

Elimizde bulunan Kur'an çevirilerinin bir çoğunda karşımıza çıkan sorunların başında, ilgili ayete verilen anlamın Kurân bütünlüğü ile çelişmesi gelmektedir. Bu çelişkinin bir nedeni ise, ayet içindeki  herhangi bir kelimenin sahip olduğu anlamlardan hangisinin ayet metni ve Kur'an bütünlüğüne uygun olabileceğinin dikkate alınmamasıdır. 

Bu yazımızda ele almaya çalışacağımız Nahl s. 61. ve Fatır s. 45. ayetlerinin çevirilerinde karşımıza çıkabilecek olan bir sıkıntı, söylemek istediğimizin daha net anlaşılmasını sağlayacaktır. Konumuz ile ilgili ayetlerin metni ve çevirileri şöyledir.

Nahl s. 61. ayeti:

وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللَّهُ النَّاسَ بِظُلْمِهِمْ مَا تَرَكَ عَلَيْهَا مِنْ دَابَّةٍ وَلَٰكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ إِلَىٰ أَجَلٍ مُسَمًّى ۖ فَإِذَا جَاءَ أَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً ۖ وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ

Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden cezalandıracak olsaydı, orada hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir müddete kadar erteliyor. Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.

Fatır s. 45. ayeti:

وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللَّهُ النَّاسَ بِمَا كَسَبُوا مَا تَرَكَ عَلَىٰ ظَهْرِهَا مِنْ دَابَّةٍ وَلَٰكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ إِلَىٰ أَجَلٍ مُسَمًّى ۖ فَإِذَا جَاءَ أَجَلُهُمْ فَإِنَّ اللَّهَ كَانَ بِعِبَادِهِ بَصِيرًا

Allah insanları işlediklerine karşılık hemen yakalayıverseydi, yeryüzünde bir canlı bırakmaması gerekirdi. Ama onları belli bir süreye kadar erteler. Süreleri gelince gereğini yapar. Doğrusu Allah kullarını görmektedir. 

Her iki ayete bakıldığında ortak noktanın, Allah (c.c) nin insanları yaptıkları zulümler nedeniyle hemen cezalandırmayarak onları belirli bir süreye kadar ertelemesi olduğu görülecektir.

Peki bu ayetlerdeki çeviri problemi nedir?.
Bu ayetlerdeki çeviri problemi her iki ayette geçen  مِنْ دَابَّةٍ kelimesine ayet bütünlüğüne uygun bir şekilde anlam verilmemesidir. Tetkik etme imkanı bulduğumuz tüm çevirilerde bu kelimenin CANLI anlamı verilerek çevrildiğini gördük. Ayete verilen bu anlam her ne kadar Dabbe kelimesinin anlamına uygun olmuş olsa da, dikkatli bir meal okuyucusunun kafasında bir takım soru işaretleri oluşmasına sebebiyet verecektir. Şöyle ki...

Ayet içinde geçen Dabbe kelimesinin karşılığı olan Canlı anlamı, insan dahil yeryüzündeki bütün mahlukatı içine almaktadır. Ayetlerde geçen Dabbe kelimesine Canlı şeklinde verilen anlam, insan haricinde olan mahlukatın ne gibi bir zulüm işleyerek helak olmayı hak edebilecekleri sorusunu beraberinde getirecektir. Halbuki İnsan haricinde olan hiç bir varlık yaptıkları yüzünden Allah indinde sorumlu olmayacaktır. Yani sadece insan, yaşamında yaptıklarından sorumlu tutulacak ve hesap gününde cennet veya cehennem ile ödüllendirilecektir.  

Allah (c.c) insana akıl vererek ona yaşamında bir takım sorumluluklar vermiştir. Fakat hayvanlar böyle değildir. Allah (c.c) onlara herhangi bir sorumluluk yüklememiştir. Onlar sadece fıtri melekeleri ile hareket ederler ve bu hareketleri neticesinde günah veya sevap kazanmazlar. Dolayısı ile Kur'an'ın odak kavramlarınlarından olan Zulüm, onlar için geçerli bir kavram olmayıp, sadece insan için geçerlidir, ve yaptığı zulüm neticesinde dabbe cinsinden olan varlık grubuna dahil olan insanlar zulümleri nedeniyle azabı hak ederler.

Ayetlerin başına dikkat ettiğimizde her iki ayette de النَّاسَ (insanlar) kelimesinin olduğunu görürüz. Dabbe kelimesine verilecek anlamda maalesef meallerde bu nokta  göz önüne alınmayarak, kelimenin en geniş anlamı verilmiştir. Halbuki bu ayet içinde geçen Dabbe kelimesi anlam daralmasına uğramış, yeryüzünde gezen dabbe cinsinden olan sadece zalim insana has bir anlam kazanmıştır.

Bu noktayı dikkate alarak ilgili ayetlerdeki مِنْ دَابَّةٍ kelimesine verilen CANLI anlamı yerine, İNSAN anlamı vermek daha uygun olacaktır. 

Nahl s. 61 ----Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden cezalandıracak olsaydı, orada hiçbir insan bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir müddete kadar erteliyor. Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.

Fatır s. 45 ----Allah insanları işlediklerine karşılık hemen yakalayıverseydi, yeryüzünde bir insan bırakmaması gerekirdi. Ama onları belli bir süreye kadar erteler. Süreleri gelince gereğini yapar. Doğrusu Allah kullarını görmektedir.

Burada, "Peki Allah (c.c) neden مِنْ دَابَّةٍ kelimesi yerine النَّاسَ kelimesini kullanmadı?"şeklinde bir soru gelebilir. Buna da Enfal s. 22. ve 55. ayetlerinden cevap verebiliriz.

[008.022]  Şüphesiz Allah katında canlıların (eddevabbi) en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.

[008.055]  Allah katında, canlıların (eddevabbi) en kötüsü kâfir olanlardır. Çünkü onlar iman etmezler.

Enfal suresindeki bu ayetlere baktığımızda, inkarcı insanların Dabbe kelimesinin çoğulu ile ifade edilmiş olduğunu görmekteyiz. Yani bu ayetlerde geçen Dabbe kelimesi anlam daralmasına uğrayarak, sadece inkarcı insan için kullanılmıştır. Meal yapıcıları bu ayetleri dikkate alarak Nahl s. 61. ve Fatır s. 45. ayetlerine anlam vermiş olsalardı, daha isabetli bir ayet çevirisi yapabilmeleri mümkün olurdu.

Sonuç olarak: Kur'an meali yapabilmek için Arap dilini bilmekten önce, Kur'an bütünlüğüne hakim olma şartı gelmektedir. Bütünlüğe dikkat edilmeden yapılan meal çalışmalarının bir çok hata ve çelişkiye sahip olduğu ret edilmez bir gerçektir. Kur'an bütünlüğüne vakıf olmayan bir meal yapıcısı, kelimelerin Arap dilinde belki doğru anlamını verebilir, fakat bu anlam ilgili ayet içinde bazı sıkıntılara yol açabilir. Yazımızda bu noktaya dikkat çekmeye çalıştık.

                                    EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

Allah, insanları zulümleri yüzünden helâk etseydi yeryüzünde yürür bir tek mahlûk kalmazdı, fakat onlara azâp etmeyi mukadder bir zamâna tehîr etti; vakitleri gelince de ne bir an geri kalırlar, ne bir an önce gelip çatar o mukadder vakit.

2 Aralık 2018 Pazar

Kur'an'daki Bazı Ayetlerde Geçen "Vennasi Ecmaine" İfadesinin Çevirileri Üzerinde Bir Mülahaza

Kur'an'ın Türkçe çevirilerinde karşılaşılan sorunlardan bir tanesi de, herhangi bir ayete verilen anlamda, Kur'an bütünlüğüne dikkat edilmemiş olmasından doğan mantıksal hatalar sonucunda, okuyucunun kafasında bazı soru işaretlerinin oluşmasına sebebiyet verilmesidir. Okuyucunun kafasında oluşmuş olan bu soru işaretleri, sadece bir parantez açılmak sureti ile giderilebilecek iken, bir çok Kur'an çevirisinde bunun yapılmamış olduğunu görmekteyiz. Yazımızda Kur'an içinde 4 yerde geçen "Vennasi Ecmaine" (Bütün insanların) ifadesinin çevirisindeki eksikliğin yol açabileceği bazı soru işaretlerinin nasıl giderilebileceği üzerinde durmaya çalışacağız.

Bu ifadeler Kur'an'ın Bakara s. 161., Al-i İmran s. 87., Hud s. 119. ve Secde s. 13. ayetlerinde geçmektedir.

Bakara s. 161. ayetinin orjinal metin ve meali:

إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ أُولَٰئِكَ عَلَيْهِمْ لَعْنَةُ اللَّهِ وَالْمَلَائِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ

[002.161]  İnkâr edenler ve inkârcı olarak da ölenler var ya, İşte Allah’ın, meleklerinin ve bütün insanların lâneti hep onların üstünedir.

Al-i İmran s. 87. ayetinin orjinal metni ve meali:

أُولَٰئِكَ جَزَاؤُهُمْ أَنَّ عَلَيْهِمْ لَعْنَةَ اللَّهِ وَالْمَلَائِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ

[003.087]  İşte bunların cezası, Allah'ın meleklerin ve bütün insanların lanetlerinin üzerine olmasıdır.

Bu iki ayette, inkar edenlerin alacağı karşılıktan bahsedilerek, onlara bütün insanların da lanet edeceği belirtilmektedir. Tetkik etme imkanı bulduğumuz meallerin aşağı yukarı tamamının yukarıdaki ayet mealleri doğrultusunda çevrilmiş olduğunu gördük.

Bu şekilde yapılmış olan ayet meallerini okuyan bir okuyucunun kafasında haklı olarak, "İnkarcıların da lanet etmeye nasıl hakları olabilir?" şeklinde bir soru oluşabilecektir. Kur'an'a baktığımzda cehennemde inkarcıların birbirlerini lanetlemelerinden bahsedilmesine karşı, bu ayetlerdeki lanetleme konusunun birbirlerini lanetlemeleri ilgili olmadığını düşünmekteyiz. 

Kanaatimizce "Bütün insanlar" ile kast edilmek istenilen mü'min olsun kafir olsun bütün insanlar değil, sadece mü'min insanların tamamıdır. Bu kanaatimize delil olarak ise Bakara s. 159. ayetini gösterebiliriz.

[002.159]  İndirdiğimiz açık delilleri ve hidâyet yolunu -kitapta onu insanlara apaçık göstermemizden sonra- gizleyenler yok mu, işte onlara hem Allah hem de bütün lânet ediciler lânet eder.

Ayet içinde geçen Ellainune (lanet ediciler) ifadesinin kimleri kapsamı altına aldığı şeklindeki yorumlara baktığımızda, bu alana meleklerin ve iman edenlerin girdiği şeklinde yapılan yorumların daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz.

Bu durumu dikkate alarak her iki ayette geçen Vennasi ecmain ifadesinin "İman etmiş olan bütün insanlar" olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu ayetlerin meallerine parantez içinde (inanmış olan) şeklinde yapılacak olan bir izah, oluşabilecek olan kafa karışıklığını gidermek noktasında faydalı olacaktır.

[002.161]  İnkâr edenler ve inkârcı olarak da ölenler var ya, İşte Allah’ın, meleklerinin ve (inanmış olan) bütün insanların lâneti hep onların üstünedir.

[003.087]  İşte bunların cezası, Allah'ın meleklerin ve(inanmış olan) bütün insanların lanetlerinin üzerine olmasıdır.

Diğer iki ayetimiz ise, Hud s. 119. ve Secde s. 13. ayetleridir. Bu ayetlerin orjinal metni ve meali ise şöyledir:

إِلَّا مَنْ رَحِمَ رَبُّكَ ۚ وَلِذَٰلِكَ خَلَقَهُمْ ۗ وَتَمَّتْ كَلِمَةُ رَبِّكَ لَأَمْلَأَنَّ جَهَنَّمَ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ

[Hud.119]  Ancak Rabbinin rahmet ettiği kimseler müstesna. Ve onun içindir, onları yaratmıştır. Ve Rabbinin şu beyanı da tamam olmuştur ki, «Elbette cehennemi bütün cinlerden ve insanlardan dolduracağım.»

وَلَوْ شِئْنَا لَآتَيْنَا كُلَّ نَفْسٍ هُدَاهَا وَلَٰكِنْ حَقَّ الْقَوْلُ مِنِّي لَأَمْلَأَنَّ جَهَنَّمَ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ

[Secde.013]  Eğer biz dilemiş olsaydık her nefse hidâyetini verirdik. Fakat benden: «Bütün insanlar ve cinlerden cehennemi elbette dolduracağım.» sözü hak olmuştur.

Bu ayetlerin bu şekilde yapılmış olan çevirilerini okuyan bir kimsenin zihnine, insanların tamamının cehenneme mi gireceği sorusu haklı olarak takılacaktır. Ancak Kur'an bize kimlerin cehenneme gireceği konusunda pek çok ayetinde bilgi vermektedir.

[007.018]  Allah, «Yerilmiş ve kovulmuşsun, oradan defol; and olsun ki insanlardan sana kim uyarsa, hepinizi cehenneme dolduracağım» dedi.

[038.085] Muhakkak cehennemi seninle ve onlardan sana uyanların hepsiyle dolduracağım.

Bu ayetlerin çevirilerine, (inkar edenler ile) şeklinde açılacak bir parantez, oluşabilecek olan bazı soru işaretlerini gidermekte faydalı olacaktır.

[Hud.119]  Ancak Rabbinin rahmet ettiği kimseler müstesna. Ve onun içindir, onları yaratmıştır. Ve Rabbinin şu beyanı da tamam olmuştur ki, «Elbette cehennemi bütün cinlerden ve insanlardan (inkar edenler ile) dolduracağım.»

[Secde.013]  Eğer biz dilemiş olsaydık her nefse hidâyetini verirdik. Fakat benden: «Bütün(inkar eden) insanlar ve cinlerden cehennemi  elbette dolduracağım.» sözü hak olmuştur.

Sonuç olarak: Kur'an'ın Türkçeye yapılan çevirilerinde bazı eksik ve yanlış anlamaların önünü almak için parantez açmanın yararı olduğunu düşünmekteyiz. Buna örnek olarak Kur'an içinde geçen 4 tane ayetin çevirilerinde okuyucunun zihnine takılabilecek muhtemel soruların önü, bu türden parantezler açılmak sureti ile alınabilir.

                                         EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 


21 Ekim 2018 Pazar

Nur s. 63. Ayetinin Farklı Çevirileri Üzerinde Bir Mülahaza

Nur s. 63. ayetinin çevirisini farklı meallerden takip eden bir meal okuyucusu, bu ayetin iki farklı çevirisi ile karşılaşacak, ve hangi çevirinin daha doğru olduğu sorusuna cevap arayacaktır. Yazımızda bu sorunun cevabını aramaya çalışacağız.

لَا تَجْعَلُوا دُعَاءَ الرَّسُولِ بَيْنَكُمْ كَدُعَاءِ بَعْضِكُمْ بَعْضًا ۚ قَدْ يَعْلَمُ اللَّهُ الَّذِينَ يَتَسَلَّلُونَ مِنْكُمْ لِوَاذًا ۚ فَلْيَحْذَرِ الَّذِينَ يُخَالِفُونَ عَنْ أَمْرِهِ أَنْ تُصِيبَهُمْ فِتْنَةٌ أَوْ يُصِيبَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ

Bu ayetin farklı çevirileri şu şekildedir:

1- Resulün çağrısını, kendi aranızda birbirinizi çağırmanız gibi tutmayın. Allah, içinizden sıvışıp gidenleri şüphesiz bilir. O'nun buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belanın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar.

2- (Ey müminler!) Resulü, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın. İçinizden, birini siper edinerek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah bilmektedir. Bu sebeple, onun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar.

Yukarıda verdiğimiz 2 örnek çeviriden anlaşılacağı üzere, bu ayetin farklı çevirileri bu şekildedir. 1. örnekteki çeviride Resulün etrafında bulunan iman edenlerin, onlara Resul tarafından bir çağrı yapıldığı zaman, ona uyulması emredilirken, 2. örnekteki çeviride ise, iman edenlerin Resule seslenirken daha edepli olmaları emredilmektedir.

Her iki çevirinin gramer kaideleri açısından bakıldığında , "Şu çeviri doğru diğeri ise yanlış" şeklinde söylenebilecek bir söz olmamakla birlikte, çeviride isabet kaydetme açısından sorun bulunmaktadır. Bizim kanaatimize göre çevirilerden bir tanesi daha isabetli, diğeri ise isabet kaydedememiş bir çeviridir.

İsabetli olan çeviri hangisidir?.

Bu sorunun cevabını bulabilmek için, bağlama müracaat etmek gerektiğini düşünmekteyiz.

[024.062] Gerçek müminler ancak öyle kimselerdir ki Allah’a ve Resulüne bütün kalpleriyle iman etmiş olup, bütün toplumu ilgilendiren meseleleri görüşmek üzere onun yanında bulundukları vakit ondan izin almadıkça ayrılıp gitmezler. Senden izin isteyenler hakikaten Allah’a ve Resulüne gerçekten iman edenlerdir. Öyle ise bazı işler için senden izin istedikleri zaman, sen de onlardan dilediğin kimselere izin ver ve onlar için Allah’tan af dile. Muhakkak ki Allah gafurdur, rahîmdir.

Nur s. 62. ayetine baktığımızda, toplumu ilgilendiren bir mesele hakkında alınan kararlara herkesin riayet etmesi gerektiği belirtilmektedir. Alınan karar ile ilgili olarak mazeret beyan eden kimselerin, mazeretleri konusunda samimi oldukları ayrıca beyan edilmektedir. Sonraki ayetin anlamı konusunda isabet kaydetmenin yolu, bu ayet ile arasındaki bağı kurmaktan geçmektedir.

63. ayette ise, Resul tarafından yapılan bir çağrıda alınan kararların alelade kararlar olmadığı, alınan kararlara uyma zorunluluğu olduğu, ayrıca içlerindeki nifak dolayısı ile, alınan kararlarda ortak hareket etmekten geri duranlara yapılan bir ikaz görülmektedir.
Bu noktayı dikkate aldığımızda, yukarıda 1. sırada örnek verdiğimiz yöndeki çevirilerin daha isabetli, 2. sırada verilen örnekteki çevirilerin ise isabetsiz olduğunu söyleyebiliriz.

Bu noktada 2. sıradaki yapılan çevirilerin isabetsiz olduğu yönünde iddiamızın sebebi ise, "(Ey müminler!) Resulü, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın." cümlesi ile ondan sonra gelen ikinci cümle olan, " İçinizden, birini siper edinerek sıvışıp gidenleri muhakkak ki Allah bilmektedir." cümlesi arasında bir anlam kopukluğu meydana gelmiş olmasıdır. Çünkü eğer alınan bir karara karşı, mazeretsiz bir şekilde uyulmayacaksa, bunun bir sebebi olmalıdır, ve bu sebep bir önceki ayette belirtilmektedir.

Hülasa i kelam: Nur s. 62. ayette, Resul tarafından alınan kararlara toplumun uyma zorunluluğu olduğu vurgusunu yapmakta, 63. ayet ise bu vurguyu pekiştirerek, Resul tarafından alınan kararlar sonucu yapılan bir çağrının alelade bir çağrı olarak algılanmaması gerektiğini hatırlatmaktadır. 

                                       EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

30 Mayıs 2018 Çarşamba

Bakara s. 233. Ayetinde Geçen " izâ sellemtüm mâ âteytüm bil ma’rûfi" Cümlesinin Farklı Çevirileri Üzerinde Bir Mülahaza

Bakara s. 233. ayeti içinde geçen "iza sellemtüm ma ateytüm bil marufi" cümlesinin çevirisini farklı meallerden okuyan bir meal okuyucusu, bu cümlenin çevirisinin iki farklı şekilde meallere yansıdığını görecek, ve hangi çevirinin daha doğru konusunda tereddüte düşecektir. Yazımızda bu cümleye yapılan farklı çevirilerden hangisinin daha doğru olabileceği yönündeki kanaatimizi paylaşmaya çalışacağız.

Konumuz ile ilgili cümlenin iki farklı çevirisi şu şekilde yapılmaktadır:

وَإِنْ أَرَدْتُمْ أَنْ تَسْتَرْضِعُوا أَوْلَادَكُمْ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ إِذَا سَلَّمْتُمْ مَا آتَيْتُمْ بِالْمَعْرُوفِ

1- Çocuklarınızı (sütannesi tutup) emzirtmek isterseniz, verdiğiniz(ücret)i güzelce verdikten sonra yine üzerinize bir günâh yoktur.

2-Eğer çocuğunuzu süt annelere emanet etmeye karar verirseniz, teslim edeceğiniz çocuğun emniyetini uygun bir şekilde sağlamanız şartıyla size bir günah yüklenmez.

1. guruptaki çevirilerin anlamı, çocuğu emzirecek olan süt anneye çocuk için vereceği bu hizmete karşılık bir ücret ödenmesi ile ilgili iken, 2. guruba dahil olan çevirilerin anlamı, süt anneye teslim edilecek olan çocuğun güvenliğinin sağlanması ile ilgilidir.

Bu iki farklı çevirinin sebebini araştırdığımızda ayet ile ilgili kıraat farklılıkları karşımıza çıkmakta, cümle içinde geçen bir kelimenin farklı okuyuşları bu anlam farklılığını doğurmaktadır. Kıraat farklılıkları ile ilgili görüşleri merak edenler, Zemahşeri, Razi, Kurtubi, Taberi gibi müfessirlerin bu ayet ile ilgili olarak yaptıkları tefsirlere bakabilirler. 

Biz ayet içi bütünlüğe dikkat ederek farklı çevirilerin hangisinin daha isabetli olabileceği yönündeki kanaatimizi paylaşacağız. Ayet içindeki şu cümle, bu konuda bize yardımcı olacaktır.

وَعَلَى الْمَوْلُودِ لَهُ رِزْقُهُنَّ وَكِسْوَتُهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ

Onların uygun bir şekilde yiyecek ve giyecek gibi ihtiyaçlarını temin etmek, emzirdikleri çocuğun babasına aittir.

Bu cümle eşinden ayrılan emzirme çağında çocuğu olan bir kadının, bu çocuğu emzirme süresince kendisi ve çocuğun maddi ihtiyaçlarının baba tarafından karşılanması gerektiğini beyan etmektedir. Her iki cümle içinde geçen بِالْمَعْرُوفِ kelimesi ortak payda olarak alınmak sureti ile, konumuz olan cümlenin hangi çevirisinin daha uygun olabileceğini bulmak mümkündür.

Emziren anne ve emzirilen çocuğun maddi ihtiyaçlarının karşılanması maruf ölçülerde babaya ait ise, çocuğu kendi annesinin emzirmemesi nedeniyle süt anneye verilmesi neticesinde, çocuğu emzirecek olan süt annenin maddi ihtiyaçlarının karşılanması da yine maruf ölçülerde süt anneye verilen çocuğun babasına ait olmalıdır. Konumuz olan cümlenin böyle bir durumu beyan etmiş olması, kanaatimizce daha makuldür. 

Dolayısı ile konumuz olan cümlenin iki farklı çevirisinden daha isabetli olanı kanaatimizce, 1. şıktaki şekilde yapılan çevirilerdir. Burada dikkat çekmek istediğimiz husus, isabetli olmadığını düşündüğümüz 2. şıktaki çevirinin yanlış ve hatalı olduğunu iddia etmediğimizdir.

Buna göre Bakara s. 233. ayetinin tamamının çevirisi şu şekilde olmalıdır:

Bakara s. 233- (Boşanmış) Anneler, emzirmeyi tamamlatmak isteyen (baba) için, çocuklarını tam iki yıl emzirirler. (Emzirme süresince) Onların uygun bir şekilde yiyecek ve giyecek gibi ihtiyaçlarını temin etmek, emzirdikleri çocuğun babasına aittir. Hiç bir kimseye gücünün üzerinde bir mükellefiyet yüklenmez. Anne ve baba çocuğu yüzünden zarara uğratılmasın. (Çocuğun babası ölecek olursa annenin ihtiyaçlarını karşılamak) aynı şekilde mirasçıların üzerine vazifedir. Eğer anne ve baba karşılıklı rıza ile yaptıkları istişare sonucunda, çocuğu iki yıldan önce sütten kesmek isterlerse, anne ve babaya herhangi bir günah yoktur. Eğer çocuklarınızı (süt annelerine) emzirtmek isterseniz, emzirme ücretini uygun ölçüler dahilinde verdiğiniz takdirde, size bir günah yoktur. Bilin ki Allah, yapmakta olduklarınızı görmektedir.

                                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR. 

23 Mart 2018 Cuma

Bakara s. 134 ve 141. Ayetlerinin Çevirileri Üzerine Bir Mülahaza

Kur'anın Türkçeye yapılan çevirilerinde bazı ayetlerin metne sadık kalmak adına yapılan çevirileri, maalesef bir takım anlama sorunlarına yol açabilmesinden ötürü, genel olarak Kur'an'ın tamamı için böyle bir yönteme sıcak bakmamış olsak da, çevirinin anlam yorum tarzında yapılması, meal okuyucusu için o ayetin anlaşılır olmasını sağlayacaktır.

Nuzül dönemi insanının konuştuğu dile göre inmiş olan bir kitap içinde ayet ve kelimeler, o gün insanı çerçevesinde anlama yönünden herhangi bir problem teşkil etmemesine rağmen, ilerleyen zamanlarda kitabı sadece metinden okuyarak anlamak durumunda olan bizler, okuduğumuz ayeti anlamakta bir takım güçlüklerle karşılaşabiliriz. Ortaya çıkan bu güçlüklerin izalesi ise, ayetin siyak sibakı ve o günkü ilk muhataplara ne demek istemiş olabileceği dikkate alınması yolu ile mümkün olabilir.

Bakara s. 134 ve 141. ayetlerinin çevirileri, metne bağlı yapıldığında anlaşılması güçleşen ayetlerdendir.

تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ ۖ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْ ۖ وَلَا تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ

Bu ayetlerin ikisi de metin olarak aynı olup, çevirileri şu şekilde yapılmaktadır:

Onlar geçmiş birer ümmettir. Kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da sizedir. Onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz.

Ayetlerin bu şekilde yapılan çevirilerinde herhangi bir hata olduğunu iddia etmemekle birlikte, وَلَا تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ cümlesine verilen"Onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz" şeklinde bir meal, kafalarda bazı soru işaretlerine sebep olabilecektir. Şöyle ki:

Bizim kullandığımız anlamda sorumlu olmak demek, bir kimsenin işlemiş olduğu herhangi bir eylemden ötürü bir başkasının da suçlu bulunması ve o suça o kişinin de ortak olması anlamındadır. Bu anlamı göz önünde bulunduran bir meal okuyucusu haklı olarak, "Onlar ile ifade edilen kimseler önceki ayetlerde adı geçen elçilerdir, onlar ne gibi bir suç işlemiş olabilir ki sonrakiler o suçtan sorumlu olmasın?" şeklinde bir soru sorabilecektir.

Ayetlerde  "Onlar" olarak bahsedilenlerin kim oldukları önceki ayetlerden anlaşılmaktadır.

[002.130] Benliğini aşağılığa mahkûm edenler dışında İbrahim'in dininden kim yüz çevirir. Andolsun ki, biz onu dünyada seçkinlerden kıldık. O Ahirette de salihler arasındadır.
[002.131] Rabbi ona: «Teslim ol» deyince (o:) «Alemlerin Rabbine teslim oldum» demişti.
[002.132]  İbrahim bunu oğullarına da tavsiye etti. Ya'kub da: Ey oğullarım, Allah sizin için dinini seçti. Onun için siz de yalnız Müslüman olarak can verin, dedi.
[002.133]  Yoksa Ya'kub'a ölüm geldiği zaman siz orada mı idiniz? O zaman (Ya'kub) oğullarına: Benden sonra kime kulluk edeceksiniz? demişti. Onlar: Senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhı olan tek Allah'a kulluk edeceğiz; biz ancak O'na teslim olmuşuzdur, dediler.

[002.140] Yoksa İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarının Yahudi veya Hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? Peki, siz mi yoksa Allah mı daha iyi bilir? de. Allah tarafından kendisine bildirilen bir gerçeği gizleyenden daha zalim kim vardır? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.

Ayetinüçüncü ve son cümlesine verilecek olan anlam ayetin ilk iki cümlesi olan, "Onlar geçmiş birer ümmettir. Kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da sizedir." cümlesi ile uyum arz etmesi gerekmektedir.

Bu iki cümlede dikkat çekilen şey, kimsenin kendisinden önce yaşamış olan kimselerin yaptığı iyi amelleri sahiplenerek onlardan kendisini de pay çıkarmaya kalkmamasıdır. Geçmiştekilerin yaptığı iyi amellerin, hesap gününde bizlere herhangi bir fayda getirmeyeceği, fayda getirecek şeyin kendimizin yapmış olduğu hayırlı ameller olduğu vurgusu yapılmaktadır. Bugün bile bazı kimselerin dilinden düşürmediği, "Benim babam hacı, amcam hoca, dedelerim seyyid" gibi kendisini ahirette temize çıkaracağına inanılan sözlerin boş sözler olduğu da hatırlatılmaktadır.

Yahudi ve Hristiyanların ayetlerde adı geçen elçilerin kendilerinin sahip olduğu inanca sahip olduklarını iddia ettikleri, ayetlerin siyak ve sibakından anlaşılmaktadır. Fakat yine aynı kitap içindeki bazı ayetler Yahudi ve Hristiyanların sahip oldukları mevcut inançlarının, sahiplendikleri elçiler ile uzaktan yakından alakası olmadığını da bildirmektedir.

Bakara s. 134. ve 141. ayetlerin bu arka plan dikkate alınarak okunması, bizi ayetler hakkında daha sağlıklı bir sonuca götürecektir.

Bakara s. 134. ve 141. ayetleri, Yahudi ve Hristiyanlara hitap ederek onların yani elçilerin, dünya hayatlarında imtihanlarını tamamladıklarını, yaşadıkları hayat içinde yapmış oldukları amellerin sadece kendilerine fayda vereceğini, Yahudi ve Hristiyanların  başka kimselerin kazandıklarından herhangi bir pay sahibi olamayacaklarını, sahip olacakları payın sadece kendi amelleri olduğu bildirilmektedir.

Ayetlerin son cümlesi olan, "Onların yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz" şeklinde çevrilen cümleye gelince: Cümle içinde geçen sorumlu olmak ifadesi, aynı zamanda pay sahibi olmayı da çağrıştırmaktadır. Yani birisinin yaptığı işten bir başkasının sorumlu olması demek, o kişinin de o işten gelecek olan karşılıktan bir pay sahibi olması demektir.

Bu noktayı dikkate alarak son cümleye, "Onların yapmış olduğu amellerden siz herhangi bir pay sahibi olmayacaksınız şeklinde bir anlam vermek, sanırım yanlış olmayacaktır.

Hasan Elik tarafından Tevhit Mesajı adındaki Kur'an çevirisinde ilgili ayetler şu şekilde anlamlandırılmaktadır:

Ey ataları ile övünen fakat onların tevhit çizgisinden uzaklaşan Medine Yahudileri! işte bunlar geçmişte tevhit inancına bağlı olan kimselerdi. Onların erdemleri kendilerine ait olup, size bir şey kazandırmaz. Size ancak kendi erdemleriniz bir şey kazandırır. Nasıl ki onların hatalarından sorumlu değilseniz, onların faziletlerini de üstlenmezsiniz.

Bakara s. 134. ve 141. ayetlerine verilebilecek makul bir meal önerimiz ise şöyledir:

"Onlar bir topluluktu geldi geçti. Onların kazandıkları sadece kendileri içindir, sizin kazandıklarınız da sadece kendiniz içindir. Siz onların yapmış oldukları amellerden (hesap gününde) herhangi bir pay sahibi olmayacaksınız."

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

25 Şubat 2018 Pazar

Bakara s. 85. Ayetinde Geçen "Ve in ye'tiküm üsera tüfadühum" Cümlesinin Çevirileri Üzerinde Bir Mülahaza

Kur'an'ın Arap dilinden bir başka dile yapılan çevirilerinde karşılaşılan sorunlardan bir tanesi, orjinal metne sadık kalarak yapılan lafzi bir çevirinin, okuyucu tarafından anlaşılamaz oluşudur. Çevirmen bütün iyi niyetini kullanarak herhangi bir tahrife imza atmamış olmayı amaçlamakta, fakat onun bu iyi niyeti maalesef çevirdiği ayet hakkında bazı istifhamların doğmasına yol açmaktadır. 

Bu duruma örnek olarak, Bakara s. 85. ayetinde geçen bir cümlenin çevirilerini verebiliriz. 

Ayetin Arapça metni:

ثُمَّ أَنْتُمْ هَٰؤُلَاءِ تَقْتُلُونَ أَنْفُسَكُمْ وَتُخْرِجُونَ فَرِيقًا مِنْكُمْ مِنْ دِيَارِهِمْ تَظَاهَرُونَ عَلَيْهِمْ بِالْإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَإِنْ يَأْتُوكُمْ أُسَارَىٰ تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ ۚ أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ ۚ فَمَا جَزَاءُ مَنْ يَفْعَلُ ذَٰلِكَ مِنْكُمْ إِلَّا خِزْيٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ۖ وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يُرَدُّونَ إِلَىٰ أَشَدِّ الْعَذَابِ ۗ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ

[002.085] [DI] Sonra siz, birbirinizi öldüren, aranızdan bir takımı memleketlerinden süren, onlara karşı günah ve düşmanlıkta birleşen, onları çıkarmak haramken size esir olarak geldiklerinde fidyelerini vermeye kalkan kimselersiniz. Kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Aranızda böyle yapanın cezası ancak dünya hayatında rezil olmaktır. Ahiret gününde de azabın en şiddetlisine onlar uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.

Ayet içinde çeviri problemi olarak düşündüğümüz kısım, وَإِنْ يَأْتُوكُمْ أُسَارَىٰ تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ cümlesidir. Bu cümle genellikle şu şekilde çevrilmektedir.

"Onları çıkarmak haramken size esir olarak geldiklerinde fidyelerini vermeye kalkan kimselersiniz."

"Ve şayet size esir olarak gelirlerse fidyeleşmeğe kalkıyorsunuz, halbuki çıkarılmaları üzerinize haram kılınmış idi"

"Bununla beraber, onlar esir olarak gelirlerse fidyelerini verip onları kurtarıyorsunuz. Halbuki aslında onların çıkarılması size haram kılınmıştı"

Cümlenin bu şekildeki çevirilerinde, gramer kuralları açısından herhangi bir hata olduğunu iddia etmek güçtür, ancak okuyucunun böyle bir çeviri karşısında kafasının allak bullak olmaması içten değildir.

Çünkü savaşın fıtratında bir asker düşman tarafına esir düştüğünde, o esirin kurtarılması için fidye verecek olan taraf onu esir alan düşman tarafı değil, askerin kendi tarafıdır. Halbuki ayetin çevirisinden fidye veren tarafın, o askeri esir alan taraf olduğu anlaşılmaktadır.

Ayetin harfi çevirisine sadık kalmak isteyenlerin yol açtıkları bu durumun izalesi için, öncelikle savaşın gerçeklerinin dikkate alınması, ondan sonra bu ayete ona göre bir anlam verilmesi zorunluluğu olduğu muhakkaktır.

Bu cümle çevrilirken öncelikle savaşın gerçekleri göz önüne alınmalı, esir düşülmesi halinde fidyeyi hangi tarafın vermesi gerektiği dikkate alınmalıdır. Fidyenin hangi tarafın vereceği bilindikten sonra ayete verilecek anlam daha net olarak ortaya çıkacaktır. Ayet içinde geçen  تُفَادُوهُمْ kelimesi, karşılıklı olarak bir iş yapmayı ifade etmektedir. Yani ortada fidye alan ve fidye veren birileri olduğunu göstermektedir. Kelimeye verilecek anlamın bu durumu ifade edecek bir şekilde çevrilmesi gerekmektedir.

وَإِنْ يَأْتُوكُمْ أُسَارَىٰ Eğer size (savaşta) esir düşmüş olarak gelirlerse.
تُفَادُوهُمْ (serbest bırakmak için) onlardan fidye talep ediyorsunuz.
وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ Halbuki onları yurtlarından çıkarmanız (bu suretle onları esir ederek fidye vermek zorunda bırakmanız) haram kılınmıştı.

Bakara s. 85. ayetinin, surenin İsrailoğulları ile ilgili ayetlerinin bağlamına dahil olduğunu hatırlattıktan sonra, bir önceki 84. ayette onlara birbirlerini yerinden yurdundan etmemelerinin emredildiğini, yani bu fiilin onlara Haram kılındığını öğrenmekteyiz.

Yani İsrailoğullarının güçlü olan bir kısmı, güçsüz olan diğer kısmı ile haklı bir gerekçesi olmadan savaşıyor, ve güçsüz olanları yurtlarından çıkarmak sureti ile kendilerine haram kılınan bir fiili işliyor, bunun neticesinde o insanlardan bir kısmını esir alıyor, ve bu esirleri serbest bırakmak için onlardan fidye talep ediyor.

Allah (c.c) bu fiili işleyenlere zımnen, "Size onları yurtlarından çıkarmayı haram ettiğim halde, bu haramı hem çiğniyor, hem de onları esir alarak fidye talep etmekle hakkınız olmayan bir istekte bulunuyorsunuz" demektedir. 

Bundan sonra ayetin devam eden  أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ (yoksa siz kitabın bir kısmına inanıyorsunuz da bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?) cümlesini anlayabilmek daha kolay olacaktır. Çünkü bu cümle, yine çevirilerde ayet içi bağlama dikkat edilmeden çevrilmekte, dolayısı ile cümle biraz havada kalmaktadır.

Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar etmek ne demektir?.

Allah (c.c) nin insanlara yaşamlarını düzenlemeleri için elçileri aracılığı ile indirdiği bilgilerin en geniş kapsamlı ismi EL KİTAP tır. Bu kelime şemsiye bir terim olup, Tevrat, İncil Zebur, Kur'an gibi bildiğimiz ve bilmediğimiz özel isimlere sahip olan kitapların hepsinin ortak ismi El Kitap tır.

Allah (c.c) nin İsrailoğullarına El Kitap'ta "Birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın" şeklinde bir emir verdiğini, bu onların bu emri tutacaklarına dair söz verdiklerini yine Kur'an'dan öğrenmekteyiz.

Savaş, bir insanlık gerçeği olarak binlerce yıldır insanların birbirinin kanını dökmelerine vesile olan, kıyamete kadar da varlığını sürdürecek bir yöntemdir. Yalnız bu yöntemin haklı olabilmesi için, Allah'ın izin verdiği meşru sınırların gözetilmesi zarureti vardır. Kendi yanlarından çıkardıkları sudan bahanelerle, savaş sebepleri üreterek, insanların kanını dökmeye, onları yurtlarından çıkarmaya, kimsenin hakkı yoktur.

Fidye olarak bildiğimiz ve Kurtulma bedeli anlamına gelen kelime, Allah'ın El Kitap'ta meşru olarak yapılmış savaşlar için geçerli olmak üzere, o savaşın galiplerine tanıdığı ve helal kıldığı bir bedel olarak, binlerce yıldır süregelen kadim bir uygulamadır.

Şayet, "Fidye'nin kadim ve helal bir uygulama olduğunun delili nedir?" diye sorulacak olursa, Enfal s. 68. ayetini delil olarak gösterebiliriz. Bedir savaşında düşmanı iyice sindirmeden esir alan ve onlardan salıverme karşılığı olarak fidye alan Muhammed (a.s) ın yaptığı bu uygulamanın yanlış olduğunu, Enfal s. 67. ayetinden öğrenmekteyiz. 

Bir sonraki 68. ayette, "Daha önceden Allah'tan verilmiş bir hüküm olmasaydı(kitabun minallahi), aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azab erişirdi" buyurulmuş olması, fidye almanın geçmişten gelen bir uygulama olduğunu da göstermektedir.

Bunlardan sonra İsrailoğullarının kitabın bir kısmına inanmalarının ne anlama gelebileceği de anlaşılacaktır.

Kitabın bir kısmına inanmaları, kitabın onlara fidye almayı helal kılmış olmasına inanmaları anlamındadır. İsrailoğulları yurtlarından çıkararak esir ettiği insanları fidye karşılığı salıvermekte, talep ettikleri bu fidyeyi ise kendilerine iman ettikleri kitabın verdiği bir hak olarak görüyorlardı.

Fakat göz ardı ettikleri bir şey vardı ki, onların esirlerden aldıkları bu fidye, meşru bir gerekçeye dayanmadan yaptıkları savaşın bir sonucu alınmakta, ve Allah (c.c) onlara bu şekil bir savaşı Haram kılmıştı. Haksız yere açılan bir savaş sonucunda alınan fidyenin helal olması ise asla düşünülemez. Bedir savaşında fidye almalarının yanlış olduğu bildirilen Müslümanlara bu fidyenin helal kılınmasının sebebinin, müşrik ordusu ile yaptıkları savaşın meşru bir gerekçesinin olduğu unutulmamalıdır.

Toparlayacak olursak, İsrailoğulları El Kitabın fidyeyi helal kılmasına inanıyorlar, fakat aynı El Kitabın haksız yere savaşmayı haram kılmasını ise inkar ederek, Allah'a karşı isyankar davranıyorlardı.

Tetkik etme imkanı bulduğumuz meallerde, Bakara s. 85. ayetinin kafada bazı istifhamların oluşmayacağı şekilde yapılan çevirisinin, Muhammed Esed ve Mustafa İslamoğlu tarafından yapıldığını gördük.

Muhammed Esed:Bakara s. 85- Buna rağmen yine sizlersiniz birbirinizi katleden ve -kesinlikle yasaklanmış olduğu halde- kendi halkınızdan bir kısmını yurtlarından süren, onlara karşı günahkarlık ve nefrette yarışıp yardımlaşan ve esir olarak elinize düştüklerinde onları ancak fidye alarak bırakan! Böyle yaparak, ilahi kelamın bir kısmına inanıyor, diğer kısmını inkar mı ediyorsunuz? Öyleyse bilin ki, içinizden böyle yapanların karşılığı, bütün dünya hayatında zilletten ve Kıyamet Günü en acıklı azaba uğratılmaktan başka bir şey olmayacaktır. Zira Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.


Buna rağmen yine sizlersiniz birbirinizi katleden ve -kesinlikle yasaklanmış olduğu halde- kendi halkınızdan bir kısmını yurtlarından süren, onlara karşı günahkarlık ve nefrette yarışıp yardımlaşan ve esir olarak elinize düştüklerinde onları ancak fidye alarak bırakan! Böyle yaparak, ilahi kelamın bir kısmına inanıyor, diğer kısmını inkar mı ediyorsunuz? Öyleyse bilin ki, içinizden böyle yapanların karşılığı, bütün dünya hayatında zilletten ve Kıyamet Günü en acıklı azaba uğratılmaktan başka bir şey olmayacaktır. Zira Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
Mustafa İslamoğlu:Bakara s. 85- Bütün bunlara rağmen birbirinizi katleden, günah ve düşmanlıkta dayanışma sergileyerek kendi içinizden bir kısımını yurtlarından çıkaran -ki onların çıkarılması size kesinlikle yasaklanmıştı- ve elinize esir düşdüklerinde onları ancak fidye karşılığı serbest bırakan yine sizlerdiniz. Şimdi siz vahyin bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? İyi bilin ki, sizden kim böyle yaparsa, kesinlikle onun cezası dünya hayatında zilletten başka bir şey olmayacaktır. Ahirette ise azabın en acıklısına mahkum olacaklar. Zira Allah yaptıklarınıza karşı duyarsız değildir.

Bakar s. 85. ayetine verilen mealler diğer meallere nazaran daha anlaşılır olsa da, yine de bazı yerlerde eksiklikler olduğunu söylemek mümkündür. Bu ayet ile ilgili bizim yapmaya çalıştığımız meal örneği şöyledir;

Bakara s. 85- Sonra (bu sözleri veren) sizler, birbirini öldüren, içinizden (zayıf gördüğünüz) bir gurubu yerinden yurdundan çıkaran, günah ve düşmanlıkta birbirinize arka çıkan, size esir (düşmüş)ler olarak geldiklerinde, (onların size esir düşmelerine sebep olan) yerinden yurdundan çıkarmanız haram kılındığı halde, onları fidye alarak serbest bırakanlar oldunuz. Yoksa siz kitabın bir kısmına (fidye almayı helal kılmasına) iman ediyorsunuz da, (birbirinizin yerinden yurdundan etmesini haram kılmasına) bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?. Sizden kim bunu yaparsa, onun bu yaptığının karşılığı, dünya hayatında rezil rüsvay olmaktır. Kıyamet gününde ise onlar, azabın en şiddetlisine çarptırılarak rezil ve rüsvay olmaya devam edeceklerdir.


                                              EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

1 Aralık 2017 Cuma

Yunus s. 83. Ayetinin Çevirileri Üzerine Bir Mülahaza

Yunus s. 75. ve 93. ayetleri arasında geçen Musa (a.s) kıssasının 83. ayetinde Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır.

فَمَا آمَنَ لِمُوسَىٰ إِلَّا ذُرِّيَّةٌ مِنْ قَوْمِهِ عَلَىٰ خَوْفٍ مِنْ فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِمْ أَنْ يَفْتِنَهُمْ ۚ وَإِنَّ فِرْعَوْنَ لَعَالٍ فِي الْأَرْضِ وَإِنَّهُ لَمِنَ الْمُسْرِفِينَ

Bu ayetin yapılan çevirileri genellikle şu şekildedir:

[Yunus s. 83] Firavun ve kavminin kendilerine işkence etmesinden korkuya düştükleri için kavminden bir gurup gençten başka kimse Musa’ya iman etmedi. Çünkü Firavun yeryüzünde ululuk taslayan (bir diktatör) ve haddi aşanlardan idi.

Bu çeviriye göre Musa (a.s) a İsrailoğullarından küçük bir grup iman ediyor, geri kalanları ise Firavun korkusundan dolayı Musa (a.s) a iman etmiyor. Ayetin bu şekilde yapılmış çevirilerinde, korkan tarafın iman eden küçük gurup değil, iman etmeyen geri kalan gurubun olduğu anlaşılmaktadır. Fakat ayetin Arapça metnini dikkatli okuduğumuzda, böyle bir çeviri yapmanın uygun olmadığı görülecektir.

Bizim iddiamız, Ayetin çevirisinde hata yapılmış olduğudur. Ayetin kelime kelime çevirisini yaptığımızda, yapılan hata ortaya çıkacaktır.

فَمَا آمَنَ لِمُوسَىٰ Musa'ya  iman eden olmadı.
إِلَّا               ancak imân etti
ذُرِّيَّةٌ مِنْ قَوْمِهِ  kendi kavminden bir zürriyet
عَلَىٰ خَوْفٍ      korku üzerinde oldukları halde
مِنْ فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِمْ Firavun ve melesinin
أَنْ يَفْتِنَهُمْ ۚ       onları fitneye düşürmesinden, onları işkenceye uğratmasından
وَإِنَّ فِرْعَوْنَ لَعَالٍ فِي الْأَرْضِ Firavun, yeryüzünde çok ululanan
وَإِنَّهُ لَمِنَ الْمُسْرِفِينَ ve çok aşırı giden müsriflerden idi.

"Musa'ya  iman eden olmadı. ancak kendi kavminden bir zürriyet, Firavun ve melesinin onları fitneye düşürmesinden korku üzerinde oldukları halde imân etti. Firavun, yeryüzünde çok ululanan   ve çok aşırı giden müsriflerden idi.

Bu çeviriye bakıldığında ise, korkan tarafın iman eden küçük gurup olduğu anlaşılmaktadır. Yani İsrailoğullarından iman eden küçük gurup, Firavun'un zalim bir kişi olmasından korkmalarına rağmen Musa (a.s) a iman etmişlerdir. Ayet içindeki Ala havfin ( korku üzerinde oldukları halde) ibaresi, iman eden gurubun halini ifade etmektedir. Halbuki çeviriler bu ibareyi diğer guruba atfeden bir çeviri yapmışlardır.

84. ve 86ayetleri okuduğumuzda konu daha net olarak anlaşılacaktır. 

[Yunus s.84] Musa dedi ki; «Ey kavmim eğer Allah'a inandıysanız, eğer O'na teslim olmuşsanız, O'na dayanınız.
[Yunus s. 85] Onlar da dediler ki: «Allah’a dayandık. Ey Rabbimiz! Bizi o zalimler topluluğu için fitne konusu kılma!
[Yunus s.86] Ve bizi rahmetinle o kâfirler topluluğundan kurtar!»

Yunus s. 84. ayetinde Musa (a.s) kendisine iman edenlere hitaben, böyle bir korkunun gereksizliğini hatırlatmakta, 85. ve 86.ayetlerde ise, kendisine iman edenler onu bu hatırlatmalarına karşı olumlu cevap vermektedirler. 

Tetkik etme imkanı bulduğumuz çevirilerde, Yunus s. 83. ayetine Ömer Nasuhi Bilmen tarafından verilmiş olan anlamın doğru olduğunu söyleyebiliriz. 

 (Yunus s. 83) Artık Mûsa'ya imân etmedi, ancak kavminden bir zürriyet kendilerinin Fir'avun'dan ve onların cemaatinden bir belaya uğrayacaklarından korkar oldukları halde imân etmiş oldular. Fir'avun ise muhakkak ki, o yerde yüksek idi ve şüphe yok ki, o haddi tecavüz edenlerden idi. (Ömer Nasuhi Bilmen)

Ömer Nasuhi Bilmen tarafından yapılan Yunus s. 83. ayetinin çevirisinde, korkan tarafın iman eden taraf olduğu şeklinde bir çeviri yapıldığı, ve bu çevirinin diğer çevirilerden farklı olduğu görülmektedir. Ömer Nasuhi Bilmen, yazmış olduğu tefsirinde bu ayet ile ilgili olarak şunları söylemektedir:


"Şöyle ki: Peygamber Efendimiz, kavminden birçoklarının İslâmiyetî kabul etmeyip küfr üzere sebat ettiklerini gördükçe üzülüyor, hüzn ve keder içinde kalıyordu. Cenâb-ı Hak ise Rasûlü Ekrem'ine bu gibi âyetlerle teselli veriyor, Hz. Musa ile kavminin hallerini bildiriyor. Evet... Hz. Musa, o kadar mucizeler gösterdiği halde kavminden pek az kimse imân etmiş idi, diğerleri küfrlerinde devam edip durmuşlardı. Evet., (artık Musa'ya) O Yüce Peygambere, hak dine davet ettiği kimseler (imân etmedi) dinsizliklerinde sebat ettiler (ancak kavminden) Hz. Musa'nın kavmi alan İsrail oğullarından (bir zürriyet) bir taife, bir takım gençler (kendilerinin Firavun'dan ve onların cemaatinden) o Firavun ile onun kavminin ileri gelenleri tarafından (bir belâya) bir imtihana (uğrayacaklarından korkar oldukları halde) yine metanet göstererek (imân etmiş oldular) nice kimselerde bu korku sebebiyle imândan mahrum kalmışlardı. (Firavun ise muhakkak ki, o yerde) Mısır diyarında (ululuk taslayan biri idi) kendini beğenmiş bir diktatör idi. (Ve şüphe yok ki, o) lanete uğramış Firavun (haddi aşanlardan idi) ancak bir kul olduğu halde rablık iddiasında bulunuyordu. Beni İsrail'den nice kimseleri öldürmüş, yeryüzünde ne bozguncu hareketlerde bulunmuştu."

Bu ayetin yapılan çevirilerinin bir çoğunun hatalı şekilde yapılmış olmasını iddia etmemiz, bizim doğru olduğunu iddia ettiğimiz çevirinin doğru olup olmadığı sorusunu da beraberinde getirecektir. Yapılan meallerin birbirinin kopyası olması, kopya edilen meallerin herhangi bir yanlışa düşmüş olabileceği üzerinde fikir yürütülmemesi, Arapça bilmekten daha önemli olan ayet, sure Kur'an bütünlüğüne dikkat edilmemesi, bu hataları körükleyen sebeplerdendir. Bu ayetin yapılmış çevirileri hakkında herhangi bir bilgisi olmayan kişi, bu ayeti çevirmeye kalktığında, mutlaka Ömer Nasuhi Bilmen tarafından yapılan çevirisinin benzerini yapacaktır. 

Sonuç olarak: Yunus s. 83. ayetine Türkçe meallerde verilen "Firavun ve kavminin kendilerine işkence etmesinden korkuya düştükleri için kavminden bir gurup gençten başka kimse Musa’ya iman etmedi. Çünkü Firavun yeryüzünde ululuk taslayan (bir diktatör) ve haddi aşanlardan idi." şeklindeki anlamın doğru olmadığını düşünmekteyiz. Ayet içindeki anahtar durumda olan Ala havfin ibaresinin, Musa (a.s) a iman etmeyen gurup için kullanılmış olması hatanın sebebini oluşturmaktadır. Bu ibarenin halbuki Musa (a.s) a iman eden gurup için kullanılması gerekirdi. Ayetlerin bağlamına dikkat ettiğimizde, doğru olduğunu düşündüğümüz anlamın, sadece Ömer Nasuhi Bilmen tarafından verildiğini gördük.

                                             EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

25 Kasım 2017 Cumartesi

Araf s. 168. Ayetinin Çevirileri Üzerine Bir Mülahaza

Kur'an'ın Türkçe yapılmış çevirilerinde ortaya çıkan sorunlardan bir tanesi, metnin kast ettiği anlamın çeviriye yansıtılamaması, çeviride herhangi bir hata olmasa dahi, okuyucunun ilgili ayetin mealini okurken bir takım tereddütlere düşebilmesidir. Araf suresi 168. ayetinin yapılmış olan bazı meallerini okuyanların kafasında oluşabilecek bazı sorular, ne demek istediğimizin daha net olarak anlaşılmasını sağlayacaktır.

وَقَطَّعْنَاهُمْ فِي الْأَرْضِ أُمَمًا ۖ مِنْهُمُ الصَّالِحُونَ وَمِنْهُمْ دُونَ ذَٰلِكَ ۖ وَبَلَوْنَاهُمْ بِالْحَسَنَاتِ وَالسَّيِّئَاتِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ

Bu ayetin çevirileri genelde şu şekilde yapılmaktadır.

 Ve onları yeryüzünde ümmetlere ayırdık. İçlerinde salih olanları da vardı, olmayanları da. Onları biz, bazan hasenat (iyiliklerle), bazan da seyyiat (kötülükler) ile imtihana çektik. Sonunda belki dönerler diye.

Ayetin bu şekilde yapılmış çevirilerinde herhangi bir hata olduğunu iddia etmemekle birlikte, metnin kast ettiği anlam çeviriye yansıtılamamış olduğu görülmektedir şöyle ki;

Ayetin bağlamının İsrailoğulları ile ilgili olduğunu hatırlatarak, aynı surenin 160. ayetinde, "Biz, onları on iki oymağa, ümmetlere ayırdık" buyurulmuş olmasını dikkate aldığımızda, bu topluluğun 12 ayrı kabile halinde olduğu anlaşılmaktadır. Ayet bu 12 topluluğun içinde       الصَّالِحُونَ (salih olanlar) olarak ifade edilen bir gurubun, bir de  دُونَ ذَٰلِكَ ۖ(bunun aşağısında) olarak ifade edilen bir gurubun olduğunu bildirmektedir. Yani Araf s. 168. ayetinde İsrailoğulları 1- Salih olanlar, 2- Salih olmayanlar olarak 2 gurupta toplanmaktadır.

Çevirilerin ilk cümlesinde geçen Onları kelimesi, bütün İsrailoğullarını kapsamına alırken, ayetin ikinci cümlesinde geçen Onları kelimesi ise, bütün İsrailoğullarını kapsamını almamakta, sadece salih olan gurubun dışında olan ve  دُونَ ذَٰلِكَ olarak ifade edilen gurubu kapsamına almaktadır.

Tetkik etme imkanı bulduğumuz bazı meallerde, bu noktaya dikkat edilmediği dikkat çekmektedir. Ayetin çevirisinde bu noktanın dikkate alınmamasının ne gibi sakıncası olabilir? diye sorulduğunda şu cevabı verebiliriz.

Allah (c.c) İsrailoğullarını Hasenat ve Seyyiat ile imtihana çektiğini bildirmekte, onların böyle bir imtihana çekilmelerinin sebebi ise, Sonunda belki dönerler cümlesi ile ifade  etmektedir. Allah (c.c) nin dönmelerini istediği şey, İsrailoğullarının yaptıkları gayrı salih olan davranışları terk ederek, salih davranışlarda bulunmalarını sağlamak olduğu malumdur.

Yukarıda Araf s. 168. ayetinin İsrailoğullarını 2 guruba ayırdığını söylemiştik. Ayetin ikinci cümlesinde geçen Onları kelimesinin sadece İsrailoğullarının 2. gurubunu, yani salih olmayanlarını kapsamına aldığına dikkat eden bir çeviri yapılmayarak, her iki gurubu da içine alabilen bir anlam dahilinde çevrildiği zaman, dikkatli bir meal okuyucusu haklı olarak, Allah (c.c) neden salih olanları da dönsünler diye imtihana çekmektedir, zaten onlar salih olan kişiler diyerek bir itirazda bulunacaktır.

Böyle bir itiraza mahal bırakılmaması için, Araf s. 168. ayetinde Sonunda belki dönerler cümlesinin, İsrailoğullarının 2. gurubunu yani salih olmayanlarını kast ettiğini gösteren bir anlam dahilinde çeviri yapılması daha uygun olacaktır.

----Ömer Nasuhi Bilmen: Ve onları yeryüzünde parça parça ümmetler kıldık. Onlardan sâlih kimseler vardır. Ve onlardan onun dûnunda kimseler de vardır. Ve onları iyiliklerle ve kötülüklerle imtihan ettik, tâ ki (fenalıklarından) dönüversinler.
----Bayraktar Bayraklı: Onları yeryüzünde birçok topluluğa böldük. İçlerinden bazıları iyi kimselerdi; bazıları ise böyle değildi. İyi olmayanları, yanlışlarından belki dönerler diye, iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik.
----Kadri Çelik: Onları (Yahudileri) grup grup yeryüzüne dağıttık. Onlardan iyi kimseler vardır, yine onlardan bundan aşağıda olanları da vardır. Belki (kötülüklerinden) dönerler diye onları iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik.
----Mustafa İslamoğlu: Ve onları gurup gurup yeryüzünün her tarafına dağıttık; onların aralarında dürüst ve erdemli kimseler olduğu gibi, böyle olmayanlar da var. Bu sonuncuları belki kendilerine dönerler umuduyla, hem bağış ve bollukla hem sıkıntı ve darlıkla sınadık.
----Diyanet Vakfı: Onları (yahudileri) gurup gurup yeryüzüne dağıttık. Onlardan iyi kimseler vardır, yine onlardan bundan aşağıda olanları da vardır. (Kötülüklerinden) belki dönerler diye onları iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik.
----Muhammed Esed: Ve onları (ayrı topluluklar halinde yeryüzüne dağıttık; onlardan bazıları dürüst ve erdemli kimselerdi; bazılarıysa böyle değildi: bu sonrakileri hem bağış ve bolluk ile hem de darlık ve sıkıntı ile sınadık, ki belki doğru yola dönerler.

Yukarıda verilen örnek çeviriler, Araf s. 168. ayetinde geçen, Sonunda belki dönerler cümlesinin, İsrailoğullarının 2. gurubunu yani salih olmayanlarını kast ettiğini ifade eden çevirilerdir. Meal okuyucusunun kafasında herhangi bir itiraz belirmemesi için, bazı ayetlerde bu tür ayrıntılara dikkat edilmesi, şağlıklı bir Kur'an çevirisi için önemlidir.

Kur'an'ın Türkçeye yapılmış çevirilerinde malum olduğu üzere metne sadık kalmak, veya anlam yorum merkezli olmak şekilde ortaya çıkan iki ana damar mevcuttur. Bu her iki ana damarın artıları ve eksileri bulunmakla birlikte, bir ayetin çevirisinde izlenecek en sağlıklı yöntem, ilgili ayetin kastının okuyucuya en doğru ve sağlıklı biçimde yansıtılması olmalıdır. Parantez veya dipnot şeklinde yapılacak izahlar, bazı ayetlerin anlaşılmasını kolaylaştırması bakımından bazen gereklidir. 

Araf s. 168. ayeti:

Biz onları (İsrailoğullarını) yeryüzünde (12 boy olmak üzere) topluluğa ayırdık.(12 boya ayırdığımız) bu topluluktan salih olanlar ve salih olmayanlar da vardır.(Salih olmayan topluluğu) yaptıkları davranışları terk etmelerine sebep olsun diye iyiliklerle ve kötülüklerle imtihan ettik.

Bu noktada, Allah (c.c) nin salih olmayan bir topluluğu yaptıkları davranışları terk etmeleri için neden sadece kötülükler ile değil de, iyilikler ile imtihan ettiği de sorulabilir, bu sorunun cevabını almak için, aynı surenin 94-95-96. ayetlerine bakılabilir.

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

14 Kasım 2017 Salı

Enam Suresindeki İbrahim (a.s) Kıssasında Geçen "Heze Rabbi" İfadesinin Çevirileri Üzerine

İbrahim (a.s) gönderildiği kavminin işlediği şirk amellerinin yanlışlığını canını ortaya koyarak dile getiren elçilerden biri olarak, adı kıyamete kadar dillerde dolaşacak, şirk'e karşı olan duruşu ise bütün Müslümanlara örnek olacaktır. Onun kıssasının anlatıldığı Enam suresi içinde geçen ayetlerde kullandığı Heze Rabbi ifadesinin, İşte Rabbim bu dur  şeklinde yapılan çevirilerinin, kıssa bütünlüğü ile uygunluk arz etmediğini, hatta bazı meal okuyucularında, İbrahim (a.s) ın bunları neden rab olarak kabul etmiş olmasının bazı soru işaretlerine neden olabileceğini dikkate alarak, bu ibarenin çevirisi üzerinde durmaya gayret edeceğiz. 

İbrahim (a.s) ın Enam suresi içinde geçen kıssası şöyledir.

[006.074] İbrahim, babası Âzer'e: Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum, demişti.

İbrahim (a.s) ın babasına böyle bir söz söylemiş olması, gerçek rab ve ilah olarak kimin tanınması gerektiği konusunda bilgi sahibi olduğunu göstermektedir. Heze Rabbi ifadesinin çevirisinde, bu durumun dikkate alınması gerektiğini düşünmekteyiz.

[006.075] Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.

Enam s. 74. ayetinde babasına "Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum" diyerek, Allah dışındakilerin ilah ve rab olarak tanınmasının sapkınlık olduğunu bilen birisine, 75. ayette "kesin iman edenlerden olması için" denilmesi, bazı kimselerde, İbrahim (a.s) iman ediyor muydu yok etmiyor muydu? sorusunun sorulmasına neden olabilecektir. 

Bu sorunun cevabını Bakara s. 260. ayetinde bulabiliriz. O ayetteki İbrahim (a.s) ın "Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster" sözüne karşılık, Allah (c.c) nin ona "İnanmıyor musun?" diye sorduğunda, onun "İnandım, ancak kalbimin iyice yatışması için" şeklinde verdiği cevap, kafalarda oluşabilecek bir takım istifhamları ortadan kaldıracaktır. İbrahim (a.s) kesin iman etmekte, fakat bu imanının daha da perçinlenmesi, kavminin de bu yolla göklerin ve yerin melekutunun kimin olduğunu öğrenmesi için, Deneme Yanılma yöntemi diyebileceğimiz bir yol seçilmektedir.

[006.076] Gece basınca bir yıldız gördü, «heze rabbi!» dedi; yıldız batınca, «batanları sevmem» dedi.
[006.077] Ayı doğarken görünce, «heze rabbi!» dedi, batınca, «Rabbim beni doğruya eriştirmeseydi and olsun ki sapıklardan olurdum» dedi.
[006.078] Güneşi doğarken görünce «heze rabbi, bu daha büyük!» dedi; batınca, «Ey kavmim! Doğrusu ben ortak koştuklarınızdan uzağım» dedi.

Enam s. 76-77-78. ayetlerinde geçen Heze Rabbi ifadesinin, İbrahim (a.s) ın bunları rab olarak tanımadığını, onları inkar ettiğini dile getiren bir şekilde çevrilmesi, kıssanın bütünlüğü ile daha uygun olacağını düşünmekteyiz. Çünkü burada İbrahim (a.s) ın kavminin, Yıldız, Ay ve Güneş üzerinden hayata geçirdikleri bir şirk inancı mevcut olup, bu inancı ret eden İbrahim (a.s) ın söylediği, Heze Rabbi ifadesinin bu inancın yanlışlığını vurgulayan bir şekilde çevirisinin yapılması daha uygun düşecektir.

Musa (a.s) kıssasına baktığımızda, Musa (a.s) karşısında mağlup olan sihirbazların iman etmesini müteakip, Firavun tarafından onlara söylenen Ementüm bihi gable en ezene leküm....... (Araf s. 123- Taha s. 71- Şuara s.49) sözünün, sihirbazların imanını inkar eden bir anlama sahip olması, ve bu anlamın çevirilere "Ben size izin vermeden mi O'na inandınız?" , "Demek ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha" şeklindeki sihirbazların iman etmesine karşı çıkan anlamlarla doğru olarak yansıtılması örnek alınarak, İbrahim (a.s) ın Heze Rabbi sözüne de yansıtılması, daha isabetli olacaktır. 

Enam s. 76-77-78. ayetlerinde geçen Heze Rabbi ifadesinin, İbrahim (a.s) ın kavminin şirkini inkar eden bir ifade dahilinde , Bu mu benim Rabbim?, Rabbim buymuş ha! gibi inkar ifadeleri şeklinde çevrilmesi kanaatimizce daha uygun düşmektedir.

Ali Fikri Yavuz:
Vakta ki İbrahim’in üzerini gece bürüdü, bir yıldız gördü: "- Bu mu benim Rabbim?!" dedi. Derken yıldız batıverince: "- Ben öyle batanları sevmem" dedi.
Abdullah Parlıyan:
"Söyleyin, bu mu benim Rabbim?" Ama yıldız kaybolunca "Ben kaybolup, batıp giden şeyleri sevmem" dedi. 
                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR."Söyleyin, bu mu benim Rabbim?" Ama yıldız kaybolunca "Ben kaybolup, batıp giden şeyleri sevmem" dedi


8 Kasım 2017 Çarşamba

Nisa s. 66. Ayetindeki "Uktülu Enfüseküm" Emrinin, "Kendinizi Öldürün" Şeklinde Yapılan Çevirileri Üzerine

Kur'an meallerinde bazı kelime veya deyimlerin maksada uygun bir şekilde çevrilmesi yerine, orjinal metne uygun olarak çevrilmiş olması, kullandığımız dil ile bazı çelişkiler arz etmektedir. Buna örnek olarak Nisa s. 66. ayetinde geçen Uktülu enfüseküm emrini verebiliriz. Bu emir bazı meallerde, Kendinizi öldürün şeklinde çevrilmekte, ve böyle bir emrin karşılığı bizim kullandığımız Türkçe de İntihar edin şeklinde bir anlama gelmektedir.  

Hiç bir çevirmenin bu emrin karşılığının intihar etmek olduğunu iddia ettiğini söylememekle birlikte, böyle bir çevirinin, kullandığımız dilde böyle bir karşılığının olması, bazı meal okuyucularında, özellikle yeni yeni meal okumaya başlayanlarda kafa karışıklığına yol açabilmesi açısından uygun bir çeviri olmadığını söyleyebiliriz.



وَلَوْ أَنَّا كَتَبْنَا عَلَيْهِمْ أَنِ اقْتُلُواْ أَنفُسَكُمْ أَوِ اخْرُجُواْ مِن دِيَارِكُم مَّا فَعَلُوهُ إِلاَّ قَلِيلٌ مِّنْهُمْ وَلَوْ أَنَّهُمْ فَعَلُواْ مَا يُوعَظُونَ بِهِ لَكَانَ خَيْرًا لَّهُمْ وَأَشَدَّ تَثْبِيتًا

Bu ayetin yapılan bazı çevirileri şu şekildedir;

Ali Bulaç:
Eğer gerçekten biz, onlara: "Kendinizi öldürün ya da yurtlarınızdan çıkın" diye yazmış olsaydık, onlardan az bir bölümü dışında, bunu yapmazlardı. Onlar, kendilerine verilen öğüdü yerine getirselerdi, bu şüphesiz onlar için hayırlı ve daha sağlam olurdu.

Süleyman Ateş :
Eğer onlara: "Kendinizi öldürün, ya da yurtlarınızdan çıkın!" diye yazmış olsaydık, içlerinden pek azı hariç, bunu yapmazlardı. Ama kendilerine öğütleneni yapsalardı, elbette kendileri için daha iyi ve daha sağlam olurdu.

Örnek olarak verdiğimiz meallerde, Uktülu enfüseküm emrinin, Kendinizi öldürün şeklinde çevrildiği görülmekte, böyle bir emrin bizim dilimizdeki karşılığı ise, İntihar edin anlamına gelmektedir. Böyle bir çevirinin bazı istifhamlara sebep olması bakımından uygun olduğunu söylemek maalesef zordur. Uygun olan çevirinin, emrin maksadına uygun bir çeviri olabileceğini söyleyebiliriz.

Ayet, Nisa s. 60. ayetinden gelen bir bağlama sahip olup, Müslümanlar içine sızmış olan münafıklar ile ilgilidir. Allah (c.c), onların üzerine kendilerine zor gelecek olan bazı emirleri farz kılacak olsaydı, bu emrini pek çoklarının kabul etmeyeceğini, pek azının kabul edeceğini bildirmektedir.

Bu emrin savaşmak emri ile ilgili olduğunu dikkate aldığımızda Uktülü enfüseküm emrinin, savaşmak sureti ile canları feda etmek ile alakalı olduğu anlaşılacaktır. Durum böyle olunca ilgili emrin de bu emri çağrıştıran ifadelerle çevrilmesi gerekecektir. 

Ali Fikri Yavuz:
Eğer biz o münafıklara: “- Nefislerinizi cihad için öldürün, yahut yurdlarınızdan çıkın” diye bir farziyyet yükleseydik, içlerinizden pek azı müstesna, onu yapmazlardı. Onlar kendilerine öğüt verilen şeyleri yerine getirseydiler elbette bu, haklarında çok hayırlı ve imanlarını kökleştirme bakımından sağlam bir hareket olurdu.


Bayraktar Bayraklı :
Fakat biz onlara, “hayatlarınızı feda ediniz” yahut “yurtlarınızı terkediniz” diye emretmiş olsaydık, çok azı hariç, bunu yapmazlardı. Oysa tavsiye edilen şeyi yapmış olsalardı, bu, kesinlikle onların yararına olurdu ve onları daha güçlü kılardı.

Muhammed Esed:
Fakat biz onlara "Hayatlarınızı feda edin!" yahut "Yurtlarınızı terk edin!" diye emretmiş olsaydık, çok azı bunu yapardı. Oysa, tavsiye edilen şeyi yapmış olsalardı, bu, kesinlikle onların yararına olurdu ve onları (imanlarında) daha güçlü kılardı,

Yukarıda verdiğimiz çeviri örneklerinde, ayet içinde geçen Uktülu enfüseküm emrinin, savaşmak emri ile alakası kurularak anlam verildiği görülmekte, bu doğrultuda yapılan meallerin, daha isabetli olduğunu söyleyebiliriz.

                                           EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

7 Kasım 2017 Salı

Nisa s. 29. Ayetindeki "Ve la Taktülu Enfüseküm" Emrinin, "İntihar Etmeyiniz" Şeklinde Yapılan Çevirileri Üzerine

Kur'an'ın bir başka dile çevirisinde veya bazı ayetlerinin yorumlanmasında, ilgili ayetin bağlam ve bütünlük gözetilmeden çeviri veya yorumunun yapılmasından dolayı, ortaya bazı anlama sorunlarının çıktığı malumdur. Yazımızda Nisa s. 29. ayeti içinde geçen bir cümlenin, yapılan çeviri ve yorumlarında bağlam ve bütünlük gözetilmemesi ortaya çıkan bir soruna dikkat çekmeye çalışacağız.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَأْكُلُوا أَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ إِلَّا أَنْ تَكُونَ تِجَارَةً عَنْ تَرَاضٍ مِنْكُمْ ۚ وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ ۚ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِكُمْ رَحِيمًا
Yazımıza konu edeceğimiz, Nisa s. 29. ayeti içinde geçen وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin bazı meallerde, Kendinizi öldürmeyiniz veya İntihar etmeyiniz şeklinde çevrilmiş olduğu, veya bazı tefsirlerde bu cümlenin intiharı yasakladığı konusunda görüşlere rastlanılmaktadır. Cümle içindeki Enfüseküm kelimesinin çevirisinin, Kendinizi veya Birbirinizi şeklinde her iki anlama da gelebileceği, fakat bu iki anlamdan hangisinin tercih edilebileceği meselesinde, kelimenin geçtiği ayetin bağlam ve bütünlüğüne dikkat edilmesi gereği önem kazanmaktadır.

Şimdi konuyu daha kolay anlayabilmek için وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin, İntihar etmeyiniz olarak çevrildiği bir meali ele alalım.

 (Nisa s. 29) Ey imân etmiş olanlar! Mallarınızı aranızda bâtıl yere yemeyiniz. Meğer ki karşılıklı rızayla yapıları bir ticaret olsun. Ve kendinizi de öldürmeyiniz. Şüphe yok ki Allah Teâlâ sizlere rahîmdir.

Bu ayetteki وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin intihar etmenin yasak olduğuna dair bir anlam dahilinde çevirmenin isabetli olup olmadığını, bir sonraki 30. ayetten anlamak mümkündür.

(Nisa s. 30) Kim, zulüm ve düşmanlıkla bunu yaparsa; yakında onu cehenneme sokacağız. Bu Allah'a kolaydır.
Nisa s. 30. ayetindeki, "Kim, zulüm ve düşmanlıkla bunu yaparsa" cümlesi, 29. ayetteki وَلَا تَقْتُلُواأَنْفُسَكُمْ cümlesine bağlanmakta, ilgili cümleyi Kendinizi öldürmeyin olarak bir çeviri tercihi yaptığımızda "Kim,zulüm ve düşmanlık ile kendisini öldürürse" anlamına gelmektedir. Böyle bir ifade, kendini öldürmenin veya intihar etmenin haklı bir gerekçeye dayanabileceği, yani zulüm ve düşmanlık harici bir durumda intihar etmenin meşru bir gerekçe olabileceği gibi anlam taşımaktadır. İnsanın kendisini öldürmesinin hiç bir surette haklı bir gerekçesi olamayacağına göre, 29. ayetteki Enfüseküm kelimesine Kendinizi anlamı değil, Birbirinizi anlamının verilmesi daha uygun olacaktır.

Şimdi Nisa s. 29. ayetindeki وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesine, Birbirinizi öldürmeyin şeklinde bir anlam üzerinden konumuza devam edelim.

 (Nisa s. 29) Ey iman edenler, mallarınızı, sizden karşılıklı anlaşmadan (doğan) bir ticaretten başka haksız 'nedenler ve yollarla (batılca) ' yemeyin. Ve birbirinizi de öldürmeyin. Şüphesiz, Allah, sizi çok esirgeyendir.

(Nisa s. 30) Kim, zulüm ve düşmanlıkla bunu yaparsa; yakında onu cehenneme sokacağız. Bu Allah'a kolaydır.

29. ayetteki وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ cümlesinin, Birbirinizi de öldürmeyin şeklinde çevrilmesinden sonra, bu cümleyi 30. ayet ile bağladığımızda, ortaya "Kim zulüm ve düşmanlık ile birbirini öldürürse" şeklinde bir anlam ortaya çıkacaktır. Yani Allah (c.c), iman edenlerin zulüm ve düşmanlık ile birbirini öldürmelerini yasaklamaktadır.

Bu sefer de, bir müminin diğer bir mümini öldürmesinin haklı bir gerekçesi olabileceği sorunu ortaya çıkacak, ve böyle bir durumun haklı bir gerekçesinin ne olabileceği sorusunun cevabı aranacaktır. Bu sorunun cevabı için Hucurat s. 9. ayetine gitmemiz gerekecektir.

(Hucurat s. 9) Eğer müminlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah'ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever.

Hucurat s. 9. ayetinde, Mümin olarak vasıflandırılmış olan iki topluluğun aralarındaki savaşından bahsedilmektedir. Ayet, birbirleri ile savaşan iki mümin gurubun  aralarının düzeltilmesini, iki mümin gurubun arasında barış sağlandıktan sonra, bir mümin gurup diğer mümin guruba saldırmak sureti ile barışı bozacak olursa, saldırgan olan mümin taraf ile savaşılarak, saldırgan gurubun  yeniden barışa dönmesi emredilmektedir. 

Böyle bir durumda ise, mümin bir gurubun diğer mümin bir gurubu öldürmesi söz konusu olmaktadır. Barışı bozan mümin taraf ile savaşılması gerektiği bizlere, bir müminin diğer bir mümini öldürmesinin meşru bir sebep dahilinde olabileceğini de göstermektedir. 

Sonuç olarak; Nisa s. 29. ayetinde geçen أَنْفُسَكُمْ kelimesinin, Kendinizi veya Birbirinizi şeklinde her iki anlama da gelebileceği, bu iki anlamdan hangisinin daha uygun olacağı, ayetin bağlam ve bütünlüğünden anlaşılabilecektir. Bu kelimenin, Kendinizi şeklinde çevrilmesinin bağlam ve bütünlüğe uymadığı, Birbirinizi şeklinde çevrilmesinin bağlam ve bütünlüğe daha uygun olacağı görülmektedir.

Bu çalışmayı yapma amacımız, farklı şekilde çevrilmeye müsait olan bir kelimenin, hangi çevirisinin daha uygun olacağının, ayet ve Kur'an bütünlüğü dikkate alınarak bulunabileceğini göstermeye çalışmaktır. Bir kelimenin uygun olmayan bir anlamının çeviriye dahil edilmesi, bir takım sorular ve müşkülat çıkarması açısından sakıncaları olduğu bilinmelidir.

                                            EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.